EL-İTKÂN | MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH


 

2. CİLT

43 - MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH

***** «Kitabı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir; bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihdir (birbirine benzer)(Âli İmrân, 7.) İbn-i Habib en-Nisâburi, bu âyet hakkında muhkem müteşâbihlikle ilgili üç görüş ileri sürer:

a- ***** «..âyetleri kesin anlamlı Kitab..» (Hûd, 1.) âyetine göre, Kur’ân'ın tamamı muhkemdir.

b- ***** «...birbirine benzer, ikişerli bir kitap halinde..» (Zümer, 23.) âyetine göre de, tamamı müteşâbihtir.

c- En doğrusu, Âli İmrân 7. âyetinde ifade edildiği gibi Kur’ân'ın, muh­kem ve müteşâbih olarak iki kısma ayrılmasıdır.

Kur’ân'ın muhkem olduğunu belirten âyetten murad, mükemmelliği ve herhangi bir eksik yönünün bulunmamasıdır. Müteşâbih olduğunu belirten âyet­ten murad ise, Kur’ân'ın Hak kelamı olması, içinde şüphe bulunmaması, i'cazı yönüyle âyetlerin birbirine benzemesidir.

Bazı ulema; yukarıdaki Âli İmrân âyetinin muhkem ve müteşâbihlik konusun­da bir tahsis ifade etmediğini, âyette buna işaret eden bir yön bulunmadığını söyler. Çünkü Cenâbı Hak ***** «kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye..» (Nahl, 44.) buyurmuştur. Âyetin muhkem olması, herhangi bir izah ve tefsire muhtaç olmamasıdır. Müteşâbih olması ise, izah ve tefsirinin açıkça yapılmamasıdır. Bu yüzden, muhkem ve müteşâbihin tayininde bazı gö­rüşler ileri sürülmüştür

Muhkem; ister tefsir, ister tevil yoluyla olsun, âyetteki mânanın kolayca anlaşılmasıdır. Müteşâbih; kıyametin vukuu, Ye'cuc Me'cuc, sûre başlarında bulunan hurûfu mukattaa gibi konularda bilginin, ancak Allah'a ait olmasıdır.

Muhkem; mânası açık olan âyetler; müteşâbih ise, mânası kapalı olan âyetlerdir.

Muhkem; ancak bir yönüyle tefsir edilebilen âyetlerdir; müteşâbih ise, çeşitli yönleriyle tefsir edilebilen âyetlerdir.

Muhkem, mânası açıkça bilinen âyetlerdir; müteşâbih ise, namaz vakitleri,orucun Şaban ayına tahsis edilmeyip, Ramazan ayına tahsisi gibi, mânası akıl yoluyla bilinemeyen âyetlerdir. Bu tarif Mâverdi'nindir.

Muhkem; kendi başına anlaşılan âyetlerdir. Müteşâbih ise, doğrudan doğruya anlaşılamayıp başka bir âyetle tefsir edilen âyetlerdir.

Muhkem, âyetin bizzat nâzil olduğu şeklidir; müteşâbih ise, ancak tevil edilerek anlaşılan âyetlerdir. Muhkem, lâfzı tekrar edilmeyen âyetlerdir.Müteşâbih ise, lâfzı tekrar edilen âyetlerdir. Muhkem, farzları, vaad ve vaîdi;müteşâbih ise kıssa ve darbı meselleri ihtiva eden âyetlerdir.

İbn-i Ebî Hâtim. Ali b. Talha tarikıyle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet eder: Muhkem âyetler; nâsihi, helali, haramı belirten âyetlerdir. Müteşâbihler ise, âyetlerin mensûhu, önce ve sonra nâzil olanları, darb-ı meselleri, yeminleri gibi îman edilip ameli gerektirmeyen âyetlerdir.

Firyabi, Mücahid'in şöyle dediğini rivâyet eder: Muhkem âyetler, helal ve haramı ihtiva eden âyetlerdir. Müteşâbih ise, bunların dışında birbirlerini tasdik eden âyetlerdir.

İbn-i Ebî Hâtim, Rabî'in şöyle dediğini rivâyet eder*. Muhkem âyetler, kesin emir ihtiva eden âyetlerdir.

İbn-i Ebî Hâtim, İshak b. Suveyd'in şöyle dediğini rivâyet eder: Yahya b. Yamer ve Ebû Fâhite, Âli İmrân sûresinin 7. âyeti hakkında şöyle dediler: Ebû Fâhite, âyetteki müteşâbih'in fevâtihi suvere; Yahya b. Yamer de muhkemin mânasını farzlar, emir, nehiy ve helallara hamletmiştir.

Hâkim ve diğer ulema, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet eder: ***** (En'am, 151.) âyeti ile kendinden sonraki iki âyet muhkem âyetlerdir.

İbn-i Ebî Hâtim, başka bir tarikle İbn-i Abbâs'ın ***** «..onun bazı âyetleri muhkemdir..» (Âli İmrân, 7.), ***** kendinden sonraki üç âyetle birlikte, ***** «Rabbin yalnız kendisine kulluk edilmesini emretmiştir..» (İsrâ, 23.) âyetlerinden itibaren üç âyet, muhkem âyetlerdir.

İbn-i Ebî Hâtim, Abd b. Humeyd tarikıyle Dahhak'ın şöyle dediğini rivâyet eder: Muhkem âyetler, nesh edilmeyen, müteşâbihler ise nesh edilen âyetlerdir.

İbn-i Ebî Hâtim, Mukatil b. Hayyân'ın şöyle dediğini rivâyet eder.

Bildiğimiz kadarıyla müteşâbih âyetler ***** ve ***** dır.

İbn-i Ebî Hâtim, İkrime ve Katade'den rivâyetle, muhkemin amel edilen âyetler, müteşâbih'in ise îman edilip kendisiyle amel edilmeyen âyetler olduğunu söyler.

1. Müteşâbih Âyetlerin Mânası

Müteşâbih âyetin mânasını kavramak mümkün müdür, yoksa bunu ancak Allah mı bilir? konusunda iki görüş mevcuttur. Bu görüşlerin kaynağı, ***** «..ilimde ileri gidenler..» (Âl-i İmrân, 7.) âyetine dayanmaktadır. Âyetin bu cümlesi matuf, ***** cümlesi de hal, veya ***** cümlesi mübteda, *****de haberi; vav ise istinaf içindir. Birinci şıkkı destekleyenler azdır. Bunlar arasında, Mücahid bulunmaktadır. Bu görüş İbn-i Abbâs'dan rivâyet olunmuştur. İbnu'l-Münzir, Mücahid tarikiyle İbn-i Abbâs'ın; ***** «..onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler ise..» âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Ben, bu tevili bilenlerdenim.

Abd b. Humeyd, Mücahid'in ***** âyeti hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: İlim sahibi olanlar bu tevili bilir, ona inandık derler.

İbn-i Ebî Hâtim, Dahhak'ın şöyle dediğini naklederler: İlim sahibi olanlar, müteşâbih âyetlerin tevilini bilenlerdir. Eğer bilmeselerdi, nâsih ve mensûhu, helal ve haramı, muhkem ve müteşâbihi bilmezlerdi. Nevevî bu görüşe katılarak «M ü s l i m Ş e r h i»nde şöyle diyor: En doğrusu budur. Çünkü kimsenin bilmeyeceği tarzda Allah'ın kullarını muhatap kılması düşünülemez.

Bu konuda İbn-i Hâcib şöyle der: Zâhir olan kavil budur. Fakat Sahâbe, tâbiun, tebei tâbiun ve özellikle ehl-i sünnet uleması ikinci görüşü benimsemişlerdir. İbn-i Abbâs'dan gelen rivâyetlerin en doğrusu da budur.

İbnu's-Semânî ise şöyle der: Birinci görüşü benimseyenler çok azdır. Utbî bu sözü tenkid ederek şöyle den İbnu's-Semânî, Ehl-i sünnetten ise de bu konuda yanılıyor; zira her atın kendine hâs bir sürçmesi olduğu gibi, her âlimin de kendine hâs bir hatası olur.

Ben bu konuda şunu ilâve etmek isterim: Ekseriyetin görüşünü destekleyen Abdurrazzak b. Hemmam'ın Tefsirinde Hâkim'in «M ü s t e d r e k»inde İbn-i Abbâs'dan yaptıkları şu nakildir: İbn-i Abbâs âyeti şöyle okurdu; ***** «..onun tevilini Allah' tan başka kimse bilmez; derinlemesine bilgisi olanlar ise, biz buna inandık, derler..» Bu kıraata göre vav, istinaf vavıdır. Âyetin bu şekildeki kıraati sâbit olmamakla beraber bu rivâyet, en azından İbn-i Abbâs'a isnad edilen sahih bir rivâyettir. Bu konuda İbn-i Abbâs'ın sözü, diğerlerine tercih edilir. Âyetin, müteşâbihlere uyanları zemmetmesi, onları kötülemesi, onları kötülükle ve fitneyi aramakla vasıflaması, Allah'ın gayba inanları methetmesi, İbn-i Abbâs'ın sözünü doğrulamaktadır. Kurra, Ubeyy b. Ka'b'ın ***** şeklindeki kıraatı olduğunu nakleder.

İbn-i Ebî Davud, «K i t a b u' l - M e s â h i f»inde yaptığı rivâyete göre A'meş, İbn-i Mesûd'un şu kıraatini nakleder: ***** «şüphesiz ki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde rüsûh sahibi olanlar ise, buna inandık, derler.»

Buhârî-Müslim ve diğer hadis uleması, Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ***** «Kitabı sana indiren..» âyetini ***** kadar okur ve şöyle derdi: Müteşâbih âyetler üzerinde duranları gördüğünde onlardan sakın. Çünkü bunlar, Allah'ın zemmettiği kimselerdir.

Taberânî, «S ü n e n u' l - K e b î r»inde, Ebû Mâlik el-Eşari'nin Resûlüllahtan (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle duyduğunu rivâyet eder. Ümmetimin şu üç hususta yapacağı hatadan korkarım. Çokça mala sahip olup hased ederek birbirini öldürmeleri, Kur’ân açılıp okunduğunda , mânasını ancak Allah'ın bildiği âyetleri Mü’minin tevile kalkışmasıdır...

