İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | AKÂİD 2

 

2-4

Allah zâtının varlığı

I. Esas: Vücûd

Işığı aranan nurların en evlâsı, Kur'ân'ın irşad buyurduğu nûr'durBinaenaleyh Allah'ın beyanından sonra herhangi bir beyanın kıymeti yokturAllahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Biz yeryüzünü beşik, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizleri de çift çift yarattıkUykunuzu ise, bir dinlenme yaptıkGeceyi bir örtü, gündüzü ise geçim vakti kıldıkÜstünüze yedi sağlam gök bina ettikİçlerine pırıl pırıl parıldayan bir kandil astıkRüzgarların sıkıştırıp yoğunlaştırdığı bulutlardan, kendisiyle taneler, otlar, sarmaşdolaş bağlar bahçeler çıkaralım diye bol bol su indirdik. (Nebe/6-16)

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insana yarar şeyleri denizde götürüp getiren gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirerek ölümden sonra arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları her taraftan estirmesinde, yer ile gök arasında Allah'ın emrine tâbi bulutlarda akıl ve düşünce sâhibi olan bir topluluk için elbette ki Allah'ın kudret ve yüceliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır. (Bakara/164)

Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış? Ay'ı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de bir kandil. . . Allah sizi (babanız Adem'i) arzdan yaratıp meydana çıkardı. (Nûh/15-17)

(Ey inkârcılar!) Sizi, biz yarattık! Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi gördünüz mü (rahimlere döktüğünüz meniyi?) Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü ve biz dilediğimiz şeyi yerine getirmekten âciz de değilizKılıklarınızı değiştirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir surette yaratmaya da gücümüz yeterHerhalde ilk yaratılışınızı bildiniz; o halde düşünsenizeYa şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa biz miyiz bitiren? Dileseydik o ekini çerçöp haline getirirdik de şöyle gevelerdiniz: 'Doğrusu biz çok ziyandayız; büsbütün mahrumuz'Şimdi içtiğiniz suyu bana haber verin! Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa biz miyiz indiren? Dileseydik onu acı bir su yapardıkO halde (bu nimetlere karşı) Allah'a şükretseniz ya! Şimdi çıkıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin; onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan? Biz bu ateşi (cehennem ateşine) bir ibret ve sahradaki yolculara bir menfaat kıldıkO halde rabbini yüce ismiyle tesbih et! (Vâkıa/57-74)

Azıcık aklı olan bir insan, bu ayetlerin mânâsını düşünür, Allah'ın yer ve gökteki acaip ve garip yaratıklarına, hayvanlar ve bitkilerin yaratılışına azıcık göz gezdirirse, akılları şaşırtan bu emir ve sarsılmaz tertibi tedbir eden bir sâniin ve bu şekilde kuvvetli yaratan bir failin bulunması gerektiği kendisine gizli kalmazHatta herşey bu sâniin tesiri altında bulunduğunu ve O'nun isteğiyle hareket ettiğini haykıracaktırİşte bu sırra binâen Allahü teâlâ şöyle buyurmuyor mu?

Peygamberleri (onlara) şöyle demişti: 'Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'ın birliğinde şüphe edilir mi?' (İbrahim/10)

Zaten peygamberlerin (aleyhisselâm) , halkı Allah'ın birliğine dâvet etmek için gönderilmesinin hikmeti de budur. . .

Hazret-i Peygamberin "Halk 'lâ ilâhe illâllah' desin diye gönderildim" sözü de buna delâlet ederHalk hiçbir zaman 'Bizim bir, o âlemin de bir mabudu vardır' demekle emrolunmadıÇünkü Allah'ın bir oluşunun itirafı akim fıtratında yaratılmıştır ve doğumdan büyüyünceye kadar da devam etmektedirİnsanların bu itirafına işaret etmek için, Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:

Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, mutlaka 'Allah' diyeceklerDe ki: 'Allah'a hamdolsun!' Fakat onların çoğu (bu sualin kendilerini bağlayacağını) bilmezler. (Lokman/25)

(Ey Râsûlüm!) O halde sen yüzünü (eğriyi bırakıp doğruya giden) bir muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak dine, (yani) Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrata çevirAllah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmezİşte dosdoğru din budurFakat insanların çoğu bilmezler. (Rûm/30)

Binaenaleyh insanın yaratılışında ve Kur'ân'ın delillerinde Allah'ın birliğine ve varlığına dair o kadar yeterli delil vardır ki, başka bir delil armaya lüzum bırakmazFakat biz düşünce ve tefekkür sahibi âlimlere uyarak, daha kuvvetli olsun diye birtakım aklî deliller getirelim!

Akılların bedâhet derecesinde bildiği hakikatlerden birisi şudur: Hâdis (yoktan var edilen) bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtırKâinat hadistir (yoktan var edilmiştir) ve bu yüzden de var oluşunda bir sebebe, yani bir yar ediciye muhtaçtır.

'Hâdis bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır' sözümüze gelince, bu hüküm açıktırÇünkü her hâdis (sonradan var olan) bir vakitte var olmaya muhtaçtırO hadisin daha önce veya daha sonra var olması aklen caizdirBinaenaleyh muayyen bir vakitte var oluşu, o vakitten evvel veya sonra olmayışı, mecburî olarak, bir tahsis edici ve müdebbirin mevcudiyetini itiraf ettirir.

'Kâinat hadistir' hükmümüze gelince, bunun delili de şudur: Alemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan asla hâli değildirHareket ve sükûn ise hadistirBinaenaleyh hâdis olmaktan hâli olmayan birşey de muhakkak hadistirBu delilde üç dava vardır:

a) Âlemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan hâli değildirBu dava, bedîhî ve zarûrî bir şekilde idrâk edilmektedirDoğruluğu, herhangi bir teemmül ve düşünceye muhtaç değildirÇünkü cisimleri hareketsiz ve sükunsuz olarak düşünen bir kimse, cehaletin sırtına binmiş ve aklın yolundan sapmıştır.

b) 'Hareket ve sükûn hadistir davası.

Hareket ve sükûnun birbirini takip etmesi, ikisinin birden aynı anda vâki olmaması ve ancak biri sona erdikten sonra öbürünün başlaması, bu davanın doğruluğuna delâlet ederBu hakîkat, görünen ve görünmeyen bütün cisimler için geçerlidir.

Hiçbir sâkin cisim yoktur ki, akıl, onun hareket etmesinin caiz olduğuna hükmetmesin. . Ve yine hiçbir hareketli cisim yoktur ki akıl, onun sükûnet bulmasının mümkün olduğuna inanmasınBinaenaleyh hareket ve sükûndan hangisi meydana gelirse sonradan vukûbulduğu için hadistir.

Vukua gelmeden önceki hal de yok olduğundan dolayı yine hadistirÇünkü kadîm olsaydı yok olması muhal olurduBunun delil ve burhanı, ilerde, Sâni-i Mutlak olan Allah'ın bekâ sıfatını isbata çalıştığımız bölümde gelecektir.

c) 'Hâdisden hâli olmayan da hadistir' davası.

Bu davayı doğrulayan delil şudur: Eğer hakîkat böyle olmasaydı, her hadisten evvel, başlangıcı bulunmayan nice hadisler olacaktıEğer hadislerin tamamı nihayete ermeseydi, hâlihazırda bulunan hadisin varlığına sıra gelmezdiSonu olmayanın bitmesi veya yok olması ise muhaldirHem yine, feleğin sonsuz dönüşleri olmuş olsaydı, bunların adetlerinin ya çift veya tek; ya da tek ile çiftte veya ne tek, ne de çift olur ki bu muhaldir; Çünkü böylesi, menfî ile müsbetin bir arada bulunması demektirOysa ki nefy ile isbattan birisinin var oluşu diğerinin yok olmasını iktiza ederBirinin varlığı diğerinin yokluğuna bağlıdırÇift olması da muhaldir; çünkü çiftler birin eklenmesiyle tek olurSonu olmayanın biri nasıl olabilir? Tek olması da muhaldir; zira tek, birin eklenmesiyle çift olurHalbuki adedlerine son ve nihayet olmayan birşey nasıl olur da bir'e muhtaç olabilir? Ne çift, ne tek olması da muhaldir; çünkü sonuçlu bir iştir ve sonuçlu olduğundan dolayı da mutlaka ya çift veya tek olacaktırBinaenaleyh bu izahtan anlaşıldı ki, kâinat, sonradan var edilmiş hâdiselerden hâli değildirO halde kâinat hadistirKâinatın hâdis oluşu sabit olduğu zaman, bizzarure bilinir ki; bir muhdis'e, yani yaratıcıya muhtaçtır.

II. Esas: Kıdem

Allah'ın ezelden beri kadîm olduğunu, vücudunun başlangıcı olmadığını, aksine kendisinin, herşeyin başlangıcı olduğunu, her ölünün ve her dirinin evvelinde O'nun varlığını bilmektir.

Eğer Allah kadîm değil de hâdis olmuş olsaydı mutlaka ve muhakkak diğer hadisler gibi bir yaratıcıya, "hâşâ" O'nu yaratan da başka bir yaratıcıya muhtaç olacaktıBöylece bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru gidecektiHalbuki sonsuza doğru giden bir zincir olamaz; nihayet evveli olmayan kadîm, bir yaratıcıya dayanırZaten maksûd ve matlubumuz da bu son şıkkın mevcudiyetidir ki biz bu kadîm yaratıcıya âlemin sânii, başlatıcısı, yaratıcısı, muhdisi ve mübdii adını vermişiz. (Celle Celâlühü ve amme nevâlühû) .

III. Esas: Bekâ

Ezelî olan Allahü teâlâ'nın aynı zamanda ebedî olduğuna ve varlığının sonu olmadığına inanmaktırEvvel, âhir, zâhir, bâtın O'durÇünkü kıdemi sabit olanın yokluğu muhaldir.

" Hâşâ" eğer yokluğu kabul edilirse, Allahü teâlâ ya kendi nefsiyle yok olurdu veya zıddı olan bir kudret tarafından yok edilebilirdiKendiliğinden devam ettiği düşünülen birşeyin yok oluşu caiz olsaydı, o zaman, kendiliğinden yokluğa düşünülen birşeyin de var olması caiz olurduBinaenaleyh, nasıl ki varlığın meydana gelişi bir sebebe muhtaç ise, aynı şekilde yokluğun vâki oluşu da bir sebebe muhtaçtırAllah'ın, zât-ı ulûhiyyetin zıddı olan bir kudretle yok olması bâtıldırÇünkü bu yok edici kudret kadîm ise, onunla beraber başka bir varlık düşünülemezHalbuki daha evvel geçen birinci ve ikinci esaslarla Allah'ın varlığı ve kıdemi sabit olmuşturBinaenaleyh zıddının ezelde beraberinde hâşâ olması nasıl düşünülebilir? Eğer yok edici kudret hâdis ise, o vakit bu keyfiyet muhaldir; çünkü hâdis, kadîme zıddırBöyle bir durumda hâdis varlığın kadîm varlığı yok etmesinden ziyade kadîm varlığın hadisi yok etmesi daha evlâdır; yani kadîmin, zıddı olan hâdise mâni olması, hadisin, kadîmi kaldırmasından daha evlâdırÇünkü kadîmin zıddı olan hâdis varlığın yok olması, hadisin, zıddı olan kadîmi ortadan kaldırmasından daha kolaydırZira kadîm, hadisten daha kuvvetlidir.

IV, Esas: Cevher Değildir

Allahü teâlâ'nın herhangi bir merkezde yerleşen cevher olmadığını, böyle bir münasebetten yüce ve cevher olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir.

Her cevher, muhakkak bir merkezde yerleşmelidirBinaenaleyh, cevher, merkezin hususiyetine sahiptirCevherin, işgal ettiği merkezde iki hususîyeti vardır: Cevher ya sâkin veya hareket hâlinde olacaktırBinaenaleyh cevher, hareket ve sükûndan hâli değildirHareket ve sükûn ise hadistirHadisten hâli olmayan da hadistir. (O halde cevher de hadistir) Eğer herhangi bir merkezde yerleşmiş kadîm bir cevher düşünülebilirse (çünkü muhali düşünmek mümkündür) , âlemdeki diğer cevherlerin kadîm olması da düşünülebilir.

Eğer biri çıkar da Allah'a 'Herhangi bir merkezde yerleşmeyen cevher' diye isim verirse, bu adamcağız her ne kadar mekândan münezzeh bir cevher kasdetmekte ise de, lâfız itibarıyla yanılmaktadırAncak mânâ itibarıyla böyle denebilir33

V. Esas: Cisim Değildir

Allahü teâlâ'nın cevherlerden mürekkep bir cisim olmadığını bilmektirÇünkü cisim, cevherlerden mürekkep varlık demektirMademki, dördüncü asıldaki delillerde Allah'ın mekânda yerleşen cevher olması fikri iptal edilmiştir, şu halde cisim olması da bâtıldır; çünkü her cisim, mutlaka bir mekân ve cevhere muhtaçtırCevherin parçalanmaktan, bitişmekten, hareket, sükûn, hey'et ve miktardan hâli olması muhaldirBunlar sonradan meydana gelmiş olmanın alâmetleridir.

Eğer âlemin yapıcısı olan Allahü teâlâ'nın cisim olmasına inanmak caiz olsaydı, güneşe, aya veya cisimlerden herhangi birine ulûhiyet ve mâhudiyet izafesi de caiz olurduEğer biri çıkar da, cevherlerden mürekkeb olan cismi irade etmeksizin Allah'a cisim adını vermeye cesaret ederse, bu hareketi, cismin mânâsını nefyetmek bakımından isabetli olmakla beraber isimlendirme bakımından yanlıştır.

VI. Esas: A'raz Değildir

Allahü teâlâ'nın cisimle kâim veya herhangi bir merkeze düşen bir a'raz olmadığını bilmektirÇünkü araz cisme vâki olan varlıktırİstisnasız, her cisim, mutlaka ve kesinlikle sonradan meydana gelmiştir; yani hadistirO halde cismi meydana getiren zatın, cisimden evvel var olması gerekirO halde, nasıl olur da ancak cisimle görünen ve beliren a'raz, cisimden evvel varlığı mecburi olan Allah olabilir? Çünkü Allah, münferid olarak ve beraberinde hiçbir şey olmaksızın ezelde mevcutturEvvelâ cisimleri, sonra da a'razları yaratmıştır.

İleri de geleceği gibi, Allah, yaratıcı, irade edici, mutlak şekilde kadir ve âlimdirBu sıfatların a'razlara verilmesi muhaldirAksine, böyle bir tavsif ancak zâtî ile müstakil, nefsiyle kâim bir varlık için düşünülebilir.

Bu asıllardan anlaşıldı ki, Allahü teâlâ, nefsiyle kâimdirNe cevher, ne cisim, ne de a'razdırKâinatın, cevher, a'raz ve cisimlerden meydana geldiği anlaşılmıştırYine anlaşıldı ki Allah, hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemezO, diridir; kayyûmdur, hem de benzeri ve misli olmayan bir kayyûmdurYaratılmışlar, nasıl olur da böyle bir kayyûma ve yaratıcıya benzeyebilir? Makdûr (kudretin altında bulunan) , nasıl olur da takdir edicisine; şekillenen, nasıl olur da şekil vericisine benzeyebilir?

Halbuki cisim ve azların tamamı istisnasız, O'nun yarattığı ve kudret eliyle şekil verdiği mahlûklardırBütün bu hakikatlere binâen deriz ki, 4Mahlûkâtın, Allah'ın benzeri ve misli olmaları, muhal içinde muhaldir'.

VII. Esas: Cihet ve Mekân'dan Münezzehtir

Allahü teâlâ'nın zât-ı ulûhiyyetinin yönlerle hududlu olmaktan münezzeh olduğunu bilmektirÇünkü yön, ya üst, ya alt, sağ, sol, ön veya arkadırAllah bu yönleri insanın yaratılışı sebebiyle halketmiştirÇünkü Allahü teâlâ, insanoğlu için iki yan yaratmıştır: Birisi arza dayanır ayak denilirDiğeri ise, onun tam tersi istikametidir ki bu da baş ismini alırBinaenaleyh, baş tarafına gelen boşluk üst, ayak tarafı da alt'dırHattâ tavanda yürüyen karıncanın altı, bize göre üst; üstü de alt olurAllahü teâlâ insanoğlu için iki kol yaratmıştırBirisi, çoğu zaman diğerinden daha kuvvetlidir.

En kuvvetliye sağ, onun karşısında bulunan kola da sol ismi verilmiştirSağ kol tarafına düşen yöne sağ, diğer yöne de sol denilmektedirAllahü teâlâ, insanoğlu için iki cephe yaratmıştırBir cephesiyle görür ve yürür, bu ön'dürBu yön, insanoğlunun hareketiyle, kendisine doğru gidilen istikamettirOnun ters istikametine düşen yöne de arka ismi verilmiştirBinaenaleyh yönler insanın yaratılışıyla varolmuşlardırEğer insan bu şekilde değil de küre şeklinde halkedilseydi, bu yönlerin varlığı asla ve kafa mevzubahis olamazdıO halde hâdis olan yönlerle Allahü teâlâ'nın ezelde hususiyeti olması tasavvur edilemez.

Eğer yönler mevcut değilse, nasıl olur da Allahü teâlâ, olmayan birşeyle ilgi kurar? Acaba hâşâ âlemi üstünde mi yarattı? Halbuki Allahü teâlâ üst yöne sahip olmaktan münezzehtirÇünkü başı yoktur ki üstü olsunÜst yön, başa göre tâyin edilen yöndürYoksa o kâinatı, altında mı yarattı? Ama Allahü teâlâ altı olmaktan da münezzehtir; çünkü O, ayaklara sahip olmaktan uzak ve yücedirAlt ise, ayaklar cephesinde olan yönden ibarettirBütün bunlar Allah hakkında aklen muhaldirÇünkü Allah'ın herhangi bir yöne bağlanması, tıpkı cevherler gibi herhangi bir merkezde istikrar bulması ya da a'razların cevherlere ihtisası gibi, O'nun da cevherlerle ihtisas ve ilgisinin bulunması demektirHalbuki daha önce, Allah'ın cevher veya a'raz olmasının muhal olduğu belirtilmiştiBinaenaleyh Allah'ın herhangi bir cihet ve yön ile ihtisası muhaldir.

Eğer yön tâbiri, bu zikredilen iki mânâdan başka bir mânâya haml ve Allah'a da o mânâ ile atf ve izafe edilse, mânâ bakımından müsait olsa bile, isimde ve tâbirde yanlışlık vardırBir de Allahü teâlâ, eğer âlemin üstünde olmuş olsa, ona muhâzi olması gerekirCisme muhâzi olan şey de ya cisim kadar veya cisimden daha küçük veya büyük olmalıdırBütün bunlar, insanı ister istemez büyüklük ve küçüklüğü takdir edecek bir varlığa muhtaç eden tarifler ve te'villerdirHalbuki kâinatın mutlak mânâda yaratıcısı ve biricik müdebbiri olan Allah, herhangi bir kudretin takdiri ile ölçülmekten yücedir.

Duâ ânında ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince, hâşâ bu, Allah orada olduğu için değildirAksine göklerin, tıpkı Kabe'nin namazın kıblesi olduğu gibi duanın kıblesi olmasındandırAyrıca ellerin yukarıya kaldırılmasında, çağrılan Allah'ın celâl ve azamet vasfına, cömertlik ve yükseklik sıfatından maksûd ve matlubun istenişine işaret vardırZira Allahü teâlâ, istilâ ve kahr ile her mevcudun üstündedir.

