24 - DİLİN (Konuşmanın) ÂFETLERİ |
Giriş
İnsanın yaratılışını güzelleştirip organlarını en güzel şekilde yerleştiren, insana îman nurunu ilham eden, o îman ile insanı süsleyip onun eserini insanda gösteren, insana konuşma kabiliyetini verip konuşma yeteneğiyle insanı diğer yaratıklardan şerefli kılan, kalbine ilim hazinelerini akıtan, kemâle erdikten sonra üzerine rahmetinden perde geren, kalbinin ve aklının kapsadığı mânâya, o dili tercüman yapan ve onun vasıtasıyla gerdiği perdeyi kalpten kaldıran, insanın dilini hamd ile konuşturan, kendisine ihsan buyurduğu ilim ve kolaylaştırılmış olan konuşma nimetlerinin karşılığında o lisanı açıkça okutturan Allah'a hamdolsun!
Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına, Allah'ın bir ve ortaksız olduğuna, Muhammed'in (aleyhisselâm) O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şahidlik ederim! O rasûl ki, Allah onu şereflendirmiş ve büyük kılmıştır. O peygamber ki onu, indirmiş olduğu Kitab'ı tebliğ etmekle vazifelendirmiş ve faziletini yüceltmiştir. Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), âlinin ve ashâbının ve ondan önce geçmiş peygamberlerin üzerine Allah'ı tâzim edip tehlîlde bulunan bir kul bulundukça rahmet deryalarını açsın!
Dil, Allah'ın büyük nimetlerinden ve harikulâde sanatının inceliklerindendir. Dilin kendisi küçüktür, fakat ibadeti veya isyanı pek büyüktür; zira küfür ve îman ancak dilin şehâdetiyle açığa çıkar. Oysa küfür ve îman, taat ve isyanın hedef ve gayeleridir. Sonra mevcûd, mâdûm, yaratan, yaratılan, hayal olan, malûm olan, sanılan, vehmedilen, her ne varsa dil hepsini kapsamakta, varlık ve yokluklarını ilân etmektedir; zira ilim neyi kapsarsa dil onu açığa vurmaktadır. Hak veya bâtıl yönünden hiçbir şey yoktur ki ilim ona dokunmasın. Bu öyle bir özelliktir ki dilden başka diğer azalarda bulunmaz; zira göz, renk ve suretlerden başkasına, kulak, seslerden başkasına, el, cisimlerden başkasına yetişemez.
Diğer organlar da böyledir. Dilin alanı ise, pek geniştir. Onu çevirecek bir engel yoktur. Onun sahasının ne sonu, ne de sınırı vardır. Hayır da dilin geniş alanına girer, şer de. . . Bu bakımdan dilin ucunu bırakıp onun dinginini ihmâl eden bir kimseyi, şeytan sürükler götürür. Onu yıkılmak üzere olan bir yar'ın kenarına sevkeder. Böylece onu ebedî bir felâkete girmeye mecbur eder; zira insanlar cehenneme ancak dilleriyle ekip biçtiklerinden dolayı atılırlar. Dilinin şerrinden ancak şeriatın gemiyle gemlenen bir kimse kurtulur. Dilini dün ya ve âhirette kendisine fayda verecek konularda çalıştıran, dünya ve âhirette sonucundan korktuğu şeylerden uzaklaştıran bir kimse dilin şerrinden kurtulur. Dilin nerede iyi ve nerede kötü olduğu, keyfiyetinin bilinmesi pek güç ve herkes tarafından bilinmeyen bir durumdur. Bilen bir kimsenin de ona göre amel etmesi, gayet ağır ve zordur.
İnsan oğlunun en asil âzası dilidir; zira dilin hareketinde herhangi bir meşakkat yoktur. Halk da dilin âfet ve felâketlerinden sakınmak hususunda şeytanın elinde en büyük âlettir. Biz Allah'ın tevfîki ve güzel tedbîri sayesinde dilin âfetlerini derli toplu olarak açıklayıp; teker teker târifleriyle, sebep ve tehlikeleriyle zikredeceğiz, sakınma yolunu göstereceğiz. Dilin aleyhinde rivâyet edilen hadîs ve eserleri beyan edeceğiz. Önce susmanın faziletini zikredecek, onun akabinde malayani (fuzulî) konuşmanın felâketini zikredeceğiz. Sonra fuzulî konuşmanın âfetini, sonra bâtıla dalmanın âfetini, sonra mücadelenin âfetini, sonra münazaanın âfetini, sonra avurtları dolduracak şekilde konuşmada lâfazanlığa gitmenin âfetini, seci' ve fesâhat için zorlanmanın âfetini, konuşmada tasannu yapmanın ve hatiblik dâvasında bulunan, fasih konuşmak için kendilerini zorlayan kimselerin âdetlerinden olan diğer tehlikelerin âfetlerini, sonra fâhiş konuşmanın, küfretmenin, bozuk dilli olmanın âfetini, sonra bir hayvana, cansız bir maddeye veya bir insana lânet okumanın âfetini, sonra şiirle teganni etmenin âfetini zikredeceğiz. Zaten biz Sema kitabında teganninin haram olan kısmını da, helâl olan kısmını da zikretmiştik, ikinci bir defa bunu tekrar etmeyeceğiz. Sonra mizah yapmanın âfetini, sonra alaya almanın âfetini, sonra sırrı ifşâ etmenin âfetini, sonra yalan va'din âfetini, sonra sözde ve yeminde yalanın âfetini, sonra yalandaki tarizlerin beyanını, sonra gıybetin, nemime'nin âfetini, sonra övmenin âfetini, sonra konuşmanın sonucundan çıkan yanlışlığın inceliklerinden gâfil olmanın âfetini -hele bu konuşma Allah'ın sıfatları ve dinin esaslarıyla ilgiliyse- sonra halk tabakasının Allah'ın sıfatları, Allah'ın kelâmı, o kelâmın harfleri hakkında 'Acaba bu harfler kadîm midir, hadîs midir?' gibi soru sormalarının âfetini açıklayacağız. Bu âfet, âfetlerin sonudur ve bunlarla ilgili konulara da değineceğiz. Bu âfetlerin tümü yirmi tanedir.
Allahü teâlâ’nın minnet ve keremine sığınarak, O'ndan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz!
Dilin Büyük Tehlikesi ve Susmanın Fazileti
Dilin tehlikesi büyüktür. Onun tehlikesinden kurtuluş ancak susmakla mümkündür. Bunun için Allah'ın dini susmayı övmüş ve müntesiblerini susmaya teşvik etmiştir.
Hadîsler
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Susan kurtulmuştur!1 Susmak, hikmettir. Susan ise pek az!. . 2
Abdullah b. Süfyân, babasından şöyle rivâyet eder: "Ben Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana İslâm'dan öyle birşey öğret ki bundan sonra artık hiç kimseden İslâm hakkında birşey sormaya muhtaç olmayayım!5 diye sorduğumda, Hazret-i Peygamber cevap olarak şöyle dedi:
'Allah'a îman ettim de, sonra dosdoğru ol!' Hazret-i Peygamber'e sormaya devam ettim:
'Hangi şeyden sakınayım ya Rasûlallah?' O da eliyle dilini işaret etti". 3
Ukbe b. Âmir der ki: Ey Allahın Rasûlü! Kurtuluş nedir?' dedim, Hazret-i Peygamber cevap olarak şöyle dedi: 'Dilini koru! Evinden çıkma! Günahın için ağla!' 4
Sehl b. Sa'd es-Sa'dî, Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini rivâyet eder: 'Kim diline ve tenâsül organına kefîl olur, haramda kullanmayacağına dair Allah'a söz verirse, ben de onun için cennete kefîl olurum'. 5
Yine şöyle buyurmuştur: 'Kim, Kabkabı'nın, Zabzabı'nın ve Laklakı'nın şerrinden korunmuşsa, o kimse bütün şerden korunmuş demektir5. 0
Kabkab mide, Zabzab tenâsül uzvu, Laklak ise dil demektir. İşte bu üç şehvet ile insanların ekserisi helâk olmaktadır. Bu sırra binaen biz, mide ile tenâsül organının şehvetinin âfetini beyan eder etmez, hemen dilin âfetlerini beyan etmeye başladık.
Hazret-i Peygamber'e İnsanı cennete götüren şeyin en büyüğü' sorulduğu zaman şu cevabı verdi: 'Allah'tan sakınmak ve güzel ahlâk'7 'Ateşe sokanın en büyüğü'nden sorulduğu zaman da şu cevabı verdi: İki içi boş olan nesne: Ağız ile tenâsül organı!' İhtimal ki hadîste bahsi geçen 'ağız'dan murâd, dilin âfetleridir. Çünkü ağız dilin mahallidir ve yine ihtimaldir ki mideden murâd onun menfezidir. Yani tenâsül uzvudur. Çünkü Muaz b. Cebel Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?' diye sordu. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:
Ey Cebel'in oğlu! Annen matemini tutsun! İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen dillerin mahsulünden başka ne olabilir?8
Abdullah es-Sakafi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana sığınacağım birşey söyle!' deyince,
cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Rabbim Allah'tır de, sonra dosdoğru ol!'9 'Ya Rasûlüllah! Benim için en tehlikeli şey nedir?' diye sordum. Dilini tutarak 'Budur' dedi.
Rivâyet ediliyor ki Muaz (radıyallahü anh) "Ey Allah'ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber dilini çıkardı. Sonra üzerine parmağını koydu. 10
Kulun kalbi doğru olmadıkça îmanı doğru olmaz. Kalbi de dili doğru olmadıkça doğru olmaz. Komşusunun şerrinden emin olmadığı bir kimse cennete giremez. 11
Kim selâmette kalmayı seviyorsa, sükûttan ayrılmasın. 12
Âdem oğlu sabahladığı zaman tüm azalan dile hatırlatıcı oldukları halde sabahlarlar ve derler ki: 'Bizim hakkımızda Allah'tan kork! Zira sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen inhiraf edersen, biz de inhiraf eder, haktan ayrılırız'. 13
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Ebû Bekir Sıddîk'ı, dilini eliyle çekerken gördü ve 'Ey Rasûlüllah'ın halifesi! Ne yapıyorsun?' diye sordu. Ebû Bekir şöyle cevap verdi: Şudur beni tehlikeli yerlere sokan!. . Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştu:
Bedende hiçbir âzâ yok ki Allah katında dilden şikayetçi olmasın. 14
İbn Mes'ûd Safa tepesinde bulunuyordu: 'Lebbeyk Allahümme lebbeyke!' duasını okuyor ve şöyle diyordu: 'Ey dilim! Hayrı söyle, kâr et! Kötü söyleme, tehlikelerden selâmet kalırsın. Bunları, pişman olmazdan önce yap!' Kendisine 'Ya Ebû Abdurrahman! Bu senin kendiliğinden söylediğin bir dua mıdır, yoksa Hazret-i Peygamber'den dinlediğin bir dua mı?' denildi. İbn Me'sud şöyle dedi: Hayır! Aksine ben Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini işittim:
Muhakkak ki Âdem oğlunun yanlışlıklarının çoğu dilindedir. 15
Dilini koruyan bir kimsenin avretini Allahü teâlâ örter. Öfkesine hâkim olan bir kimseyi Allah azabından korur. Çünkü Allah'a yalvarıp özrünü arzederse, Allah onun özrünü kabul eder. 16
Rivâyet ediliyor ki, Muaz b. Cebel 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana nasihatta bulun!' dedi. Hazret-i Peygamber:
'Allah'ı görür gibi ona ibadet et! Nefsini ölülerden say! Eğer dilersen, senin için bunlardan daha faydalı birşeyi haber vereyim' diyerek dilini işaret etti. 17
Size ibadetin en kolayını ve beden için en rahatını haber vereyim mi? Susmak ve güzel ahlâktır. 18
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Her kim, Allah'a ve son güne inanıyorsa, ya hayır söylesin veya sükût etsin.
Allah o kuldan razı olsun ki, konuşup ganimet sahibi olur veya susup selâmette kalır. 19
Hazret-i Îsa'ya 'Bizi öyle bir amele muttali et ki onunla cennete girmiş olalım!' denildiğinde şöyle demiştir: 'Hiç konuşmayınız'. Dediler ki: 'Buna gücümüz yetmez!' O zaman şöyle dedi: 'O halde ancak hayır ile konuşunuz!'
Hazret-i Süleymân şöyle demiştir: 'Eğer söz gümüş ise sükut altındır'.
Berra b. Âzib'den şöyle rivâyet ediliyor: Bir göçebe Hazret-i Peygamberin huzurunâ geldi ve dedi ki: 'Beni öyle bir ibadete muttali et ki cennete girmeme vesile olsun!' Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu:
Aç kimseye yedir, susuza içir! Emr-i bi’l-mâruf yap! Münkeri yasakla! Eğer gücün buna yetmiyorsa -hayır hariç-dilini tut!20
Hayır hariç, dilini tut! Böyle yapmakla şeytanı mağlûp edersin. 21
Allahü teâlâ her konuşanın dilinin yanındadır. Bu bakımdan ne söylediğini bilen kişi Allah'tan korksun!
Müslüman kimseyi susmuş ve vakur gördüğünüz zaman ona yaklaşınız! Çünkü o, hikmeti telkin eder. 22
İnsanlar üç gruptur:
1. Ganim
2. Sâlim
3. Sâhib
Ganim, Allah'ı zikreden, Sâlim sükût eden, Sâhib ise bâtıla dalan kimsedir. 23
Mü'min bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez. 24
Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: İbadet on parçadır. Bu on parçanın dokuzu susmak, bir parçası da insanlardan kaçmaktadır'.
Çok konuşan bir kimsenin, düşüşü çok olur. Düşüşü çok olan bir kimsenin günahları çoğalır. Günaları çok olan bir kimsenin ise herşeyden daha fazla lâyıkı ateştir. 25
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) ağzına küçük taşları koyar, onlarla nefsini konuşmaktan menederdi. Kendisi diline işaret ederek şöyle demiştir: 'Beni tehlikeli yerlere sokan budur!
Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) der ki: 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim, uzun hapsetmeye dilden daha fazla müstehak olan hiçbir şey yoktur!'.
Tâvus şöyle demiştir: 'Benim dilim yırtıcı hayvandır. Onu bıraktığım zaman beni yer!'
Vehb b. Münebbih, Âl-i Davud'un hikmetinden şunu söyledi: 'Akıllı bir kimseye gereken, zamanını bilmek, dilini korumak ve kendi hâline yönelmektir'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir'.
Evzâî şöyle demiştir: Ömer b. Abdulaziz (radıyallahü anh) bizlere şöyle yazdı: 'Ölümü fazla hatırlayan bir kimse, dünyada az ile razı olur. Konuşmasını amelinden sayan bir kimse, kendisini ilgilendirmeyen konuda az konuşur!"
Susmak, kişi için iki fazileti bir araya getirir:
1. Dininde selâmet kalmak
2. Arkadaşını iyi anlamak
Muhammed b. Vâsık, Mâlik b. Dinar'a şöyle dedi: 'Ey Ebû Yahya! İnsanlar için dilini korumak, dinar ve dirhemi (parayı) korumaktan daha çetindir'.
Yunus b. Ubeyd şöyle demiştir: 'Bir kimsenin dili bir durum üzerinde ise (mazbutsa) bu dil mazbutluğunun faydasını diğer amellerde de görür'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Bir grup Muaviye'nin yanında konuştu. Ahnef b. Kays ise susmuştu. Muâviye ona dedi ki: 'Ey Ebû Bahr! Sen hiç konuşmuyorsun?' Ahnef, Muaviye'ye 'Eğer yalan söylersem Allah'tan korkuyorum. Eğer doğru söylersem senden korkuyorum' dedi".
Ebû Bekir b. Ayyaş şöyle anlatıyor: "Dört padişah bir araya geldi. Biri Hind, biri Çin, biri Kisrâ ve biri de Kayser. . . Aynı mânâyı ayrı ibarelerle ifadeye çalıştılar. Onlardan biri dedi ki: 'Ben söylediğimden dolayı nedamet duyarım. Fakat söylemediğimden dolayı duymam'. Diğer biri de şöyle dedi: 'Ben herhangi bir kelimeyi konuştuğum zaman o kelime bana hâkim olur. Ben ona hâkim olamam. Onu konuşmadığım zaman ise, ben ona hâkimim. O bana hâkim değil'. Üçüncüsü dedi ki: 'Ben konuşanın hâline hayret ediyorum. Eğer konuştuğu kendisine dönerse, kendisine zarar verir. Eğer dönmezse kendisine fayda vermez'. Dördüncüsü de 'Ben söylemediğimi reddetmekte söylediğimi reddetmekten daha kudretliyimdir' dedi".
Mansûr b. Mu'taz kırk sene yatsı namazından sonra bir kelime dahi konuşmadı.
Rabi b. Haysem, yirmi sene dünya kelâmından bir kelime dahi konuşmadı. Sabahladığı zaman bir divit ile kâğıt alır, ne konuşursa kaydeder. Akşam üzeri konuştuklarından nefsini sorumlu tutar, hesaba çekerdi.
Soru: Susmanın bu büyük faziletlerinin sebebi nedir?
Cevap: Sebebi dil âfetinin çokluğudur. O âfetler; yanlışlık, yalan, gıybet, kovuculuk, riya, münafıklık, fâhiş konuşmak, cedel yapmak, nefsi temize çıkarmak, bâtıla dalmak, başkasıyla kavga etmek, fuzulî konuşmak, hakîkati tahrif etmek, hakîkate ilâvelerde bulunmak veya hakikatten eksiltmek, halka eziyet etmek veya halkın namusuna saldırmaktır.