İbn-i Merdeveyh, Amr b. Şuayb'ın, babası tarikıyle dedesinden yaptığı rivâyette Resûlüllah şöyle buyurmuştur: Kur’ân âyetleri, birbirini tekzib için inmemiştir. Öğrendiklerinizle amel edip müteşâbih olanlarına îman ediniz.

Hâkim, İbn-i Mesûd tarikıyle gelen bir rivâyette Resûlüllah'ın şöyle dediğini nakleder: Allah katından inen ilk Kitap bir kapıdan, bir harf üzere inmiştir. Kur’ân ise; yedi kapıdan yedi harf üzere inmiştir. Bunlar; zecr, emir, helal, haram, muhkem, müteşâbih ve emsal dir. Helâli helal, haramı haram olarak kabul ediniz. Emrolunduklarınızı yapınız, yasaklandıklarınızdan sakınınız. Emsalinden ibret alınız, muhkemiyle amel edip, müteşâbih olanlarına inanınız. Bunların hepsi Rabbimizdendir, ona inandık, deyiniz.

Beyhaki, «Ş u a b u' l - İ m a n» adlı eserinde, benzer rivâyeti Ebû Hureyre'den nakleder.

İbn-i Cerîr, İbn-i Abbâs'dan merfuan şöyle rivâyet eder: Kur’ân-ı Kerim dört harf üzere nâzil olmuştur. Bunlar; helal ve haramdır. Bunları bilmeyen kimsenin mazereti kabul değildir. Üçüncüsü, tefsirini ancak Arab'ın ve tefsir ulemasının bileceği âyetler. Dördüncüsü de, mânasını ancak Allah'ın bildiği müteşâbih âyetlerdir. Bunların mânasını bildiğini iddia edenler yalancının ta kendisidir. İbn-i Cerîr bunun benzerini, başka bir tarikle İbn-i Abbâs'dan mevkuten rivâyet etmiştir.

İbn-i Ebî Hâtim, Avfî tarikıyle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet eden Biz, muhkem âyetlere inanır, bunlarla amel ederiz. Müteşâbih âyetlere ise sadece inanır, bunlarla sorumlu tutulmayız. Bunların hepsi Allah katındadır deriz.

İbn-i Ebî Hâtim, Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet eder: İlimde rüsûh sahibi olmaları, müteşâbih âyetleri bilmeleri değil, inanmalarıdır. Ebû'ş-Şa'sa ve Ebû Nâhik'in şöyle dediklerini de rivâyet eder: Siz bu âyeti, (yani Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetini) birbirine vaslediyorsunuz; halbuki âyet, birbirine matuf değildir.

Dârimi «M u s n e d»inde Süleyman b. Yesar'dan şöyle rivâyet eder: Sabig adlı biri Medine'ye gelir, müteşâbih âyetler hakkında soru sormaya başlar. Hazret-i Ömer, adamı yanına çağırtır; onun için hurma dalından sopalar hazırlar. İbn-i Sabig huzuruna çıkınca; sen kimsin, diye sorar. Adam, Abdullah b. Sabigim diye cevap verir. Hazret-i Ömer, hazırladığı hurma dallarından birini alır, başından kanlar akıncaya kadar döver. Bir başka rivâyette ise: Hazret-i Ömer, sırtını yara içinde bırakıncaya kadar, döver. Yine dövüp bırakır, sonra yine çağırır adam şöyle der: Beni öldürecekseniz, bari güzel bir şekilde öldürünüz. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, adamın geldiği yere dönmesine izin verir, Ebû Musa'l-Eşariye de bir mektup yazarak, hiçbir Müslümanın bununla konuşmamasını ister.

Dârimi, Ömer b. Hattab'ın şöyle dediğini nakleder: Öyle bir zaman gelecek ki insanlar, Kur’ân'ın müteşâbihleri hakkında sizinle münakaşa edeceklerdir. O zaman Resûlün sünnetiyle mukabelede bulunun. Zira Resûlün sünnetini nakledenler, Kur’ân'ı en iyi bilenlerdir.

Bu ve benzeri hadisler gösteriyor ki, müteşâbih âyetlerin mânasını Allah'tan başka kimse bilmiyor. Bu konuda fikir beyan etmek, çirkin sayılmıştır. Bu hususta daha etraflı bilgiyi, aşağıda sunacağız.

2. Kur’ân'da Muhkem Âyetler

Muhkem ve müteşâbih hakkında et-Tibî şöyle der: Muhkem âyetten murad, mânası açık olan âyet demektir. Müteşâbih bunun aksidir. Bir kelime ya lafzîdir, ya da başka manası vardır. Lafzî olması, kelimenin asıl mânasıdır. Başka mânaya gelmesi ise, lâfzın diğer mânasına delaletinin tercih edilip edilmeyeceğine bağlıdır. Doğru olan tercih edilmesidir. Tercih edilmediği takdirde lafız, ya mânaya müsavidir, ya da değildir. Mânaya müsavi olan mücmel, müsavi olmayan müevveldir. Lafızla zâhiri mâna arasında müştereklik varsa muhkem, mücmel ile müevvel arasında müştereklik varsa müteşâbihtir. Cenâbı Hak'kın, müteşâbihin yanı sıra muhkemi zikretmesi, yapılan bu taksimin doğruluğunu gösterir. Usul uleması, muhkemin mukabili ile tefsir edilmesi gerektiğini söyler. Şu âyette cem ve taksim şeklinde gelen uslup, bu görüşü desteklemektedir. Çünkü Cenâbı Hak; ***** demekle ***** kelimesinin mânasında cemettiği ifadeyi hemen ayırmıştır. Bununla, her ikisine dilediği mânayı izafe etmeyi murad etmiş, önce ***** «..kalplerinde eğrilik olanlar..» demekle, kalplerinde kötülük olanların müteşâbih âyetler üzerinde durduklarını, sonra da ***** «..ilimde rüsûh sahibi olanlar, bunlara inandık, derler..» âyetiyle ilim erbabının bunlara doğrudan doğruya îman ettiklerini belirtmiştir. Kalplerinde kötülük olanlarla ilgili âyetin «kalplerinde doğruluk olanlar, muhkem âyetlere tabi olurlar» şeklinde ifadesi de mümkündü. Fakat Cenâbı Hak bu ifade yerine ***** kelimesini kullanarak ***** buyurmuştur. Zira ilimde rüsûh mertebesine ermek ancak geniş bir tetebbu ve azami bir gayretle mümkün olur. Bir kimse, aklı irşad yolunda kullanır, İlimde derinleşirse, daima hak sözü söyleme alışkanlığını kazanır. İlimde rüsûh mertebesine erenlerin ***** «Rabbimiz, kalbimizi eğriltme..» demeleri, Allah'ın ***** «..kalplerinde eğrilik olanlar..» âyetine karşılık ***** demesi, buna yeterli bir delildir. Bu delil, âyetteki ***** lâfzında yapılan vakfın, vakfı tam, müteşâbih mânanın bilinmesinin Allah'a mahsus olduğunu; tevile yeltenenlerin ise, Buhârî ve Müslim'in Hazret-i Âişe'den rivâyet ettikleri hadisteki; 'Bunlardan sakının ibaresine muhatab kişilerdir.

Bazıları meseleyi şöyle açıklar: Beden, ibadet yapmakla imtihan edildiği gibi, akıl da müteşâbihteki hakikata inanmakla imtihan edilir. Bu tıpkı, kuvvetli bir alimin yazdığı bir eserde, bazı konuları talebenin hocaya muhtaç kılacak şekilde mücmel bırakması; bir melikin, herhangi bir meselede sadece kendisinin bileceği bir sırrı başkalarına vermemesi gibidir. Bedenin en şerefli yeri olan akıl, imtihan edilmeyecek olsaydı, âlim kimse, sahip olduğu ilimle büyüklenmeye devam edecekti. Halbuki bu imtihan neticesinde kulluk şerefini takınarak boyun eğmeye alışacaktır. Bu açıdan bakılacak olursa müteşâbih âyetleri anlamaya çalışmak, akıl sahiplerini, Yaratanına boyun eğdirmek, acizliğini itiraf ettirmek, demek olur. Âyetin ***** «..bunu, aklı selim sahiblerinden başkası düşünemez.» şeklinde son bulması, kalplerinde kötülük olanların kınamaya mukabil, ilim sahibi olanların metholunduğunu gösterir. Yani Allah'ı hatırlamayan, kendini doğru yola sevketmeyen, arzularına karşı koyamayan kimse akıllı sayılamaz. Bu sebeple akıl sahibi olanlar ***** «Ya Rabbi, kalplerimizi kaydırma..» demişler, nefsani kötülüklerden Allah'a sığındıktan sonra, ledünni ilmin yüceliği karşısında Yaratanlarına boyun eğmişlerdir.

Hattabî, müteşâbihin iki kısma ayrıldığını söyler. Birisi, muhkem bir âyete müracaat edildiğinde mânası anlaşılan müteşâbihtir, ikincisi, kalplerinde kötülük olanların tabi olduğu, teviline gittiği, fakat gerçek mânasını kavrayamayıp fitneye sebeb olan şüpheye düştükleri müteşâbihi bu kısımdaki müteşâbihtir.

İbnu'l-Hassar şöyle den Cenâbı Hak, âyetleri, muhkem ve müteşâbih olarak ikiye ayırmış, muhkem âyetleri «ummu'l-Kitap» olarak vasıflandırmıştır. Çünkü müteşâbih âyetlerin mânası, muhkem âyetlerle izah edilir. Muhkem âyetler, kulların her türlü ibadetlerinde, Allah'ı tanımalarında, peygamberlerini tasdikte, emirlerine uyup yasaklarından sakınmada, Allah'ın muradını anlamak üzere müracaat ettikleri âyetlerdir. Bu yüzden muhkem âyetlere «ummuhat» âdı verilmiştir. Kalplerinde kötülük olanları zikretmekle, onların müteşâbih âyetlere uyduklarını belirtmiştir. Bu, muhkem âyetleri yakinen bilmeyen, kalbinde şek ve şüphe bulunan kimselerin, müteşâbih ve müşkil âyetlerin mânalarını araştırmada zevk duyan kalpler olduğu mânasındadır. Şâriin muradı, muhkem âyetlere öncelik tanıyıp mânasını kavramaktır. Böylece yakin hasıl olur, ilimde rüsûh mertebesi gerçekleşir, müşkil olan hususlar ortadan kalkar. Kalbinde kötülük olanlar ise muhkem âyetlerin mânasını kavramadan önce, müşkil ve müteşâbih âyetlerin kavranmasına öncelik vermişlerdir. Bu davranış, makul, mutad, ve meşru olanın aksine bir davranıştır. Bu gibilerin durumu, kendilerine gönderilen âyetlerden başka âyetlerin gelmesini peygamberlerinden isteyen müşriklerin durumu gibidir. Bu anlayışsız adamlar sanki başka âyet gelse îman edecekmiş gibi konuşuyorlar. Halbuki imana ancak Allah'ın izniyle sahip olunur.

