İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | AKÂİD


Kelime-i Şehâdet

Yaratan, ölümden sonra tekrar hayat veren, dilediğini en güzel şekilde yapan, övülen, Arş'ın sahibi olan, şiddetli gazabı bulunan, kullarının en seçkinlerini doğru yola ileten ve onlara bu yolda sebat veren; kendilerine Tevhîd inancını nasip ettiği bu kullarına, inançlarını şüphe ve tereddütlerden korumak suretiyle nimet ihsan eden, onları seçkin kulu ve rasülü Muhammed Mustafa'nın (sallâllahü aleyhi ve sellem) yolunda yürümeye muvaffak kılıp, kendilerine onun şerefli ashâbı'nın izinden gitmeyi lütfeden, zâtında ve fiillerinde kullarına sıfatların, ancak can kulağıyla dinleyenlerin anlayabileceği en iyileriyle tecelli eden; zâtında bir, ortaksız ve benzersiz olup, bütün mahlûkâtın her çeşit ihtiyaçlarını verdiğini, zıddı olmayan biricik zat ve eşi bulunmayan bir varlık, evveli olmayan bir Vâhid, sonu bulunmayan ve varlığı ebediyyen devam eden nihayetsiz bir Kayyûm, kesintisiz bir varlık, ezel ve ebedde celâl sıfatlarıyla muttasıf ve zamanın aşımıyla sonuçlanmayan bir zat olduğunu kullarına bildiren Allah'a hamd ü senalar olsun!

Zamanın akıp gitmesiyle, Allah zeval bulmaz!

O, (herşeyden önce mevcut olan) Evveldir, (herşey helâk olduktan sonra geriye kalacak) Âhir'dir. (O'nun varlığı sayısız delillerle) Zâhir'dir. (Akılların idrâk edemeyeceği zâtî ise) Batın' dırO herşeyi bilendir. (Hadîd/3)

Tenzih

Allah suretlenmiş bir cisim olmadığı gibi, takdir ve tahdid edilmiş bir cevher de değildirO ne takdirde ve ne de taksimde hiç bir cisme benzemezCevher olmadığı gibi, cevherlerin merkezi de değildirAraz olmadığı gibi arazların bulunacağı yer de değildir, O hiçbir mevcuda, hiçbir mevcûd da O'na benzemez.

O göklerin ve yerin yaratıcısıdırSize kendi cinsinizden eşler kılmıştırDavarlardan da çiftler. . . Sizi bu tarzda yaratıp üretiyorOnun benzeri yokturO, Semî'dir (bütün söylenenleri işitir) , Basîr'dir (bütün yapılanları görür) . (Şûrâ/11)

Hiçbir şey O'nun benzeri olamazO da hiçbir şeyin benzeri değildirHiçbir şey O'nu sınırlandırmaz ve kıtalar kapsamazCihetleri yokturYer ve gökler O'nu istiâb etmezvechile üzerine istivâ etmiştirO, arş ile temas etmek, onun üzerine yerleşmek, oraya vâki olmak ve başka yere intikal etmek gibi sonradan yaratılanların vasıflarından münezzeh ve uzaktır.

Zirâ arş, yaratılmış olmak hasebiyle O'nun azametini taşıyamazAksine arşı da, arşı taşıyan melekleri de kudretinin lutfuyla O taşımaktadırBütün bunlar O'nun kudret elinde bulunmaktadırO, arşın, göğün en üst noktasından tâ yerin en alt tabakasına kadar herşeyin üstündedirFakat bu durum onu yerden ve yerin en alt tabakasından uzaklaştırmadığı gibi, arşa ve göklere de yaklaştırmazBu üstünlüğün yakınlık ve uzaklık açısından her hangi bir tesiri yoktur, O'nun derecesi hem arştan ve göklerin en üst noktasından ve hem de yerden ve yerin en alt tabakasından daha yücedirBuna rağmen O, her varlığın yakınındadır; kullarına da şah damarından daha yakındır.

O, herşeye (bütün yaptıklarınıza) şahiddir. (Sebe/47)

Onun yakınlığı cisimlerin yakınlığına benzemezNitekim zâtı da cisimlerin kendilerine benzemez. . . O, hiçbir zarfa girmediği gibi hiçbir şeye de zarf olamazO, zaman hududların dışında olduğu gibi mekân kapsamının da dışındadırO, zaman ve mekânı yaratmadan evvel ne idiyse, şimdi de aynı şeydirO, sıfatlarıyla da yarattıklarından ayrılırZâtî, kendisinden başkası olmadığı gibi, başkasında da olamazO, tağyir ve tebdilden münezzehtirSonradan meydana gelenler O'nda yer alamazlarO'nda ârız şeyler de yoktur, O, celâl sıfatlarıyla daimî bir şekilde zeval ve yokluktan münezzehtirO, kâmil sıfatlarında daha gelişip kemâle ermekten müstağnidir. (O'nun sıfatları zâtına yaraşacak derecede kemâlin zirvesindedir. Eksiklik yoktur ki sonradan giderilsin. . . ) O'nun varlığı akılla bilindiği gibi, zâtî da lûtfu gereği ve nimetini tamamlamak üzere Dar'ul Karar olan cennette ebrâra (iyilere) görünecektir.

Hayat ve Kudret

Allahü teâlâ diridir, Kadir'dirCebbâr'dır Kahhâr'dırO'nun hiçbir kusuru, aczi olamazO'nu uyuklama ve uyku tutmazFânilik ve ölüm O'nun hakkında mevzu bahis değildirO, mülkün, melekütün, izzet ve ceberûtun sahibidirHâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittirKıyâmette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktırBütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadırBütün varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştırRızık ve ecelleri takdir eden O'durTakdir olunanlar ve emirlerin evrilip çevrilmesi kudreti dahilindedirTakdir buyurdukları saymakla bitmez ve malûmatının (ilminin) de nihayet ve sınırı yoktur.

İlim

O, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi hâricinde kalamadığı bir âlimdirO, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilirAtmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilirKalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışma, sırların gizliliğine vakıftırBütün bunları kadîm ve ezelî ilmiyle bilmektedirBu ilim asla değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledirZâtında sonradan var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir.

İrade

Allahü teâlâ bütün kâinatın varlığım irade ve bütün hâdiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattırKainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, menfaat veya zarar, îman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür görünmez her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kazâ, kader, hikmet ve işleğinin hududları dahilindedirBu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri olmazHiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş O'nun dilemesinin dışında değildirO yoktan var edici, yok olduktan sonra tekrar iade edici ve isteğini en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır.

Eğer O'nun tevfîk ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamazYine O'nun dileme ve iradesi olmasa hiçbir kul itaata güç yetiremezEğer tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır.

Allahü teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâtî ile kaimdirO, daima bu sıfatlarla muttasıftırOlacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuşturBöylece herşey bu ezelî irâde doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşirVarlığında irade dışı bir değişme, bir bozulma olamazBütün bunları yaparken de Allahü teâlâ için düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildirİşte bu sırra binaen hiçbir durum Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gâfil kılamaz.

Sem ve Basar (Duyma ve Görme)

Allahü teâlâ, Semî ve Basîr'dir (işitir ve görür) İşitilmek durumunda olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar O'nun işitme sıfatından hariç kalamazAynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamazUzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamazO, göz bebeği ve göz kapakları olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitirNitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz yaratırÇünkü O'nun ne zâtı ve ne de sıfatları yarattıklarının zât ve sıfatlarına benzemez.

Kelâm

Allahü teâlâ konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaad ve tehditlerde bulunurAncak O'nun konuşması zâtî ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemezBu bakımdan O'nun konuşması hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildirKur'ân, Tevrat, İncil ve Zebûr, peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır1

Kur'ân, dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunurFakat bununla beraber kadîmdir; Allah'ın zâtıyla kaimdirKalplere ve sayfalara nakledilmesi onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve böyle bir ayırımı da kabul etmez.

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) , Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinlediNitekim, iyiler (ebrâr) de O'nuıı zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak görecektirİşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşurFakat diriliği, kudreti, ilmi, iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece (Mu'tezile'nin inandığı gibi) zâtî ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın gayrisi ve ondan ayrılmaz birer hakikattir. )

1) Burada tahrif edilmezden önceki Tevrat, İncil ve Zebûr kastedilmektedirSözkonusu olan, günümüzdeki muharref Tevrat, İncil ve Zebûr değildir.

Fiiller

Allahü teâlâ'dan başka ne varsa, cümlesi O'nun fiiliyle meydana gelmiştir ve adaletinden feyizlenmiştirO varlıkları en güzel ve en gelişmiş şekilde var etmiştirAllahü teâlâ fiillerinde hikmet sahibidirKazâ ve kaderlerinde âdildirO'nun adaleti, kullarının adaletiyle kıyas edilemez'Çünkü kul, başkasının mülkünde tasarruf ettiği zaman, kendisinden zulüm sâdır olurBuna göre Allah'tan zulmün sudûru tasavvur olunamazÇünkü Allahü teâlâ başkasının mülkünde tasarruf etmez ki, bu zulüm olsunAllah'tan başka, insan, cin, melek, şeytan, gök, arz, hayvan, bitki, cansız şeyler, cevher, ârâz, bilinen ve görünen her ne varsa hepsi, sonradan, Allah'ın kudretiyle yaratılmıştırBütün bunlar yoktan var edilmiştir.

Allahü teâlâ ezel'de tek başına idi ve kendisinden başka hiçbir varlık yoktuBundan sonra kudretini göstermek ve geçmiş iradesini uygulama sahasına çıkarmak için mahlukâtı yarattıBunları muhtaç olduğu için değil, ezelî iradesinin tahakkuku için yaratmıştıYaratmak ve icad etmekle mükellef olmak, O'nun için vâcib ve zarurî bir vazife telâkki edilemezO bunları ancak fazilet ve ihsanıyla yapmıştırNimet vermek ve ıslah etmek de onun için zaruri ve yapılması gereken bir vazife değildir.

Bu bir lûtf-u ilâhîdir, Bu bakımdan fazilet, ihsan, nimet ve minnet O'na aittirÇünkü O, kullarının üzerine çeşit çeşit azaplar göndermeye ve onları birçok elemlere ve hastalıklara müptelâ etmeye kadirdirEğer böyle yapacak olsa bu çirkin bir fiil ve zulüm değil, aksine adaletin tâ kendisi olurdu.

Allahü teâlâ Mü'min kullarının ibâdet ve tâatlarını lütuf ve keremiyle mükafatlandırırYoksa bu, Allah için zorunlu ve zaruri bir vazife değildirÇünkü hiçbir kimsenin ve hiçbir varlığın Allah'a herhangi bir ödevi yükletmesi düşünülemez.

Allah'tan herhangi bir zulmün sudûr etmesi tasavvur olunamadığı gibi, herhangi bir varlığın Allah üzerinde bir hakkının bulunması da vacip olamazTaat ve ibadetlerde kulları üzerindeki hakkı sadece akıl yoluyla değil peygamberlerinin bildirmesiyle de vacip olmuşturAllahü teâlâ peygamberler gönderdi ve onların doğruluklarını apaçık mucizelerle teyid ve takviye ettiOnlar da Allah'ın emrini, yasağını, va'dini ve vaîdini halka tebliğ buyurdularBöylece halka da getirmiş oldukları ilâhî hükümlerde peygamberleri doğrulamak ve tasdik etmek vazifesi düştü.

Şehâde'fin İkinci Kelimesinin Anlamı

Peygamberin peygamberliğini tasdik edip buna şahidlik etmektirAllahü teâlâ mektep ve medrese görmeyen peygamberi Hazret-i Muhammed(sallâllahü aleyhi ve sellem) , Kureyş kabilesinde görevlendirdiOnu Arap, Acem, cin ve insanların tamamına gönderdiOnun şeriatıyla bu şeriat tarafından kabul olunan kısımları hâriç daha önceki tüm şeriatları yürürlükten kaldırdıOnu, bütün peygamberlerden üstün kılarak insanlığın efendisi yaptı.

Allahü teâlâ kendisinden başka mabud olmadığına inanmaktan ibaret bulunan îmanın ancak 'Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür' şehadetiyle kemâle erebileceğine hükmetmiştirO bütün insanları, peygamberleri Hazret-i Muhammed'in gerek dünya ve gerek âhiret konusunda getirmiş olduğu şeylerin hepsini tasdikle mecbur tutmuşturDiğer taraftan Hazret-i Muhammed'in ölümden sonraki hayata dair söylediklerini kabul etmeyen hiçbir kulun imanının kabul olunmayacağını da ilân etmiştir.

Nekir ve Münker'in Sualleri, Kabir Azâbı, Mizan, Sırat, Kevser Havuzu, Hesap, Şefaat, Tevhîd Ehli'nin Cehennemden Çıkması,

2-1

Nekir ve Münker'in Sualleri

Ölümden sonraki hâdiselerin birincisi Nekir ve Münker'in kabirdeki sualleridirNekir ve Münker, korkutucu ve heybetli iki melektirBu iki melek, kulu, ruh ve cesetle birlikte kabirde oturturlarSonrada ona Tevhîd ve Risalet'i sorarak 'Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' derler2

Bu iki melek, kabrin mihenk taşıdır3 Onların sualleri ölümden sonraki ilk fitne ve denemedir4

Kabir Azâbı

İmanın kabul olunması için kabir azabına da inanmak gere kir5 Kabir azabı haktırHem cisme ve hem de ruha uygulanacak ve Allah'ın dilediği bir zamana kadar sürecek olan bu azap adale tin tâ kendisidir.

