18. KEHF SÛRESİ
Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah’ın ismiyle.
18/1. Hamd, kuluna (resûlü Muhammed aleyhisselâm’a) Kitab'ı (Kur'ân'ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik (ihtilâf ve çelişki) kılmayan (bulunmayan) Allah'a mahsustur.
18/2. (O Kitâb’ı, içinde hiçbir eğrilik bulunmayacak şekilde) dosdoğru olarak kendi katından (Allah tarafından) (îman etmeyenleri) şiddetli bir azap ile korkutmak ve sâlih ameller işliyen Mü'minlere güzel bir ecir (cennet) müjdelemek için (indirdi).
18/3. (Mü’minler) orada (cennet’de) ebediyyen (sonsuz olarak) kalacaklardır.
18/4. Bir de (o Kitâb’ı,) “Allah çocuk edindi” diyen (kâfir)leri (azapla) korkutmak için (indirdi).
18/5. Ne onların, ne de atalarının bu konuda (Allah çocuk edindiğine dair) hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan ne (çirkin ve vebâli) büyük bir söz (bu!) Onlar (kâfirler,) ancak yalan söylüyorlar.
18/6. (Resûlüm) şu anda sen, bu söze (Kur'ân'a) îman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek nerdeyse kendini helâk edeceksin! (Bu âyet-i kerim’e Peygamber aleyhisselâm’ı teselli etmektedir. Bk. Şuarâ’,3; Hıcr,97.)
18/7. İnsanların hangisinin daha güzel amel yaptığını imtihan edelim (kendilerine gösterelim) diye şüphesiz biz yeryüzündeki (hayvan, bitki, nehir, maden gibi canlı ve cansız) her şeyi ona (yeryüzüne) bir zinet yaptık.
18/8. Biz, elbette (zamanı gelince) yeryüzündeki her şeyi (hayvan ve bitki örtüsü gibi bütün zinetini yok edip) bir kuru (çorak) toprak hâline getireceğiz. (Bu, Kıyamet gününde olacaktır “Kurtubî”. Her yer, dümdüz toprak hâlinde olacaktır. “Enbiya,106”.)
18/9. (Resûlüm) sen, (uzun zaman uykuda kalan) Ashâb-ı Kehf’ ve Rakîm'i (sadece bu ikisini) mi bizim ibret verici delillerimizden sandın? (Hayır, öyle değil. Diğer büyük âyetler ve yüce Allah'ın akla durgunluk veren yaratıkları karşısında, bunlar, önemsiz kalır “Ebussuûd Efendi”.) (“Kehf”, geniş mağara demektir. "Rakîm" da mağaraya konulan kitâbe veya mağaraya sığınan gençlerin mensup olduğu yerleşim yerinin adı yahut yüksek dağ ve tepe anlamına gelmektedir. Ayrıca "Rakîm" ashâbı da vardır. Üç arkadaş yağmurdan bir mağaraya sığınmışlardı. Birden dağdan kopan bir kaya mağaranın ağızını kapatmıştı. Onlar da Allah için yaptıkları iyilikleri söyleyerek oradan kurtulmuşlardı “Beydâvî”.)
18/10. Hatırla ki, bir zamanlar, o gençler (kâfir idarecilerden îmanlarını korumak için bir ) mağaraya sığınmışlardı da, "Ey Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ihsan et ve bize şu işimizden (başımıza gelen bu durumdan bize) bir çıkış yolu hazırla (göster)!" demişlerdi. (Bu gençler, Rumların eşrafından ve Hazret-i İsa’nın dininde idiler. Kâfir hükümdar Dakyanus, bunları şirke zorlamış, onlar da kabul etmeyip bir mağaraya sığınmışlardı.)
18/11. Bunun üzerine biz de mağarada nice yıllar onların kulaklarını (dış dünyaya) kapattık (onları tam bir sükûn içinde uyuttuk). (Onlar, mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar “Kehf,25”.)
18/12. Sonra onları uyandırdık ki, (Mü’min ve kâfir) iki hizipten (ihtilâfa düşen topluluktan) hangisinin (mağarada) bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim (ortaya çıkartalım) diye (şimdiki ilmimiz, ezeldeki ilmimize uygun düşmesi için onları uyandırdık “Beydâvî”). (Çünkü gençlerin mağarada kaldıkları süre konusunda Mü’min ve kâfir topluluklar, farklı sayılarda ihtilâfa düşmüşlerdi.)
18/13. (Resûlüm,) biz sana onların haberlerini doğru olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar, Rablerine îman eden gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini (îmanlarındaki bağlılıklarını) artırmıştık.
18/14. (Kâfir Kral Dekyanos’un huzurunda putlara tapmayı reddeden bu yiğit gençler), ayağa kalkıp da: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, asla ondan başkasına “ilâh” deyip tapmayız, o takdirde muhakkak saçma (bâtıl) bir söz söylemiş oluruz.
18/15. (O îmanlı gençler, puta tapanları tenkide devam ederek:) “Şunlar, şu kavmimiz, O'ndan (Allah’tan) başka ilâhlar edindiler. Onlar (taptıkları ilâhlar) hakkında (şayet doğru yapıyorlarsa) açık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Artık bir yalan uydurup Allah'a iftira edenden daha zâlim kim olabilir?” dedikleri zaman kalplerine kuvvet verdik.
