Yalan Söylemek ve Yalan Yere Yemin Etmek
Bu, günahların en çirkinlerinden, ayıpların en fâhişlerindendir.
Hadîsler
İsmail b. Vâsıt şöyle anlatıyor: Ebû Bekir Sıddîk Hazret-i Peygamber'in ölümünden sonra hutbe okurken şöyle dedi: Bir sene önce Hazret-i Peygamber şimdi bulunduğum yerde durdu -sonra Ebû Bekir ağladı- ve şöyle dedi:
Yalandan sakınınız. Çünkü yalan, fısk ve fücurla beraberdir. Bunların ikisi de cehennemdedir. 151
Muhakkak ki yalan, ateşin kapılarından bir kapıdır. 152
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Daha önce şöyle deniliyordu: 'Gizli ile açığın, söz ile fiilin, çıkış ile girişin değişik olması münâfıklıktandır. Üzerinde münâfıklık binâsının yükselmiş olduğu temel yalancılıktır'. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
En büyük hiyanet, din kardeşine haber verdiğin bir sözde o sana inandığı halde senin ona yalan söylemendir. 153
Kul yalan söylemek ve yalancılıkla meşgul olmak sebebiyle Allah katında yalancılardan sayılır. 154
Hazret-i Peygamber, bir koyunun pazarlığını yapıp 'Allah'a yemin ederim, sana şu şu fiattan eksik vermem', 'Allah'a yemin ederim, ben de sana şu şu fiattan fazla vermem' diye yemin eden iki kişinin yanından geçti. Sonra oradan geçerken onlardan birinin koyunu satın aldığını gördü ve şöyle dedi: 'O iki kişiden biri hem günahı, hem de yeminin kefaretini yüklenmiş oldu'. 155
Yalan, rızkı eksiltir. 156
Muhakkak tüccarlar fâsık ve fâcirlerin ta kendisidirler.
'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah, alışverişi helâl kılmamış mıdır?' dediler. Hazret-i Peygamber 'Evet! Alış-verişi helâl kılmıştır. Fakat tüccarlar alışverişte yemin ederler, günahkâr olurlar, konuşurlar, yalan söylerler' dedi. 157
Üç sınıf vardır. Kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onlara (rahmetle) bakmaz:
1. Sadakasıyla minnet eden (başa kakan)
2. Yalan yemin ile malını satan
3. Kibir ve gururdan ötürü eteğini yerlerde sürükleyen. 158
Allah'a yemin eden bir kimse, yeminine bir sivrisinek kanadı kadar yalan katarsa, o yemin kıyâmete kadar onun kalbinde bir (siyah) nokta teşkil eder. 159
Üç sınıf vardır. Allahü teâlâ onları sever:
1. Bir grup arkadaşının içinde bulunup, (düşmana karşı) göğsünü, ölünceye kadar veya Allah kendisine ve arkadaşlarına bir yol açmcaya kadar geren kimseyi,
2. Kendisine eziyet veren kötü bir komşusu olduğu halde ölünceye veya göç edinceye kadar sabredip onun eziyetine göğüs geren kimseyi,
3. Arkadaşları ile yolculuğa veya düşman üzerine giden, yolculuğun kendilerini yorduğu, herkesin yatıp dinlenmeyi arzuladığı bir zamanda, arkadaşları yatarken bir kenara çekilip namaz kılan, arkadaşları uyanmcaya kadar ibadetle meşgul olan kimseyi Allahü teâlâ sever.
Üç grup da vardır ki Allahü teâlâ onlara buğzeder:
1. Fazla yemin eden tüccar,
2. Gururlu olan fakir,
3 Verdiğini başa kakan cimri. 160 Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Başkalarını güldürmek için yalan söyleyen kimseye cehennem vardır. Azap ona olsun, azap ona olsun!161
Rüyamda bir kişi bana geldi ve 'Kalk!' dedi. Onunla birlikte kalktım. Bir de gördüm ki iki kişinin yanındayım. Onlardan biri ayakta, diğeri oturmuş. . . Ayakta olanın elinde çengeller vardı. O çengelleri oturan kişinin ağız boşluğundan geçiriyor, dudakları omuzlarına yetişinceye kadar çengelleri çekip uzatıyordu. Sonra tekrar çekiyordu. Sonra çengeli çıkarıp ağzının öbür tarafına takıyor, onu çektiği zaman, öbür tarafı eskisi gibi oluyordu. Beni kaldırana 'Bu manzara nedir? dedim. Bana dedi ki: 'Şu oturan kişi yalancıdır. Kıyâmete kadar kabrinde bu şekilde azap görecektir. 162
Abdullah b. Cürad163 şöyle anlatıyor: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'min bir kimse zinâ eder mi?' dedim. Hazret-i Peygamber 'Bu bazen olur' dedi. 'Ey Allah'ın Peygamberi! Mü'min bir kimse yalan söyler mi?' deyince Hazret-i Peygamber 'Hayır!' dedikten sonra hemen şu âyet-i celîleyi okudu: 'Yalanı ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte bunlar asıl yalancı olanlardır'. (Nahl/105) 164
Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet ediyor:
Ey Allahım! Kalbimi münâfıklıktan, tenâsül uzvumu zinâdan ve dilimi yalandan temizle. 165
Üç sınıf vardır ki, Allah onlarla ne konuşur, ne de onlara iltifat eder ve ne de onları över veya kalplerini temizler. Onlar için elem verici bir azap vardır:
1. Zina eden evli veya yaşlı bir kimse
2. Yalan söyleyen padişah
3. Gururlu olan bir fakir. 166
Abdullah b. Amr167 şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber evimize geldi. Küçük bir çocuktum. Oynamak için dışarıya çıkmıştım. Annem 'Ey Abdullah! Gel sana bir şey vereceğim' dedi. Hazret-i Peygamber anneme dedi ki:
-Sen ona ne verecektin?
-Hurma verecektim.
-Dikkat et! Eğer ona hurma vermeyecek olsaydın, bu söylediğin defterine yalan olarak geçecekti. 168
Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah bana şu kum taneleri kadar nimet verseydi muhakkak onu aranızda taksim ederdim. Taksim ettikten sonra beni ne cimri, ne yalancı ve ne de korkak olarak görmezdiniz. 169
Hazret-i Peygamber bunu söylerken yaslanmış bulunuyordu. Sonra şöyle devam etti:
'Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? O, Allah'a şirk koşmak ve anne ve babaya isyan etmektir'. Sonra kalkıp oturdu ve şöyle dedi: 'Dikkat ediniz! Büyük günahların en büyüğü yalancılıktır'. 170
İbn Ömer Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder: 'Kul, yalan söylediğinde melek kendisinden bir mil uzaklaşır. Uzaklaşması kişinin söylediğinin pis kokusu nedeniyledir'. 171
Enes, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder: 'Bana altı hasletle kefil olunuz, ben de size cennetle kefil olayım. Ashâb-ı kirâm 'O altı haslet nedir?' diye sorunca şöyle dedi:
1. Sizden birisi konuştuğu zaman yalan söylemesin.
2. Söz verdiği zaman sözünden dönmesin.
3. Emin sayıldığı zaman hıyânet etmesin.
4. Gözünü haram bakıştan korusun.
5. Tenâsül uzvunu zinâdan korusun.
6. Ellerini zulümden uzak tutsun. 172
Yine şöyle buyurmuştur: 'muhakkak şeytanın sürmesi, enfiyesi ve çerezi vardır. Çerezi yalan, enfiyesi öfke, sürmesi ise uykudur'. 173
Hazret-i Ömer birgün hutbe okurken şöyle dedi: 'Ey insanlar! Sizin içinizden buraya çıktığım gibi, Hazret-i Peygamber de bizim içimizden bu makama çıkıp şöyle buyurmuştur:
Benim ashâbıma iyi davranın. Sonra onları tâkip eden tâbiîne de iyi davranın. Sonra yalan yayılacaktır. Hatta kişi, yemine dâvet edilmediği halde kendiliğinden yemin edecektir. Kendisinden şahidlik istenilmediği halde şahidlik yapacaktır. 174
Kim yalan olduğunu bildiği halde benden hadîs rivâyet ederse, o yalancının biridir. 175
Kim yalan yere yemin eder, müslüman bir kişinin malını o yalan yeminiyle haksız olarak elde ederse, böyle bir kimse, Allah'ın huzuruna, Allah kendisine kızgın olduğu halde gelir. 176
Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber bir kişinin şahidliğini -uydurduğu bir yalan yüzünden- reddetmiştir. 177
Yalan ve hâinlik dışında müslümanda her haslet bulunabilir. 178
Aişe validemiz dedi ki: 'Hazret-i Peygamber'in ashâbına, yalandan daha ağır ve zor gelen bir huy yoktu. Hazret-i Peygamber ashâbından bir kişinin yalan söylediğine muttali olursa, onun göğsünden menfi tesiri silinmezdi. Ta ki o kişinin söylediği yalandan tevbe ettiğini bilinceye kadar. . /
Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: 'Yarab! Amel yönünden kullarından hangisi daha hayırlıdır?' Allahü teâlâ 'Yalan söylemeyen, kalbi fısk ve fücur taşımayan ve zinâ etmeyen kul' dedi. 179
Lokmân Hakîm oğluna şöyle dedi: 'Ey oğul! Yalandan sakın! Çünkü yalan serçenin eti gibi tatlıdır; Fakat pek kısa bir zamanda sahibi kendisinden bıkar!'
Hazret-i Peygamber, doğruluk konusunda şöyle buyurmuştur:
Dört haslet vardır. Bunlar sende bulunursa, senin dilinden ne çıkarsa çıksın sana zarar vermez. O dört haslet şunlardır:
1. Doğru konuşmak
2. Emâneti korumak
3. Güzel ahlâk
4. Yemekte afiftik. 180
Ebû Bekir Sıddîk, Hazret-i Peygamber benim şu makamımda durarak Ebû Bekir bunu söyledikten sonra ağladı- şöyle dedi:
Doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü doğruluk, sevapla beraberdir. Onların ikisi cennettedir. 181
Hazret-i Muaz Hazret-i Peygamber'in kendisine şöyle dediğini naklediyor:
Sana Allah'tan sakınmayı, doğru konuşmayı, emaneti yerine getirmeyi, sözüne sahip çıkmayı, selâm vermeyi ve mütevazi olmayı tavsiye ediyorum. 182
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Allah nezdinde hatalıların en büyüğü yalancı dildir. Pişmanlığın en kötüsü kıyâmet günündeki pişmanlıktır'.
Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: 'Ben uçkurumu bağladıktan bu yana bir defa olsa dahi yalan söylemiş değilim'.
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Sizin bizce en sevimliniz, sizi görmediğimiz zamanda ismen güzel olanınızdır. Sizi gördüğümüz zaman bizce en sevimliniz, ahlâkça en güzel olanmızdır. Sizi denediğimiz zaman bizce en sevimliniz, sözü en doğrunuz ve eminlikte en büyüğünüzdür'.
Meymun b. Ebî Şebib'den183 şöyle rivâyet edildi: 'Bir mektup yazmak için oturdum. Bir kelimeye geldim. Eğer o kelimeyi yazarsam mektubu güzelleştirmiş ve fakat bunun yanında yalan söylemiş olacaktım. Bu bakımdan terketmeye karar verdim. Sonra Kâbe cihetinden şöyle çağırıldım:
Allah, îman edenleri dünya hayatında da, âhiret hayatında da sağlam sözle tesbit eder.
(İbrahim/27)
Şa'bî der ki: 'Ben hangisinin cehennemde daha derine dalacağını bilmiyorum; yalancı mı, cimri mi?'184
Bağdadlı İbn Semmak şöyle demiştir: 'Zannetmem ki yalanı terkettiğimden dolayı sevap kazanmış olayım. Çünkü ben yalanı şerefime yediremediğimden terkediyorum. 185
Halid b. Sabih'e 'Acaba bir tek yalan söylediği için kişiye yalancı denilir mi?' diye soruldu. 'Evet denilir' diye cevap verdi.
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Birtakım kitaplarda okudum. 'Hiçbir hatip yoktur ki hutbesi ameliyle karşılaştırılmasın. Eğer ameli sözüne uygunsa tasdik edilir. Eğer yalancı ise, dudakları ateşten yapılmış makaslarla -bizim bağlarımızı kestiğimiz gibi-kesilecektir' diye yazılıdır".
Yine Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Doğruluk ile yalancılık, kalpte şiddetli bir kavgaya tutuşurlar. Ta ki biri diğerini kalpten çıkarıp kovuncaya kadar kavgaları devam eder!'
Ömer b. Abdülaziz, Abdülmelik'in oğlu Velid ile birşey hakkında konuşuyordu. Velid, Ömer'e 'Sen yalan söylüyorsun!' dedi. Ömer, Velid'e cevap olarak şunları söyledi: 'Yemin ederim ki yalanın, söyleyeni rezil ettiğini bildiğim günden beri yalan söylemedim'.
150) Ebû Dâvud, Tirmizî
151) İbn Mâce, Nesâî
152) İbn Adiyy, (Ebû Umame'den)
153) Buhârî
154) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)
155) Ebû Feth el-Ezdî
156) Ebû Şeyh
157) İmâm-ı Ahmed, Hâkim
158) Müslim
159) Tirmizî, Hâkim
160) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Zer el-Gıfarî'den)
161) Ebû Dâvud, Tirmizî
162) Buhârî
163) Âmirî boyunun el-Ukaylî soyundandır. Buhârî, bu zatın sahabî olduğunu söyler.
164) İbn Abdilberr
165) Hatib
166) Müslim
167) Adı Abdullah b. Amir b. Rebî b. Mâlik el-Enzî'dir. Babası Âmir sahabenin büyüklerindendir. Hicrî 80'den sonra vefat etmiştir.
168) Ebû Dâvud
169) Müslim
170) Müslim, Buhârî
171) Tirmizî
172) Hâkim, Harâitî
173) Taberânî, Ebû Nuayın
174) Tirmizî
175) Müslim
176) Müslim, Buhârî
177) İbn Ebî Şeybe , İbn Adiyy
178) İbn Ebî Şeybe
179) İbn Eb'id-Dünya
180) Hâkim, Harâitî
181) Ebû Nuaym
182) Ebû Nuaym
183) Bu zat Kûfelidir, künyesi Ebû Nasr'dır. Hicrî 33'te Cemacim vakâsında vefat etmiştir.
184) İbn Eb'id-Dünya
185) İbn Eb'id-Dünya
Yalana İzin Verilen Yerler
Yalan, bizzat kendisi için değil, muhatabın veya başkasının zararına yol açtığı için haramdır. Çünkü yalanın en az derecesi, haber verenin, verdiği haberin aksine inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bu hususta câhildir. Fakat bazen bu câhillik başkasının zararına yol açar! Bazen de bir şeyi bilmemekte ya bilmeyenin veya başkasının maslahat ve yararı vardır. Bu bakımdan yalan, onu bilmemek faydalı olduğu için bazen ruhsatlı, bazen de farz olur.
Nitekim Meymun b. Mihran 'Yalan, bazı yerlerde doğrudan daha hayırlıdır. Acaba bir kişi kılıçla başka bir insanı öldürmek için kovalıyorsa, o kovalanan insan bir eve girse, kovalayan adam sana gelip 'Sen filan adamı gördün mü?' dese ne dersin? 'Hayır, görmedim' demez misin? İşte bu, farz olan bir yalandır' dedi. O halde deriz ki: 'Konuşma, maksat ve hedeflere götüren vesiledir. Bu bakımdan hem doğruluk, hem de yalanla güzel maksada varılabiliyorsa, orada yalan söylemek haramdır. Eğer o güzel maksad mübahsa ve doğrulukla değil, ancak yalanla varılabiliyorsa, burada yalan söylemek mübahtır. Eğer elde edilmesi istenen maksat farz ise, ona varılmak için yalan söylemek de farz olur. Nitekim müslümanın kanını korumak farz olduğu gibi, onu korumak için yalan söylemek de farzdır. Bu bakımdan ne zaman doğruyu konuşmakta, bir zâlimin zulmünden gizlenen bir müslümanın kanının akıtılması sözkonusu ise, burada yalan söylemek farz olur. Ne zaman savaşın maksadı veya barışın tamamlanması veya mazlumun razı edilip anlaşmaya yanaştırılması, yalan söylemeden olmuyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübahtır. Ancak şu vardır ki mümkün olduğu kadar yalana ruhsat verildiği yerlerde bile yalandan kaçınmak uygundur. Çünkü kişi yalan kapısını bir defa açarsa o açılan kapının onu yok yere ve zaruret hududunu aşan kısma sürüklemesinden korkulur. Bu bakımdan yalan esasında haramdır. Ancak zaruret için mübah olur. Bu istisnaya, yani zaruret için mübah oluşuna Ümmü Gülsüm'den rivâyet edilen şu hadîs-i şerîf delâlet eder. Ümmü Gülsüm şöyle diyor:
Hazret-i Peygamber'in yalanın hiçbir şekline ruhsat verdiğini duymadım. Ancak üç yer müstesna:
1. Kişinin, müslümanların arasını bulmayı ve ıslah etmeyi kasdettiği söz.
2. Kişinin savaş halinde müslümanların faydası için söylediği söz.
3. Kişinin hanımına, hanımın da maslahat için kocasına konuşması. 186
Yine Ümmü Gülsüm'ün rivâyetine göre, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İki kişinin arasını ıslah etmek için yalan söyleyen veya yalanı kendiliğinden katan bir kimse yalancı değildir. 187
Yezid'in kızı Esma Hazret-i Peygamber'den (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet ediyor:
Yalanın hepsi, Âdem oğlu'nun defterine yazılır. Ancak iki müslümanı barıştırmak için yalan söyleyen kişinin yalanı müstesna. 188
Ebû Kâhil'den189 şöyle rivâyet ediliyor: Ashâb-ı kiramdan iki kişinin arasında kılıç kılıca gelecek derecede münakaşa oldu. Ben onların birisiyle karşılaştım ve kendisine 'Seninle filan adamın arası niçin bozuldu? Oysa o, seni övüyor, medh-u senâ ediyor' dedim. Sonra öbürüne rastladım, aynı şeyleri ona da söyledim. Böylece onların ikisini barıştırdım. Sonra dedim ki bu iki kişinin arasını buldum ama nefsimi de helâk ettim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e gittim hâdiseyi anlattım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ey Ebû Kâhil! Yalanla da olsa halkın arasını bul!190
Atâ b. Yesar şöyle diyor: 'Bir kişi Hazret-i Peygamberi 'Ben hanımıma yalan söylüyorum!' dedi. Hazret-i Peygamber 'Yalanda hayır yoktur7 dedi. O da 'Ben ona şöyle yapacağım diye söz veriyorum' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu;
Öyleyse bu hususta bir günahın yoktur. 191
Rivâyet ediliyor ki İbn Ebî Uzre ed-Duelî, Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında evlendiği kadınlara hul'a yapardı. 192 Bu bakımdan halk arasında hoşa gitmeyen dedikodular yayıldı. Bunu duyduğu zaman Abdullah b. Erkam'ın193 elinden tuttu, onu evine getirinceye kadar elini bırakmadı. Sonra hanımına dedi ki: 'Sana yemin ettiriyorum, benden nefret ediyor musun?' Kadın 'Bana yemin mi teklif ediyorsun!' dedi. O tekrar 'Sen Allah adına doğruyu söyle!' dedi. Kadın 'Evet! Senden nefret ediyorum' dedi. Bu sefer İbn Erkam'a dönüp 'Kadının dediğini işittin mi?' dedi. Sonra ikisi beraber Hazret-i Ömer'e vardılar ve 'Siz, benim kadınlara zulmetmek için hul'a yaptığımı söylüyorsunuz, İşte İbn Erkam'a sor!' dedi. Hazret-i Ömer, İbn Erkam'a sordu. İbn Erkam işittiğini olduğu gibi Hazret-i Ömer'e söyledi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, İbn Ebî Uzre'nin zevcesine haber saldı. Kadın, halasıyla beraber Hazret-i Ömer'e geldi. Hazret-i Ömer, kadına "Sen misin, kocasına 'Ben senden nefret ediyorum' diyen?" dedi. Bunun üzerine kadın dedi ki: 'Ben ilk tevbe eden ve Allah'ın emrine dönen kimseyim. Kocam bana yemin ettirdi. Ben de yalan söylemekten çekindim. Ey Mü'minlerin emiri! Yalan mı söyleyeydim?' Hazret-i Ömer 'Evet! Bu hususta yalan söyle! Eğer siz kadınlardan biriniz erkeklerden birini sevmezse, sakın kendisine sevmediğini söylemesin. Çünkü sevgi üzerine bina edilen evler çok azdır. Halk, İslâm ve soylarla birbiriyle muaşeret ederler' dedi.
Nevvas b. Sem'an b. Hâlid el-Kilâbî Hazret-i Peygamberden şöyle rivâyet eder:
Neden ben sizin -pervanenin ateşe atıldığı gibi- yalanlara atıldığınızı görüyorum? Şüphesiz ki yalanın tümü, İnsan oğlunun aleyhine yazılır. Ancak kişi savaş halinde yalan söylerse, bu müstesnadır. Çünkü harb hile demektir veya iki kişinin arasında buğz olursa, kişi onların arasını düzeltirse veya hanımına birşeyler söyleyip onu razı ederse (bu durumlarda yalan söylemek mübahtır) . 194
Sevban der ki: 'Yalanın tümü günahtır. Ancak bir müslümana fayda veren veya ondan zararı defeden yalan müstesnadır'.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sizlere Hazret-i Peygamber'den hadîs naklettiğim zaman yemin ederim ki gökten düşüp parçalanmam, Hazret-i Peygamber'e yalan isnad ederek hadîs uydurmaktan bana daha sevimli gelir. Sizinle benim aramızda cereyan eden hâdiseleri konuştuğum zaman muhakkak harb hileden ibarettir'.