VIII. Esas: İstivâ

Allahü teâlâ'nın arş üzerine, istivâ kelimesinden irade buyurduğu mânâ ile istivâ etmiş olduğunu bilmektirİstiva'dan, Allah'ın azamet ve kibriyâ vasfına muhalif düşmeyen, hudûs (sonradan meydana gelme) ve fenâ (yok olma) alâmetlerinden uzak bir mânâ kastedilir'Göklere istiva etti' lâfzından da bu mânâ irade olunmuştur.

Sonra (Allah) , buhar halinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. (Fussilet/11)

Gökleri kasdetmesi, oraya çıkıp hâşâ oturması demek değildirAksine bu, kahır ve istilâ yoluyla yapılmıştırNitekim şâir de istivayı istilâ mânâsında kullanarak 'Mervan'ın oğlu Bişr, Irak memleketini kılıçsız ve kansız olarak istilâ etti' demiştir.

Hak ehli, istivâ ayetini istilâ ile te'vil etmeye mecbur olmuşlardırNitekim bâtıl ehli de şu ayeti te'vile mecburdur olmuşlardır.

Her nerede olursanız O, (ilmi ve kuşatıcılığıyla) sizinle beraberdirAllah bütün yaptıklarınızı görendir. (Hadîd/4)

Bu ayet, ittifakla ihâta (kuşatıcılık) ve ilim üzerine hamledilmiştirYani Allah, ilimiyle kuşatıcılığıyla sizinle beraberdir. (Nitekim meâl de bu yoruma uygun olarak verilmiştir) 34

Hazret-i Peygamberin şu hadîsi de kudret ve kahır mânâsına hamledilmiştir:

Mü'minin kalbi, Rahmân olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.

Yani Mü'minin kalbi, Allah'ın kudret ve kahrı arasındadır, dilediği şekilde evirir, çevirir ve tasarruf eder.

Hacer'ül-Esved (Kâbe-i Muazzama'nın temelinde bulunan ve hacılar tarafından ziyaret edilen siyah taş) , Allah'ın yeryüzünde sağ elidir.

Hazret-i Peygamberin bu hadîsi de teşrif ve kerem üzerine hamledilmiştirYani 'sağ el' mübarek olduğu için, Allahü teâlâ bu mübarek taşa da şeref vermiş, onu öpmek veya istilâm etmek için yeryüzüne vazetmiştir; yani 'Bu taşı ziyaret edene Allah iltifat eder ve ondan razı olur' demektirÇünkü bu hadîs ve ayetler, te'vil edilmeksizin, olduğu gibi kabul edildiği takdirde, muhal ile karşılaşırızİşte böylece istiva kelimesi de istikrar ve temekkün (yerleşme) mânâsında telâkki edilirse yerleşenin arş ile temas eden bir cisim olması gerekirBu cisminde ya arş kadar veya ondan daha büyük veyahut da ondan daha küçük olması icap ederBütün bunlar muhaldirAynı şekilde muhale götürücü birşey de elbetteki muhaldir. (Binaenaleyh istivanın lügavî mânâsı muhaldir. )

IX Esas: Rü'yet

Allahü teâlâ’nın şekil ve miktardan, kıt'a ve cihetlerden münezzeh olduğuna istikrar evi olan âhirette görüleceğine inanmak ve böyle bilmek gerekir.

"Herşeyi ihata edicidir" de demiştirO zaman bu ayetlerin de zahirine uymak gerekBinaenaleyh Allah aynı anda hem arş üzerinde, hem yanımızda ve hem de bütün âlemi ihâta edici olurBir hakikatin aynı anda birkaç yerde bulunması ise muhaldirBinaenaleyh bütün bu ayetlerin te'vili gerekli olmuştur. (Zebîdî)

Nice yüzler vardır ki, o gün güzelliği ile parıldar ve rablerine bakar. (Kıyâmet/22-23)

Allahü teâlâ'nın dünyada görülemeyeceğini şu ayetler tasdik etmektedir:

Hiçbir göz onu (dünyada) ihâta ve idrâk edemezFakat O (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihâta ederO, bütün incelikleri bilir ve herşeyden haberdardır. (En'am/103)

Allahü teâlâHazret-i Mûsa'ya hitâben şöyle buyurmuştur: 'Beni hiçbir zaman göremezsinFakat şu dağa bak!' (A'raf/143)

Bütün bunlara rağmen merak ediyorum, Hazret-i Mûsa'nın malûmu olmayan, kâinatın rabbine ait sıfatları Mutezile taifesi nasıl olur da bilir?35

Eğer Allah'ın görülmesi muhal olsaydı, nasıl olur da, Allah'ın yüce peygamberi Musa (aleyhisselâm) , böyle bir istekte bulunurdu? Allah'ın yüce peygamberine cehâlet atfetmektense, bid'atçılara ve hevâ sahibi ahmak ve cahillere, hakikî sıfatları olan cehâlet izafesi daha uygundur.

Rü'yet ayetini, zahire hamletmeye gelince, böyle bir mânâ muhale götürücü değildirÇünkü rü'yet, bir nevi keşf ve ilim demektir, Su kadar farkla ki, rü'yet (görmek) ilimden daha tam ve daha vazıhtırMademki hiçbir yön ve cephe bahis mevzuu olmadan Allah'ın bilinmesi caizdir ve bu durumda kendisine ilim taallûk eder; o halde hiçbir cephe ve cihetle alâkalı olmaksızın görülmesi de mümkündürNasıl ki kendisi, zât-ı ulûhiyyetinin karşısında olmadığı halde mahlûkâtı görebiliyorsa, bunun gibi mahlûkatın da O'nu, yönsüz olarak görmesi caizdirNasıl keyfîyetsiz ve şekilsiz bilinmesi caizse, aynı şartlarla görülmesi de caizdir.

X. Esas: Vahdâniyyet

Allah'ın bir olduğunu, ortağı ve şerîki olmadığını, ferd (tek) olduğunu, benzeri bulunmadığını, bütün varlıkları yalnız kudretiyle halketrnenin ancak O'na mahsus olduğunu, kendisiyle birlikte bu işleri ortaklaşa yapan veya eşit derecede beceren herhangi bir benzerinin olmadığını, kendisiyle mücadele ve münazaa edecek bir zıddın mevcut bulunmadığını bilmektirBunun delili şu ayettir:

Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı hiç şüphesiz bunların ikisi de fesada uğrar ve yok olurduO halde arş'ın rabbi olan Allah onların vasfetmekte oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)

Bu ayetin açıklaması şöyledir: Eğer hâşâ iki ilâh olsa da birisi, herhangi bir emri irade etseydi ve ikinci de birincisine yardım etmek mecburiyetinde olsaydı, o vakit kendisi aciz ve makhûr olurdu ve asla kuvvet ve kudrete sahip bir ilâh olamazdıEğer birincisinin iradesine muhalefet ve onu reddetmeye kudreti yetseydi, o zaman da kendisi kuvvetli ve kahir, birincisi ise zayıf ve kasır olur, binaenaleyh kudretli bir ilâh olamazdı. (Halbuki ilâh vasfına sahip olan Allahü teâlâ, mutlak kuvvet ve kudrete sahip ve her çeşit eksiklik ve noksanlıklardan münezzehtir. )

33) Allah'ın, eşyaya benzemediği gibi mânen de cevherlere benzemez bir cevher olması kasdedilmelidir. Çünkü O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Fakat buna rağmen böyle dememek daha evlâdır.

34) Ebû Nasr el-Kuşeyrî, Tezkire'de şöyle der: "Eğer biri çıkıp da "Allah, 'Rahman arşa istiva etti' dediğine göre, bu ayetin zahirine uyalım" derse şöyle cevap veririz: Allahü teâlâ 'Nerede olursanız Allah sizinledir', "Allah

35) Şayet Allah'ın görülmesi mümkinâttan olmasaydı, Hazret-i Mûsa 'Rabbim! Cemâlini bana göster' demezdi. Oysa Mu'tezile, Allah'ın görülmesinin mümkinâttan olmadığını söylemektedir. Acaba bu güruh, ulû'l-azm bir peygamber olan Hazret-i Mûsa'dan daha mı âlimdirler?

Allah'ın sıfatlarını bilmek

I. Esas: Kudret

Alemin yaratıcısı olan Allah'ın kadir olduğunu ve 'Allah herşey üzerinde mutlak kudret sahibidir' (Mâide/120) kavlinde sâdık olduğunu bilmektirÇünkü kainatın yapısını muhkem, yaratılışını kılı kırk yararcasına tertipli ve düzenli görüyoruzGüzel dokunmuş ve mütenasip nakışlarla işlenmiş bir elbiseyi gören kişi, bu elbisenin kuvvetsiz ve kudretsiz bir ölü tarafından yapıldığı veya âciz bir insanın eseri olduğu vehmine kapılırsa, o vakit akıl denilen nimet ve fıtrattan tecerrüd etmiş, ahmaklık ve cehâlet erbabının mesleğine dâhil olmuş olur!. .

II Esas: İlim

Allah'ın bütün mevcudatı bilen bir âlim olduğuna, ilmiyle bütün mahlûkatı ihâta ettiğine; ne gökte ve ne de yerde, zerre kadar da olsa hiçbir şeyin O'nun ilminin dışına çıkmadığına ve 'O, herşeyi hakkıyla bilendir' (Bakara/29) kavlinde sâdık olduğunu bilmektirNitekim şu ayet bize bu gerçeği göstermektedir:

Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedirO herşeyden haberdardır. (Mülk/14)

Yaratılıştaki incelik ve en küçük şeylerde dahi göze çarpan tertip ve düzen, sâniinin (yapıcısının) bu keyfiyeti bildiğine delâlet ederBinaenaleyh Allah'ın âlim olduğuna yaratılmışlarla ve yaratmak fiiliyle muttalî olmaktayızO'nun zikrettiği deliller, hidayet ve tanıtma veya tanıma hususundaki delillerin en âlâsıdır.

III. Esas: Hayat

Allahü teâlâ'nın diri olduğunu bilmektirÇünkü ilim ve kudreti olan bir zâtın diri olması da bizzarure sabittirEğer kudret ve ilim sahibi, müdebbir bir yapıcının diri olmadığı tasavvur edilebilirse, o vakit, yürüyüp gezen mahlûkâttan da 'Acaba canlı mıdır değil midir?' şeklinde şüphe edilmesi de caiz olurHatta, sanatlarına rağmen, sanatkârların da canlılıklarından şüphe etmek batmaktan başka hiçbir mânâ ifade etmez.

IV. Esas: İrade

Allahü teâlâ'nın, bütün fiillerinin irade edici olduğunu bilmektir.

Hiçbir mevcut yoktur ki, Allah'ın dilediğine dayanmasın ve O'nun iradesinden neşet etmesinÇünkü yapıcı ve dönderici yok edici) O'dur; irade ettiğini, en mükemmel bir şekilde yapan da O'durKendisinden, yaptığı her fiilin zıddının da sâdır olması mümkün olan Allah nasıl irade sahibi olmaz? Zıddı olmayan fiiller ise, meydana geldiği zamandan evvel veya sonra da vâki olabilirdi; bu, Allah için mümkündürAllah'ın kudreti, zıdlar ve ayrı vakitlerle, aynı münasebet ve değişmez ilgiyi kurabilirBinaenaleyh kudretini, yapılması mümkün olan iki şeyden birisine yönelten bir irade lâzımdırEğer malûmun (bilinenin) tahsilinde ilim kâfi gelip iradeye ihtiyaç olmasaydı ve bunun için de 'Birşey ilim tarafından önceden bilinen zamanla var oldu denilebilseydi de ihtiyaç bulunmaması da caiz olacak ve var olacağı ilim tarafından daha önceden bilindiği için kudretsiz var oldu' denilecekti.

V, Esas: Semî ve Basîr

Allah'ın Semî (işitici) , Basîr (görücü) olduğuna, kalpteki fısıltıları, vehim ve fikirdeki gizlilikleri gördüğüne, zifiri karanlık bir gecede, kara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı görüp onun ayağından çıkan sesi duyduğuna inanmak ve bunu bilmektir.

İşitmek ve görmek şeksiz şüphesiz kâmil sıfatlardan olduğu halde, nasıl olurda Allah işitici ve görücü olmaz? Hem nasıl olur da, işiten ve gören mahlûk, yaratıcısından daha kâmil olabilir? Masnûun (yapılanın) , s âminden daha mükemmel ve daha tamam olması mümkün müdür? İşitme ve görmenin, yaratıklara tahsis edilip de yaratandan esirgendiği taksimin adalet neresindedir? Acaba Allah hakkında eksiklik; yarattığı ve icat ettiği mahlûk için kemâl ne zaman vâki olmuştur; veya cehâlet ve dalâletten ötürü putlara tapan babası ile mücadelede Hazret-i İbrahim'in delili eğer Allah işitmez ve görmez denilirse nasıl müstakim olabilir? Zira Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) babasına aynen şunu söylemişti: 'İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir nesneye nasıl ibadet edersin?' (Meryem /42)

Eğer Hazret-i İbrahim'in hasımları, onun mabuduna (Mu'tezile'nin iddiasına göre Allah görmez ve işitmezdir) aynı vasıfları izafe etseydi ve haddi zâtında da hâşâ böyle olsaydı, Hazret-i İbrahim'in delili çürük olur ve mânâya delâleti itibardan düşerdiHem de Allahü teâlâ'nın şu ayet-i celîlesi hâşâ doğru olmazdı:

Bu, (gök cisimlerinin batısı) , kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdirBiz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltirizMuhakkak ki rabbin tam hikmet sahibidir. (Herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)

Nasıl ki, Allah'ın âzasız fail (yapıcı ve iş görücü) olduğu, kalp siz ve dimağsız (beyin) âlim olduğu düşünülür ve bu hüküm mâkul ise göz ve kulak olmaksızın görücü ve işitici olması da mâkuldür; zira söylediğimiz bu iki mânâ arasında hiçbir fark yoktur.

VI. Esas: Kelâm

Allahü teâlâ, zâtî ile kaim, ses ve harften mürekkep olmayan bir kelâm (konuşma) ile mütekellimdir (konuşucudur) , O'nun kelâmı, başkasınınkine benzemez; varlığının, başkasının varlığına benzemediği gibi. . . Konuşma, hakikatte nefsin konuşmasıdırKırpılan harflerden oluşan seslere gelince bunlar, nefisteki konuşmanın tercümanıdırNitekim bazen (dilsizlerle olduğu gibi) , nefisteki konuşma iktidarına hareketler ve işaretler de delâlet eder.

Cahil şairlere bile mâlûm olan bu keyfiyet, nasıl olur da bir grup ahmağa (Mu'tezile'ye) meçhul olur ve Allah'ın mütekellim olduğunu inkâr ederler?

İşte cahiliye devrinin bir şairi, şöyle haykırıyor: Muhakkak ve mutlak konuşma kalptedirDil'se kalpteki konuşmaya delil kılınmıştır.

'Dilim hadistir; fakat dilimle okunan Kur'ân kadîmdir' diyecek kadar akıl ve ferasetten mahrum bir kimseden ümidini kes! Artık dilini, onunla konuşmaktan muhafaza et.

Kadîm den evvel herhangi bir varlığın mevcut olmadığı hakikatini anlamayan, Bismillâh lafzındaki B harfinin Sin 'den evvel geldiğini, binaenaleyh B'den sonra gelen sin harfinin kadîm olamayacağını idrâk edemeyen kimseye, kalben iltifat etmeZira Allahü teâlâ'nın, bazı kulları kendisine yaklaştırıcı mertebelerden uzaklaştırmasında bizce bilinmeyen, nice sır ve hikmet vardırAllah kimi dalâlete götürürse, artık ona hidayet edecek kimse mevcut değildir.

Hazret-i Mûsa'nın, dünyada, ses ve harf olmaksızın (ilâhî) bir kelâmı işitmesini mümkün görmeyen bir kimse, varsın cisim ve renk olmayan bir mevcudun (Allah'ın) âhirette görülmesini de inkâr etsinEğer 'Cismi, kemmiyeti ve keyfiyeti olmayan bir varlığın görülmesi mümkündür; fakat şu ana kadar buna şahid olan görülmemiştir' kanaatımda ise, göz için düşündüklerini kulak hakkında da düşünmeli ve kabul etmelidir. (Hazret-i Mûsa'nın sessiz ve harfsiz bir kelâmı işittiğine de inanmamalıdır. )

Eğer Allahü teâlâ'nın tek bir ilmi olduğuna ve bütün mevcudatı onunla bildiğine akıl erdiriyorsa, O'nun bütün ibarelerin delâlet ettiği bir konuşma olan kelâm sıfatına sahip olduğuna da inanmalıdırEğer yedi kat göğün, cennet ve cehennemin varlığının küçücük bir yaprağa yazıldığına, kalbin küçücük bir yerinde saklı olduğuna ve bütün bunların kalbin o zerreciğine ve o küçücük yaprağa girmediği halde mercimek tanesi kadar olan göz bebeğine göründüğüne akıl erdiriyorsan, dillerle okunan, kalplerde hıfzedilen, mushaflarda yazılan kelâmın aralara hulûl etmeksizin vukuuna da akıl erdirirsinZira eğer Allah'ın Kitabı, yazmakla, kağıda düşüp orada istikrar bulmuş olsaydı, bu durumda Allah'ın da hâşâ isminin yazıldığı kâğıdın içine düşmesi lazım gelirdi ve ateşin de isminin yazılı olduğu kağıdı yakması icap ederdi.

VII. Esas: Sıfatların Kıdemi

Diğer bütün sıfatları gibi Allah'ın, zâtıyla kâim olan kelâmı da kadîmdirÇünkü Allah'ın, hâdiselere mahal olup istihalelere (değişikliğe) uğraması muhaldirAllah'ın bütün sıfatlarında zâtında olduğu gibi kadîmlik vasfı vâcibdirBinaenaleyh Allah'ın zâtına tağyir ve tebdil gelemez ve hâdis olan nesneler de O'nun zâtına hulûl edemezAksine Allah, tâ ezelden beri, bütün iyi sıfatlarla muttasıf olduğu gibi ebedde de değişme ve bozulmalardan münezzehtirÇünkü hadislere muhal olan birşey, hadislerden hâli değildirHadislerden hâli olmayan birşey ise hadistirHudûs (sonradan olma) vasfı, cisimlere, bozuldukları ve sıfatları değiştiği için verilirO halde Allahü teâlâ nasıl olur da, tağyir ve tebdili kabul etmek suretiyle, yaratmış olduğa cisimlerle aynı niteliği taşır? Bu hakikatin üzerine 'Allah'ın kelâmı kadîmdir, zâtî ile kâimdirHadisler ise o kelâma delâlet eden seslerdir' hükmü bina edilir.

Bir babanın müstakbel (henüz doğmamış) çocuğunu okutmak isteyebileceğine ve bunun da çocuğun doğup büyümesine ve babasının bu isteğim, Allah'ın kendisinde yarattığı bir ilimle anlamasına kadar devam edeceğine akıl erdirebilen bir kimsenin, Allah'ın 'Ben senin rabbinimHemen ayakkabılarını çıkarÇünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin' (Tâhâ/12) ayetinin delâlet ettiği isteğin ezelden beri Allah'ın zâtî ile kâim olduğunu, Hazret-i Mûsa'nın içinde de bu talebi bilecek bir ilmin yaratıldığını, Musa'nın (aleyhisselâm) var olduktan sonra bu talebe muhatap olup, o kadîm kelâmı dinlediğini de kabul etmelidir.