18/16. (O gençlerden biri arkadaşlarına şöyle dedi:) "Mademki onlardan (halktan) ve Allah'tan başkasına tapmakta olduklarından yüz çevirip ayrıldınız, o hâlde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden bir genişlik versin ve size işinizde bir kolaylık hazırlasın (ihsan etsin)." (Bu konuşmadan sonra o gençler, uyutulmuşlardır.)
18/17. (Resûlüm, sen orada olsaydın) güneşi, doğduğu zaman (ışınlarının) mağaralarından sağ tarafına kaydığını, batarken de (onlara zarar vermemesi için) sol tarafa gittiğini görürdün. Kendileri ise mağaranın geniş bir yerinde idiler. (“Ashâb-ı kehf”le ilgili) bu durum, (insanlara ibret almaları için anlatılan) Allah'ın âyetlerindendir. Allah, kime hidayet ederse (kim putlardan uzaklaşıp tek olan Allah’a yönelirse) işte o, hidayeti (doğru yolu) bulandır. Kimi de (Allah’tan başka ilâhların peşine takıldığından dolayı) şaşırtırsa, artık (o batıl itikatta ısrar ettiği müddetçe) ona hidayeti (doğru yolu) gösterecek (onun hidayetini sağlayacak) asla bir dost (yardımcı) bulamazsın.
18/18. Uykuda oldukları hâlde, (Resûlüm) sen onları (görseydin) uyanık sanırdın. Biz onları (yer, bedenlerini yemesin, cesetleri çürümesin diye her sene bir kere Cebrâîl aleyhisselâm “Semerkandî” veya görevli bir melek vasıtasıyla “Kurtubî”) sağa sola çeviriyorduk. Köpekleri de (mağaranın) girişinde iki kolunu uzatmış (yatmaktay)dı. (Resûlüm şayet) onları görseydin, mutlaka (heybetlerinden dolayı) onlardan uzaklaşıp kaçardın ve gördüklerin karşısında için korku ile dolardı.
18/19. Böylece biz (şânı yüce Allah), (mağadakiler) birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız"? dedi. (Cevap olarak:) "Bir gün, ya da bir günden az", dediler. (Çünkü onlar, mağaraya sabah erkenden girdiler, öğleyin uyandılar, aynı günde olduklarını veya ertesi gün uyandıklarını zannettiler.) (Bir kısmı da) şöyle dediler: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz en iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile şehre (Tarsus’a) gönderin de baksın (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz (helâl) ise, ondan size bir rızık (erzak) getirsin. Ayrıca, (dikkat çekmemesi için) çok nazik davransın ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin."
18/20. "Çünkü onlar (puta tapan halk,) sizi ele geçirirler (sizden haberdar olurlar)sa, ya taşlayarak öldürürler, yahut kendi (putperest) inançlarına döndürürler. O(nların dinine döndüğünüz) takdirde de asla felâha (kurtuluşa) eremezsiniz." (dediler.)
18/21. Böylece biz, (insanları) onların hâlinden haberdar ettik ki, Allah'ın (öldükten sonra dirilme) va'dinin hak olduğunu ve Kıyamet’in geleceğinde de hiçbir şüphe olmadığını bilsinler. Hani o sırada (şehir halkından Mü’minler ile kâfirler) kendi aralarında (öldükten sonra dirilmenin “ruh”la mı, yoksa “ruhla birlikte bedenle” mi olacağı konusunda veya gençlerin dirilme) işlerini (durumlarını) tartışıyorlardı. (Bazıları), "Onların üstüne bir bina yapın. Rableri onların hâlini en iyi bilir" dediler. Duruma hâkim olanlar (Mü’minler) ise, "Üzerlerine mutlaka bir mescid yapacağız" dediler.
18/22. (Hazret-i Peygamber’in huzurunda ayrı mezheplere sahip Hristiyanlar) gayba taş atarak (Ashâb-ı Kehf’in sayılarıyla ilgili bilmedikleri şey hakkında gelişi güzel konuşarak): "Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler. Yine (diğer taraf), "Beş kişidirler, altıncıları köpekleridir" diyecekler. (Mü’minler de Peygamber aleyhisselâm’dan aldıkları bazı işaretlere dayanarak) şöyle diyecekler: "Yedi kişidirler, sekizincileri köpekleridir." (Resûlüm!) De ki: "Onların sayısını Rabbim en iyi bilir. Zaten onları pek az kimse bilir. O hâlde, onlar hakkında (Kur'ân'daki) açık bir münakaşa(yı aktarmak)dan başka münakaşaya girme ve bunlar hakkında onlardan (Ehl-i Kitap’tan) hiçbirine bir şey sorma."
18/23. (Resûlüm,) hiçbir şey hakkında sakın "(“inşallah” demeden) yarın (gelecek bir zaman için) bunu yapacağım" deme!