İşte bu üç durumda ruhsat verilmiştir. Bunlara benzer diğer durumlarda böyledir. Tabii ki o yalan ile bir müslümanın faydasını düşünüyorsa böyledir. Malına gelince, bir zâlimin kendisini tutup malının nerede olduğunu kendisine sorması gibidir. Bu takdirde malının yerini inkâr edebilir veya sultan kendisini tutuklar, kendisiyle Allah arasında olan yaptığı bir kötülüğü kendisine sorarsa, o kötülüğü inkâr edip 'Ben zina etmedim! Hırsızlık yapmadım' diyebilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim bu günahlardan bir şeyi işlerse, Allah'ın örtüsüyle örtünsün!195
Bunun hikmeti şudur; Günahı açıklamak da ikinci bir günahtır. Bu bakımdan kişi kanını ve zulmen kendisinden alınmak istenen malını ve namusunu diliyle, yalan da olsa koruyabilir. Başkasının namusuna gelince, bir müslüman kardeşinin sırrından sorulduğu zaman inkâr edebilir, iki kişinin arasını sulh etmesi gibi, hanımlarının arasını bulması gibi. Yani kumaların herbirine onu daha fazla sevdiğini belirtmesi gibi bütün bu yerlerde yalan söyleyebilir. Eğer hanımı kendisine ancak, takatinin dışında bir va'dde bulunduğu takdirde itaat ediyorsa, o anda kadına kalbini hoş etmek için o sözü verebilir veya bir insana karşı mazeret beyan etmek veya o insanın kalbi ancak bir günahı inkâr etmek ve fazla sevgi göstermek sûretiyle kendisinden hoşnut oluyorsa, böyle yapmasında sakınca yoktur. Fakat bunun hududu şudur: Yalan mahzurludur. Eğer bu yerlerde doğru söylerse, bu doğruluktan da mahzur doğacaksa bu iki mahzuru karşılaştırmalı, doğru bir terazi ile tartmak. . . Doğruluktan doğan mahzurun şer'an yalandan daha ağır bir mesuliyeti doğuracağını bildiği zaman yalan söyleyebilir. Eğer o maksad, doğrunun maksadından daha kıymetsiz ise, doğru söylemek farz olur. Bazen iki şey eşit olur. Hangisinin daha şiddetli olduğunda tereddüt edilir, İşte bu takdirde doğruya meyletmek daha evlâ olur; zira yalan, zaruretten veya önemli bir hacetten dolayı mübah olur. Eğer ihtiyacın önemli olup olmamasından şüphe ederse yalanda esas olan haramlıktır. Hedeflerin durumunu idrâk etmek zor olduğundan dolayı, en uygunu, insanın mümkün olduğu kadar yalandan sakınmasıdır. Böylece kişinin bir ihtiyacı olduğu zaman müstahab olan; garezlerini terkedip yalandan uzaklaşmasıdır. Fakat başkasının hakkıyla bağlantılı ise, başkasının hakkı hususunda müsamaha göstermek ve onu zarara sokmak caiz değildir. İnsanın söylediği yalanın çoğu ancak nefsinin arzularını yerine getirmek içindir. Yalanları mal ve mertebenin artması içindir. Elden kaçması mahzurlu olmayan birtakım işler içindir. Hatta kadın kocasından böbürlenmesine vesile olsun diye birtakım şeyleri hikâye eder. Kumalarını kızdırmak için yalanlar uydurur. Bu haramdır.
Esmâ, bir kadının Hazret-i Peygambere şöyle sorduğunu nakleder: 'Benim bir kumam vardır. Ben onu zarara sokmak ve üzmek için kocamın yapmadıklarını mübalâğalı bir şekilde yaptı diyorum. Acaba bundan dolayı bana bir zarar var mıdır?' Hazret-i Peygamber
cevap olarak şöyle buyurdu:
Kendisine verilmeyen bir şeyi verilmiş gibi gösteren bir kimse, yalan (ve riyanın) iki elbisesini giyen bir kimse gibidir. 196
Kendisine yedirilmeyeıı bir yemeği yemiş gibi gösteren bir kimse veya kendisinin olmadığı halde 'benimdir' diyen, kendisine verilmediği halde "bu bana verildi' diyen bir kimse kıyâmet gününde (riya ve) iftiranın iki elbisesini giyen bir kimse gibidir. 197
Âlimin tedkik ve tahkik etmeksizin verdiği fetva, tespit etmeden rivâyet ettiği hadîsler, bu hadîs-i şerifin hükmüne girer; zira böyle yapan bir âlimin hedefi, kendisinin faziletini belirtmektir ve bunun için de 'ben bilmiyorum' demekten kaçınır. Bu ise haramdır. Bu hususta çocuklar da kadınlara benzerler; zira çocuk mektebe ancak va'detmek veya tehditte bulunmak veya yalan bir korku vermekle gidiyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübah olur. Bu hususta haberlerde, bu tür yalanın, kulun defterine yalan olarak yazıldığı vârid olmuştur. Fakat mübah olan yalan da kulun defterine yazılır. Kul ondan dolayı hesaba çekilir. O husustaki maksadının tashihi ile sorumlu tutulur. Sonra maksadı doğru olduğundan ötürü affedilir. Çünkü yalan, ancak ıslah maksadıyla mübah kılınmıştır. Bu hususa bazen büyük bir gurur ârız olup katılır! Çünkü bazen insanı bu tür yalana sürükleyen, zaruri olmayan bir gaye ve geçici bir zevktir. Ancak görünürde güya bu değilmiş de, ıslah maksadı kendisini yalan söylemeye zorluyormuş gibi gösterir ve bundan dolayı da defterine bu yalan yazılır. Kim bir yalan söylerse, o ictihad tehlikesine girmiş olur! Yalan söylediği maksadın acaba şeriat nazarında doğru söylemekten daha önemli olup olmadığını bilmelidir. Bunu tefrik etmek ise gerçekten zordur. En ihtiyatlı davranış terketmektir. Yalan söylemek farz olup terketmesi caiz değilse, o zaman durum değişir. Nitekim yalan söylememesi bir müslümanın kanının akıtılmasına veya herhangi bir şekilde büyük bir günahın işlenmesine vesile olacaksa, o zaman yalanı terketmek caiz olmaz.
Birtakım insanlar, amellerin fazileti hakkında ve günahlardan sakındırmak için hadîs uydurmanın caiz olduğunu zannetmişler ve 'Gaye doğru olduğu için hadîs uydurmakta sakınca yoktur' demişlerdir. Onların bu zannı katıksız bir hatadır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim bile bile benim ağzımdan hadîs uydurursa, o kimse cehennemde yerini hazırlasın,198
Böyle birşey ancak zaruretten dolayı yapılabilir. Oysa din hususunda herhangi bir zaruret yoktur; zira bu husustaki doğruluk yeter de artar bile. Bu bakımdan âyet ve hadîslerde bu hususta vârid olan hükümler yalan uydurmaya ihtiyaç bırakmamıştır.
İtirazcının 'Bu husustaki âyet ve hadîsler, çok tekrar edildiğinden dolayı tesirleri azalmış ve sakıt olmuştur. Yeni olan bir şeyin tesiri daha büyük olur' demesi bir hevesten ibarettir. Hakikatte yeri olmayan bir sözdür; zira böyle yapmak Allah'ın ve Hazret-i Peygamber'in adına yalan uydurmanın mahzuruyla başa çıkacak gayelerden değildir. Bu hususta kapı açmak, İslâm şeriatını karmakarışık edecek birtakım işlere sürükler. Bu bakımdan buradaki hayr, doğacak şerle asla eşit olmaz. Hazret-i Peygamber'in namına yalan uydurmak, hiçbir şeyle eşit olmayan büyük günahlardandır.
Allahü teâlâ'dan bizi ve bütün müslümanları affetmesini dileriz!199
186) Müslim
187) Müslim, Buhârî
188) İmâm-ı Ahmed
189) Adı Kays b. Âiz'dir
190) Taberânî
191) İbn Abdilberr
192) Kadından alınan para karşılığı talâk veya hul'a lâfzıyla ayrılmaktır. Yani kadın istediği an verdiği para karşılığı kocasını boşayabilir.
193) Adı Abdullah b. Erkam b. Abdiyağus b. Vehb b. Abdimenaf b. Zühre'dir. Fetih senesi müslüman olmuştur. Hazret-i Peygamber'in, Hazret-i Ebû Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kâtipliğini yapmıştır.
194) Taberânî
195) Hâkim
196) Müslim, Buhârî
197) Irâkî, bu lâfızla görmediğini söylüyorsa da mânâsı sahihtir. Riya'nın iki elbisesi ile izar ve rida kastedilmektedir
198) Müslim, Buhârî
199) Suyutî, İbn Cevzî ve başkaları Cüyeynî'ye göre kasden hadîs uydurmanın küfür olduğunu rivâyet ederler. Fakat İmâm-ı Haremeyn'e göre bu söz zayıftır. (Bkz. İthâfu's-Saâde, VII/528)
Târiz Yoluyla Yalandan Sakınmak
Târiz200 Yoluyla Yalandan Sakınmak
Selef-i sâlihînden nakledilmiştir ki târizlerle insan yalandan korunabilir. Nitekim Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Târizlerde kişiyi yalandan koruyacak birtakım özellikler vardır?'
Bu durum, İbn-i Abbâs ve diğer ashâb-ı kirâmdan da rivâyet edilmiştir. Onlar ancak insan yalana mecbur kaldığı zaman, böyle yapabileceğini kasdetmişlerdir. Yalana ihtiyaç ve zaruret olmadığı zamana gelince, ne açıkça ve ne de târiz yoluyla yalan söylemek caiz değildir. Ancak yine de târiz yoluyla yalan söylemek daha hafiftir. Târizin misali şu hâdisedir:
Rivâyet ediliyor ki, Mutarrıf201 Basra valisi Ziyad'ın huzuruna girdi. Ziyad ona 'neden ziyaret etmekte geciktiğini' sordu. O da hastalığını sebep göstererek şöyle dedi: 'Emir'den ayrıldığımdan beri yanımı kaldırmış değilim. Ancak Allah'ın kaldırdığı hariç. . '
İbrâhîm Nehaî dedi ki: 'Birinin kulağına menfi olarak senden herhangi birşey gitmişse ve sen de yalan söylemeyi çirkin görüyorsan, ona şöyle de: 'Ondan bir şeyi söylemediğimi muhakkak Allah bilir'. Böylece 'söylemediğim' mânâsına gelen 'ınâ kultü' nün başındaki olumsuz harf olan 'ına'yı 'ibham' mânâsında kullanırsın. Fakat dinleyen onun 'olumsuz' mânâsına geldiğini düşünür.
Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) , Hazret-i Ömer tarafından bir vazifeye tayin edilmişti. Vazifeden dönünce hanımı kendisine 'Vazifelilerin ve memurların geldiklerinde ailelerine getirdikleri hediyelerden ne getirdin?' diye sordu. Oysa Hazret-i Muaz, hanımına hiçbir şey getirmiş değildi. Bunun üzerine hanımına şu cevabı verdi: 'Benim yanımda beni kontrol eden biri vardı'.
Hanımı 'Sen Hazret-i Peygamber'in ve onun halifesi Ebû Bekir'in yarımda emin idin (vazife aldığın zaman seni kontrol eden birisini seninle göndermiyorlardı. Nasıl olur da) Ömer seninle beraber bir kontrolcü gönderir?' dedi. Hazret-i Muaz'ın hanımı, Medine'nin kadınları arasında bunu söyledi ve Hazret-i Ömer'den şikayette bulundu. Hazret-i Ömer'in kulağına bu haber gittiğinde Muaz'ı huzuruna çağırdı ve 'Seninle beraber herhangi bir kontrolcü gönderdik mi?' dedi. Muaz 'Ben hanımımdan özür dilemek maksadı ile çıkar yol olarak ancak böyle söylemeyi uygun gördüm' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer gülerek Muaza birşeyler verdi ve 'Hanımını bunlarla razı et' dedi. Muaz'ın sözündeki 'baskı yapan' tabirinden 'kontrol eden Allahü teâlâ' kasdedilmiştir,
İbrâhîm Nehaî, kızma 'Sana şeker satın alacağım' demezdi. 'Sana şeker almamı ister misin?' derdi. Çünkü bazen şeker alma imkânı olmuyordu.
Yine bu zat, hoşlanmadığı bir insan kendisini dışarıya çağırdığı zaman, evde olduğu halde cariyeye "Ona İbrahim'i camide aramasını söyle! 'İbrahim burada değildir' deme ki yalan olmasın" derdi.
Şa'bî evinde arandığı zaman, arayan kimse ile görüşmeyi istmediğinde bir daire çizer ve cariyesine "Parmağını dairenin içine koy ve 'Burada yoktur' de" derdi.
Bütün bunlar ihtiyaç zamanında yapılan târizlerdir. İhtiyaç yoksa böyle yapmak caiz değildir. Çünkü burada, her ne kadar lâfız yalan değilse de bu ibareler bir yalanı bildirmektedirler!. . . Bu ise en azından mekruhtur. Nitekim Abdullah b. Utbe şöyle anlatıyor: 'Babamla beraber Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna girdik. Çıktığımızda halk 'Bu elbiseyi sana emîr'ul Mü'minîn mi giydirdi?' diye sordular. Ben de 'Allah ona hayrı mükâfat olarak versin' dedim. Bunun üzerine babam bana dedi ki: "Ey oğul! 'Yalandan sakın ve benzerinden kaçın' diye rivâyet edilmiştir" dedi.
İşte görüldüğü gibi Utbe, oğlunu böyle söylemekten menetmiştir. Çünkü böyle söylemekte, soranlara gururlanmak ve onlara yanlış bir zan verme durumu vardır. Bu ise bâtıl bir gayedir ve içinde hiçbir fayda mevcut değildir. Evet, târizler başkasının kalbini mizah yoluyla hoşnut etmek gibi basit bir gaye için de mübahtır. Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu sözleri ve benzerleri gibi:
'Cennete ihtiyar kadın giremez!'
'Senin kocan o gözünde beyazlık olan kimse midir?'
'Seni deveye değil de devenin yavrusuna bindireceğiz'.
Açık yalana gelince, Ensâr'dan Nuayman'ın Hazret-i Osman'a karşı yaptığı gibi202 ve halkın ahmak insanlarla oynayıp 'filan kadın seninle evlenmek istiyor' şeklinde onları aldatması gibi. . . Eğer bu açık yalanda bir kalbi kıracak bir zarar varsa haramdır. Eğer bu açık yalan başkasının kalbini hoşnut etmek içinse, sahibi fısk ve fücur ile nitelendirilemez. Fakat bu yalanı söylemek onun îman derecesini düşürür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kişinin îmanı, kendisi için sevdiğini, (müslüman) kardeşi için de sevmedikçe ve şakalarında yalandan korunup sakınmadıkça kâmil olmaz. 203
Adam, bir kelime söyler, onunla arkadaşlarını güldürür. O kelimeden dolayı Süreyya yıldızından daha uzak bir mesafeden cehenneme dalar.
Hazret-i Peygamber bu hadîste müslümanın gıybetini veya herhangi bir kalbe verilen eziyeti kasdetmiştir. Burada sadece mizah kastedilmiş değildir. Fâsıklığı gerektirmeyen yalan grubuna, halkın âdetinde cereyan eden mübalağalar da girer. Kişinin başkasına 'ben seni şu kadar aradım', 'Ben sana yüz defa dedim' demesi gibi; zira kişi bununla aramanın sayısını anlatmak istemez, çok aradığını anlatmak ister. Eğer kişinin araması sadece bir defa ise ve buna rağmen böyle söylüyorsa bu durumda sözü yalan olur. Eğer birkaç defa aramışsa, böyle demekle günahkâr olmaz. Her ne kadar yüz defa aramamış olsa da. . . Bunların ikisinin kör olan bu zat mescidde küçük taharetini yapmak istedi. Halk 'Burası camidir' diye bağırdı. Nuayman onun elinden tutup mescidin başka bir köşesine götürüp 'Burada yap, burası mescid değildir' dedi. Yine halk 'orası mesciddir' diye bağırdı. Bunun üzerine 'Acaba kim beni buraya getirdi. Yemin olsun eğer o elime geçerse asam ile ona hakettiği darbeyi indireceğim' dedi. Aradan uzun bir zaman geçti. Nuayman, âmânın yanına geldi. Hazret-i Osman da namaz kılıyordu. Âmâya 'Nuayman'dan intikam almak ister misin?' dedi. Âmâ 'evet' dedi. Bunun üzerine âmâ’nın elini tutup Hazret-i Osman'ın yanında durdurdu. Âmâ var kuvvetiyle âsâsını Osman'ın başına indirdi, Osman'ın başını yardı. Halk 'Emîr'ul-Mü'minîne vurdun!' diye bağırdı.
arasında dereceler vardır. Yalanın tehlikesini düşünüp diline sahip olmayan bir kimse burada mübalağaya kaçar.
Yalanın âdet olduğu ve müsamaha ile karşılandığı yerlerden biri de şudur. 'Yemek ye!' dendiğinde, karşıdaki adam da 'Benim iştahım yok' derse (iştahı olduğu halde böyle diyorsa) böyle demesi -doğru bir gaye güdülmediğinde- yasaklanmıştır ve haramdır.
Mücâhid, Esma'nın204 şöyle anlattığını rivâyet ediyor: Âişe, gelin olup Hazret-i Peygamber ile gerdeğe girdiği gecede onun arkadaşı idim. Benimle beraber birkaç kadın daha vardı. Allah'a yemin ederim, biz Hazret-i Peygamberin evinde bir ziyafet yemeği görmedik. Ancak bir bardak süt vardı. Hazret-i Peygamber o sütten içti ve sonra Âişe'ye verdi. Âişe sütü içmekten utanarak çekindi. Ben Âişe'ye dedim ki: 'Hazret-i Peygamber'in elini geri çevirme. Hazret-i Peygamber'in eliyle uzattığı sütü al!' Âişe utanmakla beraber, süt bardağını Hazret-i Peygamber'den aldı, içti. Sonra Hazret-i Peygamber ona 'Arkadaşlarına da ver' dedi. Biz 'Bizim iştahımız yoktur' dedik. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Sakın açlıkla yalanı bir araya getirmeyin' dedi. Ben 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden biri iştahı çektiği halde iştahım çekmiyor dese bu söz yalan sayılır mı?' dedim. Şöyle buyurdu:
Muhakkak ki yalan, deftere yalan olarak yazılır. Hatta deftere yalancık da yalancık olarak yazılır (yani en hafifi bile yazılır) . 205
Takvâ ehli, bu tür yalanlarda gösterilen müsamahadan kaçınırlar. Leys b. Sa'd şöyle anlatıyor: "Said b. Müseyyeb'in iki gözü ağrıyor ve çapaklanıyordu. Hatta çapaklar gözün dışında toplanmaktaydı. Said'e 'Eğer gözlerindeki çapakları silsen daha güzel olur!' dedim. Said "Peki! Doktorun 'gözlerine el sürme' demesi ve benim de 'Evet! El sürmeyeceğim' demem nerde kalır?" dedi". İşte bu, ehl-i takvânın hareketidir. Bunu terkeden bir kimsenin dili yalan hususunda iradesinin sınırını aşar ve böylece bilmeden yalan söylemiş olur.
Havvat et-Teymî'den şöyle rivâyet ediliyor: Rebî b. Heyseme'nin kızkardeşi, hasta olan bir yeğenini ziyarete geldi. Hastanın üzerine eğilerek 'Oğlum, nasılsın?' diye sorunca, uzanan Rebî kalkıp oturarak kız kardeşine 'Sen bunu emzirdin mi?' diye sordu. Kız kardeşi 'Hayır, emzirmedim!' dedi. Rebî "O halde sen 'kardeşim oğlu' deyip doğru söyleseydi, ne zararın olurdu?" dedi.
Âdetlerden biri de, kişinin bilmediği şey hakkında 'Allah bilir' demesidir. Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Allah nezdinde günahların en büyüklerinden biri de kişinin bilmediği şey için 'muhakkak Allah bilir' demesidir".
Bazen kişi rüyasını hikâye ederken yalan söyler. Burada günah çok büyüktür; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişinin kendisini soyundan başka bir soya nisbet etmesi veya uyku halinde görmediğini gözleriyle görmüş gibi anlatması veya benim ağzımdan yalan söylemesi, yalanın en büyüklerindendir. 206
Rüya hususunda yalan söyleyen (rüya uyduran) bir kimseden kıyâmet gününde iki arpayı birleştirmesi istenir. Oysa hiçbir zaman iki arpayı birleştiremez. 207
200) Taftazanî'ye göre târiz, birkaç mânâya gelmesi muhtemel olan bir lâfız söylenmesi ve konuşanın maksadının zıddının anlaşılması demektir.
Müteahhîrinin bazısına göre konuşmada olmayan bir mânâya delâlet etmek için kinâî, mecazî veya hakikî bir lâfızla bir şeyi zikretmektir.
201) Basralıdır ve tabiîndendir. Güvenilir bir âbiddir.
202) Nevfel'in oğlu Mahreme 115 yaşma gelmiş bulunuyordu. Bir gün gözleri kör olan bu zat mescidde küçük taharetini yapmak istedi. Halk 'Burası camidir' diye bağırdı. Nuayman onun elinden tutup mescidin başka bir köşesine götürüp 'Burada yap, burası mescid değildir' dedi. Yine halk 'orası mesciddir' diye bağırdı. Bunun üzerine 'Acaba kim beni buraya getirdi.
Yemin olsun eğer o elime geçerse asam ile ona hakettiği darbeyi indireceğim' dedi. Aradan uzun bir zaman geçti. Nuayman, âmânın yanına geldi. Hazret-i Osman da namaz kılıyordu. Âmâya 'Nuayman'dan intikam almak ister misin?' dedi. Âmâ 'evet' dedi. Bunun üzerine âmâ’nın elini tutup Hazret-i Osman'ın yanında durdurdu. Âmâ var kuvvetiyle âsâsını Osman'ın başına indirdi, Osman'ın başını yardı. Halk 'Emîr'ul-Mü'minîne vurdun!' diye bağırdı.
203) Dârekutnî, İbn Abdilberr
204) Adı Umeys b. Ma'bed b. Hars b. Kâ'b'dır. Hazret-i Esmâ Cafer'le beraber Habeşistan'a hicret etmiş, Cafer'den sonra Hazret-i Ebû Bekir ile, ondan sonra da Hazret-i Ali ile evlenmiştir. Faziletli bir kadın sahâbî'dir.
205) İbn Eb'id-Dünya, Taberânî
206) Buhârî
207) Buhârî
24-7
Gıybet
Gıybet konusu oldukça uzundur. Bu bakımdan biz önce gıybetin aleyhinde vârid olan kötülemeleri ve gıybet hakkında vârid olan şer'î delilleri beyan edelim.
Allahü teâlâ Kur'ân da gıybetin kötülenmesini nass ile yapmış ve gıybet yapanı ölünün etini yiyen bir kimseye benzeterek şöyle buyurmuştur:
Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz (değil mi) ! (Hucurât/12) Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslümanın her şeyi diğer müslümana haramdır: Kanı, malı ve namusu (nu pâyimâl etmek) . . . 208
Gıybet, haysiyete hoş gelmeyen kelimelerle saldırmaktır. Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber gıybeti, mal ve kan ile beraber zikretmiştir.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
Birbirinize hased etmeyin! Birbirinize buğzetmeyin! Kavga etmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin. Bazınız bazınızın gıybetini yapmasın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun!209
Câbir ve Ebû Said Hazret-i Peygamber'den (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet ediyorlar:
Gıybetten kaçınınız! Muhakkak ki gıybet, zinadan daha kötüdür. Çünkü kişi, bazen zina eder, tevbe eder ve Allah tevbesini kabul eder. Gıybet yapan bir kimse ise, gıybeti yapılan kişi kendisini affetmedikçe Allah tarafından affedilmez. 210
Enes (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
İsrâ gecesinde yüzlerini tırnaklarıyla paramparça eden bir kavmin yanından geçtim. Cebrâil'e 'Bunlar kimlerdir?' diye sordum. Cebrâîl 'Bunlar halkın gıybetini yapan, haysiyet ve mürüvvetlerine dil uzatanlardır!' dedi,211
Selim b. Câbir şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber'e gelerek dedim ki: 'Bana bir hayır öğret ki ondan faydalanayım!' Şöyle buyurdu:
Sakın yaptığın iyiliğin hiçbir şeyini az görme; isterse bu, elindeki kovadan su isteyen adamın kabına su boşaltmak olsun. Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamanı tavsiye ederim. Dönüp gittiğinde de sakın gıybetini yapma!212
Berrâ b. Âzib der ki: Hazret-i Peygamber, evlerinde oturan hanımlara bile duyuracak derecede bize bir hutbe okuyarak şöyle buyurmuştur:
Ey sadece dilleriyle îman edip kalbiyle îman etmeyen kimseler! Sakın müslümanların gıybetini yapmayın. Kusurlarını araştırmayın! Çünkü müslüman kardeşinin kusurunu araştıran bir kimsenin kusurunu Allah araştırır ve Allah kimin kusurunu araştırırsa, önu evinin içinde olsa bile rezil eder. 213
Rivâyete göre Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) şöyle vahyetmiştir: 'Kim gıybetten tevbe ederek ölürse, o cehenneme en son girecek kimsedir'.