İşte bu âfetler çoktur. Bunlar dile ağır gelmezler. Kalpte bunların halâveti vardır. Nefis ve şeytan insanı bunlara itelemektedir. Bunlara dalan bir kimse diline az zaman hâkim olup da sevdiğinde dilinin dizginini bırakır, sevmediğinde dilini tutabilir. Çünkü böyle yapmak, ilmin -ileride de geleceği gibi- çetinliklerindendir. Bu bakımdan konuşmaya dalmakta tehlike vardır, susmakta ise selâmet. . . Bunun için susmanın fazileti oldukça büyüktür. Susmakta -bu faziletle beraber- himmetin derli toplu bulunması, vakarın devam etmesi, fikir, zikir, ibadet için boşalmak, dünya hakkında konuşmanın mesuliyetinden selâmet kalmak ve âhirette hesabını vermekten kurtulmak gibi iyi hasletler vardır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kâf/18)
Susmaya devam etmenin faziletine birşey delâlet eder. Şöyle ki: Konuşma dört kısımdır. Bir kısmı katıksız zararlı, başka bir kısmı katıksız faydalı, diğer bir kısmı hem zararlı, hem faydalı, dördüncü bir kısmı ise, ne zararlı, ne de faydalıdır. Katıksız zarar olan kısma gelince, bu kısımda mutlaka susmak gerekir. Çünkü onun faydası, zararını karşılayamaz. İçinde ne fayda, ne de zarar olan konuşmaya gelince, bu fuzûlî konuşmadır. Zamanın zayi edilmesi de zararın ta kendisidir. Bu bakımdan elimizde dördüncü bir kısım kalıyor. O halde konuşmanın dörtte üçü düştü, dörtte biri kaldı. Bu dörtte birin içinde de tehlike vardır; zira bu kısım içine riyanın inceliklerinden tasannu, nefsi temize çıkarmak ve fuzûlî konuşmak gibi günah olan şeyler karışır. Öyle bir şekilde karışır ki idrâk edilmesi pek güçtür. Bu nedenle İnsan oğlu böyle bir konuşma ile kendisini tehlikeye atmış olur Kim -ilerde zikredeceğimiz şekilde- dil âfetlerinin inceliklerini bilirse, kesinlikle anlar ki şu Hazret-i Peygamber'in bu hususta söylediği en keskin ve şaşmaz sözüdür:
Kim susarsa kurtulur. 26
Yemin olsun ki, Hazret-i Peygambere hikmetin cevherleri, kelimelerin toplayıcıları bahşedilmiştir. 27 Onun kelimelerinin herbirinin altındaki mânâ denizlerini ancak âlimlerin havâss tabakası bilir. Eğer Allahü teâlâ dilerse bizim zikredeceğimiz âfetlerde ve o âfetlerden korunmanın zorluğunda sana bunun hakîkatini bildirecek ayrıntılar vardır. Biz şimdilik dil âfetlerini sayalım. Onun en gizlisinden başlayalım. En açığına doğru yavaş yavaş çıkalım.
Gıybet, kovuculuk ve yalancılık hakkındaki konuşmayı erteleyelim. Çünkü bu husustaki konuşma oldukça uzundur. O âfetler yirmi tanedir. Bunları bil ve Allah'ın inayetiyle irşâd ol!
1) Tirmizî
2) Deylemî
3) Tirmizî, Nesâî
4) Tirmizî
5) Buhârî
6) Deylemî
7) Tirmizî
8) İbn Mâce, Hâkim
9) Nesâî
10) Taberânî, İbn Eb'id-Dünya
11) Harâitî, (Enes b. Malik'ten)
12) İbn Eb'id-Dünya, Beyhakî
13) Tirmizî, (Said b. Câbir'den)
14) İbn Eb'id-Dünya, Dârekutnî, Beyhakî
15) Taberânî, İbn Eb'id-Dünya, Beyhakî
16) İbn Eb'id-Dünya, Taberânî, (İbn Ömer'den)
17) İbn Eb'id-Dünya, (Mürsel olarak)
18) Müslim, Buhârî, (Saffan b. Selim'den)
19) İbn Eb'id-Dünya, Beyhakî, (Hasan-ı Basrî'dou)
20) İbn Hıbbân, Taberani, Evsat
21) İbn Eb'id-Dünya
22) İbn Mâce
23) Taberânî, (İbn Mes'ûd'dan)
24) Harâitî, (Hasan-ı Basrî'den
25) Ebû Nuaym, Ebû Hatim
26) Daha önce geçmişti
27) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
24-1
Boş Konuşmalar Yapmak
Senin en güzel hâlin, daha önce zikrettiğimiz gıybet, kovuculuk, yalan, cedel, ağız kavgası ve benzeri âfetlerden korunman, ancak mübâh olup ne sana, ne de bir müslümana zararı olmayan şeyler hakkında konuşmandır. Gereksiz konuştuğun takdirde zamanını zayi ettiğin gibi, o konuşmada çalıştırdığın dilinden de sorumlu olursun. Az ve çabuk geçen bir şey e, senin için daha hayırlı olanı fedâ edip değiştirmiş olursun! Çünkü sen konuşmaya sarfedeceğin zamanını düşünceye sarfettiğin takdirde, düşünce ânında faydası pek büyük olan ilâhi rahmetin esintilerinden biri çoğu zaman senin için açılabilir. Eğer kelime-i Tevhîdi söylersen, Allah'ı anar ve tesbih edersen senin için daha hayırlıdır.
Nice kelime vardır ki ondan dolayı cennette İnsan oğluna köşkler bina edilir. Oysa hazinelerden birini almaya muktedir olduğu halde, onun yerine fayda vermeyen bir ateş alan, apaçık zarar eden bir kimsedir. İşte bu, Allah'ın zikrini terkedip kendisini ilgilendirmeyen mâlâyanî (fuzulî) şeylerle meşgul olan bir kimsenin misâlidir; zira bu kimse, her ne kadar günahkâr olmasa da muhakkak zarar eder. Çünkü Allah'ın zikriyle elde edilecek büyük kârı elden kaçırmış olur;*zira müslüman bir kimsenin susması düşünce, bakışı ibret, konuşması da zikirdir. Çünkü Hazret-i Peygamber böyle buyurmuştur. 28
Kulun sermayesi vakitleridir. Vaktini fuzûlî şeylere sarfettiği zaman, o vakitlerde âhirette azık olacak bir sevabı edinmediği takdirde sermayesini zayi etmiş olur ve bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Boş konuşmalar yapmayı terketmek, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir. 29
Bundan daha şiddetli hadîsler de vârid olmuştur. Enes der ki: 'Bizden bir genç Uhud gününde şehid oldu. Baktık ki onun karnının üzerine, açlıktan dolayı bir taş bağlıdır. Annesi, yüzünden toprağı silerek şöyle dedi: 'Cennet sana âfiyet olsun, ey oğlum!' Bu sözü dinleyen Hazret-i Peygamber şu karşılığı verdi:
Sen cennetin ona âfiyet olacağını nereden biliyorsun? Oysa o mâlâyanî konuşmalar yapardı. Kendisine zarar vermeyeni menederdi!30
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ka'b'ı (Acre'nin oğlu) bir ara kaybetti. Ka'b'ım ne olduğunu sorunca hasta olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ka'b'ın evine geldi, içeri girince şöyle dedi: 'Ey Ka'b! Müjde sana!' Ka'b'ın annesi, Hazret-i Peygamber'in bu sözü üzerine 'Ey Ka'b! Senin için cennet vardır' dedi. 31 Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Allah namına cennet satan kimdir?' dedi. Ka'b 'Annemdir ya Rasûlüllah?' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ey Ka'b'ın annesi! Sen ne biliyorsun Ka'b fuzulî konuşmuş veya lüzumsuz şeylerden menetmiş olabilir!'32
Hadîsten çıkan mânâ şudur: Cennet ancak hesaba çekilmeyen bir kimse için hazırlanmış olur. Fuzulî konuşan bir kimse ise, her ne kadar konuşması mubah bir konu hakkında ise de bu konuşmasından dolayı hesaba çekilir. Bu bakımdan hesapları tartışmalı geçeceğinden ve tartışmalı hesaplarında bir tür azap olması nedeniyle bu gibilere cennet hazırlanmaz.
Muhammed b. Ka'b'dan rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bu kapıdan ilk içeriye giren cennet ehlinden bir kişidir.
Bunun üzerine Selman'ın oğlu Abdullah, kapıdan girdi. Ashâb-ı kiramdan bir grup Abdullah'ın yanma gittiler. Ona hâdiseyi anlattılar ve dediler ki: 'En fazla güvendiğin ve bu sevaba nail olmana vesile olabileceğini umduğun amelini bize haber ver!' Bunu üzerine Abdullah dedi ki: 'Ben muhakkak zayıf bir kimseyim. Allah'tan umduğum en kuvvetli amelim, göğsümün selâmeti ve fuzulî konuşmayı terketmemdir'.
Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber bana şöyle dedi:
-Sana, bedenine hafif, mizanda ağır bir ameli öğreteyim mi?
-Evet, ya Resûlullah! Öğret!
-O amel susmak, güzel ahlâk ve seni ilgilendirmeyeni terke tmektir. 33
Mücâhid, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini naklediyor: Beş haslet vardır. Onlar muhakkak ki Allah yolunda vakfedilen yağız atlardan bana daha sevimli gelirler:
1. Seni ilgilendirmeyen bir konuda konuşma! Çünkü böyle bir konuşma fuzulîdir ve bu konuşmadan sana günah gelmeyeceğinden emin değilim.
2. Seni ilgilendiren bir konuda yeri gelmedikçe konuşma! Çünkü kendisini ilgilendiren bir konuda konuşan çok kimse vardır ki konuşmasını uygun olan yerde değil de başka yerde yapar ve böylece sıkıntıya girer.
3. Ne halîm bir kimseyle, ne de ahmakla tartışma! Çünkü tartışmandan dolayı halîm kimse sana buğzeder, ahmak da seni üzer.
4,Senin yanında bulunmadığı zaman arkadaşını öyle bir sıfatla zikret ki seni aynı sıfatla zikretmesi hoşuna gitsin. Kardeşine öyle bir muamele yap ki aynı muameleyi sana yapması seni sevindirsin.
5. İyiliğinden dolayı mükâfatlandırılacağım, kötülüğünden dolayı cezalandırılacağını bilen bir kimsenin ameli gibi amelde bulun!
Lokmân Hakîm'e şöyle denildi: "Senin hikmetin nedir?'
Cevap olarak şöyle dedi: 'Başkası tarafından yapıldığında yapmaktan kurtulduğum şeyi sormamam ve beni ilgilendirmeyen birşey için zorluklara girmemem".
Muvarrak el-Acelî34 der ki: 'Bir iş vardır ki, ben yirmi seneden beri onun peşindeyim. Hâlâ onu beceremedim ve onun peşini bırakmak da istemiyorum?' Kendisine 'O nedir?' diye sordular.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Beni ilgilendirmeyen şeylerde susmaktır'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Seni ilgilendirmeyen şeyleri kurcalama! Düşmanından uzaklaş! Emin olan hariç, kavminden olan dostundan bile uzak dur! Emin de ancak Allah'tan korkan bir kimse dernektir. Fâcir bir kimse ile arkadaşlık yapma ki ondan fısk ve fücûr öğrenmeyesin! Onu sırrına muttali etme, işlerinde Allah'tan korkanlarla istişare et!'
Seni ilgilendirmeyen şey hakkında konuşmanın sınırı şudur: Öyle bir konuşma olmalı ki eğer onu yapmadığında günahkar olmadığın gibi, hiçbir durumda da ondan zarar görmeyesin. Bunun misali şudur: Bir kavimle oturup onlara yolculuklarını, yolculukta gördüğün dağlar, nehirler, cereyan eden hâdiseler, hoşuna giden yemek ve elbiseler, o memleketlerde hoşuna giden âlim ve yaşlı insanların hallerini, başlarından geçenleri nakletmendir. İşte bunlar birtakım şeylerdir ki eğer bunlarda susarsan günahkar olmadığın gibi herhangi bir zarar da sana dokunmaz. Anlattığın hikayeye, fazlalık, eksiklik, gördüklerinle böbürlenip nefsini büyük görme, bir şahsın gıybeti, Allah'ın yarattıklarından bir şeyi kötüleme karışmasın diye dikkat ettiğin zaman bile zamanını zayi etmiş olursun! O halde saydığımız âfetlerden nasıl korunabilirsin?
Başkasına seni ilgilendirmeyen bir şeyi sorman da fuzulî konuşma sayılır.
Sen sormakla hem kendi vaktini, arkadaşını da cevap vermeye mecbur ettiğinden ötürü hem de onun vaktini zayi etmiş olursun. Bu durum, ancak sorduğun eyin sorulmasından dolayı bir âfet sözkonusu olmadığı takdirde oöyledir. Oysa suallerin çoğunda âfetler vardır. Sen başkasından ibadetini sorarsın, mesela şöyle dersin: 'Sen oruçlu musun?' Eğer evet derse, ibadetini belirtmiş olur, bu ibadete riya karışmış olur. Eğer riya girmezse bile ibadet gizlilik defterinden silinir! Oysa gizli ibadetin, açıkça yapılan ibadetten birçok üstünlüğü vardır. Eğer hayır derse yalancı olur. Eğer ne evet, ne hayır demeyip de sükût ederse, sana cevap vermemek suretiyle seni aşağılamış sayılır. Dolayısıyla sen rahatsız olursun. Eğer cevabın müdafaası için hileli yollar ararsa zorluk çeker ve yorulur. Bu bakımdan sen ondan sormakla onu ya riya veya yalana veya istiğfara veya müdafaa hilesindeki yorgunluğa mâruz bırakmış olursun! Diğer ibadetler hakkında sorman da böyledir. Günahlardan gizlediği ve çekindiği herşeyden sorman da böyledir. Başkasının konuşmuş olduğu şeyden sual sorman, 'Ne dersin? Senin bu husustaki görüşün nedir?' demen de böyledir. Çünkü çoğu zaman geldiği yeri sana söylemekten onu engelleyen bir mâni vardır. Eğer geldiği yeri söylerse utanır. Eğer doğru söylemezse, yalan söylemiş olur ve sebebi de sen olursun ve böylece seni ilgilendirmeyen bir mesele hakkında sormuş olursun. Sorulan adam çoğu zaman 'bilmiyorum' demeye utanır ve bilmediği halde cevap verir!
Seni ilgilendirmeyen hususta konuşmaktan, bu tür konuşmaları kasdetmiyorum. Çünkü bu tür konuşmalar, bazen günah ve zarar vericidir. Ancak seni ilgilendirmeyen konuşmanın misâli,
Lokmân Hakîm'den rivâyet edilen şu husustur: Lokmân, Hazret-i Davud'un huzuruna girdi. Hazret-i Dâvûd o anda bir zırh örüyordu. Lokmân daha önce bu sanatı görmüş değildi. Ondan gördüğü bu sanat onu şaşırttı ve Davud'a yaptığını sormak istediyse de hikmet onu bu sualden menetti. Dolayısıyla nefsini zaptedip sormadı. Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm) işini bitirince ayağa kalktı. Sonra zırhı giydi ve şöyle dedi: 'Evet, zırh savaş içindir!' Bunun üzerine Lokmân şöyle dedi: 'Susmak hikmetin ta kendisidir. Fakat susan pek azdır'.
Deniliyor ki, Lokmân bir sene sormadan zırhın ne olduğunu öğrenmek için Hazret-i Davud'a gidip geldi. İşte bu ve benzeri sorular, içlerinde zarar olmadığı, başka birisinin perdesini yırtmak bulunmadığı, riya ve yalana sokmadığı takdirde, seni ilgilendirmeyen konuşma türündendir. Onu terketmek İslâm'ın güzelliğinden gelir. İşte mâlâyanî konuşmanın tarifi budur.
İnsanı mâlâyânîye teşvik eden sebebe gelince, o sebep, İnsan oğlunun muhtaç olmadığı birşeyin bilinmesine karşı gösterdiği harislik veya sevgi kabilinden uzun konuşmalar yapmaktır veyahut içinde fayda olmayan hikâyelerle vakit geçirmektir. Bunun tedavisi, kişinin ölümün önünde olduğunu ve her kelimesinden sorumlu bulunduğunu, nefeslerinin en önemli sermayesi olduğunu ve dilinin bir tuzak olduğunu, onun vasıtasıyla cennetin elâ gözlü hurilerini kazanabileceğini, onu boşa harcamanın da apaçık zarar olduğunu bilmesidir. İşte ilmî tedavisi budur. Pratik tedavisi ise, uzlete çekilmek veya konuşmamak için ağzına küçücük taşlar koymak veya kendisini ilgilendiren bir kısım şeylerde dahi nefsini susmaya zorlamaktır ki dili bu şekilde mâlâyânîyi terketmeyi âdet edinsin! Dili burada zaptetmek, insanlardan uzaklaşıp uzlete çekilen kişi hariç başkası için gayet güç ve çetindir.
Fuzulî Konuşmak/Sözü Uzatmak
Fuzûlî konuşmak da kötüdür. Bu tür konuşma, mâlâyânîye dalmayı ve maksûd olan konuşmada ihtiyaçtan fazlaya kaçmayı kapsar! Çünkü bir kimsenin kendisini ilgilendiren birşeyi kısa bir konuşma ile ifade etmesi mümkün olduğu gibi, onu uzatıp dallandırması da mümkündür.
Maksadını bir kelime ile ifade edebildiği zaman iki kelime konuşursa, ikinci kelime fuzûlîdir. Yani ihtiyaçtan fazladır. Bu da -daha önce geçen iletten dolayı- çirkindir. Her ne kadar buna günah ve zarar yoksa da. . . Atâ b. Ebî Rebah der ki: 'Sizden öncekiler, fuzûlî konuşmayı çirkin görürlerdi. Allah'ın kitabı, Hazret-i Peygamberin sünneti, emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker veya zaruri ihtiyaç hakkında konuşmak hariç, bunun dışında kalanları fuzûlî konuşmadan sayarlardı. Acaba sizin üzerinizde hafaza ve kirâmen kâtibîn meleklerinin olduğunu, sağ ve solunuzda gözcü meleklerin bulunduğunu ve kişinin ağzından çıkan her sözü kontrol eden ve yazan bir meleğin bulunduğunu inkâr mı ediyorsunuz? Acaba sizden biriniz günün başında doldurmuş olduğu sahife neşredildiği zaman o sahifedeki hükümlerin çoğunun dininin veya dünyasının işinden olmadığını görürse utanmayacak mıdır?'
