78 - MÜFESSİRDE ARANAN ŞARTLAR VE UYMASl GEREKEN ESASLAR
Bu konuda ulema şöyle der:
Kur’ân-ı Kerimi tefsir etmek isteyen kimse, âyetlerinin tefsirini önce Kur’ân'da arar. Çünkü Kur’ân'ın bir yerinde mücmel olarak geçen bir âyet, başka bir yerde tefsir edilmiştir. Keza bir sûrede muhtasar olarak geçen bir âyet, Kur’ân'ın bir başka sûresinde genişçe anlatılmıştır.
İbnu'l-Cevzi, Kur’ân'ın bir sûresinde mücmel olan âyetin, diğer bir sûrede açıklandığına dair bir kitab telif etmiştir. Mücmel bahsinde bu kitab'dan bazı misaller vermiştim.
Eğer müfessir tefsirini Kur’ân-ı Kerimde bulamazsa, sünnette arar. Çünkü sünnet, Kur’ân'ın tefsiri ve izahıdır. Nitekim İmâm Şâfiî şöyle demiştir: Resûlüllah'ın verdiği her hüküm, Kur’ân'dan aldığı mânadır. Çünkü Allahü teâlâ ***** «Biz kitabı sana hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin» (Nisâ, 105.) buyurmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise:
Şunu iyice bilin ki bana, Kur’an'la birlikte bir benzeri verilmiştir; o da sünnettir, buyurmuştur.
Eğer müfessir, âyetin tefsirini sünnette de bulamazsa, Sahâbe'nin sözlerine müracaat eder. Çünkü Sahâbe, Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü esnasında geçen olaylara ve sebeplere şahid oldukları, Arap diline hakimiyetleri, gerçek ilim ve amel-i salih üzere olmaları sebebiyle, tefsirini en iyi bilenlerdir. Hâkim «Müstedrek»inde bu hususu şöyle açıklar: Vahyin nüzûlüne şahid olan Sahâbe'nin tefsiri, merfu haber hükmündedir.
6287 İmâm Ebû Talib et-Taberi «Tefsir»inin mukaddimesinde müfessirde aranan şartlar hakkında şöyle der:
Müfessirde aranan ilk şart, inancının sağlam olması ve dinin esaslarına bağlı kalmasıdır. İnancı hususunda tenkide uğrayan bir kimseye dünya işlerinde güven duyulmazken, din hususunda nasıl güven duyulur? Ayrıca dünya işleri hakkında verdiği bilgilere, dinen güven duyulmazken Allah'ın kelamı hakkında verdiği bilgilere nasıl güven duyulur?
Eğer bu kimse ilhad ile itham olunmuş ise, fitne çıkarmasından, ardniyeti ve hilesinden emin olunamaz. Rafizilerin aşırıları ile Batınilerin durumu aynen böyledir.
Eğer o, nefsani arzularına kapılmış ise, bu arzuları istikametinde hareket etmeyeceğinden kimse emin olamaz. Bu aynen, Kaderiyye'nin durumu gibidir. Onlardan biri tefsir sahasında bir eser yazdığında gayesi; bu konuda yeterli bilgisi olmayan kimseleri, selefe tabi olmaktan ve hidayet yolunu tutmaktan alıkoymaktır.
Bu durumda müfessirin, Hazret-i Peygamber'den, Eshâb'ından ve tâbi'ûndan yapılan nakillere dayanması, sonradan ortaya çıkan uydurma haberlerden de uzak durması gerekir.
Bir âyetin tefsirinde Sahâbe kavlinin birbirinden farklı olduğu görülürse, aralarını telif etmek de mümkün ise, bu kaviller telif edilir. Mesela Sahâbenin Fatiha sûresinde geçen ***** âyeti hakkındaki kavilleri aynı noktada toplanmaktadır. Müfessir bu kavillerden, diğerini de içine alan bir kavli seçer. Böylece, Kur’ân'ın ifadesi ile Enbiya'nın tabi olduğu hidayet arasındaki zâhiri fark, ortadan kalkmış olur.
Müfessir; ister Resûlüllah'ın ister Hazret-i Ebubekir veya Hazret-i Ömer'in tefsire dair sözlerini alsın, âyeti Allah'ın muradına uygun bir şekilde tefsir etmiş olur. Eğer kaviller arasında farklılık olur, bunların telafisi de mümkün olmazsa müfessir, hakkında bir haber sabit olan görüşü tercih eder. Eğer nakli bir haber bulunamazsa, istidlal yoluyla bir görüş çıkabilirse, bu görüşü tercih eder. Mesela; hurûf-i mukatta'nın mânası hakkında ileri sürülen görüşlerden, bu harflerin kasem harfi olduğunu söyleyenin görüşü, tercih edilir.
Şayet, murad edilen mânaya ait deliller arasında bir fark olursa müfessir, bu konuda bir karışıklık olduğunu bilir, Allah'ın bu harflerden murad ettiği mânaya inanır, bu mânayı kendine göre tayin etmeğe çalışmadan, mücmel mâna veya müteşâbih âyet olarak kabul eder.
Müfessirde olması gereken şartlardan biri de, doğru bir tefsir yapabilmesi için, kullandığı ifadelerin âyetin tefsirine uygun ifadeler olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, ***** «Ama bizim uğrumuza cihad edenlere biz yollarımızı açarız..» (Ankebût, 69.) buyurmuştur.
Müfessirin gayesi, dünya menfaatlarından uzak olduğu sürece, halisane olur. Şayet dünyaya rağbet edecek olursa, yaptığı tefsir kendisini istediği gayeye ulaştıramayacağı gibi, yanlış bir amelde de bulunmuş olur.
Bütün bu şartlara ilâveten müfessir, âyetlerdeki muhtelif mânalara dikkat etmek suretiyle, irab kaidelerini de iyice bilmesi gerekir. Yaptığı tefsire uyarak, ister hakikat, ister mecâz olsun, dilin asli yapısından uzaklaşırsa, tefsiri geçersiz olur.
Bazı müfessirler ***** (En'âm, 91.) âyetini Allah de, onları kendi haline bırakıver, şeklinde tefsir etmiş, âyetteki haber cümlesinin mahzuf olduğunu düşünememiştir. Halbuki âyetin takdiri, Kur’ân'ı Allah indirdi de, sonra onları kendi haline bırakıver, şeklindedir. Buraya kadar verilen bilgiler, Ebû Talib'den alınmıştır.
İbn-i Teymiyye, Usul-i Tefsire dair yazdığı kitabında şöyle der: Resûlüllah'ın Sahâbe'ye, Kur’ân'ın kelimelerini açıkladığı gibi, mânasını da açıkladığının bilinmesi gerekir. ***** «..kendilerine indirileni açıklayasın diye.» (Nahl, 44.) âyeti bunu ifade etmektedir.
Ebû AbdirRahmân es-Sülemî şöyle der: Osman b. Affan, Abdullah b. Mesûd gibi bize Kur’ân okumasını öğreten Sahabiler, Resûlüllah'dan on âyetin mânasını öğrenip amel etmedikçe, başka âyetlere geçmezler; Biz Kur’ânı, ilmi ve ameliyle birlikte öğrendik, derlerdi. Bu yüzden bir sûrenin ezberlenmesi, uzun bir zaman alırdı. Ahmed b. Hanbel, «Müsned»inde rivâyet ettiğine göre, Enes şöyle demiştir: Sahâbe'den biri Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini ezberlediğinde, onların bu ezberi gözümüzde büyürdü.
Mâlik, «Muvatta»ında, İbn-i Ömer'in Bakara sûresini sekiz senede ezberlediğini rivâyet etmiştir. Sahâbe'nin bu davranışı, ***** «(Bu Kur’ân), çok mübarek bir kitap'tır. Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler..» (Sâd, 29.), ***** «Kur’ân'ı düşünmüyorlar mı?..» (Nisâ, 82.) âyetlerine dayanır. Çünkü mânasını anlamadan âyetler üzerinde düşünmek, mümkün değildir.
Tıb veya matematik gibi belli bir ilim dalında yazılan kitapları okuyanların, bu kitablara ait şerhlerden istifade etmeden okumaları mümkün değilken, Mü’minlerin temel kitabı olan, kurtuluş ve saadetlerini sağlayan, dünyevi ve uhrevi işlerinde kendilerine destek olan Allah kelamı, nasıl olur da tefsire muhtaç olmaz! Kur’ân'ın tefsiri hususunda, Sahâbe-i Kirâm arasında, gerçekten az denecek kadar ihtilaf mevcuttu.
Tâbiun arasında bu ihtilaf, Sahâbe'ye nazaran biraz daha fazla olmuşsa da bu, daha sonrakilerin yanında gene de az sayılır.
1 - Tâbiun Tefsiri
6291 Tâbiun müfessirleri, tefsire dair bilgilerin tamamını, Sahâbe'den öğrenmişler, sadece âyetler hakkında istidlal ve istinbatta bulunmuşlardır. Selef uleması arasında, tefsire dair ihtilaflar çok azdır. Aralarındaki ihtilafın çoğu, birbirine zıt mânada olan ihtilaf değil, nevi ihtilafına dayanır. Bu ihtilaf ta ikiye ayrılır:
a- Tâbi'ûn'dan birinin, âyetten anladığı mânayı, hocasınınkinden farklı olarak ifade etmesidir. Bu da farklı bir mâna vermekten ziyade, kelimeleri değişik şekilde açıkladıklarını gösterir. Mesela; ***** âyetini Bazıları, Kur’ân'a ittiba, Bazıları da İslama ittiba mânasını vermişlerdir. Netice itibariyle her iki tefsir, aynıdır. Çünkü İslam dinine ittiba demek, Kur’ân'a ittiba demektir. Fakat bu tefsiri yapanlar, birbirinden farklı vasıflarda bulunmuşlardır. ***** kelimesinin ayrıca, üçüncü bir vasfı da bulunmaktadır. Bazıları ***** kelimesinin; ehl-i sünnet ve'l-cemaat, ubudiyyetin, Allah'a ve Resûlüne itaat olduğunu, söylemişlerdir. Bunların hepsi, aynı gerçeği ifade etmiş, fakat her müfessir, kelimeyi değişik sıfatlarla vasıflandırmıştır.
b- Her müfessirin, umumi mânadaki kelimenin temsil yoluyla bir yönünü açıklaması, umumi veya hususi mânasında bir tahdide gitmeksizin, muhataba bu kelimenin sadece mânasını hatırlatmasıdır. Mesela; ***** «Sonra Kitab'ı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik..» (Fâtır, 32.) âyeti bu nevi tefsire bir misaldir. Şurası bir gerçektir ki, nefsine zulmeden kimse, dini vecibeleri yerine getirmeyen, yasakları çiğneyen kimse demektir. Muktesid ise, dini vecibeleri yerine getiren, haramdan uzaklaşan mânasındadır. Sabık ise, dini vecibelerle birlikte hasenatı da yaparak, bu yolda daima yarışan kimse demektir. Muktesid olanlar, ashab-ı yemin, sabıklar ise, Allah'ın emirlerini yerine getirmede yarışanlardır.