18/24. (Resûlüm,) ancak, "inşallah (Allah dilerse) yapacağım" de. (“İnşallah” demeyi) unuttuğun zaman (tesbih ve istiğfar ederek) Rabbini zikret ve "Umarım Rabbim beni, bundan daha doğru olana (Peygamberliğimi Ashâb-ı Kehf’in haberinden daha çok gösterecek şeyi bana) ulaştırır" de.
18/25. Onlar (Ashâb-ı Kehf) mağaralarında (diri olarak) (Şemsî yıla göre) üç yüz yıl kaldılar. Buna dokuz daha eklediler. (Bu durumda Kamerî yıla göre “üç yüz dokuz sene” kalmış oldular.)
18/26. (Resûlüm,) de ki: (Ashâb-ı Kehf’in) kaldıkları süreyi, Allah en iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını bilmek, O'na mahsustur. O, ne güzel görür; O, ne güzel işitir! Onların (Ashâb-ı Kehf’in), O'ndan başka hiçbir dostu da yoktur. O (yüce Allah), hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez."
18/27. (Resûlüm,) Rabbinin kitabından (Kur’ân’dan) sana vahyedileni oku. (Kâfirlerin “Kur’ân’dan başka bir kitap getir veya onu değiştir” teklifini reddet.) O'nun (Kur’ân’ın) kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. (Eğer Kur'ân-ı Kerim'e uymayacak ve ona muhalefet edecek olursan “Semerkandî”) O'ndan (Allah’tan) başka asla (seni koruyacak) bir sığınak da bulamazsın.
18/28. (Kâfirlerden bir grup Resûlüllah’a gelerek: “Suheyb, Ammâr, Habbâb, Âmir, Selmân ‘radıyallahü anhüm’ gibi “şu köleleri yanından uzaklaştır ki, seninle oturalım konuşalım” demeleri üzerine şu âyet indi:) Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek (beş vakit namaz kılan ve) dua eden (o fakir sahâbî)lerle birlikte ol. Dünya hayatının zînetini arzu edip (kâfirlerin etkisi altında kalarak) gözlerini onlardan ayırma (onları küçük ve hor görme). Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olan kimselere (kâfirlere) boyun eğme.
18/29. (Resûlüm,) de ki: "(Bu Kur’ân), hak (olarak) Rabbinizdendir. Artık dileyen îman etsin, dileyen inkâr etsin (iradenizi kullanmakta serbestsiniz)." (Ancak) biz (Kur’ân’a inanmayan o) zâlim (kâfir)lere öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini (çepeçerve) kuşatmıştır. (Susuzluktan) feryat edip yardım dilediklerinde, erimiş maden gibi, yüzleri yakıp kavuran bir su ile kendilerine yardım edilir. O ne kötü bir içecektir! Cehennem ne korkunç bir yaslanacak yerdir!
18/30. Îman edip sâlih amel (namaz başta olmak üzere İslam şeriatine göre iyi iş)ler işleyenlere gelince, şüphe yok ki, biz, güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz.
18/31. İşte onlar (îman edip sâlih amel işleyenler) için (ağaçları) altından ırmaklar akan (Cennet’in tam ortasında bulunan) Adn cennetleri (bölgeleri, yerleri) vardır. Orada tahtlar üzerine yaslanarak altından (bk. altından Hac, 23; gümüşten “Dehr, 21” ve altın ve inciden “Fâtır, 33”) bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir. O ne güzel mükâfat! (Cennet ve nimetleri,) ne güzel, (koltuklar da ne güzel) yaslanacak yerdir!
18/32. (Resûlüm,) onlara (kâfir ve mü’minlere) şu iki adamı misal (örnek) ver: Onlardan birine (kâfir olana) iki üzüm bahçesi (bağı) vermiş, bağların çevresini hurmalarla kuşatmış, ikisinin arasını da (hububbat, sebze ve meyveler yetiştirilen) bir ekinlik (arazi) yapmıştık.
18/33. Her iki bağ da meyvelerini vermiş ve ürünlerinden hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. (Meyve ve ürünler suyunu alsın diye) bu iki bağın arasından bir de nehir (ırmak) akıtmıştık.
18/34. Onun (o kişinin) başka geliri de vardı. (Böylece onun büyük bir serveti oldu.) (O kâfir kişi, Mü'min) arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: "Benim malım seninkinden daha çok. Adamca (hizmetçi ve yardımcılar) bakımından da senden daha üstünüm."
18/35. (Böylece) kendine zulmederek (yazık ederek) bahçesine (bağına) girdi. (Derin bir gaflet içinde hayallere dalarak) şöyle dedi: "Bunun sonsuza kadar yok olacağını sanmıyorum."
18/36. (O kâfir kişi devamla şöyle dedi:) "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer (bu gerçek olur) Rabbime döndürülürsem, mutlaka bundan (bahçemden) daha hayırlı (iyi) bir sonuç bulurum."
18/37. (Mü’min olan) arkadaşı, ona (kâfir arkadaşına) cevap olarak dedi ki: "Seni (aslen) topraktan, sonra bir nütfe (sperm)den yaratan, sonra da seni (düzgün) bir adam (insan) şekline koyan (Allah)ı inkâr mı ediyorsun?"