Mizan

Bu terazi, büyüklük bakımından göklerin ve yer küresinin büyüklüğüne eşittirOnunla (Allah'ın kudretiyle) ameller tartılırBu terazinin gramları, zerreler ve hardal taneleridirGramların bu kadar küçük olması, adaletin tam tecelli etmesi içindirİyilik sayfaları bir hasene şeklinde nur kefesine konur ve mizan Allah'ın faziletiyle ve O'nun nezdindeki derecelerine göre ağırlaşırGünah sayfaları ise, bir günah suretinde zulmet (karanlıklar) kefesine konur ve böylece mizan Allah'ın adaleti hükmünce bunlarla hafifleşir,6

Sırat

Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kılıçtan keskin ve kıldan ince bir köprüdürAllah'ın hükmüyle, kâfirler, bu köprü üzerinden kayarak cehennemin dibini yuvarlacaklardırYine Allah'ın fazlıyla Mü'minlerin ayakları bu köprü üzerinde sabitleşir ve böylece karar evi (Dâr'ul-Karâr) olan cennete varılır7

Kevser Havuzu

Sıratı geçen Mü'minler cennete girmezden önce Hazret-i Muhammed'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) kevser havuzundan kana kana su içerlerBu öyle bir içiştir ki, artık bir daha susarnazlarBu havuzun eni, bir aylık mesafedirSuyu, sütten daha beyaz, baldan da daha tatlıdırKenarında, gökteki yıldızlar adedince bardak vardırHavuza açılan iki oluktan devamlı olarak kevser suyu akmaktadır8

Hesap

Mahlûkâtın hesabı çeşitli durumlar arzetmektedir: Kiminin hesabı şiddetli ve münakaşalıdırKimilerine de hesapta müsamaha gösterilir. Bazıları ise hesaba çekilmeksizin cennete girer ki bunlar mukarrebîndirBu bakımdan Allahü teâlâ, dilediği peygambere 'Peygamberlik vazifeni yerine getirdin mi?' ve dilediği kâfire de 'Sen peygamberleri yalanladın mı?' diye sual sorabilirFakat herkesi sorguya çekmeye mecbur değildirSualsiz cennete ya da cehenneme gönderebilirSünnetten ayrılan bid'atçılardan bu konuda sual sorduğu gibi, müslümanları da amellerinden dolayı sorguya tâbi tutar9

Tevhîd Ehli'nin Cehennemden Çıkması

Tevhîd ehlinin ceza gördükten sonra ateşten çıkacağına îman etmek gerekirAllah'ın fazlı ile hiçbir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan hiçbir kimse) cehennemde ebedî kalmayacaktırMüslümanın bu inanca sahip olması gerekir10

Şefaat

Peygamberlerin, sonra âlimlerin, onlardan sonra da şehidlerin ve Allah nezdindeki derecelerine göre sair Mü'minlerin şefaatına inanmak gerekirŞefaatçısı bulunmayan Mü'minler de, Allah'ın fazlıyla ateşte ebedî olarak kalmayacak, sonunda çıkartılacaklardırKalbinde zerre miktarı îman bulunan herkes, cehennemden mutlaka çıkartılacaktır11

Sahâbe-i kirâmın faziletine inanmak, tertiplerini bilmek, yani peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hazret-i Ebû Bekir, ondan sonra Hazret-i Ömersonra Hazret-i Osman ve ondan sonra da Hazret-i Ali olduğuna inanmak gerekir12

2) Tirmizî, İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den) ; Tirmizî sahih olduğunu söylemiştir.

3) Ahmed b. Hanbel, İbn Hıbbân, (Abdullah b. Amr'dan)

4) Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemiştir.

5) Buhârî, Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

6) Bey hâkî, (Hazret-i Ömer'den)

7) Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

8) Müslim, (Enes'ten)

9) Beyhakî, el-Ba's, (Hazret-i Ömer'den)

10) Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

11) İbn. Mâce, (Hazret-i Osman'dan)

12) İbn Hâce, (Hazret-i Ömer'den) ; Ebû Dâvûd ve Taberânî

Sahâbe-i kirâm Hakkında Hüsn-ü Zan Gerekir

Bu inançların hepsi hakkında hadîsler vardırBütün bunlara inanıp bağlanan bir kimse, hak ehlinden ve sünnet cemaatinden olur; dalâlet ve bid'at fırkalarından ayrılırİlahî rahmetine sığınarak Allahü teâlâ'dan bizlere ve bütün müslümanlara yakînin kemâlini ve elinde güzel sebat vermesini isterizÇünkü O merhametlilerin en merhametlisidir.

Allahü teâlâ ilahî rahmetini sevgili peygamberi Muhammed Mustafa'ya ve her seçtiği kuluna inzal buyursunÂmin!

2-2

İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve İtikâd Derecelerinin Tertibi

Akide hakkında söylediklerimizin yeni yetişen çocuğa telkin edilmesinin uygun olduğunu bilmelisinBöylece çocuk küçük yaşlarda öğrendiği bu bilgileri unutmayacak ve yaşı ilerledikçe de mânâlarını yavaş yavaş anlayacaktırİlk anda gerekli bilgileri öğretmek, ikinci kademede mânâsını anlatmak, daha sonra inanıp yakîn hasıl etmesini ve doğrulamasını sağlamak gerekirBu ise çocuklarda delilsiz ve burhansız meydana gelen bir durumdurİnsan kalbinin, ilk yetişmesi anında hiçbir delile ihtiyaç olmaksızın îmanı kabul etmeye müsait bir fıtratta bulunması Allah'ın bir fazlıdırBu durum nasıl inkâr edilebilir? Halk tabakasının bütün inançları, başlangıçta, mücerret telkin ve sade taklitten ibaret değil midir?

Evet, sadece taklitten meydana gelen îman, başlangıçta zaaftan kurtulmuş değildirBöyle bir imana sahip olan kişinin inancının, zıddının telkiniyle silinip gitmesi mümkündürBu bakımdan, bu inancın takviyesi, çocuğun ve halk tabakasının kalbinde sarsılmayacak derecede yerleştirilmesi gerekirFakat bu inancın takviyesi ve yerleşmesi için ille de Cedel ve Kelâm sanatı öğrenmek şart değildirAksine Kur'ân ve tefsirini hadîs ve mânâlarını okumak, sair ibadet vazifeleriyle meşgul olmak yeterlidirKulaklarıyla dinlediği Kur'ân'ın delil ve hüccetleriyle hadislerin şahitlik ve faydaları; yaptığı ibadetlerin nurları; meclislerine devam ettiği sâlih kulların feyizleri, güzel konuşmaları, simaları ve Allahü teâlâ ya karşı davranışları sayesinde îman kişinin kalbine kuvvetli bir şekilde yerleşirBu bakımdan ilk yapılan telkin kalbe saçılan bir tohum gibidirSaydığımız sebepler ise, o tohumu terbiye etmek ve sulamak gibidirBu terbiye ve sulama ameliyesi, o tohumun gelişip kökü sabit, dalları yukarıya doğru uzanmış kuvvetli bir ağaç olmasına kadar devam etmelidir.

Kendisine îmanın telkin edildiği kişinin kulağını cedellerden ve kelâm dedikodularından muhafaza etmelidirZira cedelin karıştırması düzenlemesinden, ifsadı ise ıslahından daha fazladır, inançların cedel ile takviyeye çalışılması da tıpkı bir ağacın demirlerle çevrilmesi ve gövdesine demirler sokulmasına benzerBu işlem ağacın kuvvetlenmesi ve dallarının daha fazla olması için yapılmaktadırHalbuki çok defa, demir, gövdede açtığı yara ve bereler sebebiyle ağacı çürütür ve ifsâd ederBu konudaki müşahedeler yeterlidir ve bizzat görülen hâdiseler bu hususta ayrıca delil getirmeye hacet bırakmamaktadırHalk tabakasının salâh ve takvaya erişen fertlerinin inancını, kelâmcıların ve cedelcilerin inancı ile kıyasla! Göreceksin ki avâm inancı, sebat bakımından, koskoca dağlar gibidir; felâket ve şimşeklerle yerinden kıpırdamazFakat inancını cedelin taksimatıyla koruyan kel âmcının akidesi ise, havada asılı bir ip gibi, esen rüzgarların tesiriyle sağa sola sallanıp durmaktadır.

Ancak, inançlara ait delilleri dinleyen, akidesini taklidî yoldan aldığı gibi, delilleri de taklidî yoldan alan kişi bu hükmün dışında kalırZira delili taklid ile öğrenmekle delilin medlulünü ve mânâsını öğrenmek arasında hiçbir fark yokturBu bakımdan, delilin telkini ayrı, düşünce ile delil bulmaksa daha ayrı bir keyfiyettirBunlar birbirlerinden uzak mânâ ve mefhumlardır.

Bu hakikatlerden sonra bilmelidir ki, kendisine inanç telkini yapılan çocuk, o inanç üzerine büyür ve bilâhare dünya kesbiyle iştigal ederse, onun için dünyadan başka herhangi bir kapı açılmayacaktırFakat o, küçüklüğünde almış olduğu, hakîkat ehlinin inancı sayesinde âhirette kurtulacaktırZira şeriat, Hazret-i Muhammed'in huzurunda imân eden, mektep ve medrese görmemiş Arapları, İslâmî inancın görünür kısmına (zahirine) tereddütsüz inanmaktan başka bir şeyle mükellef kılmamıştır.

Hiçbir şeyden haberi olmayan, sadece Hazret-i Peygamberin huzuruna gelip kesinlikle îman edenler araştırma ve teftiş, delilleri tanzim ve tertip zorunluğuyla mükellef değillerdiEğer insan âhiret yolcularından olmak istiyor, bununla beraber Allah'ın tevfîki de kendisine yardımcı oluyor ve bu tevfîk sayesinde âhiret amellerini yapıyor, takvayı tercih edip nefsinin hevâsından uzak duruyor, riyâzât ve mücâhede ile iştigal ediyorsa kendisi için hidayet kapıları açık demektirBu inancın hakikatleri, kalbe atılan ilâhî bir nur sayesinde belirirBu nur mücâhedenin yüzü suyu hürmetine ve

Allah'ın va'dinin gerçekleşmesi için ihsan edilmiştirZira Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere, elbette (kendilerini bize ulaştıracak) yollarımızı gösteririzMuhakkak ki, Allah iyilik yapanlarla beraberdir. (Ankebût/69)

Mücâhidin kalbine ilka edilen ilâhî nur, sıddîk ve mukarreblerin imanının gayesi ve sonucu olan nefis bir cevherdir Ebû Bekir Sıddîk'ın (radıyallahü anh) göğsünde yerleşen ve onun (peygamberler hâriç) bütün insanlardan üstün olmasına vesile olan sır ile bu cevhere işaret buyurulmuşturBu sırrın inkişafı, cihadın ve Allah'tan başka her şeyden temizlenen iç âlemin derecesine ve faydalanmasına bağlıdırBu tıpkı halkın tıp, fıkıh ve diğer imlerdeki başarı derecelerine benzerÇünkü bu sahalarda halk, çalışmasına, fıtrî zekâ ve kavrayışına göre çeşitli şubelere ayrılmaktadırBu maddî ilimler sahasında halkın sınıflara ayrılması ve şubelerin tekel altına alınması nasıl mümkün değilse, sırlara ait derecelerin muayyen zümrelere tahsisi, çeşitlerinin herhangi bir sayıyla sınırlandırılması da imkânsızdır.

Mesele

Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesinin müneccimlik gibi mezmûm mu, yoksa mübâh veya mendûb mu olduğunu soracak olursanız, bilmiş olunuz ki, halk bu sualin cevabında bazan ifrata, bazan da tefrite kaçmıştırBir kısmı 'Bu bid'attır veya haramdır' demiş ve şöyle ilave etmiştir: 'Bir kulun şirk hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna varması, cedel ve kelâmla gitmesinden daha hayırlıdır.

Kimileri, 'Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesi vacip ve farzdır' demiş, bâzıları farz-ı kifâye olduğu fikrini savunmuş, bir kısmı da farz-ı ayn olduğunda ısrar etmiştirHattâ bu ilim için 'Amellerin ve Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı hareketlerin en faziletlisi ve en yücesidir' diyenler de vardırÇünkü onlara göre Kelâm, Tevhîdin bilinmesine ve yerleşmesine vesile olduğu gibi, âdeta Allah'ın dininin müdafaası için kullanılan keskin bir silâhtır dâ. . .

İmâm-ı Şâfiîİmâm-ı Mâlikİmâm-ı Ahmed bHanbelSüfyân es» Sevrî ve selefin bütün muhaddisleri bu ilmin haram olduğuna kaildirlerİbn Abd'ul-A'lâ şöyle anlatır: "İmâm-ı Şâfiî'den şunları dinledim: "Bir gün Mutezile kelâmcılarından Hafs el-Fard ile münazara ettim ve ona 'Kulun şirk koşmak hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna çıkması, Kelâm ilminin herhangi bir bahsiyle çıkmasından daha hayırlıdır' dedimBunun üzerine Hafs'dan öyle bir söz işittim ki, söylemeye dahi cesaret edemiyorum".