6293 Bu âyeti tefsir edenler, Allah'a itaat nevilerinden birini zikrederler. Mesela bir müfessir sabık kelimesini, namazı ilk vaktinde kılan, muktesidi, namazı vaktinde kılan, nefsine zulmedeni ise, ikindi namazını güneşin batışı sırasında kılan şeklinde tefsir etmiştir. Bir başka müfessir de, sabık kelimesini zekatıyla birlikte sadaka veren, muktesid kelimesini, sadece zekâtını veren, nefsine zulmedeni ise, zekatını vermeyen şeklinde tefsir etmiştir.
2- Selef Tefsirinde İhtilaf
Tefsirin nevileri konusunda zikrettiğimiz bu iki husus, bazen isim ve sıfatların nevilerini, bazen de kelimedeki mânaların bir kısmını ifade eder. Görünürde ihtilaf gibi kabul edilen selef ulemasının tefsiri, umumiyetle böyledir.
6294 Selef arasında görülen ihtilaf, kelimenin iki mânaya muhtemel olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ihtilaf, kelimenin lügat yönünden birkaç mâna ifade etmesinde görülür. Mesela; ***** kelimesi, hem bir şey atan, hem de arslan mânasında, ***** kelimesi, hem gecenin başlaması, hem de bitmesi mânasındadır. Ya da, iki mânaya uygun düşmesinde görülür. Fakat bununla, iki neviden veya iki şahıstan biri murad edilir, ***** (Necm, 8.) âyetindeki zamirlerle, ***** ve benzeri kelimeler, buna misaldir. Bu gibi kelimelerde, selef ulemasının verdiği mânalar doğru olabileceği gibi, olmayabilir de.
Verilen mânanın doğru olması, ya âyetin iki kere nâzil olmasındandır. Bu durumda bazen biri, bazen de diğeri kastedilir. Ya da, kelimenin müşterek manalı olmasındandır. Bu kelimede, her iki mânanın murad edilmesi mümkündür. Veyahut, kelimenin her iki mânaya uygun düşmesindendir. Bu takdirde, tahsisini gerektiren bir sebep yoksa, umumi mânada olur. Bu üçüncü neve göre, kelimenin iki mânası da sahih olursa, bu kelime ikinci neve girmiş olur.
6296 Selef ulemasından rivâyet edilen, Bazı ulema tarafından ihtilaflı görülen kaviller, bir mânanın birbirine yakın kelimelerle anlatılmasından ileri gelmektedir. Mesela bazı müfessirler ***** kelimesini ***** şeklinde tefsir ederken, Bazıları da ***** kelimesiyle tefsir etmişlerdir. Her iki kelime, mâna bakımından birbirine yakın kelimelerdir.
İbn-i Teymiyye, tefsirdeki ihtilaf iki nevidir, şeklinde bir başlık açarak şöyle demiştir:
Birincisi; sadece nakle dayanan ihtilaftır, bu da Resûlüllah'dan, Sahâbe veya Tâbi'ûn'dan gelen haberlerde görülür. Bunlar arasında, sahih olanla olmayanın bilinmesi mümkün olduğu gibi, mümkün olmayan rivâyetler de mevcuttur. Sahih rivâyetlerin zayıf rivâyetlerden ayrılması mümkün olmayan bu son kısmın çoğunu, bilinmesinde fayda olmayan rivâyetler teşkil eder.
Bunlar; Eshâb-ı Kehf’in köpeğinin rengi ve ismi; kesilen inekten öldürülene dokundurmak üzere alınan parçanın ne olduğu, Nuh'un inşa ettiği geminin eni-boyu ve kullanılan kerestenin cinsi, Hızır'ın öldürdüğü çocuğun ismi gibi hususlardır. Bu gibi rivâyetler, nakille bilinen rivâyetlerdir. Resûlüllah'dan sahih olarak nakledilen rivâyetler kabul edilir, sahih olmayanlar kabul edilmez. Ka'b ve Vehb b. Münebbih gibi ehl-i kitab ulemasından yapılan rivâyetler, ne tasdik ne de tekzib edilr. Çünkü Resûlüllah bu hususta şöyle buyurmuştur: Ehl-i kitab, size bir şeyden bahsederse onları ne tasdik edin, ne de yalanlayın.
Tâbiun müfessirlerinden nakledilen bazı rivâyetler, ehl-i kitap'tan aldıklarını zikretmeseler bile, aynen ehl-i kitab'ın nakilleri gibidir. Tâbiun kavillerinde ihtilaf mevcutsa, bu kaviller hüccet sayılmaz. Şayet aynı konuda Sahâbe'den sahih bir rivâyet mevcutsa, tâbi'ûndan nakledilen rivâyete nazaran, Sahâbe kavli tercih edilir. Çünkü Sahâbenin bunu ya Resûlüllah'dan bizzat veya Resûlüllah'dan bizzat duyan birinden duyma ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü Sahâbenin tâbi'ûn'a nazaran ehl-i kitab'dan yaptığı nakiller, çok azdır. Bu durumda Sahâbenin kendisine ait sözünü nasıl olur da ehli kitab'dan almıştır, denilir? Halbuki Sahâbe, ehli kitabı tasdikten menedilmiştir.
Sahih olduğu bilinen rivâyetler, Allaha şükür pek çoktur.
İmâm Ahmed; Tefsir, destan ve savaş hikayelerinin aslı yoktur, demiş olsa bile, tefsire dair haberlerin çoğu mürseldir, şeklinde ifade etmiştir.
3- Tefsirde hataya düşme ve batıla saplanma
6297 Nakille değil, istidlal yoluyla bilinen rivâyetlerin çoğu, iki yönden hatalıdır. Bu hata; Sahâbe, tâbiun ve tebe-ı tâbiîn tefsirlerinden sonra yapılmağa başlanmıştır.
Bu üç neslin sözleriyle yapılan tefsirlerde, şu iki hususla ilgili rivâyetler bulmak hemen hemen mümkün değildir. Mesela: Abdurrazzak, Firyâbî, Vaki b. Cerrah, Abd b. Humeyd, İshak b. Rahaveyh ve benzeri müfessirlerin tefsirleri, bu kabil tefsirlerdendir.
Bu iki husustan biri, müfessirin kendine göre bir mâna bulup âyetleri buna göre tefsir etmesidir.
İkincisi de, Kur’ân’ı Resûlüllah'ın sözlerini dikkate almadan, muradını desteklemek üzere Arapça bilen herhangi bir kimsenin sözüyle tefsir etmesidir.
Birinci kısımdaki müfessirler, âyetlerin ifade ettiği mânayı dikkate almaksızın, kendi görüşlerine uygun mânaya değer vermişlerdir.
Diğerleri ise, sadece lâfza bağlı kalmışlar, Resûlüllah'ın sözlerine ve âyetin siyakına bakmaksızın, Arap diline uygun olan mânaya yönelmişlerdir. Bunların yaptığı çoğu hatalar, kelimenin lügat mânasına bağlı kalmalarındandır. Nitekim önceki müfessirler de aynı hataya düşmüşlerdir. Mânaya önem vererek Kur’ân’ı tefsir eden müfessirlerin yaptığı çoğu hatalar, diğer kısımdaki müfessirlerin düştüğü hata gibi, tefsir ettikleri mânanın doğruluğuna güvenmelerinden zuhur etmiştir.
Birinciler mânaya ne kadar önem vermişlerse, ikinciler de o nisbette lâfza önem vermişlerdir.
Birinciler, iki grupta toplanır; bir kısmı âyetleri ifade ettikleri mânadan ayırarak tefsir ederler, diğer kısmı ise, âyette bulunmayan veya murad edilmeyen mânaya hamlederek tefsir ederler. Her iki durumda vermek istedikleri müsbet veya menfi mâna batıl olabilir, hem delilleri, hem de verdikleri mâna hatalı olur; veya gerçek olabilir. Bu durumda hatalar, verdikleri mânada değil, kullandıkları delillerde görülür.
Her iki durumda hata edenler, bid'at ehlinden olanlardır. Bunlar kendi batıl mezheplerine inanmışlar, bunu Kur’ân'a aktarmışlar, kendi görüşlerine göre Kur’ân'ı tefsir etmişlerdir. Halbuki ne Sahâbe, ne de tâbi'ûn'dan kendi görüş ve tefsirlerini destekleyen bir müfessir yoktur. Bunlar, mezheplerinin görüşleri istikametinde tefsirler yazmışlardır. AbdurRahmân b. Keysan, Cubbai, Abdulcebbar, Rummani, Zemahşerî ve benzerleri, bu nevi tefsir yazanlardandır.
6298 Bu müfessirler arasında, Zemahşerî gibi, ifadesi güzel, pek çok kimsenin fark edemiyeceği şekilde cümleleri arasına sinsice bidatlerini yerleştirenler de vardır. Zemahşerî, ehl-i sünnet müfessirlerinin çoğuna, mezhebinin batıl tefsirlerini kabul ettirmiştir.
Fakat İbn-i Atıyye ve benzeri müfessirler, bidatten uzak, ehl-i sünnete bağlı tefsir yazmışlardır. Şayet İbn-i Atıyye tefsirinde selef'den yaptığı rivâyetleri, usûlüne uygun olarak zikretseydi, tefsiri daha mükemmel olurdu.