18/38. (Sen inkâr ediyorsun,) "fakat O Allah, benim Rabbimdir. Ben (Mü’min olarak) Rabbime hiçbir kimseyi (hiçbir şeyi) ortak koşmam. (O, tektir.)"
18/39. (Mü’min, kâfir olan arkadaşına devam ederek şöyle dedi:) Kendi bahçene (bağına) girdiğin zaman: “Mâşâallah, kuvvet yalnız Allah’ındır! (Allah, dilemişte olmuş. Bu Allah’ın kuvvetiyledir) deseydin, olmaz mıydı? Gerçi sen benim malımı ve çocuklarımı, kendinden az (ve aşağı) görüyorsun, (fakat, şunu iyi dinle:)”
18/40. “Olur ki, Rabbim bana, senin bağından daha hayırlısını (iyisini) verir ve onun (senin bağının) üzerine gökten yıldırımlar gönderir ve (bitkisiz, ağaçsız, düz ve kupkuru olduğundan) kaygan bir toprak hâline geliverir.”
18/41. "Ya da (bağının içinde akan o ırmağın) suyu çekiliverir de (onu getirmen şöyle dursun) onu aramaya bile asla gücün kalmaz."
18/42. Derken (o kâfir kişinin) bütün serveti kuşatıldı (yok edilerek helâk edildi). Bunun üzerine o bağa yaptığı (hizmet ve) masrafa karşı (pişmanlık ve üzüntüden dolayı) avuçlarını ovuşturmaya başladı. O (bağ), çardakları üzerine çöküp kalmıştı. (Asmaları tutan bütün direkler, yerle bir olmuştu.) “(Bu durum karşısında: Ah,) keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım.” diyordu.
18/43. Ona (o kâfir kişiye), Allah'tan başka yardım edecek bir cemâat (topluluk) yoktu. (Bağı helâk olduğu zaman) kendi de kurtaracak (engel olacak) güçte değildi.
18/44. İşte bu durumda (Kıyâmet gününde) velâyet (yardım ve hâkimiyet) yalnızca hak olan Allah'a mahsustur. O, (Mü’minlere) en hayırlı mükâfatı ve en hayırlı âkibeti (sonucu) verendir.
18/45. (Resûlüm,) onlara dünya hayatının misalini (örneğini) ver: (Dünya hayatı,) gökten indirdiğimiz bir suya (yağmura) benzer. Onunla yeryüzünün bitkileri (canlanır ve her renkte boy göstererek) birbirine karışmış olur. Sonunda rüzgârın savurduğu kuru çer-çöp hâline dönmüştür. Allah, her şeye kâdirdir (her şeyi var ve yok etmeye muktedirdir).
18/46. (Adem oğulları şunu iyi bilsinler ki:) Mallar ve oğullar, dünya hayatının süsüdür (ve gelip geçicidir). Baki kalacak (Ahiret’te faydası olacak) olan salih ameller (beş vakit namaz, oruç, hac, zekât gibi farzlar, Resûlüllah’ın bildirdiği itâatlar ve yüce Allah’ı zikirde kullanılan bütün tesbihler) ise, Rabbinin katında, sevap olarak da hayırlıdırlar, ümit olarak da hayırlıdırlar.
18/47. (Resûlüm,) hatırla o (Kıyamet) günü(nü) ki, biz dağları (parçalayıp toz hâline getirerek) yürütürüz. Yeryüzünü çıplak (bitkisiz, ağaçsız ve dümdüz) olarak görürsün. Onları (Mü’minleri ve kâfirleri, hepsini Mahşer yerinde) toplamış, içlerinden hiçbirini (Mahşer’in dışında) bırakmamışızdır.
18/48. (Mahşerdekilerin) hepsi saf saf Rabbinin huzuruna çıkarılırlar. (Sonra) onlara (şöyle) denilir: "Yemin olsun, sizi ilk önce yarattığımız gibi (tek, yalın ayak, çıplak, malsız, mülksüz ve evlâtsız) bize geldiniz. (Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler,) fakat sizler, (hesaba çekilmek üzere) size asla bir zaman tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız".
18/49. (Kıyamet günü) kitap (herkesin amel defteri, Mü’min’in sağ tarafından, kâfirin de sol tarafından eline) konulur. (Resûlüm,) Mücrimleri (kâfirleri), onda yazılı olan (küfür, isyan ve günah)larını (görünce,) korkuya kapılmış görürsün. (Feryât ederek:) "Vay halimize! Bu nasıl bir kitaptır ki, küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış (kaydetmiş)!" derler. Onlar (insanlar), bütün yaptıklarını (hayır ve şer olarak) karşılarında bulurlar. Senin Rabbin (sevapları az veya günahları çok yazarak) hiç kimseye zulmetmez.
18/50. Hani biz (şânı yüce Allah,) meleklere, "(Peygamberim) Âdem’e (alnı yere koymadan saygı ve selâm için “Celâleyn”) secde edin" demiştik. Hemen secde ettiler. Fakat İblis, secde etmedi. (Çünkü) o, cinlerdendi. (Secde etmediği için) Rabbinin emriden dışarı çıktı (isyan etti). Şimdi siz, beni bırakıp (emrim’e karşı gelen) İblis'i ve zürriyyetini (bağlılarını) dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar, size düşmandırlar. Bu (Allah’a itâatı bırakıp isyanı seçme), zâlimler için ne kötü bir bedeldir (tercihtir)!