VIII. Esas: İlim Sıfatının Kıdemi

Allah'ın ilmi kadîmdirAllah, daima zât ve sıfatını bildiği gibi, mahlûkâtından sâdır olan fiilleri de bilmektedirVücûda getirilen mahlûku bilmesi için yeni bir ilme ihtiyacı yoktur; çünkü bütün bunları ezelî ilmiyle bilirMeselâ Zeyd'in güneş doğacağı sırada geleceğine dair bir bilgimiz varsa ve bu, güneş doğuncaya kadar devam ederse, Zeyd'in gelişini bilmemiz yeni bir ilme değil, eski ilmimize dayanmış olurİşte Allah'ın ilminin kadîm olmasını da böyle anlamak gerekir.

IX. Esas: İrade Sıfatının Kıdemi

Allah'ın iradesi kadîmdirBu irade, hadislerin, ezelî programa göre kendilerine takdir edilen uygun vakitlerde vukû bulacağına taalluk etmiştirEğer Allah'ın iradesi hâdis olmuş olsaydı, muhakkak hadislerin mahalli olurduEğer Allah'ın iradesi, zâtında değil de başka bir yerde meydana gelseydi, o vakit de irade edici olmazdıTıpkı yapmadığın bir hareket ile, hareket etmiş sayılmadığın gibi. . .

Allah'ın iradesi, eğer hâdis olmuş olsaydı, birşey yapabilmesi için hâşâ başka bir iradeye ihtiyaç duyardıBöylece yapıcı irade de başka bir iradeye muhtaç olacağı için bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru devam edip giderdiEğer bu iradeyi iradesiz yapmak caiz olsaydı, âlemin de iradesiz yapılması caiz olurdu. (Âlemin iradesiz, kör bir tesadüf eseri olarak yapılması muhal olduğuna göre, birinci iradenin de eğer hâdis kabul edilirse iradesiz yapılması muhal olur?)

X. Esas: İlim ve İradesinin Kıdemi

Şüphesiz Allah, ilimle âlim, hayatla diri, kudretle kadir, iradesi ile irade edici, konuşma ile mütekellim (konuşucu) , dinleme ile semî ve görmek ile basîrdirBu kadîm sıfatlar Allah'a aittir.

Kişinin 'Allah ilimsiz âlimdir' demesi, 'malsız zengindir, âlimsiz ilimdir, mâlumsuz âlimdir' demesi gibidirÇünkü ilim, mâlûm ve âlim, tıpkı öldürmek, öldürülen ve öldüren gibidir ki biri olmadığı zaman diğeri de olmazÖldürme fiili olmaksızın öldürenin ve öldürülenin tasavvur olunamayacağı gibi, öldüren olmaksızın öldürülenin ve öldürme olayının tasavvuru da mümkün değildirİşte böylece ilimsiz âlim, mâlumsuz ilim ve ilimsiz mâlûm da tasavvur edilemezBu üç vasıf, aklen biri diğerinden ayrılamayan şeylerdirBinaenaleyh âlimin ilimden ayrılmasını caiz gören bir kişi, âlimin malumattan, ilmin de âlimden ayrılmasını caiz görmelidirÇünkü bu sıfatlar arasında hiçbir fark yoktur.

Allah'ın fiillerini bilmek

I. Esas: Kulların Fiilleri Allah'ın Yaratmasıyladır

Kâinatta ne kadar hâdis varsa, cümlesinin, Allah'ın fiili, yaratması ve icadı olduğunu bilmektirAllah'tan başka yaratıcının olmadığına ve icat edicinin ancak O olduğuna îman etmek gerekirAllahü teâlâ mahlûkâtı yaratmış, onlara istediği şekli vermiş ve kendilerine hareket lütfetmiştirKulların bütün fiilleri O'nun mahlûkudur ve hepsi O'nun kudretine bağlıdırŞu âyetleri tasdik etmiş olmak için bu şekilde inanmak zarureti vardır:

Allahü teâlâ herşeyin yaratıcısıdır ve O herşeyi bilir. (Ra'd/16)

Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah'tır. (Sâffât/96)

(Ey müşrikler!) sözünüzü ister gizli tutunuz, ister açığa vurunuz (müsavidir) Çünkü O, kalplerin künhünü bilirBilmez mi O (bütün varlıkları) yaratan? O en ince işleri görüp bilmektedirO herşeyden haberdardır. (Mülk/13-14)

Allahü teâlâ, kullarına, sözlerinde, fiillerinde ve gizli fikirlerinde, sakınmayı ve sapıtmamayı emir buyuruyor; çünkü onların fiillerinin çıkış noktalarını bilmektedirYaratıcı olduğunun delili olarak da bu bilgiyi göstermiştirKudreti tam ve eksiksiz olan Allah, nasıl olur da kullara ait fiillerin yaratıcısı olmaz? O eksiksiz kudret, kulların beden hareketine taalluk eder ve onları meydana getirirHareketler ise, birbirine benzerİlâhî kudretin hareketleri meydana getirmesi, herhangi bir illete bağlı değildir, tamamıyla zâtidir.

Hareketler mümasil (benzer) olduklarına göre, nasıl olur da, bir kısım hareketlerle ilgilenen ve onları meydana getiren kudret, haricî bir tesirden dolayı, diğer bir kısmı meydana getirmekten âciz olsun? Nasıl olur da, hayvan (hayat sahibi) , müstakil bir şekilde yaratıcı, olur veya örümcekten, arıdan ve diğer hayvanattan akılları şaşırtacak derecede ince sanatlar sudûr edebilir? Kâinatın yaratıcısı müdahale etmese, yaptıklarının tafsilâtından haberi olmayan o cahil ve aciz hayvancıklar bu gibi hârika ve ince sanatları tek başlarına meydana getirebilir mi? Heyhât! Eğer halikın kuvveti olmasa, bu hârika sanatlar nasıl meydana gelir? Mahlûkat zelil, âciz ve kusurludurYer ve göklerin kahir ve cebbar sultanı olan Allah, mülk ve melekûtu tek başına idare eder.

II. Esas: Kulun Kesbi

Allahü teâlâ'nın, kullarının hareketlerini tek başına yaratması, kesbi ortadan kaldırmazAksine Allahü teâlâ, kudreti ve kudretin dahilindeki makdûru yarattığı gibi ihtiyar'ı ve ihtiyarın dahilinde olan muhtarı da yaratmıştırKudrete gelince, o, kulun vasfı, rabbin de yaratışıdırKudret hiçbir zaman rabbin kesbi olamaz (ki kul, yaptıklarından mesul olsun) .

Harekete gelince; bu, Allah'ın mahlûku, kulun da vasfı ve kesbidirZira hareket, kulun vasfı olan bir kudret ile takdir edilmiştirAynı zamanda hareketin kudret ile adlandırılan başka bir sıfata da nisbeti vardırİşte bu nisbet itibarıyla kesb adını alıyorKul ki elinde olmayan ra'şe (titreme) ile makdur (bilerek yaptığı) hareketi birbirinden ayırabilir, O'nun hakkında nasıl olur da Tülin yaratıcısı Allah'tır' diye cehr-i mahz düşünebilir? Kesbettiği hareketlerin aded ve cüzlerini tafsilatıyla bilmediği fiil, nasıl olur da kulun mahlûku olabilir? Mademki mecburiyet ve ihtiyar tarafları iptal olundu, o halde inançta iktisâd etmekten başka çıkar yol yokturŞöyle ki, fiiller yaratılış yönünden Allah'ın kudretiyle, iktisâb diye tâbir edilerek bir tesir ile de başka bir yönden kulun kudretiyle takdir olunmuştur.

'Kudretin makdûra taalluku, yalnızca halk ve icad iledir' diye birşey yokturÇünkü Allahü teâlâ’nın kudret-i ilâhîsinin tâ ezelden beri âleme taalluku vardırFakat kudretin taalluku ile birlikte âlemin ezeliyeti yoktuAksine kudret, makdûrun (takdir edilecek şeyin) vukuu ânında taallukun ve ilgilenmenin başka bir şekli ile taalluk ederİşte bu incelikten anlaşılıyor ki; kudretin taalluku, makdûrun var olmasına bağlı değildir.

III. Esas: Kulun Fiilini Allah'ın Takdir Etmesi

Kulun fiili, her ne kadar kendisinin kesbi ise de, Allah'ın muradının dışına çıkamazAksine Allah'ın murad-ı ilâhîsidir.

Zira mülk ve melekûtta göz açıp kapamak, hatırdan geçirmek ve herhangi birşeye bakmak ancak Allah'ın kaza, kader, irade ve meşiyeti iledirHayır şer, menfaat-zarar, İslâm-küfür, irfan-inkâr, zafer-hüsran, dalâlet-hidayet, tâat-isyan, şirk ve îman da bu kabildendirAllah'ın kaza ve kaderini çevirecek hiçbir kuvvet yokturOnun hükmünü nakzetmek mümkün değildirO dilediğini dalâlete götürür ve dilediğine hidayet eder.

Allah yaptıklarından mesul değildirAncak insanlar yaptıklarından mesuldürler. (Enbiya/23)

Ümmetin ittifakla kabul ettikleri Allah neyi dilerse o olur, dilemediği de olamaz hükmü de, söylediklerimizi apaçık takviye eder.

Îman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, Allah dileseydi elbette bütün insanları hidayete erdirirdi. (Ra'd/31)

Eğer dileseydik her nefse hidayetini bahşederdik. (Secde/13)

Şimdiye kadar, davamızın tasdiki hususunda söylediklerimiz naklî delillerdiBir de aynı davanın aklen isbatını yapalım:

Günah ve cürümler ikrah ile birlikte Allahü teâlâ'nın takdir etmesiyle olmayıp da, O'nun düşmanı İblis'in iradesine muvafık olarak câri olmuş olsaydı, düşmanın iradesine uygun olarak vukû bulan hareketler, Allah'ın iradesine uygun olarak vâki olanlardan daha fazla olurduBilmek isterdim ki; bir müslüman, nasıl olur da, ikram ve celâl sahibi, cebbar ve kahhar olan Allah'ın yüce mevkiini, dünyanın en düşük rütbeli bir reisinin bile kabul etmeyeceği bir derekeye düşürmeye razı olur? Zira bir köyde, köy reisinin düşmanı, reisten daha fazla nüfuza sahip olursa, reis, riyasetten istinkâf eder ve istifaya mecbur olurHalk üzerinde mâsiyetin galip geldiği bir gerçektirBid'atçılara göre bütün bu mâsiyetler Hak Teâlâ'nın iradesinin hilâfına cereyan etmektir ve Allah istemediği halde bu gibi şeyler yine de meydana gelirBöyle inanmak Allah'ı gayet zayıf ve âciz görmekten başka bir mânâ taşımazOysa kâinatın yaratıcısı, zâlimlerin fâsid hükümlerinden yücedir.

Kullara ait fiillerin Allah'ın mahlûku olması keyfiyeti sâbit olduğuna göre bütün bu fiillerin Allah'ın iradesiyle vâki olması da doğru ve şaşmaz bir hükümdür.

Mademki, her fiil Allah'ın iradesiyle vâki olmaktadır; o halde, nasıl oluyor da Allah, irade ettiği birşeyi yasaklayıp irade etmediği birşeyi emreder?' sualine karşı deriz ki: Emr başkadır, irade başka. . . Emir ve irade ayrı ayrı şeyler olduğu için kölesini döven bir efendi, bu fiilinden dolayı hükümdarın itabına mâruz kaldığı zaman, kölenin kendisine isyan ettiğini beyan etmek suretiyle hükümdardan özür dilerHükümdar kendisini yalanladığında da sözlerinin doğruluğunu göstermek için onun huzurunda, kölesine 'Şu hayvana eyer vur!' diye emreder.

İşte bu anda, efendi, kölesine, yapılmasını istemediği birşeyi emretmiş olurEğer efendi emredici olmasaydı, pâdişâhın nezdinde, özrü makbul olmazdıEmredilenin yapılmasını irade edici olsaydı, o zaman (sû-i'edebden) , nefsinin helâk olmasını istemiş olurduBöyle bir irade ise muhalin tâ kendisidir.

IV. Esas: Yaratma, Allah'ın Fazlıdır

Allahü teâlâ, varlıkları sadece fazilet-i ilâhîsiyle yaratmıştırKullarını, akıl vermek suretiyle mükellef kılmak da O'nun adalet ve faziletidirYaratmak veya kulları mükellef olacak bir durumda var etmek hiçbir zaman Allah'a vacip değildir.

Mutezile, yaratmanın Allah'a vacip olduğunu; kulların maslahatının yaratılmalarında olduğu için, Allah'ın yaratmaya mecbur olduğunu söylerlerMu'tezile'nin bu hükmü muhaldirZira vacip kılan, emreden, yasaklayan ancak Allah'tırNasıl olur da Allah başkası tarafından herhangi bir vazife ile zorlanır ve o vazifenin yapılması kendisine vacip olur veya başkası tarafından, herhangi birşeyi yapması lüzumuna ve hitabına mâruz kalır?

Vâcib 'den şu iki şeyden biri irade olunur:

A) Terkinde zarar olan fiilBu zararın iki çeşidi vardır: Biri âhirette vâki olurMeselâ, âhirette ateşle cezalandırılmaktan kurtulabilmesi için kulun Allah'a itaat etmesi vaciptirÖbürü ise âcildir ve derhal tahakkuk ederSusamış bir kimseye ölmemesi için, derhal su içmesinin vacip olması gibi. .

B) Vâcib'den, yokluğu muhale sürükleyici mânâ irade olunur.

Nitekim malumun varlığı vâcibdir; çünkü malumun yokluğu mu hale götürücüdürŞöyle ki, mâlûm olmadığı takdirde ilim cehalettirBinaenaleyh hasım 'Yaratış Allah'a vâcibdir' hükmünden vacibin birinci mânâsını murâd ediyorsa, O zaman Allah'ın hâşâ yaratmadığı takdirde zarar göreceğini ileri sürmüş olurEğer bu sözüyle vacibin ikinci mânâsını kasdederse, o zaman hasmın hükmü müsellemdir (kabul edilir) .

Zira ilmin sebkat etmesinden sonra malumun varlığı mutlaka vacip olurHasım 'Yaratmak Allah'a vâcibdir' sözündeki vâcib teriminden üçüncü bir mânâyı kastederse böyle bir mânâ anlaşılmaz ve bu, vâcib teriminin dışında olmazHasmın 'Kulların maslahatı için yaratmak vâcibdir' şeklindeki hükmüne gelince; bu, fâsid bir hükümdürÇünkü Allahü teâlâ, kulların maslahatını terkettiği zaman, hâriçten herhangi bir zarar görmediğine göre, bu maslahatın Allah hakkında vâcib olmasının hiçbir anlamı kalmaz, boş bir hüküm olmaktan öteye gitmezBütün bunlardan sonra, kulların maslahatı ve menfaati onları cennette yaratmaktırOnları evvelâ belâlar evi olan dünyada belâ ve hatâlara sonra da ikab ve cezanın tehlikesine, mahşer ve hesabın şiddetine mâruz bırakmakta akıl sahiplerince hiçbir garâbet ve anormallik mevcut değildir. (Çünkü mülkün sahibi, onda dilediği şekilde tasarruf eder. Bu tasarrufa itiraz etmeye kimin hakkı olabilir?)

V. Esas: Kula Taşıyamayacağı Yükü Yüklemez

Mahlûkâta, güç yetiremedikleri teklifi yapmak Allah için caizdirMutezile, bu cevazda da, aykırı bir yol tutarak böyle bir teklifin Allah için caiz olmadığını iddia ederHalbuki, böyle bir teklif caiz olmasaydı 'Böyle bir teklifi bizlere yükleme!' diye yalvarmaları muhal ve mânâsız olurduİnsanların böyle yalvardıklarını bize Kur'ân haber vermektedir.

Ey Rabbimiz! Bize güç yetirmeyeceğimiz şeyi yükleme! (Bakara/286)

Allahü teâlâ, kulu ve Rasûlü Hazret-i Muhammed'e, Ebû Cehil'in kendisini tasdik etmeyeceğini bildirmiştirBu haberi tebliğden sonra peygamberine 'Ebû Cehil'e söyle! Getirdiğin bütün hükümlerde seni tasdik etsin!' emrini vermiştirHalbuki bu hükümlerden birisi de Ebû Cehil'in Hazret-i Peygamberi tasdik etmeyeceği haberiydiBinaenaleyh (teklîf-i mala yutak) Allah hakkında caiz olmasaydı, nasıl olur da Ebû Cehil, kabul etmeyeceği hususu tasdik etmeye dâvet edilirdi? Bu, varlığı muhal olandan başka ne olabilir? (Buna rağmen böyle bir teklif Allah tarafından yapılmıştır. O halde Allah hakkında, teklîf-i mala yutak mümkündür) .

VI. Esas: Dilediğine Azap Eder

Allahü teâlâ'nın geçmiş bir sevap ve suçu olmaksızın, dilediği kuluna azap etmesi veya nimet bahşetmesi mümkündürYani Allah, bunları zahirî sebep olmaksızın da yapabilirFakat Mutezile, bu hükümde de, Ehl-i Sünnet ve'l Cemâat'a muhalefet etmiştirOnlara göre, azap ve nimet, ancak sâbık bir suçtan ve geçmiş bir sevaptan ileri gelebilirOnlar, böyle bir sebep olmaksızın ceza ve mükâfatın Allah hakkında mümkün olmadığını ileri sürerlerEvet, Allah, sebepsiz olarak da azap edebilir veya nimet verebilir; çünkü O, mülkünde tasarruf eder.

Bu, mülkünün dışına çıkmış bir tasarruf olarak düşünülemezZulûmse sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etmekten ibarettirBöyle birşeyi Allah için düşünmek muhaldir; çünkü Allah'a nisbetle hiç kimsenin mülkü yoktur ki, Allah'ın oradaki tasarrufu zulüm olsun! Zaten Allah hakkında böyle bir tasarrufun caiz olmasına, bu tasarrufun bilfiil varlığı delâlet ederMesela hayvanları kesmek, onlar için, suçsuz bir elemdirİnsanlar tarafından hayvanlara yapılan çeşitli azaplar da geçmiş suçlarından neş'et etmiş değildir.

Şayet Allahü teâlâ kıyâmet gününde, bütün hayvanları toplar ve onlara dünyada çektikleri ceza nisbetinde mükâfat verir ve böyle yapmak da, Allah'ın mecburî vazifesidir' dersen, biz de deriz ki; ayakların altında ezilen her karıncayı ve parmak arasında öldürülen her sivrisineği, dünyada çektikleri elemlerin karşılığını görsünler diye diriltmesi 'Allah'a vâcibdir diyen bir kimse, hem şeriatın ve hem de akim hududunu tecavüz etmiştirZira böyle bir kimse vâcib tâbirinden, 'Allah bunu yapmazsa zarar görür' mânâsını murâd ederse, bu Allah hakkında muhaldirEğer vücûb ile başka bir mânâyı kastederse, daha önce dediğimiz gibi bu vâcib teriminin mezkûr mânâlarının dışında ve anlaşılmayan bir mânâ olur.