İbn-i Atıyye nakillerin çoğunu, tefsirlerin en mükemmel ve en değerlisi o-lan İbn-i Cerîr et-Taberi'nin tefsirinden almıştır. İbn-i Atıyye, selef'den naklettiği rivâyetler üzerinde fazla durmadan, kelam ulemasının sözlerini zikretmiştir. Oysa kelam uleması, ehl-i sünnete Mutezile'den daha yakın olmakla beraber, Mutezile mezhebine yakın bir usul seçmişlerdir.
Kelamcılar her ne kadar bu usûlü benimsemişlerse de, Mutezile ile aynı fikirde olmadıklarını da kabul etmek gerekir. Sahâbe ve tâbiun müfessirleri âyetin tefsirini verdikleri halde, sonradan gelen bazı müfessirler, inandıkları mezhebe göre, farklı sözlerle âyeti tefsir etmişlerdir. Âyetlerin bu şekilde tefsiri, Sahâbe ve tâbi'ûn'un tefsir usûlü değildir. Sahâbe'nin usûlüne uymadan tefsir edenler, Mutezile gibi bid'at ehlinin tefsirine ortak olmuşlardır.
Özet olarak diyebiliriz ki, Sahâbe ve tâbi'ûn'un tefsir şeklinden ayrılıp, e-serlerini buna muhalif olarak yazanlar, hataya düştükleri kadar, bidate de saplanmışlardır. Zira, Sahâbe-i Kirâm, Kur’ân'ın mânasını ve tefsirini en iyi bilen kimseler olduğu gibi, Resûlüllah'ın hak olarak getirdiklerini de en iyi bilenlerdi.
Âyetin mânasında değil, delilde hata edenlerin çoğu; sûfiler, vaizler ve fukahadır. Bunlar Kur’ân'ı, aslında sahih mânalarla tefsir etmişlerse de Kur’ân, onların işaret ettiği mânada değildir. Mesela Sülemi'nin «Hakaik»ı bu gibi tefsirlerle doludur. Eğer verdikleri mâna, batıl mânalar ise, tefsirleri birinci kısım tefsirler arasına girer.
Bunlar İbn-i Teymiyye'den özet olarak nakledilen bilgilerdir. Bu görüşler, gerçekten nefis görüşlerdir.
4- Tefsirin Ana Kaynakları
6299 Zerkeşî, «Burhan»ında şöyle der: Kur’ân'ı tefsir etmek isteyenin istifade edeceği pek çok kaynak vardır. Bunların en önemlisi, şu dört ana kaynaktır:
a- İlk kaynak, Resûlüllah'ın sünnetidir. Resûlüllah'dan nakil, herkesçe bilinen makbul tefsirdir. Fakat, Sünnete karışmış çok sayıdaki zayıf veya mevzu hadislerden sakınmak gerekir. Bu bakımdan İmâm Ahmed: Tefsir, destan ve savaş hikayeleri gibi üç nevi kitabın aslı yoktur, demiştir.
Talebelerinden bazıları bu sözünü şöyle açıklamışlardır: Üstadın bundan gayesi, bu kitaplardaki nakillerin çoğu, muttasıl sahih senedlerle rivâyet edilmemiş olmasındandır. Bununla beraber tefsire ait pek çok sahih rivâyetler mevcuttur. Mesela En'âm sûresindeki zulüm kelimesinin şirk ile tefsiri, ayrıca İnşikâk sûresi 8. âyetteki kolay hesabın, hemen biten hesap ile tefsiri, Enfâl sûresi 60. âyetteki kuvvet kelimesinin atmak ile tefsiri bu kabildendir.
Derim ki: Bu gibi tefsirler, gerçekten azdır. Hele merfu senedle rivâyet edilenler azdır. Kitabın sonunda, inşaallah bunları ayrıca zikredeceğim.
6301
b- İkinci kaynak, Sahâbe'nin sözüdür. Hâkim «Müstedrek»inde zikrettiği gibi, Sahâbe kavli, merfu hadis hükmündedir. Hanbeli ulemasından Ebû’l-Hattab şöyle der: Sahâbe kavli hüccet değildir dersek, merfu hadis hükmünde olmama ihtimali mevcuttur. Doğru olan, merfu hadis hükmünde olmasıdır. Çünkü Sahâbe kavli rey değil, rivâyetten ibarettir.
Burada şunu ilâve etmek isterim: Hâkim'in sözüne, müteahhirundan İbn-i Salâh ve diğer muhaddisler, Sahâbe'nin merfu sözleri, sebebi nüzûl ve benzeri hususlarla ilgilidir. Bu gibi konulara rey dahil değildir. Hâkim'in bunu «Ulum-ul-Hadis»inde bizzat zikrettiğini ve şöyle dediğini gördüm:
Sahâbe tefsiri, mevkuf hadis nevindendir. Sahâbe tefsirinin müsned haber olduğunu söyleyenler, bunların sebebi nüzûlle ilgili rivâyetler olduğunu belirtmişlerdir. Hâkim burada Sahâbe tefsirini sebebi nüzûle tahsis etmiş, «Müstedrek»inde ise umumi mânada kullanmıştır. Ben, birinci görüşün doğruluğuna inanıyorum.
Zerkeşî şöyle der:
Tâbiî kavlinin tefsirdeki değeri hakkında İmâm Ahmed'den gelen iki rivâyetten birinin delil olamayacağı yönündedir. Bunu İbn-i Akil, Şube'den rivâyet etmiştir. Fakat müfessirler, tâbiî kavlini kullanmışlardır. Çünkü tâbiun, sözlerinin çoğunu Sahâbe'den almışlardır. Tâbi'ûn'dan nakiller, muhtemelen değişik lafızlarla rivâyet edildiğinden, bu konuda bilgisi olmayanlar bunu hakiki bir ihtilaf zannederek, değişik kaviller şeklinde naklederler. Fakat gerçek bu değildir.
Tâbiun, kendisine göre en açık veya soru soranın durumuna en uygun olan mânayı, âyetten çıkarmaya çalışmışlardır.
Bazıları, âyete uygun veya benzeri bir mâna verirken,
Bazıları da âyette kastedilen veya neticede aynı mânaya gelen bir mâna vermişlerdir. Tâbi'ûn'dan gelen bütün rivâyetlerin arasını cemetmek mümkün olmasa bile, hepsi de umumi olarak aynı mânada birleşmektedir. Tâbi'ûndan birinin iki rivâyeti varsa, sıhhat dereceleri aynı ise, sonradan söylediği söz, daha muteberdir. Şayet aynı değilse, ilk sözü daha muteberdir.
6302
c- Üçüncü kaynak; mutlak olarak Arap diline dayanmaktır. Çünkü Kuran, bu dille nâzil olmuştur. Pek çok ulema, bu görüştedir. İmâm Ahmed bunu bazı eserlerinde zikretmiştir. Fakat Fadl b. Ziyad, İmâm Ahmed'den Kur’ân'ı şiirle açıklanması hoşuma gitmez. Kur’ân'ın şiirle açıklanması doğru değildir şeklinde ayrı bir görüş mevcuttur.
Bazı ulema, Arap diline uyarak yapılan tefsirin cevazı hakkında İmâm Ahmed'den iki rivâyet olduğunu söylemişlerdir. Kur’ân'ın şiirle tefsiri bir rivâyete göre mekruhtur. Bu kerahet, âyetin zâhiri mânasını, Arap dilinde kısmen delalet eden veya sadece şiirde kullanılan, muhtemel harici bir mânaya hamletmekten ileri gelir. Fakat tefsirlerde görülen, bunun aksidir.
Beyhaki, İmâm Mâlik'in şöyle dediğini rivâyet eder: Arapçayı bilmeden, Kur’ân'ı tefsir eden bir kimse yanıma geldiğinde, kendisini şiddetle azarladım.
d- Dördüncü kaynak, âyetin mânasına bağlı kalmak suretiyle dini bilgilerden faydalanarak yapılan tefsirdir. Resûlüllah'ın İbn-i Abbâs hakkındaki şu duası, bunu göstermektedir. Ya Rabbi, onu dinde fakih kıl, ona te’vili öğret Hazret-i Ali Resûlüllah'ın kendisi hakkında, İbn-i Abbâs'a yaptığı gibi bir duası olup olmadığı sorulduğunda şöyle demiştir: Allah kimseye Kur’ân'ı tam anlayacak bir ilim vermemiştir. Bu bakımdan Sahâbe-i Kirâm âyetlerin mânası hakkında farklı görüşlere sahip olmuş, her biri anlayabildiği mânayı vermiştir.
Kur’ân'ın bir esasa dayanmadan, şahsi rey ve içtihada göre tefsir edilmesi caiz değildir. Çünkü Allah, ***** «Bilmediğin bir şeyin ardına düşme..» (İsrâ, 36.) ***** «şeytan...bilmediğiniz şeyler söylemenizi emreder.» (Bakara, 169.), ***** «..kendilerine indirileni insanlara açıklayasın» (Nahl, 44.) buyurmuş, Kur’ân'ın tefsirini ancak, Resûlüne bırakmıştır.
Ebû Dâ-vud, Tirmizî ve Nesâî'nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: Kur’ân'ı kendi reyi ile tefsir eden, isabet etse bile, bu tefsir hatalıdır buyurmuş, ayrıca
Ebû Dâvud'un rivâyet ettiği bir hadis'inde: Bilgisi olmadan Kur’ân'ı tefsir eden bir kimse cehennemdeki yerine hazırlansın, demiştir.
6305 Beyhaki, birinci hadis hakkında şunları söylemiştir: Şayet bu hadis sahihse, Resûlüllah bununla sağlam bir delile dayanmayan reyi kastetmiştir. Fakat bir delile dayanan rey ile tefsir etmek, caizdir.
Beyhaki, «Medhal»inde şöyle der: Bu hadis hakkında düşünmek gerekir. Şayet sahih ise, Resûlüllah bununla, tefsir etme usûlü; kelimelerin lügat mânalarını, nasih-mensûhu, sebebi nüzûlü, âyetlerin nüzûlüne şahid olan Sahâbenin tefsirini, Kur’ân'ı tefsir eden hadisleri bilmekle olur. Çünkü Kur’ân: ***** «..sana da bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın..» (Nahl, 44.) buyurmuştur.