3. Müteşâbih Âyetlerin Kısımları

Râgıb lsfahani, «M ü f r e d â t u' l - K u r' a n» adlı eserinde, âyetleri üç kısma ayırır.

Bir kısmı, mutlak mânada muhkem, bir kısmı mutlak mânada müteşâbih, bir kısmı da bir yönüyle muhkem, diğer yönüyle müteşâbih âyetlerdir. Müteşâbih âyetler, umumiyetle üç kısımdır. Bunlar; sadece lafız yönüyle müteşâbih, sadece mâna yönüyle müteşâbih, hem lafız, hem de mâna yönüyle müteşâbih olan âyetlerdir. Sadece lafız yönüyle müteşâbih olanlar da iki kısımdır. Bunlardan biri, ya ***** ve ***** kelimelerinde olduğu gibi garip, veya ***** ve ***** kelimelerinde olduğu gibi lafızda ortaklığı bulunan müfred kelimelerdir. İkincisi; kelamın tamamına ait olan müteşâbihtir. Bu da üç kısımdır: Birincisi; ***** «Şayet, öksüz (kadınlarla evlendiğiniz takdirde on)lar hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız, size helal olan (başka) kadınlardan, nikahlayınız..» (Nisâ, 3.) âyetinde olduğu gibi, sözü kısaltmak içindir. İkincisi; ***** «..zatına benzer hiçbir şey yoktur..» (Şûra, 11.) âyetinde olduğu gibi sözü genişletmek içindir. Şayet ***** şeklinde buyrulsaydı, daha kolay anlaşılırdı. Üçüncüsü de; ***** «O Allah'a hamdolsun ki, kuluna Kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. (Onu) dosdoğru (bir Kitap) olarak..» (Kehf, 1-2.) âyetlerinde olduğu gibi cümlenin üslubuna uymak içindir. Bu âyetin takdiri: ***** «O Allah'a hamdolsun ki kuluna dosdoğru olan ve hiç eğrilik olmayan kitabı indirdi.» şeklindedir.

Mâna yönünden müteşâbihlik, Allah'ın ve kıyametin vasıflarındaki müteşâbihliktir.

Bu vasıflar şeklen kendimizde bulunmadığı ve onları hissetmediğimiz veya hissedilir cinsten olmadıkları için, bizce tasavvuru mümkün olmayan va­sıflardır.

Allah'ın ve kıyametin vasıflarıyla ilgili müteşâbihler beş kısımdır:

a- Umum ve hususlukta olduğu gibi, kemiyet yönüyle müteşâbihliktir. ***** «..müşrikleri öldürün..» (Tevbe, 5.) âyeti buna misaldir.

b- Vacip ve menduplukta olduğu gibi, keyfiyet yönüyle müteşâbihliktir. ***** «..sizin için helal olan kadınlardan ..nikah edin..» (Ni­sâ, 3.) âyeti buna misaldir.

c- Nâsih ve mensûhta olduğu gibi, zaman yönüyle müteşâbihliktir ***** «..Allah'tan, sakınılması gerektiği gibi sakının..» (Âl-i İmrân, 102.) âyeti buna misaldir.

d- Âyetin nâzil olduğu gaye ve mekan yönüyle beliren müteşâbihliktir. ***** «Evlere arkasından girmek iyilik değildir.» (Bakara, 189.) ve ***** «(haram ayını başka bir aya) Ertele­mek küfürde daha ileri gitmektir..» (Tevbe, 37.) âyetleri buna misaldir. Cahili-ye devri Arab âdetlerini bilmeyenin, bu âyetleri tefsir etmesi zordur.

e- Namaz ve nikahın şartları gibi, yapılan fiilin doğru veya yanlışlığını gösteren şartlar yönüyle müteşâbihliktir. Râgıb lsfehâni şöyle der: Yukarıdan beri açıkladığımız hususlar gözönüne getirildiğinde, müfessirin müteşâbih âyet­lerde zikrettiği, bu taksimin dışına çıkmadığı görülür.

Bütün bu müteşâbih çeşitleri, üç kısımda toplanır:

Birincisi; kıyametin vukuu, dâbbetu'l-ard'ın çıkışı ve benzeri hususlar gibi vukufu imkânsız olan müteşâbihtir.

İkincisi; garip kelimeler ve kapalı hükümler gibi, insan tarafından öğrenil­mesi mümkün olan müteşâbihtir.

Üçüncüsü; muhkem ve müteşâbih olma yönüyle, tereddüd edilen müte­şâbihtir. Bu çeşit müteşâbihin mânasını, ancak ilimde râsih olanlar bilir. Bunla­rın dışındakilere kapalı kalmıştır. Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn-i Abbâs'a söylediği ***** Allahım, bu genci dinde anlayış sahibi yap ve ona tevili öğret, sözü buna işaret etmektedir.

Muhkem ve müteşâbihle ilgili bu bilgiler ışığında ***** âyetindeki vakf ile ***** âyetinin, bir öncekine vaslının caiz olduğunu ortaya çıkarır.

Fahruddin Râzi bu konuda şöyle der: Lâfzın tercih edilen mânasının, tercih edilmeyen mânasında kullanılması için müstakil bir delilin bulunması gerekir. Bu delil, ya lafzîdir, ya da aklîdir.

Lafzî olursa, usulle ilgili meselelerde dikkate alınması mümkün değildir.

Zira bu delil kesin olamaz, bilinen on ihtimalin kalkmasına bağlıdır. Bu ihtimalle­rin kalkıp kalkmayacağı ise şüphelidir. Şüpheli olan bir şeye dayanmak, şüp­hede kalmaktır. Şüpheli deliller, usul ilminde yeterli değildir.

Akli olursa, kelimenin zâhir mânası muhal olduğundan, başka mânaya hamledilir. Murad edilen mânayı bulmak, aklen mümkün değildir. Çünkü akıl, mecâzi bir mânayı diğer mecâzi mânaya, bir tevili diğer bir tevile tercih etme gücüne sahiptir. Aklın yaptığı bu tercih, mutlaka lafzî bir delile dayanmalıdır. Tercihte, lafzî delil olarak kullanmak zayıftır; ancak zan ifade eder. Zan ise kesinlik ifade eden usul meselelerinde kullanılamaz. Bu yüzden selef ve halef imamları, kesin delil bulunduktan sonra lâfzı zâhirine hamletmenin muhal olduğunu, tevile gidilemeyeceğini tercih etmişlerdir. Râzinin bu açıklaması, konuyu aydınlatması bakımından yeterli olacağı kanaatındayız.

4. Allah'ın Sıfatları Olan Müteşâbih Âyetler

Allah'ın sıfatlarıyla ilgili âyetler, müteşâbih âyetlerdendir. Bu konuda İbn-i Lebban müstakil bir eser yazmıştır. ***** «O Rahmân, Arşa istiva etmiştir.» (Tâhâ, 5.) ***** «..O'nun yüzünden başka herşey yok olacaktır.» (Kasas, 88.)***** «Ancak, yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakidir.» (Rahmân, 27.), ***** «..gözümün önünde yetişesin diye..» (Tâhâ, 39.), ***** «..Allah'ın eli onların elinin üstün­dedir.» (Fetih, 10.), ***** «..gökler de sağ elinde dürülmüştür.» (Zümer, 67.) gibi âyetler, Allah'ın sıfatıyla ilgili müteşâbih âyetlerden Bazılarıdır.

Selef uleması ve ehli hadis dahil, ehl-i sünnetin cumhuru bu âyetlere îman eder, murad edilen mânalarını Allah'a bırakır, bunların zâhiri mânalarından Allah'ı tenzih ederek tefsirinden kaçınır.

Ebû'l-Kasım el-Lalkâî, «K i t a b u' s – S u n e n»inde Kurratu'bnu Hâlid tarikıyle Hasenu'l-Basri'den, o da annesinden, o da Ummu Seleme'den yaptığı rivâyette ***** «O Rahmân Arşa istiva etti..» âyeti hakkında şöyle dediğini nakleder: İstivanın keyfiyetini idrak etmek, mahiyetini bilmek imkânsızdır. İstivanın olduğu gibi kabulü, îman gereğidir. İnkarı ise küfre götürür.

Aynı müellif, Rabia b. AbdirRahmân'dan yaptığı rivâyette, adı geçen âyet hakkında kendisine sorulan bir soruya şöyle cevap verdiğini nakleder: İstivaya îman; bilinen, keyfiyeti idrak edilemeyen husustur. Risalet, Allah tarafından ve­rilmiştir. Resûlün vazifesi, bunu açıkça beyan etmektir. Bize düşen de buna îman etmektir.

Aynı müellif, Mâlik b. Enes'den yaptığı rivâyette bu âyet hakkında kendi­sine sorulan bir soruya şöyle cevap verdiğini nakleder: İstivanın keyfiyetini id­rak etmek, mahiyetini bilmek imkânsızdır. Fakat buna inanmak vacip, bu hususta soru sormak bid'attır.

Beyhaki, Mâlik b. Enes'den yaptığı rivâyette şöyle dediğini nakleden Al­lah, kendisini vasfettiği gibidir. Nasıl olduğuna dair soru sorulmaz. Lâlkâi, Mu­hammed b. Hasan'ın şöyle dediğini nakleder. Bütün fukaha, tefsir ve teşbihe gitmeksizin, Allah'ın sıfatlarına imanda ittifak etmişlerdir.

Tirmizî, ruyet hadisini açıklarken şunu belirtir: Sufyan's-Sevrî, Mâlik b. Uyeyne, Vaki ve diğer ulemanın, Allah'ın sıfatları ile ilgili hadislere dair görüşleri­ni şöyle ifade ederler: Bu hadisleri olduğu gibi rivâyet eder, onlara inanırız. Ne keyfiyetini sorar, ne de mânasını tefsir eder, ne de şüphe ederiz.