Ashâb'dan biri şöyle demiştir: 'Biri benimle konuşmak istediğinde, onunla konuşmak, soğuk suyun susamış bir kimsenin hoşuna gitmesinden daha çok hoşuma gider. Fakat fuzûlî konuşma olur düşüncesiyle konuşmayı terkediyorum'.
Mutarrıf55 şöyle demiştir: "Allah'ın celâli kalbinizde büyük olsun! Bu bakımdan Allahü teâlâ'ınn ismi celîlini köpeğe veya merkebe 'Ey Allahım onu mahrum et!' sözünüz gibi sözlerle beraber zikretmeyin!". Bil ki fuzûlî konuşma, inhisar altına alınmayacak kadar çoktur. Hatta mühim olanı Allah 'in Kitabında, mahsurdur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi veya bir iyilik etmeyi, yahut insanların arasını düzeltmeyi emreden müstesna! (Nisâ/114)
Sözün fazlasını zapt-u rapt altına alıp tutan, malının fazlasını Allah yolunda infak eden bir kimseye cennet vardır!36
İnsanlar bu husustaki işi nasıl da tersine çevirmişlerdir! Hazret-i Peygamber'in dediğinin tam aksine, mallarının fazlasını depo etmişler, sözlerini ise serbest bırakmışlardır.
Mutarrıf b. Abdullah babasından şöyle rivâyet ediyor. Babası şöyle anlatmış: Benî Amr kabilesinin bir grubu ile beraber Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldim. O grup Hazret-i Peygambere şöyle hitap edip: 'Sen bizim babamızsm, efendimizsin. Sen fazilet bakımından bize bizden daha faziletlisin. Sen cömertlik bakımından bizim için bizden daha cömertsin. Sen bembeyaz bir kâsesin. Sen söylesin, sen böylesin' gibi övgülerde bulundular. Hazret-i Peygamber (bunun üzerine) şöyle dedi:
Sözünüzü söyleyiniz! Sakın şeytan sizi dalâlete düşürmesin. 37
Bununla Hazret-i Peygamber suna işaret ediyor ki dil -doğru da olsa- övmek hususunda başıboş bırakıldığı zaman, şeytanın onu lüzumsuz fazlalıklara düşürmesinden korkulur.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Sizi fuzulî konuşmak hususunda uyarırım! Kişiye ihtiyacına yetecek kadar konuşma yeter!'
Mücâhid şöyle dedi: "Muhakkak ki konuşmalar yazılır. Hatta kişi oğlunu susturup ona 'sana şunu şunu satın alacağım' dediğinde yalancı yazılır". 38
Hasan-ı Basrî şöyle der: Ey Âdem oğlu! Bir sahife senin için açılmıştır. O sahifeyi senin amellerini yazan iki tane melek idare etmektedirler. İstediğini yap! İster az, istersen çok yap! (Muhakkak hepsi yazılmaktadır) '.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) ifritlerinden birini gönderdi ve arkasından bir ifrit daha gönderdi ki onu kontrol etsin, dediklerini dinlesin ve gelip kendisine haber versin. Arkadan gönderilen ifrit Hazret-i Süleymân'a gelerek o gönderilen ifritin çarşıdan geçerken başını göğe kaldırıp baktığını, sonra insanlara bakıp başını salladığını haber verdi. Bunun üzerine Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) ona bunun sebebini sordu. İfrit dedi ki: 'Ben, insanların başının ucunda durup onlardan çıkanları hemen yazan meleklere ve o meleklerden daha aşağıda bulunan kimselerin acelece yazmalarına hayret ettim'.
İbrahim Teymî şöyle demiştir: 'mü'min konuşmak istediği zaman düşünür; eğer lehinde ise konuşur, aksi takdirde susar; fâcirin konuşması ise zincirleme gider'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Konuşması çok olanın yalanı çoğalır. Malı çok olanın günahı çoğalır. Ahlâkı kötü olanın nefsi azap görür veya nefsine azap çektirir',
Amr b. Dinar şöyle demiştir: Bir kişi, Hazret-i Peygamberin yanında fazla konuştu. Hazret-i Peygamber kendisine şöyle sordu:
- Senin dilinin önünde kaç perde vardır?
- Dudaklarım ve dişlerim vardır!
- Acaba o perdelerde konuşmanı azaltacak bir kuvvet yokmudur?39
Bir rivâyette Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem. v bunu kendisini öven bir kişi hakkında söylemiştir. Çünkü Hazret-i Peygamberi öven bu kişi, konuşmasında aşırı bir şekilde mübalağa ederek sözü uzatmıştı. Sonra Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Bir kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli birşey verilmiş değildir!40
Ömer b. Abdülaziz şöyle der: 'Beni çok konuşmaktan, böbürlenme korkusu menetmektedir'.
Hükemanın biri şöyle demiştir: 'Kişi, bir mecliste olduğu zaman konuşmak onun hoşuna gidiyorsa, sükût etsin! Eğer susmuş ise ve susmak hoşuna gidiyorsa, konuşsun!'
Yezid b. Ebi Habib şöyle demiştir: 'Konuşmasının dinlemesinden kendisine daha sevimli gelmesi âlimin fitnesindendir. Eğer âlim, kendisinin yerine konuşup kendisine ihtiyaç bırakmayan birini görürse, onu dinlemekte kendisine selâmet vardır.
Konuşmakta süslemek, artırmak ve eksiltmek vardır! İbn Ömer şöyle demiştir: 'Kişinin temizlenmesine en fazla muhtaç olduğu şey dilidir'.
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) çenesi düşük bir kadını gördüğünde şöyle dedi: 'Eğer bu kadın dilsiz olsaydı, onun için daha hayırlı olurdu.
İbrâhîm Nehaî şöyle demiştir: 'Halkı iki haslet helâk ediyor: Birincisi fazla mal, ikincisi fazla konuşmak.
İşte bunlar, çok konuşmanın kötülenmesi ve sebebidir. Fazla konuşmanın ilâcı ise mâlâyanî sözlere dair bölümde geçmişti.
35) Abdullah'ın oğludur. Âmir soyunun Haşr koluna mensuptur. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Basralıdır ve şâyân-ı itimad bir âbiddir. H. 95 senesinde vefat etmiştir.
36) Beğâvî, İbn Hani, Beyhakî
37) Ebû Dâvûd, Nesaî
38) İbn Eb'id-Dünya
39) İbn Eb'id-Dünya
40) Deylemî, (İbn-i Abbâs'tan)
24-2
Bâtıla Dalmak
Bâtıla dalmak, günahlar hakkında konuşmak demektir. Kadınların, içki meclislerinin, fâsıkların makamlarının, zenginlerin refahının, padişahların diktatörlüğünün, çirkin merasimlerinin ve çirkin durumlarının hikayesi gibi. . . Çünkü bunların tümü, kendisine dalmanın helâl olmadığı konulardır ve bunları anlatmak haramdır. Seni ilgilendirmeyen konuda konuşmak veya seni ilgilendiren konuda ihtiyaçtan fazla konuşmak ise evlâyı terketmektir. Fakat buna rağmen bu tür konuşmada haramlık yoktur. Evet! Kendisini ilgilendirmeyen bir konuda fazla konuşan bir kimsenin, sonunda bâtıla dalmayacağından emin olunamaz; zira insanların çoğu konuşması, halkın namusunu çiğnemek, bâtıla dalmak veya bâtılın diğer türlerini işlemek suretiyle meyvelenmenin ötesine gitmez. Bâtılın türlerini zapt u rapt altına alıp sınırlamak mümkün değildir. Çünkü çok ve çeşitlidir. İşte bundan ötürü bâtıldan korunmak, ancak din ve dünyanın önemli meselelerinden kişiyi ilgilendirdiği kadarı ile yetinmekle mümkün olur. Yine de birtakım kelimeler vâki olur. O kelimeleri konuşan, onları önemsemez ama o kelimeler onu helâk etmeye sebep olur!
Bilâl b. Hars41 Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini nakleder:
Kişi, Allah'ın rızasına uygun bir kelime konuşur, o kelime sayesinde varmış olduğu makama varacağını sanmaz. Dolayısıyla Allahü teâlâ o kelimeden ötürü rızasını kıyâmete kadar o adam için yazar. Kişi Allah'ın gazabını hak eden bir kelime konuşur, c kelimeden dolayı felâkete uğrayacağını sanmaz ve böylece Allahü teâlâ onarı üzerine o kelimeden dolayı kıyâmete kadar gazabını yazar. 42
Alkame şöyle derdi: 'Konuşacağım nice şeyler vardır ki Bilâl b. Hars'in hadîsi beni o konuşmalardan menetti'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi bir kelime söyler, o kelime ile yanında oturanları güldürür ve o kelimeden dolayı Süreyya'dan daha uzak bir mesafeden cehenneme düşüp yuvarlanır. 43
Ebû Hüreyre şöyle demiştir:
İnsan bir kelime söyler ve onu önemsemez. Oysa o kelimeden ötürü cehenneme yuvarlanır ve yine bir kelime söyler, bu kelimeyi yeterince takdir etmez. Oysa Allahü teâlâ o kelimeden ötürü onu cennetin yüce mertebelerine yükseltir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyâmette insanların en fazla hatalı olanları, dünyada en fazla bâtıla dalanlarıdır. 44
Allahü teâlâ cehennemliklerin şöyle dediklerini aktarmaktadır: Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık! (Müddessir/45)
Onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. (Nisa/140)
Selmân-ı Fârisî der ki: 'Kıyâmet gününde insanların en günahkâr olanları, dünyadaki konuşmalarında Allah'a en fazla isyan edenleridir'.
İbn Şîrîn şöyle demiştir: "Ensâr-ı kiramdan bir kişi bu tür insanların yanından geçerken onlara ' (Kalkın) abdest alın! Muhakkak sizin söylediklerinizin bir kısmı abdestsizlikten daha şerlidir' derdi".
İşte bu, bâtıla dalmanın ta kendisidir. Bu ise, ileri de sözkonusu edilecek olan gıybet, kovuculuk, fahiş konuşmak ve benzerlerinin ötesindedir. Hatta bu, varlığı daha önce geçen mahzurları anmaya dalmaktır veya onları anmaya dinî bir ihtiyaç olmaksızın onlara varmayı düşünmektir. Buna, bid'atlerin hikâyelerine dalmak da, bozuk mezheblerin ve ashâb-ı kiramın arasında cereyan eden savaşları ashâbm bir kısmına tanetmeyi andıracak şekilde hikaye etmek de dahildir! Bütün bunlar bâtıldır. Bunlara dalmak bâtıla dalmaktır. Biz Allahü teâlâ’nın lütuf ve keremi sayesinde güzel yardımını talep ediyoruz.
41) Asım'ın torunudur. Künyesi Ebû Abdurrahman olup, Müzen kabilesindendir. H. 60 senesinde seksen yaşında iken vefat etmiştir.
42) İbn Mâce, Tirmizî
43) İbn Eb'id-Dünya
44) İbn Eb'id-Dünya
Mira (Başkasının Sözüne İtiraz) ve Cidal Etmek
Mira ve cidal etmek yasaklanmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kardeşinle tartışma, onunla alay etme! Ona bir söz verdiğin zaman, sözüne muhalefet etme!45
(Aranızdaki) tartışmayı terkediniz; zira tartışmanın hikmeti anlaşılmaz, fitnesinden de emin olunmaz!46
Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, onun için cennetin en yüce yerinde bir ev bina edilir. Haksız olduğu halde tartışmayı terkeden bir kimse için ise, cennetin orta yerinde bir ev bina edilir. 47
Putperestlik ve içkiden sonra rabbimin beni nehyettiği ilk şey münakaşa etmekten sakındırmak olmuştur. 48
Allah hidayet verdikten sonra cedele dalan bir kavim, dalâlete sapmış demektir. 49
Haklı da olsa kul, cedeli bırakmadıkça îman hakikatini kemâle erdiremez. 50
Altı haslet vardır ki kimde bulunursa o, îmanın hakikatine varmıştır:
1. Yaz mevsiminde oruç tutmak
2. Allah düşmanları ile savaşmak
3. Yağmurlu ve bulutlu günlerde namazı ilk vaktinde kılmak
4. Musibetlere sabretmek
5. Zorluklara rağmen abdesti yerli yerinde (tam manâsıyla) almak
6. Haklı olduğu halde münakaşayı bırakmak. 51
Zübeyr b. Avvam,52 oğlu Abdullah'a şöyle dedi: 'Halkla, Kur'ân ile tartışma! Çünkü sen onlara güç yetiremezsin. Fakat sünnet-i seniyye ile onlara karşı çık!'
Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir: 'Kim dinini husûmet ve tartışmaya maruz bırakırsa, o fazlasıyla değiştirmeye muhtaç olur!'.
Müslim b. Yesar şöyle demiştir: 'Cedelden kaçınınız! Zira o an, âlimin câhilleştiği andır. O saatte şeytan, âlimin sürçmesini bekler!'
Denildi ki: 'Allah'ın hidayet ettiği bir kavim dalâlete, ancak cedel ile saplanır!'
Mâlik b. Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Dinde cedel yoktur'. Yine şöyle demiştir: 'mücadele kalpleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur'.
Lokmân Hakîm, oğluna şöyle demiştir: Âlimlerle tartışma, sana buğzederler!'
Bilâl b. Sa'd şöyle demiştir: 'Kişiyi konuşmada fazla inatçı, cedelci veya görüşünü beğenmiş olarak gördüğün zaman bil ki onun zararı zirveye ulaşmıştır'.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Eğer kardeşim bir nar hakkında 'o tatlıdır' dese, ben de 'hayır, ekşidir' desem mutlaka gidip beni sultana şikayet eder!'
Yine şöyle demiştir: 'Dilediğin bir insanla muhabbet et! Sonra onu bir defacık cedelle kızdır. O sana öyle bir iftira atar ki o felâket senin hayatını alt üst eder'.
İbn Ebi Leylâ şöyle demiştir: 54 'Ben kesinlikle arkadaşımla cedel etmem! Çünkü onunla cedelleştiğim takdirde ya onu yalanlayacak veya kızdıracağım. (İkisi de mahzurludur) '.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Devamlı cedel yapman günah bakımından sana yeter'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Her münakaşanın kefareti iki rek'at namazdır. 55 Hazret-i Ömer şöyle demiştir: İlmi şu üç şey için öğrenme:
1. İlmi, halkla mücadele etmek için
2. Onunla böbürlenmek için
3. Riyakarlık yapmak için. . .
Üç şey için de ilmi bırakma:
1. İlmi öğrenmekten utanmak için
2. İlmi kıymetsiz saymak için
3. İlim yerine cahilliğe razı olmak için. . .
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Kimin yalanı çoğalırsa, güzelliği silinir. Halkla münakaşa edenin ise mürüvveti düşer! Üzüntüsü çoğalanın bedeni hastalanır. Ahlâkı kötü olanın da devamlı canı sıkılır ve sıkıntı içinde kalır'.
Ömer bin Abdülâziz'in kâtibi Meymûn b. Mihran'a şöyle denildi: 'Sen neden arkadaşına küsüp onu terketmiyorsun?' Cevap olarak dedi ki: 'Çünkü ben onunla ne husumet ederim, ne de cedel'.
Mira ve cedelin aleyhinde vârid olan hadîsler ve rivâyetler sayılamayacak kadar çoktur. Mira'nın tarifi şudur: Mira, başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle o konuşmaya yapılan herhangi bir itiraz demektir. Bu belirtilen eksiklik ya lâfızda, ya mânâda veya konuşanın maksadında olur. Mirayı terke etmek, muhatabın konuşmasını münker görmeyi ve konuşmasına yapılan itirazı terketmekle olur. Bu bakımdan dinlediğin konuşma hak ise tasdik et! Eğer bâtıl ve yalansa ve aynı zamanda dinî emirlerle ilgili değilse sus! Başkasının konuşmasına tanedip itiraz etmek, bazen o konuşmanın lâfzına yapılır. Yani gramer cihetinden lâfızdaki bir eksikliği belirtmekle olur veya lûgat cihetinden veya arapçası cihetinden veya tanzim ve tertip cihetinden olur. İtiraza sebep olan bu durum, bazen marifetteki kusurundan dolayı meydana çıkar. Bazen de dil yanılmasından ötürü sözüne itiraz edilir -durum ne olursa olsun, başkasının konuşmasındaki eksikliği belirtmenin bir faydası yoktur- veya mânâsı bakımından başkasının konuşmasına itiraz edilir, 'Senin dediğin gibi değildir. Çünkü sen filan filan yönden bu konuşmada yanıldın' denir.
Konuşmanın maksadından dolayı konuşmaya itiraz etmeye gelince, 'Şu söz haktır, fakat senin bu sözden kasdettiğin hak değildir. Senin maksadın bozuktur!' demesi veya buna benzer sözler sarfetmesi gibi. . . İşte bu tür mücadele, eğer ilmî bir meselede cereyan ederse, bazen ona cedel ismi verilir ve o kötüdür. Bir müslüman a farz olan susmaktır, inat etmek ve tenkid etmek değildir. İstifade tarzında sormaktır veya itiraz etmek şeklinde değil de tariz etmede ince ve zarif davranmaktır.
Cedel e gelince, o başkasını susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid suretiyle onun değerini düşürmek, onu kusurlu bulmak ve cahilliğe nisbet etmekten ibarettir. Mücadelenin alâmeti, hakka dikkat çekerken karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şekilde yapılmasıdır. Şöyle ki, muhatabın hatasını açıklar. Bunu da karşımdakinden üstün olduğunu ve muhatabının da değersiz ve eksik olduğunu açığa vurmak için yapar. Bu tür mücadeleden, sustuğu takdirde günahkar olmayacağı her tür tartışmadan kaçınmakla kurtulunabilir. İnsanı bu tür mücadeleye teşvik eden şey ise, ilmini ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum etmek hevesidir! Bunların ikisi de nefsin gizli ve pek kuvvetli iki şehvetidir.