VII. Esas: Aslâh (En Yararlı) Olanı Yapmak Allah'a Vacip Değildir

Allahü teâlâ kulları hakkında dilediğini yaparKullar için menfaatli olanı yapmak da dâhil hiçbir şey Allah'a vacip değildirAllah hakkında vücub düşünülemezÇünkü Allah, yaptığından sorumlu değildirAksine sorumlu olan yaratıklardırDoğrusu bilmek isterdikMu'tezile, 'Kul için en faydalı şeyin yapılması, Allah'a vâcibdir' hükmünü, aşağıda beyan edeceğimiz misalde acaba ne ile isbat edebilir? işte misal:

Farzedelim ki, müslüman olarak ölen bir çocuk ile bâliğ bir kimse arasında, âhirette bir münazara ve münakaşa vâki olsunBaliğin derecesi çocuğa nazaran daha yüksektirZira baliğ, bulûğa erdikten sonra îman etmiş, ibadetleri yerine getirmek hususunda pek çok zahmete katlanmıştırMutezileye göre, baliğe, daha yüksek bir derecenin verilmesi Allah'a vâcibdirBunun üzerine çocuk 'Yâ Rabbi! Bunun derecesini neden benimkinden daha yüce yaptın?' derKarşılık olarak 'Bâliğ oldu, ibadetlerde bulundu da ondan' denilirO zaman çocuk şunları söyler 'Beni küçükken öldüren sensinMadem ki, kullar için (Mutezilenin inancına göre) en yararlı (aslan) olanı yapmak sana düşen bir vazifedir; o halden neden hayatımı bâliğ olup çalışabileceğim bir müddete kadar uzatmadın? Uzun ömür vermek suretiyle bu faziletleri baliğe ihsan ettin de benden niçin esirgedin? Bu, adalete aykırı düşmez mi?' Allahü teâlâ'da şöyle buyurur: 'Ben senin bâliğ olduğunda bana ortak koşup isyan edeceğini biliyordumBu yüzden de senin için en faydalısı daha çocukken ölmendi'.

Bu, Mu'tezile'nin Allah namına beyan ettiği özürdürFakat Allah, bu hâşâ özrü beyan buyurduğu zaman, kâfirler cehennemin en alt tabakalarından bağrışmaya başlayarak şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Acaba, bâliğ olduğumuz zaman sana şirk ve ortak koşacağımızı bilmez miydin? Neden bizi, küçükken öldürmedin?

Biz şimdi müslüman çocuktan çok daha aşağı derecelere razıyızBizi buradan çıkar!'

İşte o zaman, kâfirlerin bu sualine nasıl bir cevap verilebilir? Bu misal, böylece anlaşıldıktan sonra, her müslümânâ vâcib olan hareket, Allah'ın celâl ismine sığınarak ilâhî emirleri, iptizal ehlinin ölçüsüyle tartışmamaya karar vermektir.

Eğer 'Allah, kulları için en faydalı olanı gözetmeye muktedir olduğu halde onlara azabın sebeplerini musallat kılarsa, bu durum, hikmete aykırı düşer ve kötü olur' dersen buna karşılık deriz ki: Kötülük, hedefe muvafık olmayan nesnedirHatta birşey birisine göre kötü, gaye ve hedefine uygun düşen bir başkasına göreyse güzeldirİnsan, yakınlarının öldürülmesini kabih görürFakat düşmanların nazarında, bu güzel birşeydir.

Eğer kötülükten, Allah'ın hedefine muvafık ve mutabık olmayan murâd ediliyorsa, böyle bir kasd muhaldirZira Allahü teâlâ'nın, bu mânâda, herhangi bir hedefi düşünülemezBinaenaleyh Allah'tan bir kötülüğün gelmesi, zulüm olarak düşünülemezZira Allah'ın başkasının mülkünde tasarruf etmesi sözkonusu değildir.

Eğer kabi'hden, başkasının isteğine mutabık ve muvafık olmayan şey düşünülüyorsa, bu keyfiyetin, Allah için muhal olduğuna neden hükmediyorsun?, Böyle bir hüküm keyfîdirVerdiğimiz misal ve orada zikredilen cehennem ehlinin muhakemesi hâdisesi, bunun aksinin doğru olduğuna şehâdet eder. Sonra Allah'ın el-Hakîm isminin mânâsı, eşyanın hakikatini bilen âlim, eşyayı iradesine muvafık kılacak kadir demektir.

Böyle bir vasfa sahip olan Allah'a, kullar için en yararlı olanı gözetmek vazifesi nasıl vacip olabilir? Bizim hakimlerimize gelince; onlar, dünyada medh ü senâ edilmek, felaketlerden kurtulmak ya da âhirette mükâfat elde edebilmek için kendilerine göre en faydalıyı gözetirlerBütün bunlar Allah hakkında muhaldir.

VIII. Esas: Mârifetullah

Allah'ın bilinmesi ve tâatı, aklen değil, aksine şer'an ve Allah'ın emriyle herkese vâcibdirFakat Mu'tezile'ye göre, Allah'ın bilinmesi ve tâati aklen vâcibdirMutezile, iddiasında yanılmaktadırZira aklın, tâati zarurî kılması için iki şıkka dayanması gerekir:

a) Faydasızı icab ettirmektir, ki bu muhaldir; çünkü akıl faydasız ve boş şeyleri icab ettirmez.

b) Fayda ve bir gaye için icab ettirmektirBu fayda ve gaye yamabuda ircâ edilecektir ki, Allah hakkında böyle birşey düşünmek muhaldir: zira Allah her çeşit fayda ve gayelerden uzaktır; küfür, îman, taat ve isyan Allah'a göre eşittirYa da gaye tâatı yapan kula ircâ olunacaktır ki bu da muhaldirÇünkü hâl-i hâzırda, kulun, tâattan ve marifetten herhangi bir menfaati mevzûbahis değildirAksine kul, taat ve marifetin yüzüsuyu hürmetine, şehvetlerden döner veya onların icabını yerine getirdiği için maddeten yorulurGelecekte ise ya sevap vardır, ya da ikab! Allahü teâlâ'nın mâsiyet ve taat üzerine, kula sevab verip de ceza vermeyeceği nereden bilinecektir? Allah için taat ve isyan eşittir; zira O'nun taat ve isyanın hiçbirisine zerre kadar bir meyl-i ilâhîsi yokturBöyle bir meyli olmadığı gibi, taat ve isyanın herhangi birisine bir ihtisas ve özelliği de mevcut değildirTâatın taat, isyanın da isyan olması ancak şeriatla ayırtedilmiştirHâlık ile mahlûk arasında mukayese yaparak yaratıcının tâattan hoşnud olduğunu, isyandan da öfkelendiğini istihraç ve istinbât eden (anlayan) bir kişi, zillete düşmüş ve yanılmıştırMahlûk, şükür ile küfrân-ı nimet arasında ayırım yaparŞükür ile ferahlanır, sevinir, lezzet alır ve vicdanı coşarFakat küfran-ı nimet ile bunların tam aksini duyarYaratıcı hakkında ise böyle birşey düşünülemez.

Eğer "Mademki düşünce ve mârifet aklen değil, ancak şeriatla vacip olmuştur; o halde mükellef, düşünmek suretiyle vicdanında ve nezdinde şeriatı istikrar ettirmek zorunda değildirBinaenaleyh mükellef bulunan kişi,

Hazret-i Peygambere 'Akıl, Allah hakkında düşünmemi icap ettirmiyorŞeriat ise, benim nezdimde, ancak düşünce neticesinde sabit olurBense düşünceye dalmak mecburiyetinde değilimÇünkü düşünceye dalmayı ancak akıl vacip kılmaktadır' dediği zaman, Hazret-i Peygamberi susturabilecek bir delil ileri sürmüş olur" dersen, cevaben şöyle deriz: Bu iddia, tıpkı herhangi bir yerde duran bir kişinin 'Arkanda yırtıcı bir hayvan varEğer buradan gitmezsen seni öldürecekGeriye bakarsan doğru söylediğimi anlarsın' diyen birisine 'Dönüp arkama bakmadıkça doğru söylediğin sabit olmazBense, doğruluğu sabit olmadıkça, arkama bakmam' demesine benzer,

Bu inatçı insanın ahmaklığına delâlet eden bu söz, kendisini felâkete götürürFakat bu söz ve inatta, onu uyararak kurtarmaya çalışan kişiye, hiçbir zarar yoktur.

İşte böylece Hazret-i Peygamberde 'Arkanızda ölüm, hemen ötesinde de yırtıcı hayvanlar, yakıcı ateşler vardırEğer onlardan sakınmaz ve mu'cizeme bakarak beni tasdik etmezseniz helâk olacaksınız' diye haykırır.

Hazret-i Peygamberin sözünü dinleyip Allah'ı tanıyan, ve yasaklardan sakınan kurtulurİnadında ısrar edenlerse helâk olurHazret-i Peygamber 'Bütün insanlar helâk olsa dahi bana hiçbir zarar dokunmazÇünkü benim vazifem, dini açık bir şekilde tebliğ etmekten ibarettir' der.

Şeriat, ölümden sonra yırtıcı hayvanların varlığını bildirirAkıl ise, şeriatın kelâmını anlamayı sağlar ve şeriatın müstakbelde olacağını söylediği şeylerin mümkün olabileceklerini idrâk etmeye yardımcı olurİnsanın yaratılışı da, kendisini zarardan sakındırmaya teşvik eder.

Birşeyin vâcib olmasının mânâsı, 'terkinde zarar vardır' demektirŞeriatın herhangi birşeyi vacip kılmasının mânâsı ise, o şeyin terkinde muhtemel bir zararın mevcudiyetini bildirmesi demektirZira akıl, şehvetlere ittibâ ettiği zaman, insanı tek başına, ölümden sonraki zararın varlığına götüremezİşte şeriatın ve aklın mânâsı ve vacibin takdirindeki tesiri budurEğer Allah'ın emir buyurduklarının terkinde ikabm ve cezanın varlığından korkulmasaydı emirlerin vücudu sâbit olmazdıÇünkü vacibin mânâsı 'Terki halinde âhirette zarar terettüp edecek bir şey'dir.

IX. Esas: Nübüvvetin Gerekliliği

Peygamberlerin gönderilmesinde, Allah için herhangi bir imkânsızlık bahis mevzuu değildirFakat Brahmanlar 'Peygamberlerin gönderilmesinde hiçbir fayda yoktur zira bu hususta akıl kâfidir ve onların gönderilmesine ihtiyaç bırakmaz' iddiasındadırFakat onların bu iddiaları çürüktür; çünkü akıl, sıhhate faydalı ilaçları gösteremediği gibi, âhiret âleminde kurtarıcı fiilleri de gösteremezBinaenaleyh mahlûkâtın, peygamberlere olan ihtiyacı, tıpkı insanların, doktorlara olan ihtiyaçları gibidirAncak şu farkla ki, doktorların doğruluğu deneme ile, peygamberlerinki ise mu'cize ile sabittir.

X, Esas: Hatemul-Enbiya’nın Nübüvveti

Allah, peygamberlerin sonuncusu ve kendisinden evvel gelen yahûdî, hristiyan ve sâbiîlerin şeriatlarını neshedici olarak Muhammed Mustafa'yı (sallâllahü aleyhi ve sellem) göndermiştirKendisini açık deliller ve zâhir mucizelerle takviye etmiştir: Ay'ın parçalanması, taşların tesbih etmesi, akılsız hayvanların konuşması ve parmaklarının arasından sular akması gibi. . .

Fesâhat ve belâgat erbabı bütün Araplara karşı meydan okuyan açık mucizelerden birisi de Kur'ân dırAraplar, fesâhat ve belagatlarına rağmen, Hazret-i Muhammed'in esir ve yağma edilmesini, öldürülmesini ve memleketinden uzaklaştırılmasını Allah'ın haber verdiği gibi istihdaf ederek (hedefleyerek) Kur'ân gibi bir eserle muâraza etmeye cesaret edemediler.

Çünkü beşerin kudretinde Kur'ân'daki cezâlet (mânâ güzelliği) ve nazmı bir araya getirme imkânı yokturBunun yanında Kur'ân'da geçmiş milletlerin haberleri vardırOysa Kur'ân'ın tebliğcisi ümmî idiKitap okumamış, mektep ve medrese görmemiştiMüstakbelde doğruluğu tahakkuk eden birçok hususları da gayb kabilinden haber veriyorduTıpkı şu ayetlerde olduğu gibi:

Andolsun ki, Allah'ın izniyle, emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı tras etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızm Mescid-i Harâm'a gireceksinizFakat Allah sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de Mekke'nin fethinden önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)

Elif, Lâm, MîmRumlar (Arap yarımadasına) en yakın bir yerde (İranlılara) mağlup oldularHalbuki onlar bu yenilgilerinden sonra muhakkak galip geleceklerÖnünde ve sonunda emir Allah'ındırO gün (Romalıların üstün geldiği gün) Mü'minler ferahlayacak. (Rûm/1-4)

Mucizenin peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmesinin hakikati şöyledir:

Beşerî kudretin yapmaktan aciz olduğu her fiil ancak Allah'ın fiilidirBinaenaleyh, böyle bir fiil, bir peygamberin meydan okumasıyla birlikte olursa âdeta onun 'Ben doğruyum' demesi yerine geçerPeygamberin mucize ile ortaya çıkması tıpkı bir hükümdarın huzurunda millete 'Ben bu hükümdarın size gönderdiği elçisiyim' diyen kimsenin durumuna benzer:

Bu davayı güden elçi, hükümdara "Eğer 'Senin elçinim' dediğim zaman sözümde doğru isem, âdetinin hilâfına, tahtında üç defa ayağa kalkıp, otur!" dese ve hükümdar da onun bu söylediğini yapsa, orada bulunanlar bizzarure bu hareketi, elçinin 'Ben doğru söylüyorum' sözünün yerine kabul ederler.

36) Ayın ikiye yarılması hadîsi için bkz. Buhârî ve Müslim, (Enes, İbn Mes'ûd ve İbn-i Abbâs'tan) Taşların tesbihini bildiren hadîs için bkz. Beyhakî, Delâil'ün-Nübüvve, (Ebû Zer'den) Hayvanların konuşması ile ilgili hadîs için bkz. Ahmed b. Hanbel ve Beyhakî, (Ya'lâ b. Mürre'den) ; krş. Beyhakî, Delâil' ün-Nübüvve

Sem'iyât (Naklî deliller)

Sem'iyât (naklî deliller) ve Rasûlüllah'ın haber verdiği şeyleri tasdik ve doğrulamak

I. Esas: Haşr ve Neşr

Bu esas, haşr ve neşr hakkındadır37 Haşr ve neşr hakkında şeriat (Allah'ın nizamı) vârid olmuşturŞeriat ise haktır; binaenaleyh haşr ve neşri doğrulamak herkese vaciptirÇünkü, haşr ve neşrin mümkinâttan olduğu aklen de sabittirHaşr ve neşr'in mânâsı ölümden sonra iade olunmak ve diriltmek demektirDiriltmek, tıpkı başlangıçtaki yaratmak gibi Allah'ın kudretine dâhildir.

De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı, tamamıyla bilir'. (Yâsin/79)

Bu ayetle Allah, yaratılışın başlangıcını, yeniden dirilişin delili olarak göstermektedir.

Hepinizin (yoktan) yaratılmanız da, öldükten sonra diriltilmeniz de, ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman/28)

II. Esas: Nekir ve Münker

Nekir ve Münker suâli hakkında birtakım hadîsler rivâyet edilmiştirBinaenaleyh Nekir ve Münker'in suâline inanmak vâcibdirÇünkü böyle bir sual haddizatında mümkündürZira bu suâl, konuşmanın anlaşılmasına vesile olan uzuvlardan birisine hayatın iade ve döndürülmesini isterBu ise, esasında mümkün bir istektirÖlünün her parçasının bizce hareketsiz olması ve bizi duymaması Nekir ve Münker 'in suâline mâni olamazÇünkü uykuda olan bir kişi de, görünen tarafıyla sakindirFakat iç âleminde, uyanık olduğu zamanki gibi lezzet ve elemleri idrâk eder, tesirlerinde kalırHazret-i PeygamberCebrail'in konuşmasını dinler ve onu görürdüHalbuki Rasûlüllahın yanıbaşmda oturan sahâbe-i kiram ne Cebrail'i görür, ne de konuşmasını duyabilirlerdiAllah'ın ilminden, ancak O'nun dilediği miktarı kavrayabilirlerdi38 İnsanlar, kendileri için kulak ve göz yaratılmadığı zaman, duyup görmelerine izin verilen şeyleri dahi görmez ve bilmezler.

III. Esas: Kabir azabı

Kabir azabını bize Allah'ın şeriatı bildirmektedir.

Onlar (kabirlerinde, kıyâmet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arzedileceklerKıyâmet koptuğu gün, 'Firavun'un kavmini en şiddetli azaba sokun' denilecektir. (Mü'min/46)

Rasûlüllah'ın ve selef-i sâlihînin kabir azabından istiâze ettikleri (Allah'a sığındıkları) sabittir ve bu husus, meşhur bir hakikattirKabir azabı, haddizatında mümkün bir keyfiyettirBu azâbın vâkî olacağına îman etmek de vâcibdirÖlünün, yırtıcı hayvanların karnında ve kuşların kursağında parçalanıp dağılması, kabir azabına inanmaya mâni değildirZira azabın elemini idrâk eden, mahlûkâtın özel cüz ve parçalarıdırAllahü teâlâ, bu parçalarda azabın elemini tatmak kabiliyetini yaratmaya muktedirdir.

IV. Esas: Mizan

Mizan haktır ve vardır.

Biz kıyâmet gününde (insanların amel defterlerini tartmak üzere) adalet terazileri kuracağızArtık hiç kimse en ufak bir zulme uğramayacaktırYapılan amel bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir tartıya koyarızHesap gören olarak biz kâfiyiz. (Enbiyâ/47)

O zaman (kıyâmette) kimin hasenât tartıları ağır gelirse işte onlar zafere kavuşacaklardırKimin de tartıları hafif gelirse işte kendilerini hüsrana düşürenler bunlardırCehennemde ebedî olarak kalırlar. (Mü'minûn/102-103)

Tartının keyfiyeti şöyledir: Allahü teâlâ, amel sayfalarına, nezdindeki derecelere göre ağırlık verirYapmış oldukları amelleri, kulların kendilerine mâlûm olurO zaman cezada adaletsizlik yapılmadığı, afta fazilet cihetine gidildiği ve sevabın kat kat artırıldığı görülecektir.

V. Esas: Sırat

Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprüdürŞu ayet bize Sırat'ın varlığını bildirmektedir:

Onları cehennemin yoluna (sırat köprüsüne) sürünOnları durdurun; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir. (Saffât/23-24)

Sırat köprüsü, haddizatında mümkinâttandır; binaenaleyh ona inanmak vâcibdirÇünkü kuşları havada uçurtan kâdir-i mutlak, insanları cehennem üzerinde kurulmuş bir köprüden geçirmeye de muktedirdir.

VI. Esas: Cennet ve Cehennem

Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan cennete koşun! O cennet takvâ sahipleri için hazırlanmıştır. (Al-i İmrân/133)

Bu ayet-i celîledeki 'hazırlanmıştır' tâbiri cennetin şu anda mevcut olduğuna delildirCennetin mevcudiyeti muhal olmadığından, ayet-i kerîmeyi te'vil etmeye gerek yoktur ve bunun içinde olduğu gibi kabul edilmelidir.