Ehl-i sünnet uleması, bu hadisleri Allah'ın celaline layık bir şekilde tevil edileceği görüşündedirler. Bu görüş, halef ulemasının görüşüdür. İmâmu'l-Harameyn, önceleri bu görüşte iken, sonradan rucu etmiş, «e r - R i s a l e t u' n N i z a m i y y e» adlı eserinde; dinen kabul ettiğimiz, Allah'a olan imanımızın gereği saydığımız husus, bu konuda selef ulemasına tabi olmaktır. Zira onlar, sıfatlarla ilgili müteşâbih âyetlerin mânasını vermeden kaçınmışlardır.

İbn-i Salâh bu hususta şunu söyler. Sahâbe-i Kirâm'ın ileri gelenleri bu yolu seçmiş, fukaha bunu tercih etmiş, muhaddisler bunu savunmuştur. Mez­hebimize bağlı mütekelliminden hiçbiri bu yoldan sapmamıştır.

İbn-i Berran, müteşâbih âyetleri tevil eden görüşü tercih ederek şöyle demiştir: İki görüş arasındaki ihtilaf, şuradan kaynaklanmaktadır. Kur’ân'da mâ­nasını bilmediğimiz âyetler var mıdır, yok mudur? varsa, bunları sadece ilimde râsih olanlar mı bilmektedir.

İbn-i Dakik bu konuda orta yolu seçerek şöyle demiştir: Şayet tevil Arab diline uygun düşüyorsa caizdir. Şayet uygun değilse, tevile gitmeden Allah'ı tenzih kaydıyle murad edilen mânaya îman ederiz. Müteşâbih kelimelerin mâ­nası konuşma dilinde zahiren biliniyorsa, ***** «Allah'a karşı aşırı gitmemden ötürü bana yazıklar olsun..» (Zümer, 56.) âyetinde olduğu gibi, teviline gider, Allah'ın şanına uygun olan mânaya hamlederiz.

5. İstiva Kelimesi Hakkında Ehl-i sünnet'in Görüşleri

İstiva kelimesinin vasfı hakkında tesbit ettiğim ifadeler şunlardır.

a- Mukatil ve Kelbi, İbn-i Abbâs'dan rivâyetle bu kelimenin ***** mâna­sına geldiğini naklederler. Şayet bu mânaya geldiği doğru ise, tevili gerekir. Çünkü istikrar kelimesinde, tecsim mânası mevcuttur.

b- İstiva kelimesi, ***** mânasında kabul edilirse, iki yönden reddi ge­rekir.

aa- Allahü teâlâ, dünya ve ahireti, cennet ve cehennemi ve bunlarda bulunanları hükmü altında tutmaktadır. Bu durumda istivayı arşa tahsis etmesinin gayesi ne olduğu sorusu akla gelir.

bb- İstila etmek, zor kullanarak galip gelmektir. Fakat Allahü teâlâ bun­dan münezzehtir.

Lâlkâî, «S u n e n»inde, İbnu'l-Arabi'ye istiva hakkında sorulan bir soruya şöyle cevap verdiğini nakleder: Cenabı Hak, kendini, arşında nasıl bildirmişse öyledir. Kendisine bu kelime istila mânasında mıdır? diye sorulunca, Ebû Abdillah b. A'rabi soru sahibine: Sus, diyerek cevap vermiş, Allah'ın karşısında bir gücün bulunması ve buna galip gelmesi gerekirdi, demiştir.

c- Ebû Ubeyd'in ifadesine göre istiva kelimesi, ***** mânasındadır. Allah bir yere suud etmekten münezzeh olduğundan, bu da reddedilmiştir.

d- İsmail ed-Darir, «T e f s i r»inde bu âyete ***** takdiriyle mâna vermiştir. Buna göre mâna; Allah, arş seviyesine çıktı, demek olur ki, bunun da iki yönden reddi gerekir:

aa- Âyetteki ***** kelimesi, ittifaken harf olduğu halde, müfessir bunu fiil mânasında almıştır. Halbuki fiil mânasında olsaydı, ***** «Firavn, yeryüzünde büyüklük tasladı..» (Kasas, 4.) âyetinde olduğu gibi, elif ile

yazılırdı.

bb- Müfessir, kurradan hiçbiri arş kelimesini merfu okumadığı halde, merfu okuyarak hataya düşmüştür.

e- Bir görüşe göre âyet, ***** cümlesiyle bitmekte, ***** cümlesi, ayrı bir âyet olmaktadır. Bu durumda âyetin nazmı ve ifade ettiği mânası değiştiğinden, bu görüş de reddedilmiştir. ***** «..sonra arşa istiva etti..» (A'raf, 54.) âyetinde ***** fiili, arş kelime­sinden ayrılmamıştır. Bu âyetin de reddedilen görüşü desteklediğini belirtmek isterim.

f- ***** «..sonra duman halinde olan göğe yönel­di.» (Fussilet, 11.) âyetinde olduğu gibi istivanın mânası, arşı yaratmayı kastetti ve ona yöneldi, şeklindedir. Bunu, Ferra, Eşari ve ilmi meânî ulemasından Bazıları söylemiştir. İsmail ed-Darir de bunu doğru kabul etmiştir.

***** fiilinin ***** harfi cem ile müteaddi oluşu, bu görüşün doğru olma­dığını gösterir. Şayet mâna dedikleri gibi olsaydı, ***** âyetinde ol­duğu gibi, ***** fiilinin ***** harfi cem ile müteaddi olması gerekirdi.

g- İbn-i Lebban şöyle der: Allah'a nisbet edilen istiva kelimesi, ***** «..adaleti ayakta tutarak..» (Âl-i İmrân, 18.) âyetinde olduğu gibi ***** adaletli oldu, mânasındadır. Allah'ın adli, istivasıdır. Bunun da mânası; ilahi hik­metin ölçüleri içinde, izzetinin gereği olarak, yarattığı herşeyde adalette ihsan­da bulunmuştur, demektir.

***** «..Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem..» (Mâide, 116.) âyetindeki nefis kelimesi de, müteşâbih kelimelerdendir. Bu âyetteki ikinci nefis kelimesi ile gayb murad edilerek, birinci nefis kelimesiyle uygunluk sağlanmıştır. Çünkü gayb, nefis gibi ma­hiyeti bilinmeyen bir gerçektir. ***** «..Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor..» (Âl-i İmrân, 28.) âyetindeki nefisten murad, vereceği cezadır. Aynı zamanda «zatı ilahi»si mânasına geldiği de söylenir.

Süheyli şöyle der: Nefis, zâid mânası olmaksızın, varlığın hakikatından ibarettir. Bu lafız bazan nefis ve nefaset mânasında kullanılır. Bu yüzden Allah'ın zatı mânasını da ifade eder.

İbn-i Lebban şöyle der: Ulema, bu kelimeyi birkaç şekilde tevil etmiştir. Bunlardan birisi, zat'tır. Bu mâna, lügat yönünden doğru olsa bile, zarfiyet ifade eden ***** harfi cerri ile müteaddi olduğundan, Allah'a göre muhaldir. Bir di­ğeri de, gaybdir. Yani; Sendeki sırrı ve gaybi bilmem demektir. Âyete veri­len bu mâna, sonundaki ***** «..çünkü gaybleri yalnız sen bilir­sin.» (Mâide, 116.) ifadesine uygun düşmektedir.

6. Bazı Müteşâbih Kelimeler

***** kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. Zatı İlahî mânasında kulla­nılmaktadır. İbn-i Lebban «..sırf Onun Cemalini dileyerek..» (En'am, 52.), ***** «Biz ancak Allah'ın yüzü (suyu) için yediriyoruz..» (İnsan, 9.), ***** «yalnız Rabbının rızasına ermek için verir.» (Leyi, 20.) âyetlerindeki vech kelimesinden halis niyet murad edildiğini söyler.

***** kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. Bu kelime, basar, veya id­rak kelimeleriyle tevil edilir.Bazı ulemanın bu kelimeyi mecâzi mânada kabul etmelerine karşılık, Bazıları hakiki mânasında kullanır. Bu kelimedeki mecâzilik, insan uzvuna ad olarak verilişindendir.

İbn-i Lebban şöyle der: Allah'a ayn kelimesinin nisbeti, gözle görülen âyetlerine verilen isimdir. Allahü teâlâ bunlarla Mü’minlere, Mü’minler de zatına nazar ederler. ***** «Onlara açıkça görünen âyetlerimiz gelin­ce..» (Neml, 13.) âyetindeki basar kelimesi, mecâzi yolla âyetlerine nisbet edil­miştir. Çünkü Allah'a nisbet edilen ayn kelimesinin mânası da budur. ***** «Doğrusu size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim (hakkı) görürse yararı kendisine, kim kör olursa zararı kendisinedir» (Enam, 104.) âyeti buna misaldir. ***** «Rabbînin hükmüne sabret, çünkü sen gözlerimizin önündesin.» (Tûr, 48.) âyetinin tak­diri: Sen âyetlerimizle bize, biz de sana onunla nazar ederiz. demektir. Bu âyetteki ayn kelimesinden âyetler murad edilmesi ***** «Muhakkak biziz, biz ki sana Kur’ân'ı peyderpey indirdik. O halde Rabbinin hükmüne sabret.» ifadesi ile sebeb gösterilmesi hususu, bunu açıkça teyit eder.

Nuh’un (aleyhisselâm) gemisi ile ilgili ***** «..gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.» (Kamer, 14.) âyetindeki ***** kelimesi, ***** «Haydi (geminin) içine binin, dediğini. Onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır..» (Hûd, 41.) âyetinin delaletiyle âyetlerimiz mânasındadır. ***** «..gözümün önünde büyüyesin diye..» (Tâhâ, 39.} âyetindeki ***** kelimesi, ***** «..onu denize (Nile bir sandık içinde) bırak..» (Kasas, 7.) âyetinin delaletiyle; annene vahyettiğim âyetlerimle, mânasındadır. Bazı ulema da âyetlerden muradın, Allah’ın Musa’yı (aleyhisselâm) koruması olduğunu söylemişlerdir.

***** kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. ***** «..iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?..» (Sâd, 75.), ***** «..Allah’ın eli onların elinin üstündedir..» (Fetih, 10.), «..ellerimizin yaptıklarından..» (Yâsin, 71.), ***** «...lütuf Allah'ın elindedir.» (Hadid, 29.) âyetlerindeki ***** kelimesi, Allah’ın kudreti şeklinde tevil edilmiştir.