Enes dedi ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birgün oruç tutmayı emrederek şöyle buyurmuştur:
Sakın ben kendisine izin vermedikçe hiçbir kimse iftar etmesin!
Bunun üzerine halk oruç tutup akşamladı. İftar zamanı kişi gelir ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bugünü oruçlu geçirdim. İftar için bana izin ver' derdi. Hazret-i Peygamber de kendisine izin verirdi. Böylece biri diğerini takiben izin almaya gelirlerdi. En sonunda bir kişi geldi ve dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kureyş'ten iki genç kız oruç tutmuşlar, sana gelmekten utanıyorlar. İftar için kendilerine izin ver'. Hazret-i Peygamber adamdan yüz çevirdi, adam sözünü tekrarladı, Hazret-i Peygamber yine onun sözüne kulak vermedi. Adam tekrar etti, bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Onların ikisi oruç tutmamıştır. Bütün gün halkın etini yiyen bir kişi nasıl oruçlu sayılır? Git onlara şöyle de: Eğer oruçlu iseler istifra etsinler.
Bunun üzerine adam onlara gelerek durumu haber verdi. Onlar istifra ettiler. Onların ağızlarından kan çıktı. Adam Hazret-i Peygamber'e gelip haber verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun ki onlar bu kan parçasını karınlarında bıraksaydılar, ateş ikisini de yerdi. 214
Bir rivâyette Hazret-i Peygamber o kişiden yüz çevirdi, kişi sonra tekrar geldi ve 'Ey Allah'ın Rasülü! Allah'a yemin ederim, onların ikisi de öldü veya ölüme yaklaştılar' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber adama 'Onların ikisini huzura getir' diye emir verdi. Hazret-i Peygamber'e geldiler. Hazret-i Peygamber bir fincan istedi. Onlardan birine 'Bunun içine istifra et' dedi. O da irin, kan ve sarı sudan oluşan bir kusmuğu, fincanı dolduruncaya kadar boşalttı. Hazret-i Peygamber diğerine de 'istifra et' dedi. O da aynen o şekilde istifra etti bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'muhakkak bu iki kadıncağız, Allahü teâlâ'nın kendilerine helâl kıldığı nimetlerden oruç tutup yemediler, fakat kendilerine haram kıldığı şeyle iftar ettiler. Biri diğerinin yanına oturdu. Başladılar halkın etlerini yemeye!
Enes şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber bize hutbe okudu. Faizden bahsetti. Onun korkunçluğunu uzun uzadıya belirtti. Sonra şöyle buyurdu:
Kişinin faizden bir dirhem kazanması, Allah nezdinde günah bakımından, otuzaltı zinadan daha tehlikelidir. Faizin en çirkini ise, müslümanın ırzına dil uzatmaktır. 215
Câbir der ki: Bir seferde Hazret-i Peygamber ile beraberdik. Sahipleri azap gören iki kabrin yanında durarak şöyle buyurdu:
Bu iki kabrin sahibi azap görüyorlar! Oysa azap görmeleri pek büyük olmayan bir suçtan dolayıdır. Onlardan biri halkın gıybetini yapardı. Diğeri ise küçük taharetten korunmazdı. 216
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir hurma dalı veya iki hurma dalı istedi. O dalları kırıp sonra her parçayı bir kabrin üzerine dikmeyi emretti ve şöyle dedi:
Bu iki dal yaş oldukça (kurumadıkça) onların azabı hafifletilir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Maiz b. Mâlik'i recmettiği zaman bir kişi yanındaki arkadaşına dedi ki: 'Bu (Maiz) , köpeğin ansızın ölmesi gibi öldü!' Hazret-i Peygamber, bu iki kişi beraberinde olduğu halde bir leşin yanından geçti ve o iki kişiye dedi ki:
Şu leşi parçalayıp yeyiniz!
Onlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz leş mi yiyelim?' dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
İkinizin, müslüman kardeşinizin ölüsünden yemiş olduğunuz şey, bu leşten daha pis kokuyor. 217
Ashâb-ı kirâm birbirlerine rastladıkları zaman birbirlerini güler yüzle karşılar, gıyablarında konuşmazlardı ve bunun, amellerin en faziletlisi olduğunu ve bunun aksini yapmanın da münafıkların âdeti olduğunu bilirlerdi.
Ebû Hüreyre der ki:
Kim dünyada müslüman kardeşinin etini yerse, âhirette ona o müslümanın eti yaklaştırılır ve kendisine 'Diri iken onun etini yediğin gibi ölü iken de ye!' denir. O da mecbur kalarak yer. Böylece geveler, tiksinir, bağırır ve yüzünü buruşturur. 218
Bu söz aynı zamanda Hadîs-i merfû olarak da rivâyet edilmiştir.
Rivâyet ediliyor ki iki kişi, Mescid-i Haram'ın kapılarından birinin önünde oturuyordu. Daha önce kadınlığa özenen, fakat o anda o kötü âdeti terkeden biri onların yanından geçti. Onlar arkasından 'Onda kadınımsı hareketlerden bir şeyler kalmış!' dediler ve o sırada namaz için kamet getirildi. O iki kişi içeri girdi. Halkla beraber namaz kıldılar.
Söyledikleri söz onların kalbinde 'Acaba gıybet oldu mu, olmadı mı?' diye bir merak vesilesi oldu. Bunun üzerine ikisi Atâ'ya gelip hâdiseyi anlattılar. Atâ ikisine de yeniden abdest almayı, namaz kılmayı, eğer oruçlu iseler oruçlarını kaza etmelerini emretti.
Mücâhid 'Azap olsun her ayıplayıcıya! Yüzlerine karşı dil uzatıcıya!' (Hümeze/1) ayetinin tefsirinde şöyle dedi: 'Hümeze halka taneden kimse, Lümeze halkın etini yiyen kimse demektir'.
Katade der ki: 'Bize belirtildiğine göre kabrin azabı üç çeyrektir. Bir çeyreği gıybetten, bir çeyreği koğuculuktan ve bir çeyreği de sidikten korunmamaktan gelir!'
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim ki gıybet, Mü'min kişinin nâmını ifsad hususunda cüzzam'ın ceseddeki tahribatından daha süratlidir'.
Birisi şöyle demiştir: 'Biz selef-i sâlihîn'e yetiştik. Onlar ibadeti oruç tutmakta ve namaz kılmakta değil, dillerini halkın ırzından tutmakta görürlerdi'.
İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Sen, arkadaşının ayıplarını belirtmek istediğin zaman onun yerine kendi ayıbını belirt!'
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: 'Sizden bir kimse müslüman kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki merteği görmez!'
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Ey Âdem oğlu! Sen îmanın hakikatini ancak sende mevcut olan bir ayıptan dolayı halkı ayıplamayı terkettikten sonra elde edebilirsin. Ancak o ayıbın ıslahına başlayıp nefsinde bulunan o ayıbı ıslah ettikten sonra elde edebilirsin. Bunu yaptığın zaman senin meşguliyetin, nefsin hakkında olur. Allah nezdinde kulların en sevimlisi böyle olanıdır'.
Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: “Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) beraberinde havariler olduğu halde bir köpek leşinin yanından geçti. Havariler 'Bu köpeğin kokusu amma da fena' dediler. Îsa (aleyhisselâm) 'Onun dişinin parlaklığı ne de güzeldir' diye karşılık verdi. Sanki Îsa (aleyhisselâm) bu sözüyle havarileri, köpeğin gıybetini yapmaktan bile menediyor ve onların Allah'ın mahluku hakkında güzelden başka birşey söylememelerine dikkatlerini çekiyordu”,
Ali b. Hüseyin başkasının gıybetim yapan bir kişiyi dinledi ve şöyle dedi: 'Gıybetten kaçın! Çünkü gıybet, insan köpeklerinin katığıdır'.
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Allah'ın zikrinden ayrılmayın! Çünkü onda şifa vardır. Halktan bahsetmekten sakının! Çünkü o hastalıktır'.
Allahü teâlâ'dan, ibadetine yönelmek için tevfîkini talep ederiz.
208) Müslim
209) Müslim, Buhârî
210) İbn Eb'id-Dünya, İbn Hıbbân
211) Ebû Dâvud
212) İmâm-ı Ahmed, İbn Eb'id-Dünya
213) İbn Eb'id-Dünya, Ebû Dâvud
214) İmâm-ı Ahmed
215) İbn Eb'id-Dünya
216) İbn Eb'id-Dünya, Ebû Abbas Değulî
217) Ebû Dâvud, Nesâî
218) İbn Merduveyh
Gıybet'in Anlamı ve Tarifi
Gıybet duyduğu zaman insanın hoşuna gitmeyen, gıyabında yapılan konuşmadır. Söylemiş olduğun şey, ister bedeninde, ister nesebinde, ister ahlâkında, ister fiilinde, ister zihninde, ister bünyesinde olsun hiçbir fark yoktur. Hatta elbisesinde, evinde ve bineğinde bile hoşuna gitmeyen bir eksikliği belirtsen yine gıybet olur.
Bedene gelince, gözündeki zayıflığı, şaşılığı, başındaki kelliği, boyunun kısa veya uzunluğunu, renginin siyahlığı ve sarılığını belirtmek gibidir. Nasıl olursa olsun, kişinin kendisiyle vasıflanabileceği düşünülen ve söylenildiği takdirde hoşuna gitmeyen her söz gıybete dahildir.
Nesebe gelince, 'Babası Nebtî (çiftçi, ziraatçı) veya Hindli'dir' veya 'hasis' veya 'ayakkabı tamircisi' veya 'çöpçü' gibi kişinin hoşuna gitmeyen herhangi bir vasfını söylemendir.
Ahlâka gelince, 'O kötü ahlâklıdır, cimridir, gururludur, riyakârdır. Fazla öfkeli, korkak, âciz, zayıf kalpli, mütehevvir ve benzeri ahlâklıdır!' demek de gıybettir.
Dil ile ilgili fiillerine gelince, 'O hırsız, yalancı, içkici, hain, zâlim, namaz hususunda gevşek, zekât hususunda küstah veya güzel rükû yapmaz, güzel secde etmez, necasetlerden korunmaz veya anne ve babasına karşı itaatkâr değildir veya zekâtı yerine sarfetmiyor veya zekâtı güzelce taksim etmeyi beceremiyor veya orucunu kadınlarla müstehcen konuşmaktan, gıybet yapmaktan, halkın namusuna saldırmaktan korumuyor' demek de gıybettir.
Dünya ile ilgili fiiline gelince, 'O az edeplidir. Halk hakkında küstahtır veya hiç kin senin kendi üzerinde hakkı olduğunu görmediği gibi, kendi nefsinin herkeste hakkı olduğunu sanar veya fazla konuşur. Fazla er, fazla uyur. Uyku vakti olmayan vakitlerde uyur, uygun olmayan yerlerde oturur' demek de gıybettir. Elbisesinde ise 'Onun yenleri pek geniştir. Eteği uzun, elbisesi kirlidir' demek de gıybettir. Bir grup 'Din hususunda gıybet yoktur. Çünkü din hususunda başkasını kötüleyen bir kimse Allah'ın kötülediğini kötülüyor demektir. Bu bakımdan başkasını günahlarıyla zikredip o günahlarından dolayı kötülemek caizdir' demişler ve delil olarak şu rivâyeti öne sürmüşlerdir: Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir kadından sözedilerek onun fazla saliha ve fazla oruç tutan olduğu söylendi. Fakat 'kadın diliyle komşularına eziyet veriyor' da denildi. Hazret-i Peygamber de
cevap olarak şöyle buyurdu:
O ateştedir. 219
Yine Hazret-i Peygamber'in yanında başka bir kadından söz edilerek, onun cimri olduğu söylendi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Böyle olduktan sonra onun hayrı nerede kalır?220
Bu (kadının cimri olduğuna dair) söz, bozuk bir sözdür. Çünkü ashâb-ı kirâm, Hazret-i Peygamber'den ahkâmı sormaya muhtaç olduklarından dolayı gelip Hazret-i Peygamber'e böyle şeyleri soruyorlardı. Onların gayeleri sözü edilen adamı tenkid değildi ve Hazret-i Peygamberin meclisinden başka bir mecliste de böyle bir şeye ihtiyaç yoktu. Bizim elimizdeki delil, ümmetin icmaıdır. Ümmet, başkasını, hoşuna gitmeyecek bir vasıfla anan kimsenin gıybetçi olduğunda ittifak etmiştir. Çünkü böyle bir kimse Hazret-i Peygamberin gıybet tarifinde belirttiği hükme dahil olur. Bütün bu konularda doğru olduğu halde gıybet eden bir kimse gıybetçidir, rabbine isyan etmiştir ve kardeşinin etini yemiş gibidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?
-Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.
-Gıybet kardeşinin hoşuna gitmediği bir vasıfla onu zikretmendir.
-Acaba benim dediğim kardeşimde varsa?
-Eğer senin dediğin kardeşinde varsa, onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin kendisinde yoksa ona iftira etmiş olursun. 221
Muaz b. Cebel şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber'in yanında bir kişinin bahsi geçti. Ashâb 'O çok âciz bir kimsedir!' dedi. Buna karşılık Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
-Siz kardeşinizin gıybetini yaptınız!
-Biz onda olanı söyledik!
-Eğer onda olmayanı söyleseydiniz kendisine iftira etmiş olurdunuz. 222
Huzeyfe Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet eder: Hazret-i Âişe, Hazret-i Peygamber'in yanında bir kadından bahsetti ve dedi ki: 'O kısa boyludur'. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber Âişe ye şöyle dedi:
Sen onun gıybetini yapmış oldun!223
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Başkasından bahsetmek üç kısma ayrılır:
1. Gıybet
2. Bühtan
3. İfk (iftira)
Bunların hepsi Allah'ın Kitabı'nda zikredilmiştir. Bu bakımdan gıybet; kişide olanı söylemendir, bühtan kişide olmayanı söylemendir. İfk ise, kulağa geleni söylemendir!
İbn Şîrîn bir kişiden bahsederken şöyle demiştir: 'O siyah kişi. . . ' Sonra Allah'tan bağışlanma diledi ve 'Ben gıybet yapmış olduğum kanaatindeyim' dedi. İbn Şîrîn, İbrâhîm Nehaî'den bahsederken elini gözünün üzerine koyup öyle konuştu, kör İbrahim demedi.
Hazret-i Âişe şöyle demiştir: 'Sakın hiçbiriniz başkasının gıybetini yapmasın! Çünkü ben bir ara Hazret-i Peygamber'in yanında iken bir kadın için 'Şu kadın ne kadar da uzun etekli imiş!' dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bana dedi ki: 'At, at!' Ben ağzımdan bir çiğnem et parçası çıkardım. 224
219) İbn Hıbbân, Hâkim
220) Harâitî, (Mürsel olarak)
221) Müslim
222) Taberânî
223) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî
224) İbn Eb'id-Dünya, İbn Merduveyh
Dili Gıybetten Korumanın Çareleri
Bütün huylar, ancak ilim ve amel macunuyla tedavi edilir. Her illetin ilâcı, sebebinin zıddı iledir. Bu bakımdan biz illetlerin sebeplerini araştıralım. Dili gıybetten uzak tutmanın ilâcı iki şekilde olur:
Birincisi: İcmâlî
İkincisi: Tafsilî
İcmâlî
Kişinin gıybet etmesinden ötürü -rivâyet ettiğimiz hadîslerden anlaşıldığı gibi- kendisini Allah'ın gazabına mâruz bırakmış olduğunu bilmesidir ve yine gıybetin kıyâmet gününde iyiliklerini yok edeceğini bilmesidir. Çünkü kıyâmet günündeki iyilikleri, gıybetinin ve mürüvvetinin bedelidir. Eğer iyilikleri yoksa, gıybeti yapılanın kötülüklerinden onun defterine nakledilir. O, bununla Allah'ın gazabına mâruz kalır ve Allah nezdinde murdar et yiyene benzer. Kulun kötülük kefesi, iyilik kefesine ağır basarsa cehenneme girer. Bazen de gıybetini yapmış olduğu adamdan kendisine bir günah nakledilir ve o günah ile terazisinin günah kefesi ağır basar ve dolayısıyla cehenneme girer. Gıybetçinin başına gelen azabın en azı, onun amellerinin sevabını azaltmasıdır. Bu azaltma, hakkın istenilmesi, sual, cevap ve hesap icra edildikten sonra olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Gıybetin, kulun hasenâtında yapmış olduğu tahribat, ateşin kuru (odun) da yapmış olduğu tahribattan daha süratli ve şiddetlidir. 233
Rivâyet ediliyor ki bir kişi Hasan-ı Basrî'ye 'Kulağıma geldiğine göre, sen benim gıybetimi yapıyormuşsun?' dedi. Hasan-ı Basrî cevap olarak 'Seni hasenat ve hayratımda hâkim kılacak kadar senin kıymetin yanımda büyümemiştir' dedi.
Bu bakımdan kul, gıybetin kötülüğü hakkında vârid olan hadîslere îman ettiğinde o hadîslerdeki tehditlerden korktuğu için dilini başıboş bırakmaz. Nefsi hakkında düşünmek ona fayda verir. Eğer nefsinde bir ayıp görürse, onunla meşgul olur ve Hazret-i Peygamberin şu hadîsini hatırlar:
Kendisinin ayıbı, kendisini halkın ayıbıyla meşgul olmaktan alıkoyan kimseye cennet vardır. 234
Bir ayıbı gördüğü zaman, nefsini kötülemeyi bırakıp başkasını kötülemekle meşgul olmaktan utanması en uygun davranıştır. Başkasını ıslah edip o ayıptan uzaklaştırmaktan âciz olması, kendisinin günahtan uzaklaşmak hususunda âciz olması gibidir. Bu da eğer o ayıp, kişinin fiili ve iradesiyle ilgili ise sözkonusudur. Eğer yaratılıştan gelen birşey ise kişiyi ondan dolayı kötülemek, yaradanı kötülemek demektir! Zira bir sanatı kötüleyen, sanatçıyı kötülemiş olur.
Adamın biri bir hakîme şöyle haykırdı: 'Ey çirkin yüzlü!' Hakîm cevap olarak şunları söyledi: 'Yüzümün yaratılışı elimde değildi ki onu güzel yapayım!'
Kul, nefsinde bir ayıp görmediği zaman Allahü teâlâ'ya teşekkür etmelidir. Nefsini ayıpların en büyüğü olan gıybetle kirletmemelidir; zira halkın ayıplarını söyleyip ölünün etinden yemek, ayıpların en büyüklerindendir. Eğer kişi insaflı olsaydı nefsini her ayıptan uzak sanmasının, nefsini tanımaması anlamına geldiğini bilirdi. Bu ise ayıpların en büyüklerindendir. Kendisinin gıybeti yapıldığı takdirde rahatsız olduğu gibi, başkasının da gıybeti yapıldığı takdirde rahatsız olacağını bilmesi, kendisine fayda verir. Madem ki kendi gıybetinin yapılmasına razı değildir, o halde kendi nefsi için razı olmadığı birşeye başkası için de razı olmamalıdır. İşte bunlar tedavi usûllerinin en güzelleridir.
Tafsilî
Kişiyi gıybete sürükleyen ve teşvik eden sebebe bakmasıdır; zira hastalığın tedavisi, sebebinin önlenmesiyle mümkündür. Biz ise daha önce sebepleri beyan etmiştik.
Öfkeye gelince, bunu Öfkenin Âfetleri bölümünde zikredeceğimiz tedavi formülleriyle tedavi etmelidir. Şöyle ki: 'Ben filan adama öfkelendiğim takdirde, Allah da o gıybetten dolayı bana öfkelenir; zira Allah beni gıybet etmekten menetmiştir. Ben ise onun yasakladığı şeyi, cüret ve cesaretle yapıyorum. Onun yasağını hafife alıyorum' demesidir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan dünyada kinini Allah'a isyan etmek sûretiyle yerine getiren girer!235
Kim rabbinden korkarsa, onun dili ağırlaşır ve o kinini icra etmez. 236
Kim kinini icra etmeye gücü yettiği halde öfkesini yutarsa, kıyâmet gününde Allah onu mahşer ehlinin gözü önünde çağırır, istediği hûriyi alması için kendisini serbest bırakır. 237
Peygamberlere inen semâvî kitapların bazılarında şu hakîkatler yer almaktadır: 'Ey Âdem oğlu! Öfkelendiğin zaman beni hatırla ki ben de öfkelendiğim zaman seni hatırlayayım, helâk ettiklerimin arasında seni helâk etmeyeyim'.
Arkadaşlara muvafakat etmeye gelince, bu senin insanları razı etmeyi istediğin zaman Allah'ı kızdırmış olacağını bilinendir. Yaradanım tahkir, başkasını tazim etmeyi nefsine nasıl yediriyorsun? Nasıl mevlânı razı etmeyi, başkalarının razı olması için terkediyorsun? Fakat öfkelendiğin adamı kötülükle anman gerekmez. Aksine o adamı kötülükle andıkları zaman arkadaşlarına da Allah rızası için öfkelenmelisin. Çünkü onlar, günahların en fâhişi olan gıybet ile senin rabbine isyan etmiş olurlar! Başkasını hâinliğe nisbet etmek sûretiyle kendini temize çıkarmaya gelince -oysa onu zikretmeye ihtiyaç da yoktu- bu illeti, yaratıcının öfkesine mâruz kalmanın, yaratılmışların öfkesine mâruz kalmaktan daha şiddetli olduğunu bilmekle tedavi edebilirsin! Oysa sen, gıybet yapmakla kendini Allah'ın kahrına mâruz bırakıyorsun ve buna rağmen halkın öfkesinden kurtulup kurtulamayacağını da bilmiyorsun. Bu bakımdan dünyada nefsinin kurtuluşunu vehmederek, âhirette helâk edersin, hakîkat yönünden sevaplarını yok eder, zarar edersin, hâli hâzırda Allah'ın kötülemesi senin için gerçekleşmiş olur. Oysa sen halkın seni gelecekte kötülemelerini önlemeyi düşünüyorsun. Bu ise cehalet ve mahrumluğun ta kendisidir.