Yine İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Hiç kimsenin söyleyeceğini ve düşüneceğini zannetmediğini birşeyi Kelâm ehlinden gördümBu bakımdan, Allahü teâlâ'nın bir kulunu, şirk hariç bütün menhiyâtıyla mübtelâ kılması, o kul için Kelâm'a bakmasından ve Kelâm sahasında düşünmesin den daha hayırlıdır',

Kerâbisî şöyle anlatır: "îmanı Şâfiî'ye Kelâm'a dair bir mesele sorulduğunda, çok öfkelenerek 'Bu suali bana değil, Hafs el-Fard ve arkadaşlarına sorun; zirâ Allah onları rahmetinden mahrum etmiştir' buyurdu"»

Hafs el-Fard hastalığı esnasında İmâm-ı Şâfiî'yi ziyaret eder, İmâm-ı Şâfiî ona 'Sen kimsin? diye sorarOnun 'Ben Hafs el Fard'ım demesi üzerine de şöyle buyurur: 'İçinde bocaladığın durumdan tevbe etmedikçe, Allah seni ne korusun ve ne de gözetsin!7

İmâm-ı Şâfiî'nin bir diğer sözü de şöyledir: 'İnsanlar, eğer Kelâm'da ne gibi bir hevâ ve hevesât bulunduğunu bilseydiler, ondan yırtıcı arslandan kaçtıkları gibi kaçarlardı'.

Şu söz de kendisine aittir: "Sizler 'İsim müsemmânın aynı mıdır, gayrı mıdır?' sözünü duyduğunuz zaman, 'emin olunuz ki bunu söyleyen Kelâm ehlindendir ve onun dini yoktur",

Za'farânî'nin rivâyet ettiğine göre İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Kelâmcılar hakkındaki hüküm şudur: Onlar sopa ile dövülmeli, kabîle ve aşiretler arasında gezdirilerek şöyle bağırmalıdır: Allah'ın kitabını ve Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesini terkedip Kelâm’a dalanların cezası işte budur'.

Ahmed bHanbel ise şöyle buyurmuştur: "Kelâm sahibi hiçbir zaman felâh bulamazBiz, Kelâm'a daldığı halde, kalbinde İslâmî hakikatlere karşı şek ve şüphe olmayan hiç kimseye rastlamadık'.

İmâm-ı Ahmed kelâmcıları şiddetle itham etti ve hattâ zühd ve takvasına ve bid'atçıları reddeden bir kitap yazmasına rağmen

Hâris-el Muhâsibî'yi terkederek onunla arkadaşlığına son verdi ve ona şöyle hitap etti: 'Yazıklar olsun sana! Sen önce hidratları anlatıyor ve sonra da onlara hücum ediyorsunBöylece sen, hidratları tasvir eden kitabınla halkı, onları mütalâa etmeye ve şüpheli mevzularda düşünmeye sevkediyorsunBu durum, okuyanları, görüşlerini izhâra ve araştırma yapmaya zorlamaz mı?'

Yine îmamı Ahmed 'Kelâm âlimleri zındıktır' demiştir.

İmâm-ı Mâlik ise şöyle buyurmuştur: 'Acaba bir cedelcinin, daha kuvvetli bir cedelci gelip de kendisini mağlûp etse, dinini terketmeyeceğini mi sanıyorsun? Cedelci için her gün yeni bir din meydana gelir'İmâm-ı Mâlik bu sözleriyle dikkatlerimizi cedelcilerin hükümlerindeki farklılığa çekmek istemiştir.

Yine kendileri şöyle demişlerdir: 'Bid'at ve hevâ sahiplerinin şâhidlikleri caiz değildir'Bazı arkadaşları onun bu sözünü 'İmâm, hevâ sahiplerinden hangi mezhepte olurlarsa olsunlar kelâmcıları kasdetmektedir' şeklinde te'vil etmiştir.

Ebû Yûsuf da şöyle buyurmuştur13: İlmi, Kelâm ile talep eden bir kişi zındıklığı kabul etmiştir'.

Hasan-ı Basrî ise 'Sakın hevâ ehliyle tartışmaya girişmeyinOnlarla oturmayın ve sözlerini dinlemeyin!' buyurmuştur.

Selefin bütün muhaddisleri bu hükümde ittifak etmişlerdirBu mevzuda, selef âlimlerinden nakledilen tehditlerin haddi hesabı yokturNitekim selef âlimleri şöyle buyurmuştur: 'Hakikatleri herkesten daha iyi bilmelerine, kelimeleri daha iyi tertip ve tanzim etmelerine rağmen, sahâbei kiram bir konuda sükût etmişse mutlaka, konuştukları takdirde şer ve fesadın doğacağını bildikleri içindir'İşte bundan dolayıdır ki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Toslaşanlar helâk oldular, Toslaşanlar helâk oldularToslaşanlar helâk oldular14

Yani cedelde ileri gidenler ve birbirlerinin fikrini cerhedenler helâk oldular!

Selef, bu mücadelenin doğru birşey olmadığına dair şu delilleri ileri sürmüştür: Eğer Cedel ve Kelâm, dinden olmuş olsaydı mutlaka Rasûlüllah'ın ehemmiyetle emir buyurduğu ve yollarını gösterip yolcularını ve erbabını övdüğü konular zincirine dahil olurdu.

Hazret-i Peygamber ashâb-ı kirama istincayı15 öğretmiş, onları ferâiz ilmine teşvik etmiş ve bu ilmi bilenleri övmüştürOnları kader meselesi hakkında konuşmaktan menederek şöyle buyurmuştur: 'Kader konusunda (münakaşa yapmaktan) sakınınız'!16

İşte ashâb bu minval üzere devam etmişlerdirAshâb hoca ve üstad, bizlerse onların talebeleri ve tâbîleriyiz; talebenin hocasından fazlasını yapması ise tuğyan ve zulümdür.

Cedel ve Kelâm'ın farz olduğunu savunanlara gelince onlar şöyle derler: 'Kelâm'ın mahzurlu olan tarafı, cevher ve ârâz tabirleriyle ashâb zamanında bulunmayan garip ıstılahlardır' denilirse bunun cevabı gayet kolay ve basittirZira hiçbir ilim yoktur ki, anlatılması ve anlaşılması için birtakım ıstılahlara sahip olmuş olmasınMeselâ hadîs, tefsir, fıkıh bu türdendir ve bu ilimlerde de sayısız ıstılah vardır.

Eğer kendilerine, münazara ilminin ıstılahlarından olan nakz, matematiğin kesir, nahvin terkip, sarf ilminin ta'diye ve maânî ilminin ıstılahlarından olan va'z-ı fâsid ile mantığın kıyas üzerine vârid olan daha nice tâbir ve terimler arzolunsaydı, sahabîler bunları anlamayacaklardıÇünkü onlar bu ıstılahları işitmiş değillerdiBu balamdan doğru bir gayeyi anlatmak için herhangi bir ibare ihdas etmek zararlı değildirBu tıpkı mübâh bir hizmette kullanmak için yeni kap ya da âlet icat etmeye benzer.

Eğer mahzur, Münazara ve Kelâm ilminin terim ve tâbirlerinde değil de murâd olunan mânâlarda ise, bilinmiş olsun ki, biz bu mânâlardan, ancak yaratıcının birliğine ve sıfatlarına ve âlemin sonradan meydana geldiğine işaret eden delillerin bilinmesini kastediyoruzNitekim kasdettiğimiz mânâ şeriatta da vârid olmuşturO halde Allah'ın delille bilinmesi neden haram oluyor?

Eğer Kelâm ve Münazaranın mahzurlu kısmından, münazaracıların arasındaki söz düellosu, taassup, düşmanlık ve buğz gibi yine kendilerinin yol açtığı mezmûm sıfatlar kasdediliyorsa, şüphesiz bunlar haramdır ve her müslümanın sakınması gereken hususlardırDiğer taraftan hadîs, tefsir ve fıkıh ilminin sebep olduğu riyaset (reislik) sevdası, riyakârlık, kendini beğenmişlik ve kibir de haramdır ve her müslümanın bu sıfatlardan sakınması gereklidirFakat hadîs, tefsir ve fıkıh ilimleri, bazı kişilerde kibir, ucub, riya ve baş olma sevdası doğuruyor diye menedilemezBu bakımdan hüccet ve delil ile araştırmak ve bilgi istemek mahzurlu olabilir mi?

De ki: "Ey müşrikler! Eğer 'Allah ile beraber birtakım ilâhlar vardır' sözünüzde doğru iseniz, delilinizi getirin bakalım". (Neml/64)

Yapılması kesinleşen bir işi yerine getirmek için Allah (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra (bilerek) helâk olsun, diri kalan da açık delilden sonra (bilerek) yaşasın. (Enfal/42)

Kâfirler 'Allah çocuk edindi' dedilerHâşâ! Allah bundan münezzehtirO, hiç bir şeye muhtaç değildirGöklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundurEy kâfirler! (Allah'ın çocuk edindiğine dair) elinizde hiçbir delil yokturSiz Allah'a karşı ilimle isbat edemeyeceğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus/ 68)

De ki: 'Tam hüccet Allah'ındır, O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi'. (En'am/149)

Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrahim ile rabbi hakkında mücadele edeni (Nemrud'u) görmedin mi? İbrahim ona 'Benim rabbim (kudretiyle) hem diriltir ve hem de öldürür' dediği vakit, o 'Ben de diriltir ve öldürürüm' demiştiİbrahim 'Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!' deyince, o inkârcı şaşırıp kaldıAllah zâlim kavmi muvaffak etmez. (Bakara/258)

İşte bu ayette Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'in delil getirmesini, mücadele etmesini ve hasmını susturmasını, onu övmek gayesiyle arz buyurmaktadır.

Bu, (gök cisimlerinin batışı) , milletine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdirBiz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltirizMuhakkak ki rabbin tam hikmet sahibi ve (herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)

Nûh'a cevap olarak şöyle dediler: 'Ey Nûh! Sen bizimle mücadele ettin ve bunda da çok ileri gittinEğer doğru söyleyenlerden isen bizi korkutup durduğun azabı haydi getir bakalım'. (Hûd/32)

Firavun şöyle dedi: 'Âlemlerin rabbi de kimdir?' Musa dedi ki: 'O göklerle yerin ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin rabbidirEğer gerçek olarak bilirseniz (durum budur). (Şuarâ/23-30)

Kur'ân, başından sonuna kadar kâfirlerle mücadele ve onlara karşı getirilen delillerle doludurBu bakımdan kelâmcıların 'Allah'ın birliği' hakkındaki delillerinin esasını şu ayet teşkil etmektedir:

Eğer yerlerde ve göklerde Allah'tan başka mâbudlar olsaydı, hiç şüphesiz bunların nizamı bozulurdu. (Enbiya/22)

Nübüvvet hakkındaki delilleri de şu ayettir;

Eğer kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin (Bunu yaparken de) Allah'tan başka ne kadar yardımcılarınız varsa hepsini yardıma çağırınŞayet sâdık kimseler iseniz (iddianızın gereğini yapınız!) (Bakara/23)

Ölümden sonra dirilmeye dair delilleri ise şu ayettir:

De ki: Onları, kendilerini ilk defa yaratan diriltecektirO her yaratılanı hakkıyla bilir. (Yâsin/79)

Kur'ân'da bunlar gibi daha nice ayet ve deliller mevcutturAllah'ın yüce rasûlleri, durmadan, hak ve hakikati inkâr eden hasımlarıyla mücadele etmişlerdir.

Ey rasûlüm! İnsanları rabbinin yoluna güzel söz ve nasihatla dâvet etOnlarla en güzel bir şekilde mücadele etŞüphe yok ki, rabbin yolundan sapanı en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir. (Nahl/125)

Ashâb da, peygamberleri gibi, münkirlerle mücadele eder ve onları delillerle sustururduAncak bu mücadele, olur olmaz zamanlarda değil, ihtiyaç görüldüğünde yapılırdıFakat ashâb zamanında mücadeleye çok az gerek duyulmuşturMücadele metodu ile, bid'atçıları hakikate dâvet etmek ilk önce Ali bEbî Tâlib (radıyallahü anh) tarafından tatbik edilmiştirŞöyle ki; Hazret-i Ali, amcazadesi İbn-i Abbâs'ı Haricîlere göndermiştiİbn-i Abbâs ile Haricîler arasında şöyle bir konuşma geçti:

İbn-i Abbâs, Haricîlere 'İmamınıza niçin darıldınız?' diye sorduOnlar da 'Harp ettiği halde esir almadığı ve mağlûpların mallarını ganimet yapmadığı için. . . ' cevabını verdilerBunun üzerine İbn-i Abbâs şunları söyledi: 'ınağlup dediklerinize esir muamelesi yapmak ve mallarını ganimet saymak kâfirlerle olan muharebelerde sözkonusudurSizlere soruyorum; Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) esir edilseydi de herhangi birinizin payına düşseydi, Kur'ân'ın nassıyla anneniz olan Hazret-i Âişe'yi cariyeleriniz gibi helâl sayacak mıydınız?' Haricîler onun bu sözlerine 'Hayır!' karşılığını verdiler.

İşte İbn-i Abbâs'ın tartışması. . . Bu muhavereden sonra Haricilerden ikibin kişi Hazret-i Ali'ye yeniden bi'at etmiştir.

Rivâyet ediliyor ki, Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) bir kaderciyle mücadele etmiş ve onu bu fikrinden caydırmıştırAli bEbi Tâlib (radıyallahü anh) de kadercilerden biriyle münazara ve mücadele etmişti.