18/51. Ben (sânı yüce Allah,) onları (İblis ve zürriyyetini) ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Saptıranları (şeytanları) da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim. (O hâlde onlara nasıl itâat edip gönderdiğim Peygamber’e isyan ediyorsunuz?)
18/52. (Ey Peygamberim! O Kıyâmet günü yüce Allah, kâfirlere şöyle diyecek:) "Benim ortaklarım (ve sizin putlardan şefâatçılarınız) olduğunu zannettiklerinizi çağırın (bakalım)." Onlar da hemen çağıracaklar, fakat kendilerine cevap veremeyecekler. (Çünkü) biz onların (taptıkları putlarla) aralarına (hepsini topluca helâk etmek için cehennem vadilerinden) bir uçurum koyduk (koyacağız).
18/53. Mücrimler (kâfirler, o gün uzaktan) ateşi görünce, onun içine düşeceklerini iyice anlayacaklar, fakat ondan kurtuluş yolu bulamayacaklardır.
18/54. Yemin olsun biz, Kur'ân'da insanlar için her türlü misali (geçmiş kavim kıssalarını, mükâfat ve azapları, düşünüp öğüt alsınlar diye değişik şekillerde) açıkladık. Fakat (küfür içinde olan) insan, (bâtıl ve haksız sebeplerle) tartışmaya çok düşkündür.
18/55. İnsanlara hidâyet (Peygamber ve Kur’ân) geldiği zaman, onları îman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten men eden (alıkoyan şey), ancak kendilerine evvelkilerin sünneti (helâk haberleri)nin gelmesi veya (Âhiret) azabın(ın) açıkça gelip çatması(nı beklemek) olmuştur.
18/56. Biz, peygamberleri ancak (Mü’minlere cennetle) müjdeleyici ve (kâfirlere cehennemle) korkutucu olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise, hakkı (Kur’ân’ı) bâtılla kaydırıp gidermek (ve hükümsüz kılmak) için mücadele ederler. Âyetlerimizi (Kur’ân’ı) ve kendilerine yapılan (azapla ilgili) uyarıları alaya (eğlenceye) alırlar.
18/57. Kendisine Rabbinin (Kur’ân) âyetleri hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren (îman etmeyen) ve elleriyle yaptığını (küfür ve isyanlarını) unutandan daha zâlim kimdir? (Bunlar, hür iradelerini, Peygamber’i inkârda kullanmışlardır. Hazret-i Peygamber ne söylese, hepsini reddetmektedirler. Aslında bu kişiler, kendileri kalplerini hakikata kapatmışlardır. Bu durumda) şüphesiz biz (şânı yüce Allah), onu (Kur’ân’ı) anlamamaları için, (o kâfirlerin) kalplerine perdeler gerdik, kulaklarına da ağırlıklar koyduk. (Resûlüm) sen onları hidayete çağırsan da artık (küfür ve isyan dolu kalplerle onlar asla) ebediyyen hidayeti bulamazlar.
18/58. (Bununla beraber) Rabbin, çok bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir. Eğer onları, kazandıkları (masıyet ve günahlar) yüzünden (dünyada) cezaya çarptırsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi. Hayır, onlar için belirlenmiş bir zaman (Bedir veya Kıyamet günü) vardır ki (o zaman gelince) ondan (kurtulmak için) bir sığınak (kurtuluş yeri) bulamazlar.
18/59. İşte (o) zulmettikleri (küfür ve isyanda ısrar ettikleri) zaman yok ettiğimiz (cezalandırdığımız) memleketler! Helâk edilmeleri için de belli bir zaman tayin etmiştik.
18/60. Hatırla! Bir vakitler (Peygamberim) Mûsa, beraberinde (hizmetinde) bulunan gence (Yûşa b. Nûn b. Efrâîm b. Yûsuf aleyhimü’s-selâm “Beydâvî”) şöyle demişti: "İki denizin birleştiği (Basra Körfezi ile Akdeniz’in birleştiği) yere varıncaya kadar (Hızır aleyhisselâm’a kavuşmak için) durmadan gideceğim veya (menzilime erişinceye kadar) uzun zaman gideceğim."
18/61. Onlar (Hazret-i Mûsa ile hizmetinde bulunan genç) iki denizin birleştiği yere varınca, (tuzlanmış olarak getirdikleri ve canlandığı zaman Hızır ile buluşmuş olacakları yerde) balıklarını unuttular. Balık (dirilip sıçradı), denizde bir deliğe doğru yolunu tutup gitti. (Genç, bu durumu Hazret-i Musa’ya bildirmeyi unuttu.)
(Rivayete göre, Hazret-i Musa, Kıptiler helâk olduktan sonra Mısır’a döndü ve veciz bir hutbe okudu “konuşma yaptı”. Bu konuşmayı çok beğendi. Ona etrafındakiler, “senden daha bilgili biri var, bunu biliyor musun”, dediler. O da “hayır, bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah, ona vahyetti: “O kişi, iki denizin birleştiği yerdedir”. Hazret-i Musa da onu görmek için yola çıktı.
