26-1
Dünyanın Zemmi ve Niteliği Hakkında Mev'izeler
Seleften biri şöyle demiştir:
Ey insanlar! Teenniyle hareket edin, daima Allah'tan korkun! Emel ve eceli unutarak aldanmayın, dünyaya meyletmeyin! Çünkü o pek fazla hilebaz, pek fazla kandırıcıdır. Gurur ile size süslü püslü görünmüştür. Sizi temennileriyle aldatmıştır. Müşterisine süslü görünmüştür. Süslenmiş bir gelin gibi olmuştur. Gözler faltaşı gibi açılıp ona bakmakta, kalpler onun üzerine üşüşmekte, nefisler ona aşık olmakta. . . Oysa o nice aşıklarını öldürmüş, kendisine yaslanan nice kişileri mağlup etmiştir. Bu bakımdan onu hakîkat gözüyle süzünüz. O öyle bir evdir ki onun yok edicileri çok. . . Onu yaratan onu kötülemiştir. Onun yenisi çürür. Onun mülkü yok olur. Onun azizi zelîl, onun çoğu az ve onun sevgisi ölümdür, onun hayrı elden çıkar. Allah'ın rahmeti sizin üzerinize olsun! Gafletinizden uyanın! Uykunuzdan silkinin! Hem de 'filan adam hastadır' veya "ağır hastadır' denilmezden önce. . . Acaba ilâç için bir yol var mı? Acaba tabibe giden yol var mı?' denilmeden önce uyanın. Zaman senin için şifa ummadığı halde doktorlar senin için çağrılacaktır. Sonra 'Filan adam vasiyet etti, malını saydı' denir. Sonra 'Dili ağırlaştı, arkadaşlarıyla konuşamıyor, komşularını tanımıyor!' denir. O anda senin alnın ter döker. İnlemelerinin biri diğerini takip eder. Yakînin yerinde kalır, gözlerin yerinden fırlar, zanların doğrulanır, dilin ağırlaşıp kekeler, arkadaşların ağlar. . . Sana denir ki: 'Bu senin oğlundur, bu senin kardeşindir'. Oysa sen konuşmadan menedilmişsindir konuşamazsın. Senin dilin mühürlenmiştir. Artık kurtulamaz. Sonra kaza ve kader senin başına konur, canın bedeninden ayrılır, göklere doğru götürülür. O anda arkadaşların toplanır, kefenin hazırlanır. Seni yıkar kefene sararlar. Senin ziyaretçilerinin ardı kesilir. Senden nefret edenler rahata kavuşur. Senin ehlin ve aile efradın servetine el koymak üzere etrafından dağılıp giderler. Sen amellerinin rehini olarak kalırsın.
Seleften biri, hükümdarın birine şöyle demiştir:
Dünyayı zemmetmek ve dünyadan nefret etmek bakımından insanların en müstehakı, dünyada kendisine bolluk verilmiş, dünyadan kendisinin ihtiyaçları kendisine bahşedilmiş bir kimsedir. Çünkü böyle bir kimse malına hücum edip malını silip süpüren bir belayı veya topladığına hücum edip de onu darmadağın edip götüren bir felâketi veya saltanatının temellerini yıkan veya bedenine girip de kendisini hasta eden veya arkadaşları arasında elinden çıkarmak istemediği bir şeyini elinden alan bir felâketi bekler. Bu bakımdan dünya kötülenmeye (övmekten daha) müstehaktır. Zira verdiğini alan, hibesinden cayan elbette dünyadır. Arkadaşının yüzüne güldüğü anda bir de bakarsın ki onu başkasına gülünç yapmış! Arkadaşı için ağlarken bakarsın ki başkasını onun için ağlatır. Elini vermek için açtığı halde bakarsın ki geri alır. Bugün arkadaşının başına taç koyar, yarın toprakla o kelleyi sıyırır. Dünya için, gidenin gidişi, kalanın kalışı eşittir. Dünya, kalanı gidenin yerine halef görür. Onların herbirinin diğerinin bedeli olmasına razı olur.
Hasan-ı Basrî, Ömer b. Abdülaziz'e (halife seçildiğinde) şöyle yazdı:
Malum olsun ki dünya ikamet evi değil, kendisinden göç etme evidir. Âdem (aleyhisselâm) cennetten dünyaya cezalı olarak inmiştir. Ey Mü'minlerin emîri! O halde dünyadan sakın! Zira dünyadan alınan azık, onu terketmektir. Dünyadan alınan zenginlik, onun fakirliğidir. Dünyanın her an öldürdüğü biri vardır. Dünyayı azîz edeni dünya zelîl eder. Dünyayı toplayanı, dünya fakir yapar. Dünya zehir gibidir, bilmeyen bir kimse onu yutar. Fakat içinde kendi ölümü vardır. Bu bakımdan sen dünyada, yarasını tedavi edip saran gibi ol! Böyle bir kimse, istemeyenin korkusundan az korunur. İlâcın zahmetine, hastalığın uzunluğundan korkarak tahammül eder. O halde şu hilekâr dünyadan, şu kandırıcı, aldatıcı dünyadan sakın! O dünya ki hilesiyle süslenmiş, gururuyla fitnelendirmiş, emelleriyle cazibeli görünmüş, hitabıyla geciktirilmiştir. Bu bakımdan dünya telli duvaklı bir gelin gibi olmuştur. Gözler ona bakar, kalpler onun hayrânı, nefisler onun aşığıdır. Oysa o bütün kocalarından nefret eder.