Ashâbdan Abdullah bMes'ud (radıyallahü anh) Yezid b, Ümeyye ile îman konusunda münakaşa etmiştiAbdullah "Eğer 'Ben Mü'minim' diyorsam, 'Ben cennetliğim' de diyebilirim" dediBunun üzerine Yezid bÜmeyye şunları söyledi: "Ey Rasûlüllah'ın arkadaşı! Bu hükmün yanlıştırÇünkü îman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölümden sonra dirilmeye ve mizana inanmadırYoksa namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek değildirBizim bazı günahlarımız vardırKendimizi ancak bunların affolunduğunu bilirsek cennet ehlinden sayarızİşte bunun için de 'Biz Mü'miniz' der, ama 'Biz cennetliğiz' demeyiz"Bunun üzerine İbn Mes'ûd şöyle dedi: 'Ey Ümeyye! Doğru söyledinAllah'a yemin ederim ki, ben hükmümde yanıldım'.

Sahabenin tartışma yaptığı bir vakıadırFakat sözün en uygunu 'Onlar mücadeleye çok az ehemmiyet verdilerUzun değil de kısa gittilerMünazara ve Kelâm ilimlerini, ders vererek, kitap yazarak sanat edinmiş değillerdiAncak ihtiyaç ve zaruret ânında mücadeleden de geri kalmıyorlardı' demektir.

Bu bakımdan deniliyor ki, sahâbe-i kiramın Münazara ile az meşgul olmaları, zamanlarında bid'atların bulunmayışı sebebiyle buna ihtiyaç hissetmeyişlerindendirMünazara ve münakaşaları kısa kesmeleri, münazaradaki gayenin hasmı susturmak ve itirafa mecbur etmek olmayıp aksine hakîkati olduğu gibi göstermeyi ve şüpheyi gidermeyi istihdaf etmesidirO halde, ashâb-ı kiram ile mücadele edenler çeşitli zorluklar çıkaran inatçı kimseler olsalardı haliyle onlar da şiddetli mücadele ve münakaşalara gireceklerdiÇünkü sahâbei kiram, münazaraya başladıktan sonra, bunun ne kadar devam edeceğine dair belli ölçülere sahip değildiMünazara ilmini tedvine ve bu konuda kitap yazmaya teşebbüs etmemeleri ise âdetlerinin öyle oluşundan ileri gelir.

Nitekim fıkıh, tefsir ve hadîs ilimleri hakkında da herhangi bir telif ve tedrisleri mevcut değildirBu bakımdan, eğer fıkhı tasnif etmek ve ancak yüzde bir ihtimalle vâki olabilecek meseleleri yazmak ki bu tip meseleler ancak vâki olacağı zaman için veya bu nadir mevzularda okuyucuların zihinleri açılsın diye hazırlanır caizse, biz, ilerdeki şüpheleri ve bid'atçıların heyecanından doğacak ihtiyaçları gidermek veya okuyucunun zihnini geliştirmek; eline, ihtiyacı anında açık ve irticâlî bir şekilde hazırlıklı olması ve hasmının karşısında ezilmemesi için delil vermek üzere mücadele yollarını ve metodlarmı tertip etmiş bulunuyoruzBu tıpkı çıkmadan önce harp için silâh hazırlanmasına benzer.

İşte Münazara ve Kelâm ilminin caiz olmadığını veya farz olduğunu ileri süren iki grubun söyleyebilecekleri, bu yazdıklarımızdan ibaret olsa gerektir.

'Kelâm ve Cedel ilmi hakkında menfî ve müsbet düşünenlerin fikirlerini olduğu gibi bize aktardınFakat sen hangi görüşü tercih ediyorsun?' dersen, bilmiş ol ki, bu mevzudaki hakîkat şudur: Her hâlükârda Kelâm ilmini zemmetmek gibi mutlak şekilde övmek de doğru değildirBu konuda biraz tafsilâta ihtiyaç vardır.

Herşeyden evvel bilmelisin ki, bazı şeyler zâtıyla haramdır: İçki ve kesilmemiş et gibiBu sözün mânâsı şudur: Haramlığı icap ettiren vasıf onun zâtındadırİçkinin sarhoş etmesi ve kesilmemiş etin mundarlığı gibiBiz, bu gibi şeyler hakkında sual sorulduğu zaman kesinlikle ve te'vil götürmez bir şekilde haram olduğunu söylüyoruzZaruret ânında, murdar etten, ölmeyecek kadar yenilmesinin; insanın boğazında kalan lokmayı, başka meşrubat bulunmadığı takdirde, içki ile yutmasının mübâh olduğuna bakmayarak, haramlık hükmünü kesinlikle veriyoruz.

Bazı şeyler de zâtından ötürü değil, haricî bir illetten dolayı haramdırMüslüman kardeşinin, muhayyerlik sınırları içindeki pazarlığına karşı çıkmak, cuma ezanı okunduğu zaman alışveriş yapmak ve çamur yemek gibi. . . İşte bunlar, başkasına zarar verdiği için haramdırHaramın bu çeşidi iki kısma ayrılır:

a) Çoğu ve azı zarar veren -ki buna haram ismi ıtlak olunur (öldürücü zehir gibi) ,

b) Çoğu zarar veren.

Çoğu zarar veren bu ikinci kısma mübâh ıtlak olunur: Bal gibiÇok yemek, tansiyonu yüksek olan bir kimseye, sıcak memleketlerde zarar verirÇamurun çoğunu yemek de bal gibidirÇünkü o da aynen bal gibi, çok yenildiğinde vücuda zararlıdırÇamura ve içkiye haram, bala da helâl demek, nisbetlere göredirBu bakımdan, eğer birşeyde nisbetler eşit görünürse, en uygun ve karışıklıktan en uzak hüküm onu tafsilen açıklamaktırO halde, bu hakîkat bilindikten sonra

Kelâm ilmine dönerek şöyle deriz:

Kelâm ilminde hem menfaat, hem de zarar vardırBu ilim, menfaat verdiği zaman helâl olurBazan mendûb, hatta durumun iktizasına göre vâcib olurBaşkasına zarar verdiği anda da zararlı olmak itibarıyla haram olurZararına gelince, şüpheye yol verir insanı bâtıl inançlara karşı tahrik eder ve kalpleri hak inançların kesinlik ve samimiyetinden uzaklaştırırBu Kelâm ilmine ilk defa dalan kimseler için hâsıl olan bir durumdurBöyle bir insanın, bilâhare, delil ile, bu şüphelerden döneceği de şüphelidirBu durum şahıslara göre değişmektedir.

İşte Kelâm'ın hak inanç bahsindeki zararı budurAyrıca bid'atçıların inançlarını takviye ederek onları kalplerinde yerleştirirÖyle ki, bid'atta ısrar eder, onu müdafaa istekleri harekete geçerFakat bu zarar, cedelden doğan taassup vasıtasıyla meydana gelirBu hikmete binaen, halk tabakasından bazı bid'atçıların bu inançlarını yumuşaklıkla, en kısa bir zamanda kazımak mümkün olmaktadırAncak mücadele ve taassup beşiği olan bir memlekette doğup büyümüşse o zaman iş değişirBu durumda geçmiş ve gelecek âlimlerin hepsi bir araya toplanarak onu bid'atından caydırmaya çalışsalar yine de muvaffak olamazlar ve bu kötü bid'atı onun göğsünden söküp atamazlarBilakis nefsin hevası, taassup ve mücadeleci hasma karşı duyulan nefret ve muhalif grubun buğzu kalbini öyle kaplamış ve onu hakkın idrâkından öylesine uzaklaştırmıştır ki, böyle bir insana "Acaba Allah'ım, kalbinden perdeyi kaldırmak suretiyle hakikatin, gözle görülecek derecede hasmın tarafında olduğunu sana göstermesine razı mısın?' denildiği zaman, hasmının sevinmesinden korkarak, bu hakikate razı olmayacaktırİşte, memleketler ve milletler arasında yayılan önlenmesi imkansız hastalık budurBu, fesadın bir çeşididir ve tartışmacılar taassuba kapılarak bu fesâd tohumunu ekmişlerdirİşte Kelâm'ın zararları bunlardır.

Kelâm'ın yararlarına gelince, zannedilir ki, Kelâm 'ın faydası hakikatleri keşfetmek ve olduğu gibi bildirmektirHalbuki heyhât! Kelâm ilminde bu şerefli gayeyi hedefleyecek bir durum hiç de mevcut değildirAksine onda mevcut olan şey karıştırmaktır; keşfetmek ve bildirmekten daha çok dalâlete götürmektirKelâm, muhaddis veya hadîslerin zahirî hükümlerine tâbi olan kimselerden dinlenilirse böyledirFakat çok zaman kalbe İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır' hükmü gelebilirAma bu hükmü evvelâ Kelâm ilmini denemiş, hakikî tecrübelerden sonra ona düşman olmuş ve bu ilimde zirveye yükselmiş, hatta bu hududları da geçerek Kelâm ilmiyle ilgili çeşitli ilimlerde de derinleştikçe derinleşmiş ve hakikatlerin marifetine bu yönden, yani Kelâm yönünden ulaşmak için yolların kapalı oldugunu kesinlikle öğrenmiş kimselerden işitirsinYemin ederim ki, Kelâm ilmi, birtakım meselelerin izahını, tarifini ve keşfini yapmaktan hâli değildir.

Fakat onun bu durumu, Kelâm sanatına dalmadan da kendiliğinden bilinmesi kolay olan apaçık emirler hakkında geçerlidirKelâm'ın menfaati tektir ve bu da daha önce izah ettiğimiz gibi halk tabakası nezdinde akidenin bekçiliğini yapmak ve onu cedel çeşitleriyle, bid'atçıların teşvişinden korumaktır.

Çünkü halk tabakası zayıftırBid'atçının küçük bir mücadelesine velev ki o, haddizatında fâsık bir insandan gelmiş olsun gönül kaptırabilirlerFakat fâsık ile muaraza etmek de fışkı bertaraf edebilirİnsanlar daha önce izah ettiğimiz akide ile mükelleftirlerÇünkü şeriat onları, o inançlarla mükellef kılmıştır ve bunda din ve dünyalarının salâhı vardırSelef-i Sâlihîn ve âlimler icmâ ve ittifakla, halk tabakasının inançlarını bid'atçıların telbis ve teşvişlerinden korumayı zaruri gördülerNasıl ki, devletin de avam tabakasının mallarını, zâlim ve gâsıpçıların tasallutundan korumakla mükellef olduğu gibi. . .

Kelâm'in zararlarını ve yararlarını böyle geniş bir şekilde bildirdikten sonra diyebiliriz ki, tartışmacı, mâhir doktor gibi, tehlikeyi keşfedip tedaviyi ona göre ayarlamalıdırZira mâhir doktor, ilaçları ancak faydalı olabileceği yaralara sürerBu da ihtiyaç ânında ve ihtiyaç nisbetindedir.

Bu hükmün açıklaması şöyledir: Halk tabakası çeşitli sanatlarla meşguldürBu bakımdan daha önce zikrettiğimiz hakîkî akideyi öğrenmek şartıyla onları inandıkları akidelerde sapasağlam bırakmak vacibdirZira Kelâm'ı bu gibilere öğretmek, katıksız zarardan başka birşey değildir.

Çünkü onların saf zihinleri çoğu zaman Kelâm ilminin ayrıntılarıyla karışır, şek ve şüphelere düşerİnançları sarsılabilirDelilleri anlayacak iktidarda olmadıkları için de ıslahları mümkün olmaz,

Bid'ata inanan halk tabakasına gelince, bunları hakka, taassupla değil, lütuf ve yumuşaklıkla davet etmek, ikna edici ve latif konuşmalar yapmak suretiyle kalplerine tesir etmek, onu Kur'ân ve sünnetin va'z ve korkutma ile karışık delilleriyle ikna etmek en uygun harekettirZira böyle bir hareket, kelâmcıların şartı üzerine vazedilmiş cedel ilminden daha yararlıdırÇünkü halk tabakası Cedel ve Münazara ilmini dinledikleri zaman zihinlerinde şöyle bir inanç belirir: Bu, cedelin bir çeşididirKelâmcı bunu, halkı kendi inancına çekmek için öğrenmiştirHer ne kadar cevap vermekten aciz kalmışsam da benim mezhep ve meşrebimde bulunan kimseler onu susturmaya muktedirdirlerBu bakımdan, öyle birisiyle ve bid'ata inanan bir kimseyle de mücadele etmek haramdırZira şek ve şüpheye düşen bir kimsenin bu şüphesini, yumuşak konuşmalarla, va'z u nasihatlarla ve Kelâm'ın derinliğinden uzak, muhatabca makbul veya yakın görünen delillerle izale etmek vâcibdir.

Cedel yoluyla delilleri sayıp münazara etmek, sadece bir yerde yararlıdırŞöyle ki: Meselâ halk tabakasından birisi, başkasından dinlediği bir cedel ile herhangi bir bid'ata saplanmış ve inanmıştırİşte böyle bir kimseye karşı hakka dönsün diye kendisini bid'ata inandıran Cedel'in benzeriyle mukabele edilirBu da, mücadele ilmiyle ürısiyeti olan ve artık halk tabakasına yapılan va'z u nasihat ve korkutmalardan ibret almayacak dereceye gelmiş bir kimse hakkında icra edilirZira böyle bir kimseyi ancak cedel macunları şifaya kavuşturabilirBu bakımdan, bu gibilerle münazaraya girmek caizdirAncak böyleleriyle yapılacak münazara sınırlı olmalıdır.