Suheyli şöyle der: ***** kelimesi, aslında kelimesi gibi, mevsufun sıfatıdır. Bu yüzden Allahü teâlâ ***** «..kuvvetli ve basiretli kullarımız..» (Sâd, 45.) âyetinde olduğu gibi ***** kelimesini uzuvla değil ***** kelimesiyle birlikte methetmiştir. Çünkü âyetteki medih, kuvvet ve basirete işaret ettiği için cevhere değil, sıfata müteallaktır. Bu bakımdan Eş’ari; ***** kelimesi Kur’ân’da mevcut olan bir sıfattır. Bu kelimenin sıfat mânasında olması, kudret ve kuvvet mânasında olduğunu gösterir. Ancak ***** kelimesi, irade ve meşiyyet kelimeleri karşılığında, muhabbet kelimesinde olduğu gibi tahsis, kudret kelimesi ise umum ifade eder. Zira ***** kelimesinde bir üstünlük mevcuttur, der.

Begavî, Sâd sûresinin 75. âyetindeki ***** kelimesi; kudret ve kuvvet ve nimet mânası taşımadığına bir delil olarak tesniye şeklinde geldiğini, Allah’ın zati sıfatlarından iki sıfat olduğunu söyler. Mücahid, bu âyetteki ***** kelimesi, ***** «Ancak, yüce Rabbinin varlığı bakidir.» (Rahmân, 27.) âyetinde olduğu gibi sıla ve tekid ifade ettiğini söylediğinden Begavî, bu tefsirin zayıf olduğunu, ***** kelimesinin sıla olması halinde İblis’in 'Adem’i yarattığın gibi beni de yarattın’ diyebileceğini, aynı şekilde kudret ve nimet mânasına geldiği takdirde yaratılışta Hazret-i Adem’le İblis arasında bir üstünlük olamayacağını belirtir.

Bu konuda İbn-i Lebban şunları söyler: Hazret-i Adem’in yaratılışında ***** kelimesinin tesniye gelişindeki hikmeti ancak Allahü teâlâ’nın bileceğini fakat Kitabını iyice tetkik ettikten sonra vardığım kanaata göre, bu âyetteki tesniye olarak gelen ***** kelimesinin, Allah’ın lütüf sıfatı ile adl sıfatı yerine kaim olan kudret nurundan istiare olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Adem’i yaratırken lütuf ve adl sıfatlarını cemetmekle Adem’in değer ve üstünlüğünü belirttiğini anladım. Allah’ın fadl sıfatı; ***** «..gökler de sağ eline dürülmüştür..» (Zümer, 67.) âyetinde zikrettiği kuvvet ve kudretini temsil eden sağ el mânasındaki ***** kelimesidir.

***** kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. ***** «Baldırların açılacağı gün..» (Kalem, 42.) âyetinde ***** kelimesi, harb bütün şiddetiyle başladı, mânasına gelen ***** cümlesinde olduğu gibi, şiddet ve büyük sıkıntı mânasındadır.

Hâkim «M ü s t e d r e k»inde, İkrime tarikıyle ***** âyeti hakkında sorulan suale İbn-i Abbâs’ın şöyle dediğini nakleder: Kur’ân’da mânası kapalı olan bir âyetle karşılaştığınızda bunu şiirde arayınız. Zira şiir, Arab’ın divanıdır. Şâirin şu beytini işitmedin mi?

*****

*****

Ey Anak, sabırlı ol; çünkü o, bitip tükenmeyen kötülüklerdir; bu boyunları vurma işinde bana yol gösterici senin kavmin olmuştur. (Yani bu çığırı onlar açmıştır.)

Harp bütün şiddetiyle başımıza koptu...

İbn-i Abbâs, buradaki ***** kelimesini, harbin müsibet ve şiddeti olarak açıklar.

***** kelimesi de müteşâbihattandır. ***** «..Allah’a karşı kusur işlediğimden..» (Zümer, 56.) âyetindeki bu kelime Allah’a itaat ve kulluk mânasındadır. Zira tefrit, Allah’a itaat ve kullukta vaki olur, bilinen «yan» mânasına gelen kelimeyle kullanılmaz.

***** kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. ***** «..Ben yakınım.» (Bakara, 186.), ***** «Biz ona şah damarından daha yakınız..» (Kâf, 16.) âyetlerindeki yakınlık, bir şeyi bilme yakınlığıdır.

***** kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. ***** «O kullarının üstünde tam hakimdir..» (En’am, 18.), ***** «Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar..» (Nahl, 50.) âyetlerindeki fevkaniyet, bir cihet ifade etmeksizin yükseklik mânasındadır. ***** «..elbette biz onları ezecek güçteyiz..» (A’raf, 127.) âyetindeki Firavn’ın sözüyle, mekan yüksekliği kastetmediği açıkça ortadadır.

***** ve ***** fiilleri de müteşâbihtendir. ***** «..Rabbin geldiği zaman..» (Fecr, 22.), ***** «..yahut Rabbinin gelmesini..» (En’am, 158.) âyetlerindeki gelme, ilahi emrin gelmesi mânasındadır. Bu emri getiren de, melek demektir. Çünkü ***** «..onlar O’nun emriyle hareket ederler..»

(Enbiya, 27.) âyetinde buyurduğu gibi melek, Allah'ın emri ve izni ile amel eder. ***** «..Sen ve Rabbin gidin savaşın..» (Mâide, 24.) âyetindeki ***** fiili, Rabbinin tevfiki ve kuvvetiyle git, mânasındadır.

***** «..(O) onları sever, onlar da Onu severler..» (Mâide, 54.), ***** «Bana uyun ki Allah da sizi sevsin..» (Âl-i İmrân, 31.) âyetlerindeki sevgi, ***** «..Allah onlara gazab etmiş.» (Fetih, 6.) âyetindeki gazap, ***** «..Allah onlardan razıdır..» (Mâide, 119.) âyetindeki rıza, ***** «..hayran kaldın..» (Sâffât, 12.) ve ***** «Eğer şaşacaksan onların şu sözüne şaşmak lazım..» (Ra’d, 5.) âyetlerindeki taaccüb ve birçok âyette rahmet sıfatları da, müteşâbih kelimelerdendir. Ulema, lafız itibarıyla Allah’a isnadı mümkün olmayan her sıfatın, uygun mânaları ile tefsir edilmesi görüşündedir.

Fahreddin Razi bu konuda şöyle der: Rahmet, ferahlık, sürur, gadap, haya, hile ve istihza gibi nefsani arazlar, bir başlangıç ve gayeye dayanır. Mesela; gadabın başlangıcı, kan deveranının artması, gayesi, gadap edilene zararın ulaşmasıdır. Haya bu kabildendir. Başlangıcı, nefiste meydana gelen bir çöküş, gayesi de, fiilin terkidir. Bu mânada Allah hakkındaki haya, nefsin çöküşü değil fiilin terkidir.

Huseyn b . Fadl şöyle der: Allah'ın taaccübü, yapılan işin kötülüğü veya yüceliğini belirtmektir. Cüneyd’e: ***** «Eğer şaşacaksan onların şu sözüne şaşmak lazım..» âyetinin mânası sorulduğunda; Allah bir şeye taaccüp etmez. Fakat bu âyette görüldüğü gibi Resûlünün taaccübünü uygun bulmuştur. Yani bu, aynen taaccüb gibidir, demiştir.

***** lâfzı da müteşâbih kelimelerdendir. ***** «Rabbinin indinde..» (A’raf, 206.), ***** «..kendi katından..» (Mâide, 52.) âyetlerindeki ***** lâfzının mânası, mümkün kılma, yükselme ve yaklaşmaya işaret etmektir. ***** «..Nerede olursanız, o sizinle beraberdir..» (Hadid, 4.) âyetindeki lâfzından, ilmiyle beraberliği kastedilmektedir.

***** «O, göklerde de, yerde de tek Allah’tır, gizlinizi de .. bilir..» (En’am, 3.) âyeti hakkında Beyhaki şöyle der: Âyetin doğru olan mânası ***** «yer ve gök halkının idarecisi yalnız O’dur..» (Zuhruf, 84.) âyetinde olduğu gibi, yerde ve gökte sözü tutulacak olan yalnız O’dur, mânasındadır. Eşari; bu âyetteki zarf, ***** fiiline müteallıktır. Yani; yerde ve göklerde olanı bilen, mânasındadır, der.

***** «Ey iki toplum, sizin hesabınızı görmek için de boş zamanımız olacaktır..» (Rahmân, 31.) âyetinin mânası, cezanızı vereceğiz, demektir.

İbn-i Lebban şöyle der: ***** «Şüphesiz Rabbinin yakalayışı şiddetlidir.» (Burûc, 12.) âyetindeki ***** kelimesi, müteşâbih kelimelerden değildir. Zira kelimeyi Allah, ***** âyeti ile tefsir etmiş, ***** kelimesiyle, yaratıklarını meydana getirme ve iade etme gibi hususlarda, her türlü tasarrufu elinde tuttuğuna işaret buyurmuştur.

7. Hurûfu Mukattaa Müteşâbih Ayetlerdendir

Muhtar olan kavle göre hurûfu mukattaa, müteşâbih âyetlerdendir. Bunlar, mânasını ancak Allahü teâlâ'nın bildiği sırlardır. İbn-i Münzir ve diğer ulema, fevatihu suver hakkında sorulan bir suale, Şabi’nin şöyle dediğini rivâyet eder: Her Kitab’ın bir sırrı vardır, Kur’ân’ın sırrı da fevatihi suverdir.

Bazı ulema, bu harflere mâna vermeğe çalışmışlardır. İbn-i Ebî Hâtim, Ebû’d-Duha tarikı ile İbn-i Abbâs’ın ***** şeklinde mâna verdiğini rivâyet eder. İbn-i Ebî Hâtim, Said b. Cubeyr tarikıyle İbn-i Abbâs’ın, harflerinin, birer mukattaa isim olduğuna dair sözünü rivâyet eder. Yine İbn-i Ebî Hâtim, İkrime tarikı ile İbn-i Abbâs’ın ***** ve ***** harflerinin ***** daki harflerinin dağınık şekli olduğuna dair sözünü rivâyet eder.