Resûlüllahdan Kur’ân'ı tefsir eden bir rivâyet gelmişse, bununla kifayet edilir, başka bir söze ihtiyaç kalmaz. Şayet Resûlüllah'dan bir rivâyet gelmemişse, bu durumda Resûlüllah'ın tefsir etmediği âyetleri istidlal yoluyla tefsir eden ilim ehlinin fikrine müracaat edilir.
Beyhaki, reye dayalı tefsirin isabetli olsa bile, hatalı olacağını ifade eden hadis hakkında ayrıca şöyle der. Resûlüllah bu sözüyle şunu murad etmiştir: Kur’ân'ı, ilmin usul ve furuunu bilmeden, kendi reyi ile tefsir eden kimse, isabetli tefsirde bulunsa bile, bunu bilmeden yaptığından, tefsiri makbul sayılmaz.
Maverdi şöyle der: Bazı ilim erbabı bu hadisi, zâhirine hamletmişler, delil bulunsa bu delile açık bir nas muarız olmasa bile, kendi içtihadıyla Kur’âna mâna vermekten kaçınmışlardır. Bu tutum, Kur’ân'ı tefsir edip, hükümler çıkarma emrinden uzaklaşmamız sayılır. Çünkü Allahü teâlâ ***** «..içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi (Nisâ, 83.) buyurmuştur. Şayet ilim erbabının dediği doğru olsaydı, Kur’ân'da istinbat yoluyla hiçbir şey öğrenilemez, pek çok kimse de, Allah'ın kitabından bir şey anlamazdı.
Şayet hadis sahih ise, tevili şu olur: Kur’ân'ı kendi görüşü ile tefsir eden, lâfzından başka bir şeye müracaat etmese, doğru bir tefsir yapmış olsa bile, bu tefsiri tesadüfi olacağından, tefsir etme usûlü hatalı olur. Çünkü yaptığı bu tefsirden gayesi, verdiği mânaya şahid göstermeden şahsi görüşüne göre tefsir etmektir.
Ebû Nuaym ve diğer muhaddislerin İbn-i Abbâs' dan rivâyet ettikleri hadisde şöyle ifade edilir: Kur’ân, muti bir kitaptır. Değişik mânaları vardır. Tefsirini, bunların en güzeliyle yapınız.
Bu hadisdeki zelul kelimesinin iki mânaya gelmesi muhtemeldir.
Birincisi; okuyup ezberleyene karşı, muti'dir.
İkincisi; müçtehid'in anlayabileceği şekilde, açık mânaları bulunur.
Hadisdeki zu vucuh da iki mânaya muhtemeldir.
Birincisi; Kur’ân'ın âyetleri, birkaç şekilde tefsir edilebilir.
İkincisi de; Kur’ân, emir, nehiy, tergib ve ter-hib, helal ve haram gibi çeşitli vecihleri cemeden mânasındadır.
Hadisteki tefsirini bunların en güzeli ile yapınız, ifadesinde de iki mâna muhtemeldir.
Birincisi; âyeti en güzel mânaya hamlediniz.
İkincisi de; müsamahalı değil teşvik edici, intikam alıcı değil, affedici mânaların en güzeli ile tefsir ediniz, demektir.
Bu hadisde, Kur’ân'da istinbat ve ictihada cevaz olduğuna dair açık bir delil vardır.
Ebû'l-Leys Semerkandi şöyle der: Cenab-ı Hak, ***** «..kalplerinde eğrilik olanlar müteşabihlerin ardına düşerler.» (Âl-i İmrân, 7.) âyetinde ifade ettiği gibi, tefsiri menedilen âyetler, müteşâbih âyetlerdir. Kur’ân'ın tamamı değildir. Çünkü Kur’ân, insanlara hüccet olarak indirilmiştir. Şayet tefsiri caiz olmasaydı, Kur’ân sağlam bir hüccet olmazdı. Durum böyle olunca, Arap dilini, sebebi nüzûlü bilen, Kur’ân'ı tefsir edebilir.
Bunları bilmeyen, bilgisi nisbetinde tefsirini yaparsa bu, tefsir değil, başkasının dediğini aktarmak olur.
Eğer Kur’ân'ı tefsir edecek olan, tefsirini biliyor, âyetten hüküm veya bu hükme bir delil çıkarmak istiyorsa, bunu yapmasında bir beis yoktur.
Şayet bu kimse, âyet hakkında bir bilgisi olmadan, âyetten murad şudur demesi caiz değildir. İşte menedilen tefsir, bu şekil tefsirdir.
İbnu'l-Enbari hadis hakkında şöyle der: Bazı ilim erbabı bu hadis'deki reyden murad, kendi arzusuna göre âyetleri tefsir etmektir, demiştir. Selef ulemasından nakilde bulunmadan, Kur’ân'ı kendi arzusuna göre tefsir eden kimse, tefsirinde isabet etse bile, aslını bilmediği, Sahâbe ve tâbiun mezhebine dayanmayan bir sözle Kur’ân'a mâna verdiğinden, hataya düşmüş olur.
İbnu'l-Enbari, ikinci hadisi şöyle açıklar: Bu hadisin iki mânası vardır:
Birincisi; Müşkilü'l-Kur’ân hakkında Sahâbe ve tâbiun görüşlerini bilmeden âyetleri tefsir eden Allah'ın gazabına uğrar.
İkincisi ki (doğru olan da budur) Kur’ân'ı doğru olmadığını bildiği bir mâna ile tefsir eden, cehennemdeki yerine hazırlansın, şeklindedir.
Begavî ve Kevaşi şöyle der:
Tevil; bir âyeti muhtemel mânalarını dikkate alarak, müfessirlerin tefsirine ters düşmeden, Kitap ve Sünnet'e uygun bir şekilde istinbatta bulunarak, önceki ve sonraki âyetin mânasına göre, tefsir etmektir.. ***** «Gerek hafif, gerek ağır olarak..» (Tevbe, 41.) âyetinin tevili şöyle yapılmıştır: Gençler-ihtiyarlar, zenginler-fakirler, bekarlar-evliler, neşeli olanlar-olmayanlar veya sıhhatli olanlar-hasta olanlar, sefere çıkınız, şeklindedir. Bu tevillerin hepsi mümkündür, âyet bu mânalara muhtemeldir.
Âyete ve şeriata muhalif olan tevil, cahillerin tevili olduğundan, tehlikelidir. Mesela, Râfizilerin, ***** «İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar..» (Rahmân, 19.) âyetini Hazret-i Ali ve Fâtıma olarak, ***** «İkisinden de inci ve mercan çıkar.» (Rahmân, 22.) âyetini Hazret-i Hasan ve Hüseyin ile tevil etmeleri, bu kabil tevile misaldir.
5- Müfessirin Bilmesi Gereken İlimler
6313 Kur’ân'ın tefsiri hakkında, ulema arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Herkes, Kur’ân'ı tefsir edebilir mi? Buna verilen cevap şudur:
Bir kimse alim veya edip olsa fıkıh, nahiv, tarih ve rivâyetler hakkında geniş bilgiye sahip olsa, Resûlüllah'dan rivâyet edilen hadislere dayanmadıkça, Kur’ân'ı tefsir edemez.
Bu soruya verilen bir başka cevap da şudur:
Müfessirin muhtaç olduğu ilimleri bilen kimsenin, Kur’ân'ı tefsir etmesi caizdir. Bu ilimler de, aşağıda zikredilen on beş ilimdir.
1) Lügat ilmi: Bu ilimle, kelimenin o dilde ifade ettiği mânalar bilinir. Mücahid: Allah'a ve kıyamet gününe îman eden bir Müslümanın, Arapça'yı bilmeden Kur’ân'ı tefsir etmesi haramdır, der.
İmâm Mâlik'in bu husustaki sözünü, daha önce nakletmiştik. Arapça'yı biraz bilmek, bu konuda kafi değildir. Mesela bir kelimenin, birkaç mânası olabilir. Tefsir edecek kimse, bunlardan sadece birini bilir. Halbuki murad edilen diğer manasıdır.
2) Nahiv ilmi: Cümlenin mânası, irab'a göre değişeceğinden, bu ilmin muhakkak bilinmesi gerekir. Ebû Ubeyd, Hasani Basri'den yaptığı rivâyette kendisine, Arapça'yı öğrenmeğe, mükemmel bir şekilde konuşmağa çalışan, Kur’ân'ı en güzel şekilde okuyan birinden söz edildi. Cevaben: Çok güzel, sen de öğren. Çünkü Kur’ân'ı okuyan, mânasını bilmiyorsa, kendisini helak eder, dedi.
3) Sarf ilmi: kelimenin türeyişi ve sigaları, sarf ilmini bilmekle olur. İbn-i Faris: Bu ilmi bilmeyen, ilminin büyük kısmını yitirmiş sayılır. Mesela ***** kelimesi, müphem bir kelimedir. Bu kelimenin çekimini yaparsak, masdarıyla hangi mânaya geldiğini anlarız, der. Zemahşerî şöyle der: ***** « (Ey Resûlüm), bütün insanları imamlarıyla (peygamberleriyle, rehberleriyle) çağıracağımız (kıyamet) günü(nü hatırla)...» (İsrâ, 71.) âyetindeki imam kelimesini, anne mânasındaki ***** kelimesinin cemi şeklinde tefsir eden kimsenin tefsiri bid'attır. Bu mânaya göre âyetin tefsiri, babalarının adıyla değil, annelerinin adıyla çağrılır, şeklinde olacaktır ki, bu mâna yanlıştır. Bu yanlışlığa, sarf ilmini bilmemesi sebep olmuştur. Çünkü ***** ün cemii ***** şeklinde gelmez.
4) İştikak ilmi: Bir isim, iki ayrı kökten geliyorsa, mânası bu köklere göre değişir. Mesela ***** kelimesi, ***** masdarından mı, yoksa ***** masdarından mı geldiğini bilmek gerekir.
5,6,7) Meânî, Beyân ve Bedi’ ilimleridir.