Hızır aleyhisselâm, büyük Zülkarneyn’in öncü kuvvetlerindendi. Musa peygamber’in devrine kadar yaşadı.
Diğer bir rivayet: Musa aleyhisselâm Allah’a nida etti: Hangi kulunu çok seversin, hangisi iyi hüküm verir, hangisi en büyük âlimdir? şeklinde sorular, sordu. Hepsinin cevabını aldı. En sonunda “benden daha bilgili biri var mı?” diye sual etti. Yüce Allah da “evet var” buyurdu. “Peki, onu nerede görebilirim?” dedi. O da “iki denizin birleştiği yerde” buyurdu. “Onu nasıl tanıyabilirim?” dedi. Yüce Allah da “bir sepete balık koyarsın, onu kaybettiğin yerde Hızır'ı bulursun” dedi. O da hizmetçisine: “Balığı kaybettiğin zaman bana haber ver”, dedi. İkisi, yola koyuldular “Beydâvî”.)
18/62. Oradan (iki denizin birleştiği yerden) uzaklaştıklarında (Peygamber’im) Mûsa beraberindeki gence, "Kuşluk yemeğimizi getir (de yiyelim), bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük" dedi.
18/63. Genç: "Gördün mü (başımıza gelenleri)! (Tam iki denizin birleştiği ve balığı canlı olarak bulacağımız yerde) kayaya sığındığımız sırada balığı (canlanıp denize atladığını ve bunu sana haber vermeyi) unutmuşum. Onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu. Balık, şaşılacak bir şekilde (dirilip sıçradı ve) denizde yolunu tutup gitmişti" dedi.
18/64. (Peygamberim) Mûsa: "İşte aradığımız bu idi!" dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisin geri döndüler (ve o yere “kayaya” vardılar).
18/65. Sonunda (aradıkları) kullarımızdan bir kul (Hızır’ı “aleyhisselâm”) buldular. Biz ona katımızdan bir rahmet (peygamberlik veya velâyet/velilik) vermiş, kendisine tarafımızdan bir (herkesin sahip olamadığı ledünnî bir) ilim öğretmiştik.
18/66. Mûsa (aleyhisselâm): ona (Hızır aleyhisselâm’a), "Sana öğretilen ilimden bana, doğruya eriştirici bir ilim öğretmen için sana tâbi olayım mı?" dedi.
18/67. Hızır (aleyhisselâm): "Şüphesiz sen benimle sabretmeye asla dayanamazsın." dedi.
18/68. "(Hızır aleyhisselâm: İç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin?" (dedi.)
18/69. Mûsa (aleyhisselâm): "İnşaallah beni sabredici bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim." dedi.
18/70. Hızır (aleyhisselâm): "O hâlde, eğer bana tâbi olacaksan, ben sana anlatmadıkça hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın." dedi.
18/71. Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (Hızır aleyhisselâm) gemiyi deldi. Mûsa (aleyhisselâm): "Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Gerçekten, çok kötü (tehlikeli) bir iş yaptın." dedi.
18/72. Hızır (aleyhisselâm): "Şüphesiz sen benimle sabretmeye asla dayanamazsın, demedim mi?" dedi.
18/73. Mûsa (aleyhisselâm): "Unuttuğum için bana çıkışma (beni sorumlu tutma) ve şu işimde bana güçlük çıkarma (seni takip etmemi zorlaştırma)!" dedi.
18/74. (Gemiden çıktıktan sonra) yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştılar. Hızır (aleyhisselâm), hemen onu öldürdü. Mûsa (aleyhisselâm): "Bir cana karşılık olmaksızın tertemiz (öldürülmesini gerektirecek bir suç işlememiş, günahsız) birini mi öldürdün? Yemin olsun çok kötü (akla uygun olmayan) bir iş yaptın!" dedi.
16
18/75. Hızır (aleyhisselâm): "Şüphesiz sen benimle sabretmeye asla dayanamazsın, demedim mi?" dedi.
18/76. Mûsa (aleyhisselâm): "Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Gerçekten, tarafımdan (yapılacak son) özre ulaştın (beni terketmekte mazur sayılabilirsin)" dedi.
18/77. Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına (Antakya’ya veya Basra’nın Übelle’sine yahut Eyle’ye) varıp onlardan yiyecek istediler. Halk, onları misafir etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır (aleyhisselâm): Hemen o duvarı doğrulttu. Mûsa (aleyhisselâm): "İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın" dedi.
18/78. Hızır (aleyhisselâm): "İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir" dedi. "Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te’vilini (içyüzünü) anlatacağım."
18/79. Gemiye gelince: "O, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların (döndüklerinde) arkalarında (şu anda önlerinde), her (sağlam) gemiyi zorla ele geçiren (kâfir) bir kral vardı."
18/80. Çocuğa gelince: “Onun ana - babası mü'min kimselerdi. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk." (“Korktuk” ifadesi, Hızır’ın sözüdür. Allah’ın ona bildirmesiyle söylenmiştir “Medârik”. Çocuk, küfre yatkındı. Yaşasaydı, mutlaka anne ve babasını azgınlık ve küfre sürükleyecekti. Çünkü anne ve babasının ona karşı olan sevgisinden bu konuda çocuğa uyabilirlerdi “Celâleyn”.)