Faziletini göstermeye gelince, bu kendisini büyük gösterme kabilindendir! Bu tezkiye, kulda bulunan büyüklük davasının gereğidir. Oysa bu nitelik rubûbiyet sıfatlarındandır! Başkasını eksik ve düşük göstermeye gelince, bu da yırtıcılık tabiatının gereğidir. Çünkü bu tabiat yırtmayı, vurup kırmayı, eziyet etmeyi ister.
İşte bu iki sıfat kötü ve helâk edicidir. Bu iki sıfatı mira ve cedel takviye etmektedir. Bu bakımdan Mira ve Cedele devam eden bir kimse, bu helâk edici sıfatları takviye etmiş olur. Bu ise kerahiyeti ihlal etmektir. Hatta -eğer içinde başkasına eziyet vermek varsa-mâsiyetin ta kendisidir. Oysa cedel, hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak değildir. Öfkeyi kabartmaktan, kendisine itiraz edilen kişinin konuşmasını -ister hak, ister bâtıl olsun- mümkün olduğu şekilde takviye etmeye teşvik etmekten uzak değildir! Kendisine itiraz edilen kişi aklına gelen herşey ile itiraz edeni tenkid eder. Böylece iki tartışmacının arasında şiddet gittikçe kızışır. Tıpkı birbirine hırlayan iki köpeğin arasındaki sürtüşmenin kızışması gibi. . . Onların herbiri diğerini ısırmaya fırsat kollar. Ceza bakımından daha büyük ve arkadaşını susturmak hususunda daha kuvvetli çıkışlara yeltenir.
Bunun tedavisi ise, kendi faziletini belirtmeye zorlayan, başkasını kusurlu ve eksik göstermeye iten yırtıcılık sıfatını kırmaktır. Nitekim bu, kibir, ucub ve öfkenin kötülüğünü anlattığımız bahislerde gelecektir. Çünkü her illet ve hastalığın tedavisi, onun sebebini silmekle olur. Mira ile cedelin sebebi ise bizim söylediklerimizdir. Sonra ona devam etmek de onu İnsan oğlunda âdet ve tabiat haline getirir! Öyle ki artık bu hastalık nefiste yerleşir. Bu hastalığa karşı sabretmek artık zorlaşır.
Rivâyet ediliyor ki Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) Dâvûd et-Tâî'ye şöyle sordu: - Sen neden inzivaya çekilmeyi seçtin?
-Cidali terketmek suretiyle nefsimle mücadele etmek için inzivayı seçtim.
-Meclise gel! Söylenilen sözü dinle! Konuşma!
-Ben bunu yaptım! Bana bundan daha güç gelen bir mücâhede görmedim.
Hakîkat de Davud'un dediği gibidir. Çünkü başkasının yanlışını gören bir kimse, o yanlışı düzeltmeye veya belirtmeye gücü olduğu halde, orada sabretmesi cidden zordur ve bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim haklı olduğu halde tartışmayı terkederse, Allahü teâlâ ona cennetin en yücesinde bir ev bina eder.
Çünkü böyle bir durumda tartışmayı terketmek, nefse çok ağır gelir ve bu ağırlık en fazla mezhepler ve inançlarda insana galebe çalar. Çünkü mira ve cedelleşme öyle bir tabiattır ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder ve hırsı daha da artar. O vakit tabiat ile ilâhî nizam bu hususta yardımlaşır. Oysa böyle sanması katıksız bir yanlışlıktır. Oysa insana ehl-i kıble hakkında dilini tutması daha uygun düşer. Ne zaman bir bid'atçıyı görürse ona tenha bir yerde cedel yoluyla değil, nasihat yoluyla ve uygun bir dille söylemelidir. Çünkü cedel, karşısındaki insanın hayaline 'adamın söylediği şey, beni şaşırtmak için bir hiledir' fikrini getirebilir ve bid'atçı sanar ki bu bir sanattır. Benim mezhebimin ehlinden olan mücadeleciler de bu sanatın benzerlerini eğer isterlerse yapmaya muktedirdirler. Böylece bid'at, cedel yüzünden onun kalbinde devanı eder ve kuvvetlenir. Ne zaman bid'atçıya nasihat etmenin fayda vermeyeceğini bilirse, o vakit bid'atçıyı terkedip, kendi nefsiyle meşgul olmalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ehl-i kıble hakkında dilini tutan bir kimseden Allah razı olsun. Ancak bildiğini en güzel bir şekilde (söyleyebilir) . 56
Hişam b. Urve der ki: 'Hazret-i Peygamber bu hadîsi yedi defa tekrar etti. Kim bir müddet mücadeleyi âdet edinirse ve halk da onu överse ve bundan dolayı nefsinin aziz olduğunu ve halk tarafından kabul edildiğini görürse, o kimsede bu helâk edici sıfatlar kuvvet bulur ve öfke, kibir, riya, makam sevgisi ve faziletten dolayı aziz olmak gibi kötü sıfatlar kendisinde toplandığı zaman onlardan kurtulmaya gücü yetmez. Bu sıfatlarla teker teker mücadele etmek bile güç olduğu halde acaba tümüyle birden nasıl mücadele edilebilir?
45) Tirmizî
46) Taberânî, (Ebu'd Derda'darı)
47) İlim bölümünde geçmişti.
48) İbn Eb'id-Dünya, Taberânî, Beyhaki, (Ümmü Seleme'den)
49) Tirmizî, (Ebû Umâme'den)
50) İbn Eb'id-Dünya, (Ebû Hüreyre'den
51) Deylemî
52) Dedesi Huveylid b. Esed b. Abdüluzzâ b. Kusay b. Kilâb'dır. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Kureyş'in, Esedî soyundan gelmektedir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hicretin 36. senesinde Cemel savaşından dönerken öldürülmüştür.
53) Bu zat Mısırlıdır. Künyesi Ebû Osman'dır
54) Adı Abdurrahman'dır, Cemâcim hâdisesinde H. 83 senesinde vefat etmiştir.
55) Taberânî, (Ebû Umâme'den
56) İbn Eb'id-Dünya
Husûmet
Husûmet de kötüdür. Husûmet, cedel ve miradan daha ileridir. Mira başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle itiraz etmektir. Bu itirazda muhatabını tahkir etmekten, kendi aklının salâbeti ile fikrinin kuvvetini göstermekten başka cedelcinin hiçbir gayesi yoktur. Cidal, mezhebini belirtmek ve yerleştirmek için yapılan münakaşadır. Husûmet ise, bir mal veya hak iddiası ile alâkalı sözünde ısrar ve inat etmektir. Bu ısrar ve inat bazen başlangıçta olur, bazen de karşısındakinin tavır ve davranışından kaynaklanır. Mira ise, bir konuşmaya yapılan itirazdan ibarettir. Nitekim Hazret-i
Âişe Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini naklediyor:
Allah nezdinde erkeklerin en sevimsizi, münakaşada ısrar edenidir. 57
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberden (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet ediyor:
Kim ilimsiz olarak bir husûmette mücadele ederse, o mücadeleden vazgeçinceye kadar Allah'ın öfkesine maruz kalır. 58
Seleften biri şöyle demiştir: 'Husûmetten sakın! Çünkü husûmet, dini mahveder'.
Deniliyor ki: 'müttaki bir kimse, din hususunda hiçbir zaman husûmet etmez'.
İbn Kuteybe59 şöyle anlatıyor: "Bişr b. Abdullah yanımdan geçti ve bana şöyle dedi:
-Neden burada oturuyorsun?
-Benimle bir amcazadem arasında bir dâva var, onun için bekliyorum.
-Senin babanın bana iyiliği vardır. Ben de buna karşılık sana iyilik etmek isterim. Allah'a yemin ederim ki ben husûmetten daha fazla kalbi meşgul eden, huzuru bozan ve dini kökünden söken başka birşey görmedim!
İbn Kuteybe diyor ki: Bu söz üzerine gitmek için ayağa kalktım. Hasmım bana dedi ki:
-Ne yapacaksın?
-Seninle artık muhakeme olmayacağım.
-Sen benim haklı olduğumu anladın da ondan mı vazgeçtin?
-Hayır! Öyle olduğu için değil. Fakat ben nefsime ikram olarak vazgeçiyorum. Bunun üzerine hasmım 'Ben de senden birşey istemiyorum, senin olsun' dedi.
Soru: Bir kimse haksızlığa uğradığı zaman, hakkını aramak ve korumak için elbette dâva etmesi gerekir. Bu bakımdan bu kimsenin hükmü ne olur ve bu kimsenin husûmeti nasıl kötü olabilir?
Cevap: Bu kötüleme, bâtıl yolda ve ilimsiz husûmet edenleri kapsamaktadır. Kadı'nın60 vekili gibi. . . Çünkü kadı vekili, meseleyi bilmeden ve hakkın hangi tarafta olduğunu öğrenmeden önce -hangi tarafın olursa olsun- bir tarafın vekili olur ve ilimsiz onu savunur. Aynı zamanda bu kötüleme, hakkını arayıp ihtiyaç kadarıyla yetinmeyen, husûmette ısrar ve inâd gösteren, bu ısrar ve inadı eziyet vermek için yapan kimseleri de kapsar. Bu hüküm, eziyet veren sözleri, delil olmadığı ve hakkın açığa çıkmasında bir yarar sağlamadığı halde söyleyen kimseleri de kapsar. Hasmını mağlup etmek ve kırmak için sadece inaddan dolayı husûmete yeltenen ve aynı zamanda mahkemelik olan malı çoğu zaman hakir görüp de iltifat etmeyen bir kimse de bu zemmin şümulüne dahildir. Halkın arasında bazı kimseler vardır. Açıkça şöyle söyler: 'Benim maksadım hasmımın inadı ve onun mürüvvetinin kırılmasıdır. Eğer ben ondan bu malı alıp kuyuya atsam bile önemi yoktur! İşte böyle diyen bir kimsenin maksadı inatçılıktır, husûmet ve ısrardır. Bu ise, gerçekten kötü bir şeydir.
Israr, israf, gereğinden fazla inâd ve eziyet maksadı olmaksızın sadece şer'î yoldan delil getiren mazluma gelince, onun yaptığı haram değildir. Fakat en güzeli husûmeti -mümkün olduğu kadar- terketmektir. Çünkü husûmette dili zaptetmek ve normale döndürmek zordur. Husûmet, göğsü alevlendirir, öfkeyi kabartır. Öfke harekete geçtiği zaman husûmet konusu olan şey unutulur. İki hasmın arasında ancak kin ve nefret kalır. Hatta onların her birisi diğerinin kötülüğüne sevinir. Sevindiğine de üzülür ve biri diğerinin aleyhinde dilini alabildiğine serbest kullanır. Bu bakımdan kim husûmete başlarsa, bütün bu mahzurlara kendisini mâruz bırakmış olur. Husûmetin en azında, kalbin karışması sözkonusudur. Hatta namazın içinde bile hasmını mağlup etmenin yollarını araştırır! Bu bakımdan iş vâcib olan hududunda kalmaz. O halde husûmet her şerrin başlangıcıdır. Mira ve cidal de böyledir. Bu bakımdan zaruret olmaksızın husûmet kapısını açmamak daha uygundur. Zaruret ânında ise, dilini ve kalbini hasmının sürçmelerini takip etmekten tutması uygundur. Bu ise gerçekten zor bir şeydir. Bu bakımdan husûmetinde sadece farz olan miktarla yetinen bir kimse, günahtan uzak kalmıştır. Böyle bir kimsenin husûmeti kötülenmez. Ancak böyle bir kimse husûmet ettiği şey hakkında husûmet etmekten müstağnidir. Çünkü yanında kendisine yetecek şey vardır. Bu bakımdan bu şekilde husûmet yapan bir kimse daha iyiyi terketmiş olur! Fakat günahkâr olmaz. Evet! Husûmette insanın elinden giden faydanın en azı, güzel konuşmak ve güzel konuşma hakkında vârid olan sevaptır; zira güzel konuşmanın en az derecesi muvafakatini göstermektir. Konuşmayı tenkit etmek ve kısacası; muhatabı cahillikle itham etmek veya yalanlamak olan itiraz etmekten daha sert birşey yoktur. Çünkü mücadeleye girişen miraya tutulan veyahut da muhaseme eden bir kimse, karşısındaki insanı ya cahillikle itham eder veya yalanlar. Böylece güzel konuşma elden kaçar. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Güzel konuşma ve yemek yedirme, cennette sizi mekan sahibi kılar. 61
Nitekim Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur: İnsanlara güzel söz söyleyiniz. (Bakara/83)
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Allah'ın kullarından sana selâm veren bir kimse, mecûsî olsa dahi, onun selâmının karşılığını ver. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bir selâmla seiâmlandığımz zaman, siz de ondan daha güzeliyle selâm verin yahut verilen selâmı aynen iade edin! (Nisa/86)
Yine İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Eğer Firavun bana hayrı söylemiş olsa, muhakkak ben de onun gibisini ona söylerdim'.
Enes, Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini nakleder:
Cennette bir kısım köşkler vardır. Onların dışı içinden, içi de dışından görünür. Allah o köşkleri yemek yedirenler ve yumuşak konuşanlar için hazırlamıştır. 02
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Îsa'nın yanından bir domuz geçti. Hazret-i Îsa domuza 'selametle geç!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Îsa'ya 'Sen domuza nasıl böyle diyorsun?' dediler. Hazret-i Îsa cevap olarak 'Dilimi kötü söze alıştırmak istemiyorum' dedi.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Güzel bir söz sadakadır. 63.
Bir hurmanın yarısı ile de olsa ateşten korununuz. Eğer hurmanın yarısını bulamazsanız güzel bir söz ile korununuz. 64
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hayır yapmak kolay bir şeydir. Çünkü güler yüzlülük ve yumuşak konuşmak da hayır yapmaktır'.
Hükemadan birisi şöyle demiştir: 'Yumuşak konuşmak, kararlaşmış kinleri yıkar'.
Hükemadan biri şöyle demiştir: 'Rabbini öfkelendirmeyen ve arkadaşını razı eden konuşmada cimrilik yapma! Çünkü rabbinin o konuşmadan dolayı sana iyilik yapanların sevabını ihsan etmesi umulur'.
İşte bütün bunlar güzel konuşmanın fazileti hakkında vârid olmuştur. Husûmet, mira, cidal ve inatçılık bunun tam zıddıdır. Çünkü bunlar göğsü alevlendiren, öfkeyi kabartan, yaşayışı bulandıran, kalbe eziyet veren, ürkütücü ve iğrenç konuşmadır. Allahü teâlâ'dan, minnet ve keremine sığınarak güzel tevfîkini bize yoldaş etmesini dileriz.
57) Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî
58) İbn Eb'id-Dünya, İsfehanî
59) Meşhur İbn Kuteybe değildir.
60) Burada Kadı'darı maksad, hakkı almak isteyendir. Onun vekili olacak kimseden maksat ise avukatıdır.
61) Taberânî, Evsat, (Câbir'den)
62) İbn Eb'id-Dünya
24-3
Konuşmada Tekellüfe Kaçmak
Konuşmada, ağzını eğip-bükmek, fasih ve secî'li konuşacağım diye yapmacık hareketlerde bulunmak, konuşmasına kadın ve sevgiden bahsederek giriş yapmak ve hatiplik iddiasında bulunup fesahat gösterisinde bulunanların âdetlerinde cereyan eden usûllerle gösteriş yapmaktır, Bütün bunlar kötülenmiş ve buğzedilmiş tekellüf (zorlama) türündendir. Öyle bir tekellüf ki Hazret-i Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur:
Ben ve ümmetimin muttakîleri tekellüften (gösteriş için zorlanmaktan) uzağız. 65
Benim için en sevimsiz ve meclisimden en uzak olanınız, ağzını eğip-bükerek edebiyat yapmak için kendini zorlayanlardır. 66
Fâtıma (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki bol nimetlerle gıdalanıp, yemeklerin her çeşidini yerler, elbiselerin her rengini giyerler ve ağızlarını eğip-bükerek konuşurlar. 67
Dikkat edin, derin söze dalıp gereksiz yere sözü uzatanlar helâk olmuşlardır. 68
Bu sözü üç defa tekrar etti. Hadîs-i şerifte geçen tanattû kelimesi 'derinleşme ve ardına kadar dalmak' demektir.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Çene çatlatarak deve kükremesi gibi konuşmak şeytandandır'.