Meânî ilmi, cümleye güzel bir mâna kazandırmak gayesiyle, cümle kuruluşunun inceliklerini öğretir.
Beyan ilmi, cümlenin ifade ettiği açık veya gizli mânaları, değişik ifadelerle kullanmadaki incelikleri öğretir.
Bedi’ ilmi, kelâmın güzel bir şekilde tevcihini öğretir.
Bu üç ilim, müfessirin bilmesi gereken ilimdir. Müfessir, Kur' an'ın îcâziyle ilgili hususlara riayet etmesi gerekir. Bu ise, belâgatı bilmekle olur.
Sekkaki şöyle der: Îcâzın, akılları hayrette bırakacak şekilde incelikleri vardır. Îcâzın değeri, görülüp anlaşılır, fakat vasfı mümkün olmaz. Bu durum aynen, terazideki ölçünün eşitliği gibidir. Bu eşitlik görülür, fakat vasfı yapılamaz. Îcâzın inceliklerini, fıtratında bir kabiliyeti olanlar bilir. Bu fıtrata sahip olmayanlar, meânî ve beyan ilmiyle çokça uğraşarak îcâzın inceliklerini kavrayabilirler.
İbn-i Ebî’l-Hadid şöyle der: Bir dilde cümlenin, fasihi ile en fasihi, güzeli ile en güzeli, ancak zevk ile bilinir. Bunu bir delille ispatlamak mümkün değildir. Bu aynen, güzellikte farklı iki genç kıza benzer. Bu kızlardan birisi; pembe tenli, ince dudaklı, inci dişli sürme gözlü, tombul yanaklı, ince burunlu ve orta boyludur.
Diğerinde ise, bu vasıf ve güzellik yoktur. Fakat, gözleri ve kalbi diğerinden daha güzel, daha yumuşaktır. Bunun sebebi, bir türlü bilinmez. Bunu, herkese göre değişen zevk ve müşahede tayin eder. Cümle de aynen böyledir. Evet, bu iki genç kız arasında yapılan tavsif farkı, açıkça ortadadır. Yüzdeki güzellik, zarafet ile birinin diğerinden üstünlüğü, herkesin görebildiği vasıftır. Cümledeki incelikleri ise ancak özel bir zevkle bilinir. Lügat, nahiv ve fıkıh ilmiyle uğraşan herkes, zevk sahibi olamaz, cümledeki incelikleri tenkid edemez.
Beyan ilmiyle uğraşanlar, zevk ehli olanlardır. Bunlar, kendilerini risale, hitap, kitabet ve şiirle tatmin ederler. Bunlarla uğraşmaları kendilerine, maharet ve meleke kazandırır. Cümledeki incelikleri, birbirine nazaran üstünlüklerini kavramak için bu zevke sahip olanlara danışmak gerekir.
6322 Zemahşerî şöyle der: Allah'ın kitabını ve muciz kelamını tefsir eden, nazmındaki güzelliğe, belâgatındaki olgunluğa bağlı kalarak tehaddide bulunmak isteyene fırsat vermeğe dikkat etmelidir.
Îcâzı bütün yönleriyle bilmek, Allah kelamındaki inceliklere muttali olarak tefsir etmektir. Bu da fesahatin temel kaidesi, belâgatın ana unusurudur.
6324
8) Kırâat ilmi: Bu ilim sayesinde, Kur’ân'ın kırâat incelikleri bilinir, muhtemel kırâat vecihleri arasında tercih yapılır.
9) Kelam ilmi: Bu ilim, Allah'a isnadı caiz olmayan sıfatlar ihtiva eden â-yetleri, zâhiri mânadan ayırarak tefsir etmeyi öğretir. Kelam uleması bu gibi â-yetleri tevil eder, Allah'a isnadı mümkün olmayan, vacip veya caiz olan mânalara delil getirir.
10) Usûlü Fıkıh ilmi: Âyetlerden hüküm çıkarmak ve istinbatta bulunmak üzere, delil getirmeyi öğretir.
11) Sebebi nüzûl ve kıssalar ilmi: Sebebi nüzûlla, âyetin hangi konuda ve kimin hakkında nâzil olduğu bilinir.
12) Nâsih ve mensûh ilmi: Muhkem âyetlerle muhkem olmayan âyetlerin bilinmesini sağlar.
13) Fıkıh ilmidir.
14) Mücmel ve müphem âyetleri açıklayan hadislerdir.
6331
15) İlmi mevhibe: Bu, bilgisi ile amel edene Allah tarafından verilen ilimdir. İlmiyle amel edene Allah bilmediğini öğretir, hadisi, buna işarettir.
İbn-i Ebî’d-Dünya şöyle der:
Tefsir ilmi, sahili olmayan uçsuz-bucaksız bir deniz gibidir. Müfessir âleti olan bu ilimler bilinmedikçe, müfessir olunamaz. Bu ilimleri bilmeden Kur’ân'ı tefsir edenler, menhi tefsir olan, rey tefsirine göre müfessir olurlar. Bu ilimleri öğrenerek tefsir ederse, menhi tefsir olan, rey müfessiri sayılmaz. Sahâbe ve tâbiun Arap dilini öğrenerek değil, tabiatlarında mevcut meleke ile bilirlerdi. Diğer ilimleri ise, Resûlüllah'dan almışlardı.
Burada, şu açıklamada bulunmak isterim:
Mevhibe ilmini kavramada belki güçlük çekilir. Bunun, insanın kudreti dışında bir ilim olduğu düşünülür. Aslında, bunu kavramak zor değildir. Bu ilme sahip olmanın yolu, amelde olduğu kadar, zühd ve takva hayatı yaşamaktır.
Zerkeşî «Burhan»ında şöyle der: Kur’ân'ı tefsir edecek, vahyin sırlarını çözecek kimsenin kalbinde bid'at, kibir, heva, dünya sevgisi gibi vasıflar bulunması, günah işlemede ısrarlı olmaması, imanının zayıf düşmemesi, aklına gelen her söze uymaması gerekir. Bütün bunlar, birbirine bağlı engellerdir.
Bu mânada, Allah'ın şu âyetini hatırlatmak isterim: ***** «Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden u-zaklaştıracağım.» (Araf, 146.).
İbn-i Ebî Hâtim, bu âyet hakkında Sufyan b. Uyeyne'nin şöyle dediğini nakleder: Onlardan, Kur’ân'ın idrakini çekip alacağım, demiştir.
İbn-i Cerîr ve diğer ulema, değişik tariklerle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet ederler:
Tefsir dört kısımdır.
Birincisi; kendi dili olduğundan Arapların bildiği tefsir.
İkincisi; herkesin bilmesi gereken tefsir.
Üçüncüsü; ulemanın bildiği tefsir.
Dördüncüsü; Allah'dan başka kimsenin bilmeyeceği tefsir.
İbn-i Cerîr zayıf bir senedle merfuan İbn-i Abbâs'ın sözünü şu lafızla nakleder:
Kur’ân dört vecih üzere nâzil olmuştur.
Bunlar; herkesin bilmesi gereken helal-haram,
Arapların bildiği tefsir,
Ulemanın bildiği tefsir,
Allah'dan başka kimsenin bilemeyeceği müteşabihlerdir. Bu âyetlerin tefsirini bildiğini iddia eden, yalancıdır.
Zerkeşî, «Burhan»ında şöyle der: İbn-i Abbâs'ın bu sözünde doğru bir taksim mevcuttur.
1) Arapların bildiği tefsir, Arap dilindeki bilgilerine dayanır. Bu da lügat ve irab bilgileridir.
Müfessir, kelimelerin taşıdığı mânaları bilmek zorundadır. Bu durum, Kur’ân'ı okuyan için geçerli değildir. Şayet kelimelerin mânaları, bilgiden çok ameli gerektiriyorsa, bu durumda bir veya iki haber, bir veya iki beyitlik istişhad yeterli olur. Eğer mânalar bilgiyi gerektiriyorsa, bunlar kafi gelmez, aksine daha geniş deliller ve şiirden şahidler gerekir.
İrab, mâna değişikliğine sebep oluyorsa, müfessirin ve Kur’ân'ı okuyanın bunu bilmesi gerekir. Çünkü müfessir, irabı bilmekle isabetli hüküm çıkarır. Kari de hata yapmaktan kurtulur. Eğer irab, mâna değişikliğine sebep olmuyorsa, kariin hatadan kurtulması için irabı bilmesi gerekir. Müfessir ise irab yapmadan da gayesine ulaşacağından, bir mecburiyeti olmaz.
2) Herkesin bilmesi gereken tefsir, dini hükümleri ithiva eden âyetle, tevhide delalet eden âyetlerin mânasını, kolayca anladığı tefsirdir. Açık bir mâna ifade eden her kelime, Allah'ın murad ettiği mânayı taşır. Bu gibi âyetlerin tefsiri kolayca anlaşılır; herkes, ***** «Bil ki, Allah'tan başka (gerçek) ilâh yoktur..» (Muhammed, 19.) âyetinde, tevhid mânası bulunduğunu idrak eder. Şayet âyetteki ***** nın nefiy, ***** nın da isbat mânasında olduğunu bunun tahsis ifade ettiğini bilmese bile, âyetten uluhiyette Allah'ın şeriki olmadığını anlar.
Herkes, ***** «..namazı kılın, zekatı verin..» (Bakara, 43.) âyetinin mânasını kolayca bilir. Şayet ***** ismi tafdilinin tercih ifade ettiğini bilmese bile bu nevi âyetlerde emredileni yerine getirme talebi bulunduğunu anlar. Bu gibi âyetlerin mânasını bilmediğini iddia edenin mazereti, haklı bir mazeret olamaz. Çünkü bu âyetler, herkesin bilmesi gereken âyetlerdir.
3) Tefsirini ancak Allah'ın bildiği âyetler, gaybi haberler ihtiva eden âyetlerdir. Bunlar; kıyametin vukuu, ruhun mahiyeti, hurûfu mukatta'nın mânası ile mü- teşabih âyetlerdir. Bu gibi âyetlerin tefsirinde reyin yeri yoktur, bunlar ancak âyet, hadis veya icmai ümmetten gelen naslarla tefsir edilir.