Buna rağmen kalan, geçenden ibret almamakta, son gelen önce gelenden ders almamaktadır. Allah'ı bilen bir ârif kendisine dünyadan haber verdiği halde nasihat almamakta. . . Dünyanın aşığı ondan ihtiyacını elde etmiş, aldanmış, haddini aşmış, âhireti unutmuştur. Aklını dünyaya kullanmış, dünya onun ayağını kaydırmış, pişmanlığı büyüdükçe büyümüş, hasreti oldukça çoğalmış, ölümün pişmanlığı artmış, ölümün sıkıntı ve elemleri üzerine çökmüş, maksadın elden çıkmasının acısını duymuştur! Dünyanın istekçisi dünyadan isteğini elde edememiş, nefsini rahat ettirememiş, azıksız dünyadan çıkmış, hazırlıksız bir zemine varmıştır.
Ey Mü'minlerin emîri! Sen dünyadan sakın!
Ey Mü'minlerin emîri! Dünyadan sakın! Dünyada çok sevildiğin zaman ondan çok sakın! Çünkü dünyanın sahibi ne zaman dünyanın sevgisine güvenirse, mutlaka dünya onu bir zahmete sürükler. Dünya ehlinin arasında sevilen aldanmıştır. Dünyadan faydalanan hilebaz ve zararlıdır. Dünyada olan genişlikler belâ ile bitişiktir. Dünyadaki beka, faniliğe döner. Bu bakımdan dünyanın sevgisi, üzüntülerle karışıktır. Dünyadan giden dünyaya geri gelmez. Geleni bilinmez ki beklenilsin. Dünyanın ümitleri yalancı, emelleri bâtıldır. Doğruluğu bulanıktır, hayatı zikzaklıdır. Âdem oğlu dünyada daima tehlike ile karşı karşıyadır. Eğer düşünürse, kendisi nimetler içerisinde bile tehlikeden ve beladan sakınmak zorundadır. Eğer yaratan dünyadan hiçbir haber vermemiş olsaydı ve dünya için hiçbir darb-ı mesel beyan etmemiş olsaydı, yine de dünya uyuyanı uyandırır, gâfili intibaha getirirdi. Allah, dünya hususunda uyarıcı ve sakındırıcı gönderdiği halde nasıl böyle olmasın? Dünyanın
Allah nezdinde bir kıymeti yok. . . Yaratıldığından beri ona bir defacık olsun (şefkatle) bakmamıştır. 36
Dünya, bütün anahtar ve hazineleriyle senin peygamberine kendisini arzetti. Oysa dünya onun olsaydı, Allah nezdindeki mertebesinden bir sivrisinek kanadı kadar eksiltmezdi. Buna rağmen peygamber'in onu kabul etmekten çekindi. Zira Allah'ın emrine muhalefet etmeyi kerih gördü ve yaradanının nefret ettiğini sevmeyi istemedi veya padişahı tarafından kıymetsiz sayılanı yüceltmeyi arzu etmedi. O öyle bir dünya ki Allahü teâlâ imtihan için onu sâlih kullarından esirgemiş, aldatmak için düşmanlarına alabildiğine vermiştir. Dünya ile mağrur olan ve dünyaya gücü yeten, kendisine dünya ile ikram edildiğini düşünür ve Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'i karnının üzerine taş bağladığında unutmuş zanneder. Oysa Hazret-i Peygamber Allah'ın Musa'ya şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Sen zenginliğin gelişini gördüğünde de ki: 'Bir günahtır. Onun cezası acelece verilir'. Fakirliğin gelişini gördüğünde de ki: 'Sâlih kimselerin şiarına merhabalar!'
Eğer dilersen Hazret-i Îsa'ya uy! Zira o şöyle diyordu: 'Benim katığım açlık, alâmet-i fârikam korku, elbisem yün. . . Kış mevsiminde ateşim güneşin ışınları, lambam ay, bineğim ayaklarım, yemeğim ve meyvem yerin bitirdiği bitkiler. . Benim hiçbir şeyim olmadığı halde akşamlıyor, hiçbir şeyim olmadığı halde sabahlıyorum. Oysa yeryüzünde benden daha zengin hiçbir kimse yoktur'.