Senin özür olarak 'Eğer ben haram yiyorsam, salâh ve takvâ ile bilinen filan adam da yiyor. Eğer sultanın malını kabul ediyorsam, filan adam da kabul ediyor' demen, cehaletin ta kendisidir. Çünkü sen, kendisine uyulmanın caiz olmadığı bir kimseye uymayı, mazeret olarak ileri sürüyorsun; kim olursa olsun, Allah'ın emrine muhalefet eden bir kimseye uyulmaz! Eğer başkası ateşe girerse, sen de ateşe girmeye muktedir isen ona uymazsın. Eğer ona uyarsan akılsızsın. Bu bakımdan senin söylediğinde gıybet vardır. Üstelik günah da vardır. O günahı, kendisiyle özür dilediğin şeye eklemiş bulunuyorsun. Ayrıca cehalet ve hamakatını iki günahı bir araya getirerek tescil etmiş olursun. Tıpkı keçiye bakıp kendini dağın tepesinden aşağı atan bir koyun gibi olursun. Koyun da senin gibi nefsini helâk etmiştir. Eğer o konuşabilseydi muhakkak kendisini mazur göstermeye çalışarak, 'Keçi benden daha akıllıdır. Oysa o kendini helâk etti. İşte ben de onun gibi yaptım' derdi. O böyle dediği zaman, sen onun cehaletine gülerdin. Oysa senin halin de onun haline benziyor. Buna rağmen sen yaptığına hayret etmiyor ve kendine gülmüyorsun! Başkasını tenkid ederek kendi faziletini isbatlamak sûretiyle böbürlenip nefsini temize çıkarmana gelince, bilmelisin ki onun hakkında söylediğinle Allah nezdindeki faziletini iptal etmiş olursun. Sen, halkın senin faziletli olduğuna inandığından dolayı tehlike ile karşı karşıyasın. Bir de senin, halkın gıybetini yaptığını bildikleri zaman senin hakkındaki inançları eksilir. Bu bakımdan sen yaradanırı yanında kesinlikle mevcut olan fazileti, insanların yanında vehmettiğinle değiştirmiş olursun! Farzedelim ki insanlar senin faziletli olduğuna inanıyorlar, acaba onlar Allah'ın nezdinde sana zerre kadar bir fayda verebilirlermi? Seni Allah'ın azabının bir zerresinden kurtarabilirler mi?
Hasedden ötürü gıybet yapmaya gelince bu gıybet, iki azabı bir arada toplamak demektir. Çünkü sen o adama dünya nimetinden dolayı hased ettin ve dünyada bu hasedinle azap çekmektesin. Bununla da kanaat getirmedin. Sonunda âhiret azabını da buna ekledin! Bu bakımdan sen dünyada nefsini zarara soktun, böylece âhirette de nefsine zarar vermiş oldun. Dolayısıyla iki azabı bir araya getirmiş oldun. O adama hased etmekle kendi nefsini zarara sokup hayırlarını ona hediye ettin! Bu bakımdan sen onun dostu, kendi nefsinin düşmanısın; zira senin gıybetin ona değil sana zarar verir. Ona ise fayda verir. Çünkü sen hayırlarını kendisine naklediyor veya onun günahlarını kendine aktarıyorsun. Bu ise sana fayda vermez. Sen hasedin çirkinliğine, ahmaklığın cehaletini eklemiş oldun! Bazen de senin hased etmen ve çekememezliğin, hased ettiğin adamın faziletinin yayılmasına vesile olur. Nitekim şöyle denilmiştir: Allahü teâlâ, durulmuş bir faziletin yayılmasını irade ettiği zaman, o fazilette hasedçi bir kimsenin dilini çalıştırır'.
İstihzâya gelince, senin istihzâdan gayen, halkın yanında başkasını rezil etmektir. Oysa Allah, melekler ve peygamberlerin (aleyhisselâm) nezdinde kendi nefsini rezil etmek sûretiyle onu halk yanında rezil etmeye çalışırsın. Bu bakımdan eğer sen çekeceğin hasreti, utangaçlığı ve kendisiyle istihzâ ettiğin kimsenin günahlarını yüklendiğin ve dolayısıyla cehenneme sevkolunduğun kıyâmet gününün mahrumiyetini düşünmüş olsaydın, mutlaka bu düşüncen seni, arkadaşını rezil etmekten alıkoyardı. Eğer halini bilseydin, kendi kendine gülmek başkasına gülmekten senin için daha evlâ olurdu. Çünkü sen birkaç kişinin yanında onunla istihzâ ederek kendini kıyâmet gününde mahşer ehlinin gözü önünde elinden tutulup merkebin ateşe sevkedildiği gibi o adamın günahları altında inlediğin halde sevkedilmeye mâruz bırakıyorsun! Hem de o adamın seninle alay ettiği, senin mahrum oluşuna sevindiği, Allah'ın onu sana karşı desteklemesinden ötürü mesrur olduğu ve senden intikamını alma imkânını kendisine verdiği bir durumda (ateşe sevkolunacaksın!)
Günahından dolayı kişiye merhamet ve şefkat etmeye gelince, bu esasında güzeldir. Fakat İblis, bu güzeli yapmandan dolayı sana hased etti, dolayısıyla seni dalâlete sürükledi. O şefkat ve merhametinden daha fazla sevaplarından o adamın defterine nakledilmesine sebep olacak bir sözü ağzından çıkarttı ve seni konuşturdu. Bu bakımdan senin o adamın defterine naklolunacak sevapların, o adamdan sâdır olan günahın yerine geçecek ve o adam şefkat ve merhamete ihtiyaç duymaktan çıkacaktır. Bu sefer sen şefkat ve merhamete muhtaç olacaksın. Çünkü senin ecrin yanıp kül oldu ve hasenâtından eksildi. Böylece anlaşıldı ki Allah için öfkelenmek de gıybet yapmayı gerektirmez. Ancak şeytan Allah için öfkelendiğinden ötürü elde etmiş olduğun ecri yok etmek ve seni Allah'ın gazabına maruz bırakmak için sana gıybeti sevdirmiştir. Seni gıybete sürüklediği zaman kendi nefsine şaşmalısın. Nefsini ve dinini başkasının dini ve dünyasıyla nasıl helâk ettiğine hayret etmelisin! Oysa sen dünyanın cezasından da emin değilsin. O ceza da senin şaşkınlık göstermek sûretiyle müslüman kardeşinin örtüsünü yırttığın gibi örtünü yırtmaktır. Bu bakımdan bütün bunların ilacı sadece marifet ve îmanın giriş kapılarından olan bu şeyleri tesbit edip elde etmektir. Bu bakımdan bütün bunlar hakkında îmanı kuvvetli olan bir kimse, hiç şüphesiz dilini gıybetten tutar.
233) Irâkî'ye göre aslına rastlanılmamıştır.
234) Bezzâr
235) Bezzâr, İbn Eb'id-Dünya, İbn Adiyy, Beyhakî, Nesâî
236) Ebû Mansur Deylemî
237) Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce
Gıybet Sadece Dille Yapılmaz
Dil ile söylemek, ancak başkasına müslüman kardeşinin bir eksikliğini anlattığın ve hoşuna gitmeyen bir vasfını belirttiğin için haram olmuştur. Bu bakımdan ta'rizen kendisinden bahsetmek, açıkça kendisinden bahsetmek gibidir. Bu hususta fiil de söz gibidir. İşaret, îma, dudak bükme, göz kırpma, yazı, hareket ve maksadı belirten her türlü söz, açıkça söylemek gibidir. O halde bunların tümü gıybet ve haramdır,
Âişe vâlidemizin şu sözü îma ve işaret kısmındandır: Bizim evimize bir kadın geldi. Kadın gittikten sonra elimle kadının kısa boylu oluşuna işaret ettim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bana şöyle dedi:
Kadının gıybetini yaptın!225
Başkasının durumunu hikâye etmek sûretiyle taklidini yapmak da gıybettir. Aksayarak yürümek veya kişinin yürüdüğü gibi yürümek gıybettir, hatta azap bakımından gıybetten daha şiddetlidir. Çünkü böyle yapmak, kişiyi anlatmakta daha tesirli olur. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Aişe'nin başka bir kadının taklidini yaptığını gördü ve şöyle buyurdu:
Bana şu kadar şu kadar verilse bile yine de bir insanın taklidini yapmak beni sevindirmez!226
Yazı ile gıybet de böyledir. Çünkü kalem de bir dildir. Bir kitabın yazarı, belli bir şahıstan bahseden kitabında onun konuşmasını çirkin gösterirse gıybet olur. Ancak konuşmayı böyle göstermeye kendisini mecbur eden birşey bulunursa, o zaman hüküm değişir. Nitekim ileride bu bahis gelecektir. Müellifin 'bir kavim şöyle dedi' demesi ise, gıybete dahil olmaz. Ancak gıybet, belli bir şahsa -ister diri, isterse ölü olsun- saldırmaktan ibarettir.
'Bugün bizim yanımızdan geçenlerin veya bizim gördüklerimizin bir kısmı' demen gıybettendir. Yani eğer muhatabın bu ibareden belli bir şahsı anlarsa, gıybet olur. Çünkü mahzurlu olan, muhataba belli bir şahsı anlatmaktır. Anlatmakta kullanılan metod ve sistem değildir. Eğer muhatab o konuşmandan belli bir şahsı anlamazsa öyle konuşman caizdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir insanın herhangi bir hareketinden hoşlanmadığı zaman şöyle derdi:
Bazı kavimlere ne oluyor ki şöyle yapıyorlar?227
Hazret-i Peygamber isim söyleyerek eleştirmezdi. Senin 'Seferden gelenlerin bir kısmı, ilim iddia edenlerin bir kısmı' demen, eğer belli bir şahsı anlatan karine varsa gıybet olur. Gıybet çeşitlerinin en çirkini, riyakar kurra'nın (okuyucular) gıybetidir. Çünkü bunlar maksatlarını salâh ve takvâ ehlinin tabirleriyle anlatırlar ki zâhirde gıybetten kaçındıklarını gösterip maksadlarnı anlatmış olsunlar! Bunlar cehaletlerinden dolayı iki fâhiş hareketi bir arada yaptıklarını bilmezler: Hem gıybet, hem riyakarlık!
Yanında bir insandan bahsedildiğinde 'Bizi sultanın huzuruna girmekle, dünyada müptezellikle imtihan etmeyen Allah'a hamd olsun!' demek veya 'Hayânın azlığından Allah'a sığınırız. Allah bizi hayâsızlıktan korusun!' demek de öyledir! Bu konuşmasından maksadı; başkasının ayıbını anlatmaktır. Fakat adamı (güya) dua tabiriyle zikrediyor. Bazen de gıybetini yaptığı bir kimsenin medhini gıybetten önce yapar ve der ki: 'Filan adamın durumu ne güzeldir. İbadetlerde kusur yapmazdı. Fakat kendisine, bir gevşeklik musallat olmuş. Hepimizin müptelâ olduğu sabırsızlık belâsına müptelâ olmuştur!' Böylece kendi nefsini zikreder. Oysa maksadı, onun zımnında başkasını kötülemek, kendi nefsini de, sâlih kimselere benzetmek sûretiyle övmektir. Böylece hem gıybetçi, hem riyakâr, hem de nefsini temize çıkarmış olur.
Dolayısıyla üç kötü davranışı bir araya getirmiş olur! Fakat cahilliğinden dolayı zanneder ki kendisi sâlih ve gıybetten korunan kimselerdendir ve bu sırra binaendir ki şeytan, câhillerle -ilimsiz olarak ibadete daldıkları zaman- oynar. Muhakkak şeytan onların yakasına yapışır, onları meşakkate sokar, hileleriyle onların amellerini yakıp kül eder. Onlara güler ve onlarla alay eder! Bir insanın ayıbı zikredildiği halde hazır bulunanlardan bazıları uyanıp da onu kavrayamaz. Bu bakımdan yapılan gıybeti anlamayan da anlasın diye 'Sübhânallah! Bu ne kadar da acaib imiş!' demek ve uyanmayan kişi kendisine kulak versin ve dediğini anlasın diye söylemek de gıybettendir. Böylece Allahü teâlâ'yı zikreder, onun ismini çirkin emeline ulaşmak için alet yapar. Oysa kendisi aldanmışlığından ve cehaletinden dolayı Allah'ı andığını sanarak
Allah'a karşı minnet eder ve 'Beni dostumuzun hakkında cereyan eden istihfaf üzdü. Allah'tan onun nefsini rahata kavuşturmasını isteriz' der. Böyle söylemesine rağmen üzüldüğü iddiasında yalancıdır ve dua etmesinde samimi değildir. Eğer maksadı hakarete uğrayan kişiye dua etmek olsaydı, o duayı namazından sonra gizlice yapardı. Eğer adamın hakarete uğraması kendisini üzmüş olsaydı, adamın hoşuna gitmeyen şeyi açıklamak sûretiyle gıybetini yapmak da kendisini üzerdi.
Yine der ki: 'O miskin adam büyük bir belaya uğramış! Allah bizim de, onun da tevbesini kabul eylesin!' Kişi bütün bu durumlarda dua ettiğini göstermesine rağmen Allah onun kalbindeki pisliğe muttali'dir. Onun gizli maksadını bilir. Fakat o cehaletinden dolayı, kendisinin, cahillerin açıkça günah işleyip cehaletlerinin gereğini yaptıkları zaman uğradıkları felâketten daha büyük bir felâkete maraz kaldığını bilmez. Benimsemek ve hayret etmek yoluyla gıybeti dinlemek de gıybettendir. Çünkü bu şekilde dinleyen bir kişi, gıybetçinin gıybet hususundaki keyfi artsın diye ve gıybette alabildiğine ileri gitsin diye onu şaşkın şaşkın dinler. Sanki o böyle davranmakla gıybetçinin içindekini söküp çıkarır ve şöyle demek ister: 'Hayret! Ben o adamın böyle olduğunu bilmiyordum. Ben onu şu ana kadar ancak hayırlı, sâlih bir kimse biliyordum. Ben onda senin söylediğinin tam tersi olduğunu sanıyordum. Allah bizi her türlü beladan korusun!' Zira bütün söyledikleri ve hareketleri gıybeti tasdik etmektir. Gıybeti tasdik etmek de gıybetten başka birşey değildir. Hatta susan da gıybetçinin ortağıdır! Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Gıybeti dinleyen, gıybetçilerden biri olur. 228
Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer'den rivâyet ediliyor ki onlardan biri arkadaşına 'Filan adam çok uyuyor!' dedi. Sonra ikisi birden ekmeklerini yemek için Hazret-i Peygamber'den bir katık istediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Siz katıklandmız!' dedi. Onlar 'Bizim katıklanmadan haberimiz yok!' deyince, Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Evet, siz kardeşinizin etinden yediniz!229
Dikkat ettiğinde, Hazret-i Peygamber'in ikisini birden suçladığını göreceksin. Oysa o sözü söyleyen sadece onlardan biriydi. Diğeri onu dinliyordu. ' (Maiz) , köpeğin öldüğü gibi öldü!' diyen bir kişi olduğu halde Hazret-i Peygamber ikisine birden şöyle dedi:
Şu leşten yeyiniz!
İkisini birden leş yemeye davet etti. Bu bakımdan gıybeti dinleyen de gıybetin günahından kurtulamaz. Ancak diliyle veya korktuğu takdirde kalbiyle gıybeti reddederse veya gıybet meclisinden kalkarsa veya gıybetçinin konuşmasını başka bir konuşma ile keserse gıybetçi sayılmaz. Aksi takdirde günahkâr olur! Eğer gıybetçiye diliyle sus deyip de kalben onun gıybetini dinlemek istiyorsa, bu münafıklık olur. Kalben gıybeti çirkin görmedikçe münafıklıktan kurtulamaz. Eliyle susması için işaret etmek veya kaşıyla veya kirpikleriyle işaret etmek yeterli değildir. Çünkü bu işaretler bahsi yapılan kişiyi hakir görmek demektir. Aksine o kişiyi tahkir değil de tazim etmeli ve açıkça onu müdafaa etmelidir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kimin yanında bir Mü'min zelil ediliyorsa, o da kudreti olduğu halde o Mü'mine yardım etmiyorsa, Allah onu kıyâmet gününde insanların gözü önünde zelil eder (edecek) . 230
Kim (müslüman) kardeşinin bulunmadığı bir mecliste onun haysiyetini korursa, kıyâmet gününde onun haysiyetini korumak Allah'a hak olur. Kim kardeşinin gıyabında onun haysiyetini korur ve müdafaa ederse, o kimseyi ateşten azad etmek Allah'a hak olur. 231
Gıyabında müslümana yardım etmek hususunda ve bunun fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuştur. Biz bunları Sohbet Adabı ve Müslümanların Hakları bölümlerinde zikretmiştik. Bu bakımdan ikinci kez tekrarlamakla sözü uzatmak istemiyoruz.
223) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî
224) İbn Eb'id-Dünya, İbn Merduveyh
225) İbn Eb'id-Dünya
226) Daha önce geçmişti.
227) Ebû Dâvud
228) Taberânî
229) Taberânî
230) İbn Eb'id-Dünya
231) Ahmed, Taberânî, (Ebu'd Derda'dan)
Gıybete Teşvik Eden Sebepler
İnsan oğlunu gıybete sürükleyen sebepler pek çoktur. Fakat bunları onbir sebepte toplamak mümkündür. Bu onbir sebebin sekizi, halkın geneliyle ilgilidir. Üç tanesi de din ehli ve havâsla ilgilidir. Halkın geneli hakkındaki sekiz sebep şunlardır:
1. Öfkesini teskin etmek. Bu tür gıybet, gıybeti yapılan adama kızmasına vesile olan bir sebep olduğu zaman meydana gelir. Çünkü kişi öfkesi kabardığı zaman karşısındaki adamın kötülüklerini söylemek suretiyle öfkesini dindirir. Eğer ortada gıybete mâni olacak din ve takvâ yoksa, dilin gıybete kayması tabiidir. Bazen öfkesini yenemez, öfke içinde birikir. Sabit bir kine dönüşür ve kötülüklerini daimi bir şekilde belirtmeye sebep teşkil eder. Bu bakımdan kin ve öfke, insanı gıybete sürükleyen büyük sebeplerdendir.
2. Emsâl ve akranına uymak, arkadaşlarına ayak uydurmak ve konuşma hususunda onlara yardım etmektir. Çünkü arkadaşları, halkın gıybetini yaptıkları zaman, kişi onların yaptıklarını inkâr ettiği veya meclislerinden kalktığı takdirde arkadaşlarının ağrına gidip kendisinden nefret edeceklerini düşünür. Böylece bu hususta onlara yardımcı olur ve bunu da güzel muaşeretten sayar. Arkadaşlıkta müsamahalı davrandığını zanneder. Bazen arkadaşları öfkelenirler. Onlara uymak için o da öfkelenmeye mecbur olur ki sıkıntıda ve bollukta onlarla beraber olduğunu göstermiş olsun. Dolayısıyla onlarla beraber başkalarının ayıplarını ve kötü sıfatlarını saymaya dalar.
3. Bir insanın, bir şeyi kendi aleyhine kullanacağını, kendisine dil uzatacağını veya büyük bir insanın yanında halini çirkin gösterdiğini veya aleyhinde herhangi bir şahidlikte bulunacağını hissetmesidir. Bu takdirde o adam kendisini çirkin göstermeden önce o adamı çirkin göstermeye acele eder. Onun aleyhinde bulunur ki onun kendi aleyhindeki şahidliğinin müsbet bir tesiri kalmasın veya önce doğru olarak onda bulunan şeyleri söyler ki arkasından ona iftira atsın ve önce söylediği doğrulardan ötürü, ettiği iftira revaç bulsun. . . Şahid tutar ve der ki: 'Yalan söylemek benim âdetim değildir. Çünkü ben size onun durumundan şu şu tarafları da haber verdim ve o da benim dediğim gibi çıktı'.
4. Herhangi bir şeye nisbet edilmesidir. Bu bakımdan nisbet edildiği şeyden kendisini uzaklaştırmak ister. Dolayısıyle o nisbeti yapanı açıklar. Oysa kendi nefsini o nisbetten kurtarmalı ve o nisbeti yapanı zikretmemeli ve intikam olarak başka kötülüğü ona nisbet etmemeliydi. Oysa kişi başkasının kendisiyle o fiilde ortak olduğunu zikreder ki o fiil hususunda kendini mâzur göstersin.
5. Tasannû ve gururu kasdetmektir. Bu, başkasını küçük göstermek sûretiyle kendini yüceltmek demektir. Bu bakımdan 'Filan adam cahildir, anlayışı kıttır, konuşması zayıftır' der. Böyle söylemekten gayesi; kendisinin faziletini isbat etmektir. Onlara kendisinin daha âlim olduğunu göstermektir veya kendisine yapılan tâzim gibi, gıybeti yapılan kişiye tâzim etmekten sakındırımaktır. Bu gayeye de ancak adamın gıybetini yapmak sûretiyle varabilir!
6. Haseddir. Hased, insanlar tarafından övülen, sevilen ve ikram edilen bir kimseyi çekememek dermektir. Böyle yapmakla o adamdan o nimeti gidermek ister ve o nimeti gidermek için de onun aleyhinde atıp tutmayı çıkar yol sanar Böylece halkın yanında o adamın itibarını düşürmek ister ki halk ona ikram etmekten, onu övmekten vazgeçsin. Çünkü halkın o adamı övmelerini dinlemek, halkın o adamın medhini yapmasını ve ikramda bulunmalarını görmek ona ağır gelir. Bu ise hasedin ta kendisidir. Hased, öfke ile kinden ayrıdır. Çünkü öfke ve kin insanı cinayete sevkeder. Hased ise. bazen iyilik yapan dosta ve tabiatça kendisine uyan arkadaşa bile yapılabilir.
7. Oynamak, şakalaşmak, lâtife yapmak ve vakti gülmekle geçirmektir. Bu bakımdan kişi, başkasının ayıbını zikreder. Onun taklidini yapmak suretiyle halkı güldürür. Böyle yapmasının sebebi kibir ve gururdur.
8. Karşısındaki insanı tahkir etmek için kendisiyle istihzâ etmek ve kendisini alaya almaktır. Böyle yapmak bazen kişinin yanında, bazen de gıyabında cereyan eder. Bunun kaynağı gurur ve alaya alınanı küçük görmektir.
Havâss'ta bulunan üç sebebe gelince, bu sebepler, gıybete sürükleyen âmillerin en çetrefillisi ve en incesidirler. Çünkü bunlar şeytan tarafından hayırların içine gizlenmiş şerlerdir. Burada hayır vardır. Fakat şeytan o hayra şerri katmıştır.