Amr b. Sa'd, babası Sa'd'â gelerek bir ihtiyacını istedi. Bu münasebetle ihtiyacını istemezden önce bir konuşma yaptı. Sa'd kendisine dedi ki: Ben hiçbir zaman senin ihtiyacından bugün uzak olduğum kadar uzak olmadım. Ben Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini duydum:
Öyle bir zaman gelecek ki sığırların dilleriyle ot geveledikleri gibi insanlar da konuşmayı o şekilde geveleyeceklerdir. 69
Sa'd, oğlu Amr tarafından zoraki bir şekilde süslendirilmiş ve takdim edilmiş konuşmayı hoş karşılamadı. Bu da dilin âfetlerindendir. Evet! Zorla yapılan her secî, dilin âfetine dahil olur. Adetin sınırını aşan fesahat de böyledir. Konuşmalarda zoraki bir şekilde yapılan secfler de böyledir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir cenîn hakkında Gurre (diyet ve kan bedeline) hükmederken cinayet işleyenin kavminden biri 'İçmemiş, yememiş, bağırmamış ve kendisinden ses çıkmamış bir kimsenin diyetini biz nasıl veririz? Oysa böyle bir kimsenin kanı hederdir ve boşa gider' dedi. Bu secîli sözü dinleyen Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Siz bedevilerin secî yapması gibi, secî ve kafiye mi yapıyorsunuz?70
Onların bu şekilde secî ve kafiye yapmalarını çirkin gördü. Çünkü onların bu konuşmalarında zorlamanın eseri apaçıktı. Herşeyde maksadını ifade etmekle yetinmek uygundur. Konuşmanın maksadı, gayeyi muhataba anlatmaktır. Onun ötesinde kalan, kötülenmiş zorlamadır. Hitabetin lâfızlarını güzelleştirmek, bu kötülenmiş kısma dahil olmaz. İfrata kaçmaksızın ve garip kelimeler kullanmaksızm hatırlatma (va'z u nasihat) da bu kısma dahil değildir. Çünkü hitabet ve hatırlatmadan gaye; kalpleri harekete geçirmek, teşvik etmek, gönülleri yumuşatmaktır. Lâfzın zarif oluşunun burada büyük bir tesiri vardır. Bu bakımdan güzel lafızlar, hitabet ve nasihata uygundur. İhtiyaçların belirtilmesi ve işlerin kolaylaştırılması için yapılan konuşmalara gelince, bu tür konuşmalarda şecî kullanmak, avurtları doldurarak sesli konuşmak uygun değildir ve böyle yapmakla uğraşmak, kötülenmiş bir zorlamadır. İnsanı buna sevkeden şey riya, arkadaşlarının arasında belâgat ve fesahatıyla mümtaz olduğunu ispat etmekten başka birşey değildir! Bütün bunlar kötüdür. Allah'ın dini bunları kerih görür ve insanı bunlardan sakındırır.
63) Müslim
64) Müslim (Ebû Hüreyre'den
65) Dârekutnî, İfrâd, (Hazret-i Zübeyr'den merfû olarak)
66) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Salebc'den)
67) İbn Adiyy, Beyhakî, İbn Asâkir
68) Müslim
69) İmâm-ı Ahmed
70) Ebû Dâvûd
Fahiş Konuşmak, Çirkin Sözler Sarfetmek
Fahiş konuşmak, başkasına sövmek ve dilin gevezeliğidir, bu şekilde konuşmak kötüdür ve yasaklanmıştır. Bunun kaynağı alçaklık ve kötü tabiatlı olmaktır. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurulıuştur:
Fahiş konuşmaktan sakının! Çünkü Allahü teâlâ ne fahiş konuşmayı ve ne de başkasına işittirmek için fahiş konuşmaya zorlanmayı sevmez. 71
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Bedir de öldürülen müşriklere küfretmeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur:
Onlara sövmeyin! Çünkü söylediklerinizden onlara herhangi birşey gitmez. Fakat dirileri (onların akrabalarını) üzmüş olursunuz. İyi bilin ki fahiş ve kötü konuşmak alçaklıktır. 72
Dört kimsenin cehennemde çektikleri azaptan cehennemlikler bile üzülürler. Hamim ile Cahîm arasında koşar dururlar. 'Vay hâlimize, helâk olduk' derler. Bunlardan birinin ağzından irin ve kan akar. Ona denir ki: 'Şu uzaktaki adamın durumu nedir ki bizim içinde bulunduğumuz eziyete rağmen bizi rahatsız etmektedir?' O da cevap olarak Şunları söyler: 'O adam dünyada çirkin ve habis olan her sözü dinler, cinsî münasebetten (veya fâhiş konuşmaktan) zevk aldığı gibi, o sözlerden zevk alırdı'. 75 (Diğer sınıflar zikredilmemiştir) .
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'ye şöyle buyurmuştur:
Ey Aişe! Eğer fâhiş konuşma bir insan olsaydı, muhakkak kötü bir insan olurdu. 76
Fâhiş açıklama ve gevezelik, münafıklığın şubelerinden iki şubedir.
İhtimaldir ki hadîs-i şerifte bahsi geçen açıklama'dan (beyan) gaye, açıklanması caiz olmayan birşeyi açıklamak ve izah etmekte mübalâğalı hareket etmektir. Çünkü tekellüf ve zorlamaya girmiş olur. Üçüncü bir ihtimal daha vardır ki o da şudur: Bu açıklama'dan gaye, dinî emirler ve Allah'ın sıfatlarındaki açıklamadır. Çünkü dinî emirler ve Allah'ın sıfatlarını mücmel bir şekilde halk tabakasına söylemek, mübalâğalı bir şekilde izahına girişmekten daha iyidir. Çünkü mübalâğalı bir şekilde izahlara girişmekten bazı zaman birtakım şüphe ve vesveseler doğar. Bu bakımdan bu emirler mücmel bir şekilde söylendiği zaman, kalpler vesveseye düşmeden onları kabul etmeye yanaşırlar. Fakat Hazret-i Peygamber, hadîs-i şerifteki açıklamayı, gevezelikle beraber zikrettiğine göre. oradaki açıklamadan İnsan oğlunun açıklamasından utandığı şeylerin açıklaması olması maksûd olsa gerektir. Çünkü İnsan oğlunun açıklamasından utandığı şeyleri kapalı ve onları üstün körü geçiştirmek fazlasıyla izah ve beyandan daha iyidir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, fâhiş konuşan, fâhiş konuşmak için kendisini zorlayan ve çarşılarda bağıran bir kimseyi sevmez. 77
Câbir b. Semûre78 şöyle demiştir: Ben Hazret-i Peygamberin yanında oturuyordum, babam da önümdeydi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Fâhiş konuşmanın ve karşılıklı fâhiş hareketlerde bulunmanın İslâm'da yeri yoktur. İnsanların İslâm yönünden en güzelleri, ahlâken en güzel olanlarıdır. 79
İbrahim b. Meysere şöyle demiştir: 'Kıyâmet gününde, fâhiş konuşup gevezelik yapan bir kişi, bir köpek suretinde veya bir köpeğin içinde getirilir (haşrolunur!) '
Ahmed b. Kays şöyle demiştir: 'Size hastalığın en şiddetlisinden haber vereyim mi? O hastalık dilin gevezeliği ve ahlâkın düşüklüğüdür!
İşte bunlar, fâhiş konuşmanın ve hareket etmenin aleyhine vârid olan hükümlerdir.
Fahiş konuşmanın tarifine ve hakikatine gelince, çirkin sayılan şeyleri açık ibarelerle söylemekten ibarettir. Bu ise, çoğu zaman cinsî ilişki ve onunla ilgili olan şeyleri ifade eden lâfızlarda cereyan eder. Çünkü fesâd ehlinin birtakım açık-saçık ve müstehcen terimleri vardır. Onları cinsî ilişkiden bahsederken kullanırlar. Salâh ehli ise, onlardan sakınır. O terimlerin ifade ettiğini kinaye yoluyla zikrederler. Onları ifade etme zarureti hasıl olduğunda işaretlerle onlara değinip, onlara yakın sözlerle ifade ederler.
İbn-i Abbâs der ki: 'muhakkak Allah, hayâ sahibi ve kerîmdir. Affeder ve kinaye ile belirtir'. Lemis tabirini cima yerine kullanmıştır. Bu bakımdan Mesis, Lemis, Duhul ve Sohbet terimleri cinsî ilişkiden ibarettirler ve fâhiş terimler de değildirler. Fakat bu sahada fâhiş terimler mevcuttur. Onları söylemek çirkin kaçar. Onların çoğu küfretmekte ve ayıplamakta kullanılır. Bu terimlerin fâhişlik dereceleri ayrı ayrıdır. Bazıları bazısından daha fahiştir. Bunlar çoğu zaman memleketin âdetiyle de değişirler. Başlangıçları mekruh, sonları mahzurlu ve haramdır. Bu iki taraf arasında birtakım dereceler vardır ki onlarda tereddüt edilir. Bu sadece cinsî ilişkiye mahsus değildir. Hatta küçük ve büyük abdesti de kinaye yoluyla ifade etmek, açık ve seçik bir şekilde ifade etmekten daha güzeldir. Çünkü bunlar da gizlenen ve açık söylenmesinden utanılan şeylerdendir. Bu bakımdan böyle şeyleri açık ibarelerle söylememek daha uygundur. Çünkü açıkça söylemek fâhiş konuşmak demektir.
Kadınlardan kinaye yoluyla bahsetmek, âdeten güzel sayılır. Bu bakımdan 'Benim karım şöyle dedi' denilmemelidir. 'Odada veya perdenin arkasında şöyle denildi veya çocukların annesi şöyle dedi' denilmelidir. Çünkü bu lâfızlarda incelik göstermek güzeldir.
Buralarda açık konuşmak, fâhiş konuşmaya sevkeder. Kendisinde alaca hastalığı, kellik ve basur gibi birtakım zahirî ayıplar bulunan ve o ayıplardan utanan bir kimseye hitap etmek de böyledir. Bu bakımdan onun o ayıplarının açıkça söylenmesi uygun değildir. 'Şikayet ettiği hastalık' ve benzeri tabirler kulanılmalıdır. Bu bakımdan bu hastalıkları açık ibarelerle belirtmek, fâhiş konuşmaya dahildir. Bütün bunlar dilin âfetlerindendir.
Alâ b. Hârûn şöyle demiştir: "Ömer b. Abdulaziz konuşmasında çirkin kelimelerden çok saknırdı. Koltuğunun altında bir çıban çıktı. Ona gittik 'Yara nerende?' diye sorduk. O da 'koltuğumun altında çıktı' demeye utandığı için 'Elimin içinde çıktı' dedi".
İnsanı fâhiş konuşmaya teşvik eden iki sebep vardır. Ya muhataba eziyet vermek kastıdır veya alçak ve fâsık kimselerle beraber bulunmaktan elde edilen kötü alışkanlıktır, âdetleri küfürbazlık olan kimselerin arkadaşlığından gelen çirkin huydur.
Bir bedevî Hazret-i Peygamber'e 'Bana nasihat et!' deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Takvadan ayrılma! Eğer bir kişi sende olan bir kusurunla seni kınarsa, sen onu onda bulunan bir kusurla kınama! Bu takdirde onun günahı ona olur, ecri de senin olur. Sakın hiçbir şeye küfretme!80
Bu bedevî der ki: 'Ben, Hazret-i Peygamberin nasihatından sonra hiçbir şeye küfretmedim".
İyad b. Himar81 Hazret-i Peygamber'e 'Benim kavmimden bir kişi, şeref bakımından benden eksik olduğu halde bana küfrederse, ben de ondan intikam alırsam bir zararım var mıdır?' diye sorar. Hazret-i Peygamber şöyle cevap verir:
Sövüşen iki kişi, şeytan gibidir. Onlar köpek gibi hırlaşır, yalan söyler ve ayrılırlar. 82
Mü'min bir kimseye sövmek fâsıklıktır. Mü'min bir kimseyi öldürmek küfürdür. 83
Birbirine küfreden iki kişinin küfürlerinin mesuliyeti onlardan ilk başlayana aittir. Ta ki zâlimin dediklerinden fazlasını mazlum deyinceye kadar. . . 84
Anne ve babasına küfreden bir kimse merundur!
Kişinin anne ve babasına küfretmesi, büyük günahlarının en büyüğüdür!
Ashâb 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kişi nasıl anne ve babasına küfreder?' deyince, Hazret-i Peygamber 'Karşıdaki kişinin babasına küfreder. O da onun babasına küfreder. Dolayısıyla babasına küfretmiş olur!' dedi. 85
71) Nesâî
72) İbn Eb'id-Dünya
73) Tirmizî
74) İbn Eb'id-Dünya, Ebû Nuaym
75) İbn Eb'id-Dünya
76) Tirmizî, Hâkim
77) İbn Eb'id-Dünya
78) Câbir, Günâde'nin torunudur. Sa'd b. Ebî Vakkas'ın kardeşidir. Kûfe'ye yerleşmiş, H. 76'da orada vefat atmiştir.
79) Ahmed, İbn Eb'id-Dünya
80) Ahmed? Taberânî
81) İbn Ebî Himar b. Naciye b. Akkal b. Muhammed b. Süfyân b. Meşâci'dir. Teym soyundandır ve ashâb'dandır
82) Tayâlisî, Ebû Dâvûd
83) Müslim, Buhârî
84) Müslim
85) İmâm-ı Ahmed, Ebû Ya'lâ, Taberânî
24-4
Lânetleme
Bu lânet -ister hayvana, ister nebata, ister insana olsun- kötüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ne Allah'ın lânetiyle, ne gazapla ve ne de cehennemle birbirinize lânet okumayınız. 87
Huzeyfe b. Yemân şöyle demiştir: 'Birbirlerine lânet okuyan bir kavim, Allah'ın azabına müstehak olur!'
İmrân b. Husayn şöyle anlatıyor: 'Hazret-i Peygamber, bir seferde bulunuyordu. Devesinden âciz kalan Ensar'dan bir kadın, deveye lânet okudu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Devenin sırtında bulunan şeyleri alınız. Zira deve mel'undur. 88
Râvî der ki: 'Sanki ben şimdi deveyi görüyor gibiyim. Deve halkın arasında yürüyor, hiç kimse ona dokunup yaklaşmıyordu'.
Ebu'd Derda der ki: "Herhangi bir kimse, yere lânet okursa, yer ona: 'İkimizden hangisi Allah'a daha âsi ise, Allah ona lânet etsin!' der".
Hazret-i Âişe şöyle anlatır: "Hazret-i Peygamber, Ebû Bekir Sıddîk'ın bir kölesine lânet okuduğunu duyunca dönüp Ebû Bekir'e baktı ve şöyle dedi:
Ey Ebû Bekir! Hem sıdk, hem lânet edicilik bir arada olur mu? Hayır! Kabe'nin rabbine yemin ederim ki olmaz!89
Hazret-i Peygamber bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir o gün kölesini âzâd ederek Hazret-i Peygambere gelip 'Bir daha böyle yapmayacağım' dedi". Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lânet edenler, kıyâmet gününde ne bir kimseye şefaat edebilirler ve ne de şahid olurlar. 90
Enes şöyle anlatıyor: 'Adamın biri Hazret-i Peygamber ile beraber yürürken devesine lânet okudu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber kendisine şöyle dedi:
Ey Allah'ın kulu! Lânete uğramış bir devenin sırtında olduğun halde bizimle beraber yürüme!91
Hazret-i Peygamber, bu sözünü adamın yaptığının hoşuna gitmediğini belirtmek için söyledi. Lânet, kovmak ve Allah'tan uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu ise, ancak Allah'tan uzaklaştırılmayı hak eden bir kimse hakkında caizdir. Allah'tan uzaklaştırılmayı gerektiren sıfatlar da küfür ve zulümdür. Mesela şöyle demelidir: 'Allah'ın laneti zâlim ve kâfirlerin üzerine olsun!' Böyle dediği zaman da Kur'ân ve hadîste vârid olan lâfızları kullanmak uygundur. Çünkü lânet okumakta tehlike vardır; zira lânet 'Allah mel'unu uzaklaştırmıştır' şeklinde Allah adına hükmetmek demektir. Bu ise gaybdır. Allah'tan başka gaybı bilen yoktur. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bile ancak Allah kendisini gayba muttali ederse bilir. Laneti gerektiren sıfatlar üçtür:
1. Küfür
2. Bid'at
3. Fısk
Bu sıfatların her birinde lanetin üç mertebesi vardır:
Birinci mertebe, umumî bir vasıftan dolayı lânet etmektir. 'Allah'ın laneti, kâfirlerin, bid'atçıların ve fâsıkların üzerine olsun' denmesi gibi. . .
İkinci mertebe, daha hususî vasıflarla lânet etmektir. 'Allah'ın laneti, yahûdîler, hristiyanlar, mecusiler, kaderîler, hâriciler, râfıziler veya zinacılar, zâlimler ve ribacılar üzerine olsun' denmesi gibi. . . Bütün bunlar caizdir. Fakat bid'atçıların vasıflarındaki lanette tehlike vardır. Çünkü bid'atın bilinmesi gayet çapraşıktır. Onun hakkında peygamberden nakledilen bir lâfız vârid olmamıştır. Bu bakımdan bu kısım lanetten avamın çekinmesi uygun olur. Çünkü böyle bir lânet okuyuş, benzeri ile muâraze etmeyi teşvik eder. Böylece halk arasında münakaşa kopar, fesâd doğar!
Üçüncü mertebe, belli bir şahsa lânet okumaktır. Bu tür lânet okumada tehlike vardır. Mesela 'Allah'ın laneti Zeyd'in üzerine olsun! O kâfirdir veya fâsık veya bid'atçıdır' demek gibi. . . Bu husustaki tafsilat şudur: Şer'an lânet etmenin caiz olduğu insana lânet okumak caizdir. 'Allah, Firavun'a ve Ebû Cehil'e lânet etsin' demek gibi. . . Çünkü bu kimseler küfür üzerinde ölmüşler ve bu durum şer'an da bilinmektedir. Bizim zamanımızda belli bir şahsa lânet okumaya gelince -mesela 'Allah, Zeyd'e lânet etsin! O yahudidir' demek gibi- bu sözde tehlike vardır. Çünkü Zeyd'in yahudilikten dönüp müslüman olma ve Allah nezdinde müslüman olarak ölme ihtimali vardır. O halde onun mel'un olduğuna nasıl hükmedilebilir?