Vehb b. Münebbih şöyle anlatır:
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsa'yı, Firavuna gönderdiği zaman şöyle buyurmuştur: 'Firavun'un dünyada giymiş olduğu elbise sizi şaşırtmasın. Çünkü onun perçemi benim kudret elimdedir. Ben izin vermeden o konuşamaz, bakamaz, nefes alamaz. Sakın onun dünyadan edinmiş olduğu lezzetler sizi hayrete düşürmesin! Çünkü o cilveli yaşantı, dünya hayatının geçici cilvesidir, israfçıların ziynetidir. Eğer ben ikinizi dünya ziynetiyle ziynetlendirmek isteseydim, Firavun o ziyneti gördüğü zaman anlardı ki size verilen nimete gücü ve takati yetmez. Bunu yapabilirdim. Fakat ben sizi böyle şeyden uzak tutuyorum. O ziyneti sizden esirgiyorum. Ben halis kullarıma hep böyle yaparım. Ben onları dünya nimetlerinden şefkatli bir çobanın tehlikeli otlaklardan koyunlarını koruduğu gibi korurum. Şefkatli çobanın devesini uyuz eden konaklardan uzaklaştırdığı ve sakındırdığı gibi onları dünyanın sığınaklarından korur ve uzaklaştırırım. Böyle yapmak, onların nezdinde kıymetsizliklerine hamledilemez! Fakat benim ikramımdan uzak bir vaziyette bolca nasiplerini tamamlamasınlar diye yapıyorum. Ancak benim velî kullarım bana zillet, korku, huşû, hudû ve kalplerinde yerleşen takvâ, bedenlerinde görülen vera ile süslenirler. Bunlar onların giydiği elbiseleri ve hissettikleri kalpleridir. Dolayısıyla zaferi elde edecek kurtuluşları, umdukları emelleri ve medar-ı iftiharları olan iyi hasletleridir. Bilinmelerine vesile olan simalarıdır. Sen onlara rastladığın zaman kanatlarını onlar için ger! Kalbini ve dilini onlar için kolaylaştır. Kim benim velî kullarımdan birini korkutursa, o bana karşı savaş açmış olur. Sonra o velî kulumun intikamını, kıyâmet gününde ben alırım.
Hazret-i Ali, bir hutbe okuyarak şöyle demiştir:
Bilin ki muhakkak öleceksiniz. Ölümden sonra dirilip amellerinizin yanında durdurulacaksınız. Amellerinizle cezalandırılacaksınız. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın! Çünkü dünya hayatı belâ ila çepeçevre sarılıdır. Fanilikle bilinir, hile ile vasıflıdır. Dünya hayatında her ne varsa, zevale doğru gidiyor. Dünya dünyalılar arasında dönen bir dolap gibidir. Onun durumları hiçbir zaman devam etmez. Ona binenler hiçbir zaman şerrinden emin olamazlar. Aile efradı, ondan gelen bir genişlik, zevk ve safâ içinde bulundukları bir anda bakarsın ki bir belâ ve aldatmaya uğrarlar. Değişik durumlar, geçici teller çalıp durmakta. . Dünyada yaşamak kötü, dünyada bolluk devam etmekte. . . . Dünyanın ehli dünyada hemen oklanmaya hazırlanan hedefler. . . Dünya onları ok yağmuruna tutmakta, ölümüyle onları uzaklaştırmakta. . . Herbirinin ölümü dünyada takdir edilmiş. . . Onun nasibi dünyada boldur.
Ey Allah'ın kulları! Bilin ki sizler ve içinde bulunduğunuz şu dünya, ömürleri daha uzun olan geçmiş kimselerin yolu üzerindesiniz. Kuvvetçe sizden daha güçlü, sizden daha fazla dünyayı tamir eden ve eserleri sizden daha çok olan kimselerin yoluna devam ediyorsunuz. O kimselerin sesleri uzun zaman titreştikten sonra susmuş, sükûta uğramıştır. Cesedleri çürümüş, köyleri, beldeleri ve evleri olduğu yerde harap olmuş, boş kalmış. . . Eserleri silinmekte, koca koca köşkler, tahtlar ve halılar yerine lâhitli ve mezarlarda biri diğerine dayanmış taşlar ve kayalıklar konmaktadır. Bu bakımdan onların yeri korkulu. . . Orada duranlar garip. . Tanımadıkları bir diyarın halkına katılmış, dertli ve meşgâlesi olan bir memleketin insanlarıyla beraberler. Mâmur köşk ve saraylarla ünsiyet etmiyorlar. Komşu ve arkadaşların birbirini ziyaret etmesi gibi şeyler yoktur. Oysa mekanca ve komşulukça pek yakındırlar birbirlerine. Evce birbirinin bitişiğinde. . . aralarında nasıl konuşma olacaktır? Oysa belâ bütün varlığıyla onları kuşatmıştır. Kocaman taşlar ve topraklar onları yemiştir. Hayattan sonra ölmüşler, maişetin parlaklığından sonra kupkuru kemik olmuşlar. Dostlar onlardan kaçınmakta, onlar toprağın altında durmakta, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmaktalar! Heyhat! Heyhat!