18/81. “İstedik (diledik) ki, onların Rabbi bu oğlanın yerine, kendilerine temizlikçe (günah ve kötü ahlâktan arınmış) daha hayırlısını, merhametçe (ana babasına merhamet ve şevkatte) daha yakınını versin.”
(Müfessirler, “İstedik” kelimesinin “fâil”i olarak, Allah lâfza-i celâl veya Hızır’dır, demişlerdir. Hızır aleyhisselâm’a vahyeden de Allahü teâlâ’dır.
Onların bir kız çocuğu oldu, bir peygamberle evlendi, o da bir peygamber doğurdu. Allah da onun sayesinde ümmetlerden bir ümmeti hidâyet etti “Beydâvî”.)
18/82. Duvar gelince: “O (duvar), şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait (altın ve gümüşten) bir define vardı. Babaları da salih (iyi) bir insandı. Rabbin diledi ki, onlar olgunluk çağına ulaşsınlar ve Rabbinden bir rahmet olarak defineleri çıkarsınlar. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin te’vili (içyüzü) budur!" (Hazine, altın bir levha idi, üzerinde şöyle yazılıydı: Kadere inanana, nasıl üzülür diye şaşarım. Rızka inanana, nasıl yorulur diye şaşarım. Hesâba inanana, nasıl gaflet eder diye şaşarım. Ölüme inanana, nasıl sevinir diye şaşarım. Dünyayı ve hilelerini bilene, ona nasıl güvenir diye şaşarım. Lâilahe illâllah muhammedün resûlüllah “Beydâvî”.)
18/83. (Ey Resûlüm!) Bir de sana Zülkarneyn (peygamber veya veli olan hükümdar İskender) hakkında (seni imtihan etmek için) soru soruyorlar. De ki: "Size ondan da haber vereceğim.”
18/84. Biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde (Doğu ve Batı’ya hükmeden bir) iktidar sahibi kıldık ve kendisine her konuda (gayesine ulaşabileceği) bir sebep (yol ve vasıta) verdik. (Bütün dünyaya iki mü'min ve iki kâfir hakim olmuştur. Mü'minler, Hazret-i Zülkarneyn ve Süleyman “aleyhisselâm”dır. Kâfirler ise Nemrûd ve Babil kralı Buhtunnasr'dır (MÖ.605-562). Zülkarneyn zamanı, Nemrûd'tan sonraydı. Yüce Allah onu dünyaya hakim kıldı. Ona ilim ve hikmet verdi. Işığı ve karanlığı onun emrine verdi. Yürüdüğünde, önünden ışık yol gösteriyor. Arkasından karanlık örtüyordu “Medârik”.)
18/85. Zülkarneyn de (Batı'ya varmak istedi ve) bir yol tuttu (oraya ulaştıracak sebebe uydu).
18/86. Güneşin battığı yere (Atlas Okyanus kıyısına) varınca, onu (güneşi) kara balçıklı bir pınarda batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim buldu. Biz şöyle hitap ettik: "Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın."
18/87. Zülkarneyn (o kavme) dedi ki: "Her kim zulmederse (Allah’a küfrederse), biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O (Allah) da kendisini şiddetli bir azaba uğratır."
18/88. (Zülkarneyn, dedi ki:) "Her kim de (isyan ve küfrü terkedip Allah’a) îman eder ve salih amel işlerse, ona en güzel bir mükâfat (cennet) vardır. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz (işini kolaylaştıracağız)."
18/89. (Hazret-i Zülkarneyn, Batı seferinden) sonra (bu defa Doğu’ya doğru) bir yol tuttu.
18/90. (Zülkarneyn aleyhisselâm,) güneşin doğduğu yere (uzak doğuya) ulaşınca, onu (güneşi,) öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, (kendilerini) ondan (güneşten) koruyacak (ev veya elbise gibi) bir siper yapmadık. (Kaygan bir zeminde yaşadıkları için ev yapamıyorlardı. Toprak altında tünellerde yaşıyorlardı. Zaman zaman dışarı çıkıp denize girdikleri oluyordu. Onun için elbise ve evleri yoktu).
18/91. İşte (Hazret-i Zülkarneyn,) böyle (yüksek bir mevkie ve hükümranlığa sahipti). Şüphesiz biz onun yanındaki (ordu, eşya ve alet)leri (o kadar çoktu ki, hepsini) ilmimizle kuşatmıştık (biliyorduk).
18/92. (Hazret-i Zülkarneyn, Doğu seferinden) sonra (bu sefer güneyden kuzeye doğru) bir yol tuttu.
18/93. (Hazret-i Zülkarneyn,) iki sed (dağ) arasına ulaşınca, onların (Ermenistan ve Azerbaycan dağları “Beydâvî”) önünde, neredeyse hiçbir söz anlamayan (dil bilmeyen) bir kavim buldu.