Eğer 'Zeyd hâl-i hazırda kâfir olduğundan dolayı ona lânet okunuyor. Nitekim müslüman bir kimse hâl-i hazırda, müslüman olduğundan dolayı 'Allah ona rahmet etsin' denildiği gibi. . . ' dersen, -her ne kadar bu müslümanın maazallah sonunda dininden dönmesi tasavvur edilebilirse de- bil ki bizim 'Allah ona rahmet etsin!' sözümüzün mânâsı: 'Rahmetin sebebi olan İslâm dini üzere Allah onu sabit kılsın, Allah onu ibadet üzerine daim eylesin' demektir. Fakat 'Allah kâfiri, lanetin sebebi olan küfür üzerinde sabit kılsın' demek mümkün değildir. Çünkü böyle demek -Allah korusun- küfrü istemektir. Küfrü istemek de haddi zatında küfürdür. Caiz olanı şöyle demektir: 'Eğer o küfür üzerine ölmüşse, Allah ona lânet etsin, Eğer İslâm üzere ölmüşse lânet etmesin'. Bu ise gaybdır ve bilinmemektedir. Kayıtsız şartsız lânet okuyan bir kimse ise, küfür veya İslâm arasında bulunuyordur. Bu bakımdan mutlak lânet okumakta tehlike vardır. Fakat kâfir için olsa bile laneti terketmekte hiçbir tehlike yoktur. Madem ki kâfir hakkında bu kaideyi öğrendin, o halde fâsık veya bid'atçı olan Zeyd hakkında böyle olması daha evlâdır. Bu bakımdan belli şahıslara lânet okumakta büyük tehlike vardır. Çünkü belli şahısların durumu durmadan değişmektedir. Ancak sonunda lânete layık olacağı Hazret-i Peygambere bildirilen şahıs olursa durum değişir. Çünkü küfür üzere öleceği bilinen bir kimse için lânet okumak caizdir. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber birtakım kimseleri lânetlemiştir; zira Hazret-i Peygamber, Kureyş için yaptığı bedduada şöyle diyordu:
Ey Allahım! Hişam'ın oğlu Ebû Cehil ve Rabia'nın oğlu Utbe'yi pençe-i kahrınla yakala!. .
Hazret-i Peygamber, bir cemaatin ismini zikretti ki onların tamamı Bedir savaşında küfür üzere öldürüldüler. Hatta Hazret-i Peygamber âkibeti bilinmeyen bir kimseye de lânet ediyordu. Sonra bu tür lânet etmek Allah tarafından menedildi; zira rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber Maune kuyusunda öğretmen olarak gönderilen ashâb-ı kiramı öldüren kimselere bir ay boyunca (sabah namazının ikinci rek'atinin rükûundan sonra okuduğu) kunut duasında lânet okurdu. 93 Bunun üzerine Allahü teâlâ’nın şu âyeti nâzil oldu:
Senin elinde birşey yoktur. Allah ya onların tevbesini kabul edip onları affeder veya zâlim oldukları için onlara azabeder.
Yani 'Onlar belki müslüman olurlar. Onların melun olduklarını nereden biliyorsun?' Küfür üzerinde öldüğü bizce bilinen bir kimseye de lânet okumak caizdir. Fakat müslüman bir yakınma eziyet vermemek şartıyla. Eğer bir müslüman akrabası rahatsız oluyorsa caiz olmaz. Nitekim rivâyet ediliyor ki; Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Tâife giderken bir kabrin yanından geçti ve kime ait olduğunu Ebû Bekir Sıddîk'tan sordu. Ebû Bekir 'Bu kabir, Allah'a ve Hazret-i Peygambere âsi olan Said b. Âs'ın kabridir' dedi. Bu söz üzerine Amr b. Said öfkelendi ve şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, öyle bir kişinin kabridir ki Ebû Kuhâfe'den (Ebû Bekir'in pederi) daha fazla düşman kellesi vurdu ve misafirlere daha fazla yemek yedirdi'. Bunun üzerine Ebû Bekir 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adam bana karşı bunu nasıl söyler?' dedi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Amr'a hitaben şöyle dedi: 'Ebû Bekir'e karşı dilini tut!' Amr uzaklaştıktan sonra Hazret-i Peygamber, Ebû Bekir'e yönelerek şöyle dedi:
Ey Ebû Bekir! Kâfirlerden bahsettiğiniz zaman umumî bir şekilde bahsediniz. Çünkü isim zikrettiğiniz zaman evlâtlar babaları için kızarlar. 95
Bunun üzerine halk, artık hususî bir şekilde kâfirleri zikretmekten menolundu.
Nuayman96 şarap içti ve birkaç defa Hazret-i Peygamber'in huzurunda cezalandırıldı. Bunun üzerine ashâbdan biri 'Allah ona lânet etsin! Ne çok içiyor' dedi. Bu sözü işiten Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ey kişi! Kardeşinin aleyhinde şeytana yardımcı olma! Başka bir rivâyet şöyledir:
Böyle söyleme! Çünkü Nuayman, Allah'ı ve Peygamber'i sever. 97
İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber lânet okuyanı, lanetten menetmiştir. Hazret-i Peygamberin bu yasağı belli bir fâsığa dahi lânet okumanın caiz olmadığına delâlet eder. Kısacası belli şahıslara lânet okumakta tehlike vardır. Bundan her Mü'min sakınmalıdır. İblis'e dahi lânet okumasa, okumayan için hiçbir tehlike yoktur. Artık İblis'ten başkasına lânet okumanın keyfiyeti düşünülsün!. . .
Soru: Yezid'e lânet okumak caiz midir? Çünkü o Hazret-i Hüseyin'in katilidir veya Hazret-i Hüseyin'in öldürülmesini emretmiştir. 98
Cevap: Yezid'in Hazret-i Hüseyin'i öldürmesi veya öldürülmesini emrettiği sabit değildir. Bu bakımdan böyle yaptığı sabit olmadıkça 'Yezid, Hazret-i Hüseyin'i öldürdü' veya 'Onun öldürülmesini emretti' demek bile caiz değildir. Acaba böyle demek caiz değilse ona lânet okumak nasıl caiz olur? Çünkü müslüman bir kimseyi tahkik ve tedkiksiz büyük bir günaha nisbet etmek caiz değildir. Evet 'İbn Mülcem Hazret-i Ali'yi, Ebû Lu'lu Hazret-i Ömer'i öldürdü' demek caizdir. Çünkü bu olaylar tevatür yoluyla sabit olmuştur. Bu bakımdan hiçbir müslümana fısk veya küfür sıfatını, tahkik ve tedkik etmeksizin yakıştırmak caiz değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kimse kimseyi ne küfürle ne de fıskla suçlamasın! Çünkü o kişi, suçlayanın dediği gibi değilse, o suç suçlayana döner. 99
Bir kişi, başka bir kişinin küfrüne şahidlik ederse, muhakkak onlardan biri o küfrü alır. Eğer 'kâfirdir' dediği kişi hakîkaten dediği gibi ise, bu hüküm doğrudur. Eğer kâfir değilse, başkasını tekfir ettiğinden dolayı kendisi kâfir olur!100
Bu hadîs-i şerifin mânâsı şudur: Karşıdaki insanın müslüman olduğunu bildiği halde onu tekfir ederse kâfir olur. Eğer bir bid'atten veya başka bir şeyden dolayı onun kâfir olduğunu zannederse ve ona kâfir derse (haddi zatında o da kâfir değilse) bu sefer böyle diyen kâfir değil, yanılmış olur.
Muaz der ki: Hazret-i Peygamber bana şöyle dedi:
Ey Muaz! Bir müslümana küfretmekten veya âdil bir imama (devlet başkanına) isyandan seni menediyorum. 101
Ölülere lânet okumak daha da şiddetlidir. Mesrûk der ki: Hazret-i Aişe'nin huzuruna girdim. Aişe validemiz 'Filân adam ne yapıyor? Allah ona lânet etsin!' dedi. Cevap olarak ona 'O öldü!' deyince, bu sefer Aişe validemiz 'Allah ona rahmet etsin!' dedi. Ben 'Bu nasıl oluyor? (Bir lânet okuyorsun, bir rahmet) ' dedim.
Cevap olarak şöyle dedi:
Sakın ölülere küfretmeyin. Çünkü onlar daha önce Allah'ın huzuruna gönderdikleri amellerinin üzerine gitmişlerdir. 102
Hazret-i Peygamber başka bir hadîsinde şöyle buyurmuştur:
Ölülere sövmeyin! Çünkü siz bu sövmekle dirileri üzmüş olursunuz. 103
Ey insanlar! Ashâbım, arkadaşlarım ve dünürlerim hakkında beni koruyup gözetiniz. Onlara sövmeyiniz. Ey insanlar! Kişi öldüğü zaman onun hayırlı taraflarını anınız. 104
Soru: Acaba 'Hazret-i Hüseyin'in katiline Allah lânet etsin!' veya 'Onu öldürmeyi emredene Allah lânet etsin!' demek caiz midir?
Cevap: Doğrusu şöyle demektir: 'Hazret-i Hüseyin'in katili; eğer tevbe etmeden ölmüş ise, Allah ona lânet etsin'. Çünkü Hazret-i Hüseyin'in katilinin tevbe ettikten sonra ölmüş olma ihtimali vardır; zira Hazret-i Peygamberin amcası Hazret-i Hamza’nın katili Vahşî, onu öldürürken kâfirdi. Sonra gelip yaptıklarından ve küfründen tevbe etti. Bu bakımdan bir müslümanı öldürmek büyük bir günahtır. Bu günah küfür mertebesine varmaz. Bu bakımdan kişi, Hazret-i Hüseyin'in katiline 'eğer tevbe etmemişse' şeklinde değil de mutlak bir şekilde lânet okursa, bu okuyuşta tehlike vardır. Fakat Hazret-i Hüseyin'in katiline lânet okumazsa hiçbir tehlike yoktur. O halde susmak daha evlâdır.
Biz bu hususları halkın lânet hususundaki gevşekliğinden ve dilini başıboş bırakmasından dolayı belirttik. Mü'min bir kimse çok lânet okuyan bir kimse olamaz. Bu yüzden lânet, ancak küfür üzerine ölen kimseler hakkında veya vasıflarıyla bilinenler hakkında kullanılmalı. . . Belli şahıslar hakkında değil! Bu bakımdan belli şahıslara lânet etmek yerine Allah'ı anmak daha iyidir. Eğer bu da yoksa, susmakta selâmet ve kurtuluş vardır.
Mekkî b, İbrahim şöyle anlatıyor: "Biz, İbn Avn'ın yanında oturuyorduk. Bu arada Bilâl b. Ebi Burde'den105 bahsettiler ve kendisine lânet okudular. Aleyhinde atıp tuttular. İbn Avn da susmuştu. Dediler ki: 'Ey İbn Avn! Biz ancak Bilâl'in sana yapmış olduğu zulümden dolayı aleyhinde konuşuyoruz! (Sen niçin sükût ediyorsun?) ' İbn Avn cevap olarak dedi ki:
"Bu iki kelime kıyâmet gününde benim amel defterimden çıkacaktır:
1. Lâ ilâhe illâllah.
2. Allah filan adama lânet etsin!
Bu bakımdan benim sahifemden 'Lâ ilâhe illâllah'ın çıkması 'Allah filâna lânet etsin5 sözünün çıkmasından daha iyidir".
Bir zat Hazret-i Peygambere dedi ki: 'Bana nasihatta bulun!' Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Sana lânetçi olmamanı tavsiye ederim. 106
İbn Ömer şöyle demiştir: 'Allah nezdinde insanların en sevimsizi, halka ta'neden ve lânet okuyanlardır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'müslümana yapılan lânet, onu öldürme ile eşittir!' Hammad b. Zeyd, bu sözü rivâyet ettikten sonra şöyle demiştir: "Ben 'bu söz hadîs-i merfu'dur' demekten zerre kadar çekinmem".
Ebû Katâde'den şöyle söylediği rivâyet ediliyor: Geçmiş zamanda şöyle deniliyordu: 'Bir Mü'mine lânet okuyan onu öldürmüş gibidir'. Bu söz aynı zamanda Hazret-i Peygambere isnâd edilen merfû bir hadîs olarak da nakledilmiştir. 107
Bir insanın aleyhinde beddua etmek de mesuliyet bakımından lânete yakındır. Hatta zâlimin aleyhinde beddua etmek bile böyledir. İnsanın meselâ 'Allah ona sıhhat vermesin, 'Allah ona selâmet vermesin' demesi ve benzeri sözler gibi. . . Çünkü böyle söylemek kötüdür. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:
Mazlum bir kimse muhakkak zâlimin zulmüne karşılık verecek kadar beddua eder. Sonra kıyâmet gününde zâlimin hakkı onun yanında fazla bile kalır!108
86) Tirmizî
87) Tirmizî, Ebû Dâvûd
88) Müslim
89) İbn Eb'id-Dünya
90) Müslim
91) İbn Eb'id-Dünya
92) Müslim
93) Buhârî ve Müslim
94) Hazret-i Peygamber BVr-i Matine de otuz kadar sahâbîyi öldürenlere, sabahları bedduada bulunuyordu. Buhârî ve Müslim'in diğer bir rivâyetinde bir ay devamlı Ra'l ve Zekvan kabilelerine beddua ettiği kayıtlıdır. Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle rivâyet etmişlerdir: Sabah namazında okuduktan sonra tekbir getirir, başını kaldırır ve şöyle derdi: 'Ey Allahım Lâhyan ve RaTa lanet et'. Sonra Al-i İmrân sûresinin 128. âyeti nazil olunca, Hazret-i Peygamber lânet etmeyi terketmiştir. (İthaf us-Saade, VII/486) İbn Abdilberr
98) Yezid'in Hazret-i Hüseyin'i bizzat öldürmediği açıkça ortadadır. Fakat öldürülmesini emredip etmediğinde ihtilâf vardır.
99) Buhârî, Müslim
100) Deylemî
101) Ebû Nuaym
102) Buhârî
103) Tirmizî
104) Deylemî
105) Bilâl, Ebû Bürde'nin, o da Ebû Musa el-Eş'ârî'nin oğludur. Künyesi Ebû Amr olan bu zat, Basra'nın hem emîri, hem de kadısı idi. Uzun zaman vali lik yapmıştır.
106) İmâm-ı Ahmed, Taberânî
107) Müslim, Buhârî
24-5
Teganni Etmek ve Şiir Okumak
Biz Sema kitabında teganninin helâl ve haram kısımlarını belirtmiştik. Bu bakımdan ikinci bir defa tekrar etmeye gerek görmüyoruz. Şiir'e gelince, o bir konuşmadır. Güzeli güzel, çirkini çirkindir. Ancak kendini sadece şiire vermek kötüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Yemin ederim ki birinizin içi irin ile dolarsa, bu durum içinin şiirle dolmasından daha hayırlıdır. 109
Mesruk'a şiir hakkında soruldu. Mesruk bu suali çirkin gördü. Kendisine 'Neden bunu çirkin gördün?' denildiği zaman şu cevabı verdi: 'Ben, amel defterimde şiir bulunmasını istemiyorum'.
Seleften birisine şiirden birşey soruldu. Sorana 'Onun yerine Allah'ın zikrini koy! Çünkü Allah'ın zikri şiirden daha hayırlıdır' dedi. Kısacası şiir inşad etmek (okumak) ve temelinden inşâ etmek haram değildir, eğer içinde müstehcen bir söz yoksa. . . Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'muhakkak şiirin bir kısmı hikmettir'. 110
Evet! Şiirin maksadı övmek, kötülemek ve kadınların vasıflarından bahsetmektir. Bazen buna yalan da katılır. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ensa'dan Hasan b. Sahife kâfirlere şiirleriyle taarruz etmesini emir buyurmuştur. Şairin medh u senada ileri gitmesi her ne kadar yalansa da haramlık bakımından yalan sınıfına girmez. Nitekim şair el-Mütenebbî şöyle demiştir:
Eğer onun elinde ruhundan başka birşey yoksa, ruhunu vermek suretiyle cömertlik yapar.
Bu nedenle ondan isleyen bir kimse Allah'tan korksun!
İşte şairin bu sözü, cömertliğin son zirvesini vasfetmekten ibarettir. Eğer şairin övdüğü kişi cömert değilse şair yalancıdır. Eğer cömertse, mübalağa etmek şiir sanatındandır. Şairin buna inanması gerekmez. Hazret-i Peygamber'in huzurunda birçok beyitler inşâd edilmiştir. Eğer onlar tedkik edilirse, onlarda da bunun benzeri şeyler bulunur. Oysa Hazret-i Peygamber onu söyleyen şairi menetmemiştir. 111
Hazret-i Aişe şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber ayakkabılarını tamir ediyordu. Ben de yün eğiriyordum. Hazret-i Peygamber'in alnının terlemeye başladığını gördüm. Bu ter nûra dönüşüyordu. Bu durum karşısında dilim tutuldu ve şaşkın şaşkın baktım. Bu durumumu gören Hazret-i Peygamber 'Neden hayrete düştün?' dedi. Cevap olarak dedim ki: 'Ey Allah'ın Resulü! Alnından ter akmaya başladı. Sonra o terin nûra dönüştüğünü gördüm. Eğer Ebû Kebir el-Huzelî' (meşhur bir şairdir) seni görseydi senin onun şiirine konu olmaya herkesten daha lâyık olduğunu anlardı'. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ey Âişe! Ebû Kebir el-Huzelî şiirinde ne diyor?' 'O şiirinde şöyle diyor dedim:
Övdüğüm insan hayz kanının kalıntılarından, emziren kadının çirkin durumundan ve miğyel hastalığından uzaktır. 112
Onun yüzünün hatlarına baktığın zaman o hatlar su serpen bulutun berraklığı gibi parlar.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) elindekini bıraktı ve benim yanıma gelip sevincinden iki gözümün ortasından öptü ve şöyle dedi:
Ey Âişe! Allah sana hayrı mükâfat olarak versin. Benim senden aldığım sevinç gibi (kadar) , sen benden sevinç almış değilsin. 113
Hazret-i Peygamber, Huneyn savaşında ganimeti taksim ederken Abbas b. Murdas'a dört deve verdi. Abbas bunları az görüp bir şiirinde bu durumdan şikayet etti ve o şiirin sonunda şunlar vardır:
Benim ve atım Ubeyd'in aldığı ganimeti, Uyeyne ve Akrâ arasında taksim mi ediyorsun?
Bedir ve Habis114 hiçbir toplantıda Mirdas'a efendilik yapmamışlardır.
Ben onlardan herhangi bir kişinin altında değilim.