Birincisi: Birinin hatasına veya bir gerçeği inkâr etmesine şaşmasıdır. Bunun kaynağı dindir. Bu bakımdan der ki: 'Benim filan adamdan gördüğüm, ne acaip bir şeydir!' Bu sözünde bazen doğru olabilir ve hakîkaten hayret etmesini gerektiren fiili de görmüş olabilir. Fakat onun buradaki vazifesi; hayret etmekle beraber adamın ismini zikretmemektir. Fakat şeytan onu, bu hayrete sebep olan adamın ismini zikretmeye sevkeder. Onun ismini zikretmekle gıybet etmiş olur ve bilmediği noktadan günahkâr olur. Kişinin 'Filan adamın durumuna hayret ettim. Câriyesi çirkin olduğu halde nasıl câriyesini sever. Filan adam câhil olduğu halde nasıl onun huzurunda oturur' demesi de bu türdendir.
İkincisi: Şefkat ve merhamettir. Şöyle ki, kişinin müptelâ olduğu dertten dolayı üzülür. Bu bakımdan der ki: 'Filan adam fakirdir! Onun derdi beni üzdü. Onun başına gelen belâlar beni oldukça sarstı!' Üzülme davasında doğru olabilir. Fakat üzülmek, adamın ismini zikretmesine sebep olmuştur. Böylece adamın ismini zikrederek gıybet etmiştir. Bu bakımdan üzülmesi, merhamet ve şefkat göstermesi hayırdır. Hayrete düşmesi de böyledir. Fakat şeytan onu bilmediği bir noktada şerre düşürmüştür. Çünkü kişinin ismini zikretmeden de üzülmek ve şefkat göstermek mümkündür. Fakat şeytan onu kendisinin üzüntü ve şefkattan dolayı elde ettiği sevabı iptal etmek için felâketzedenin ismini zikretmeye kışkırtır.
Üçüncüsü: Allah için öfkelenmektir. Kişi, bazen bir insanın yapmış olduğu münkeri gördüğü veya işittiği zaman öfkelenir. Dolayısıyla öfkesini belirtir ve adamın ismini zikreder. Oysa kendisine düşen vazife, adama karşı emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i an'il münker'i icra etmek sûretiyle öfkesini belirtmektir. Başkasının yanında o öfkeyi belirtmemek ve adamın ismini gizlemek ve adamı kötülükle anmamaktır.
İşte bu üç sebep, âlimler için bile idrak edilmesi gayet güç olan sebeplerdendir. Halk tabakasının bunları anlaması nerede kalır? Halk tabakası hayret etmek, şefkat göstermek ve öfkelenmek Allah için olduğu zaman bunlara sebebiyet verenin ismini zikretmekte herhangi bir beis yok zanneder. Oysa böyle sanmak yanlıştır. Gıybete ruhsat veren durumlar, bazı özel ihtiyaçlardır ki o ihtiyaçlarda isim zikretmekten başka çıkar yol yoktur. Nitekim bunun bahsi ileride gelecektir.
Amr b. Vâsile'den şöyle rivâyet ediliyor: Bir zat bir grubun yanından geçti ve onlara selâm verdi. Onlar da onun selâmının karşılığını verdiler. Onları geçtiği zaman içlerinden biri 'Ben Allah için bu adamdan nefret ediyorum' dedi. Mecliste oturan diğer şahıslar 'Sen kötü konuştun. Allah'a yemin ederiz, biz gider ona senin söylediklerini söyleriz' dediler. Sonra aralarından birisine 'Ey filan adam! Kalk ona yetiş! Bu adamın söylediğini kendisine söyle' dediler. Onların elçisi adama yetişti ve söylenen sözü adama nakletti. Bunun üzerine adam, Hazret-i Peygamber'e geldi ve söyleneni Hazret-i Peygamber'e bildirdi. Hazret-i Peygamber kendisine 'Aleyhinde konuşan adamı çağır' diye emir verdi. O da gidip adamı çağırdı. Adam Hazret-i Peygamber'in huzuruna gelerek söylediğini itiraf etti. Hazret-i Peygamber 'O halde neden bu adamdan nefret ediyorsun?' dedi. Adam 'Ben onun komşusuyum ve onun durumunu biliyorum.
Allah'a yemin ederim, farz namazdan başka onun namaz kıldığını görmedim' dedi. Gıybeti edilen adam, Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adamdan sor! Acaba farz namazı vaktinden tehir ettiğimi veya farz namaz için aldığım abdesti üstün körü geçtiğimi, yahut namazın içindeki rükû ve secdeyi çirkin bir şekilde yaptığımı görmüş mü?' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, adama sordu. Adam 'hayır' cevabını verdikten sonra şöyle devam etti: 'Yemin olsun! Hem fâsık ve hem doğru insanlar tarafından, Ramazan ayından başka hiçbir ayda oruç tuttuğunu görmedim'. Gıybeti yapılan adam, Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sor kendisinden, acaba Ramazan ayında hiç oruç tutmadığımı veya Ramazan ayı hakkında kusur ettiğimi hiç görmüş mü?' dedi, Hazret-i Peygamber bunu sorunca adam şöyle cevap verdi: 'Yemin olsun! Ramazan ayında bir dilenciye veya bir fakire birşey verdiğini görmedim. Allah yolunda sarfettiğini ve infakta bulunduğunu görmedim. Ancak iyi ve kötü insanlar tarafından verilen şu zekat hariç!' Gıybeti yapılan adam, Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sor kendisinden! Acaba zekâtımdan hiç eksik ettim mi veya zekâtı alan zekât memurlarını hiç geciktirdim mi?' dedi. Hazret-i Peygamber bunu sorunca, adam 'hayır' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, gıybet yapan adama şöyle dedi: 'Kalk! Buradan git. Umulur ki o adam senden daha hayırlıdır'. 232
231) Ahmed, Taberânî, (Ebu'd Derda'dan)
Kalben Yapılan Gıybet'in Haram Olması
Kötü söz gibi su-i zan da haramdır! Bu bakımdan başkasının kötülüklerini dil ile zikretmek haram olduğu gibi, müslüman hakkında içinden su-i zanda bulunmak da haramdır. Ben bundan kalbin kinini ve başkasının aleyhine kötülükle hükmetmesini kastediyorum. Kalbinden bir anda gelip geçen şeyler affedilmiştir.
Hatta şek ve şüphe etmek de affedilmiştir. Yasaklanan, başkasının hakkında kötü zanda bulunmaktır. Zan ise nefsin meylettiği ve kalbin yöneldiği şeyden ibarettir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey îman edenler! Zandan çok sakının. Zira zarının bir kısmı günahtır. (Hucurât/12)
Kötü zannın haranı olmasının sebebi şudur: Kalbin esrarını ancak allâm'ul-guyûb olan Allah bilir. Bu bakımdan başkası hakkında kötü zanda bulunamazsın. Ancak te'vil kabul etmeyecek şekilde sana âyan beyan olursa, o zaman bildiğine ve gördüğüne inanmaktan başka seçeneğin yoktur.
Gözünle görmediğin, kulağınla işitmediğin birşeyin kalbine düşmesine gelince, o şeyi senin kalbine şeytan atmıştır. Bu bakımdan şeytanı yalanlaman gerekir. Çünkü şeytan, fâsıkların en katmerlisidir, Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey îman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurât/6)
Bu bakımdan İblis'i doğrulamak caiz değildir. Eğer orada fesâda delâlet eden bir hayal ve bir karine varsa, onu tasdik etmen caiz değildir. Çünkü fâsığın doğru söylemesi tasavvur edilebilir. Fakat onu tasdik etmek senin için caiz değildir. Hatta ağzını koklayıp içkinin kokusunu duyduğun bir insan için ceza tatbik etmek caiz değildir; zira bu adamın ağzını içki ile çalkalayıp içkiyi dökmesi ve içmemesi veya cebren içmeye zorlanması mümkün ve muhtemeldir denilebilir. Bütün bunlar şüphesiz ki muhtemel delillerdir. Kalben onları tasdik etmek ve o delillerden ötürü müslüman hakkında kötü zanda bulunmak caiz değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşur:
Allah, müslümanın, kanını, malını ve hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır. 238
Bu bakımdan su-i zan ancak malın helâl olmasını gerektiren sebeplerle helâl olabilir. O da görme veya âdil bir delildir. Durum böyle değilse, kalbine su-i zannın vesvesesi gelirse, onu nefisten uzaklaştırmak gerekir ve nefsine 'Adamın -daha önce olduğu gibi-hali senin yanında kapalıdır. Senin ondan gördüğün şeyi hayra da, şerre de yorumlama ihtimâli vardır' demek gerekir.
Soru: Kalbine gelenin zan olduğu ne ile bilinir? Oysa insanın içinde şüpheler oynamakta, nefis daima kendi kendine bir şeyler fısıldamaktadır?
Cevap: Kötü zan olmasının alâmeti, onunla beraber kalbin daha önceki durumundan değişmesidir. Bu bakımdan kalp, az da olsa ondan nefret ederek bir ağırlık hisseder. Onu gözetmen, araman, ikramda bulunman ve ondan dolayı üzülmen gevşer. İşte bütün bunlar, kötü zan olmasının alâmetleridir. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mü'minde üç şey vardır ki onlardan kurtulması için bir yol vardır. Kötü zandan kurtulmanın yolu ise şüphelendiği şeyin üzerine düşmemesidir. 239
Yani ne fiilen ne de kalben onu araştırmamak ve üzerinde durmamaktır. Mü'min, kalbinde ve âzalarında ona yer vermemelidir. Kalpte yer vermesi, sevginin nefrete dönüşmesidir. Azalarda yer vermek ise, onun gereğince amel etmek demektir. Şeytan az bir hayalle bazı kere halk hakkındaki kötü zannı kalbe yerleştirir ve adama 'bu senin zeki oluşundan, zihninin süratle intikal edişinden dolayı kalbinde meydana gelmiştir' vesvesesini ilka eder ve devamla şu vesveseyi verir: 'muhakkak Mü'min Allah'ın nûruyla bakar! (Sen Allah'ın nûruyla bakarak bunu sezdin) '. Oysa böyle bir insan hakikatte şeytanın gururu ve meydana getirdiği karanlıkla bakıyordur.
Âdil bir kimsenin haber verip, senin zannının da o adil kimseyi tasdik etmesine gelince, sen burada mazur sayılırsın. Çünkü sen o âdil insanı yalanlarsan bu yalanlaman adalete karşı bir cinayettir; zira adaleti yalan zannetmiş olursun, Bu da su-i zandır. Bu bakımdan herhangi birisine -yani ne haber veren âdil kimseye, ne de hakkında su-i zan yapılması gereken şahsa- su-i zan etmemeli ve ikisi hakkında da eşit bir şekilde düşünmelisin. İkisinin arasında düşmanlık, çekememezlik ve kindarlığın olup olmadığını araştırmak gerekir. Çünkü bunlardan dolayı da itham etmiş olabilir! Allah'ın nizâmı, âdil bir babanın evladı için şahidliğiıü itham edilmek sözkonusu olduğu için reddetmiştir. Düşman aleyhindeki şahidliği de reddetmiştir. Bu bakımdan sen böyle bir durumda duraklamasın. Her ne kadar söyleyen adam adil olsa da onu ne yalanlamalı, ne de doğrulamalısın. Fakat nefsine 'Bahsi edilen kişinin hali, benim yanımda, Allah'ın örtüsü altında bulunuyor. Onun işi benden örtülü ve olduğu gibi kaldı ve onun işinden bana hiçbir şey keşfolunmuş değildir' demelidir. Kişi bazen zahirde adaletli olur. Onunla gıybeti yapılanın arasında herhangi bir kin de sözkonusu olmayabilir. Fakat halkın gıybetini yapmak, kötülüklerini belirtmek, bu zahirde adil görünen kişinin âdetinden olabilir. Dinleyen de onu âdil zanneder. Oysa o âdil değildir; zira başkasının gıybetini yapan bir kimse fâsıktır. Eğer gıybet onun âdetinden ise şahidliği reddedilir. Ancak halk arasında gıybet yapmak âdet olduğundan dolayı gıybet hususunda gevşeklik gösteriyorlar. Halkın aleyhinde bulunmaya pek aldırış etmiyorlar. 240
Ne zaman bir müslüman hakkında kalbine bir kötülük gelirse, o müslümanı daha fazla gözetmen ve durumunu sorman uygun olur. Ona hayırla dua etmen daha münâsib olur. Çünkü böyle yapman şeytanı kızdırır ve senden uzaklaştırır. Bir daha da şeytan senin kalbine kötü zannı ilka edemez. Çünkü senin dua etmekle ve hakkında kötü zan yapılmak istenen adamın hakkına daha fazla riayet etmekle meşgul olmandan korkar.
Müslümanın hatasını açık bir delille bildiğinde, gizlice kendisine nasihatta bulun. Sakın şeytan seni aldatıp o adamın gıybetini yapmaya sürüklemesin. O adama nasihat yaptığında, onun o eksikliğini bildiğine sevinerek nasihat yapma! Çünkü böyle bir sevinç, onun sana tâzim gözüyle, senin de ona hakaret gözüyle bakmandan ve kendini ondan üstün tutmandan kaynaklanır. Senin bu nasihattan maksadın onu günahtan kurtarmak olmalıdır. Bunu yaparken, dinin hakkında bir eksikliğin olduğunda nefsin için üzüldüğün gibi onun için de üzülerek yapmalısın ve yine adamcağızın o günahı nasihatinin tesiri olmaksızın bırakması, nasihatinin tesiriyle bırakmasından sence daha sevimli olmalıdır. Sen bunları yaptığın takdirde nasihat, musibetten dolayı üzülmek ve müslüman kardeşine din hususunda yardım etmek ecirlerini bir arada toplamış olursun. Su-i zannın semerelerinden biri de merakla araştırmaktır; zira kalp, su-i zanla kanaat getirmeyerek tedkik ve tahkik ister. Bu bakımdan hakkında su-i zan yapılan adamın durumunu araştırmakla meşgul olur. Bu da yasaklanmıştır. Nitekim Allahü teâlâ 'Birbirinizin gizli taraflarını araştırmayın' (Hucurât/12) buyurmuştur. Bu bakımdan gıybet, su-i zan ve araştırmak aynı ayette yasaklanmışlardır.
Tecessüss'ün mânâsı, Allah'ın kullarını Allah'ın örtüsü altında bırakmamak, onların gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak ve üzerlerine gerilen örtüyü yırtmaktır -eğer kendisinde gizli olsaydı kalbi ve dini için daha selâmetli olurdu- böylece gizli olan birşeyi bilmek ister.
Biz Emr-i bi'l-Ma'ruf bölümünde tecessüss'ün hüküm ve hakikatini belirtmiştik.
240) Bu büyük bir beladır. Her memlekette halkın hemen hemen tümünü içine alır. Bu durum fesadın en büyüğüdür. Ancak Allah'ın koruduğu insan bundan kurtulabilir! (İthafus-Saadc)
Gıybeti Ruhsatlı Kılan Özürler
Başkasının kötü taraflarını belirtmeyi ruhsatlı kılan şey, şer'an sıhhatli ve doğru bir hedeftir ki ona ancak gıybet yapmak sûretiyle varmak mümkün olur. Bu bakımdan bu durum, gıybetin günahını ortadan kaldırır. Gıybeti ruhsatlı kılan özürler altı tanedir:
Birincisi: Tazallüm/zulümden şikayet etmektir; zira bir kadıya zulmü haber veren, hıyâneti söyleyen, hasmının rüşvet aldığını haber veren bir kimse -eğer mazlum değilse- gıybet yapmış ve isyan etmiş bir kimse olur. Kadı tarafından zulme uğrayan bir kimse ise, kadı'nın üstünde bulunan sultana gidip şikayet eder ve kadı'nın zulmettiğini söyler; zira bu kimsenin hakkının alınması ancak bu gıybeti yapmak sûretiyle mümkün olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki hak sahibi olan alacaklı için söz söyleme yetkisi vardır. 241
Zengin bir kimsenin borcunu geciktirmesi zulümdür. 242
Varlıklının (borcunu) geciktirmesi, hem cezalandırılmasını, hem de gıybetinin yapılmasını helâl kılar. 243
İkincisi: Dinen münker ve yasak olanı engellemek, âsî bir kimseyi doğru yola çevirmektir. Nitekim rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman'ın yanından geçti. (Bazıları da 'Hazret-i Talha'nın yanından geçti' demişlerdir) . Osman'a' selâm verdi. Hazret-i Osman (veya Hazret-i Talha) Hazret-i Ömer'in selâmına karşılık vermedi. Bunun üzerine Ömer, Hazret-i Ebû Bekir'e giderek durumu anlattı. Hazret-i Ebû Bekir, durumu düzeltmek için Hazret-i Osman'a geldi ve Hazret-i Ömer'in bu sözünü gıybet saymadılar. Yine bunun gibi Hazret-i Ömer'in kulağına Ebû Cendel'in Şam'da içki içtiği haberi geldiğinde Ebû Cendel'e şu mektubu yazdı:
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle başlarım! Hâ, Mim! Bu kitabın indirilişi, azîz, alîm olan Allah'tandır. O, günahı bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı şiddetli olan, ihsan sahibi Allah'tandır ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Dönüş ancak O'nadır. (Mü'min/1-2)
Hazret-i Ömer'in bu mektubu üzerine Ebû Cendel tevbe etti ve Hazret-i Ömer, bu haberi kendisine ulaştıranı gıybet yapmış kabul etmedi. Çünkü bu haberi Hazret-i Ömer'e ulaştıranın maksadı, Hazret-i Ömer'in Ebû Cendel'in bu yaptığını ortadan kaldırması içindir. Hazret-i Ömer'in Ebû Cendere yapacağı nasihatin, başkası tarafından yapılan nasihattan daha tesirli ve faydalı olacağını umdu. Bunun mübah olması, sıhhatli ve doğru bir maksadla olmasındandır. Eğer bu sıhhatli maksad ortada mevcud değilse, böyle söylemek haram olur.
Üçüncüsü: Fetva istemektir. Nitekim müftüye der ki: 'Babam veya hanımım veya kardeşim bana zulmetti! Bu zulümden kurtulmak için çare ve yol nedir?' Bu hususta en sağlamı, târiz yoluyla sormaktır. Meselâ şöyle demelidir: 'Babası veya kardeşi veya hanımı kendisine zulmeden bir adam hakkında ne dersiniz?' Fakat bu miktarın tayini mübahtır. Çünkü Utbe'nin kızı Hind'den244 rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygambere şöyle demiştir: 'Kocam Ebû Süfyân çok cimri bir kimsedir. Bana ve çocuğuma yetecek kadar nafaka vermiyor. Acaba onun haberi olmaksızın onun malından alabilir miyim?'
Hazret-i Peygamber
cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Normal olarak sana ve çocuğuna yetecek kadarını al'. 245 İşte Hind, Ebû Süfyân'ın cimriliğini, kendisine ve çocuğuna zulmettiğini belirtti. Buna rağmen Hazret-i Peygamber, onu bu gıybeti yapmaktan menetmedi. Çünkü onun maksadı fetva istemekti.
Dördüncüsü: Müslümanı şerden korumaktır. Bu bakımdan bid'atçı veya fâsığın bid'atının ona sirayet edeceğinden korktuğun zaman, o fâsık ve bid'atçı kimsenin fısk ve bid'atını bir fakîh'e açıklayabilirsin. Eğer seni, bunu açıklamaya teşvik eden, bid'at ve fıskın sirayet etme korkusundan başka bir hedef değilse, açıklayabilirsin; zira burası,, aldanma yeridir. Çünkü bazen o adama kızmak, İnsan oğlunu bu açıklamaya teşvik edebilir. Şeytan halka şefkat göstermekle bu durumu örterek onu aldatabilir. Bir köle satın alana -eğer kölenin hırsızlık, fâsıldık veya başka bir ayıbı biliniyorsa- kölenin bu kusurlarını söyleyebilirsin. Çünkü senin sükût etmende alıcının, söylemende de kölenin zararı vardır. Oysa alıcının tarafını gözetmek daha evlâdır. Böylece şahidleri temize çıkaran bir kimseye de şahidin halinden sorulduğu zaman, eğer şahidin kusurunu biliyorsa, onun kusurunu söylemek suretiyle aleyhinde bulunabilir. Evlenmek hususunda kendisiyle istişare edilen veya emaneti bırakmak hususunda kendisine danışılan bir kimse de böyledir. Müsteşar, istişare yapana gıybet maksadıyla değil, nasihat maksadıyla bildiklerini söyleyebilir. Eğer istişare eden, kişinin sadece 'Bu sana yararlı değildir' sözüyle o evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, öyle söylemek, tafsilâta geçmemek farzdır ve bu kadar söylemek yeterlidir. Eğer ancak açıkça ayıbını söylemek sûretiyle evlenmeyi bırakacağını biliyorsa, o vakit açıkça söylemek yetkisine sahiptir; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Siz fâcir kimseyi belirtmekten korkar mısınız, çekinir misiniz? (Hayır çekinmeyin!) Halk kendisini tanısın diye maskesini yırtınız. Halk ondan sakınsın diye onda bulunan kusuları soyleyin.
Selef-i Sâlihîn derler ki: Üç sınıf vardır, onların gıybeti yoktur, onların gıybetinden günah gelmez:
1. Zâlim idareci
2. Bid'atçı kimse
3. Fıskını açıklayan fâsık
Beşincisi: İnsanın, ayıbını belirten bir lâkab ile maruf olmasıdır. el-A'rec (Topal) , el-A'meş (Gece görmez) gibi. 2- Bu bakımdan 'Ebû Zennat, el-A'rec'den, Selman, el-A'meş'ten rivâyet etti' demende ve buna bezer ibareleri kullanmakta günah yoktur. Âlimler, bunu tarif etmenin zaruri olması sebebiyle böyle yapmışlardır. Bir de bu öyle bir hâl almış ki hakkında kullanılan adam bunu bilse dahi tiksinmez. Çünkü bununla şöhret bulmuştur. Evet! Eğer bundan sakınmak ve başka bir ibâre ile tarif etmek imkânı varsa, onu kullanmak daha evlâdır ve bunun için de âma bir kimseye noksanlık isminden kaçmak için gözlü denir.
246) el-Arec, Medineli Abdurrahman'ın lakabıdır. Bu zat Ebû Hüreyre'nin en yakın arkadaşıdır. Hicretin 17. senesinde İskenderiye'de vefat etmiştir, el-A'meş ise, Süleyman b. Mehran el-Kuhili'nin lâkabıdır, Kûfelidir.
Altıncısı: Gıybeti yapılanın, fâsıklığmı açıkça yapmasıdır. Kadınımsı giyinen, kadın gibi hareket eden, meyhane açan, açıkça içki içen ve halkın malını müsadere eden bir kimse gibi. . Aynı zamanda bu kimse böyle şeyleri kendisine bu lâkabların takılacağından çekinmeksizin açıktan açığa yapıyor, kendisini bu sıfatlarla anmaktan iğrenmiyorsa, açıktan işlemiş olduğu bir sıfatı kendisine atfettiğin zaman günahkâr olmazsın. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim hayâ perdesini yüzünden atmışsa, onun gıybeti yoktur. 247
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Tâcir bir kimsenin hürmet ve ikrâmı yoktur'. 248 Hazret-i Ömer bu sözüyle, gizli bir fâsığı değil, fâsıklığmı açıkça yapan bir kimseyi kastediyor; zira fıskı gizli olan bir kimsenin hürmetini gözetmek gerekir.