Cennet ve cehennemin ceza gününden önce hazırlanmasında hiçbir fayda yoktur' denilemez; çünkü 'Allah yaptıklarından sorumlu değildir, ancak insanlar sorumludurlar!' (Enbiya/23)

VII Esas: Hak İmâm

Rasûlüllah'tan sonra hak İmâm (halife) Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'tır, ondan sonrada sırasıyla Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali'dirRasûlüllah'ın, muayyen bir şahsın halife olmasına dair kesin bir emri yokturÇünkü böyle bir emri olsaydı vali ve emirleri tâyin ettiği gibi, büyük imamı da tâyin etmesi ve bildirmesi daha evlâ olurdu ve bunu gizlemezdiHerhangi bir vali ve emîri gizlemeden tâyin eden Hazret-i Peygamber, nasıl olur da halifeyi gizli bırakırEğer böyle olmamış olsaydı neden bu açıklık ortadan kaldırılmış ve bize ulaşmamıştırBinaenaleyh Ebû Bekir Sıddîk, ashâb-ı kiramın seçmesi ve kendisine bi'at edilmesiyle İmâm olmuşturŞayet RasûlüllahHazret-i Ebû Bekir'in dışında iddia edildiği gibi başka bir sahabi için 'Hilâfet onun hakkıdır' demiş olsaydı ve sahabe-i kirâm da Rasûlüllah'ın bu sözünü dinlemeyip, Hazret-i Ebû Bekiri halife seçseydi, o zaman bütün sahabenin Rasûlüllah'a ihanet etmiş olması gerekir ki bu da sahabenin icmâmı yıkmak mânâsına gelirBöyle bir küstahlığı iddia etmek cesaretine ancak Râfızîler yeltenebilir.

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ın inancına göre, hiçbir tanesi istisna olmaksızın, bütün sahâbe-i kirâm tertemizdirAllah ve Rasûlü'nün kendilerini övdüğü sahabîleri övmek, her müslümanın başta gelen vazifelerindendir.

Hazret-i Ali ile Muâviye arasında cereyan eden hâdiselerin esası içtihada dayanıyorduMuâviye, hilâfeti Hazret-i Ali'den almak için ortaya çıkmış değildiHazret-i Ali, Hazret-i Osman'ın katillerinden, aşiretlerinin çokluğunu ve islâm ordusunda bulunmalarını nazar-ı itibara alarak, 'Bunları halifeliğin başlangıcında şeriatın kılıcına teslim edersem büyük bir sarsıntı olacaktır' kanaatiyle şer'î intikamın daha sonra alınmasını doğru buldu, Muâviye ise, şer'î cezanın ertelenmesinde, cinayetin de büyüklüğü nazar-ı itibara alınırsa kötü niyetlileri, Hazret-i Osman'dan sonra gelecek halifeler aleyhine harekete geçirecek ve müslümanların kanlarının akıtılmasına sebep olacak bir zeminin mevcudiyetine kani olarak derhal cezalandırılmalarını istediİşte hâdise bu iki ayrı ictihaddan doğmuştur.

Alimlerin en faziletlileri şöyle demişlerdir: 'Her ictihâd sahibi ecir kazanır'.

Başka bir grup da 'Aynı hususta ictihâd eden iki kişiden mutlaka biri ecir kazanır, diğeri ise yanılır' demişlerdir.

İlim sahiplerinden hiç kimse Hazret-i Ali'nin yanıldığına hükmetmemiştir.

VIII. Esas: Sahabenin Fazileti

Sahâbe-i kiramın fazileti halifelik tertibine göredirÇünkü faziletin hakikati, Allah nezdinde olan fazilettirAllah nezdindeki fazilete ise ancak Hazret-i Peygamber muttali olur.

Sahâbe-i kiramın tümünü öven birçok ayet ve hadîs vârid olmuşturOnların arasındaki faziletin inceliklerini ve hangisinin fazilette daha önde olduğu keyfiyetini ancak vahyin inişini ve gelişini müşahede edenler, karşılaştıkları durumların karineleriyle bilirler ve tafsilâtını incelikleriyle çözerlerEğer sahâbe-i kirâm, 'Fazilet halifelik tertibi üzeredir' kanaatına varmasaydı, halifeleri bu şekilde tertip etmezlerdiÇünkü sahâbe-i kirâm, Allah yolunda gönül ve hatır gözetmeden yürüyen ve haktan hiçbir şekilde yüz çevirmeyen mübarek insanlardı.

IX. Esas: Hilafetin Şartları

Müslüman ve mükellef olduktan sonra halifede şu beş şart aranır:

1-Erkek olmak

2- Takvâ sahibi olmak

3- İlim sahibi olmak

4- Hilâfeti yürütecek kabiliyette olmak

5- Kureyş soyundan gelmek

Hazret-i Peygamber İmamlar Kureyş'tendir' buyurmuştur39

Bu sıfatlara sahip birkaç talip varsa, halkın çoğunluğu tarafından seçilen halife olurEkseriyetin görüşüne muhalefet eden bâğî ve âsîdirOnu hakka çevirmek bütün müslümanlara vâcibdir,

X. Esas: Fitne Korkusu Olduğunda İmâm'ın Tayini

Fitneden korkulduğu takdirde, yukarıda zikredilen sıfatların bir kısmına sahip olmasa bile halife seçilen zâtın imamlığı kabul edilir.

Hilâfet makamına talip olan kişide, ilim ve takvâ, kâfi derecede bulunmaz, azledilmesine de güç yetmez ve azledilmeye kalkışıldığında bir fitnenin kopmasından korkulursa, onun imamet ve hilâfetinin doğruluğuna hükmederizAksi takdirde müslümanları, zikrettiğimiz şartların eksikliği sebebiyle doğacak olandan daha büyük bir zarara sokmuş oluruzBinaenaleyh maslahat, Tâlibde aranılan bazı şartlar yoktur' diye yıkılmazBir saray bina etmek için bir şehri yıkan kimse gibi hareket edilemezÜlkeyi halifesiz bırakmak ve birtakım şartlardan mahrum olan halifenin hükümlerini fâsid ilân etmek felâketi de sözkonusudur ki bu muhaldirHalbuki, biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, bâğîlerin elinde bulunan memleketlerde verilen hükümlerin dahi geçerli olduğunu kabul ederiz.

Binaenaleyh zaruret ve ihtiyaç anında, nasıl olur da birtakım sıfatlardan mahrum bir kişinin hilâfet ve imametinin doğruluğuna hükmetmeyiz?

Akaid kaideleri olan kırk esası ihtiva eden dört rükün işte bunlardırBu rükünlere inanan, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaattendir ve bid'atçılar güruhundan ayrılırAllahü teâlâ tevfîki ile bizi doğrultup, hak ve hakikate iletirO'ndan geniş cömertliği, fazilet ve minnetiyle bize hakkı nasip etmesini; efendimiz Hazret-i Muhammed'e, âline ve bütün seçkin Mü'minlere bol rahmetler niyaz ederiz.

37) Buhârî ve Müslim, (İbn-i Abbâs'tan)

38) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

39) Nesâî, (Enes'ten) ; Hakim, (İbn Ömer'den ve Hazret-i Ali'den, sahih olarak) ; Buhârî, Târih

2-5

Îman, İslâm ve Bu İki Terim Arasındaki Birleşme ve Ayrılma, Îman ile İlgili Artma ve Eksilme

Bu bölümde üç mesele vardır:

I. Mesele

Alimler İslâm, îmanın aynısı mıdır, gayrisi mıdır? Gayrisi ise imandan ayrılıp tek başına var olabilir mi? Yoksa imana bağlı ve ondan ayrılmaz mı? hususlarında ihtilâfa düşmüşlerdir.

Kimisi, îman ile İslâm'ın birşey olduğunu ve aynı anlama geldiğini söylemiştirBaşka bir kavle göre de îman ve İslâm, birleşmeyen, ayrı ayrı iki şeydirHer birisi müstakildir ve kendi başına var olabilirDiğer bir kavle göre ise îman ve İslâm ayrı şeylerdir, fakat her ikisi de birbirine bağlıdır.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Kut'ul-Kulûb adlı eserinde bu konudaki uzun ve ihtilaflı beyanları nakletmektedirBiz ise, süratle, dedikodulara bakmaksızın hakkı beyan etmeye başlayalım.

Bu konuda üç bahis vardır:

a Lugavî anlamları

bŞer'î anlamları

cDünya ve âhiretteki hükümleri

Birincisi lugatla, ikincisi tefsirle, üçüncüsü de fıkıh ve şeriatla ilgilidir.

aîman ve islâm kelimelerinin lûgat yönünden izahı hakkındadır.

İmanın, tasdikten ibaret olduğu bir gerçektir.

Şimdi ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın! (Yûsuf/17)

Buradaki Mü'min kelimesi 'tasdik edici' mânâsına gelmektedir, îslâm kelimesi ise inat ve temerrüdü terkedip iz'an ve inkıyatla teslim olmak demektirTasdik'in özel mekânı kalptirDil, kalpteki tasdikin tercümanıdırTeslim ise, ister kalpte, isterse de lisan ve azalarda olsun, umumî bir mânâ arzederBinaenaleyh, ne zaman kalp ile tasdik varsa, teslim de vardır; bu durumda inat ve temerrüt terkedilmiş demektirDil ile itiraf da, kalp ile tasdik etmek gibi, teslim olmak, inat ve temerrüdü terketmek mânâsına gelmektedirAzalarla inkıyat ve itâat da aynı mânâyı ihtiva ederBinaenaleyh, lûgat yönünden İslâm kelimesi âmdır; yani umumî mânâyı ifade ederİmansa hastır; hususî bir mânâ için kullanılırO halde îman İslâm'ın en şerefli cüz'ü demektirOysa îmanın mânâsı olan 'kalp tasdiki3 mevcutsa, İslâm'ın mânâsı olan 'teslimiyet' de mevcut demektirFakat bunun zıddı düşünülemez. (Yani, "Nerede 'teslimiyet' varsa orada tasdik'i de vardır" denilemez) ,

B- Îman ve İslâm kelimelerinin şer'î yönden tahlili hakkındadır.

Şeriat dilinde, Îman ve İslâm'ın, iki eşanlamlı kelime olarak aynı mânâda kullanıldıkları bir gerçektirBu iki kelime bazen ayrı mânâları ifade etmek için de istimâl edilmiştirBazen da tedâhül, (aynı mefhumun anlaşılması) için ortaklaşa kullanılmışlardır.

'Îman ve İslâm' kelimelerinin müteradif (eş anlamlı) olarak kullanıldıkları yerlerden biri şu ayettir:

Nihayet Lüt'un memleketinde bulunan müzminleri (oradan) çıkardık (ki kalan kâfirleri helâk edelim. ) Fakat orada bir evden başka müslüman bulamadık. (Zâriyât/35-36)

Bütün müfessirler, Lût'un memleketinde, bir evden (ki o da Lût ve kızlarının eviydi) başka ev bulunmadığında müttefiktir. (Âyet-i celîlede 'mü'min' ile 'müslim' tâbirleri aynı mânâyı ifade etmektedir) .

Başka bir ayet:

Musa, kavmine şöyle dedi: 'Ey kavmim! Siz gerçekten Allah'a îman etmişseniz ve O'nun birliğine ihlâs ile teslim olmuş müslümanlarsanız yalnızca O'na dayanıp güvenin'40 (Yûnus/84)

Hazret-i Peygamber ise şöyle buyurmuştur:

İslâm (dini) beş temel üzerine bina edilmiştir: a) Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de O'nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, b) Namaz kılmak, c) Zekât vermek, d) Hacca gitmek, e) Ramazan orucunu tutmak41

Bir ara Hazret-i Peygambere îmanın mahiyeti sorulmuş; o da îmanın yukarıda sayılan beş unsurdan ibaret olduğu cevabını vermişlerdi. (Böylece Îman ve İslâm kelimelerinin aynı mânâyı ifade ettiğini beyan buyurmuşlardır. )

Îman ve İslâm kelimelerinin ayrı anlamlar ihtiva ettiği hususuna gelince, bunun misâli şu ayettir:

(Ganimet hevesiyle, görünüşte İslâm'ı kabul eden bazı) bedevîler 'Biz gerçekten îman ettik' dedilerDe ki: "Siz kalplerinizle îman etmedinizAncak, 'Biz, (kılıç korkusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) müslüman olduk' deyin! Îman henüz kalplerinize girmemiştir(Hucurât/14)

Bu ayetteki "Biz müslüman olduk, deyiniz!" cümlesinin mânâsı 'Zahirde teslim olduk' demektirBinaenaleyh ayette 'îman' kelimesinden sadece 'tasdik' murâd edilmiştir'İslâm'dan ise 'Dil ve azalarla zahirde teslim olmak' mânâsı murâd edilmiştirCibril hadîsi olarak bilinen hadîste, Cebrâil îman'ı sorduğu zaman, Hazret-i Peygamber şöyle cevap vermiştir:

Îman Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, son güne, ölümden sonraki dirilmeye, hesaba ve kaderin hayrına ve şerrine inanıp bunları tasdik etmen demektir.

İslâm, Allah'ın birliğine ve varlığına ve O'ndan başka hak mabud olmadığına ve Muhammed'in de O'nun rasûlü olduğuna şahitlik etmen, namaz kılman, zekât vermen, hacca gitmen ve oruç tutmandır.

Hazret-i Peygamber bu cevaplarıyla İslâm'ın zahirde, söz ve amelle teslim olmaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.

Sa'd'dan42 gelen bir hadîs de şöyledir:

Hazret-i Peygamber adamın birine birşeyler verdi; fakat orada bulunan başka birisine hiçbir şey vermediBunun üzerine Sa'd (radıyallahü anh) 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'min olmasına rağmen filân adama birşey vermedin?' dediHazret-i Peygamber de 'yoksa müslim midir?' buyurdu.

Sa'd, aynı suali bir kere daha tekrar etti ve Rasûlüllah da yine yukardaki cevabı verdi43

(Bu muhavereden anlaşılıyor ki, Mü'min kelimesinin ifade ettiği mânâ ile 'müslim' kelimesinin mânâsı ayrı ayrıdır. )

Tedahüle gelince, bu konuda da şöyle bir hadîs vardır:

Hazret-i Peygamber 'Amellerin hangisi daha üstündür?' sorusuna 'İslâm'; 'İslâm'ın hangisi efdaldir?' sorusuna da 'Îman' cevabını verdiler44

İşte bu hadîs-i şerif, İslâm ve Îman kelimelerinin ayrı ayrı mânâlara geldiğine ve birinin diğerine girişik, yani mütedâhil olduğuna delildirLugatta kullanılan en muvafık vecih budurÇünkü îman, amellerden birisi ve hatta en üstünüdür.

Teslimiyet mânâsına gelen İslâm' ise ya kalple veya dille veyahut da azalarla gerçekleşirBunların en üstünü kalple olan teslimiyetle, 'îman' diye adlandırılan tasdikten ibarettir.

Îman ve İslâm kelimelerinin ayrı ayrı mânâlarda veya teradüf cihetiyle kullanılması, yerinde birer hakikattirlerHerhangi bir mecaz mevzuubahis değildir. (Yâni Arap lügati geniş imkânlara sahip olduğu için, bu terimler bütün bu mânâları ifade etmektedir ve hepsi de bu mânâlarda kullanılmıştır. )

Farklı mânâlarda kullanılmalarına gelince, 'îman', sadece kalp ile yapılan tasdikten ibarettir ve îmanın bu mânâda kullanılması lûgata da uygundurİslâm' ise, sadece zahirî teslimiyet manasınadırBu da lûgata muvafıktır; çünkü teslim edilmesi gereken şeylerin bir kısmının yerine getirilmesine 'teslim' ismi verilirBu şekilde isimlendirmek için umumî mânânın, yani teslim olunması gereken şeylerin tamamının bulunmasına lüzum yokturÇünkü bir başkasına bedeninin tümüyle değil yalnızca bir cüzüyle temas eden bir kimseye 'temas edici' denilmektedirBinaenaleyh 'İslâm' kelimesinin bâtınî teslimiyet olmaksızın yalnızca zahirî teslimiyete ıtlak olunması, dile ve lûgata uygundur.

Göçebeler, 'îman ettik' dedilerDe ki: "Îman etmediniz; fakat 'müslüman olduk' deyiniz!" (Hucurât/14)

Hazret-i Peygambcr'in, Sa'd'ın rivâyet ettiği hadîsindeki 'Yoksa müslim midir?' sözleri, bu mânâya hamledilmiştirGörülüyor ki Hazret-i Peygamber, 'îman'ı 'İslâm'dan üstün tutmuş; ayrı ayrı mânâlara gelmeleriyle, Mü'minin derece ve makam bakımından müslimden üstünlüğünü ifade buyurmuştur.

Tedahüle gelince, îman hususunda, bu keyfiyet de lugata mutabık ve uygundurBu defa İslâm' terimi kalp, söz ve amelin tümüyle teslim olmaktan ibaret bir mânâ genişliği kazanırÎman teriminin mânâsı ise, İslâm'ın umumî tarifinde bulunan kalbin tasdikinden ibaret olurİşte tedahülden bunu kastediyoruzBu, Îmanın hususî ve İslâm'ın da umumî oluşu bakımından lugata uygundurİşte Rasûlüllah'ın, İslâm'ın hangisi efdaldir?' sorusuna, îmandır' şeklindeki cevabı. . .

Çünkü Rasûlüllah İmanı, İslâm'ın umumî mânâsından özel bir parça olarak kabul etmiş ve böylece İmanı, İslâm'ın umumî mânâsına dâhil etmiştir.

Eşanlamlı kullanımına gelince, İslâm tâbiri, hem kalbî ve hem de zahirî teslimiyet demektirÇünkü her ikisi de netice itibariyle teslimiyettirÎman da böyledirKalbin tasdiki olan 'îman'ı, hususî mânâsında tasarruf yaparak umumîleştirmek ve zahirî teslimiyeti îmanın mânâsına idhâl etmek caizdir.

Çünkü söz ve amelle, zahirde teslim olmak, iç âlemdeki tasdikin meyvesi ve neticesidirBazı ibarelerde ağaç kelimesi geçerFakat bu tâbirden, müsamaha yoluyla, 'ağaçla birlikte 'Meyvesi' de kastedilmektedirİşte bu kadarcık umumîleştirmek ile 'îman' tâbiri 'İslâm'ın müteradifi olmakta ve birbirine mutabık ve uygun düşmektedirBöylelikle 'îman', 'İslâm'dan ne bir santim eksik ne de bir santim fazladırAllahü teâlâ'nın 'Fakat bir evden başka, orada müslüman da bulmadık' ayeti 'Îman' ve 'İslâm'ın eşanlamlı kelimeler olduğunu göstermektedir.

cÎman ve İslâm'ın şer'î hükümleri hakkındadırÎman ve İslâm'ın dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki hükmü vardırUhrevî hükümleri şunlardır:

Mü'min ve müslümanların ateşten çıkarılması ve orada ebedî bırakılmaması. . . Çünkü Hazret-i Peygamber 'Kalbinde zerre kadar îman bulunan bir kişi cehennemden çıkar'45 buyurmuşturBu hükmün hangi mânâya geldiği hususunda ulema ihtilâf etmiş ve bu hükme vesile olan 'îman'ın ne olduğu hakkında şunları söylemişlerdir:

1- Îman, kalbin mücerret tasdikidir.

2- Kalbin tasdiki ve dilin ikrarıdır.

3- Kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve zahirî azaların amelidir.