Bid'atların az bulunduğu ve çeşitli mezheplere sahne olmayan memleketlerde ise sadece İslâmî inançların kendileri söylenebilir, onları ispatlayıcı deliller serdedilemezBunun için şüphenin vukuu beklenirEğer şüphe vâki olursa bunu izâle edecek kadar delil getirilmesine tevessül edilirEğer bid'at, memlekette yayılmışsa ve müslüman yavrularının kandırılmasından korkuluyorsa, o vakit, Risale-i Kudsiye adlı kitabımızda hududları gösterilen Kelâm miktarının öğretilmesinde beis yokturBöyle bir durumda, müslüman yavrulara o kadarcık Kelâm ilmi öğretilmelidir ki, bid'atçılarla mücadele ânında o mücadelelerden gelen menfî tesirleri defedebilsinlerİşte bu, Kelâm'ın muhtasar miktarıdırBiz, mezkûr risalemizi, kısa olduğu için, bu kitabımıza dercetmiş bulunuyoruzBu risaleyi okuyan talebede; zekâ ve uyanıklık varsa ve zekâsıyla kendisine tevcih edilen sualin yerini biliyorsa veya nefsine herhangi bir şüphe gelmişse, o zaman mahzurlu olan illet başgöstermiştir ve hastalık belirli bir hale gelmiştirBu bakımdan el-İktisad fil-îtikâd adlı ve elli sayfadan ibaret bulunan kitabımızdaki Kelâm miktarını öğrenmeye teşebbüs etmesinde herhangi bir mahzur yoktur.

Bu kitabımızda, akaid kaideleri üzerinde düşünmenin hududları aşılmamış, kelâmcıların diğer bahislerine yer verilmemiştirEğer kitabımız talebeyi ikna ederse ne âlâ. . . İkna etmezse, o zaman hastalık müzmin bir hale gelmiş ve şiddeti yükselmiştir.

Bu hastalık bulaşıcıdırBu bakımdan kendisini tedavi eden doktor (hocası) , imkân nisbetinde, yumuşak bir şekilde hastalığın giderilmesine çalışmalıdır ve bununla beraber hakkındaki ilâhî kaza ve kaderi de beklemelidir ki ya Allahü teâlâ'nın uyarmasıyla hakkı bulsun ya da şek ve şüpheye devam ederek kendisi için takdir edilen sona doğru sürüklenip gitsin.

el-İktisad fi'l-İtikad adlı eserimizde ve ona benzer kitaplarda Kelâm'ın, yarar verecek bir miktarda olması umulmaktadırBu kitabın ihtiva ettiği miktardan fazla olan Kelâm ise iki kısma ayrılır:

A) Akaid kaidelerinin gayrinden bahseden kısımdıritimâd ve idraklardan bahsetmek gibiGörgü bahsine dalmak, onun men veya amyî diye adlandırılan bir zıddı var mıdır, yok mudur; eğer zıddı varsa birdir, o da görünmeyenlerin tamamından menolmaktır veya görünmesi mümkün olan herşey için âdetleri miktarınca bir men'in sâbit olması ve daha bunlardan başka nice hurafeler, dalâlete götürücü tâbirler ve terimler. . . 17

B) Dinî inançlara ait kaidelerin isbâtında kullanılan delilleri mecrasından çıkarıp daha fazla ve teferruatlı bir şekilde takrir ve mevzuun dışında birtakım sualler ve cevaplarla irâd etmektirBu, dinleyenleri daha fazla dalâlete sürükleyen, dinî akidelerle ikna olmayan bir kimseyi daha fazla cehalete sevketmek için sarfedilen bir gayrettirÇünkü birçok konuşmalar vardır ki, uzatıldıkları takdirde daha fazla karışıklığa sebep olmaktadır.

Eğer birisi çıkar da; 'İdrâk ve itimadlara ait hükümlerden bahsetmekte, okuyucu ve dinleyicilerin zihinlerini geliştirmek gibi bir yarar bahis konusudur; zira kılıcın cihad âleti oluşu gibi, hatırlatmak ve düşünceye sevketmek de dinin âletidirBu bakımdan zihinleri böyle bahislerle geliştirmekte bir beis yoktur' şeklinde iddiada bulunursa cevaben deriz ki, bu iddia, tıpkı 'Satranç oynamak, zihnin ve fikrin ufuklarını genişletirO halde satranç dindendir' demek gibidirHalbuki satranç, hevâ ve hevesten başka birşey değildirİnsan zekâsı, sair şerî ilimlerle de gelişebilirHem böyle bir gelişmenin zekâya herhangi bir zarar getirmesi de tasavvur olunamaz!

Bu kadarcık bir açıklama ile Kelâm ilminin mezmûm ve memduh (övülen ve yerilen) kısımları bilinmiş olduYine Kelâm ilminin hangi durumda kötüleneceği ve hangi durumda övüleceği; bu ilimden kimin yarar veya zarar göreceği keyfiyeti de bu açıklamalarla öğrenilmiş bulunmaktadır.

'Bid'atçıyı reddetmek hususunda Kelâm ilmine ihtiyaç olduğunu söylemiştinZamanımızda da bid'atlar yayılmış ve umumî bir belâ hâlini almış olduğundan dolayı Kelâm ilmine ihtiyaç olduğu bir gerçektir; o halde bu ilmin bilinmesini farz-ı kifaye saymak icap ederTıpkı mal ve can emniyetini koruyan idarecilik, hükümdarlık ve benzerlerini bilmek gibi. . .

Diğer taraftan âlimler Kelâm ilmini neşretmek, okumak ve araştırmakla iştigal etmedikçe bu ilim devam etmeyecek ve ortadan kalkacaktırHalbuki bu ilim olmadan insanların, mücerred tabiatlarında bid'atçıların şüphelerini hall ü fasletmek keyfiyeti mevcut değildir.

Bu bakımdan en uygun yol, Kelâm ilmini okutmanın ve araştırmanın da farz-ı kifayelerden sayılmasıdırAma ashâb-ı kiramın zamanı, bu hükmün dışındadırÇünkü 'o devirde bu ilme şiddetli ihtiyaç yoktu' derseniz, bilin ki, Kelâm ilmi hususunda en hakikî hüküm şudur:

Her memlekette bu ilmi bilen, bid'atçıların şüphelerini defetmeye tek başına muktedir olan birisinin bulunması zarurî ve şarttırBu durumda ancak Kelâm ilmini tâlim etmekle mümkündürFakat Fıkıh ve Tefsir ilimleri gibi, bütün müslümanlara Kelâm öğretilmesi doğru değildirZira Kelâm ilmi deva, Fıkıh ise gıda gibidirGıdanın zararından korkulmazAmma daha önce de söylediğimiz gibi, zararın çeşitleri vardır.

Bu bakımdan bir âlim için en uygun hareket; bu ilmi ancak şu üç vasfa sahip olan bir kimseye öğretmektir:

1- Kelâm ilmini öğrenmek isteyen insan, kendisini ilmi çalışmalara adamış olmalıdırZira başka bir sanatla iştigal edenleri, bu meşguliyetleri, ilmin tamamını öğrenmekten ve beliren şüpheleri giderecek derecede yetişmekten men etmektedir.

2- Bu ilmi öğrenmek isteyende zekâ, sür'at-i intikal ve fesâhat bulunmalıdırÇünkü zekâsı müsait olmayan bir kimse, öğrendiklerinden pek fazla yararlanamazSür'at-ı intikale sahip olmayan kişi de, getirdiği deliller bakımından dinleyenlere faydalı olamazBu bakımdan böyle bir insanın konuşmasında, menfaattan çok zarar vardır.

3- Kelâm ilmini öğrenenin tabiatında salâh, diyanet ve takva hasletleri bulunmalıdırŞehvetleri kendisine galip gelmemelidirÇünkü fâsık bir insan, en ufak bir şüphe ile dininden olurZira bu ufak şüphe, kendisiyle günah ve şehvetler arasındaki perdeleri yırtabilirBöyle bir insan, şüphenin giderilmesine çalışmayıp onu teklifin (sorumlu olduğu şeylerin) ağırlığından kurtulmak için bir ganimet ve fırsat addederElbette ki böyle bir insanın fesadı, ıslahından kat kat fazladır.

Bu ince taksimatları bildiğin zaman, sana gün gibi âşikâr olur ki, Kelâm ilminin medhedilen bu delilleri ancak Kur'ân'ın ince, kalpleri tesir altına alıcı, nefisleri ikna edici kelimeleri cinsindendir; yoksa birçok insanın anlayamadığı inceliklere ve taksimlere dalmak değildirFarzedelim ki, insanlar taksimata ve anlaşılamayan inceliklere vâkıftırlarBöyle de olsa onların birer balon, sahibinin elinde zihinleri karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan birer konuşma sanatı olduğuna inanırlarFakat bu incelikleri bilen bir insan, bu sanatta, kendisi gibi mahir birisiyle karşılaştığı zaman mukavemet gösterir ve çok inatçı bir şekilde mücadeleye devam eder.

Daha önce, İmâm-ı Şâfiî ve bütün selef âlimlerinin, işaret ettiğimiz zararlardan ötürü Kelâm ilmine dalmayı yasakladıklarını biliyorsunuzYine biliyorsunuz ki, İbn-i Abbâs'ın Haricîlerle olan, Hazret-i Ali'nin ve başka selef âlimlerinin kader hakkındaki münazaraları herkesçe bilinmektedirBunların hepsi ihtiyaç anında yapılmıştır.

Böyle bir münazara ise her an güzeldir ve övülmeye lâyıktır.

Evet, zaman değişirBazan Kelâm ve Cedel ilmine ihtiyaç çok, bazan da az olurBu sebeple Kelâm ilmiyle ilgili hükmün değişmesi her an için mümkündür.

Halk tabakasının inanmakla mükellef bulunduğu, yolunda mücadele ettiği ve şüphelerden koruduğu hüküm işte bu zikredilendirŞüphelerin izalesine, hakikatlerin keşfine, eşyanın olduğu gibi bilinmesine, bu kaidenin lâfızlarının zahirden anlaşılan sırlarının idrâkına gelince, onun anahtarı ancak ve ancak mücâhededirŞehvetlerin yok edilmesi, tamamen Allah'a yönelik bir fikre dalınması, Allah'ın mahzâ rahmetidirBu rahmetin güzel kokularına talip olanlar, ondan ancak nasipleri kadar feyz alırİsteyenler, o rahmeti kabul edecek yerin genişliği ve kalbin temizliği nisbetinde nasibdar olurBu rahmet derinliği idrâk edilemeyen ve sahiline varılamayan bir denizdir . . .

Mesele

'Senin bu konuşman, bu ilimlerin zâhir ve bâtınlarının olduğuna işarettirBir kısmı gözle görülür derecede açıktırBir kısmı da gizlidir, ancak mücâhede, riyâzât ve fütursuz araştırma, saf fikir, matlubda başka dünyanın bütün meşgalelerinden hâli bulunan sır ile açılıp vuzuha kavuşurBu iddia ilk bakışta, şeriata muhalif gibi görünürZira şeriatın zahiri ve bâtını gizlisi ve açığı yokturBilakis şeriatta zâhir, bâtın, gizli ve açık hepsi birdir' diyecek olursan, bilmiş ol ki, bu ilimlerin, gizli ve açık diye ikiye taksim edilmesi, hiçbir basîret sahibi tarafından inkâr edilemeyen bir hakikattirBu hakikati ancak, çocukluk devresinde birşeyler öğrenmiş ve bilâhare malûmatı donmuş; zirveye, âlim ve velilerin makamına erişmemiş acizler inkâr ederBu keyfiyet şer'î delillerden açıkça anlaşılmaktadır.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz ki, Kur'ân'ın hem zahiri ve hem de bâtını vardırKur'ân'ın haddi ve matla'ı vardır18

Hazret-i Ali (göğsüne işaret ederek) şöyle buyurmuştur: 'muhakkak burada çok ilim vardırKeşke bu ilimleri taşıyıcı kimseleri bulsaydım

Hazret-i Peygamber başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır:

Biz peygamberler, Allah tarafından halk ile akıllarının alabileceği bir şekilde konuşmakla emrolunduk19

Bir kimse, bir kavme, anlayamayacakları bir konuşma yaparsa, onun bu konuşması, onlar için fitne vesilesi olur20

Allahü teâlâ da şöyle buyuruyor:

Biz bu misalleri, insanlar için açıklıyoruzBunları (bu misallerin güzelliklerini ve faydalarını) ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)

Hazret-i Peygamber diğer bir hadîsinde de şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz, ilmin bir kısmı vardır ki, hazinelere benzerO'nu ancak Allah'ı bilen âlimler çözerÇözüldükten sonra da onlara ancak Allah'tan gâfil bulunan kimseler hücum ederler21

Bu hadîs-i şerîfî Kitab'ul-îlim'de de zikretmiştikDiğer bir hadîslerinde ise şöyle buyurmuştur:

Eğer benim bildiklerimi siz de bilseydiniz, mutlaka az güler ve çok ağlardınız22

Fakat Hazret-i Peygamber; kendisinin bildiği fakat bizce bilinmeyen bir sırrı Allah tarafından 'İnsanların anlayışı bu sırrın idrâkından âcizdir, onun için bunu ifşa etme emri veya buna benzer birşey bulunmasaydı neden ifşâ etmesindi? Hazret-i Peygamber bunu ashâb-ı kirama (veya umum halka) niçin söylemesindi? Şek ve şüphe yoktur ki, eğer Hazret-i Peygamber bildiklerini söyleseydi, dinleyenler kendisini tereddütsüz tasdik edeceklerdi.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) 'O Allah'tır ki, yedi gök ve arzdan da onların mislini (yine yedi kat) yaratmıştırAllah'ın emir ve kazası bütün bunların arasında inip duruyorBilesiniz ki, Allah herşeye kadirdir ve ilmiyle herşeyi kuşatmıştır' (Talâk/12) ayeti münasebetiyle 'Eğer bu ayetin gerçek yorumunu söylesem, mutlaka beni taş yağmuruna tutardınız' (Başka bir rivâyette ise ". . mutlaka bana 'kâfirsin' derdiniz") buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle buyuruyor: 'Hazret-i Peygamber'den iki yük dolusu ilim öğrendimBirisini neşrettim ve söyledim; diğerini ifşa etseydim mutlaka kafam kesilirdi'.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ebû Bekir size üstün olmasını çok oruç veya çok namazla değil, göğsünde yerleşen bir sır ve hikmet sayesinde sağlamıştır23

Allahü teâlâ Hazret-i Ebû Bekir'den razı olsun! Hiç kuşkusuz üstünlüğüne vesile olan göğsündeki sır, dinî kaidelerle ilgili ve onların dışına çıkmayan bir hakikattirHalbuki dinî kaidelerden olan birşey, zahirî cephesiyle Hazret-i Ebû Bekir'den başka müslümanlarda da görünmektedir.