Bugün mertebesi düşürülen bir insan artık hiçbir zaman yükselemez.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Bunun dilini benden kesiniz.
Bu emir üzerine Ebû Bekir (radıyallahü anh) , Abbas'ı götürüp istediği yüz deveyi kendisine verdi. Sonra Hazret-i Peygamberin huzuruna herkesten daha fazla Hazret-i Peygamber'den razı olarak döndü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber kendisine 'Benim aleyhimde şiir mi söylüyorsun?' dedi. Abbas bu tenkide karşı Hazret-i Peygamber den özür dileyerek şöyle dedi: 'Annem ve babam cana fedâ olsun! Karıncaların üremesi gibi dilimin üzerinde şiirin yürüdüğünü hissediyorum. Sonra karıncaların ısırdığı gibi beni ısırıyor. Bu bakımdan şiir söylemekten kendimi alamıyorum'. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurdu:
Deve, inlemeyi veya bağırmayı bırakmadıkça Arap da şiiri bırakmaz. 115
108) Tirmizî, (Hazret-i Âişe'den bir benzerini)
109) Müslim
110) İlim bölümünde geçmi
111) Meselâ Ka'b b. Zübeyr Mekke'nin fethinden sonra Hazret-i Peygamber'in huzuruna gelip müslüman olduğu zaman meşhur 'Bânet Suadû' kasidesini inşa ederek irticalen okumuştur. O kasidede teşbih ve mübalâğa fazla olmasına rağmen Hazret-i Peygamber onu susturmamış ve sonunda hırkasını çıkarıp Ka'b'a vermiştir.
112) Miğyel hastalığı, cahiliyye devrinde emzikli kadının kocasıyla yatması halinde sütünün bozulacağı ve çocuğun hasta olacağı inancıyla ilgilidir.
113) Beyhakî
114) Bedir ve Habis, Uyeyne ile Akra'nın babalarıdır. Mirdas da şairin babasıdır.
Şaka Yapmak
Mizahın esası kötüdür. İstisna edilen az bir miktarı hariç yasaklanmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kardeşine karşı mirâ'ya (cedele) girişme! Onunla şaka yapma!116
Soru: Mirâ (cedel) , arkadaşın yalanlaması veya cahillikle itham edilmesi olduğu için mirâda arkadaşa eziyet vermek vardır. Fakat şakalaşmaya gelince, o (bilindiği gibi) lâtife yapmak, sevindirmek ve kalbi hoşnut etmektir. Öyleyse neden yasaklanmıştır?
Cevap: Yasaklanan, ancak şakada ifrata kaçmak veya daimî bir şekilde şakalaşmaktır. Daimî bir şekilde şakalaşmanın yasaklanmasına gelince, böyle yapmak, oyunla meşgul olmak ve fuzulî hareketlerle vakit geçirmek demektir. Evet! Oynamak mübahtır. Fakat daimî şekilde şakalaşmak ve oynamak kötüdür. Oynamakta ifrat etmeye gelince, böyle yapmak, fazla gülmeyi, fazla gülmek de kalbi öldürür ve bazı hallerde de kin gütmeye sebep olur. Böylece hürmet ve vakar ortadan kalkar. Bu bakımdan bu gibi hareketlerden uzak olan şaka kötülenemez. Nitekim Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet edilmiştir:
Muhakkak ben (de) şaka yaparım. Fakat haktan başkasını söylemem. 117
Ancak şaka yapıp haktan başkasını söylememeye, Hazret-i Peygamber'in benzerleri güç yetirebilirler. Diğerleri ise mizah kapısını açtığı zaman, nasıl mümkün ise o yoldan halkı güldürmeye çaba sarfeder. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kişi, yanında oturan arkadaşlarını güldürmek için bazen bir söz söyler. O söz yüzünden Süreyya yıldızından daha uzak bir mesafeden ateşin içerisine yuvarlanır. 118
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Gülmesi çok olanın heybeti azalır. Mizah yapan kıymetini kaybeder. Kim birşeyi fazla yaparsa onunla tanınır. Konuşması fazla olanın hatası çoğalır. Hatası çok olanın hayası azalır. Hayası azalanın takvası azalır. Takvası azalanın da kalbi ölür'.
Bir de gülmek, âhiretten gâfil bulunmaya delâlet eder. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak çok ağlar, az gülerdiniz. 119
Biri kardeşinin (güldüğünü görünce) şöyle sordu:
-Ey kardeşim! Cehenneme varacağın, Kur'ân'da sana haber verildi mi?
İçinizden hiçbir kimse istisna edilmemek üzere mutlaka cehenneme varacaktır. Bu, Allahü teâlâ'nın katında kesinleşmiş bir hükümdür. (Meryem/71)
-Evet, haber verildi.
-Senin ateşten çıkacağına dair sana herhangi bir haber geldi mi?
-Hayır, gelmedi.
-O halde neden gülüyorsun?
Deniliyor ki: Bu adamcağızın ölünceye kadar güldüğü görülmedi.
Yûsuf b. Esbat şöyle dedi: 'Hasan-ı Basrî otuz sene gülmedi'. Denildi ki: 'Ata es-Sülemî kırk sene gülmedi'.
Vuheyb el-Verd Ramazan Bayramı'nda gülüşen bir grup insana bakarak şöyle dedi: 'Eğer bunlar Ramazan'da affolunmuşlarsa, bu yaptıkları şükredenlerin fiili değildir. Eğer bu mübarek ayda af olunmamışlarsa, bu yaptıkları korkanların yaptığı değildir!'
Abdullah b. Ebî Ya'la şöyle demiştir: 'Sen güler misin? Oysa bugün kefenin, bezcinin tezgâhından çıkmıştır'.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kim güldüğü halde bir günah işlerse, cehenneme ağladığı halde girecektir'.
Muhammed b. Vası şöyle demiştir: "Sen cennette ağlar bir insanı görürsen onun bu durumuna şaşmaz mısın?" Cevap olarak 'evet' denildi. Devamla şunları söyledi: "İşte sonunun nereye varacağını bilmediği halde gülen bir kimsenin durumu bundan daha şaşırtıcıdır".
İşte buraya kadar söylediklerimiz gülmenin âfetleridir. Gülmenin kötü olan kısmı insanın birçok vaktini alan gülmektir. Gülmenin iyi kısmı dişler görünecek derece de tebessüm etmektir. Nitekim Hazret-i Peygamberin gülmesi böyle idi.
Muaviye'nin azadlısı Kasım şöyle anlatır: Bir bedevî Hazret-i Peygamber'e ürkek bir devenin sırtında olduğu halde gelip selâm verdi. Hazret-i Peygamber'e birşey sormak için yaklaşmak istediğinde deve ürkerek kaçtı. Bu manzara karşısında ashâb-ı kirâm güldüler. Deve ise bu huysuzluğunu birkaç defa tekrarladı. Sonra adamcağızı düşürüp ölümüne sebebiyet verdi, 'Ey Allah'ın Rasûlü! O göçebe devesinin sırtından düşüp öldü' dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Evet (o öldü, fakat) sizin de ağızlarınız onun kanıyla dopdolu olduğu halde!120
Mizahın vakarı düşürdüğü hususuna gelince, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu hususta şöyle demiştir: 'ınizah yapan bir kimse hafif görülür'.
Muhammed b. Münkedir der ki: "Annem bana 'Ey oğul! Çocuklarla şakalaşma ki onların yanında kıymetin düşmesin' dedi".
Said b. el-As, oğluna şöyle dedi: 'Şerefli bir kimse ile alay etme. Çünkü böyle yaptığın takdirde o senden nefret eder. Rezil bir kimse ile de şakalaşma; zira onunla şakalaştığın takdirde sana karşı cüretkâr olur'.
Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: 'Allah'tan korkun, ve mizah yapmaktan kaçının. Mizah kin gütmeye ve kötülüğe sürükler! Kur'ân ile konuşun ve Kur'ân'ın gölgesinde oturun. Eğer Kur'ân size ağır gelirse o zaman erkeklerin konuşmasından güzel bir konuşma yapın'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'ınizaha neden mizah denildiğini bilir misiniz?' 'Hayır, bilmeyiz!' dediler. Hazret-i Ömer 'Çünkü o (mizah) sahibini haktan kaydırır. Onun için ona kaydırmak mânâsına gelen 'ınizah' kelimesi ad olarak verilmiştir'. Denildi ki: 'Herşeyin tohumu vardır. Düşmanlığın tohumu da mizah yapmaktır'.
Deniliyor ki: 'ınizah, yasağı ortadan kaldırır ve dostları ayırır'.
İtiraz: Mizah yapmak hem Hazret-i Peygamber'den, hem de ashâb-ı kirâmdan nakledilmiştir. O halde nasıl olur da mizah yasak olabilir?
Cevap: Eğer Hazret-i Peygamber'in ve ashâbının yaptığına gücün yetiyorsa, yani mizah yaparken haktan başkasını söylemiyorsan, hiçbir kalbi kırıp üzmüyorsan, mizahta ifrat etmiyorsan, arada sırada yapıyorsan o zaman sen de mizah yapabilirsin.
Mizahı sanat edinerek devam edip ifrat derecede şakalaşmaya dalan bir kimseye gelince, böyle bir kimse Hazret-i Peygamberin fiilini kendisine delil edinirse yanılmış olur. Çünkü bir kimsenin misâli, bütün gün kıbtîlerle gezip onların oyunlarını seyreden, sonra bu yaptığının mübah olduğuna, seyretme izninin verilmesini delil getiren bir kimsenin durumuna benzer. Bu çeşit delil getirmek yanlıştır. Çünkü küçük günahlardan bir kısmı vardır ki onlara devam edilir ve ısrar ile yapılırsa onlar büyük günaha dönüşürler. Bir kısım mübahlar da vardır ki onlara devam edildiği için küçük günahlara dönerler. O halde bu durumdan gâfil olmak uygun değildir!
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet eder ki ashâb-ı kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi şaka yapıyorsun?' dedikleri zaman Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
Ben her ne kadar sizinle şakalaşırsam da haktan başkasını söylemem. 121
Ata der ki: Adamın biri İbn-i Abbâs'a şöyle sordu: 'Hazret-i Peygamber şaka yapar mıydı?' İbn-i Abbâs 'Evet, yapardı' dedi. Adam 'Acaba Hazret-i Peygamberin mizahı nasıldı?' diye sordu. İbn-i Abbâs da şöyle cevap verdi: Hazret-i Peygamber bir gün zevcelerinden birisine geniş bir elbise giydirerek ona şöyle dedi:
Bu elbiseyi giy, Allah'a hamdet! Gelinlerin gelinliklerinin eteğini yerlerde sürüdükleri gibi eteğini yerlerde sürü!122
Enes (radıyallahü anh) der ki: 'Hazret-i Peygamber hanımlarıyla beraber olduğu zaman, insanların en sevimlisi ve en şakacısıydı'. Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber pek fazla tebessüm ederdi. 123
Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: Bir ihtiyar kadın Hazret-i Peygamber'e geldi.
Hazret-i Peygamber ona 'İhtiyar kadınlar cennete giremezler' dedi. Bu söz üzerine kadıncağız hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hazret-i Peygamber, kadına "Sen (merak etme) o gün ihtiyar olmayacaksın. Çünkü Allahü teâlâ 'Biz (oradaki) kadınları da yeniden bir güzel inşâ etmişiz. Onları bâkireler yapmışızdır. Hep, yaşıt sevgililer; sağın adamları için kızlar, kocalarına aşık yaşıtlar yaptık' buyurmuştur". (Vâkıa/35-38)
Zeyd b. Eslem der ki: Ümmü Eymen adlı bir hanım Hazret-i Peygamber'e geldi ve dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kocam sizi dâvet ediyor'. Hazret-i Peygamber şöyle sordu:
-Kocan kimdir? Yoksa o gözünde beyazlık olan mıdır?
-Ey Allah'ın Rasûlü! Yemin olsun, kocamın gözünde beyazlık yoktur.
-Evet, evet! Onun gözünde beyazlık vardır! Hiç bir insan yoktur ki gözünde beyazlık olmasın!
Hazret-i Peygamber, bu sözüyle İnsan oğlunun gözbebeğini kapsayan beyazlığı kastediyordu. Başka bir hanım daha geldi ve dedi ki:
-Ey Allah'ın Rasûlü! Beni bir deveye bindir (bana bir deve ikram et) .
-Hayır! Seni deveye değil de yavrusuna bindireceğim.
-Ben devenin yavrusunu ne yapayım? O beni taşıyamaz ki!
-Ey kadın! Hiçbir deve yoktur ki başka bir devenin yavrusu olmasın!125
Hazret-i Peygamber bu sözüyle şaka yapmıştır. Enes der ki: Ebû Talha'nın bir oğlu vardı. Adı Ebû Umeyr idi. Hazret-i Peygamber onların evine geldiğinde çocukla şöyle şakalaşıyordu:
Ey Ebû Umeyr! Nuğay (Kuş yavrusu) ne yaptı (ne oldu?) 126
Hazret-i Peygamber bu sözüyle Ebû Umeyr'in oynadığı bir kuş yavrusunu kastediyordu.
Hazret-i Âişe şöyle anlatıyor: 'Bedir savaşına Hazret-i Peygamber ile beraber gittim. Bana dedi ki:
Gel seninle yarışalım!
Bunun üzerine ben elbisemi belime sıkı bir şekilde bağladım. Sonra bir çizgi çizdik. Onun üzerinde durduk ve yarıştık. O beni geçti ve şöyle dedi: İşte bu geçişim senin Zülmecaz'daki geçişine karşılık olsun'. 127
Zülmecaz'daki hâdise şöyle cereyan etti: "Biz oradayken Hazret-i Peygamber bir gün bize geldi. Ben o zaman daha gencecik bir kızdım. Babam beni birşey için göndermişti. Hazret-i Peygamber 'onu bana ver' dedi, Ben vermedim ve Hazret-i Peygamber'den koşarak uzaklaştım. Hazret-i Peygamber beni tutmak için arkamdan koştuysa da bana yetişemedi". Yine Hazret-i Âişe şöyle anlatıyor: "Hazret-i Peygamber benimle yarıştı ve kendisini geçtim. Daha sonra kilo aldığımda tekrar benimle yarıştı ve bu sefer beni geçerek şöyle dedi: İşte bu (günkü galibiyet) , o (günkü mağlûbiyet) in yerine olsun". 128
Yine Aişe validemiz şöyle anlatıyor: "Hazret-i Peygamber ile zevcesi Zem'a'nın kızı Sevde hücremde bulunuyorlardı. Harire (bulamaç aşı) denilen yemeği yapıp takdim ettim. Sevde'ye 'ye!' dedim. Sevde (radıyallahü anh) 'Bu yemeği sevmiyorum, yemem!' dedi. Ben 'Yemin ederim ya yiyeceksin veya yüzüne süreceğim' diye ısrar ettim. İmkânı yok, yiyemem' deyince, ben elimle tabaktan birşey aldım ve Sevde'nin yüzünü onunla sıvadım. Hazret-i Peygamber, Sevde benden intikamını alsın diye mübarek dizlerini alçalttı. Bu sefer Sevde tabaktaki bulamaç aşından biraz aldı ve yüzüme sürdü. Hazret-i Peygamber ise bu manzara karşısında tebessüm ediyordu". 129
Rivâyet ediliyor ki Dahhâk b. Süfyân el-Kilâbî (radıyallahü anh) çirkin yüzlü, kısa boylu bir zattı. Hazret-i Peygamber'e biat ettiği zaman Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Benim yanımda iki hanımım vardır. Bu kızdan daha güzeldirler. -Bu sözü, örtünmeyi emreden âyet nâzil olmadan önce söyledi- Senin için onların birisini boşayayım da onunla evlen' dedi. Aişe validemiz de orada oturmuş dinliyordu. (Kızarak) şöyle dedi: 'O kadın mı daha güzel, sen mi?' Dahhâk (radıyallahü anh) 'Ben ondan daha güzel ve şerefliyimdir' cevabını verdi. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Aişe'nin sorusuna güldü. Çünkü o zat çirkin yüzlüydü". 130
Alkame, Ebû Seleme'den şöyle rivâyet ediyor: 'Hazret-i Peygamber dilini çıkararak Hazret-i Ali'nin oğlu Hasana gösterirdi. Çocuk onun mübarek dilini görünce sevinir ve ona doğru koşardı. Uyeyne b. el-Fezârî131 'Allah'a yemin ederim ki evlenmiş ve sakalı bitmiş oğlum vardır. Bugüne kadar kendisini öpmüş değilim' dedi. Bu söze karşılık olarak Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki acımayana acınmaz!132
Bu şakaların çoğu kadınlarla çocuklara karşı yapılmıştır. Bu tür lâtife, istihzaya meyletmeksizin, onların kalplerinin Hazret-i Peygamber tarafından tedavi edilmesidir. Hazret-i Peygamber, gözü ağrıdığı halde hurma yiyen Süheyb'e bir ara şöyle dedi:
Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?
Süheyb 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben ağrımayan tarafla yiyorum' dedi. Bu söz üzerine Hazret-i Peygamber tebessüm etti. Bu hadîsin râvilerinden biri der ki: 'mübârek azı dişleri görünecek derecede tebessüm ettiğini gördüm'. 133
Rivâyet ediliyor ki, Havvat b. Cübeyr el-Ensârî Mekke yolunda Benî Ka'b kabilesinin kadınlarıyla otururken Hazret-i Peygamber çıkageldi ve şöyle dedi:
Ey Ebû Abdullah! Kadınlarla işin ne?
'Bu kadınlar benim serkeş devem için bir ip örüyorlar da onun için yanlarında oturuyorum' dedi. Bu sözden sonra Hazret-i Peygamber, ihtiyacı için dışarı gitti. Sonra döndü ve şöyle dedi:
Ey Ebû Abdullah! O deve hâlâ serkeşliği bırakmamış mı?