4) Ulemanın bildiği tefsir, içtihadlarına dayanan, umumiyetle tevil şeklinde olan tefsirdir.
Ulema, bu şekil tefsirle, âyetlerden hükümler çıkarır, mücmel âyetleri beyan eder, umum mânadaki âyetleri hususi mânaya hamleder.
İki veya daha çok mâna ihtiva eden kelimeler hakkında fikir beyan etmek, ulemaya düşen bir iştir. Âyet hakkında sadece rey izhar etmek değil, mânaya şahid ve deliller getirmek de ulemanın vazifesidir.
Eğer kelimenin iki mânasından biri açıksa, âyet bu mânaya hamledilir. Eğer kapalı olan mânası murad ediliyorsa, buna delil gerekir. Eğer her iki mâna eşit ise, her ikisi de hakiki mânada kullanılır.
Şayet bunlardan biri, lügat veya örfde hakiki mânasında, diğeri de şeri mânasında kullanılıyorsa, âyetin şeri mânaya hamli daha uygundur. Ancak ***** «Senin onlara duan onları yatıştırır..» (Tevbe, 103.) âyetinde olduğu gibi, lügavî mânasında kullanıldığına dair, delil gerekir.
Şayet bu iki mânadan biri örfe, diğeri lügata dayanıyorsa, âyetin örf mânasına hamli, daha uygundur.
Kelimenin bu iki mânası birbirine zıd düşüyor, hayız ve temizlenme mânasına gelen ***** kelimesi gibi tek kelime ile ifadesi mümkün değilse bu iki mânadan murad edilenin, delillerle isbatı gerekir. Şayet buna işaret eden açık bir delil yoksa, âyette Allah'ın murad ettiği mânanın bu olduğunu nasıl anlayacaktır? Bu iki mânadan, istediğini seçmede veya hükmen galiz olanı mı yoksa hafif olanı mı alacağı hususunda muhayyer midir? Bu hususta, değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şayet kelimenin mânası birbirine zıt değilse, belâgat ulemasına göre, âyetin her iki mânaya hamli gerekir, fesahat ve belâgat bakımından daha beliğ olur. Ancak, bunlardan birine delalet eden delil varsa, mânanın hamli buna göre yapılır.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler anlaşılmışsa, Bilgisi olmadan Kur’ân'ı tefsir eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın hadisi, İbn-i Abbâs'ın ayırdığı dört tefsir şeklini iki kısma indirir.
Birincisi: Müfessirin Arap dilini mükemmelen bilmesini gerektiren, kelime tefsiridir.
İkincisi: Müfessirin, iki mânası olan kelimenin, muhtemel mânalarından birine hamledilmesi için, muhtelif ilimleri bilmesi, Arap dili ve lügatına mükemmelen vakıf olması gerekir.
Ayrıca, usul İlmini ilgilendiren konuları emir, nehiy ve sıgalarını, mücmel ve mübeyyeni, umum ve hususu, mutlak ve mukayyedi, muhkem ve müteşâbihi, zâhiri veya tevili mânayı, hakikat veya mecâzi, sarihi veya kinayeyi bilmelidir.
İstinbat yoluyla bilinen furu ilmi de, müfessirin çok az ihtiyaç duyduğu bir husus olsa bile, dikkatten uzak tutmaması gerekir. Bu durumda müfessirin âyet, şu veya bu mânaya muhtemeldir demesi, bir hüküm fetvasına mecbur kalmadıkça kesin hüküm vermemesi, şayet mecburiyet varsa bu konuda ictihadda bulunması, yaptığı içtihadın hilafı mümkün olmakla birlikte, kendi içtihadına göre âyete mâna vermesi, yerinde olur.
İbn-i Nakîb söyle der: Hadisin mânasında mevcut ifadeye göre rey tefsiri beş kısımdır:
1 - Müfessirin ihtiyaç duyduğu ilimler bilinmeden yapılan tefsirdir.
2- Allah'tan başkasının bilmediği müteşabihlerin tefsiridir.
3- Batıl mezhebe göre yapılan tefsirdir. Bu tefsirde mezheb görüşü asıl kabul edilir, tefsir buna tabi olur. Mezhebi tefsir zayıf olsa bile, mümkün olan her yolla, âyetleri kendi görüşü açısından tefsir etmesidir.
4- Bir delil olmadan Allah'ın muradı budur diye âyetin kesin tefsirini vermesidir.
5- Kendi arzu ve zevkine göre âyetleri tefsir etmesidir.
6339 İbn-i Nakîb şöyle devam eder:
Kur’ân ilimleri üç kısımdır:
1- Allah'ın hiçbir kula bahşetmediği ilimdir. Cenab-ı Hak Kur’ân'ında, Kendi Zatı ve gaybe ait bilgilerdeki esrarı, kendisine hâs kılmıştır. Bu gibi hususlarda söz söylemek, icmaen caiz değildir.
2- Kur’ân'daki bazı sırları çözmek üzere sadece Resûlüne verdiği ilimdir. Bu gibi konularda görüş beyan etmek ancak, Resûle veya Allah'ın izin verdiği kimseye aittir. İbn-i Nakîb, hurûfu mukattaa'nın bu kısma dahil olduğunu söylerse de, birinci kısımdan olduğu da söylenmiştir.
3- Allah'ın, Resûlüne Kur’ân'ın açık veya gizli mânalarını öğrettiği ilimlerle, Resûlüne öğretmesini istediği ilimlerdir.
Bu kısım kendi arasında ikiye ayrılır:
Birincisi: Nakil yoluyla sağlanan bilgilerdir. Bunlar:
Sebebi nüzûl, nâsih mensûh, kırâat, lügat, önceki milletlere ait kıssalar, yer ve göğün yaratılışı, kıyamet günü ve haşirle ilgili bilgilerdir.
İkinci kısım: Kelimelerden nazari olarak yapılan istidlal, istinbat ve istihraçtır.
Bu da ayrıca iki kısma ayrılır:
Birincisi; cevazında ihtilaf edilen, sıfatlarla ilgili müteşâbih âyetlerin tevilidir.
İkincisi; hakkında ittifak edilen, asli ve feri hükümlerin istinbatı ile irab esaslarıdır. Bunların aslı, kıyasa dayanır. Belâgat, vaaz ve hikemle ilgili hususlar da bu nevidendir. Ehli olduğu takdirde, Kur’ân'dan işari mânaların istihraç ve istinbatı mümkündür. Özet olarak, İbn-i Nakîb'in sözleri bundan ibarettir.
6340 Ebû Hayyân şöyle der: Asrımızdaki Bazı ulema tefsirin Kur’ân'daki mânaları anlamada; Mücahid, İkrime, Tavus ve benzeri müfessirlerin nakline muhtaç olduğu kanaatındadırlar. Çünkü âyetleri anlamak, bunlardan gelen rivâyetlere bağlıdır. Fakat bu görüş doğru değildir.
Zerkeşî bu ibareyi naklettikten sonra şöyle der: Kur’ân'ın tefsiri bir bakıma, sebebi nüzûl, nâsih-mensûh, müphemin tayini ile mücmelin beyanı gibi hususlar, nakle dayanır.
Diğer kısmında buna ihtiyaç duyulmaz. Usûlüne uygun olarak, tefsirle ilgili sağlam bilgileri toplamak, bu konuda yeterli olur. Tefsir ve tevil kelimeleri arasındaki farkı gösteren bazı ıstılahi tabirler, nakil ve istinbat yoluyla elde edilen bilgileri birbirinden temyiz etmenin sebebi, belki de, nakledilen rivâyetlere, istinbat edilen görüşlere dayanmaktadır.
Zerkeşî, eserinde şunları da ilâve eder:
Kur’ân'ın tefsiri, iki kısımdır:
Biri nakli, diğeri nakli değildir.
Nakli olmayan tefsir Resûlüllah, Sahâbe ve tâbi'ûndan ileri gelen müfessirlerden yapılan rivâyetlerdir. Resûlüllah'dan gelen rivâyetlerde, senedin sıhhati aranır. Sahâbe'den gelen rivâyetlerde ise, âyetleri tefsir edişlerine bakılır. Şayet âyeti, lügat yönüyle tefsir etmişlerse, lügatta ehil olduklarından, tefsirleri itimada şayandır. Şayet, âyetlerin nüzûlü ve buna bağlı hususları, müşahede yoluyla nakletmişlerse, bu gibi rivâyetleri de makbuldür.
Bu durumda Sahâbe kavli arasında bazı farklar görülürse, cemi mümkün olanlar cem edilir, mümkün değilse, İbn-i Abbâs'ın sözü tercih edilir. Çünkü Resûlüllah kendisine: Ya Rabbi, ona tevili öğret şeklinde duada bulunmuştur.
İmâm Şâfiî, feraiz konusunda Zeyd'in kavlini tercih etmiştir. Çünkü Resûlüllah onun hakkında: Zeyd, feraizde en bilgili olanınızdır, buyurmuştur. Tâbi'ûndan gelen rivâyetler, Sahâbe kavlinde olduğu gibi, merfu hükmünde ise, tefsirleri naklîdir, değilse müfessirin bu kaviller arasında tercih yapması gerekir.
Az görülmesine rağmen, âyet hakkında herhangi bir nakil gelmemişse, kelimenin Arap dilindeki mânası, medlulü, siyak-sibak'a göre kullanılışına bakılarak tefsir edilir. Râgıb, «Müfredat» adlı eserinde, bu nevi tefsire çokça önem vermiş, kelimenin delalet ettiği mânayı tefsir ederken, lügat ehlinin verdiği mânaya ilâvede bulunmuş, siyak mânasının gereğini de dikkate almıştır. Zerkeşî'den yapılan nakil burada bitmiştir.
Ben, Resûlüllah ve Sahâbenin kavillerini ihtiva eden bir kitab yazdım. Kitabımda on binden fazla, merfu ve mevkuf rivâyetleri biraraya getirip dört ciltte topladım. Kitabıma «Tercümanu'l-Kur’ân» adını verdim. Eserin tasnifi sırasında, rüyamda Resûlüllah'ı gördüm, uzun uzadıya beraberinde kalarak müjde ve bereketli dualarını aldım.