Sehl et-Tüsterî şöyle der: Âlimin ilmi üç kısımdır:

1- Zâhir ilmi; bu ilmi, zâhir ehline verir.

2- Bâtın ilmi; bunu da ancak bâtından anlayanlara izhar eder3- Kendisi ile Allah arasında bulunan ilim ki bu ilmi hiçbir kimseye izhar etmeye me'zun değildir'.

Ariflerin bazıları 'Rubûbiyetle ilgili sırrı ifşa etmek, küfrün tâ kendisidir' buyurmuştur.

Bazıları da şöyle dedi: 'Rubûbiyetle ilgili bir sır vardırEğer izhar edilirse, nübüvvet iptal edilirNübüvvetin de bir sırrı vardırEğer o sır keşfedilirse, ilim iptal edilirAllah'ı bilen âlimlerin de bir sırrı vardırEğer o âlimler bunu izhar ederlerse ahkâm-ı diniyye iptal olunur'.

Eğer bu sözü söyleyen zat, peygamberliğin, zayıf kimselere verilmeyeceği için iptal olunacağını kastetmemişse bu söz yanlış ve hilâf-ı hakikattirSahih ve doğru hüküm şöyledir: O gizli ve rubûbiyetle ilgili sır ile nübüvvet arasında hiçbir şekilde tenakuz mevcut değildir ki, izharı ile nübüvvet iptal edilsinKâmil insan, kalbindeki nurun marifet ve takva nuruyla çelişmediği ve sönmediği bir kimsedirTakvanın zirvesi ise nübüvvettir.

Mesele

"Zikrettiğin bu rivâyetlerin ve hadîslerin birtakım te'villeri vardırBu bakımdan zâhir ile bâtının ihtilafını beyan edinizÇünkü eğer bâtın, zahirle çelişiyorsa, o vakit bâtında şeriatın iptali sözkonusudurBu 'Hakîkat, şeriatın hilafıdır' diyen bir kimsenin iddiasıdırBöyle bir iddia ise küfrün tâ kendisidirÇünkü şeriatın zahirden, hakikatin ise bâtından ibaret olduğu iddia ediliyorEğer zâhir ile bâtın arasında tenakuz ve ihtilâf yoksa o vakit bâtın, zahirin tâ kendisi demektirBu bakımdan ilmin, zâhir ve bâtın olarak taksim edilmesi keyfiyeti de ortadan kalkmış olurBu keyfiyet ortadan kalkınca da şeriatın ifşa edilmeyecek herhangi bir sırrı kalmazO vakit hafî ile celî (zâhir ile bâtın) aynı şey olur" dersen, bilmiş ol ki, bu sual büyük bir felâketi tahrik etmekte, dolayısıyla insanı, Mükâşefe ilimlerini inkâr etmeye sürüklemektedirBu da Muamele ilminin maksûdunun dışına çıkmaktırHalbuki kitabımızın hedefi muamele ilminin dışına çıkmamaktadırÇünkü daha önce zikrettiğimiz inanç ve akideler, kalbin vazifelerindendirBiz bu inançları, kalben tasdik ve kabulle mükellefiz; hakikatlere varacak derecede incelemekle mükellef değilizBöyle bir mükellefiyet halkın umumuna yüklenmemiştirEğer zikredilen inançlar, amel kısmına dahil olmasaydı, onları bu kitaba dersetmezdikEğer onlar, kalbin zahiriyle ilgili amellerden olmayıp sadece bâtını ile alâkadar olsalardı, biz onları kitabımızın birinci kısmında irâd etmezdikHakîkî keşfe gelince: O, kalp sırrının sıfatı ve bâtınıdırFakat hayali, zâhir ile bâtının mütenakız olduklarına dair bu sualde olduğu gibi tahrik etmeye dalındığı zaman bu meseleyi hall u fasl edecek veciz bir kelâma ihtiyaç vardır.

'Hakîkat, şeriata muhaliftir veya bâtın zahire mün'akizdir' diyen bir kimse imandan çok küfre yakındırMukarreblerin özelliği bulunan sırlar ki bunları mukarreblerin dışında çoğu kimseler idrâk edemez ve işlemeye de yeltenmez.

Mukarrebler de onları, ehli olmayanlara ifşa etmekten men' edilmişlerdir beş kısma ayrılır:

Bir

Şey'in, haddi zâtında ince bir mevzu olup idrâkından birçok anlayışların âciz kalmasıdırİşte böyle bir 'şey'in idrâk edilmesi ancak havassın özelliğidir ve onlara düşen vazife de bu inceliği ehli olmayan kimselere ifşa etmemektirAksi takdirde onu idrâk etmekten âciz oldukları için fitneye sürüklenirler.

Ruhun sırrını gizlemek ve Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ruhun hakikatini beyandan çekinmesi bu kısma dâhildirÇünkü ruhun hakîkati, idrâkin ötesindedirEhl-i idrâk'ın anlayışları hâriç, hiçbir idrâk onun hakikatini tasavvur edemez. . .

'Sakın ruhun sırrı Hazret-i Peygambere mâlûm olmamıştır' zanna kapılmaÇünkü ruhu bilmeyen nefsini bilmezNefsini bilmeyen de rabbini nasıl bilebilir? Ruhun sırrının bir kısım velî ve âlimlere de mâlûm olması keyfiyeti uzak bir ihtimal değildir.

Bu velî ve âlimler, her ne kadar peygamber değilseler de, şeriat nerede sükût etmiş ve neyi beyan etmemişse onu aynen takip ederler.

Allah'ın sıfatlarında o kadar gizli hikmetler vardır ki, cumhûr-u nâs'ın insanların çoğunun, zihinleri onları idrâktan âcizdirHazret-i Peygamber bu hikmetlerin ancak halk tabakasının zihnine yerleşebilecek zâhir kısımlarını zikretmiştir: İlim, kudret ve benzerleri gibi. . .

Bunlar da halkın ilim ve kudretiyle bir nevi münasebetleri ve aşmalıkları olduğu için zikredilmiştirÇünkü halkın, ilim ve kudret denilen birtakım sıfatları vardırİşte bu ilâhî sıfatları, hiç olmazsa bir nev'i mukayese ile vehmederler.

Eğer Allahü teâlâ, halkta bulunmayan ve onların sıfatlarıyla herhangi bir münasebeti olmayan vasıfları zikretmiş olsaydı şüphesiz ki halk, bunları idrâktan tamamen aciz ve uzak kalacaktıÇünkü cima'ı bilmeyen bir çocuk veya cima'dan âciz olan (anin) kişi, bu lezzetten bahsedildiği zaman, ancak diğer met'urnatın (yiyecekler) lezzetine nisbet ederek birşeyler anlayabilirBöyle bir anlayış elbette ki tahkikî ve kâfi bir anlayış değildir.

Allah'ın ilim ve kudretiyle mahlûkâtın ilim ve kudreti arasındaki mesafe ve fark, cima lezzetiyle yemek lezzeti arasındaki farktan çok fazladır.

Kısacası insan, ancak nefsini ve hâl-i hazırda nefsinde bulunan sıfatlarını idrâk edebilir veya daha evvelce nefsinde peyda olmuş sıfatları bilebilir. Sonra bunlara kıyas ederek başkasına ait bulunan bu tip sıfatları da anlarBilâhare bu sıfatlar arasında, şeref ve kemal yönünden ayrılık ve farklılık olduğunu da tasdik eder.

Bu bakımdan, beşer için Allah'a, ancak kendi nefsinde sabit olan fiil, ilim, kudret ve benzeri sıfatları isbat etmek imkânı vardırBunları isbat etmekle beraber, Allah'ın bu tip sıfatlarının daha kâmil ve daha şerefli olduğunu da tesbit ederO vakit daha ziyade, Allahü teâlâya mahsus olan celâl sıfatlarına değil, nefsinde nüvesi sabit olan sıfatlara yönelir.

Bunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey Allahım! Sana, senin kendi zât-ı ulûhiyyetine yapmış olduğun gibi senâ edemem24

Bunun mânâsı; 'Ben idrâk ettiğimi izahtan âcizim' demek değildirAksine zât-ı ulûhiyyetin hakikatini idrâktan gelen aczi itiraf etmektirBu sırra binâen bazı âlimler 'Allah'tan başkası, O'nun hakikatini bilemez, (veya Allah'ı hakkıyla kendisinden başkası bilemez) demişlerdir.

Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk şöyle buyurmuştur: 'Hamd o Allah'a mahsustur ki, marifetinden âciz olunduğu gibi, halk için marifetine götürücü bir yolda açmamıştır'.

Biz, şimdilik bu tarz konuşmaları bir tarafa bırakarak hedefimiz olan o beş kısmın birincisine dönelim ve zihinlerin idrâkından âciz kaldığı şeyden bahsedelim.

Birinci kısma ruhla birlikte Allah'ın birtakım sıfatları da dâhildir.

Hazret-i Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ'nın nur'dan yetmiş perdesi vardırEğer onları aralasa O'nun yüzünün (cemâlinin) parıltıları, ulaştığı herşeyi yakacaktır25

İki

Peygamberlerin ve sıddîkların ifşa etmekten menolundukları hususlar arasında bilinip anlatılması zor olmayan bir sır vardırFakat onun izah edilmesi peygamberlerin ve sıddîkların dışnda dinleyenlerin birçoğuna zarar verirEhl-i İlmin ifşa etmekten men' olundukları kaza ve kader sırrı da bu kısma dâhildir.

Bir kısım hakikatlerin zikredilmesinin bir kısım insanlara zarar verdiği inkâr edilemez bir gerçektirGüneş ışığının yarasaların gözlerine, gül kokusunun da pislikleri seven böceklere zarar verdiği gibi. . . Böyle bir ihtimal nasıl uzak görülebilir? Şöyle ki, bizim 'Küfür, zina, günah ve kötülüklerin tamamı Allah'ın kaza, irade ve meşiyetiyledir' sözümüz haddi zâtında hak bir sözdürFakat bunu söylemek bir kavme zarar vermektedirÇünkü bu sözü dinleyen o kavim 'Sefahata götüren, hikmetin zıddını yaptırtan, zulüm ve kabîha rıza gösteren Allah'tır' kanaatına varıyorİbn

Râvendî26 ve Allah'ın rahmetinden mahrum olan bir taife bu sözden ötürü ilhada sapmışlardır.

İşte kaza ve kader sırrı da eğer ifşa edilirse birçok kimsede birtakım vehimlerin doğmasına yol açacaktırÇünkü halkın zihinleri, kader sırrının ifşasından doğan vehimleri silıîıeye derman olacak ilaçları idrâka müsait değildir.

Şu söz doğru ise zikrettiğimiz ikinci kısma misâl olabilir: Kıyâmetin zamanı zikredilse, yani kıyâmet bin sene veya daha fazla veya daha az bir zaman sonra vâki olacaktır denilse anlaşılacaktırFakat kıyâmetin vakti, kulların maslahatı sebebiyle ve onları zarardan korumak dolayısıyla zikredilmemiştir.

Bu bakımdan kıyâmetin vakti tâyin edilseydi, o müddetin uzak olduğunu ümit ederek günaha sapma ihtimali olabilirdiÇünkü nefisler ceza zamanını uzak görürlerse günah işlemekten çekinmezlerAllah'ın ilminde yakın olması muhtemel olan kıyâmetin yakınlığı zikredildiği zaman da korku büyür; halkın 'Nasılsa yakında kıyâmet kopacaktır' deyip çalışmaktan vazgeçmesine ve dünyanın harap olmasına vesile olur.

Üç

Şcy, eğer sarih bir şekilde zikredilirse hem anlaşılır, hem de hiçbir zarara vesile olamazFakat buna rağmen dinleyicinin kalbinde daha iyi yerleşsin çiiye istiare, mecaz ve işaret yolu ile zikredilirÇünkü dinleyicinin kalbinde yerleşince daha faydalı olurMeselâ biri Talanı gördümİncileri domuzların boynuna takardı' dese, bu sözüyle de ilmi ve hikmeti, ehli olmayan kimselere ifşa etmeyi kasdetse, dinleyenin zihnine, herşeyden evvel, ibarenin zahiri mânâsı yerleşirMüdekkik insan düşünür ve o insanda inci olmadığını ve bulunduğu yerde de domuz bulunmadığını öğrenince sırrın ve bâtının hakikatini derhal idrâk ederek meseleye vâkıf olur.