Said b. Tarif şöyle demiştir: Ben Hasan-ı Basrî'ye 'Fıskını açıkça yapan bir kişinin, kötülüklerini söylersem gıybetini yapmış sayılır mıyım?' diye sordum. Cevap olarak 'Hayır! Böyle bir kimsenin hürmeti sözkonusu değildir' dedi.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir. Üç sınıf vardır. Onların gıybeti haram değildir:
1. Hevâ ve hevesine tâbi olan
2. Fıskını açıktan yapan fâsık
3. Zâlim bir idareci. 249
Bu üç sınıfın arasındaki ortak nokta, üçünün de günahı açıktan işlemesidir. Çoğu zaman işledikleriyle iftihar ederler. İşlediklerini açıkça yaptıkları halde yaptıklarını söylemekten neden tiksinsinler! Eğer kişi, o üç sınıftan birinin açıkça yapmadığı başka bir günahı söylerse günahkâr olur.
Avf b. Ebî Cemil şöyle anlatıyor: Ebû Bekir Muhammed b. Sîrin'in huzuruna girdim ve onun yanında Haccâc-ı Zâlim'in aleyhinde atıp tuttum. Dedi ki: 'Allah âdil bir hâkimdir. Haccâc'ın gıybetini yapandan intikamını alır. Yarın Allah'ın huzuruna vardığında senin yapmış olduğun en küçük günahın, senin için Haccâc'ın yapmış olduğu en büyük günahtan daha şiddetlidir'.
241) Müslim, Buhârî
242) Müslim, Buhârî
243) Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mâce
244) Hind'in İslâm'dan önceki haberleri meşhurdur. Müşrike Hind, Uhud muharebesine iştirâk etmiştir. Mekke fethedilinceye kadar müslümanların en şiddetli düşmanıydı. Mekke fethinde, önce kocası Ebû Süfyân, sonra da kendisi müslüman olmuştur.
245) Müslim, Buhârî
246) el-A'rec, Medineli Abdurrahman'ın lakabıdır. Bu zat Ebû Hüreyre'nin en yakın arkadaşıdır. Hicretin 17. senesinde İskenderiye'de vefat etmiştir, el-A'ın. eş ise, Süleyman b. Mehran el-Kuhili'nin lâkabıdır, Kûfelidir.
247) İbn Adiyy, Ebû Şeyh
248) İbn Eb'id-Dünya
249) İbn Eb'id-Dünya
Gıybet'in Kefareti
Gıybet'i yapana farz olan, pişman olmak, tevbe etmek ve yaptıklarından dolayı üzülmektir ki böyle yapmakla Allah'ın hakkını ödemiş olsun! Sonra gidip gıybetini yaptığı kimseye kendisini helâl ettirmelidir ki o da helâl ederse, ona yapmış olduğu zulmün cezasından kurtulur. Gıybetini yaptığı adamdan helâllik istediği zaman mahzun, üzgün ve yaptığından dolayı pişman olmalıdır. Çünkü riyâkâr bir kimse bazen gıybetini yaptığı kimseden, muttakî olduğunu göstermek için helâllik ister. Oysa içinde gıybetten dolayı pişmanlık diye birşey yoktur. Böylece ikinci bir günah işlemiş olur! Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Gıybetçiye, helâllik istemek değil Allah'tan günahının affını istemek kâfi gelir. Bunun yeterli olduğuna Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen hadîsle istidlâl edilir: Enes (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Gıybetini yapmış olduğun kimsenin gıybetinin kefareti, onun için istiğfar edip, af talep etmendir. 250
Mücâhid şöyle demiştir: 'Kardeşinin etini yemenin kefareti, onu övmen, hayırla kendisine dua etmendir'.
Atâ b. Ebî Rebah'a 'gıybetten tevbe etmek' hakkında soruldu. Dedi ki: "Gıybetten tevbe etmek, gıybetini yapmış olduğun arkadaşına gitmen ve ona 'Ben söylediğimde yalan söyledim. Sana zulmettim ve su-i edebde bulundum. İstersen hakkını benden alabilirsin ve istersen beni affedersin' demendir.
Atâ'nın bu fetvası daha sağlamdır, İtirazcının 'Gıybetin karşılığı yoktur. Bu bakımdan gıybetten dolayı helâllik istemek farz değildir. Mal ise tam bunun hilâfınadır' demesine gelince, onun bu sözü zayıf bir sözdür; zira başkasının haysiyet ve mürüvvetine saldırana iftira cezasının tatbik edilmesi farzdır ve bu kimsenin yakasına yapışılır. Sahih bir hadîste, Hazret-i Peygamber'den şöyle söylediği rivâyet edilmiştir:
Kimin yanında müslüman kardeşinin haysiyet ve şerefi veya malı hususunda bir zulüm varsa, o kimse, kendisinde dinar ve dirhem (para) bulunmayan bir gün gelmezden önce gidip o kardeşinden helâllik istemelidir. Çünkü o günde sadece onun hasenât ve sevabından alınır, gıybeti yapılana verilir. Eğer sevabı yoksa arkadaşının günahları alınır, kendisinin günahlarına eklenir. 251
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) başka bir kadına 'eteği uzundur' diyen bir kadına 'Sen onun gıybetini yaptın. Git kendisinden helâllik iste' demiştir. Bu bakımdan eğer gıybetçinin imkânı varsa, helâllik istemesi lâzımdır. Eğer gıybeti yapılan şahıs ortada yok veya ölü ise, en uygunu onun için af talep etmesi, duada bulunması ve onun nâmına hayırlar yapmasıdır.
Eğer 'Acaba helâl etmek farz mıdır?' dersen, cevap olarak derim ki: Hayır! Tarz değildir. Çünkü başkasına hakkını helâl etmek teberrudur. Teberru ise farz değil, fazilettir'. Fakat buna rağmen helâl etmek güzeldir. Özür dilemenin yolu, karşısındakini mübalâğalı bir şekilde övmek, ona kendisini sevdirmektir. Onun kalbini hoşnut edinceye kadar bu şekilde arkasını bırakmamaktır. Eğer buna rağmen kalbi hoş olmazsa özür dilemesi ve sevgi göstermesi, defterine yazılacak bir hasene olur. O hasene kıyâmet gününde, gıybet kötülüğünün karşılığı olur. Seleften bazıları helâl etmezdi.
Said b. Müeseyyeb der ki: 'Bana zulmedene hakkımı helâl etmem!'
İbn Sirin der ki: 'Ben, gıybetimi yapana gıybeti haram etmedim ki kendisine hakkımı helâl edeyim. Muhakkak Allah ona gıybeti haram etmiştir. Ben ise hiçbir zaman Allah'ın haram ettiğini helâl edemem'.
Eğer 'O halde Hazret-i Peygamberin 'Helâllik istemesi uygundur' şeklindeki sözünün mânâsı -eğer Allah'ın haram kıldığının helâl edilmesi mümkün değilse- nedir?' dersen, cevap olarak deriz ki: 'Hazret-i Peygamberin maksadı; zulmü affetmektir. Yoksa harâmı helâle çevirmek değildir. İbn Sîrin'in dediği ise, gıybetten önce gıybeti helâl etmek hususunda güzel ve geçerlidir. Çünkü herhangi bir şahsa, başkasına gıybetini yapmasını helâl etmesi caiz değildir'.
Soru: O halde Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsı nedir ve o gıybetini nasıl sadaka olarak verirdi?
Sizden biriniz, Ebû Demdem gibi olmaktan aciz midir? Ebû Demdem evinden çıktığı zaman şöyle derdi: 'Ey Allahım! Ben gıybetimi yapmayı halk için sadaka olarak verdim (helâl ettim) '.
Yine gıybetini sadaka olarak veren bir kimsenin gıybeti helâl olur mu? Eğer o kişinin sadakasının kabul edilmemesi sözkonusu ise, o zaman Hazret-i Peygamberin bizi böyle yapmaya teşvik etmesinin mânâsı ne olabilir?252
Cevap: Bu hadîs-i şerifin mânâsı 'Ben kıyâmet gününde, bana zulmedeni muâhaze etmek istemem ve onunla davaya da girmem' demektir. Aksi takdirde gıybet, hiçbir zaman böyle söylemekle helâl olmaz ve gıybet eden bir kimse de günahtan kurtulamaz. Çünkü böyle demek, günahın olmadan önce affedilmesi demektir. Ancak bu kişi dava etmeme sözüne sadakat göstermek niyetindedir. Eğer bu sözünden dönüp davacı olursa, diğer hukuklarda olduğu gibi, burada da kıyas böyle bir davaya yetkili olmasıdır. Fâkihler açıkça dediler ki: 'Kim kendisine iftira atmayı mübah kılarsa, iftira atana tatbik edilen cezadan onun hakkı düşmez. Bu, âhiret cezası gibidir'.
Kısaca gıybetçiyi affetmek daha faziletlidir. Nitekim Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Ümmetler kıyâmet gününde, Allah'ın huzurunda diz çöktükleri zaman 'Kimin Allah nezdinde ecri varsa ayağa kalksın!' denir. O zaman sadece dünyada halkı affedenler ayağa kalkarlar". Nitekim
Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Affetmeyi şiar edin, mârufu emret ve câhillerden yüz çevir! (A'raf/199)
Hazret-i Peygamber (sa) de şöyle buyurmuştur: Ey Cebrâil! Ayetteki af ne demektir?
Cebrâil şöyle demiştir: 'muhakkak Allah sana zulmedeni affetmeni emrediyor. Sıla-yı rahmi kesen akrabana sıla-yı rahim yapmanı ve seni mahrum edeni mahrum etmeyip vermeni emrediyor'. 253
Bir şahıs Hasan-ı Basrî'ye 'Filân adam senin gıybetini yaptı!' dedi. Bunun üzerine Hasan, bir tabak yaş hurma doldurarak o adama gönderdi ve şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre sen hasenât ve sevabından bana hediye etmişsin. Ben de o hediyene karşılık sana bu hurmaları hediye etmek istedim. Beni mâzur gör! Çünkü senin hediyene tam olarak karşılık vermeye kudretim yok!
250) İbn Eb'id-Dünya
251) Müslim, Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
252) Bezzâr, İbn Sinnî, Ukaylî
253) Ebû Nuaym
24-8
Nemime (Dedikodu)
(Herkesi) kınayan, söz götürüp getiren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da kötülükle damgalı (olanların hiçbirine itaat etme) . (Kalem/11-13)
Abdullah b. Mübârek dedi ki: "Ayetteki 'zenim' konuşmayı (sırrı) gizleyemeyen veled-i zinadır. Allahü teâlâ, bununla işaret buyurmuştur ki konuşmayı gizlemeyen ve kovuculuk yapanın hareketi, veled-i zina olmasına delâlet eder. Bu keyfiyet, Allahü teâlâ'nın 'Zorbayı, bütün bunlarla beraber soysuz olan yardakçıyı tanıma. . . ' (Kalem/13) cümlesinden çıkarılır. Çünkü ayette geçen 'zenim' kelimesi, 'başkasına nisbet edilen kimse' demektir". (253) Ebû Nuaym
(İnsanları) diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesat kişinin vay haline!
(Hümeze/1) Denildi ki: 'Hümeze', 'nemmam ve kovucu kimse' demektir.
Karısı da odun hamalı olarak (oraya girecek) . Boynunda bükülmüş bir ip (zincir vardır) . (Tebbet/4-5)
Bu ayetin tefsirinde denildi ki: 'Ebû Leheb'in karısı, çok dedikoducuydu, konuşmaları sırtlar, gezdirirdi'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah kâfirlere Nûh'un karısı ile Lût'un karısını da bir misâl yaptı. O iki kadın, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhları) altında idiler. Böyleyken (îman hususunda) kocalarına hainlik ettiler. Kocaları Allah'tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Tahrîm/10)
Bu âyet-i celîlenin tefsirinde denildi ki: 'Lût'un karısı, gelen misafirleri kavmine haber veriyordu. Nûh'un karısı da Nûh'un mecnun olduğunu yayıyordu!'
Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Cennete nemmam (kovucu) bir kimse giremez. 254
Cennete kattad (kovucu) bir kimse girmez. 255 Kattad 'nemmam' demektir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle söylediğini rivâyet eder:
Allah nezdinde en sevimliniz, ahlâken en güzel olanlarınızdır. O kimseler ki kanatlarını gererler, severler ve sevilirler. Sizin Allah nezdinde en sevimsiz olanlarınız, söz gezdirenleriniz, kardeşlerin arasını ayıranlarınız, mâsum kimselerin hatalarını araştıranlarınızdır. 256
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Sizin en şerlilerinizi size haber vereyim mi?
-Evet!
-Onlar ki kovuculuk yaparlar, dostların arasını bozarlar, tertemiz insanlarda ayıplar arar, yakıştırmalar yaparlar. 257
Ebû Zer Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder: 'Kim haksız yere bir sözü, bir müslümanı onunla lekelemek için yayarsa, Allah onu kıyâmet gününde ateşle lekelendirir'. 258
Ebu'd Derda Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini rivâyet eder: 'Bir kimse başkalarının bilmediği bir sözü onun aleyhinde yayar, onu o söz ile lekelemek isterse, aynı söz ile kıyâmet gününde o iftiracıyı ateşte eritmek Allah'a haktır'259
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini rivâyet eder: 'Kim bir müslümanın aleyhinde o müslümanın hak etmediği bir şahidlikte bulunursa, o kimse ateşte yerini hazırlasın'. 260
Deniliyor ki: 'Kabir azabının üçte birisi nemmamlık ve kovuculuktan ileri gelir'.
İbn Ömer Hazret-i Peygamberin şöyle söylediğini rivâyet eder: :
Allahü teâlâ (cc) cenneti yarattığı zaman ona 'konuş' diye emir verdi. Cennet de 'Bana giren bir insan saadete ermiştir' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, şöyle buyurdu: 'izzet ve celâlime yemin ediyorum, sende insanların sekiz grubu durmayacaktır:
1. İçkiye devam edenler.
2. Zinada ısrar edenler.
3. Kovucu (kattat) olanlar.
4. Deyyus olanlar.
5. İnsanlara zulmeden görevli memurlar.
6. Kadın gibi giyinen, kadın gibi hareket eden muhannes kimseler.
7. Sıla-yı rahmi kesenler.
8. 'Benim boynumda Allah'ın ahdi olsun, eğer ben şöyle yapmazsam' dediği halde dediğini yerine getirmeyenler. 261
Ka'b-ul-Ahbar'dan şöyle rivâyet ediliyor: İsrâiloğulları'na kıtlık isabet etti. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) birkaç defa yağmur duasına çıktığı halde yağmur yağmadı. Bunun üzerine Allah, Musa'ya vahy göndererek 'Ben ne sana, ne de seninle beraber yağmur duasına çıkanlara müsbet bir cevap vermeyeceğim. Çünkü sizin içinizde bir nemmam (kovucu) vardır ve o kovucu, kovuculuğuna devam ediyor' dedi. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) 'Yarab! O kovucu kimdir? Bana onu haber ver ki onu aramızdan çıkarayım!' dedi. Allah 'Ey Musa! Sizi kovuculuktan menettiğim halde kendim mi kovucu olayım?' dedi. Bunun üzerine İsrailoğulları’nın hepsi birden tevbe ettiler ve yağmura kavuştular.
Bir kişi yediyüz fersah öteden yedi kelime öğrenmek için bir hakîme geldi. Hakime vardığı zaman şöyle dedi: 'Ben Allah'ın sana vermiş olduğu ilim için sana gelmiş bulunuyorum. Bana gök ve göklerden daha ağır olanı, yer ve yerden daha geniş olanı, taş ve taştan daha katı olanı, ateş ve ateşten daha hararetli olanı, zemherir ve zemherirden daha soğuk olanı, deniz ve denizden daha zengin olanı, yetim ve yetimden daha zelil olanı haber ver!' Hakîm ona şöyle dedi:
1. Suçsuz bir kimseye iftira atmak göklerden daha ağırdır.
2. Hak ve hakîkat yerden daha geniştir.
3. Kanâatkâr bir kimsenin kalbi denizden daha zengindir.
4. Harislik ve hased ateşten daha hararetlidir.
5. Yakın akrabaya olan ihtiyaç -eğer yerine getirilmez isezemherirden daha soğuktur.
6. Kâfirin kalbi taştan daha katıdır.
7. Kovucu bir kimse kovuculuğu ortaya çıktığı zaman, yetimden daha zelîl ve sefil olur.
254) Müslim, Buhârî
255) Müslim, Buhârî
256) Taberânî
257) İmâm-ı Ahmed
258) İbn Eb'id-Dünya
259) İbn Eb'id-Dünya
260) İmâm-ı Ahmed, İbn Eb'id-Dünya
261) Ahmed, Nesâî
Nemime'nin Tarifi ve Reddedilmesi Gereken Kısmı
Nemime ismi, en çok başkasının sözünü, aleyhinde konuşulan kişiye haber veren kimse için kullanılır. Nitekim 'Filân adam senin hakkında şöyle dedi' dersin. Oysa nemime'nin tarifi şudur: Açıklanması hoş görülmeyen şeyi açıklamak. Bu açıklama ister söyleyenin hoşuna gitmesin, ister hakkında söylenenin hoşuna gitmesin, isterse üçüncü bir şahsın hoşuna gitmesin farketmez. Bu açıklama ister sözle, ister yazıyla, isterse işaret veya îma ile olsun, nakledilen ister amellerden, ister sözlerden, ister kendisinde olan bir eksiklik veya bir ayıp olsun veya olmasın. (Bütün bunlar nemime'nin tarifine dahildirler) .
Nemime'nin hakikati, sırrı ifşa etmek, açıklanmasından hoşlanılmayan birşeyin yüzünden perdeyi yırtıp kaldırmaktır. İnsan oğlunun görüp hoşuna gitmediği durumlarda susması uygundur. Ancak söylemesinde bir müslümanın faydası veya bir günahın ortadan kaldırılması sözkonusu olan bir hâl bu söylediğimizin dışındadır. Meselâ başkasının malını aşıran bir kimseyi görmek gibi. . . Bu takdirde bu hususta şahidlik yapması, müslümanın hakkını gözetmek bakımından kendisine gereklidir. Fakat kişinin kendi nefsine ait olan bir malı gizlediğini gördüğü zaman, bunu söylerse nemime ve sırrı ifşa etmek olur. Eğer başkasına söylediği şey, kendisinden hikâye ettiği insanda o bir ayıp ve eksiklik ise, bu takdirde gıybet ile nemimeyi bir araya getirmiş olur. Yani hem gıybetçi, hem de kovucu olur. Bu bakımdan, İnsan oğlunu kovuculuğa teşvik eden, ya kovuculuğu yapılan insana karşı bir kötülüktür veya kendisine haber götürülenin sevgisini açıklamak veya bâtıl ve fuzulî konuşmalara dalmaktır. Kime kovucu tarafından bir söz getirilirse 'filan adam senin hakkında şöyle dedi' veya 'şöyle yaptı' veya 'filân adam senin işini bozmak için şu tedbiri aldı' veya 'düşmanına şu yardımda bulundu' veya 'halini şu şekilde çirkin gösterdi' veya benzeri bir tabir söylendiği zaman kendisine altı vazife düşer:
Bir
Birincisi, kovuculuğu doğrulamamasıdır. Çünkü kovucu fâsıktır. Fâsığın ise şahidliği kabul edilmez. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey îman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.
(Hucurât/6)
İki
İkincisi, kovucuyu kovuculuktan menetmesi, nasihat yapması ve fiilinin çirkin olduğunu kendisine söylemesidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
İyiliği emret! Kötülükten vazgeçir! (Lokmân/17)
Üç
Üçüncüsü, Allah için kovucudan nefret etmesidir. Çünkü kovucu, Allah nezdinde nefret edilen bir kimsedir. Bu bakımdan Allah'ın buğzettiği bir kimseye buğzetmesi lâzımdır.
Dört
Dördüncüsü, ortada olmayan kardeşi hakkında su-i zarı etmemesidir. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır;
Ey inananlar, zandan çok sakının! Zira zarının bir kısmı günahtır!
(Hucurât/12)
Beş
Beşincisi, kovucunun sana söylediği sözler seni bir müslüman hakkında casusluk yapmaya, onun gizli taraflarını -kovucu acaba doğru mu söylüyor, yalan mı söylüyor diye- araştırmaya sevketmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ 'Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın!' (Hucurât/12) buyurmaktadır.
Altı
Altıncısı, kovucuya yasakladığın şeye kendi nefsin için de razı olmamalısın. Onun kovuculuğunu hikaye etmemeli, 'filân adam bana şöyle dedi' deyip kovucu ve gıybetçi olmamalısın. Oysa sen kovucuyu böyle yapmaktan daha önce menetmiştin.
Rivâyet ediliyor ki, bir adam Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna girdi ve başka bir kişiden Ömer'e birşeyler nakletti. Bunun üzerine Ömer kendisine "Eğer dilersen senin durumunu tedkik ederiz. Tedkik neticesinde yalancı çıkarsan şu âyetin mefhumuna dahil olmuş olursun: 'Eğer bir fâsık size bir haber getirirse tedkik ediniz'. (Hucurât/6) Eğer doğru isen, o zaman şu ayetin kapsamına girmiş olursun: 'Kınayan, söz götürüp getiren'. (Kalem/İl) Eğer dilersen tedkik etmezden önce seni affedelim!' dedi. Kişi 'Ey Mü'minlerin emiri! Beni affet! 'Bir daha böyle bir hata işlemeyeceğime söz veriyorum' dedi.
Bir hakimi, arkadaşlarından biri ziyaret etti ve hakime, bazı dostlarından nâhoş haberler verdi. Bunun üzerine hakîm, ziyaretçiye dedi ki: Sen ziyareti geciktirdin ve üç suçu birden getirdin:
1. Kardeşimi bana hor ve mebğuz gösterdin.
2. Böyle şeylerden boş olan kalbimi meşgul ettin.
3. Emin olan nefsini, benim yanımda şüpheli kıldın!
Süleyman b. Abdulmelik oturuyordu. Zeherî de yanındaydı. Bu esnada bir kişi geldi. Süleyman ona 'Kulağıma geldiğine göre sen benim aleyhimde şöyle demişsin' dedi. Kişi 'Ben ne aleyhinde konuştum, ne de birşey söyledim' dedi. Süleyman 'Ama bana bu haberi söyleyen kimse sâdık ve doğru bir kimsedir' dedi. Zeherî 'Kovucu, doğru ve sadık olamaz!' dedi. Süleyman 'Doğru söyledin!' dedi ve adama 'Haydi selâmetle git' dedi.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Sana başkasının sözünü nakletmek sûretiyle kovuculuk yapan, mutlaka seni de başkasına ihbar eder'.
Hasan-ı Basrî'nin bu sözü işaret eder ki kovucudan nefret etmek, onun sözüne güvenmemek, doğruluğuna bel bağlamamak uygundur. Kovucuya nasıl buğzedilmesin! Halbuki kovuculuk, yalan ve gıybetten, hile ve hıyânetten, dalâvere, hased, münâfıklık, halkın arasını açmak ve kaypaklık göstermekten hiçbir zaman geri kalmamaktadır. Kovucu, Allah'ın devam etmesini istediğini kesmek isteyenlerden ve yeryüzünde fesad çıkaranlardandır.