18/94. (Tercümanları vasıtasıyla) dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Ye'cûc ve Me'cûc (adlı kavimler/topluluklar) yeryüzünde fesad çıkarmakta (yağma ve bozgunculuk yapmakta)dırlar. Onlarla bizim aramıza bir sed (engel) yapman karşılığında sana bir vergi (mâlî karşılık) verelim mi?" (Hayır, benim mâlî yardıma ihtiyacım yok. Siz bana usta, malzeme ve âlet tedarik edin, dedi “Ebussuûd Efendi”. )
(Ye'cûc ve Me'cûc, Hazret-i Nûh’un oğlu Ya’fes’in soyundardırlar “Beydâvî”. Boyları çok kısa veya çok uzun şeklinde rivayetler vardır. Kıyamet’e yakın seddi aşacaklardır. Bk. Enbiyâ’, 96.)
18/95. (Zülkarneyn aleyhisselâm), "Rabbimin bana verdiği imkân (mal ve mülk, sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana beden gücünüzle yardım edin, (ben de) sizinle onların (Ye'cûc ve Me'cûc) arasına sağlam (erişilemez) bir engel (sed) yapayım" dedi.
18/96. (Zülkarneyn, o halka dedi ki:) Bana (yeterince) demir kütleleri getirin. (Zülkarneyn) iki dağın arasını (demir kütleleriyle doldurtup) aynı seviyeye getirince (iki dağın arasını düzleyince): (İşçilere) "körükleyin! (demirleri eritin)" dedi. Nihayet o (demir kütleleri)ni ateş (kor) haline getirince "Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim," dedi.
18/97. Artık (Ye'cûc ve Me'cûc, yüksekliğinden dolayı) onu (seddi) ne aşabildiler, ne de delebildiler.
18/98. (Zülkarneyn aleyhisselâm), "Bu (sed), Rabbimden bir (nimet ve) rahmetdir. Rabbimin vaadi (Kıyamet’in kopma vakti) gelince, onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi, haktır (gerçektir)" dedi. (Zülkarneyn kıssası, burada bitti.)
18/99. Biz o gün (Kıyamet günü) onları (Ye'cûc ve Me'cûc’ü) birbiri içinde dalgalanır hâlde bırakırız (yahut insanlarla cinler karışır ve şaşkın hâle gelirler). Sonra ‘Sûr’a üfürülür ve onları (bütün yaratılanları mükâfat ve ceza için) toptan bir araya getiririz.
18/100. O (Kıyâmet) gün(ü), cehennem’i de kâfirlere (bütün dehşetiyle) açık olarak göstereceğiz.
18/101. Onlar (kâfirler) ki, beni (yüce Allah’ı dünyada) zikretmeye karşı gözleri perde içindeydi ve (Kur'ân'ı) dinlemeğe tahammül edemezlerdi. (Çünkü Peygamber’e ve Kurân’a îmanları yoktu.)
18/102. Kâfirler, beni (yüce Zât’ımı) bırakıp da (peygamberim Îsa ile Uzeyr ve melek) kullarımı dostlar (kendilerine fayda verecek ve azabıma engel olacak Rabler) edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak (yerleşecekleri bir yer) olarak hazırladık.
18/103. (Ey Resûlüm!) De ki: “Size, (dünyada) yaptıkları iş bakımından (Ahiret’te) en çok ziyana uğrayanları haber vereyim mi?
18/104. (Ahiret’te en çok ziyana uğrayan) o kimselerdir ki, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar, boşuna gitmiştir. (O çalışmalarından sevap kazanamamışlardır.) Hâlbuki onlar, güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.
18/105. Onlar (kâfirler), Rab'lerinin âyetlerini ve O'na (Allah’a) kavuşmayı (dirilmeyi ve hesabı) inkâr ettiklerinden dolayı, amelleri boşa gitti. Biz de Kıyamet gününde onlar için terazi kurmayacağız. (Çünkü onların tartılacak makbul amelleri bulunmamaktadır. Doğrudan cehenneme sürüleceklerdir.)
18/106. İşte onlar, (dirilme ve hesabı) inkâr ettiklerinden, âyetlerimi ve Peygamberlerimi alay konusu yaptıklarından dolayı, onların cezası cehennemdir.
18/107. Şüphesiz îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onların konağı (yerleşme mekânları) da Firdevs cennetleridir.
18/108. (Mü’minler) orada (cennette) ebedî kalacaklar ve (daha güzel bir yer olmadığı için) oradan ayrılmak istemeyeceklerdir.
18/109. (Yahûdiler, size ilimden çok az bir şey verildi “İsra, 85” âyetini ileri sürerek Müslümanları aşağılamışlardı. Bunun üzerine bu âyet inmiştir: Resûlüm,) de ki: "Rabbimin (ilim ve hikmetlerinin) kelimelerini yazmak için (bütün) denizler(in suyu) mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek (denizlere deniz katsak), Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi."
18/110. (Resûlüm,) de ki: "Şüphe yok ki, ben de sizin gibi bir insanım. (Yalnız) bana, 'sizin ilâhınız' ancak bir tek ilâhtır" diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih (dinde beyan edilen iyi ve faydalı) bir iş yapsın ve Rabbine ibâdette kimseyi ortak koşmasın."