Ebû’ş-Şeyh Muhammed b. Ka’bi’l-Kurazi’nin ***** harflerinin ***** dan geldiğine dair sözünü rivâyet eder. Ebû’ş-Şeyh gene aynı şahıstan ***** daki elifin Allah, mim’in Rahmân, sâd harfinin de Samed’den geldiğine dair sözünü rivâyet eder. Dahhak’dan yaptığı bir rivâyette ise, ***** ın; ***** mânasına geldiğini söyler. Bir rivâyete göre ***** el-Musavvir mânasına, ***** mânasına geldiğini Kirmânî «e l - G a r i b» adlı eserinde nakleder.

Hâkim ve diğer hadis uleması ***** harfleri hakkında, Said b. Cubeyr tarikıyle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet ederler: Kef harfi ***** e, he harfi ***** ne, ye harfi ***** e, ayn harfi ***** e, sad harfi ***** sıfatına delalet eder. Hâkim, bir başka rivâyetinde Said b. Cubeyr tarikı ile İbn-i Abbâs'ın ***** harflerine, ***** mânasını verdiğini nakleder.

İbn-i Ebî Hâtim, Suddi tarikı ile Ebû Mâlik ve Ebû Salih’in İbn-i Abbâs’dan, Murre’nin de İbn-i Mesûd ve bazı Sahâbeden ***** harfleri hakkında şöyle dediklerini rivâyet eder: Bu harfler, mukattaa harfleridir. Kef harfi ***** den, he harfi ***** dan, ye ve ayn harfleri ***** den alınmıştır. İbn-i Ebî Hâtim, benzer bir rivâyeti, Muhammed b. Ka’b’dan yapmış, ancak Muhammed b. Ka’b, sad harfinin ***** den alındığını söylemiştir.

Said b. Mansur ve İbn-i Merdeveyh, başka bir tarikle Said b. Cubeyr, İbn-i Abbâs'ın ***** harfleri hakkında şöyle dediğini nakletmişlerdir:

İbn-i Merdeveyh, Kelbi tarikıyle Ebû Salih’den İbn-i Abbâs'ın ***** harfleri hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Kef harfi ***** , he harfi ***** , ayn harfi ***** , sad harfi ***** mânasındadır. İbn-i Merdeveyh, Yûsuf b. Atıyye’nin şöyle dediğini rivâyet eder: Kelbi’ye ***** harflerinin mânası sorulduğunda Ebû Salih, Hazret-i Aişe ve Resûlüllah’dan yaptığı rivâyete dayanarak şöyle demiştir: ***** mânasındadır.

İbn-i Ebî Hâtim, İkrime’nin ***** hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Bunlar, mânasındadır.

İbn-i Ebî Hâtim, Muhammed b. Ka’b'ın ***** harfleri hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Ta harfi, ***** mânasındadır. İbn-i Ebî Hâtim, Muhammed b. Ka’b'ın harfleri hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: ***** harfi ***** harfi ***** harfi mânasındadır. İbn-i Ebî Hâtim, Said b. Cubeyr’in hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: ***** harfi *****, ***** harfi ***** den alınmıştır. Muhammed b. Ka’b’den yaptığı rivâyette hakkında şöyle dediğini nakleder: ***** ve ***** harfleri ***** dan, ayn harfi ***** den, sin harfi ***** den, kaf harfi ***** den alınmıştır.

İbn-i Ebî Hâtim, Mücahid’den yaptığı rivâyette şöyle dediğini nakleder:

Fevatihi suver’in hepsi kelimelerden alınmış heca harfleridir. Salim b. Abdillah'dan yaptığı rivâyette ise, ***** ve benzeri harfler hakkında şöyle dediğini nakleder: Bunlar, ayrı ayrı harfler halinde Allah'ın ismidir. Suddi’den yaptığı rivâyette şöyle dediğini nakleder: Fevatihi suver, Allah'ın isimlerinden, Kur’ân'da dağınık vaziyetteki harfler şeklinde birer isimdir.

Kirmânî; kaf harfinin Allah'ın Kadîr ve Kâhir isminden alınmış bir harf olduğunu söyler. Nun harfi ise, Allah'ın Nur ve Nâsır isimlerinin ilk harfi olduğu söylenir.

Bu rivâyetlerin hepsi hurûfu mukattaa olarak bir noktada toplanmaktadır. Bunların her biri, Allah Taâlâ'nın isimlerinden alınmış birer harftir. Arabçada, kelimenin herhangi bir harfiyle tamamını ifade etmek, adet halini almıştır. Mesela şâirin:

***** O kadına dur, dedim. Kadın işte durdum, dedi. sözündeki ***** harfi ***** yerinde kullanılmıştır.

*****

İyiliğe iyilikle mukabele edilir; kötülüğe de kötülükle mukabele edilir. Ben kötülük yapmak istemem, sen istersen başka.. beytinde şâir, ***** demek istemiştir.

*****

Onlara şöyle seslendi: Hayvanlarınızı eğerleyip binmez misiniz? Onlar da birbirlerine şöyle dediler: Evet binmez misiniz? beytinde ise, ***** demek istemiştir.

Zeccâc bu sözü tercih etmiş, şöyle demiştir: Araplar kelimenin bir harfini telaffuz ettiğinde, bununla kelimenin tamamını telaffuz etmiş olurlar. İbn-i Atiyye’ye göre bu harfler, nasıl meydana geldiğini bilemediğimiz ismi âzamdır.

İbn-i Cerîr, sahih bir senedle İbn-i Mesûd’un şöyle dediğini rivâyet eder: Bu harfler, Allah'ın ismi âzamıdır. İbn-i Ebî Hâtim, Suddi tarikıyle kendisine İbn-i Abbâs’dan ulaşan rivâyete göre, şöyle dediğini nakleder: ***** , Allah'ın ismi azamından bir isimdir.

İbn-i Cerîr ve diğer ulema, Ali b. Ebî Talha tarikıyle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet ederler: ***** ve benzeri harfler, Allah'ın kendileriyle yemin ettiği ve isimlerinden biri olan harflerdir. Bu sözün, üçüncü bir kavil olması uygundur. Yani bunların hepsi, Allah’a ait isimlerdir. Bu durumda, birinci ve ikinci kaviller de aynı mânadadır. İbn-i Atiyye ve diğer ulema, İbn-i Mesûd’dan gelen kavli benimsemişlerdir. İbn-i Mâce’nin, Nâfi b. Ebî Nuaym tarikı ile Hazret-i Ali’nin kızı Fâtıma’dan, o da, babası Ali’den naklen Hazret-i Ali’nin: ***** beni bağışla, şeklindeki sözü bunu teyit ettiği gibi, İbn-i Ebî Hâtim'in Rabi b. Enes’den ***** hakkında söylediği: ***** Ey kendisi mükafaat verip başkası tarafından mukafatlandırılmayan Allahım, sözü de bunu teyid etmektedir.

İbn-i Ebî Hâtim, Eşheb'in şöyle dediğini rivâyet eder: Mâlik Enes’e, bir kimseye Yâsin adı verilmesi doğru mudur, diye sordum. O da ***** âyetine göre doğru olacağını sanmıyorum, cevabını verdi. Sanki bu âyetle Allahü teâlâ: Bu isim, zatıma ait bir isimdir, demiştir.

Abdurrazzak'ın Katade’den rivâyet ettiğine göre bu harfler, el-Furkan ve ez-Zikr gibi Kur’ân'ın isimlerindendir. İbn-i Ebî Hâtim bunun: Kur’ân’da mevcut her heca harfi, Kur’ân'ın isimlerinden biridir, şeklinde rivâyet etmiştir.

Maferdi’nin Zeyd b. Eslem’den naklettiğine göre bu harfler, sûrelerin adıdır. Zemahşerî bu rivâyeti, daha çok kimselere nisbet etmiştir.

Araplar kasidelerinin başında ***** veya ***** dedikleri gibi, bu harflerin sûrelerin başlangıcı olduğu söylenir.

İbn-i Cerîr, Sevri tarikı ile İbn-i Ebî Necih’den Mücahid’in şöyle dediğini rivâyet eder: ***** ve benzeri harfler, Allah'ın sûrelere başlangıç yaptığı harflerdir.

Ebû’ş-Şeyh, İbn-i Cureyc tarikı ile Mücahid’in : ***** gibi harfler hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Bunlar, Allah'ın sûrelere başlangıç yaptığı harflerdir. Ebû’ş-Şeyh İbn-i Cureyc’e; Mücahid bu harflerin bir isim olduğunu söylemiş miydi? diye sorunca, hayır söylememişti, cevabını vermiştir. Bu harflerin, ümmeti Muhammed’in yeryüzünde kalacağı müddeti ifade eden ebced hesabı olduğu da söylenir.

İbn-i İshak, Kelbi’den, o Ebû Salih’den, o da İbn-i Abbâs ve Câbir b. Abdullah’dan naklen Câbir’in şöyle dediğini rivâyet eder: Yâsir b. Ahtab, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) le birlikte, bir grup Yahudi cemaatı arasından geçerken Resûlüllah, Bakara sûresinin ***** «Elif, Lam, Mim işte o kitap, kendisinde hiç şüphe yoktur.» âyetini okudu. Yâsir’in kardeşi Huyey b. Ahtab, Yahudi cemaatına gelerek: Duydunuz mu? Yemin ederim ki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine nâzil olan ***** âyetini okudu. Onlar: Gerçekten bu âyeti duydun mu deyince, evet duydum, cevabını verdi. Huyey, yanındaki Yahudilerle birlikte Resûlüllah’a gelerek: Size ***** âyeti nâzil oldu mu, diye sordular. Bunun üzerine Resûlüllah evet, nâzil oldu, deyince onlar: Allah sizden önce gönderdiği peygamberlere, peygamberlik müddeti ile ümmetinin müddetini belirttiğini duymadık. Âyetteki elif bir’e, lam otuza, mim de kırka tekabül ettiğinden bunların toplamı yetmiş bir sene yapar. Peygamberlik müddeti ve ümmetinin ömrü sadece 71 sene olan bir peygamberin dinini kabul edelim mi, yoksa, bir başka müddete işaret eden benzeri âyet var mıdır diye sordular. Resûlüllah; evet, ***** âyeti vardır. Onlar; bu öncekinden daha uzundur. Elif 1 e, lam 30 a, mim 40 a, sad ise 90 a tekabül eder ki toplam 161 sene eder dediler. Daha başka var mıdır diye sorduklarında; evet ***** vardır, cevabını verdiler. Onlar; bu müddet öncekinden daha uzundur. Elif 1 e, lam 30 a, ra 200 e tekabül eder ki toplamı 231 sene yapar dediler. Daha başka var mı diye sorduklarında; evet ***** vardır, cevabını verdi. Onlar; bu müddet, diğerinden daha uzundur. Elif 1 e, lam 30 a, mim 40 a, ra da 200 e tekabül eder ki toplamı 271 sene yapar, dediler. Deyecek bir şey bulamayınca; durumunuz bize biraz karışık geldi, size verilen müddetin az mı çok mu olduğunu bilemeyiz. Bu söz üzerine Huyey, haydi gidelim, deyince Yâsir, kardeşi ve yanındakilere: Durun bakalım, ne biliyorsunuz? Belki bu müddetin hepsi de Muhammed’e verilmiş olamaz mı? Ayrı ayrı hesap ettiğiniz bu müddetin tamamı 734 sene yapar, deyince onlar; Muhammed’in peygamberlik müddeti bize pek açık görünmedi, dediler. Bunun üzerine Yahudiler: ***** «Kitab’ı sana o indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir, bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihdir.» (Âl-i İmrân, 7.) âyetinin tamamı kendi hakların da nâzil oldu zannettiler.