Ancak şunlar aleyhine yol vardır ki insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırırlar. Böylelerine acıklı bir azap vardır. (Şura/42)
Kovucu da bunlardandır. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki şerrinden dolayı halkın kendisinden sakındığı bir insan, insanların şerirlerindendir. 262
Kovucu da bunlardandır. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kesici cennete giremez!
'Kesici kimdir ya Rasûlüllah?' denildiğinde 'Halkın arasını kesendir' diye buyurdu.
Bu kimse kovucudur ve bu kimsenin sıla-,yı rahmi kesen bir kimse olduğu da söylenmiştir. 263
Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet ediliyor: Bir kişi, diğer bir kişiyi Hazret-i Ali'ye ihbar etti. İmâm Ali, jurnalcıya dedi ki:
-Biz senin dediklerini soracağız. Eğer haklı çıkarsan, senden nefret edeceğiz. Eğer yalancı çıkarsan, seni cezalandıracağız. Eğer dilersen, tedkik yapmaksızın seni affedeceğiz.
-Ya emîr'el-Mü'minîn! Beni affedin! Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye denildi ki: 'mü'minin hangi hasleti Mü'mini daha fazla düşürür?'
Cevap olarak şöyle dedi: 'Fazla konuşmak, sırrı ifşa etmek ve herkesin sözünü kabul etmek'.
Bir kişi Basra valisi ve emiri bulunan Abdullah b. Amr'a dedi ki: 'Benim kulağıma geldiğine göre, filan adam sana, benim senin aleyhinde konuştuğumu söylemiş'. Emir Abdullah 'Evet, öyle' dedi. Kişi 'O halde onun söylediğini bana söyle ki ben onun yalancı olduğunu senin yanında ispat edeyim' dedi. Abdullah 'Kendi dilimle kendime küfretmeyi istemiyorum. Onun söylediğini de tasdik etmemen bana kâfidir ve senden de dostluğumu kesmem' dedi.
Kovuculuk, sâlihlerden birisinin yanında belirtildi. O zat şöyle dedi: 'Her grup hakkında doğruluk övüldüğü halde kendilerinin doğruluğu övülmeyen bir grup hakkında ne dersiniz!'
Mus'ab b. Zübeyr (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Biz kovuculuğu kabul etmenin kovuculuktan daha zararlı olduğunu görmekteyiz. Çünkü kovuculuk bir kötülükten haberdar etmektir. Onu kabul etmek ise onu geçerli saymaktır. Bu bakımdan bir şeye muttali olup da o şeyden haber veren bir kimse, hiçbir zaman o şeyi kabul edip caiz gören bir kimse gibi olmaz. O halde kovucudan korununuz. Eğer o sözünde doğru ise başkasının hürmetini korumadığı ve ayıbını örtmediği için doğruluğundan dolayı alçak ve kötülenmiş bir kimsedir. Jurnalcilik, kovuculuğun ta kendisidir. Ancak jurnalcilik, kendisinden korkulan bir kimseye yapıldığı zaman jurnalcilik denir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanları insanlara jurnal eden bir kimse, muhakkak reşid olmayan bir kimsedir yani gayr-i meşrû bir çocuktur. 264
Bir kişi, Süleyman b. Abdulmelik'in huzuruna girdi ve kendisinden konuşmak için izin istedi ve dedi ki: 'Ey müzminlerin emiri! Seninle konuşmak istiyorum. Hoşuna gitmese dahi ona tahammül göstermeni istiyorum. Çünkü kabul ettiğin takdirde, o konuşmanın sonunda seni sevindirecek bir netice vardır'. Süleyman ona 'konuş!' diye izin verdi. O 'Ey Mü'minlerin emiri! Senin etrafını, dinlerini senin dünyana feda eden, rablerini kızdırmak sûretiyle senin rızanı satın alan, Allah yolunda senden korkan, senin yolunda Allah'tan korkmayan bir grup çevirmiştir. Bu bakımdan Allah'ın korumasını sana vermiş olduğu hususta onlardan emin olma! Allahü teâlâ'nın sana korumayı emrettiği hususlarda onlara kulak verme. Çünkü onlar, milletin gerilemesinde ellerinden geleni esirgememiş, emaneti zayi etmek hususunda var kuvvetleriyle çalışmış kişilerdir. Namusları param-parça etmekte de kusur etmemişlerdir. Onların en büyük amaçları zulüm ve kovuculuktur, vesilelerinin en yücesi gıybet ve başkasının aleyhinde konuşmaktır. Oysa sen onların işlemiş olduğu cinayetlerden sorumlusun. Ama onlar senin işlediğin cinayetlerden sorumlu değildirler. Bu bakımdan âhiretini fesada uğratarak onların dünyalarını ıslah etme! Zira zarar etmek bakımından en büyük insan, âhiretini başkasının dünyasına feda eden kimsedir'.
Bir kişi Ziyad el-A'cem265 adlı şahsı, Süleyman b. Abdulmelik'e jurnal etti. Bunun üzerine Süleyman, ikisini bir araya getirdi. Bu esnada Ziyad, kişiye dönerek şu şiiri okudu:
Sen öyle bir kişisin ki: ya tenha bir yerde seni bir sırrıma emin kılmışımdır ki sen hainlik yaptın veya bilgisiz bir söz söyledin. Sen aramızda olan işte de hainlik ile günah arasında bir derecede bulunuyorsun.
Bir kişi Amr b, Ubeyd'e 'Esvârî, durmadan hikâyelerinde seni şerirlikle yâd etmektedir' dedi. Bunun üzerine Artır kendisine şöyle dedi: 'Sen onun arkadaşlık hakkını gözetmedin. Çünkü konuşmasını bize naklettin. Hoşuma gitmeyen bir haberi kardeşimden bana getirdiğin için do benini hakkımı gözetmedin. Fakat git ona söyle ki, ölüm hepimizi, kasıp kavuracaktır. Kabir hepimizi kucaklayacak, kıyâmet hepimizi bir araya getirecektir. Allah aramızda hükmedecektir ve O hakimlerin en hayırlısıdır!'
Jurnalcilerden biri Sahib b. Ubbad'a266 bir mektup getirdi. O mektupta bir yetimin malını haber veriyor ve Sahib'i, o malın çokluğundan dolayı müsadere etmeye teşvik ediyordu. Bunun üzerine Sahib, mektubun arkasına şunları yazdı: 'Doğru da olsa jurnalcılık çirkindir! Eğer sen bu mektubunu nasihat maksadıyla yazmışsan burada zarar etmen, kar etmenden daha üstün ve faziletlidir. Örtülü bulunanın aleyhinde rezil olanı kabul etmekten Allah'a sığmıyorum-. Eğer sen, gençliğinin vermiş olduğu heyecan içerisinde bulunmasaydın senin gibiler hakkında bu yaptığının gerektirdiği ceza ile mukabele edecektim. Ey mel'un! Ayıptan tevakki et! Zira Allah gaybı herkesten daha iyi bilir. Ölü ise, Allah ona rahmet eylesin. Yetim ise Allah onun acısını hafifletsin. Mal ise Allah onu artırsın. Jurnal ise Allah ona lânet etsin!
Lokmân Hakîm oğluna dedi ki: 'Sana birkaç haslet tavsiye edeceğim! Eğer onları tutarsan daima baş olacaksın: Yakın ve uzak kimselere ahlâkını yumuşat! İyi ve kötü insanlardan cehaletini tut. Arkadaşlarını koru! Akrabalarına sılayı rahim yap! Onları jurnalcinin sözünü kabul etmekten veya seni fesada uğratmak isteyen bir zâlimi dinlemekten emin kıl! Çünkü bu zâlim seni aldatmak istiyor. Senin arkadaşların o kimseler olsun sen onlardan, onlar da senden ayrıldıkları zaman ne sen onların aleyhinde, ne de onlar senin aleyhinde konuşsunlar'.
Biri şöyle demiştir: 'Kovuculuk; yalan, hased ve nifak üzerine kurulmuş bir binadır. Bunlar ise zulmün sacayaklarıdır.
Biri şöyle dedi: 'Eğer kovucunun sana getirmiş olduğu haber doğruysa, muhakkak sana küfretmeye cüret etmiştir. Kendisinden haber naklettiği kimsenin senin hilmine mazhar olması, kovucunun affedilmesinden daha evlâdır. Çünkü o senin yüzüne karşı sana sövmüş değildir'.
Kısacası kovuculuğun şerri çok büyüktür. Ondan korunmak gerekir. Nitekim Hammad b. Seleme şöyle anlatıyor: 'Bir kimse kölesini satılığa çıkardı. Alıcıya dedi ki: 'Kölemde kovuculuktan başka bir ayıp yoktur! Alıcı 'Ben bu ayıba razı oldum' dedi ve köleyi satın aldı. Köle birkaç gün yeni efendisinin yanında kaldıktan sonra efendisinin hanımına dedi ki: 'Efendim seni sevmiyor ve senin üzerine câriye getirmek istiyor. Bu bakımdan usturayı al da uyuduğu zaman ensesinden birkaç kıl kes ki o kıllar üzerine sihir yapayım da sana bağlı kalıp seni sevsin'. Sonra gidip efendisine dedi ki: 'Senin hanımın dost tutmuştur ve seni öldürmek istiyor. Kendini uyumuş gibi göster ve bunu gözünle gör!' Adam kendisini uyur gibi gösterdi. Kadın ustura ile kılları kesmek için geldi. Adam, karısı gerçekten kendisini öldürmek istiyor zannetti. Kalkıp kadını öldürdü. Sonra kadının ailesi geldi adamı öldürdüler. Böylece iki kabile arasına savaş girdi.
Biz Allahü teâlâ'dan hüsn-ü tevfikini dileriz!
262) Müslim, Buhârî
263) Müslim, Buhârî
264) Hâkim
265) Adı Ziyad b. Selim'dir. Ahdî kabilesine mensuptur. A'cem diye şöhret bulmuştur.
266) Büveyh devletinde vezir idi. Dedesi Abbas b. Ubbad Talkanî'dir,
İki Hasımın Arasına Girip, İki Yüzlülükle Herkesin Arzusuna Göre Konuşmak
Düşmanlık güdenleri gören bir kimse, bu felâketten az zaman kurtulabilir. Bu ise münafıklığın ta kendisidir. Nitekim Ammar b. Yasir267 Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kimin dünyada iki yüzü varsa, kıyâmet gününde o kimse için ateşten iki dil olur. 268
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) , Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
Kıyâmet gününde Allah'ın kullarından şerli olarak iki yüzlü bir kimse göreceksiniz ki şu gruba öbür grubun konuşmasını, öbür gruba da bunların konuşmasını getirip götürür!269
Başka bir lâfızda 'Bu gruba bir yüzle, öbür gruba başka bir yüzle gelir' şeklinde vârid olmuştur.
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: İki yüzlüye Allah nezdinde emin olmak uygun değildir'.
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Tevrat'ta okudum: 'Kişi arkadaşına karşı iki değişik dudak kullanırsa, emanet iptal olunmuştur demektir. Allahü teâlâ kıyâmet gününde iki değişik dudak kullanan kimseyi helâk eder!' yazılıydı".
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet günü Allah nezdinde en çok nefret edilenler, yalancılar ve mütekebbirlerdir. O kimseler ki göğüslerinde arkadaşlarına nefret vardır. Arkadaşlarıyla bir araya geldikleri zaman onlara yağcılık yaparlar. O kimseler ki Allah'a ve Hazret-i Peygambere itaate davet edildikleri zaman ağırlaşır, şeytana ve onun emirlerine davet edildikleri zaman duraksamadan icabet ederler!270
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Sakın hiçbiriniz immea olmasın!' Dediler ki: 'İmmea ne demektir?'
Cevap olarak şöyle dedi: 'Her esinti ile esen kimse demektir!'
Selef, iki ayrı kişi ile iki ayrı yüzle görüşmenin münafıklık olduğunda ittifak etmişlerdir. Münafıklığın birçok alâmetleri vardır. İşte bu da o alâmetlerden biridir.
Rivâyet edildi ki, Hazret-i Peygamber'in ashâbından bir kişi vefat etti. Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) onun cenaze namazını kılmadı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Huzeyfe'ye 'Hazret-i Peygamberin ashâbından biri ölür de sen onun cenaze namazına katılmazsın ha!' deyince, Huzeyfe 'Ey Mü'minlerin emiri! O münafıklardandı' dedi. Hazret-i Ömer 'Seni yemine davet ediyorum, ben onlardan mıyım, değil miyim?' diye sordu. Huzeyfe 'Ey Allahım! Beni muâhaze etme! Hayır, sen onlardan değilsin. Fakat senden sonra nifak hakkında hiç kimseden de emin değilim' diye ilave etti. 271
Eğer 'Kişi ne ile iki dilli olur ve bunun sınırı ve tarifi nedir?' diyecek olursan derim ki iki düşmanın huzuruna girip her birinin isteğine göre hareket ettiği saman eğer yapmış olduğu hareket doğru ise münafıklık değildir, iki dilli sayılmaz. Çünkü herhangi bir kimse iki düşmanla da aynı zamanda dostluk yapabilir. Fakat arkadaşlık hududuna varmayacak kadar zayıf bir dostluk. . . Zira eğer kişinin onlarla dostlukları tahakkuk etseydi, bu dostluk, düşmanın düşmanın olmasını gerektirirdi. Nitekim biz Sohbet Adabı bölümünde bunu söylemiştik.
Eğer onların herbirinin konuşmasını diğerine naklederse, o vakit iki yüzlüdür. Bu ise, kovuculuktan daha şerli olur; zira insan bir tek tarafın konuşmasını nakletmek sûretiyle kovucu olur. Bu bakımdan iki tarafın konuşmasını da birbirine naklederse, o zaman kovuculuktan daha şerir olur. Eğer söz nakletmez, her birinin diğerine karşı güttüğü düşmanlığı güzel görüp tasvip ederse iki yüzlü sayılır. Yine ikisine de 'sana yardım edeceğim' va'dinde bulunursa, hüküm böyle olur. Düşmanlardan birini övüp huzurundan çıktıktan sonra kötülerse bu hareketi de iki yüzlülük olur. En uygunu susmak ve düşmanların hak sahibi olanını övmektir ve onu gıyabında, huzurunda ve düşmanının karşısında da medhetmektir.
İbn Ömer'e şöyle denildi: 'Biz yöneticilerimizin huzuruna giriyoruz. Orada konuşuyoruz. Çıktığımız zaman konuştuklarımızın aksini konuşuyoruz'. İbn Ömer 'Biz Hazret-i Peygamber'in zamanında bunu münafıklık sayardık' dedi.
Kişi, emîrin huzuruna girip, onu övmeye ihtiyacı olmadığı zaman böyle yaparsa münafıklık etmiş sayılır. Eğer emîrin huzuruna girmekten müstağni ise, fakat girdiği takdirde de onu medhetmediğinde başına geleceklerden korkuyorsa bu da münafıklıktır. Çünkü nefsini, emîri övmeye mecbur eden kendisidir. Eğer aza kanaat edip mal ve rütbeyi terkederse, emîrin huzuruna girmekten müstağni olacaktır. Buna rağmen, mertebe ve zenginlik arzusundan dolayı emîrin huzuruna girip onu medhederse, böyle bir kimse münafıktır ve Hazret-i Peygamber'in şu hadîsinin mânâsı da budur: 'ınal ve rütbe sevgisi, suyun sebzeleri bitirdiği gibi kalpte nifak bitirir!'272 Çünkü mal ve mertebe sevgisi, insanları emirlere, onları gözetmeye, onlara karşı riyakarlık ve dalkavukluk yapmaya muhtaç eder! Ama kişi, bir zaruretten dolayı, böyle bir felâkete mâruz kalırsa, medh u senâ yapmadığı takdirde de başına geleceklerden korkuyorsa mâzurdur. Çünkü şerden sakınmak caizdir. Nitekim Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Bizler birtakım kavimlerin yüzüne gülüyoruz. Oysa kalbimiz onlara lânet ediyor!'273
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle anlatır: Bir kişi Hazret-i Peygamberden, içeri girmek için izin istedi. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Ona izin verin! Aşiretin en kötü elçisidir o!
Adam içeri geldiği zaman, Hazret-i Peygamber kendisiyle yumuşak konuştu. Çıkıp gittiği zaman Hazret-i Peygamber'e 'Sen daha önce onun hakkında söylediğini söyledin. Sonra kendisiyle yumuşak konuştun. Bu nasıl olur?' dedim.
Cevap olarak şöyle buyurdu: 'Ey Aişe! İnsanların en şeriri o kimsedir ki şerrinden korunmak için kendisine ikram edilir!'274
Fakat bu hadîs-i şerîf, karşılamak, yüze gülmek ve tebessüm etmek hakkında vârid olmuştur. Zâlimi övmek ise açık bir yalandır. Bu yalanı söylemek ancak bir zaruretten dolayı caiz olur veya zorlanıldığı zaman yalan söylemek mübah olur. Nitekim biz bunu 'Yalanın Âfeti' bahsinde belirttik. Emirleri övmek, onların dediklerini tasdik etmek, bâtıl konuşmalarını tasdik bakımından baş sallamak caiz değildir. Eğer kişi bunu yaparsa münafıklık yapmış olur. Aksine reddetmesi gerekir, eğer kuvveti yoksa, kalbiyle inkâr etmesi gerekir.
267) Adı Ammar b. Yâsir b. Âmir b. Mâlik el-Ansî'dir. Meşhur sahâbîlerdendir. Bedir'e iştirak etmiştir. Hazret-i Ali'nin saflarında H. 37'de Sıffîn'de öldürülmüştür.
268) Buhârî, Ebû Dâvud
269) İbn Eb'id-Dünya
270) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir.
271) Bu nifak ile küfür nifakı kastedilmiş değildir. Aksine ameldeki nifak kastedilmiştir. Ameldeki nifak, zâhirde dini gözetmek, gizlide gözetilmesini terketmek demektir! (Bkz. İthâfu's-Saâde,VII/569)
272) Deylemî
273) Ebû Nuaym, Hilye
274) Müslim, Buhârî
24-9
Övmek
Bazı yerlerde medh yasaklanmıştır. Zemm (kötüleme) ise gıybet ve başkasının aleyhinde bulunmaktır. Biz onun hükmünü daha önce belirtmiştik. Övmede altı âfet vardır. Dördü övende, ikisi övülendedir.
Öven Taraftaki Âfetler
Birincisi: Bazen ifrata kaçar ve ifrat onu yalana sürükler! Nitekim Hâlid b. Mikdad şöyle demiştir: 275 'Kim bir sultanı veya herhangi bir kimseyi, kendisinde bulunmayan sıfatlarla şahidler huzurunda medhederse, Allahü teâlâ kıyâmet gününde bu kimseyi dehşetten sarkmış diline basıp düştüğü halde haşreder!'
İkincisi: Bazen medhediciye riya galip gelir. Çünkü meddah, medihle sevgi gösterisinde bulunur. Oysa kalbinde sevgi yoktur ve söylediklerine inanmamaktadır. Bu bakımdan söyledikleriyle hem riyakâr, hem münafık olur.
Üçüncüsü: Meddah, bazen olmayan şeyleri söyler. Hem de o şeylerden haberdar olma imkânı olmadığı halde söyler. Rivâyet ediliyor ki, bir kişi Hazret-i Peygamber'in yanında başka bir kişiyi medh u senâ etti. Hazret-i Peygamber kendisine şöyle dedi:
Sana yazıklar olsun! Sen arkadaşının boynunu kopardın. Eğer arkadaşın bu dediklerini işitseydi hiçbir zaman felaha kavuşamazdı!
Eğer biriniz, arkadaşını medhetmek mecburiyetinde ise, bari 'ben filan adamı şöyle sanıyorum ve Allah nezdinde hiç kimseyi temize çıkarmıyorum, çünkü o kimsenin kontrol edeni Allah'tır. Eğer onun öyle olduğunu görüyorsa öyledir' desin. 276
Bu âfet, mutlak vasıflarla medhetmekten meydana gelir. O vasıflar ancak delillerle bilinir. Adamın 'O muttakîdir!', 'Verâ sahibidir', 'Zâhiddir', 'Hayırlıdır' ve benzeri vasıfları söylemesi gibi. . . Ama kişi 'Ben onu geceleyin namaz kılarken, sadaka verirken, haccederken gördüm' dediği zaman, bunlar kesin şeyler olduğu için sakınca yoktur.
Kişinin 'o âdildir, rızâ (râzı) dır' demesi de o kabildendir; zira adil ve rızâ gizlidirler. Bu bakımdan burada kesin konuşmak uygun değildir. Ancak gizli bir denemeden sonra konuşabilir.
Hazret-i Ömer, bir kişiyi öven birini dinledi ve 'Sen onunla yolculuğa çıktın mı?' diye sordu. Öven 'Hayır!' dedi. Ömer 'Sen onunla alışveriş ettin mi?' dedi. Öven 'Hayır!' dedi. Ömer 'Sen onun komşusu musun? Sabah ve akşamını biliyor musun?' dedi. Öven 'Hayır!' dedi. Ömer 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki sen o adamı tanımıyorsun' dedi.
Dördüncüsü: Övülen adam zâlim veya fâsık olduğu halde bazen övülmekten ötürü sevilir. Oysa böyle bir sevgiye meydan vermek caiz değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Fâsık bir kimse övüldüğü zaman Allahü teâlâ öfkelenir. 277
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Kim uzun yaşaması için zâlime dua ederse, o kimse Allah'a, yaratmış olduğu arzda isyan etmeyi sevmiş olur!'
Fâsık bir zâlimin üzülmesi için aleyhinde bulunmak, sevinmesin diye kendisini övmemek en uygun harekettir.
Övülen Taraftaki Âfetler
Övgü kişiye iki yönden zarar verir:
Birincisi: Övgü onda kibir ve gurur meydana getirir, kibir ve gurur ise helâk edicidirler.
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle anlatır: Hazret-i Ömer, etrafında ashâb-ı kirâm ve elinde kamçısı olduğu halde oturuyordu. O arada Cârut b. Münzir çıkageldi. Oturanlardan biri Hazret-i Ömer'e 'Bu Rabia kabilesinin başıdır' dedi. Hazret-i Ömer de, etrafında oturanlar da, gelen Cârut da bu sözü işitti. Cârut, Hazret-i Ömer'e yaklaştığı zaman, Hazret-i Ömer onu kamçılamaya başladı. Bu manzara karşısında kalan Cârut, Hazret-i Ömer'e 'Ey Mü'minlerin emîri! Benimle ne alıp veremediğin var?' diye sordu. Hazret-i Ömer 'Seninle aramızda geçen birşey yok! Fakat sen söylenilen sözü işitmedin mi?' dedi. Cârut 'Evet, işittim!' dedi. Hazret-i Ömer 'İşte o söylenilen sözden senin kalbine kibir ve gurur gelmesinden korktum. Bundan dolayı seni alçaltacak bir harekette bulunmayı istedim' dedi.