6- Kıraata Göre Sahâbe Tefsiri
6343 Sahâbeden gelen rivâyetlerin önemli yönlerinden biri, kıraata göre yaptıkları tefsiri bilmektir. Bir âyet hakkında Sahâbe'den farklı iki tefsir mevcut olduğunda, bunun ihtilaf olduğu sanılır. Halbuki bu aslında ihtilaf değil, kıraata göre yapılan tefsirdir. Selef uleması bu nevi tefsire çokça önem vermiştir.
İbn-i Cerîr, çeşitli tarikle İbn-i Abbâs ve diğer Sahâbe'den: ***** «Herhalde gözlerimiz döndürüldü..» (Hicr, 15.) âyeti hakkında şu rivâyette bulunmuştur. Âyetteki ***** kelimesi, ***** mânasındadır. Başka bir tarikle yapılan rivâyete göre kelime, ***** mânasındadır.
Katade'nin şöyle dediğini de rivâyet eder: ***** kelimesini şeddeli olarak okuyan, ***** mânasını, şeddesiz okuyan ise ***** mânasını verir.
Katade'nin bu iki mânayı cem edişi, gerçekten mükemmeldir.
İbn-i Cerîr'in Hasenu'l-Basri'den ***** (İbrahim, 50.) âyeti hakkında yaptığı rivâyet, bunun bir benzeridir. Deveye sürülen katran mânasındadır.
İbn-i Cerîr, İbn-i Abbâs ve diğer Sahâbe'den değişik tariklerle yaptığı rivâyete göre katran kelimesi, eritilmiş bakırdır. Bu iki mâna ayrı kaviller değildir.
Eritilmiş bakır mânası, âyetin ***** kıraatına göredir. Bu kıraata göre tenvinle okunan ***** kelimesi bakır, ***** şiddetli hararet mânasındadır. Aynı rivâyeti İbn-i Ebî Hâtim, Said b. Cubeyr'den de nakletmiştir.
Bu gibi rivâyetlerin, pek çok misali vardır. «Esraru't-Tenzil» adlı kitabımızda bunları, yeterince naklettik. Daha önce ***** âyetinin tefsiri hakkında, İbn-i Abbâs ve diğer Sahâbe'nin, farklı tefsir etmelerini nakletmiş, bu kelimenin cima mı yoksa elle dokunma mânasına mı geldiğini açıklamış, birinci mânanın ***** kıraatına, ikinci mânanın ***** kıraatına göre verildiğini söylemiştim. Görüldüğü gibi, Sahâbe'den gelen bu rivâyetlerde, temelde bir farklılık mevcut değildir.
«Muhtasaru'l-Buveyti» adlı eserde, İmâm Şâfiî'nin şöyle dediği nakledilir. Resûlüllah'ın sünneti, Sahâbe kavli veya ulemanın icmaı olmadıkça, müteşâbih âyetlerin tefsiri caiz değildir.
7- Tasavvufi Tefsir
6345 Mutasavvıfenin Kur’ân hakkındaki sözleri, tefsir değildir. İbn-i Salâh, «Fetavi»sinde şöyle der:
Müfessir, Ebû'l-Hasan el-Vâhidî'nin şu sözünü okudum:
Ebû AbdirRahmân es-Sülemî, «Hakaiku't-Tefsir» adında bir eser yazmıştır. Şayet Sülemi bunun bir tefsir olduğuna inanmışsa, Kâfir olur. İbn-i Salâh şöyle der: Mutasavvifeden güvenilir bir alim Kur’ân'ı tefsir eder, bunun tefsir olduğunu zikretmez, kelimenin izahına gitmezse, Kâfir olacağını zannetmem.
Şayet bunu tefsir olarak kabul ederse, batıni tefsir mezhebine girmiş olurlar. Tasavvuf erbabının bu tefsiri, Kur’ân'da mevcut olan bazı âyetlerin benzeridir. Bir şeyin benzeri, gene benzeriyle zikredilir. Buna rağmen yaptıkları tefsirde bir müphemlik ve karışıklık olduğundan, böyle bir tefsire müsamaha göstermemeleri gerekirdi.
Nesefî, «Akaid»inde şöyle der: Âyetler, zâhiri mânalarına göre tefsir edilir. Zâhiri mânadan uzaklaşarak âyetleri, Batınilerin iddia ettikleri mânada tefsir etmek, ilhaddır.
Taftazânî, «Şerhu'l-Akaid»inde şöyle der: Batınilere mülhid denilmesi, âyetlerin zâhiri mânalarına göre değil, muallimin bileceği batıni mânaya tefsir edilebileceği iddiasında bulunmalarından dolayıdır. Böyle bir tefsirden gayeleri, şeriatı bütünüyle reddetmektir. Bazı tasavvuf erbabının âyetler zâhirine göre tefsir edilir, fakat bunlarda süluk erbabının keşfedeceği bazı işari mânalar mevcuttur, âyetin zâhir mânası ile işari mânayı birleştirmek mümkündür, şeklindeki görüşleri, gerçek îman ve ilim ifade eden bir görüştür.
Şeyhulislam Siracuddin el-Bulkini'ye, bir kimsenin, ***** «..O'nun izni olmadan kendi katında kim şefaat edebilir?..» (Bakara, 255.) âyetini şöyle tefsir ettiği anlatıldı. Bu kimse âyetteki ***** kelimesini zül mânasında ***** fiili, ***** yi de nefse işaret eden, işaret zamiri, ***** fiilini, şifa mânasına gelen ***** şeklinde kabul etmiş, ***** fiilindeki ***** harfini, ***** fiilinin emir sigası olarak kabul edip, âyete mâna vermiştir. Bulkini, böyle bir tefsirden dolayı, bu kimsenin mülhid olduğuna dair fetva vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ bu mânada, ***** «Âyetlerimiz hakkında doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz..» (Fussilet, 40.) buyurmuştur. İbn-i Ebî Hâtim'in rivâyetine göre İbn-i Abbâs, âyetteki ilhad mânasını; kelimelerin yerini değiştirmek şeklinde tefsir etmiştir.
Firyâbî şöyle der: Bize Sufyan nakletti, o Yunus b. Ubeyd'den, o da Hasan-ı Basri'den Resûlüllah'ın şöyle dediğini söyledi: Her âyetin açık veya gizli bir mânası vardır. Âyetteki her harfin de bir son mânası, her son mânanın da bir ilk mânası vardır.
Deylemî, AbdurRahmân b. Avf dan, merfuan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Kur’ân, Arş'ın altındadır. Kulların üzerinde tartıştıkları, açık veya gizli mânaları vardır.
Taberânî, Ebû Ya’lâ, Bezzâr ve diğer muhaddislerin İbn-i Abbâs'dan mevkufen şöyle dediğini naklederler:
Kur’ân'da mevcut her harfin bir son mânası, her son mânanın da ilk manası mevcuttur, şeklindeki rivâyetler hakkında sorulacak olursa, şöyle derim: Kur’ân'ın açık veya gizli mânası vardır sözü, şöyle açıklanabilir:
a- Âyetin gizli mânası araştırılıp, açık mânası ile kıyaslanırsa, gerçek mânası ortaya çıkar.
b- İbn-i Ebî Hâtim, İbn-i Mesûd'un şöyle dediğini rivâyet eder: Kur’ân'da her âyetle amel eden Müslümanlar vardır. İlerde bu âyetlerle amel edecek Müslümanlar olacaktır.
c- Âyetin açık mânası lâfzında, gizli mânası da tevilindedir.
d- Ebû Ubeyd şöyle der (bu yapılan açıklamaların en doğrusudur): Allah' ın, önceki milletlere verdiği azabı anlatan âyetlerin zâhiri mânası, bu milletlerin nasıl helak olduğunu bildirmek, sadece onların durumunu ifade etmektir. Batıni mânası ise, sonradan geleceklere öğüt vermek, öncekilerin yaptıklarını tekrarlayacak olurlarsa, uğrayacakları aynı akibetten sakındırmaktır.
e- İbn-i Nakîb, bu konuda beşinci bir görüş ileri sürer: Âyetin zâhiri mânası, zâhiri ulemasının anladığı mânalardır. Batıni mânası ise, Allah'ın hakikat erbabına lutfettiği işari mânalardır.
Hadisteki her harfin, bir son mânası vardır sözü, Allah'ın murad ettiği, en son mâna demektir. Hadis'deki bu mânanın; her hükmün, sevap veya günah yönünden bir miktarı vardır, mânasında olduğu söylenir. Hadisdeki: Her son mânanın, ilk mânası mevcuttur sözü, kapalı her mâna veya hükmü bilmenin bir yolu vardır, bu yolla murad edilen mâna elde edilir, demektir. Ayrıca buna: Kul, müstehak olduğu sevap veya cezayı, ahirette hesap verirken muttali olacaktır, mânası da verilir.
Bazı ulema da bunu şöyle açıklar: Âyetin zâhiri tilâveti, batını da ifade ettiği mânadır. Haddi ise, helal ve haramla ilgili hükümleridir. Matla' da, ameli karşılığı göreceği mükâfat ve cezadır.
Burada şunu ilâve etmek isterim: İbn-i Ebî Hâtim'in Dahhak tarikıyle İbn-i Abbâs'dan naklettiği şu söz bunu teyid eder: Kur’ân; birçok ihtiyaçlara cevap veren, ilimleri bitip tükenmeyen ve gayesine ulaşılmayan bir kitaptır. Kur’ân'ı inanarak tetkik eden kurtulur, nefretle tetkik eden de dalalete düşer. Kur’ân'da kıssalar, emsal, helal, haram, nâsih, mensûh, muhkem, müteşâbih, zâhiri ve batıni mânalar vardır. Kur’ân'ın zâhiri, tilâveti, batını tevilidir. Kur’ân'ı bilginlerden öğrenin, bilgisizlerden uzaklaşın.
İbn-i Sebu, «Şifau's-Sudur» adlı eserinde, Ebû'd-Derda'nın şöyle dediğini rivâyet eder: Kur’ân'ı bütün yönleriyle bilmeyen kimse, onu tam mânasıyle anlayamaz.