Biz bu girift meselenin üzerindeki perdeyi kaldırarak deriz ki; îmanın yukarıda zikredilen üç tarifine uygun olarak hareket eden bir müslümanın yeri, şeksiz şüphesiz cennettir, İşte birinci derece budur.

İkinci derece ise bu üç tariften ikisinin tamamını ve üçüncüsünün de bir kısmını ihtiva ederMü'min, diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik eder, bir kısım amelleri de yaparFakat bununla beraber, büyük bir günahı veya büyük günahlardan bir kısmını işlerİşte böyle bir kimse hakkında Mutezile şöyle der:

Kişi, amellerin bir kısmını terkettiğinden dolayı 'îman'dan çıkar ve aynı zamanda küfre de girmezZira diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmiştirBöyle bir insan 'fâsık'tırBu kişi 'îman' ile 'küfür' arasında bir mertebededir ve cehennemde ebedî kalacaktır.

İleride de zikredeceğimiz gibi, Mu'tezile'nin bu inancı bâtıldır.

Üçüncü dereceye gelince, kalp ile tasdik, dil ile ikrar bulunduğu halde, azalara ait amellerin mevcut olmamasıdırBöyle bir kimsenin (veya îmanın) hükmünde âlimler ihtilâfa düşmüştür.

Ebû Tâlib el-Mekkî, 'Azalarla amel etmek imandandır ve îman ancak amel ile tamamlanır' demiş ve bu hükümde ulemânın icmâl olduğunu iddia etmiştirBunu söylerken de görüşün aksini isbat eden birçok delilleri de zikretmiştirŞöyle ki:

Îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetleri vardır. (Kehf/107)

Bu ayet, amelin imandan sonra geldiğini ve îmanın aynı olmadığını bildirirEğer ayet bu mânâda olmasaydı 'îman edip' dedikten sonra 'sâlih amel işleyenler' tâbirini kullanmak fazla olurdu.

Daha garibi, Ebû Tâlib el-Mekkî, bu meselede icmâ bulunduğunu iddia etmekle beraber Hazret-i Peygamberin 'Kişi ikrar ettiği hakikati inkâr etmedikçe küfre girmez'46 hadîsini de naklederDiğer taraftan Mu'tezile'nin, 'mü'min büyük günahları işlediği için cehennemde ebedî kalır' şeklindeki hükmünü de inkâr etmektedirHalbuki 'Amel-i sâlih imandandır' diyen bir kişi, kılı kılına Mutezile mezhebini kabul etmiş olurÇünkü ameli imandan sayan kişinin 'Kalbi ile tasdik, diliyle ikrar eden ve bunları yaptıktan sonra da derhal ölen bir kimse cennette midir?' sorusuna elbette ki 'Evet' demesi icap ederBunu söylediğinde de amelsiz bir îmanın varlığına hükmetmiş olur.

Biz daha da ileri giderek kendisinden şunu soruyoruz: 'Kalbiyle tasdik ve diliyle ikrarda bulunan kişi hemen ölmeyip de bir namaz vakti girinceye kadar yaşasa ve o namazı terkettikten veya zina ettikten sonra ölse acaba cehennemde ebedî kalır mı?'

Eğer 'Evet' derse Mu'tezile'nin iddiasını tasdik etmiş olur'Hayır' dediğindeyse amelin, 'îmanın' rüknü olmadığını ve îman ile cenneti kazanmada amelin herhangi bir rolü bulunmadığını açık bir şekilde ikrar etmiş olur.

'Uzun bir zaman yaşayıp namaz kılmayan ve şer'î amellerin hiçbirisini yapmaya yönelmeyen bir kimseyi kastediyorum' dese, biz de şöyle deriz: Bu uzun zamanın bir hududu yok mudur? İmanın iptal olabilmesi için tâatların kaç adedinin terki lâzımdır? İmanın bozabilmesi için büyük günahların kaç tane olması gerekir?

İşte bunun takdiri mümkün değildir ve hiç kimse böyle bir takdir ve tahdide kalkışamaz.

Dördüncü derece, kalben tasdik ettikten sonra, henüz dil ile ikrar ve amellerle meşgul olmazdan evvel ölmesidirAcaba böyle bir insan 'mü'min' olarak mı ölmüştür? İşte ulemâ burada ihtilâf etmiştir'İmanın tamam olması için dil ile ikrar şarttır' diyenler, böyle bir insanın 'imandan evvel öldüğüne' hükmederlerOysa bu hüküm fasittir; çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kalbinde zerre kadar îman olan bir kimse? cehennemden çıkar.

Kalbi 'imanla dolup taşan böyle bir kişi nasıl olur da cehennemde ebedî kalır?

Cibril hadîsinde de, 'îman' etmek için, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve son günü tasdik etmek şartı ileri sürülmüştürNitekim bu hakîkat daha önce izah edilmişti.

Beşinci derece, kişinin, kalp ile tasdik ettiği halde; ömrü şehâdet kelimelerini dille söylemesine müsait olmasına ve bunun kendisine vâcib olduğunu bilmesine rağmen dil ile ikrarda bulunmamasıdırBinaenaleyh dil ile ikrar etmemesi şu ihtimal dâhilinde bahis mevzuudur: İnkâr etmemekle beraber namaz kılmakta gevşeklik gösterdiği gibi, bunda da ihmalkâr olabilirBöyle bir kimsenin Mü'min olduğunu ve ebediyyen cehennemde kalmayacağını sanıyoruzÇünkü îman, mücerret tasdikten ibarettirDil ise, îmanın tercümanıdır.

Binaenaleyh îman, dilden evvel var olmalı ki, dil, var olan o şeyin tercümanı olabilsinİşte bu, en açık hükümdürÇünkü burada dayanılacak senet, ancak, kelimelerin icaplarına tâbi olmaktırHalbuki Arap dilinde îman kalbin tasdikinden ibarettir ve Hazret-i Peygamber de 'Kalbinde zerre kadar îman olan ateşten çıkar' buyurmuşturŞu halde vacip bir fiilin sükût ile ortadan kalkmadığı gibi, vacip olan ikrarı terketmek de kalbden îmanı silmeye vesile olamaz.

Bazı âlimler 'Dilin ikrarı, îmanın rüknüdür çünkü şehâdet kelimeleri, kalplerdeki îmanı haber vermek için değil aksine ayrı bir akid ve ayrı bir şehâdetin başlangıcı ve iltizamıdır' derlerFakat birinci hüküm daha açıktır.

Kalp ile tasdik imkânı olduğu halde dil ile ikrardan imtinâ edenler hakkında Mürcie çok ileri gider ve 'Böyle bir kimse asla ateşe girmez' derler ve sonra da şöyle devam ederler: 'mü'min kişi isyan etse dahi cehenneme girmez'.

Biz bu hükmün çürüklüğünü ilerideki bahislerde isbat edeceğiz.

Altıncı derece, diliyle 'Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlüllah' dediği halde kalbi ile tasdik etmemektir.

Bizim şüphemiz yoktur ki, böyle bir kimse âhiret hükmüne göre kâfirdir ve ebediyyen cehennemde kalacaktırYine şüphe etmiyoruz ki, idare ile ilgili olan dünyevî hükümlere nazaran böyle bir kimse müslümandır; çünkü kalbe, Allah'tan başka hiç kimse, muttalî olamazBiz müslümanlara düşen vazife, 'Diliyle söylediği şey kalbinde de vardır zannıdırFakat bu kişi ile Allah arasında, dünya hükümlerinden plan üçüncü bir emirde şüpheye düşüyoruzŞöyle ki: Böyle bir kimse müslüman bir akrabasının ölümünden sonra, kalbi ile de İslâm dinini tasdik ederek, fetva istemek üzere 'Akrabam öldüğü sırada ben kalben İslâm dinini tasdik etmiyordumŞu anda ise onun mirası benim yanımdadırAcaba bu miras bana helâl midir?' dese veya böyle bir kimse kalben İslâmiyet'e inanmadığı sırada müslüman bir kadınla evlense ve sonra da kalben İslâmiyet'e inansa nikâhının yenilenmesi lâzım gelir mi? İşte bu, düşünülecek bir noktadırŞöyle demek de mümkündür: İster zâhir isterse de bâtın olsun dünya hükümleri, zahirî söze bağlıdır'.

Şöyle de denebilir: 'Dünya hükümleri, o şahıs hakkında değil, onunla ilgili olan başkaları hakkındaki zahirî söze bağlıdırÇünkü insanın, Allah ile kendi arasında bulunan iç âlemi başkasına karanlık, kendisine ise aydınlıktır'.

Hakikî ilmin Allah'a mahsus olduğunu ikrar etmekle beraber o kişi hakkında en açık fetva şudur: 'Almış olduğu miras kendisine haramdır ve nikâhını da yenilemelidir'.

İşte bu sırra binâen Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) , münafıkların cenaze namazına iştirak etmezdiHazret-i Ömer de (radıyallahü anh) bu hususta Huzeyfe'yi izler, onun katılmadığı cenazelere katılmazdı.

Helâli aramak ve elde edilmesi için çaba sarfetmek, farîza üstüne farizadır.

Namaz, her ne kadar ibadetlerden ise de dünyanın görünür fîillerindendirAllah'a kulluk bakımından yapılması vacip şeylerden olan haramlardan sakınarak kaçmak da her Mü'minin vecibesidir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bu hadîs, "Vâris olmak islâm'ın hükmüdürİslâm ise zahirî hükümlere teslim olmaktır' sözümüze zıt düşmezÇünkü tam teslimiyet, zâhir ve bâtını kapsayan teslimiyettir.

Bütün bu incelikler zahirî ibareler, umumlar ve kıyaslar üzerine bina edilen fıkhî ve zannî bahislerdirBinaenaleyh ilimlerde kusurlu olan bir kimse, 'Kesinlik ve katiyet ifade eden kelâm ilminde vârid olması âdetten olan bu meseleler kesindir zannına kapılmamalıdırZira ilimlerde zahirî merasim ve âdetlere bakan kimseler hiçbir zaman felâh bulmamışlardır.

Eğer 'Mutezileve Mürcie'nin şüphesi nedir ve onların sözlerini iptal edecek deliller hangileridir? dersen şöyle cevap veririz: Onların şüpheleri Kur'ân'ın umumî hükümlerindendir.

Mürcie şöyle der: 'Bir Mü'min, bütün günahları işlese bile ateşe girmez; çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Gerçekten biz o Kur'ân'ı işittiğimiz zaman ona îman ettikKim rabbine îman ederse artık ne mükâfatının azalacağından ve ne de bir haksızlığa uğrayacağından korkmaz. (Cin/13)

Allah'a ve peygamberlerine îman edenler, rabbleri katında (imanları hususunda) tıpkı çok sâdık olanlarla (Allah yolunda cân veren) şehidler (gibi) dirlerOnların hem sevapları ve hem de nurları vardır. . . (Hadîd/19)

(Cehennem) , neredeyse öfkesinden çatlayacak (hale gelir) . (Kâfirlerden) her topluluk onun içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere sorarlar: 'Size, azap ile 'korkutan bir peygamber gelmedi mi?' Onlar da "Evet, doğrusu, bize, azap ile korkutan bir peygamber geldi; fakat biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmemiştirSiz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik" derler. (Mülk/8-9)

Ayetteki 'Kafirlerden her topluluk onun içine atıldıkça' hükmü umum ifade ederBinaenaleyh ateşe atılanlarda peygamberleri tekzip etme sıfatının bulunması şart koşulmuştur'.

Mürcie, sözkonusu hükümleri şu ayete dayandırmaktadır:

O ateşe ancak (peygamberleri) inkâr eden ve (imandan) yüz çeviren kafirler girer. (Leyl/15-16)

İşte bu ayette 'hasr', 'isbat ve 'nefy vardırŞöyle ki, Allah; cehenneme girmeyi, peygamberleri yalanlayan ve imandan yüz çevirenlere hasreder, onların dışında kalanları bu hükmün hâricinde bırakır (nefy) ve bu azabı ancak onlar için isbat eder.

Kim (kıyâmet gününde) hasene ile (ihlâslı bir Tevhîdle) gelirse bundan dolayı ona bir hayır verilirOnlar, o kıyâmet azabının korkusundan emin kalırlar. (Neml/89)

Nasıl ki kötülüklerin başı küfürse) iyiliklerin başı da imandırAllahü teâlâ ihsan edenleri sever. (Al-i İmrân/148)

Gerçekten îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. (Kehf/30)

Delil olarak gösterdikleri ayetlerde Mürcie'yi destekleyen, işlerine yarayan hiçbir hüküm yokturÇünkü sözkonusu ayetlerde zikredilen îman kelimesinden amel ile birlikte olan îman kastedilmektedirZira biz daha önce 'îman' zikrolunduğu zaman, bundan 'İslâm' kastedilir demiştikKalp, söz ve amel ile tarif edilen imana muvafık ve uygun olanı da budurBizim bu te'vilimizin delili, âsilerin cezalandırılması ve bu cezanın takdiri hakkında gelen birçok hadîslerdir.

Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

Kalbinde zerre miktarı îman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.

Binaenaleyh Mürcie'ye soruyoruz: 'Ateşe girmeyen bir insan nasıl olur da ateşten çıkar? (Ateşten çıkmak, daha önce ateşe girmeyi gerektirmez mi?) 'Kur'ân-ı Kerîm'de bizim te'vilimizi destekleyen ayet şudur:

Muhakkak ki Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamazBu günahtan başkasını, dilediğine bağışlarKim Allah'a eş koşarsa doğrusu çok uzak bir sapıklığa düşmüştür. (Nisâ/116)

Bu ayetteki, 'dilediğini bağışlar' kaydı, azâbın taksimine delâlet eder; yani dilediğini affeder, dilediğine de azap eder.

Bizi destekleyen bir diğer ayet de şudur:

Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır. (Cin/23)

Bu ayetteki hükmü 'küfre' bağlamak zoraki bir te'vilden başka birşey değildir.

İşte bizi destekleyen başka bir ayet:

İyi bilin ki doğrusu zâlimler sürekli bir azaptadırlar. (Şûrâ/45)

Kim fenalıkla gelirse yüzükoyun ateşe atılır. (Neml/90)

İşte naklettiğimiz bu ayetlerdeki umum, Mürcie'nin delil olarak gösterdiği umumun muârız ve nâkızıdırBinaenaleyh iki tarafın da 'umum'unu tahsis ve te'vil etmek gerekmektedir.

Çünkü hadîs-i şeriflerde âsi kimselerin azap görecekleri hususu açıkça belirtilmiştir47

Allahü teâlâ'nın İçinizden oraya (cehennem) uğramayacak kimse yokturBu, rabbinizin katında kesinleşmiş bir hükümdür' (Meryem/71) ayeti herkesin mutlaka ateşe varacağına sarih bir delildirÇünkü hiç bir Mü'min, günah irtikâbından hali değildirAllahü teâlâ'nın Leyl suresinde 'O ateşe ancak (peygamberleri) inkâr eden ve (imandan) yüzçeviren kafirler girer' buyurması ise, ateşe giren hususî bir topluluğu murâd içindir. Veya eşkâ tabiriyle en şakî kimseler kastedilmiştir.

Mülk suresinin 9-10ayetlerindeki fevc kelimesiyle de kâfirlerden bir grup kastedilmiştir.

Umumî hükümlerin tahsis edilmesi görülmemiş şeylerden değildir, Bu olabilir ve inkâr da edilemez, Bu ayetten ötürü, İmâm Eş'arî ile kelâmcılardan bir grup 'umum' sigalarını inkâr etmişler ve bu lafızların, sadece mânâlarına delâlet eden bir karinenin belirmesine bağlı olduğunu söylemişlerdir.

Mu'tezile'ye gelince, onları şüpheye sürükleyen ve mezheplerinin tesisine vesile olan ayetler şunlardır:

Bununla beraber şüphe yok ki ben tevbe eden, îman edip, sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)

And olsun asra ki gerçekten insan ziyandadırAncak îman edip de sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr suresi)

İçinizden oraya (cehenneme) uğramayacak kimse yokturBu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.

Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtaracağız ve zâlimleri de toptan cehennemde bırakacağız. (Meryem/71-72)

Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır. (Cin/23)

Kim bir Mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdirAllah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisâ/93)

Bu ayetlerde olduğu gibi, Îman' ile birlikte 'amel-i sâlih' ten bahseden bütün ayetler Mu'tezile'ye göre böyledirFakat bu 'umumlar, Mürcie'nin delili olan 'umum'larda olduğu gibi, 'hususî'dirler.

Çünkü Allah, şöyle buyurmuştur:

Bu günahtan başkasını dilediğine bağışlar. (Nisa/116)

Binaenaleyh 'şirk'in dışında kalan günahlarda Allah'ın dilediğini affetme vasfına dokunmamak daha uygundur.

Rasûlüllah'ın şu hadîsi de Mutezile mezhebini iptal etmektedir:

Kalbinde zerre miktarı îman bulunan kimse, ateşten çıkarMu'tezile'yi iptal eden delillerden bâzıları da şu ayetlerdir:

Gerçekten îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. (Kehf/30)

Doğrusu Allah, güzel amel işleyenlerin mükâfatını zayi etmez. (Tevbe/120)

Binaenaleyh nasıl olur da Allah, bir tek günah ile, îman'ın esasını ve bütün tâatların ecrini zayi eder?

Nisâ süresindeki 'Kim bir Mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir' mealindeki ayet de Mü'mini, 'mü'min' olduğu için öldüren kimse hakkında nâzil olmuşturNitekim ayetin sebeb-i nüzulü bu hakikati apaçık bildirmektedir.

Eğer "Sen bu te'villerinle 'Amel olmasa da îmanın esası vardır' demek istiyorsunHalbuki selef-i Sâlihîn Îman, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve azaların amelidir' şeklinde hüküm vermiştirBinaenaleyh selefinkine muhalif bir görüş sence nasıl daha kuvvetli ve daha râcih (mûteber) olabilir?" dersen, buna şöyle cevap veririz: İmanın mütemmimi (tamamlayıcısı) olmak hasebiyle amelin imandan sayılması imkânsız değildirNitekim 'Baş ve eller insandandır' denilir; çünkü başsız bir cesedin insanlıktan çıktığı malûmdurFakat eli kesik bir iskelet, sırf bu sebeple, insan olmaktan çıkmazİşte böylece 'Tesbih ve tekbirler namazdandır denilmektedir.

Halbuki tahrim tekbiri hariç, diğer tekbir ve teşbihleri getirmesen de (Şâfiî mezhebine göre) namazın bozulmazBinaenaleyh kalp ile tasdik etmek 'îman'ın başıdırBu, tıpkı başın, insan varlığındaki Önemi gibidir; tasdiksiz îman yok demektirDiğer ibadetlere gelince, bunlar insanın öbür azalarına benzer, birbirinden yüksek olabilir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Sahâbe-i kirâm (radıyallahü anh) Mu'tezile'nin 'insan zina edince imandan çıkar' şeklindeki inancına itibar etmemişlerdirHadîsin mânâsı şudur: 'Kişi zina ettiği anda tam ve kâmil bir imana sahip olamaz'Nitekim, kötürüm, eli ve ayağı kesik, âciz bir insan için 'Bu, insan değildir' denilebilirBununla da "İnsanlık hakikatinin peşinden gelen 'kemâl' sıfatından mahrumdur" demek istenir.