İkincisi: Övüleni hayırla övdüğü zaman, bu övmeden sevinir, hayır yönünden gevşer ve nefsinden razı olur. Oysa nefsinden razı olan bir kimsenin çalışması azalır; zira nefsini kusurlu gören bir kimse ciddiyetle çalışmaya koyulur. Ama diller, adamın lehinde övgüler düzdükleri zaman, adam da hedefe vardığını zanneder (dolayısıyla gevşer!) Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Eğer arkadaşın senin yapmış olduğun övgüyü işitmiş olsaydı, sen onun boynunu kesmiş olurdun.
Arkadaşını yüzüne karşı övdüğün zaman sanki sen onun gırtlağının üzerinde pırıl pırıl parlayan keskin bir usturayı gezdirmiş olursun. 278
Başka bir kişiyi öven bir zata da şöyle buyurmuştur: 'Allah seni kessin. Sen adamı kestin!'279
Mutarref280 diyor ki: 'Ben lehimde yapılan bir övgüyü işittiğim zaman, mutlaka nefsim bana zelil görünmüştür'.
Ziyad b. Ebî Müslim281 şöyle demiştir: 'Herhangi bir kimse lehinde bir övgü işitirse, muhakkak şeytan ona görünür. Fakat müslüman bir kimse derhal hatırlar, kendine gelir'.
İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Bahsi geçen bu iki zat da doğru söylemişlerdir. Ziyad'ın sözüne gelince, onun bahsettiği kalp, halk tabakasının kalbidir. Mutarref in bahsettiğine gelince, onun söylediği kalp, havassın kalbidir'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bir kişinin başka bir kişiye bilenmiş bir bıçakla saldırması, onu yüzüne karşı övmesinden daha hayırlıdır. 282
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Medhetmek, kesmek demektir'. Bunun hikmeti şudur. Çünkü kesilen bir kimse çalışmaktan gevşer ve çalışamaz hale gelir. Bir insan övüldüğü zaman da gevşer veya ucûb ve gurura meyleder.
Ucûb ve gurur da, kesmek gibi helâk edici sıfatlardır. İşte bunun için de Hazret-i Ömer, medhetmeyi kesmeye benzetmiştir. Eğer medh, medheden ile medhi yapılanın hakkında bu âfetlerden uzak olursa, o vakit medihte herhangi bir sakınca yoktur. Hatta böyle olduğundan övmek çoğu zaman iyi olur ve bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ashâb-ı kirâmı överek şöyle buyurmuştur:
Eğer Ebû Bekir Sıddîk'ın îmanı -peygamberler hariç- bütün insanların imanıyla tartılsa muhakkak Ebû Bekir'in îmanı ağır basar. 283
Hazret-i Ömer hakkında da şöyle demiştir:
Eğer ben peygamber olarak gönderilmeseydim, Ömer peygamber olarak gönderilirdi. 284
Acaba bundan daha büyük bir övgü var mıdır? Fakat Hazret-i Peygamber, bu övgüyü sadakat ve basiret sebebiyle söylemiştir. Ashâb-ı kirâm da övgünün onlarda gurur, ucûb ve gevşeklik meydana getirmesinden uzak ve yücedirler. Hatta kişinin kendi nefsini medhetmesi, içinde kibir ve gurur olduğu için çirkindir; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ben Âdem oğullarının efendisiyim ve bu sözde övünme yoktur!285
Yani 'Ben bu sözü söylemekle, halkın kendi nefsini övdüğü gibi bir övgüyü kasdetmiyorum' demek istemiştir.
Bunun hikmeti şudur: Çünkü Hazret-i Peygamber Allah'a yakınlığıyla övünüyordu, Âdem'in evladı olmakla ve onların önderi bulunmakla değil! Nitekim padişahın yanında büyük bir sevgi ile kabul edilen bir kimsenin, padişahın birtakım hizmetçilerinden daha önde ve gözde olmasıyla değil, nimetle sevindiği gibi. Bütün bu anlattıklarımızdan, övmenin zenımi ile övmeye teşvik etmenin arasını telif edebilirsin. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâb-ı kirâmın bir kimseyi övdüklerim işittiğinde şöyle demiştir:
Cennet vâcib oldu!286
Mücâhid diyor ki: “Âdem oğulları için meleklerden arkadaşlar vardır. Onların meclislerinde otururlar. Müslüman kişi müslüman kardeşini hayırla andığı zaman, melekler 'sana da bunun benzeri olsun' diye dua ederler. Onu kötülükle andığında, melekler 'Ey ayıbı örtülü olan Âdem oğlu! Nefsine kolaylık yap! Senin ayıbını örten Allah'a hamd ve senâda bulun!' derler. İşte bunlar övmenin âfetleridir”.
275) Kılâbî boyuna mensuptur, Humusludur. Künyesi Ebû Abdullah'tır.
Güvenilir, âbid ve zâhid bir kimse idi. H. 103 senesinde vefat etmiştir.
276) Müslim, Buhârî
277) İbn Eb'id-Dünya, Beyhakî
278) İbn Mübarek
280) Adı Abdullah b. Şüheyr el-Âmiri el-Hareşi'dir. Künyesi Ebû Abdullah olan bu zat, Basralı âbid ve güvenilir bir zattır.
281) Adı Ebû Ömer Ferrâ el-Basrî'dir.
282)
283) Kitab 'ul-İlim 'de geçmişti.
284) Deylemî
285) Tirmizî, İbn Mâce
286) Enes şöyle anlatır: Ashâbın yanından bir cenaze geçti. Onu övdüler. Hazret-i Peygamber de Vâcib oldu' dedi. Biraz sonra başka bir cenaze geçti, onun hakkında da kötü konuştular. Hazret-i Peygamber 'Vâcib oldu' buyurdu. Ashâb "Bu nasıl olur, ikisi için de Vâcib oldu' dediniz" dediler. Hazret-i Peygamber 'Övdüğünüze cennet, kötülediğinize de cehennem vâcib oldu. Çünkü sizler yeryüzünde Allah'ın şahidlerisiniz' diyerek, bu sözü üç defa tekrar etti. (Tayalîsî, İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî)
Övülene Düşen Vazifeler
Övülen bir kimseye, kibir ve ucûbun âfetinden şiddetle sakınmak, övgüden dolayı ibadetlerde gevşeklik göstermekten şiddetle kaçınmak düşer. Övülen, ancak kendi nefsini tanıdığı takdirde bu vazifeyi yerine getirebilir. Sonucun tehlikesini düşündüğünde, riyanın inceliklerini, amellerin âfetlerini bildiğinde gerekeni yapabilir. Çünkü övülen zat, nefsi hakkında övenin bilmediklerini bilir. Eğer övene, övülenin bütün sırları belirseydi, onun kalbinden geçenler görünseydi, öven onu övmekten çekinecekti. Övülen bir kimseye, öveni tahkir etmek sûretiyle övgüden hoşlanmadığını belirtmek vazifesi düşer. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 287)
Enes şöyle anlatır: Ashâbın yanından bir cenaze geçti. Onu övdüler. Hazret-i Peygamber de Vâcib oldu' dedi. Biraz sonra başka bir cenaze geçti, onun hakkında da kötü konuştular. Hazret-i Peygamber 'Vâcib oldu' buyurdu. Ashâb "Bu nasıl olur, ikisi için de Vâcib oldu' dediniz" dediler. Hazret-i Peygamber 'Övdüğünüze cennet, kötülediğinize de cehennem vâcib oldu. Çünkü sizler yeryüzünde Allah'ın şahidlerisiniz' diyerek, bu sözü üç defa tekrar etti. (Tayalîsî, İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî)
Süfyân b. Uyeyne288 şöyle demiştir: 'Övülen bir kimse, nefsini bildiği takdirde övgü kendisine zarar vermez'. Sâlih kullardan birisi övüldü ve bu sâlih kul dedi ki: 'Ey Allahım! Senin şu kulların beni tanımıyorlar. Oysa sen'beni tanıyorsun!'
Başka bir sâlih kul övüldüğü zaman şöyle dedi: 'Ey Allahım! Senin şu kulun seni kızdırmak sûretiyle bana yaklaştı ve ben seni ondan nefret ettiğime şahid tutuyorum'. (İbn Eb'id-Dünya)
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) , övüldüğü zaman şöyle demiştir: 'Ey Allahım! Onların bilmediklerini benim için affet ve söylediklerinden dolayı beni sorumlu tutma! Beni onların zannettiğinden daha hayırlı kıl!'
Bir zat Hazret-i Ömer'i (radıyallahü anh) övdü, karşılık olarak Hazret-i Ömer ona şöyle dedi: 'Sen hem beni, hem de kendi nefsini helâk etmek mi istiyorsun?!'
Bir kimse Hazret-i Ali'yi yüzüne karşı övdü ve aynı zamanda Hazret-i Ali'nin kulağına, bu adamın aleyhinde konuştuğu haberi gelmişti. Cevap olarak Hazret-i Ali ona şöyle dedi: 'Senin dediğinin altında, nefsindekinin de üstündeyim!'
287) Müslim
288) Ebû İmrân'ın oğlu olan bu zat Hilâlî kabilesindendir. Güvenilir, hâfız, fâkih, önder ve hüccetti. H. 198 senesinin Receb ayında vefat etmiştir
Konuşma Esnasındaki Hataların İnceliklerinden Gaflet Etmek
Allah ve onun sıfatlarıyla, dinî emirlerle ilgili olan hususlarda, lâfızları doğrultmaya, ancak fasih ve beliğ âlimler muktedir olurlar. O halde ilim ve fesahatta kusurlu olan bir kimsenin kelâmı hatalardan uzak değildir! Fakat Allahü teâlâ, onun cehaletinden dolayı kendisini affeder. Huzeyfe b. Yemân Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Sakın sizden bir kimse şöyle demesin: 'Allah'ın dilediği ve senin dilediğin,. . ' Fakat şöyle desin: 'Allah'ın dilediği, sonra senin dilediğin. . '289
Bunun yasaklanma hikmeti şudur: Mutlak bir şekilde atıf yapmakta, ortaklık ve eşitlik vardır. Bu ise nıbûhiyyet makamına gösterilmesi gereken hürmete zıt düşer.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle anlatır: 'Bir kişi Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) geldi. Bir iş için kendileriyle konuşarak dedi ki: 'Allah'ın ve senin dilediğin. . . ' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , şöyle buyurmuştur:
Sen beni Allah ile eşit mi kılıyorsun? Yalnız Allah'ın dilediği de. 290
Bir kişi Hazret-i Peygamber'in yanında hutbe okuyarak dedi ki: 'Kim Allah'a ve O'nun Peygamber'ine itaat ederse o hidayete ermiştir. Kim onlara isyan ederse o dalâlete düşmüştür'. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) o adama şöyle demesini emretti:
Kim Allah'a ve Peygamber'e isyan ederse o dalâlete düşmüştür. (Yani 'onlara' tabiri yerine 'Allah'a ve Rasûlü'ne' tabirini kullan ki akla eşitlik mânâsı gelmesin!) 291
Görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kişinin 'onlara' tabirini, eşitlik mânâsını ifade ettiği için çirkin görmüştür.
İbrâhîm Nehaî, 'Allah'a ve sana sığınıyorum' sözünü çirkin görürdü.
'Allah'a ve sonra sana sığınıyorum' demek ise caizdir. Şöyle demekte de mahzur yoktur: 'Eğer Allah, sonra filan olmasaydı. . . (şöyle olacaktı) '. Fakat 'Eğer Allah ve filan olmasaydı' demek caiz değildir.
Seleften biri şöyle demeyi çirkin görmüştür: 'Ey Allahım! Bizi ateşten azad eyle!' Bu sözü çirkin gören zat derdi ki: 'Azad etmek, ateşe girdikten sonra olur!' Oysa selef, ateşten korunurlar, 'Bizi ateşten koru ve (ateşten senin) rahmetine sığınıyoruz' derlerdi.
Bir zat şöyle dedi: 'Ey Allahım! Beni kendilerine Hazret-i Peygamber'in şefaati isabet edenlerden eyle!' Bunun üzerine Huzeyfe b. Yemân şöyle demiştir: Allahü teâlâ, Mü'min kullarını Hazret-i Peygamberin şefaatinden müstağni kılmıştır. Onun şefaati ancak müslümanların günahkârlarınadır'.
İbrâhîm Nehaî şöyle demiştir: Kişi, başka bir kişiye 'Ey eşek, ey domuz!' dediği zaman, kıyâmet gününde böyle diyene 'Benim bir eşeği veya bir domuzu yarattığımı gördün mü?' denilir.
İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet edilir: "Muhakkak içinizden biri şirk koşar, hatta köpeği ile dahi şirke girer ve 'Eğer köpek olmasaydı bu gece malımız çalınacaktı' der".
Hazret-i Ömer Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Allahü teâlâ, sizi baba ve dedelerinizle yemin etmekten meneder. Bu şekilde yemin etmeyi yasaklar, Kim yemin etmek istiyorsa, Allah ile yemin etsin veya sussun!292
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) der ki: 'Hazret-i Peygamberin bu hadîs-i şerifini işittiğimden beri, Allah'a yemin ederim ki bir daha ecdadımla yemin etmedim'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sakın üzümlere kerm demeyiniz; zira kerm kelimesi, müslüman kişi demektir. 293
Bu lâfız, isim olduğu şeyde hayır ve fayda olduğuna delâlet eder. Bu vasfa da üzüm değil, müslüman kişi müstehaktır.
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Sakın sizden bir kimse 'benim abdim (kölem) , benim emetim (câriyem) ' demesin. Çünkü hepiniz Allah'ın köleleri ve kadınlarımızın hepsi de Allah'ın câriyeleridir. Aksine 'benim hizmetçim, benim oğlum, benim kızım' desin. Köle de 'benim rabbim (sahibim) , benim rabbiyem (sahibem) ' demesin. 'Benim efendim, benim hizmet ettiğim hanımım!' desin. Çünkü hepiniz Allah'ın kölelerisiniz. Rab ancak Allahü teâlâ'dır.
Sakın fâsık bir kimseye efendimiz demeyiniz. Çünkü o fâsık sizin efendiniz olduğu takdirde siz rabbinizi kızdırmış olursunuz. 294
Kim 'Ben İslâm'dan beriyim' derse -eğer doğru söylüyorsa-söylediği gibidir. Eğer yalancı ise, İslâm'a sağlam olarak dönmemiş demektir. 295
Bu söz ve benzeri sözler, konuşmaya dahil olanlardandır. Bunları saymakla bitirmek mümkün değildir. Kim bizim dil âletlerinden söylediklerimizin tamamını düşünürse anlar ki kişi dilini serbest bıraktığı takdirde hatadan selim kalmaz ve bunu böyle düşündüğü anda Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Susan kurtulmuştur' hadîs-i şerifinin sırrını anlamış olur. Çünkü şu âfetlerin hepsi, tehlike ve felâketlerdir ve hepsi de konuşanın yolunda beklemektedirler. Eğer konuşan susarsa, selâmet bulur. Eğer konuşursa, nefsini tehlikeye atmış olur. Ancak fasih bir dil, geniş bir ilim, koruyucu bir takvâ ve daimi bir murakabe kendisine refakat ederse ve kendisi de mümkün olduğu kadar konuşmayı azaltırsa selâmette kalması umulur. Kişi bütün bunlarla beraber yine de tehlikeden tamamen kurtulmuş sayılmaz. Eğer konuşmayı beceremeyen kimselerden isen bunu ganimet ve fırsat sayarak sükût edip selâmete kavuşanlardan olmaya çalış! Çünkü selâmet, bu ganimetlerden birisidir.
289; Ebû Davud, Nesâî
290) Nesâî, İbn Mâce
291) Müslim
292) Müslim, Buhârî
293) Müslim, Buhârî
294) Ebû Dâvud
295) Nesâî, İbn Mâce
Âvam Tabakasının Allah'ın Sıfatlarından, Kelâmından ve Harflerden Sormaları
Halk bunların kadîm mi, hâdis mi (sonradan varolmuş) olduğunu sorar. Oysa halk tabakasının vazifesi, Kur'ân'da olan ibadet ve taatlarla meşgul olmaktır. Ancak bu ibadet ve taatlarla meşgul olmak nefislere ağır gelir. Fuzulî hareketler ise, kalbe hafif geldiğinden avâm tabakasından olan bir kimse ilme dalmaktan hoşlanır; zira şeytan kendisine 'sen âlimlerden ve fazilet ehlindensin' hayalini verir ve bu hayali kalbinde yerleştirmek için var kuvvetiyle çalışır. Onu kaydırıp küfrünü gerektiren bir sözü ağzından çıkarıncaya kadar yakasını bırakmaz. Oysa kendisi küfrünü gerektiren bir söz söylediğinden habersizdir. Halk tabakasından birinin büyük bir günah işlemesi, o kimsenin ilim hakkında konuşmasından daha selâmetli ve tehlikesizdir. Hele Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili konularda konuşması daha da tehlikelidir. Halk tabakası ibadetlerle meşgul olup, Kur'ân'da vârid olan hakikatlere tedkik etmeksizin îman etmek ve Hazret-i Peygamber'in getirdiğine teslim olmak durumundadır. Avâm tabakasının ibadetlerle ilgili olan hususların dışındaki meselelerden sormaları edebe aykırıdır. Bununla Allah'ın azabına müstehak olurlar ve böyle konulara girmekle küfür tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.
Avam tabakasının bu tür soruları, tıpkı çobanların padişahların sırlarından sormalarına benzer. Bu ise cezayı gerektiren bir durumdur. Kim ilmî bir meseleden sorarsa ve o meseleyi kavrayacak idrakte değilse, o kimsenin durumu kötüdür. Çünkü böyle bir kimse, bu meseleye nisbeten halk tabakasından sayılır. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ben sizi terkettiğim sürece, siz de benim yakamı bırak p soru sormayın; zira sizden önceki ümmetler, peygamberler'ine fazla sorduklarından dolayı ve peygamberleriyle bu sebeple ihtilâfa düştüklerinden ötürü helâk olmuşlardır. Ben sizi herhangi bir şeyden sakındırdığım zaman, siz de ondan sakının ve size emrettiğim bir şeyi ise, gücünüz yettiği kadar yapın. 296
Enes (radıyallahü anh) şöyle anlatır: Halk birgürı Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) sorular sordu. Hem de Hazret-i Peygamber'i kızdıracak derecede faz'a sordular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber minbere çıkarak şöylededi:
Benden sorun! Fakat siz benden bir şeyi sorarsanız (aleyhinizde olsa bile) o şey hakkında size haber veririm!297
Bu esnada ashâb-ı kirâmdan bir zat ayağa kalkarak dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Benim babam kimdir?' Hazret-i Peygamber cevap olarak 'Senin baban Huzafe'dir' dedi. 298
Bunun akabinde hemen kardeş olan iki genç ayağa kalktılar ve dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim babamız kimdir?' Hazret-i Peygamber 'Sizin babanız o kimsedir ki siz ona nisbet ediliyorsunuz!' Sonra üçüncü şahıs ayağa kalkarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben cennetlik miyim cehennemlik mi?' Hazret-i Peygamber 'Belki sen cehennemliksin' dedi.
Halk, Hazret-i Peygamberin öfkelendiğini görünce, soru sormaktan vazgeçtiler. Bu esnada Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , ayağa kalkarak şöyle dedi: Biz rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Muhammed'e razı olduk'. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'e hitaben 'Ya Ömer! Allah senden razı olsun! Otur! Muhakkak senin söylediğin hakikatin ta kendisidir' dedi. 299
Hadîste 'Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) dedikodu, malı zâyi etmek ve fazla sual sormaktan nehyetmiştir' diye vârid olmuştur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar sual sora sora şöyle demeye başlamışlardır: 'muhakkak mahlukâtı Allah yarattı. O halde Allah'ı kim yarattı?' İnsanlar bunu söyledikleri zaman, siz onlara cevap olarak deyin ki: 'O bir olan Allah'tır. Tektir. O herkesin ihtiyacını gören ve herkesin her ihtiyacı için başvurduğu Allah'tır. O, doğurmamıştır ve doğrulmamıştır ve O'na denk olacak hiç kimse yoktur. Bunu söyledikten sonra sizden bir kimse sol tarafına üç defa tükürüp kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın". 300
Cahir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Lânetleşenlerin hükmünü belirten âyet, insanların fazla sual sormalarından dolayı nâzil olmuştur',301
Musa ve Hızır kıssasında, yeri gelmeden önce soru sormanın çirkin olduğuna işaret vardır; zira Hızır Hazret-i Mûsa'ya 'O halde bana tâbi olacaksın. Ben bir söz açmadıkça bana hiçbir şeyden sorma' (Kehf/70) demiştir. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) delinen gemiden dolayı Hızır'a sorduğu zaman Hızır, va'dine riayet etmediğinden dolayı Hazret-i Mûsa'nın sualini kınadı. Bu bakımdan Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) özür dileyerek şöyle dedi: 'Onu unutmuşum! Unuttuğum şeyle beni muâhaze etme ve işimde bana güçlük teklif etme' (Kehf/ 73) . Hazret-i Mûsa sabredemeyerek Hızır'a üçüncü defa sual sordu. Hızır kendisine 'İşte bu itiraz, benimle senin ayrılmamıza sebep olmuştur' (Kehf/78) deyip, ondan ayrıldı.
Bu bakımdan avam tabakasının dinin derin meselelerini sormaları, âfetlerin en büyüklerindendir ve böyle bir sual, fitnelerin kopmasına vesiledir. O halde, avam tabakasını böyle sual sormaktan menetmek ve şiddetle azarlamak gerekir, Avam tabakasının Kur'ân'ın harflerine dalmaları, tıpkı padişahın kendisine mektup yazdığı ve o mektubunda birtakım emirler verdiği ve buna rağmen padişahın mektubunda belirtilen emirlerle değil de mektubun kağıdıyla; eski bir kağıt mı, yoksa yeni mi diye uğraşan bir kimsenin haline benzer! Böyle bir kimse, elbette bu hareketiyle cezaya müstehak olur. İşte âvam tabakasından olan bir kimsenin Kur'ân'ın tayin ettiği sınırları aşarak, Kur'ân'ın harflerinin kadîm mi, hâdis mi olduğunu merak etmesi, tıpkı buna benzer. Allahü teâlâ'nın diğer sıfatları için de durum böyledir. Allah en doğrusunu bilir!
296) Müslim, Buhârî
297) Müslim, Buhârî
298) Huzafe Kays'ın oğlu, o da Âdî'nin, o da Said'in, o da Sehm'in oğludur.
Kureyş soyuna mensuptur. Sual soran Abdullah b. Huzafe'nin künyesi Ebû Huzafe'dir. Annesi Abdimenafın oğlu Kars'ın soyundan Harsan'dır. Bu zat, ashâbın ilk tabakasındanır. Hazret-i Osman zamanında Mısırda vefat etmiştir.
299) Müslim, Buhârî
300) Müslim, Buhârî
301) Bezzâr