İbn-i Cerîr bu rivâyeti, aynı tarikle nakletmiştir. İbn-i Münzir de bunu, başka bir tarikle İbn-i Cureyc’den mu’dil olarak rivâyet etmiştir.

İbn-i Cerîr ve İbn-i Ebî Hâtim, ***** hakkında Ebû’l-Âliyye’nin şöyle dediğini naklederler: 29 harften biri olan bu üç harf, Allahü teâlâ’nın isimlerinin, nimet ve belalarının, milletlerin müddetini belirleyen kelimelerin ilk harfleridir. Elif harfi Allah isminin, lem harfi latif sıfatının, mim harfi Mecid sıfatının ilk harfi olduğu gibi, elif harfi ***** kelimesinin, lem ***** kelimesinin, mim de ***** kelimesi­nin ilk harfleridir. Aynı şekilde elif bir sene, lem 30 sene, mim 40 seneye teka­bül eder.

HuveyyiBazı ulema ***** «Elif, lam, mim, Rumlar yenildi.» âye­tinden, Beyti Makdis'in 583 yılında Müslümanlar tarafından fethedileceğini söy­lemişler ve dedikleri gibi de olmuştur, der.

Suheyli; sûre evvelinde bulunan harflerin mükerrer olanlarının hazfinden sonraki sayısı, bu ümmetin beka müddetine işaret ettiğini söyler.

İbn-i Hacer şöyle der: Bu görüş batıldır, itimada şayan değildir. İbn-i Abbâs'dan sahih olarak rivâyet edildiğine göre, ebced hesabını kesinlikle red­detmiş, bunun sihir kabilinden olduğuna işaret buyurmuştur. İbn-i Abbâs'ın bu sözü gerçekten doğrudur, çünkü İslamiyette bunun yeri yoktur.

«F e v a i d u' r - R i h l e» adlı eserinde Kadı Ebû b. Arabi şöyle der: Sûre başlarındaki hurûfu mukattaa'dan ebced hesabına göre mâna çıkarmak, batıldır. Bu harflerle ilgili 20 den fazla görüş tesbit ettim. Bu görüş sahiplerinin, hiçbirinin kesin bir ifade kullandığına, bunları tam mânası ile anlayana rastlamadım. Bu hususta diyeceğim şudur ki; şayet Arablar bu harflerin, aralarında de­vamlı kullandıkları böyle bir özelliği olduğunu bilselerdi, Resûlüllah'a ilk karşı gelen kendileri olurdu. Halbuki Resûlüllah onlara ***** ve ***** gibi harfleri okudu­ğunda, hiçbiri buna karşı çıkmadılar. Hazret-i Peygamberi zillete düşürme, risaletine karşı gelme gayreti içinde olmalarına rağmen, bu harflerin fesahat ve belâgatini kabul edip, teslimiyetlerini ifade ettiler. Bu da gösteriyor ki hurûfu mukattaanın ebced hesabını ifade etmediği kesinlikle biliniyordu.

Bu harflerin nida mânasında tenbih harfleri olduğu söylenmiştir. İbn-i Atıyye bunun, sûre başlarında bulunan harfler olduğu kavline ters düştüğünü, ancak nida mânasında kullanılmalarının daha doğru olduğunu belirtir.

Ebû Ubeyde; ***** in, söze başlama harfleri olduğunu söyler. Huveyyi ise, bu harflerin tenbih harfleri olduğu görüşüne katılarak şöyle der: Kur’ân, yüce bir kelamdır, faydaları da yücedir. Böyle bir kelamın son derece dikkatli olan bir kimseye okunması gerekir: Resûlüllah'ın bazı hallerde beşeri meşguliyetle­ri sırasında dalgın olduğunu bilen Allahü teâlâ, Resûlünü uyarmak, Cebrâîl'in gelişini haber vermek için Cebrâîl'e ***** gibi harflerle hitapda bulun­masını emreder. Böylece Resûl, vahyi ciddiyetle telakkiye hazırlanır. Tenbih maksadıyla, âyetlerin nüzûlü arasında ***** ve ***** gibi kelimeler kullanmaz. Çünkü bunlar, insanlar arasında yaygın olan kelimelerdir. Halbuki Kur’ân, beşer kela­mına benzemeyen bir kelamdır. Bu yüzden Cenabı Hak, Resûlün dikkatini daha fazla çekmek için, insan kelamında meşhur olmayan tenbih kelimelerini kullan­mayı uygun bulmuştur.

Araplar, Kur’ân okunurken kulak vermek istemezlerdi. Cenabı Hak, bu bedi' kelamı indirerek onların dikkatini çekmiş, dinlemelerini sağlamıştır. Ten­bih ifadesi taşıyan bu kelamı dinlemeleri, müteakip âyetleri dinlemeye, kalple­rinin incelip yumuşamasına sebeb olmuştur.

Bazı ulema bu harfleri müstakil birer kelam saymışlarsa da, gerçek bu­nun aksinedir. Doğru olan bu harflerin, sözün tamamı değil, bir parçası olduğudur. Çünkü tam bir mâna ifade etmemektedirler.

Bu harfler Kur’ân'ın; ***** harflerden teşekkül ettiğini gösterir. Kur’ân'da bu harflerin Bazıları kesik (mukattaa)Bazıları da bir arada kullanılmıştır. Bu durum, Arapların, Kur’ân'ı bildikleri harflerden müteşekkil bir dil ile nâzil olduğunu gösterir. Kur’ân'ın bu özelliği kendilerini zor durumda bı­rakmış, benzerini getirmedeki acizliklerini göstermiştir. Bunu kavradıktan sonra Kur’ân'ın bildikleri harflerle indiğini, konuştukları dilin bu harflerden meydana geldiğini anlamışlardır.

Bu harflerin Kur’ân'da yer almasının gayesi, kelamın bu harflerden mey­dana geldiğini göstermektedir. Mukattaa harfleri, Arap alfabesinin yarısı olan on dört harftir. Her harf grubunun da yarısıdır. Mesela; boğaz harflerinden ***** ve *****, damak harflerinden ***** ve *****, dudak harflerinden *****mehmuse harflerinden *****şiddet olan harflerden; *****mutbaka harflerden ***** ve *****mechure harflerden; ***** ve *****, münfetiha harflerden; ***** ve *****, mustaliye harflerden; ***** ve *****, munhafide harflerden; ***** ve *****kalkale harflerinden ***** ve ***** harfleri bunlardandır. Allahü teâlâ bu harfleri; birer, ikişer, üçer, dörder ve beşer harf olarak zikretmiştir. Kelamın terkibi de, beşden fazla olmamak üzere bu şekildedir.

Allahü teâlâ bu harfleri ehli Kitaba bir delil yapmış, peygamberine, sûre­lerin başında, hurûfu mukattaa bulunan bir Kitap indireceğini bildirmiştir.

Sûre başlarında bulunan hurûfu mukattaa hakkında, bazı kaynaklardan topladığım kaviller bunlardır. Başka eserlerde, farklı kaviller mevcuttur.

Tâhâ ve Yâsin kelimelerinin, muarrab kelimeler bahsinde geçtiği gibi, ***** veya ***** mânasına geldiği söylenir. Bu iki kelimenin, Pey­gamberin isimlerinden olduğu söylenir. Kirmânî, «e l - G a r i b» adlı eserinde bunu, nun'un fethiyle ***** şeklindeki kırâat ile ***** kavlinin de bunu takviye ettiğini söyler. Tâhâ kelimesinin ***** ayağını yere bas, veya ***** mutma­in ol mânasına geldiği söylenir. Bu durum ***** harfi emir fiili, ***** harfi de meful, sekte veya hemzeden ibdal edilmiş bir harf olur.

Kirmânî, «e l - G a r a i b» adlı eserinde şöyle der: İbn-i Ebî Hâtim, Said b. Cubeyr tariki ile İbn-i Abbâs'ın Tâhâ kelimesine ***** mânası veya ***** mânası verdiğini rivâyet eder. Tâ harfi 9, ne harfi 5 e tekabül ettiğine göre, toplam 14 yapar ki bu da ayın on dördüncü gününe verilen bedr adına tekabül eder. Yasin kelimesinin ***** sad harfi ise ***** veya ***** mânasına geldiği söylenir.

Ayrıca sad harfi, ***** Ey Muhammed, işlerini Kur’ân'a göre düzenle, demektir. ***** kelimesi, ***** masdarından emirdir. el-Huseyn'den rivâyet edildiğine göre ***** in mânası ***** Kur’ân'a bak demektir. Sufyan b. Huseyn el-Hasen'in bunu, ***** şeklinde okuduğunu ***** Kur’ân'la karşılaştır. Mânasına geldiğini rivâyet eder. Sad'ın, üzerinde Allah'ın arşı bulunan bir deniz veya ölüleri dirilttiği bir deniz adı olduğu söyle­nir. Bir rivâyete göre de mânası; ey Muhammed, kulların kalplerine hitabet, de­mektir. Bunların hepsini Kirmânî rivâyet etmiştir.