İnsanlar, bu mevzuda birçok gruba ayrılmaktadırKimisi seri' intikallidir, kimisinin ise idrâki kıttır.

İşte bu kısmı terennüm için şair şöyle demiştir:

İki kişi vardır: Birisi terzi, diğeri dokumacı. . .

A'zul adlı yıldızda yüzyüzedirler; (veya birinci semada karşı karşıyadırlar) .

Birisi daimi şekilde gidenin elbisesini dokuyor; Öbürü ise gelenin elbisesini dikiyor.

Şair, gelme ve gitmeye tesir eden semavî sebebi, terzilik ve dokumacılık sanatıyla meşgul olan iki kişi olarak tâbir etmiştirBu çeşit konuşma, mânâyı madde ile tâbir etmek kabilindendirHem de aynı mânâyı veya benzerini tazammun eden madde ile tâbir edilmektedir.

Hazret-i Peygamberin şu sözü de bu kabildendir; zira içine atılan balgam ile mescidin buruşmayacağı açık birşeydir:

Mescid, içine atılan balgamdan ötürü ateş üzerinde buruşan deri gibi buruşup dürülür27

Yani mescidin rûhen ve mânen büyüklüğü, tazime lâyıktırBalgam, mescidi tahkir olduğu için onun mescidlik mânâsına zıt düşerTıpkı ateşin, derinin cüzlerinin birleşmesine zıt düştüğü gibi. . .

Hazret-i Peygamberin şu hadîsi de bu kabildendir:

Başını imamdan evvel (rükû ve secdeden) kaldıran bir kişi, başının Allah tarafından merkep başına dönüştürülmesinden korkmaz mı?28

Bu keyfiyet, suret bakımından hiçbir zaman tahakkuk etmemiştir ve etmeyecektirdeFakat mânâ bakımından daima vardırÇünkü namazda imama tâbi olmayı gözetmeyenin kafası, hakikati, oluşu ve şekli bakımından merkep kafası olamazMerkebin özelliği hamâkat (ahmaklık) ve belâhettirBu bakımdan imamdan evvel başını kaldıran bir kimsenin kafası, ahmaklık mânâsında, merkebin başına benzetilmiştirHazret-i Peygamberin gayesi de budurYoksa burada, mânânın kalıbı olan uzuv kastedilmemiştirHem imama uymak, hem de ondan evvel davranmak iki zıt hareket olduğu için ahmaklığın en üst perdesidir.

Bu gibi sözlerin zahir manalarında olmadıkları ya akli, veya şer'i delillerle bilinir.

Aklî delil, mânânın zahire hamledilmesinin mümkün olmadığıdırTıpkı Hazret-i Peygamberin şu mübârek sözünde olduğu gibi:

Mü'minin kalbi, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır29

Müslümanların kalbini açıp baktığımızda orada herhangi bir parmağa rastlamayızÖyleyse parmağın zikri, burada sır ve gizli ruhu bulunan kudret-i ilâhiyye'den kinayedirKudret yerine parmak tâbirinin kullanılması, Allahü teâlâ'nın kudretinin tam olarak anlaşılması hususunda dinleyenin kalbinde daha fazla bir iz bırakır.

Şu ayet-i celîle kudret yerine, parmağın kullanılması kabilindendir:

Biz birşeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece 'Ol!' dememizdir; o da hemen oluverir. (Nahl/40)

Bu ayetin zahiri mânâsı gayr-ı mümkündürÇünkü 'ol!' kelimesi eğer var olmayan birşeye hitap ise muhaldir, Zira mevcut olmayan birşeye nasıl hitap edilebilir? Olmayan birşey yok olduğu için ne hitabı anlar ve ne de emri yerine getirebilir.

Eğer o şeyin var olmasından sonraysa, o zaman da var olan birşeye 'Var ol!' denilmesi lüzumsuz olurFakat kudretinin sonsuzluğunu anlatmak cihetinde nefislerde daha fazla tesir yaptığı için Allahü teâlâ açık tâbiri bırakıp bu kinaye tâbiri kullanmıştır.

Şeriatla bilinen delile gelince, o delil de şudur: Söylenilen hükmün zahire ircâ ve hamledilmesi mümkündürFakat rivâyet edildiğine göre Allahü teâlâ burada zahirin hilafını irade buyurmuşturNitekim şu ayetin tefsirinde de bu hüküm varit olmuştur:

Allah gökten bir yağmur indirdi ve vadiler kendi miktarınca sel olup aktıSel de üzerine çıkan bir köpüğü yüklenip götürdüSüs eşyası veya âlet yapmak için ateşte erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardırİşte Allah hak ile bâtılı böyle misâllendirirKöpüğe gelince, o atılır giderİnsanlara faydası olan ise yerde kalır. (Hak buna benzer) Allah işte böyle misaller verir. (Ra'd/17)

Âyet-i celîledeki 'su' mânâsına gelen ma tâbiri Kur'ân'dan kinayedirVadilerden maksat da kalplerdirKalplerin bir kısmı çok, bir kısmı ise az şey yüklenmiştirBir kısmı da hiçbir şey yüklenmemiştirKöpük ise küfür ve nifak misalidirZira köpük her ne kadar su yüzünde görünürse de, hakikatte bir balondan başka birşey olmadığı için sönüp giderİnsanlara yararlı olan hidayete gelince, o istikrar bulur ve yerleşir.

Bir cemaat bu kısımda, oldukça derine dalmış; âhirette varit mizan, sırat ve benzerlerini te'vil etmişlerdirBu te'vil bid'attırÇünkü böyle bir tevil rivâyet yoluyla nakledilmiş değildirKaldı ki bu ayet-i celîleyi zahirî mânâya hamletmekte hiçbir mahzur yokturBu bakımdan zahirinde bırakılması ve te'vil edilmemesi vacibdir.

Dört

İnsanoğlu önce mücmel (kısa ve öz bir şekilde) idrâk eder, daha sonra tedkik ve zevkiyle tafsile girişirBöylece o şey, insanın ayrılmaz parçası haline gelirİnsanoğlunun bu iki ilim ve anlayışı farklıdırBirincisi kabuk ve posa gibi, ikincisi ise öz gibidirBirincisi zâhir, ikincisi bâtın gibidirBunu bir misalle açıklayalım: Karanlıkta veya uzakta insanın gözüne bir karartı ilişir ve az bir malumat sahibi olurFakat o şahsı yakından veya karanlığın kalkmasından sonra gördüğü zaman iki görüşün arasındaki farkı idrâk ederİkinci görüşü, birinci görüşüne zıt değil, aksine onun kemâle ermiş şeklidirİlim, îman ve tasdik de böyledirİnsanoğlu, karşılaşmadan da ölüm, hastalık ve aşkın varlığını tasdik ederFakat bu hakikatlere, karşılaştığı zaman, karşılaşmadan önceki inancından daha kâmil bir inançla inanırİnsanoğlunun, şehvet, aşk ve diğer haller hususunda üç ayrı durum ve görüşü vardır.

1- Olmadan önce varlığına inanmak

2- Olduğu anda varlığına inanmak

3- Olup geçtikten sonra varlığına inanmak

Geçmişte karşılaştığın açlık hakkındaki bilgin, açlık çekmezden önceki bilgine muhaliftir.

İşte bunun gibi, din ilimlerinde de insanoğluna zevk veren bir kısım vardırBu kısım gittikçe tekâmül ederDaha evvelki halinde, tahkiksiz elde edilen bâtın gibi olurO halde hastanın sıhhat anlayışıyla sağlamın sıhhat anlayışı arasında fark vardırBu dört kısımda da, halkın anlayışı farklılık arzederHalbuki bütün bu kısımlarla, zahire zıt düşecek bir bâtın da mevcut değildirBilakis bu kısımlardaki bâtın, zahiri tamamlar ve onu özün kabuğu tamamlaması gibi kemâle erdirirHepsi bu kadar vesselâm. . .

Beş

Kal diliyle hâl dilini belirtmektirAnlayışı kıt olan bir kişi, zahirde kalır ve zahiri, hakikî bir konuşma olarak kabul ederHakîkatleri basiretle çözen kişi ise, zahirdeki sırra vâkıf olur ve onu çözerBu tıpkı "Duvarın kendisine çakılan kazığa 'Neden bana güçlük verip beni yaralıyorsun?" diye sorması; kazığın da 'Bunu bana değil beni dövüp rahat bırakmayana ve arkamdaki taşa sor' demesi" gibidir. . . Kişi burada hâl dili yerine kal dili kullanmaktadır.

Kur'a'nı Kerîm'in şu ayeti de bu kabildendir: Sonra (Allah) buhar hâlinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dediOnlar da 'Biz isteyerek geldik' dediler, (Fussilet/11)

Anlayışı kıt olan bir kimseye bu ayeti anlatabilmek için yer ile göğe hayat ve akıl takdir etmek; bunların Allah'ın hitabını anladıklarını ve o hitabın gök ile yerin duyabileceği ses ve harflerden mürekkep olduğunu ve onların da harfle, sesle cevap verdiklerini ve 'Biz isteyerek geldik' dediklerini söylemek gerekirBasîret sahibi ise bilir ki, burada dil ile konuşmak irade edilmemiştirBu haber, göklerin ve yerlerin ister istemez Allah'ın emrine musahhar olduklarını ilân eder.

Nitekim 'Hiçbir şey yoktur ki Allah'ın hamdiyle O'nu tesbih etmesinFakat siz insan olarak onların teşbihini anlayamazsınız' (İsrâ/14) ayeti de bu kabildendirBasiretsiz kimse, cansızlar için de hayat, akıl, sesli ve harfli konuşmayı takdir eder ki tesbih ettiklerinin tahakkuku için 'sübhanallah' diyebilsinlerBasîret sahibi ise, bilir ki buradaki tesbihle, dille yapılan tesbih değil, aksine O'nun varlığını halk diliyle ilân etmeleri, zâtının kudsiyyetini mânen haykırmaları ve varlıklarıyla O'nun birliğine şehâdet etmeleri kasdolunmuştur.

Nitekim 'Herşeyde O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden bir alâmet vardır' denilmiştir.

Yine 'Bu muhkem sanat, ustasının güzel tedbirine ve kâmil ilmine şehâdet eder' denilmiştirBu ayet-i celîlenin mânâsı; gökler ve yer diliyle 'Biz şehâdet ederiz ki, sen varsın' demek değildirFakat bu varlıklar zat ve halleriyle mûcidlerinin varlığına şehâdet ederler, işte böylece, hiçbir şey yoktur ki, kendisini yoktan var eden, devam ettiren, sıfatlarında ve durumlarında evirip çeviren bir var ediciye muhtaç olmasınBöylece var olan herşey, bir var ediciye muhtaç olmak hasebiyle, o kendisini var edenin kudsiyyetine şehâdet ederOnun şehâdetini de, sadece eşyanın zahirine bakarak yapışıp kalanlar değil, ancak basîret sahipleri idrâk ederlerBu sır ve hikmete binâen Allahü teâlâ Takat siz onların teşbihlerini idrâk edemezsiniz' (İsra/44) buyurmuştur.

Kasır ve âcizlere gelince, onlar hiçbir zaman eşyanın, var edicisi hakkındaki tesbih ve takdisini anlayamazlarMukarreb ve ilimde râsih olan (derinleşen) âlimlere gelince; Allahü teâlâ'nın künhünü ve mutlak kemâlini idrâktan onlar da âcizdirlerZira herşeyde, Allah'ın takdis ve teşbihine delâlet eden çeşitli şahitlikler vardır ve her insan, bu şahitliklere ancak akıl ve basireti nisbetinde vâkıf olabilirBu şahitlikleri, teker teker saymak muamele ilmine uygun düşmezÇünkü böyle bir inceleme ancak mükâşefe ilmine dâhildirMükâşefe ilmi gibi, muamele ilminde de zahirîlerle basîret sahiplerinin dereceleri ayrı ayrıdırBu beşinci kısımla, zâhir ile bâtının ayırımı yapılır.

Bu makamda, derece sahiplerinden bazıları haddi tecavüz ederek ifrata varmıştır, bazıları da mutedil hareket etmiştirZahiri kaldırmak hususunda bazıları o derece ifrata kaçmıştır ki, bütün zahirleri ve delilleri veya çoğunu bozup şu ayetlerde olduğu gibî te'vile girişmişlerdir.

Bugün onların ağızlarını mühürleriz de elleri ne yapıyor idiyseler bize söyler ve ayaklarıda şahitlik eder. (Yâsin/65)

O kâfirler, derilerine 'Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?' derlerOnlar da 'Bizi, herşeyi söyleten Allah söylettiSizi ilk defa o yarattı. (Öldükten sonra da) yine O'na götürülürsünüz' (karşılığını verirler) . (Fussilet/21) .