İbn-i Mesûd şöyle der: Önceki ve sonraki milletlerin ilmini öğrenmek isteyen, Kur’ân'ı okuyup mânaları üzerinde düşünsün. İbn-i Sebu, Dahhak ve İbn-i Mesûd'un bu sözleri, Kur’ân'ın sadece zâhiri tefsirini bilmekle hasıl olmayacağını söyler.
Bazı ulema şöyle der: Her âyetin altmış bin mânası vardır. Bu sözün ifade ettiği mâna şudur: Kur’ân'ın mânasını anlamada, son derece geniş bilgiler gerekir. Kur’ân'ın zâhiri tefsirini veren nakiller, idrakine yeterli değildir. Hatadan sakınmak için bu tefsire, duyarak nakledilen haberlerin de girmesi gerekir. İşte bu suretle, anlaşılması ve istinbatta bulunması kolayca mümkün olur. Kur’ân'ın zâhiri tefsiri mutlaka dikkate alınmalıdır. Yoksa zâhiri hükümleri kavramadan, batıni mânasına ulaşılmaz. Kur’ân'ın zâhiri tefsirini mükemmelen bilmeden, inceliklerini anladığını iddia eden kimse, aynen, kapıdan girmeden evin içinde olduğunu iddia eden kimse gibidir.
Tacuddîn b. Ataullah, «Letâifu'l-Minen» adlı eserinde şöyle der: Verdikleri garip mânalarla, Allah ve Resûlünün kelamını tefsir eden zâhiri ulemasının tefsiri, Kur’ân'ın zâhiri tefsiri değildir. Fakat âyetin zâhiri mânası, âyetin açık ifadelerinden ve dilin özelliklerinden anlaşılır. Bunun yanında, batıni mânaları da vardır ki bunları ancak, Allah'ın, kalplerini açtığı tasavvuf ehli anlayabilir. Hadis'de varid olduğuna göre her âyetin zâhiri ve batıni mânası mevcuttur. Cedel ve münazarada bulunan kimselerin; Bu, Allah ve Resûlünün kelamını tahrif etmektir sözü, tasavvuf ehlinden bu mânaları öğrenmekden seni alıkoymasın.
Tasavvuf erbabının tefsiri, aslında bir tahrif değildir. Şayet âyetin mânası ancak bizim verdiğimiz mânadır deselerdi, tahrif olurdu. Halbuki onların böyle bir iddiaları yoktur. Bilâkis, Kur’ân'ı zâhiri mânalarına göre okuyup anlarlar, âyet-lerdeki muradın bu olduğunu bilirler, ayrıca Allah'ın kendilerine nasip ettiği mânaları da kavramaya çalışırlar.
8- Müfessirin Uyması Gereken Şartlar
6360 Bazı ulema şöyle der: Müfessirin tefsirde, tefsir edilen mânada uygunluk araması, mânayı izah ederken muhtaç olduğu konularda, noksanlık veya *****ye uymayan ziyadelikten sakınması veya verdiği mânadan veya tefsir *****den sapmaması gerekir. Ayrıca âyetin hakiki veya mecâzi mânasına, ifadesinde düzgünlüğe, âyetin nüzûl gayesine, müfred kelimeler arasındaki yakınlığa bakması gerekir.
Müfessir, âyetleri tefsir ederken, sarf ve nahiv gibi lafzi ilimlerle başlaması gerekir. Bu konuda ilk olarak kelimelerin müfred mânaları üzerinde durması, lügat mânalarını araştırması, sarf ve iştikak yönüyle tahkik etmesi, cümle terkibini incelemesi gerekir. Bundan sonra âyetin irabına geçer, manasıyla ilgili hususları araştırır, beyan bedi sanatlarını gösterir, âyette murad edilen mânayı tayin eder, istinbatta bulunur, daha sonra da işari mânasını verir.
Zerkeşî, «Burhan» adlı eserinin baş taraflarında şöyle der:
Âdet olduğu üzere müfessirler, sebebi nüzûl ile tefsire başlarlar. Bu noktada şu ileri sürülmüştür. Âyetin nüzûl sebebi, müsebbebe tekaddüm ettiğinden, ***** bununla mı başlamalı, yoksa âyetler arasındaki münasebetle mi başlamalıdır.? Âyetler arasındaki münasebet, Kur’ân'ın nazmını tashih eder ve nüzûlden önce gelir. Şayet, ***** «Allah, size emanetten ne vermenizi emreder..» (Nisâ, 58.) âyetinde olduğu gibi münasebet, sebebi nüzûle bağlıysa, önce sebebi nüzûlü zikretmek gerekir. Bu durumda ***** gayeye tekaddüm etmiş olur. Şayet münasebet sebebi nüzûle bağlı değilse münasebetin sebebi nüzûle takdimi evla olur.
Zerkeşî, eserin başka bir yerinde şöyle der:
Âdet olduğu üzere müfessirler, her sûrenin başında o sûrenin hıfzını teşvik ve tergib bakımından faziletle ilgili hadisleri zikrederler. Fakat Zemahşerî, faziletle ilgili hadisleri sûrenin sonunda verir.
Abdurrahim b. Ömer el-Kirmânî şöyle der: Zemahşerî'ye niçin böyle yaptığını sordum. Bana şu cevabı verdi: Faziletle ilgili haberler, o sûrenin *****larıdır. Sıfat, mevsuftan sonra gelir. Umumiyetle tefsirlerde Allah bunu ***** hikaye etti şeklinde bir söze rastlanır. Bundan kaçınmak gerekir.
Ebû'n-Nasr el-Kuşeyrî, «el-Mürşid» adlı eserinde şöyle der:
Ulemasının önde gelenleri şöyle der: Allah kelamı hikaye edildi veya Allah hikaye etti, denilmez. Çünkü hikaye etmek, bir sözü benzeri bir sözle ifade etmektir. Halbuki Allah kelamına benzer bir kelam yoktur.
Bazı ulema bu hususta müsamahalı davranarak hikaye etme sözünü, haber verme mânasında kullanmışlardır. Çokça kullandıkları bir diğer husus, bazı harfleri ziyade kabul etmeleridir. Buna dair misalleri, irab bahsinde vermiştik.
Müfessir mümkün mertebe, âyetlerde tekrar olduğu iddiasından sakınmalıdır.
Bazı ulema şöyle der: Kur’ân'da tekrar olduğu vehmine götüren husus, müteradif kelimelerin birbirine atıf edilmesidir. ***** «(Geride) Bir şey koymaz, bırakmaz.» (Müddessir, 28.), ***** «..Rablerin-den bağışlamalar ve Rahmet onlaradır..» (Bakara, 157.) âyetleri buna misaldir.
Müfessir şuna inanmalıdır ki, müteradif kelimelerin bir arada zikredilmesiyle hasıl olan mâna, ayrı olduklarında hasıl olmaz. Çünkü terkip halindeki ifade, ziyade bir mâna ortaya çıkarır. Ziyade harfler, ziyade mâna ifade ettiğinden, ziyade kelimeler de ziyade mâna ifade etmiş olur.
Zerkeşî, «Burhan»ında şöyle der:
Müfessir, âyetin ihtiva ettiği mânaya riayet ederek, bütün dikkatini nazmında toplamalıdır. Âyet nazmında, mecâzi mânada kelime bulunması halinde bu kelimenin, âyetteki mânayı aşacağından, dikkatli olması gerekir.
Zerkeşî eserin başka bir yerinde şöyle der:
Müfessir, müteradif zannedilen kelimelerdeki mecâzi mânalara riayet ederek mümkün mertebe müteradif olmadıklarını kesin bir ifade ile belirtmelidir. Müteradif kelimelerin terkip halinde ifade ettikleri mâna müfred halindeki mânadan farklıdır. Bu yüzden pek çok usul uleması, müteradif kelimelerden birinin cümlede, müfred olarak kullanılmasında ittifak ettikleri halde, diğeri yerine kullanılmasını menetmişlerdir.
Ebû Hayyân şöyle der: Müfessirler tefsirlerinde çoğu kez, irabı ele alırken nahiv tahlilleri, usûlü fıkıh ve kelami meseleleri de beraberinde zikrederler. Bu gibi meseleler, ait oldukları eserlerde uzun uzadıya anlatılmıştır. Bu ilimler, delil göstermeden tefsirde kullanılabilir. Ayrıca müfessirler, sahih olmayan sebebi nüzûl, fedail hadisleri, yerinde olmayan hikayeleri ve israiliyatı zikrederler ki, bunların tefsirde olmaması gerekir.
6367 İbn-i Ebî Cemre, Hazret-i Ali'nin şöyle dediğini nakleder: Fatiha sûresine yetmiş deve yükü tutarında tefsir yazmak istesem, yazabilirim. Hazret-i Ali'nin bu sözü şöyle açıklanabilir.
***** âyetinde, hamd kelimesi ile Allah lâfzındaki mânaların, Allah'ı tenzih eden sıfatların ayrı ayrı tefsiri gerekir. Sonra, âyetteki âlemi ve durumlarını, dört yüzü karada altı yüzü denizde olmak üzere bin âlemin nevilerini müfessir ayrı ayrı açıklayabilir.
***** âyetindeki iki sıfatın mânalarını, bunların azametle ilgili yönlerini, Allah' ın bütün isim ve sıfatlarını, diğerleri dışında, bu iki ismin âyette zikredilmesinin hikmetini de açıklar.
***** âyetinde, bu günü ve bu günde gidilecek yeri, yaşanacak korkuları, her nefsin nerede ve nasıl karar bulacağını da açıklar.
***** âyetinde, Mabud'un yüceliğini, kendisine yapılan ibadet ve keyfiyetini ve nevilerini edasını, ibadet eden kulun vasfı, Allah'dan yardım dilemesinin nasıl ve ne şekilde o-lacağını genişçe anlatabilir.
***** âyetinden sûrenin sonuna kadar olan tefsirinde hidayeti, mahiyetini, doğru yol ile buna zıd yolları, gazaba uğrayanları, dalalette olanları, bunların sıfatlarını, bu âyetle ilgili yönleri, Allah'ın razı olduğu kimseleri, sıfatlarını, bunların ibadet usullerini de gösterebilir.
Hazret-i Ali'nin bu sözü, Fatiha tefsirinde bulunması gereken bütün yönleri içine alan bir sözdür.