Havvat der ki: Sustum ve utandım. Bundan sonra Hazret-i Peygamber'i her gördüğümde utancımdan kaçıyordum. Sonra Medine'ye geldik. Birgün câmide namaz kılarken beni gördü. Yanıma oturdu, ben de namazı uzattım. Bana 'Uzatma! Seni bekliyorum' dedi. Selâm verdiğim zaman şöyle dedi: 'Ey Ebû Abdullah! Acaba o deve daha serkeşliğini bırakmamış mı?' Havvat der ki: Susup utandım. Hazret-i Peygamber gitti. Hazret-i Peygamber'den kaçıyordum. Ta ki birgün bana yetişti. Bir merkebe binmiş, iki ayağını bir tarafa sarkıtmıştı. Bana şöyle dedi: 'Ey Ebû Abdullah! Acaba o deve hâlâ serkeşliğini bırakmadı mı?' Cevap olarak dedim ki: 'Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim. O deve, müslüman olduğundan bu yana serkeşlik yapmamıştır!' Bunun üzerine şöyle dedi:
Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ey Allahım! Ebû Abdullah'a hidayet et!
Râvi der ki: 'Bu duadan sonra Ebû Abdullah'ın İslâm'ı güzelleşti ve Allah ona hidayet etti'.
Nueyman el-Ensârî134 şakacı bir kimseydi. Medine'de içki içer, yakalanıp Hazret-i Peygamber'e getirilirdi. Hazret-i Peygamber ceza olarak ayakkabısı ile ona vururdu. Ayakkabıları ile onu dövmelerini ashâbına da emrederdi. Bu durum çoğaldığında ashâbdan birisi Nueyman'a 'Allah sana lânet etsin' dedi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) o lânet okuyan zata 'Sakın böyle deme! Çünkü Nueyman, Allah'ı ve Peygamberi sever' dedi. Nueyman, Medine'ye yeni çıkan bir meyve veya süt geldi mi hemen ondan alır, Hazret-i Peygamber'e getirirdi ve şöyle derdi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu senin için satın aldım ve sana hediye ediyorum'. O malın sahibi bilâhare gelip malının bedelini Nueyman'dan isteyince, onu Hazret-i Peygamber'e getirip şöylederdi:
'Ey Allah'ın Rasûlü! Adamcağıza malının bedelini versene'. Hazret-i Peygamber 'Ey Nueyman! Sen onu bize hediye etmedin mi?' derdi. Nueyman 'Ya Rasûlüllah! Yanımda para yoktu. Senin de ondan yemeni istiyordum, onun için alıp getirdim' derdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber güler, mal sahibinin hakkının verilmesini emrederdi. 135
İşte bunlar sevimli şakalardır. Arada sırada bu tür şakalar yapmak müstehabdır. Daimi şekilde yapmaktan sakınmak gerekir. Bu tür şakalara devam etmek kötüdür, müptezelliktir ve kalbin ölümüne sebep olan gülme ile neticelenir.
115) Tirmizî
116) Tirmizî
117) Daha önce geçmişti.
118) Daha önce geçmişti.
119) Müslim, Buhârî
120) İbn-i Mübârek
121) Tirmizî
122) Irâkî aslına rastlamadığını söyler.
123) Daha önce geçmişti.
124) Zübeyr b. Bekkâr
125) Buhârî, Müslim
126) Ebû Dâvud, Tirmizî
127) Irâkî, Hazret-i Aişe'nin Bedir savaşında Hazret-i Peygamber ile beraber olmadığını kaydeder.
128) Nesâi, İbn Mâce
129) Zübeyr b. Bekkâr
130) Müellefc-i Kulûb'dandır. Huneyn ve Tâif savaşlarına katılmıştır.
Ahmak ve fakat kadri sayılır bir kişi idi. Hazret-i Peygamber'in huzuruna izinsiz girerek edep dışı harekette bulundu. Hazret-i Peygamber sabretti. Katılığına, bedevîliğine ve toyluğuna bağışladı. (İthaf us-Saade) .
131) Zübeyr b. Bekkâr
132) Ebû Ya'lâ
133) Ensar'ın Evs soyundandır. Künyesi Ebû Abdullah veya Ebû Sâlih'dir.
Hazret-i Peygamber'in meşhur süvârilerindendi. Bedir savaşına iştirâk etmiştir.
İbn İshak'a göre Bedir'e katılmamış, fakat ganimetten kendisine pay verilmiştir. Yetmiş dört yaşında olarak hicretin 40. senesinde vefat etmiştir.
134) Adı Nueyman b. Amr b. Rüfâ'dır. Beni Neccar kabilesindendir.
24-6
Alay ve İshihza
Alay etmek, eziyet verici olursa haramdır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey îman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki (alay edilenler, alay edenlerden daha) hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki (alay edilen kadınlar, alay eden kadınlardan daha) hayırlıdırlar. (Hucûrat/11)
Ayetteki 'Sühriye'nin mânâsı, hakir görmek, güldürecek bir şekilde ayıp ve eksik yönüne dikkati çekmek demektir. Bu tür alay, bazen karşıdaki adamın fiil ve sözünü hikâye etmekle olur, bazen de işaret ve îma ile. . . Bu alay, eğer alay edilenin huzurunda ise, adı 'gıybet' değildir, fakat gıybet mânâsını taşır.
Hazret-i Âişe der ki: Bir kişinin durumunu hikâye ettim. Hazret-i Peygamber bana şöyle dedi:
Vallahi benim bazı hallerim olmasına rağmen, kalkıp başkası hakkında konuşmak hiç hoşuma gitmez!136
İbn-i Abbâs 'Eyvah bize! Bu kitaba ne oldu ki küçük ve büyük bırakmadan herşeyi sayıp dökmektedir' (Kehf/49) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Küçükten gaye, Mü'mine yapılan alaydan ötürü tebessüm etmektir. Büyükten gaye ise, alaydan ötürü kahkaha ile gülmektir'.
İbn-i Abbâs'ın bu tefsiri, insanlara gülmenin büyük günahlardan olduğuna işarettir.
Abdullah b. Zem'a, yellenen bir kimseye gülenler hakkında Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Bazılarınız yaptığı bir işi başkasında gördüğünde neden gülüyor?137
İnsanlarla alay edenlerin herbiri için cennetten bir kapı açılır. Ona 'gel, gel' denilir. O da (koşa, koşa) o kapıya gelir. Kapıya vardığında kapı yüzüne kapatılır. Sonra başka bir kapı açılır ve ona 'gel, gel' denir. O da koşarak gelir. Kapıya vardığı zaman, yüzüne kapanır ve kendisine kapı açılıp 'gel, gel' denildiği halde ümitsizlikten kapıya gitmeyinceye kadar bu şekilde aldatılır ve kendisiyle alay edilir. 138
Kim, (müslüman) kardeşini işlediği günahından tevbe ettiği halde o günahtan ötürü ayıplarsa, o kimse ölmeden önce o günahı işlemekle cezalandırılır. 139
Bütün bunlar başkasını tahkir etmek, başkasına gülmek ve başkasını küçük görüp alaya almaktan doğar. Nitekim şu âyet buna işaret eder:
Belki (alay ettikleri kimseler) kendilerinden iyidir, (Hucûrat/11)
Yani alay ettiğiniz insanı küçük görerek tahkir etmeyiniz. Belki o sizden daha hayırlıdır. Bu alay, alaydan ötürü üzülüp rahatsız olan bir kimse hakkında haramdır. Kendini maskara haline getiren ve çoğu zaman alaya alınmasından sevinen bir kimseye gelince, alay bu kimse hakkında mizah ve hafif şaka kabilindendir. Bu hafif şakalaşmanın güzel ve çirkin; yani helâl ve haram kısımları daha önce beyan edildi. Ancak haram olan kısım alaya alınan insanın rahatsız olduğu kısımdır. Çünkü tahkir etmek sözkonusudur. Tahkir etmek bazen, karşıdaki insan konuşmasında yanıldığı için veya intizamsız konuştuğu için ona gülmek sûretiyle olur. Bazen de karışık fiillerine gülmek suretiyle olur. Yazısından, sanatından, suretinden, boy ve posunu alaya almak veya herhangi bir ayıptan dolayı eksikliğine gülmek gibi. . . Bütün bunlara gülmek, yasaklanan alay kısmına girer.
137) Buhârî, Müslim
138) İbn Eb'id-Dünya, (Muaz b. Cebel’den mürsel olarak)
139) Tirmizî
135) Zübeyr b. Bekkâr
136) Ebû Dâvud
Sırrı İfşa Etmek
Sırrı açıklamak eziyet, tanıdık ve dostların hakkına karşı gösterilen gevşeklik olduğu için dinen yasaklanmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kişi konuşurken dönüp etrafına bakarsa, onun bu konuşması, konuşmasının dinleyene emânet olduğuna delâlet eder (ifşa etmesi haramdır) . 140
Hazret-i Peygamber, başka bir hadîs-i şerifinde bunu kayıtsız şartsız olarak şöyle ifade etmiştir: 'Aranızdaki konuşma emânettir'. 141
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Arkadaşının sırrını söylemen hainliktir7. Rivâyet ediliyor ki Muaviye, kardeşi Utbe'nin oğlu Velid'e bir sırrını söyledi Velid, babasına dedi ki:
-Ey babacığım! Emîr'ul-Mü'minîn bana bir sırrını söyledi. Ben, emîr'ul-Mü'minîn'in başkasından gizlediklerini senden gizlemediğini görüyorum. (Sana o sırrı söyleyeyim mi?)
- (Ey oğul!) O sırrı bana söyleme! Çünkü sırrı sakladığın müddetçe o senin elindedir. O sırrı açıklarsan artık o senin aleyhinde olur!
-Babacığım! Bu durum baba ile evlat arasına da girer mi?
-Hayır! Böyle birşey evlât ile baba arasına girmez. Fakat ben senin dilini sırları söylemek suretiyle başıboşluğa alıştırmanı istemem!
Velid der ki: (Amcam) Muaviye'ye geldim ve ona bu durumu haber verdim. Bunun üzerine Muâviye bana şöyle dedi: 'Ey Velid! Kardeşim (baban) seni yanlışlığın köleliğinden azat etmiştir. Dolayısıyla sırrı açıklamak hainliktir'.
Eğer bu açıklamada başkasının zarar görmesi sözkonusu ise haram olur. Eğer başkasının zarar görmesi sözkonusu değilse alçaklık olur. Biz daha önce Sohbet Adabı bahsinde sırrı gizlemekle ilgili kaidelerden bahsetmiştik. Burada ikinci bir defa tekrar etmeye gerek görmüyoruz.
140) Ebû Dâvud, Tirmizî
141) İbn Eb'id-Dünya, (Mürsel olarak)
Yalan Va'dde Bulunmak
Muhakkak ki çok kere dil, va'detmeye meyleder. Sonra nefis, çoğu zaman o va'di yerine getirmek istemez. Böylece va'd, yapmamaya dönüşür. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir! Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey îman edenler! (verdiğiniz) sözleri yerine getiriniz. (Mâide/l)
Hazret-i Peygamber'de 'Va'd vergidir'142 (verilmiş mal gibidir, geri alınamaz) buyurmuştur.
Va'd, borç gibidir veya daha üstündür. 143
Hadîsdeki ve'y kelimesi va'd mânâsmdadır. Allahü teâlâ peygamberi İsmail'i överek şöyle buyurmuştur:
Muhakkak İsmail va'dinde sadıktı. (Meryem/54)
Denildi ki: İsmail (aleyhisselâm) bir yerde bir insana söz verdi. O insan, Hazret-i İsmail'e -unuttuğu için- bir daha dönmedi. İsmail (aleyhisselâm) onu beklemek için yirmiiki gün orada kaldı.
Abdullah b. Ömer sekerata (ölüm döşeğine) düştüğü zaman şöyle dedi: 'Kureyşlilerden bir kişi benden kızımı istedi. Benden de va'de benzer bir söz aldı. Allah'a yemin ederim ki ben münâfıklığın üçte biriyle Allah'ın huzuruna gitmek istemiyorum. O halde sizi şahid tutuyorum: 'Ben ona kızımı verdim!'
Abdullah b. Ebî Hansa144 şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber, daha peygamber olmazdan önce ben onunla alışveriş yaptım. Onun bir kısım alacağı bende kaldı ve ona 'Buraya senin alacağını getirip teslim edeceğim' diye söz verdim. O gün unuttum. Ertesi gün de unuttum. Üçüncü gün geldim, hâlâ yerindeydi. Beni görünce şöyle dedi:
Ey genç! Sen bana zahmet verdin! Zira ben üç günden beri burada seni beklemekteyim. 145
İbrahim en-Nehâî'ye şöyle denildi: 'Bir kişi, başkasına buluşma sözü veriyor ve gelmiyor. Acaba öbür kişi ne yapmalıdır?' İbrahim en-Nehâî şöyle cevap verdi: 'Gelecek namazın vaktine kadar bekler',
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir söz verdiği zaman 'Umulur' kaydını eklerdi. İbn Mes'ûd, herhangi bir söz verdiği zaman muhakkak 'Eğer Allah dilerse' kaydını eklerdi ve böyle yapmak daha iyidir. Bu istisnayı yapmakla beraber sözden kesinlik anlaşılırsa muhakkak o sözü yerine getirmek gerekir. Ancak mazeret varsa o zaman durum değişir. Eğer kişi, söz verdiği zaman sözünü yerine getirmemeye niyetliyse işte bu münâfıklığın ta kendisidir. Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberden şöyle rivâyet ediyor:
Üç haslet vardır. Kimde bu üç haslet bulunursa o oruç da tutsa, namaz da kılsa ve ben müslümanım da dese yine münâfıktır:
1. Konuştuğu zaman yalan söylerse,
2. Söz verdiği zaman sözünü yerine getirmezse,
3. Emîn sayıldığı zaman hainlik yaparsa!146
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Dört haslet vardır, kimde o dört haslet bulunursa, o kimse münafıktır ve kimde o dört hasletten biri bulunursa, o kimsede münâfıklıktan bir haslet var demektir. Ta ki o hasleti bırakıncaya kadar!
1. Konuştuğu zaman yalan söylerse,
2. Söz verdiği zaman cayarsa,
3. Ahdettiği zaman hile yaparsa,
4. Başkasıyla cedelleştiği zaman yalan uydurursa. 147
Bu'hadîs-i şerîf, va'dini yerine getirmemek niyetiyle başkasına söz veren veya özürsüz olarak va'dini yerine getirmeyen bir kimse hakkında vârid olmuştur. Sözünü yerine getirmeye azimli olan bir kimseye gelince, kendisini sözünü yerine getirmekten alıkoyan bir özürden dolayı sözünü yerine getirmemişse, bu kimse münâfık olamaz. Her ne kadar nifaka benzer bir duruma düşmüş ise de. . . Fakat münâfıklıktan kaçınıldı ğı gibi sûretinden de kaçınılmalıdır. Kendisini menedecek bir zaruret olmaksızın nefsini mâzur saymak uygun değildir; zira rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ebû Heyseme b. et-Tehya'ya 'bir hizmetçi vereceğim' diye söz vermişti. Bu sözden sonra Hazret-i Peygamber'e üç esir getirildi. Onların ikisini başkalarına verdi. Bir tane kaldı. Bu esnada kızı Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) gelip Hazret-i Peygamber'den bir hizmetçi istedi ve dedi ki: 'Babacığım! Sen el değirmeninin elimde bırakmış olduğu ize bakmaz mısın?' Bu esnada Hazret-i Peygamber, Ebû Heyseme'ye verdiği sözü hatırladı ve şöyle dedi: Ta Ebû Heyseme'ye verdiğim söz ne olacak?' Bu bakımdan Ebû Heyseme'yi, kızı Fatıma'ya -verdiği sözden ötürü- tercih etti. 148
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) oturmuş ve Huneyn'de Havâzin kabilesinden alınan ganimet mallarını taksim ediyordu. Halktan bir kişi gelip Hazret-i Peygamberin yanında durdu ve dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Senin yanında bana verilmiş bir söz vardır'. Hazret-i Peygamber 'Evet! Doğru söyledin! Bu bakımdan dilediğini iste!' dedi. Adam 'Ben seksen koyun ile çobanını istiyorum' dedi. Hazret-i Peygamber 'O istediklerin senin olsun!' dedikten sonra devam etti:
Sen az istedin. Hazret-i Mûsa'yı Hazret-i Yûsuf un kemiklerinden haberdar eden (Mısırlı) kadın, Musa (aleyhisselâm) kendisine 'Ne istersen iste' dediği zaman görüş ve hüküm bakımından senden daha kuvvetli idi; zira dedi ki: 'Benim dileğim; beni gençliğime döndürmen ve seninle birlikte Allah'ın cennetine girmemi temin etmendir'. 149
Denildiğine göre halk bu adamın istediğini az görürdü. Hatta onun istediklerini darb-ı mesel yapıp, 'O seksen koyun ile çobanın sahibinden daha cimridir!' diyorlardı.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hulf (söze sahip çıkmamak) , kişinin söz verip o sözü yerine getirmek niyetinde olduğu halde herhangi bir engelden ötürü sözünü yerine getirememesi değildir. (Hulf, söz verdiği halde yerine getirmemek niyetinde olmaktır) 150
Başka bir lâfızda hadîs şöyledir:
Kişi kardeşine söz verdiği ve o sözünü yerine getirmek niyetinde olduğu halde onu yerine getirme imkânını bulamazsa günahkâr olmaz. (Ebû Dâvud)
141) İbn Eb'id-Dünya, (Mürsel olarak)
142) Taberânî
143) İbn Eb'id-Dünya
144) Amiri soyuna mensup bir zattır. Abdullah b. Ebî Ced'an olduğu da söylenmişse de en kuvvetli rivâyete göre o değildir.
145) Ebû Dâvud
148) Tirmizî
149) İbn Hıbbân, Hâkim
150) Ebû Dâvud, Tirmizî
146) Müslim, Buhârî
147) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr'dan)
İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | DİLİN (Konuşmanın) ÂFETLERİ konusu devamı;