II Mesele

Şayet "Selef ulemâsı 'îman'ın eksik ve fazla olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. (Selefe göre 'îman', 'ibadet'le fazlalaşmadığı gibi 'günah' ile de eksilmiş olmaz. 'Îman, tasdikten ibarettir' hükmü kabul edildiği takdirde eksiklik ve fazlalık tasavvur edilemez) " diyecek olursan, cevaben derim ki: Selef, şeriat sahibini gören âdil insanlardırOnların sözlerinden hiç bir ehl-i îman dönemezOnlar neyi zikretmişse 'hak' odurİhtilâf, selefin sözünü anlamak hususundan neş'et etmektedirBu sözde, amel-i sâlihin, îmanın cüzlerinden ve varlığının rükünlerinden olmadığına dair delil vardırAksine sâlih amel, îman esasına eklenen bir fazlalıktırBu fazlalık mevcut olduğu zaman 'îman' artar; olmadığı takdirde de eksilirArtan da mevcut, eksilen de mevcutturBirşeyin kendi nefsinde bulunan şeylerle artmadığı da muhakkaktirBinaenaleyh 'İnsan, başıyla artar' denilemez, fakat 'İnsan, sakalıyla, yağıyla (şişmanlığıyla) artar' denilebilir, 'Namaz rükû ve sücudla artar' demek doğru değildirAncak 'Namaz, âdâb ve sünnetlerle artar' denilebilirİşte selef âlimlerinin bu hükmü 'îmanın' sâlih amellerden önce var olduğunu açıkça belirtmektedirÎman' var olduktan sonra, sâlih amellerle artar ve aksiyle de eksilir.

Şayet 'Kalbin tasdiki bir hakîkat olduğuna göre, nasıl olur da artmayı ve eksilmeyi kabul eder?' dersen, cevaben derim ki: Biz müdâheneyi (dalkavukluğu) terkettiğimizden, şerlilerin şerrine kulak asmadığımızdan ve gayenin üzerine gerilen perdeyi kaldırdığımızdan, şüpheler kendiliğinden zâil olmaktadırBu sebeple de deriz ki:

'Îman' kelimesi, müşterek mânâlı bir kelimedir ve üç anlamda kullanılmıştır:

1Delilsiz olarak, sadece taklid ve telkin yoluyla, kalbin tasdikine ıtlak olunur ki bu, avamın imanıdırHatta havâss hâriç, bütün halkın îmanı da böyledirBu inanç kalbe vurulan bir düğümdür; bazen şiddetlenir ve kuvvetlenir, bazen de zayıflar ve gevşer; tıpkı ipteki düğümler gibiHalk tabakasının imanının böyle olmasını uzak bir ihtimal sanmaBunu yahûdî ve onun korku, hayal, va'z, tahkik ve burhan ile sökülemeyen ve sökülmesi mümkün olmayan îmanı ile kıyaslayabilirsinizAynı şekilde hıristiyan ve bid'atçının îmanı ile de mukayese edebilirsinHristiyan ve bid'atçılardan bazı kimseler vardır ki, az bir konuşma ile şüpheye düşürülmesi mümkündürAz bir hayal ve korku ile inancının doğruluğundan caydırılması da imkansız değildirHalbuki bu hristiyan veya bid'atçı, tıpkı yahûdî gibi, ilk inandığı zaman bu hususta şek ve şüphede değildiFakat bu iki grup (yani yahûdî ile hristiyan ve bid'atçılar) arasındaki fark, inançtaki şiddetten neş'et etmektedirİşte bu durum, ]aak olan inançta da mevcutturSâlih amel, bu şiddetin gelişmesine ve ziyadeleşmesine yardımcıdır; suyun, ağaçların gelişmesindeki tesiri gibi müessirdirİşte bu sırra binâen Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Mü'minlere gelince, her inen sûre onların imanını artırmıştır ve onlar (o sûre) ile sevinirler. (Tevbe/124)

Allah imanlarını kat kat artırmaları için müzminlerin kalbine manevî huzur indirdi. (Fetih/4)

Hazret-i Peygamber, bazı hadîslerde vârid olduğu gibi Îman artar ve eksilir buyurmuşturİmanın artışı, tâatların kalpteki tesirinden doğarTaatların kalpteki tesiri, aneak ibadetlere devam edildiği ve onlara kalp huzuru ile dönüldüğü zaman, nefsini murâkabe eden bir kimse tarafından hissedilirİbadete kalp huzuru ile daldığı zaman, kalbinin îman prensiplerine nasıl yöneldiğini ve nasıl sükûnet bulduğunu, imanını şek ve şüphelerle sökmeye çalışan kimseye karşı nasıl isyan bayrağını çektiğini idrâk eder.

Yetim hakkındaki merhametin mânâsına inanan insan, bu inancın sâikiyle, onun başını sıvazlar ve ona iltifat ederse, iç âleminde rahmetin kabardığını ve bu sıvazlamadan ötürü galeyana geldiğini idrâk ederTevâzuun iyi bir ahlâk olduğuna inanan bir kişi de, tevâzu icabı, başkasına hürmet eder, ta'zim gösterir ve o kimseye bizzat hizmet ederse kalbindeki tevâzunun engin mânâsını hissederİşte kalbin, zahirî amellerin çıkış noktaları olan bütün sıfatları böyledirZâhirî amellerin tesiri, çıkış noktaları olan kalp sıfatlarına dönerek onları kuvvetlendirir ve artırırBu durum, Münciyât ve Mühlikât bahsinde, bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan alâkası beyan edildiği zaman, tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektirÇünkü bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan bağlantısı, hadiselerle idrâk edilen bu kâinatın, basiretle idrâk edilen melekût âlemine bağlantısı cinsindendirKalp, melekût âlemindendir.

Azalar ve amelleri ise, mülk ve şuhûd âlemindendirBu iki âlem arasındaki ince bağ ve bağlantı, öyle bir hadde varmıştır ki, bazı insanların, iki âlemin birliğine hükmetmesine vesile olmuşturDiğer bir grup da, şuhûd âleminden başka bir âlemin olmadığına kani olmuşlar ve şu görünen cisimlerin dışında herhangi bir varlığın mevcut olmadığına hükmetmişlerdirFakat iki âlemi idrâk ve ayrılıklarını müşâhede eden, aralarında bağlantı olduğuna inanan bir kimse, bu bağlantıyı şöyle tasvir etmiştir:

Hem şarap, hem de kadeh inceldi; Birbirine benzedi de mesele zorlaştıSanki bâde var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var da bâde yok!

Ne ise biz bu incelikleri bırakarak esas maksada dönelimÇünkü melekût âlemi, muamele ilminin dışında kalan bir âlemdirŞu kadar ki, iki âlem arasında ittisal ve irtibat mevcuttur, işte bu sebeple, mükâşefe ilminin muamele ilmine tırmandığını her zaman görebilirsinBu durum, şiddetli ve ciddî bir çalışma neticesinde vuzuha kavuşuncaya kadar böyle devam ederİşte îmanın taat ile fazlalaşmasının gereği bu mânâya göre bundan ibarettir.

Hazret-i Ali Îman evvelâ beyaz bir nokta olarak görünürKul, sâlih amel işlediği zaman, bu nokta gelişir, büyür ve bütün kalbi istilâ ederBöylece kalp, bembeyaz kesilirNifak da, evvelâ siyah bir nokta halinde bulunurAllah'ın yasakları irtikâp edildikçe bu siyahlık gelişir, büyür ve sonunda bütün kalbi kaplarBu şekilde kalp simsiyah kesilir ve üzerine adeta mühür vurulurİşte mânevî mühürleme budur diyerek şu ayeti okumuştur:

Hayır, (zannettikleri gibi değil) , doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14)

Îman yetmiş küsûr babdır49

2İmandan, kalbin tasdiki ile birlikte azaların amelini murâd etmektir.

Nitekim, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Zâni, imanlı olduğu halde zina etmez.

Sâlih amel, îman kavramının muhtevâsına dâhil olduğu zaman, artması ve eksilmesi, artık, gizlenemez bir hakîkat olarak görünürFakat 'Sâlih amel, mücerred tasdikten ibaret olan îmanın artmasına tesir eder mi etmez mi?' meselesi tedkike değerBiz daha önce 'tesir ettiğine' işaret etmiştik.

3Îman kavramından keşif, delil ve basîret nuruyla müşâhede edilen yakînî tasdik kastolunmaktadırBu üç kısmın, ziyadeleşmeyi kabul etmek hususunda imkânsız görüneni işte budurFakat ben derim ki: Şüphe götürmeyen yakînî emirde de nefsin İtminânı değişirŞöyle ki her ikisinde de şek ve şüphe olmamasına rağmen, nefsin, ikinin birden fazla olduğuna dair mutmain olması, âlemin sonradan yaratıldığına dair olan itminanı gibi değildirÇünkü yakînî meseleler vuzuh derecelerine göre değişmektedirNefsin onlara karşı olan İtminânı da bizzarure değişirBiz bu keyfiyeti Âhiret Âlimlerinin Alâmetleri bölümü ile Kitab 'ul-İlm'in Yakîn bölümünde izah etmiştikBurada ikinci defa tafsilâta lüzum görmüyoruz.

îman, bu üç mânâdan hangisi için kullanılırsa kullanılsın, âlimlerin Îman, ziyade ve noksanlığı kabul eder hükmü haktırBu hükmün, hak olması şüphe götürmez; çünkü hadîsi şerifte 'Kalbinde zerre miktarı îman olan kişi ateşten çıkar' beyânı vârid olmuşturBaşka bir hadîste de 'zerretün min îmânin' yerine 'zerretün min dînârin' tâbiri kullanılmıştırEğer kalpteki tasdikler arasında fark yoksa, bu miktarların değişmesine ne mânâ vermek lâzımdır?

III. Mesele:

Selefin 'Allah dilerse ben Mü'minim' sözünün mânâsı nedir? Çünkü istisna şüpheyi; imanda şüphe ise küfrü iktiza ederBütün selef âlimleri 'Kesinlikle imanım vardır' şeklindeki cevabı menetmiş ve bu ifadeden sakınmışlardır.

Süfyân-ı Sevri "Ben Allah'ın nezdinde Mü'minim diyen, yalancılardan; 'Hakikat nokta-i nazarında ben Mü'minim' diyen de bid'atçılardandır" buyurmuşturBununla birlikte kişi, nefsinde Mü'min olduğunu bildiği halde böyle derse nasıl yalancı olabilir? Çünkü nefsinde Mü'min olan bir kimse, Allah nezdinde de Mü'mindirNasıl ki bir kişi, esasında uzun boylu ve cömert ise ve bunları da biliyorsa, bu keyfiyet Allah nezdinde de aynıdırAynı şekilde mesrur veya mahzun, işiten veya gören de böyledir.

Eğer bir insan 'Sen hayat sahibi misin?' sualine 'Eğer Allah dilerse hayat sahibiyim' şeklinde mukabele etse, bu doğru bir cevap olmaz.

Süfyân es-Sevrî, yukarıda geçen hükmü verdiği zaman kendisine 'O halde biz ne demeliyiz?' denildi, O da 'Allah'a îman ettik ve indirdiği hükme inandık deyiniz!5 dedi.

Acaba 'Biz Allah'a ve indirdiği hükme îman ettik' ile 'Ben Mü'minim' arasında ne fark vardır?

Hasan-ı Basrî'ye 'Sen Mü'min misin?' diye sorulurİnşâallah' der'Niçin îman'da istisna yaptın?' diye sorulduğunda da şöyle cevap verir: "Peki ya bunun üzerine Allah bana 'Yalan söyledin ya Hasan!' derse? Bu yüzden de azaba müstahak olmaktan korktuğum için böyle söyledim".

Hasan-ı Basrî bir keresinde de şöyle demiştir: "Allah'ın bende bulunan ve malumatım dâhilinde olmayan birtakım kötülüklere muttali olması ve bundan dolayı bana buğzederek 'Ey kulum! Git! Senin hiçbir amelini kabul etmedim' demeyeceğinden ve yaptıklarımı boşa çıkarmayacağından emin değilim".

İbrahim b. Edhem de "Sana 'Sen Mü'min misin?' denildiği zaman, 'Lâ ilahe illâllah' ile cevap ver" derdi.

Bazen de "Ben imanımdan şüphe etmiyorumFakat bana 'Sen Mü'min misin?' diye sual sorman bid'attır" buyururdu.

Küfe fakihi Alkame bKays'a 'Sen Mü'min misin?' diye sorulduğunda 'Eğer Allah dilerse, öyle ümit ediyorum' cevabını vermiştir.

Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: 'Bizler Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine îman: eden kimselerizAllah nezdinde ne olduğumuzu bilmiyoruz'.

Bütün bunlardan sonra, şu zevatın sözlerinde görülen istisnaların mânâsının ne olduğunu soracak olursan, bilmiş ol ki bu kabil istisnâ doğrudurBu istisnanın dört mânâsı vardır:

Bunlardan ikisi, îmanın aslındaki değil, sonu ve kemâli hakkındaki şüphelere istinad ederDiğer ikisi ise, şüphe ile hiçbir yönde alâkası olmayan mânâlardır.

Şimdi bu dört mânânın tafsilâtına geçelim!

Birinci Anlam

Nefsi tezkiye etmemek için 'Ben kesinlikle Mü'minim' demekten kaçınarak 'inşâallah' istisnasını muhakkak kullanmaktır.

Nefislerinizi temize çıkarmayınO, kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32)

Şu kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? (Hayır iş) öyle değildirAncak Allah dilediğini temize çıkarırOnlara kıl kadar zulmedilmez. (Nisâ/49)

Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlarBu yanlış inançları onlara açık bir günah olarak yeter. (Nisâ/50)

Bir hakîme 'Kötü doğruluk nedir?' diye sorulduğunda, 'Kişinin nefsini övmesidir' diye cevap vermiştir.

Îman, övülmenin en üstünüdür'Kesinlikle benim imanım vardır' demek mutlak surette nefsi tezkiye etmektir'İstisnâ sîgası' (inşâallah) insanı tezkiyeden uzaklaştırır.

Nitekim bir insan, 'Sen doktor musun? Fakih veya müfessir misin?' denildiği zaman; doktorluğundan, fakih veya müfessirliğinden şüphe ettiğinden değil, belki bir çeşit alışkanlıkla 'Evet, Allah dilerse. . . ' derBu istisnâ ile kendisini nefsinin tezkiyesi tehlikesinden kurtarır.

Binaenaleyh istisnâ, nefisle ilgili haberleri zayıf düşürme ve tereddüt uyandırma sîgasıdır (nefisle ilgili haberlerin lüzumlu neticelerinden birisi olan nefsin tezkiyesini zayıf düşürmek içindir) İmanın esasında şüphe edildiği zaman bu siga kullanılmazBu te'vile binâen, kötü bir sıfatın mevcut olup olmadığı sorulduğunda istisna etmeksizin cevap vermelidir.

İkinci Anlam

Allah'ı, her hâlükârda zikretmeye çalışmak ve her emri Allah'ın dileğine ve meşiyetine havâle etmektirAllahü teâlâ bu edebi Hazret-i Peygamberi Söyle öğretmektedir:

Hiçbir şey hakkında 'Bunu yarın yaparım' deme! Ancak 'Allah dilerse (yaparım) ' de! Unuttuğun zaman da Allah'ı an ve 'Olur ki rabbim beni, bundan daha yakın bir zamanda dosdoğru bir muvaffakiyete ulaştırır' de! (Kehf:23-24)

Hazret-i Peygamber, Allah'tan bu edep dersini aldıktan sonra, yapabileceğine şeksiz şüphesiz emin olduğu hususlarda bile bu istisnayı kullanırdıNitekim Allahü teâlâHazret-i Peygamberin diliyle aynen şöyle buyuruyor:

Andolsun ki Allah gerçekten o rüyayı Râsûlü'ne hak olarak doğru gösterdi. (Ey Mü'minler) ! İnşâallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmaksızm Mescid-i Harama, gireceksinizFakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi ve Mekke'nin fethinden Önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)

Allahü teâlâ, ashâbın Mekke'ye gireceğini ve onların şehre girmelerine müsaade edeceğini şeksiz ve şüphesiz biliyorduFakat Allahü teâlâ'nın kasd-ı ilâhîsi, peygamberine edebi öğretmektiBinaenaleyh Hazret-i Peygamber, ister mâlûm, isterse de şüpheli olsun, Allah'tan naklettiği herşeyde 'inşâallah' demek suretiyle bu edebin en güzel örneğini veriyorduHattâ kabristanın yanından geçerken veya oraya girerken şöyle derdi:

Ey Mü'minler evi (nin sakinleri) ! Selâm size! İnşâallah biz de, sizlere iltihak edeceğiz50

Ölülere iltihak etmekte şek ve şüphe var mıdır? Böyle olduğu halde, Hazret-i Peygamber edeb icabı Allah'ı zikretmiş ve herşeyi O'nun meşiyetine bağlamıştırBu siga, Allah'ın zikrine o derece delâlet eder ki, kullanılışta, rağbet ve temennî izhârından ibaret olarak kabul edilmiştirBinaenaleyh sana 'Falan adam yakında ölecektir' denildiği zaman inşâallah diye mukabele ediyorsunSenin bu sözünden, o kişinin ölümünü şüpheli karşıladığın değil, aksine ölmesini temenni ettiğin anlaşılmaktadırYine sana falan adamın hastalığı yakında zâil olacak ve sıhhata kavuşacaktır' denildiğinde, o hastalığın zâil olmasına taraftar olduğunu 'inşâallah' demek suretiyle izhâr etmektesinDemek ki, İnşâallah' kelimesi teşkik (şüpheye düşürme) mânâsından rağbet ve temenni mânâsına geçmektedirBöylece Allah'ı zikretmek edebini göstermek için hüküm ne olursa olsun, bu kelimeyi kullanmaktasın.

Üçüncü Anlam

İstisnâ sîgasının dayandığı temel şe^'tir ve anlamı 'Eğer Allah dilerse ben hakîkî Mü'minim' demektirÇünkü Allahü teâlâ Mü'minleri, hakîkî ve gayr-i hakîkî şeklinde, iki kısma ayırmış ve muayyen kimseleri kastederek 'İşte bunlar gerçek Mü'minlerdirOnlara rabbleri katında dereceler var, mağfiret ve cennette sayısız, tükenmez nimetler vardır. (Enfal/4) buyurmuştur.

İnşâallah' kelimesiyle ifade edilen şek ve şüphe îmanın aslına değil, kemâline râcidirHaddi zâtında her insan, imanının kemâlinde şüphecidirBöyle bir şüphe küfür değildir.

Îman'ın kemâlinden şüphe etmek iki cihetle haktır:

a) Nifak, îmanın kemâlini giderirHalbuki bu, gizli bir haldir ve insan, bu halden, kesinlikle uzak olduğunu bilip kestiremez.

b) Îman, sâlih amellerle kemâle erer; fakat sâlih amellerin varlığı tam olarak idrâk edilemezîmanın amellerle kemâle ermesi meselesine gelince, Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Şüphesiz ki Mü'minler ancak Allah'a ve Peygamberi'ne îman eden ve sonra da (imanlarında) şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlardırİşte böyle kimseler imanlarında sâdık olanlardır. (Hucurât/15) Binaenaleyh şüphe, Mü'minlerin doğru olup olmamasındadır.