Bu ayetleri, Nekir ve Münker'den varit olan konuşmaları, mizanı, sıratı, hesabı, cennet ve cehennem ehlinin münazaralarını tamamen te'vil etmişlerdir. Bazıları da te'vil kapısını tamamen kapatmak suretiyle ifrata kaçmışlardırAhmed bHanbel (radıyallahü anh) bunlardandırHatta İmâm-ı Ahmed "Allahü teâlâ birşeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece "Ol" iler, o da oluverir" (Yâsin/82) ayetinin son cümlesi olan 'Kün feyekûn' ibaresinin te'vilini bile menetmiş ve şöyle demiştir: 'Bu lafız Allah'ın harf ve ses ile olan hitâb-ı ilâhîsidirBu hitap Allahü teâlâ’dan her lahzada olanların adedince sudûr eder'.

Hatta İmâm-ı Ahmed'in bazı arkadaşlarından dinledim, şöyle diyorlardı: Te'vil kapısı, şu üç hadîsin lafızlarını te'vil etmek hariç kapanmıştır:

Hacer-ül-Esved (siyah taş) , Allah'ın yeryüzünde sağ elidir30

Mü'minin kalbi Rahman olan Allah'ın parmaklarından ikisinin arasındadır31

Ben Rahman'ın nefesini Yemen tarafından hissediyorum32

Zahirîler de, te'vil kapısının kapanmasına taraftardırİmâm-ı Ahmed'in yüce makamı ve yüksek ilminin bize telkin ettiği hüsn-ü zan, onun hakkında şunu bilmektir: Kendileri ayet-i celîledeki istivâ'nın kürsü üzerinde oturup istikrar etmek gibi olmadığını, Allah'ın gecenin sonunda, birinci semaya inişinin, bayağı bir insanın bir yerden başka bir yere intikal etmesi gibi olmadığını elbette biliyorduFakat te'vil kapısını kötülüklerin yüzüne kapatmak için, te'vili men'etmiştir ve bu men'edişinde müslüman halkın salâhını gözetmiştirÇünkü te'vil kapısı açıldı mı, yırtık büyür, yarak imkânı kalmazİşler kontroldan çıkar ve normal hududu tecavüz ederHududu tecavüz eden birşeyin zapt u rapt altına alınması ise imkânsızdırBu bakımdan, te'vil kapısını böyle iyi bir niyetle kapatmakta herhangi bir beis yokturİmâm-ı Ahmed hazretlerini, selef-i sâlihînin gidişatı da destekler.

Zira selef aynen şöyle söylüyordu: 'Allah'ın Kitabı'nda ve Hazret-i Peygamberin sünnet-i seniyyesinde geçen lâfızları olduğu gibi geçiştirin'.

İmâm-ı Mâlik'e istivâ'nın mânâsı sorulduğu zaman şöyle buyurdular: İstivâ malûmdur; keyfiyeti ise meçhuldürİstivâ'ya inanmak vacip, keyfiyetini sormaksa bid'attır'.

Bâzı âlimler de, mûtedil hareket etmeye taraftar olmuşlardır.

Allah'ın sıfatlarıyla ilgili ve te'vile muhtaç ayet ve hadîsleri zahirî mânâsı üzerine olduğu gibi terkedip te'vilini men' etmişlerdiBunlar Eş'arî mektebine mensup âlimlerdir.

"Mutezile, te'vil bakımından, Eş'arîlerden daha ileri giderek Allah'ın sıfatlarından olan Basîr kelimesini te'vil etmişlerdirAllah'ın Semî ve Basîr olmasını te'vil ettikleri gibi, mi'racı da te'vil ederek bedenen olmadığını iddia etmişlerdirKabir azabını, mizan, sırat ve âhiret ahkâmının bir kısmını da te'vil etmişlerdirBununla birlikte Mutezile insanların cesetleriyle haşrolunacaklarını; cenneti ve buradaki yiyecek, güzel koku, evlilik gibi nimetleri; ateşi ve onun derileri yakıp yağları eriteceğini te'vil etmeksizin olduğu gibi kabul etmişlerdir.

FelsefecilerMu'tezile'nin bu derece ve hududunu da geçerek, âhiret hakkında vârid olan herşeyi te'vil ve âhiretteki azap ve elemlerin tamamının aklî ve ruhî olduğunu iddia etmişlerdirOrada lezzetin de aklî olduğunu ileri sürmüşlerdirCesetlerin haşrini inkâr, nefislerin hâdis değil, bâkî olduğunu iddia etmişlerdirGörülecek cennet nimetlerinin ya da cehennem azaplarının görülür tarafı bulunmadığını ileri sürmüşlerdirİşte bunlar, te'vil hususunda aşırı gidenlerin tâ kendileridir. . .

Bu başıboşluk ile Hanbelîlerin katılığı arasındaki ifrat ve tefrite kaçmayan normal hareket gayet ince ve derindirBuna, dinleyenler değil, ancak emirleri Allah'ın nuruyla idrâk edip onlara Allah tarafından muvaffak olanlar erişebilirler.

Allah'ın tevfîkine mazhar olan bu grup, söylenen sözlere ve vârid olan kelimelere emirlerin sır ve incelikleri kendilerine olduğu gibi keşfolunduğu zaman bakarlarBu söz ve kelimelerden, yakîn nuruyla buldukları hakikate mutabık olanları olduğu gibi kabul, muhalif düşenleri ise te'vil ederlerBu emirleri sadece kulaktan dolma anlamaya çalışanlara gelince, onların istikrarlı bir adımları olmadığı gibi bu emirlere karşı muayyen bir yerleri ve mertebeleri de yokturSadece dinlemekle iktifa eden bir kimseye İmâm-ı Ahmed bHanbel'in makamı en güzel ve uygun bir makamdır.

Şu halde normal hududunun üzerindeki perdeleri kaldırmak, Mükâşefe ilmine dâhildirBu konuda söz uzadığı için, biz burada o ilme dalamayacağızÇünkü bizim gayemiz bâtının zahire mutabık ve muvafık olduğunu ve aralarında herhangi bir muhalefetin bulunmadığını beyan etmektir.

Bu bakımdan şu zikrettiğimiz beş kısımda birçok şeylerin hakikati keşfolunduHalk tabakasını, daha önce yazdığımız inancın izahında bırakmak istediğimiz, onların birinci derecede inançlarla mükellef olup, başka herhangi birşeyle mükellef olmadıklarını, ancak şayi olan bid'atların teşvişlerinden korkulursa ikinci dereceye terakki edebileceklerini ve orada derinliğe dalmadan, kısaca, pırıl pırıl parlayan delillerle takviye edilmiş bir inanca yükselmelerini kabul ettiğimiz zaman, bu kitapta o delilleri zikredelim; misafir olarak Kudüs şehrinde bulunduğumuz bir dönemde, oradaki ahaliye yazıp da er-Risalet'ül-Kudsiyye fi Kavâid'il-Akaid adlı eserimizde vârid olan miktar ile iktifa edelimBu eser, gelecek bölümde dercedilmiş bulunmaktadır.

13) Künyerci Yakub b. İbrahim'dir. İmâm-i A'zam'in ileri gelen talebelerindendir

14) Müslim, (İbn Müsud)

15) Müslim (Selmân-ı Fârisî'den)

16) Bkz. İlim bölümü; İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den) ; Tirmizî, (Enes'ten)

17) İtimâd şu demektir: Ağır bir cismin yere düşüşü, hareketten değil, dengeyi kaybetmesi sebebiyledir. Bir cevherin daha üstün bir cevhere dönüşmesine kevn (oluş) , daha âdi bir cevhere dönüşmesine de fesâd (bozulma) denir. Ehl-i Sünnet' göre insanoğlunun bütün idrâki Allah'ın fiilidir. İnsanın bir dahli yoktur. İnsanın fiili olmadığı gibi, kesbi de değildir.

18) İbn Hıbbân, Sahih, (İbn Mes'ûd'dan)

19) Bu hadîs daha önce geçmişti.

20) İlim bölümünde geçmişti.

21) İlim bölümünde geçmişti.

22) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Âişe ve Enes'ten)

23) İlim bölümünde geçmişti.

24) Müslim, (Hazret-i Aişe'den) . Âişevalidemiz Hazret-i Peygamberin bu hadîsi secde halinde söylediğini belirtmiştir.

25) Bu hadîs, müellif tarafından Mişkât'ül-Envar adlı eserinde de zikredilmiştir.

26) Meşhur bir mülhiddir. Mutezile inancı hakkında küfür ve ilhâd dolu bir kitabı vardır. İsfahan'ın Ravâııd köyünde doğmuştur ve aslında Gulât-ı Şia'dandır. (Zebîdî)

27) Irâkî, bu hadîsin merfû hadîsler içinde yeri olmadığını söylemiştir. Krş. İbn Ebi Şeybe, (Ebû Hüreyre'den) ; Abdürrezzak, (Ebû Hüreyre'den mevkuf olarak)

28) Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce

29) Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)

30) Hâkim, (Abdullah b. Amr'dan; sahih olduğunu söyleyerek)

31) Müslim, (Abdullah b. Amr'dan)

32) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Hüreyre'den)

2-3

Kudüs Şehrinde Yazmış Olduğumuz Kav âid' ül-Akâid

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kitlesini yakînin nûrlarıyla başkalarından temyiz eden (ayıran) ; hakîkat kervanını, dinin rükünlerine iletmekle tercih eden, onları bid'atçıların hidratlarından, ehl-i dalâletin dalâletinden koruyan, peygamberlerin efendisine uymaya muvaffak kılan, kendilerine (Ehl-i Sünnete) şerefli sahabîlerin yolunda gitmeyi, nasip edip selef-i sâlihînin izini takip etmeyi müyesser eden Allaha hamd ü senalar olsun!

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, saydığımız vasıflar sayesinde aklın isteklerinden teşekkül eden kopmaz bir ipe sarılmışlardır.

Selef-i sâlihînin gidişat ve inançlarından en açık yolu seçmişlerdirHazret-i Peygamberden bize nakledilen şeriat hükümleriyle, sağlam düşünen akılların neticelerini birlikte elde etmişlerdirLâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlüllah'ın rükünleri bilinip tam manâsıyla elde edilmedikçe mücerret sözden hiçbir fayda ve hiçbir mahsul alınamayacağını kesinlikle anlamışlar ve yine bilmişlerdir ki; Kelime-i Şehadet'in lafızları, kısa olmalarına rağmen şu dört hakikati tazammun ederler:

1- Mabudun zâtını

2- Sıfatlarını

3- Fiillerini

4- Hazret-i Peygamberin doğruluğunu

Îman binasının bu dört rükün üzerine kurulduğunu ve bunlardan herbirinin de on esası olduğunu idrâk etmişlerdir.

ABirinci rükün, Allahü teâlâ'nın zât-ı ulûhiyyetinin bilinmesi hakkındadırBu da on ana esas üzerine bina edilmiştir:

1- Allah'ın varlığını,

2- Kadîm olduğunu,

3- Bekâsını,

4- Cevher olmadığını,

5- Cisim olmadığını,

6- A'raz olmadığını,

7- Cihetten münezzeh olduğunu,

8- Hiçbir makamda istikrarının bulunmadığını,

9- Herşeyi gördüğünü,

10- Bir olduğunu bilmek.

B, İkinci rükün, Allah'ın sıfatları hakkındadırBu da on ana esas üzerine kurulmuştur.

1- Allah'ın diri olduğunu,

2- Âlim olduğunu,.

3- Kadir olduğunu,

4- İrâde sahibi olduğunu,

5- İşitici olduğunu,

6- Görücü olduğunu,

7- Konuşucu olduğunu,

8- Herhangi bir hadiste hulûl etmekten münezzeh olduğunu,

9- Konuşmasının kadîm olduğunu,

10- İlim ve iradesinin kadîm olduğunu bilmektir.

CÜçüncü rükün, Allah'ın fiilleri hakkındadırBu fiiller de on ana esas üzerine bina edilmiştir.

1- Kullara ait bütün fiillerin O'nun tarafından yaratılmış olduğuna,

2- Bu fiillerin, kulların kesbi olduğuna,

3- Yine bu fiillerin, Allah'ın muradı olduğuna,

4- Yaratmak ve icat etmekte Allah'ı zorlayan herhangi bir kuvvet ve kudretin olmadığına; aksine fazl u keremiyle yarattığına ve icat ettiğine,

5- Allah'ın güç yetmez birşeyi teklif edebileceğine (fakat ilâhî bir lütuf olarak böyle bir teklifte bulunmadığına) ,

6- Sağlam bir kişiyi, hasta gibi ıztırap ve elemlere garkedebileceğine,

7- Kullar için en kârlı ve en uygunun yapılması ve gözetilmesinin Allah'a vacip olmadığına,

8- Şeriat dışında hiçbir vacibin olmadığına, vaciplerin de ancak şeriatla sabit olduğuna,

9- Peygamber göndermenin caiz olduğuna (yani peygamber göndermenin Allah'a vacip olmadığına, onları fazl u kereminden dolayı gönderdiğine) ,

10- Hazret-i Muhammed Mustafa'nın peygamberliğinin sabit ve çeşitli mucizelerle teyid edilmiş olduğuna inanmaktır.

DDördüncü rükün, Hazret-i Muhammed'in Allah'tan getirdiği ve haber verdiği sem'î deliller hakkındadırBu rükün de on ana esas üzerine kurulmuştur:

1- Haşrın isbatı

2- Nekir ve Münker adlı meleklerin kabirdeki suâli

3- Kabir azabı

4- Mîzan

5- Sırat

6- Cennetin el'an mevcut olması

7- Cehennemin hâlen mevcudiyeti

8- İmamet ahkâmı

9- Sahâbe-i kiramın tertip üzere faziletleri

10- İmametin şartları

AKAİD KONUSNUN DEVAMI;