Abdurrazzak'ın Mücahid'den rivâyet ettiğine göre ***** in mânası, ***** «göğüsünü yarmadık mı?» demektir. ***** ise Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem)in adı­dır. ***** var olan herşey, mânasında olduğu söylenir, ***** ın Kaf dağı olduğu, ***** ın ise yeryüzünü kaplayan dağ olduğu rivâyet edilir. Ayrıca Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kalbinin kuvvetli olduğuna yemin ederim, mânasına da geldiği söylenir. ***** âyetinin tamamını ifade eden ***** harfidir. Dendi ki bunun mâ­nası: Ey Muhammed, risaletini ifada ve emrolunduğunu yerine getirmekte sabırlı ol, demektir. Bunu Kirmânî nakleder.

***** harfi, büyük balık demektir. Taberânî, İbn-i Abbâs'dan merfuan rivâyet ettiğine göre; Allahü teâlâ ilk olarak kalem ile balığı yaratmış, ona yaz emrini vermiştir. Kalem, ne yazayım, deyince, kıyamete kadar kainatta olacak şeyleri yaz diye Allah'dan emir almıştır. İbn-i Abbâs, ***** âyetini okumuş, ***** un bü­yük balık, kaf'ın da kalem olduğunu söylemiştir. Bunun, levhi mahfuz olduğu da söylenir. Bu rivâyeti İbn-i Cerîr de, Mursel b. Kurra'dan merfu olarak nakletmiştir.

el-Hasen ve Katade'den rivâyet edildiğine göre kalem, hokka mânasın­dadır. İbn-i Kuteybe «G a r i b u' l - K u r' a n» adlı eserinde bunun, mürekkep mânasında olduğunu söyler. Kirmânî, Cahiz'dan naklettiğine göre bu kelimenin kalem mânasına geldiğini belirtir. İbn-i Asakir «M u b h e m a t» adlı eserinde bu kelimenin, Resûlün isimlerinden biri olduğunu söyler. İbn-i Cinni «e l - M u h t e s e b» adlı eserinde İbn-i Abbâs'ın ayn harfini çıkararak ***** şeklinde okuduğunu, sin harfinin, meydana gelen her fırka, kaf harfinin, meydana gelen her cemaat olduğunu söyler.

İbn-i Cinni; İbn-i Abbâs'ın bu kıraati, hurûfu mukattaa'nın sûreler arasında fasıla olduğuna bir delildir. Şayet Allah'ın isimlerinden biri olsaydı, bunlardan bir harfin tahrifi caiz olmazdı. Tahrif edildiği takdirde, alem isim olmaması gerekirdi.

Çünkü alem isimler olduğu gibi korunur, herhangi bir harfi değiştirilemez, der. Kirmânî «e l - G a r â i b» adlı eserinde ***** «İnsanlar sanıyorlar mı..» âyetini tefsir ederken şöyle der: Ayetteki istifham elifi, bu ve diğer sûrelerdeki hurûfu mukattaa'nın, kendisinden sonra gelen âyetle ilgisi bulunmadığını gösterir, der.

8. Muhkem ve Müteşâbihle İlgili Meseleler

Bazı ulema; muhkem'in müteşâbihe göre üstünlüğü olup olmadığı konu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Üstünlüğü olmadığı söylenecek olursa ulemanın icmaına ters düşer; üstün olduğu söylenecek olursa, Allah kelamının bir bütün oldu­ğu, her âyetin bir hikmete göre indiği esasına ters düşer.

Ebû Abdillah el-Bekrabazi bu konuda şu cevabı verir: Muhkem, bir bakı­ma müteşâbihe benzer, bir bakıma da muhalif düşer. Her ikisinin de delil ola­rak kullanılması ancak Allah'ın bu âyeti indirmedeki hikmetinin bilinmesiyle mümkün olur. Çünkü Allahü teâlâ, kabih olanı seçmez. Ayrıldıkları nokta, muh­kemin lügat bakımından ancak bir mânaya gelmiş olmasıdır. Herkes muhkem âyetle, üzerinde düşünmeden istidlale gidilebilir. Fakat müteşâbih âyette, muh­temel mânalardan uygun olanı seçmek için tefekküre muhtaçtır. Muhkem âyet­ler, diğerine nazaran esası teşkil eder. Esası teşkil eden ilmin, bir önceliği var­dır. Muhkem, tafsilatlı olarak bilinirken müteşâbih, mücmel olarak bilinir.

Bu konuda tevcih edilen diğer bir soru da şudur: Kullarına beyan ve hi­dayeti murad eden Allah'ın, müteşâbih âyetleri indirmedeki hikmeti nedir? so­rusuna, hikmetini bilme imkanı olan müteşâbih âyetler şu faydaları sağlar, şek­linde cevap verilebilir:

Birincisi: Müteşâbihin kapalı yönlerini ortaya çıkaracak ulemayı tefekküre, inceliklerini araştırmaya teşviktir. Çünkü müteşâbih âyetlerin mânasını kavra­maya çalışmak, ibadetin en yücesidir.

İkincisi: Ulema arasında ilmi üstünlük ve derece farkını ortaya çıkmasıdır. Şayet Kur’ân'ın tamamı muhkem olsaydı, tefekkür ve tefsire ihtiyaç duyulmaz, herkes aynı seviyede olurdu. Alimin, alim olmayana üstünlüğü ortaya çıkmazdı.

Hikmetini bilme imkanı olmayan âyetlerin de bazı faydaları vardır. Bu faydalardan biri şudur: Bu âyetler üzerinde durmakla insan imtihan edilir, acizli­ği karşısında kavrayamadığı mânayı Allah'a bırakarak teslim olur, kendisiyle amel edilmeyen, delil olarak kullanılmayan mensûh âyetler gibi, tilâvetiyle iştigal ederek ibadette bulunur. Konuştukları dille nâzil olan müteşâbih âyetlerin mâ­nasını, fesahat ve belâgat erbabı olmalarına rağmen anlamaktan aciz kalmaları, bu âyetlerin Allah katından indiğini, bu yüzden mânasını kavrayamadıklarını gösterir.

Fahruddin Razi bu konuda şöyle der: Kur’ân-ı Kerimdeki müteşâbih âyetlerden dolayı bazı dinsizler Kur’ân'a dil uzatmışlar ve şöyle demişlerdir: Di­yorsunuz ki insanların kıyamete kadar yapmakla mükellef olduğu işler, bu Kur’ân'a bağlıdır. Halbuki biz, her mezhebin kendine hâs bir itikadı olduğunu müşa­hede ediyoruz. Mesela, Cebriyye mezhebinden olanlar ***** «..fakat biz onu anlamalarına engel olmak için kalblerin üstüne örtüler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk..» (En'am, 25.) âyetinde olduğu gibi cebir ifade eden âyetlere dayanırlar. Kaderiyye ise bunları küfürle itham ederek Allah'ın bu düşüncede olanları zemmettiği (Fussilet, 5.) âyet ***** «Dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık, bizimle se­nin aranda anlaşmamıza engel vardır..» ile ***** kalplerimiz per­delidir..» (Bakara, 88.) âyetlerini delil getirirler. Ru'yetullahı inkâr edenler, ***** «..gözler Onu göremez..» âyetini, Allah'a cihet izafe edenler ***** «..üstlerinde olan Rablerinden korkarlar..» (Nahl, 50.), ***** «O Rahmân, arşa istiva etmiştir.» (Tâhâ, 5.) âyetlerini delil gösterirler. Bu mezheplerin her biri, görüşlerine uygun düşen âyetlere muhkem, muhalif olan âyetlere de müteşâbih âyet adını verirler.

Âyetler arasında tercihte bulunanlar, zayıf ve kapalı ifadelere dayanırlar. Kıyamete kadar dini meselelerde müracaat kaynağı olan Kur’ân'ı Kerim, Allah'­ın böyle yapması nasıl izah edilir?

Ulema, Kur’ân'da müteşâbih âyetlerin bulunmasında bir takım faydalar olduğunu belirtmişlerdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

a- Allah'ın murad ettiği mânayı kavramak, fazlasıyla meşakkati gerekti­rir. Buna karşılık sevap da artar.

b- Şayet Kur’ân'ın tamamı muhkem olsaydı, ancak bir kelami mezhebin görüşüne uygun düşer, bu mezhebin dışındaki mezhepleri açıkça iptal etmiş olurdu. Bu durum, diğer kelami mezheb erbabını Kur’ân'ı kabulden, Onu oku­mak ve O'ndan istifade etmekten alıkoyardı. Kur’ân'da muhkem ve müteşâbih âyetler bulunmakla, her mezheb sahibi mezhebini tayin edecek, görüşlerini destekleyecek âyetleri bulma arzusuna kapılır. Bu yüzden, her mezheb erbabı Kur’ân'ı okur, mânası üzerinde ciddiyetle düşünür. Bu şekildeki gayretleri artın­ca, muhkem âyetlerin müteşâbih âyetleri tefsir etmek üzere nâzil olduğu orta­ya çıkar. Bu yolla, hatada olanlar hatadan kurtulacak, hakikati anlayacaklardır.

c- Kur’ân'da müteşâbih âyetlerin bulunması, ilmin tevile dayalı kalması ile âyetlerin birbirine tercih edilme mecburiyetini ortaya çıkarır. Bu tevil ve ter­cihler; lügat, nahiv, meânî, beyan ve usulü fıkıh gibi pek çok ilmin öğrenilmesini gerektirir. Şayet müteşâbih âyetler olmasaydı; bu ilimlerin tahsiline ihtiyaç duyulmazdı. Kur’ân'da müteşâbih âyetlerin bulunması, bu faydaları sağlamıştır.

d- Kur’ân'da, avam ve havassı hidayete davet eden âyetler mevcuttur. Avamdan olanların tabiatında umumiyetle hakikatleri idrak etmekten kaçınma mevcuttur. Avamdan biri, cismi olmayan, bir yer işgal etmeyen ve gözle görül­meyen bir varlığın mevcudiyetini ilk defa işittiğinde bunun mevcut olmadığını zanneder, yanlış düşünceye kapılır. Doğru olan; bu gibi kimselere tahayyül et­tikleri şeylere uygun bazı kelimelerle hitap edilmesidir. Bu şekilde hitap, ava­mın mânasını ilk bakışta kavrayamadığı âyetler müteşâbih, kendilerine bu mâ­nayı açıklayan âyetler de muhkem âyetlerdir.