Yüzlerinizi (namazda) doğu ve batı tarafına çevirmeniz hayır ve taat değildirHayır ve taat, Allah'a, âhirete, meleklere, O'nun indirdiği kitaplara ve gönderdiği peygamberlere îman edenin; Allah'ın rızası (nı kazanmak) için malı (fakir) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere (kurtulmaları için) harcayanın; namazı gereği gibi kılan ve zekâtı veren kimsenin; söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin, ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde, cihad ve savaşlarda sabredenlerin hayır ve tâatıdırİşte bu vasıfları taşıyanlar hakka uyan sâdıklardır ve yine bunlar takvâ sahipleridir. (Bakara/177)

Allahü teâlâ, bu ayet ile îmanın makbul olması için, yirmi sıfatın mevcudiyetini şart koşmuşturMeselâ, ahde sadâkat göstermek, musibetlere karşı sabırlı olmak gibi. . .

Allah; îman edenlerinizi yükseltsin, Kendilerine ilim verilenleriniz için ise (cennette) dereceler vardırAllah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)

Fetihten (Mekke'nin fethinden) evvel Allah yolunda (mal) harcayıp savaşanlarınız, diğerleriyle bir olmazOnlar, sonradan harcayıp savaşanlardan, fazilet ve derece yönünden daha büyüktürBununla beraber Allah hepsine cenneti va'detmiştirO bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadîd/10)

Onlar, Allah katında derece derecedirlerAllah (emin veya hain, bütün insanların) yaptıklarını hakkıyla görmektedir.

(Al-i İmrân/163) Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: Îman çıplaktır; elbisesi ise takvadır.

Îman yetmiş küsur bab'dırBu yetmiş küsûr babın derece bakımından en aşağısı, yoldan süprüntüleri uzaklaştırmaktır.

İşte imandaki kemâlin amellere bağlılığını bildiren ayet ve hadîsler bunlardır.

Îman'ın, nifak ve gizli şirkten berî olmaya bağlı olmasına gelince, bu hakikatı şu hadîsler beyan buyurmaktadır:

Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa, o kimse namaz da kılsa, oruç da tutsa, 'Ben Mü'minin de dese, yine de katıksız münafıktır.

Bu hasletler şunlardır:

a) Konuştuğu zaman yalan söylemek,

b) Sözüne muhâlefet edip va'dinden dönmek,

c) Emânete hıyânet etmek,

d) Herhangi bir kimse ile muhâsame ettiğinde (davalaştığında) yalan deliller uydurmak51

Bu son şık, bazı rivâyetlerde 'Başkasıyla muâhede ettiği halde hileye kaçmak'şeklinde vârid olmuştur.

Kalpler dört çeşittir:

a) Her çeşit karanlıktan tecerrüd etmiş olan ve içinde pırıl pırıl parlayan bir lâmba bulunan kalptirBu, Mü'minin kalbidir,

b) Örtülü kalptirBu kalpte îman ve nifak birlikte bulunmaktadırKalpteki îman baklaya benzer; ona ancak tatlı su yardım eder ve gelişmesini sağlarKalpteki nifaksa çıbana benzerÇıbanın gelişmesi irin ve sarı suyun yardımıyladırBinaenaleyh kalpte bu iki maddeden (tatlı su ile irinden) hangisi fazlaysa, hüküm, mezkûr maddeler vasıtasıyla gelişen sıfata göredir52

Aynı hadîsin başka bir rivâyetinde 'Bu iki maddeden hangisi galip gelirse kalbi o kaplar ve elde eder' buyurulmuştur53

Bu ümmetin münafıklarının çoğu Kur'ân okuyucularıdır,54

Ümmetimdeki şirk, karıncanın taşlar üzerinde yürüyüp bıraktığı izden daha gizlidir55

Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

Rasûlüllah zamanında, kişi, bir kelime konuşur ve ölünceye kadar da o kelime yüzünden münafık kalırdıFakat ben, bugün herhangi birinizden aynı kelimeyi günde on defa işitiyorum56

Bir kısım âlimler 'Kendisini nifaktan uzak gören kimse, nifaka herkesten daha yakındır' buyurmuşlardır.

Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) şöyle der: 'Bugün münafıklar, Rasûlüllah'ın zamanından daha fazladırO devirde münafıklar gizlenirdiBugünkü münafıklar ise, gizlenmeye ihtiyaç görmemekte ve açıkta kol gezmektedirler'57

Gizli bir haslet olan nifak, îmanın doğruluğuna ve kemâline zıttırKimde olduğu bilinmezFakat şu kadarı vardır ki, insanların, nifaktan en uzağı ondan en fazla korkanları; ona en yakını ise, nefsini ondan uzak bilenleridir.

Hasan-ı Basrîye 'Bugün nifakın mevcut olmadığını söylüyorlarNe dersiniz?' diye sorulduğunda şöyle demiştir: 'Ey kardeşim! Eğer münafıklar helâk olsaydı, inanın, yollardan nefret ederdiniz'.

Hasan-ı Basrî (veya başka bir âlim) 'Eğer münafıkların kuyruğu bitseydi, toprağa ayaklarımızla basmaya muktedir olamazdık' buyurmuştur.

İbn Ömer (radıyallahü anh) , Haccâc-ı Zâlim'in aleyhine atıp tutan bir kimseye rastladığında, 'Eğer Haccâc burada olup da, senin bu konuşmalarını dinleseydi, yine böyle konuşabilir miydin?' diye sorduAdam 'Hayır, konuşamazdım', deyince de 'İşte biz böyle bir hareketi Rasûlüllah'ın devr-i saadetinde nifak sayardık' buyurdu58

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ bu dünyada iki dil kullanan kimseyi, kıyâmette iki dilli yapar59

İnsanların en şerlisi, iki yüzlü olanlarıdırBunlar ona başka, buna ise daha başka bir yüzle gelir60 (Yani münafıklık yapar, söz getirip götürür ve kovuculuk cinayetini irtikâb eder) .

Hasan-ı Basrî'ye Talan kimseler nifaktan korkmadıklarını söylüyorlar, ne dersin?' denildiği zaman 'Allah'a yemin ederim ki nifaktan beri olduğumu bilmem, bana dünya dolusu sarı altından daha sevimli gelirdi' demiş ve devamla da 'Dil ile kalbin, gizli ile açığın, giriş ile çıkışın aynı olmaması nifaktandır' buyurmuştur.

Adamın biri, Huzeyfe b. Yemân'a 'Ey Huzeyfe! Ben münafık olmaktan korkuyorum' derBunun üzerine Hazret-i Huzeyfe 'Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın; çünkü münafık, nifak hususunda herkesten daha emindir' buyurur.

İbn Ebi Müleyke de 'Yüzotuz başka bir rivâyette yüzelli sahabîye yetiştimHepsi de nifaktan korkuyorlardı' demiştir.

Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir grup ashâbı ile oturuyorduAshâb bir kişiden çokça bahsederek onu övdülerO esnada bahsini ettikleri kişi nalınları elinde olduğu halde çıkageldiYüzünden abdest suyu damlıyorduAlnında ise çok secde etmekten hâsıl olmuş bir siyahlık bulunuyorduAshâb, Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! İşte bahsettiğimiz zat budur' dedilerRasûlüllah da 'Ben onun yüzünde şeytandan gelen siyah bir ben görüyorum' buyurduAdam gelip selâm verdi ve ashâbın arasına oturduHazret-i Peygamber ona dönerek "Allah aşkına söyle! Burada oturanları gördüğün zaman, kafandan 'Onların içinde benden daha hayırlısı yoktur' şeklinde bir düşünce geçirdin mi?" dediBunun üzerine adam şöyle cevap verdi: 'Rabbim beni affetsin! Evet geçirdim'61

Rasûlüllah da şöyle dua etti:

'Ey Allahım! Bildiğim ve bilmediğim şeylerden dolayı senden affedilmemi talep ediyorum'Bunun üzerine sahabîler Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi korkuyorsun? diye sordularRasûlüllah da 'Kalpler, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadırOnu dilediği şekilde evirip çevirirO halde beni Allah'ın azabından emin kılan ne olabilir?' buyurdu ve devamla şu ayeti okudu:

Eğer yeryüzünde bulunanların hepsi bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa kıyâmet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdiÇünkü (o gün) Allah tarafından (dünyada) hesaba katmadıkları şey kendilerine görünür. (Zümer/47)

Bu ayetin tefsirinde: 'Onlar dünyada, iyilik zannıyla birtakım çalışmalar yaptılar; fakat bu çalışmaları, Allah'ın huzurunda kötülükler kefesine konuldu' denilmiştir.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: "Eğer bir kişi, dünyanın bütün ağaçlarını bir yerde toplasa ve sonra da dallarında dünyanın bütün kuşlarının cıvıldaştığı bu bahçeye girse ve oradaki her mahlûk kendi diliyle o insana 'Ey Allah'ın velisi! Selâm sana!' deseler ve bunun üzerine nefsi velilik hevesine kapılsa, o kişi nefsinin elinde esirdir".

Sözü edilen hadîsler ile selef-i sâlihînden nakledilen rivâyetlerin tamamı, sana, durumun ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu tehlikenin, nifakın inceliğinden ve şirkin gizliliğinden meydana geldiğini anlatmış bulunuyorlarYine sana, hiç kimsenin, hiçbir zaman nefis, nifak ve gizli şirkten emin olamayacağını da bildirmişlerdirHattâ ikinci halife Hazret-i Ömer dahi münafıkların alâmetlerini çok iyi bilen Huzeyfe b. Yemân'a kendi durumunu sorar ve 'Acaba ben de münafıklar arasında mıyım?' diye düşünürdü.

Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Bazı yöneticilerden, şeriata uygun olmayan birtakım sözler işittim ve bunları inkâr etmek istedimFakat o zâlim yöneticilerin beni öldürtebileceklerinden korkarak bu işten vazgeçtimAncak korkum öldürülmekten değil, can çekişirken halk tarafından süslü ve mücâhid görülmemden dolayı gurura kapılmaktandı' buyurmuştur.

Bu tür nifak, îmanın hakîkatına, doğruluğuna, kemâl ve sefavetine zıt düşen münafıklıktırTma'ın aslına tesir etmez.

Nifak'ın Kısımları

Nifak iki kısma ayrılır:

1İnsanı dinden çıkarır ve küfre sokarBöylece insan ebediyyen cehennemde kalacak olanların zümresine dâhil olur.

2Sahibini bir müddet için ateşe götürür veya onun illiyyîn deki derecesini eksiltir ya da onu sıddîklar rütbesinden düşürürİşte müzminlerde bulunmasında şüphe edilen nifak bu ikinci kısma dâhildir.

Mü'minde böyle bir nifakın bulunması ihtimal dâhilinde olduğu için, imanda istisnâ yapmak, yani 'İnşâallah' demek en uygunudurBu ikinci kısım nifakın esası, insan oğlunun gizlisiyle açığı arasındaki ayrılıktırAllah'ın azabından emin olmak ve nefsinin yaptıklarına güvenmekten ve bunlara benzer birtakım zararlı emirlerden ancak sâdıklar korunabilir.

Dördüncü Anlam

Îman' da yapılan istisnanın şekke dayandığını söylemiştikBu şekildeki bir istisnâ, neticeden korkulmasından neş'et etmektedirÇünkü Mü'min kişi imanının ölüm ânında, yüzdeyüz sağlam kalıp kalmayacağını bilmemektedir. (Allah korusun) eğer sonuç küfür ile neticelenirse daha evvel yapılan bütün ameller yanıp kül olacaktır; çünkü amellerin geçerli olması sonucun selâmetine bağlıdır.

Eğer oruçlu birisine, kuşluk zamanı, orucunun sağlam ve doğru olup olmadığı sorulsa 'Ben kesinlikle oruçluyum' dediği halde, bilâhere gündüzün ortasında orucunu bozarsa yalan söylemiş olurÇünkü orucun doğru olması, gündüzün sonuna, yani güneşin batışına kadar devam etmesine bağlıdırGündüzün, orucun tamam olmasının ve doğruluğunun mîkatı oluşu gibi, insan ömrü de îmanın doğruluğunun mîkatıdırVakti tamamlanmadan önce îmanı sıhhat ve doğrulukla tavsif etmek, ancak başlangıçta bulunmasının sonuca kadar devam etmesine bağlıdırBöyle bir devam ise şüphelidirMü'minlerin çoğunun korkarak ağlaması, işte bu neticenin belli olmamasından ve bunun ezelî bir hükmün ve ezelî bir meşietin semeresi olmasından ileri gelmektedirBu ezelî hüküm de ancak başa geldiği zaman bilinebilmektedirBeşerden hiçbir kimse bu hükme muttali olamamıştırBinaenaleyh neticenin korkusu, başlangıcın korkusu gibidir.

Çoğu zaman, içinde bulunulan anda, geçmiş kelimenin zıttı belirirO halde Allah tarafından kendilerine cennet takdir edilen kimselerden olduğunu kim iddia edebilir?

Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak (bil hakkı) gelmiştir'İşte (ey insanoğlu!) Bu senin kaçıp durduğun şeydir' (denilir) . (Kaf/19)

Bi'l-hakkı kelimesi ezelî hüküm, anlamında tefsir edilmiştir; yani 'Ezelî hükümle takdir edilen ölüm sarhoşluğunu açığa vurdum. . . ' demektir.

Seleften bazıları 'Çalışmaların gerçek neticeleri ancak kıyâmette belli olur' buyurmuşlardır.

Ebu'd Derda (radıyallahü anh) İmanının selbolunmayacağından emin olan kişinin îmanı mutlaka selb olur' diye yemin ederdi.

'Birtakım günahlar vardır ki, onların cezası kötü netice ve imansızlıktır' denilmiştir ki böyle günahlardan Allah'a sığınırız.

Yine şöyle denilmiştir: 'İmansızlık ve su-i hatimeye vesile olan günahlar, yalan yere keramet ve velilik taslamak iddiasıdır'.

Bazı ârifler şöyle demişlerdir: 'Eğer evimin cümle kapısının yanında bana şehâdet mertebesi ve odanın kapısında da Tevhîd üzere ölüm arzedilse, Tevhîd üzere odanın kapısında ölmeyi, cümle kapısına giderek şehid olmaya tercih ederimÇünkü odanın kapısından cümle kapısına varıncaya kadar kalbimde beni Tevhîdden ayıracak ne gibi hallerin meydana geleceğini bilmiyorum.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Eğer bir kişiyi elli sene muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak tanımış olsam; sonra aramıza bir direk girip de o direğin ötesinde vefat etse, onun kesin olarak, Tevhîd üzere öldüğünü söyleyemem.

Bir hadîsinde de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim 'Ben Mü'minim, deyip (Allah'ın azabından emin olursa) o kâfirdir ve kimde 'Ben âlimim, derse, o da cahildir'63

Rabbinin emir ve yasakları doğruluk ve adalet yönünden tamamlandıO'nun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yokturAllah onların dediklerini hakkıyla işitici, gizlediklerini de kemâliyle bilicidir. (En'am/115)

"Bu ayetteki, 'doğruluk' mânâsına gelen 'sıdkan' kelimesi, îman üzere ölenler içindirAdalet mânâsına gelen' Adlen' kelimesi de şirk üzere ölenler içindir" denilmiştir. .

Allahü teâlâ Hac suresinin 41ayetinin son cümlesinde 'Bütün işlerin sonucu Allah'ındır' buyurmuşturBinaenaleyh mademki Mü'min bir kişi için şek ve şüphe ve sonuçtan emin olmamak bu raddeye kadar yükselmiştir, o halde imanda istisnâ; yani 'inşâallah' demek vâcibdir.

Oruç, insanın mükellef olduğu bir vazifeyi yerine getirmesinden ibaret bulunduğu gibi, îman da, cenneti icab ettiren durumdan ibarettirGüneş batmadan evvel fesada uğrayan oruç ise, insanın zimmetini oruçsuzluk mesuliyetinden kurtaramaz oruçluktan çıkarakBinaenaleyh insanın son nefesinden evvel ifsâd olunan îman da bidayette vardı diye insanı kurtaramazHatta tutulmuş ve eda edilmiş bir oruçtan sonra bile 'Dün oruç tuttun mu?' sorusuna ancak 'Evet, eğer Allah dilerse' şeklinde cevap verilmesi gerekir; zira hakikî oruç Allah tarafından kabul edilen oruçturAllah tarafından kabul edilen oruç ise, O'ndan başka kimse tarafından bilinmemektedirİşte neticenin karanlık oluşundan ötürü bütün gerçek amel ve ibadetlerde istisnâ, ancak ibadetlerin kabul olup olmamasının meçhul oluşundan doğarZirâ ibadetin sıhhatına, zahiren şart koşulan bütün şartların tahakkuku ile beraber bazen Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen gizli sebepler mâni olmaktadırBinaenaleyh edebe uygun düşen, istisnayı getirmek (inşâallah demek) ve her ibadetin makbul olup olmamasına şüpheyle bakmaktırİşte 'Sen Mü'min misin?' sualinin cevabında 'Eğer Allah dilerse ben Mü'minim' demeyi güzel kılan mânâlar bunlardan ibarettirBöylece akaid kaidelerinin bahsini burada kapatıyoruz.

Allah'ın izniyle Kitabu Kavâid'il-Akaid sona erdiAllahü teâlâ, efendimiz Hazret-i Muhammed'e ve tüm seçkin kullarına hayırlar ihsan eylesin! Âmin!

40) Bu ayette geçen 'îman ettinizse' mânâsına gelen 'in kuntum âmentüm' ibaresi, 'teslim olmuş müslümanlarsanız' mânâsında olan 'müslimîn' tâbiri ile aynı mânâya gelmektedir.

41) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den)

42) Sa'd b. Ebî Vakkas, cennet ile müjdelenen on kişiden biridir ve bunların en son ölenidir. H. . 57 yılında vefat etmiştir.

43) Krş. Buhârî ve Müslim

44) Ahmed b. Hanbel ve Taberâni, (Amr b. Anbese'den sahih bir isnadla)

45) Buhârî ve Müslim, (Ebû Said el-Hudrî'den)

46) Taberânî, Evsat, (Ebû Said'den)

47) Âsilerin azap görmeleri hakkında, İmâm Buhârî, Hazret-i Enes'ten Tapmış oldukları günahlarından ötürü birtakım kimseler cehennemi boylayacaklardır' hadîsini rivâyet etmiştir.

48) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

49) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

50) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

51) Buhârî ve Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)

52) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Said'den)

53) Metinde kalplerin üçüncü ve dördüncü kısımları zikredilmemiştir. Oysa başka bir hadîste şu taksim vardır: a) Kabuklu kalp (kâfirin kalbi) , b) örtülü kalp (münafığın kalbi) , c) Her kötülükten soyunmuş kalp (Mü'minin kalbi) , d) içinde hem îman, hem de nifak olan kalp.

54) îmam Ahmed ve Taberânî, (Ukbe b, Âmir'den)

55) Ebû Ya'lâ, İbn Adiyy ve ibn Hıbbân (Ebû Bekirden) ; İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (Ebû Musa'dan)

56) İmâm-ı Ahmed, (Hâvisi meçhul bir senedle)

57) İmâm Buhârî, bu hadîsi 'ok&@r' kelimesi yerine 'şer' kelimesiyle nâkletmiştir.

58) İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (İbn Ömer'den)

59) Bu hadîs, Râsulüllah'ın müstakil bir hadîsi olmayıp, İbn Ömer'in bundan önce geçen konuşmasının devamıdır. Ancak dalgınlık sonucu müellif tarafından yanlışlıkla hadîs olarak gösterilmiştir. (Zebîdî, îthaf-us-Saade, 11/271)

60) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

61) İmâm-ı Ahmed , Bezzâr ve Dârekutni, (Enes'ten)

62) Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

63) Taberânî, Evsat, (İbn Ömer'den) ; Taberânî, Asgar; senedinde zaaf vardır.