Nihayet o müşriklerin herbirine ölüm geldiği vakit şöyle diyecekler: 'Rabbim! Beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim îmanı yerine getirip sâlih bir amelde bulunayım!' Hayır! (Artık dünyaya dönülmez!) Müşriklerden herbirinin söylediği bu sözler, söyleyene ait faydasız bir laftır. Önlerinde ise bir mezar vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar. (Mü'minûn/99-100)
Sanki sizler de onların uğradıkları belâ ve mezardaki tenhalığa girmişsiniz. O yerde amellerinizin rehini olarak buluyorsunuz. O emanet yeri sizi kucaklamıştır. Acaba gördüğünüz kabirler, içlerindekini dışarıya saçtığı, göğüsler içlerindekini dışarıya attığı zaman sizin haliniz ne olacaktır? Yaptıklarınızın hesabı için durdurulduğunuz, azîm olan padişahın huzuruna çıkarıldığınız, kalbinizin günahlardan dolayı korkudan yerinden fırladığı, perdelerinizin yırtıldığı, ayıplarınızın ve gizlilerinizin meydana çıktığı zaman haliniz ne olacaktır! İşte o zaman her nefis yaptığından sorumlu olup karşılığını görecektir.
Göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'ındır ki kötülük edenleri, yaptıklarıyla cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle mükâfatlandırsın. (Necm/31)
Kitab (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak 'Vah bize, bu kitab da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!' dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez. (Kehf/49)
Allahü teâlâ bizleri ve sizleri kitabıyla amel eden kullarından eylesin. Dostlarına tâbî olanlardan kılsın ki, bizi ve sizleri dârülmakam olan cennete yerleştirsin. . . Çünkü Allah hamid (hamdedilen) ve mecîd (övülendir) . 37
Hukemâdan biri şöyle demiştir:
Günler oklardır, insanlar hedefler. . . Zaman her gün sana ok atıyor! Seni gece ve günleriyle deliyor! Böylece bütün parçalarını delinceye kadar atmaya devam ediyor. Acaba senin selâmetinin bekası, gecelerle beraber nerede kalır? Eğer günlerin sende meydana getirdiği eksikliği görebilseydin her geçen günden nefret ederdin. Geçen saatler sana pek ağır gelirdi. Fakat Allah'ın tedbiri, ibret almanın tedbirinin üstündedir. Dünyanın tehlikelerine sabır göstermen sayesinde dünya lezzetlerinin tadı hissedilmektedir. Oysa o dünya hâkim tarafından yoğrulduğu zaman alkam denilen maddeden daha acıydı. Vasfedici, dünyanın ayıplarını saymaktan acizdir. Dünyanın getirdiği acaiplikler, vâizin ihâta edip anlatmasının çok üstündedir. Ya rabbî bizi sevaba irşâd eyle!38
Hukemâdan birine dünyanın vasfı ve ne kadar kalacağı sorulduğunda şöyle demiştir:
Dünyada senin vaktin şu ki, o vakitte senin gözün sana döner. Çünkü daha önce geçen zamanın idrâki elinden çıkmıştır. Gelecek zaman hakkında ise bir bilgiye sahip değilsin. Zaman, gecesi tarafından matemi tutulan, saatleri tarafından durdurulan bir günden ibarettir. Hâdiseleri bozması ve eksiltmesi ile durmadan İnsan oğlunun üzerine akıp gelmektedir. Zaman, cemiyetleri dağıtmaya, derli toplu olanları yıkmaya, devletleri değiştirmeye vekil kılınmıştır. Emel uzundur, ömür kısa. . . Bütün işler ise Allah'a döner.
Ömer b. Abdülaziz (radıyallahü anh) , bir hutbesinde şöyle demiştir:
Ey insanlar! Muhakkak sizler öyle bir iş için yaratıldınız ki eğer siz onu tasdik ederseniz muhakkak ahmaksınız, eğer onu yalanlarsanız, muhakkak helâk olanlardansınız. Siz edeb için yaratıldınız. Fakat sizler, bir evden bir eve naklediliyorsunuz. Ey Allah'ın kulları! Siz öyle bir evde bulunuyorsunuz ki o evde sizler için yiyeceklerinizde zehir, içeceklerinizde zakkum vardır. Ancak ayrılmayı istemediğiniz bir şeyden ayrılmak sûretiyle o evde sizi sevindiren bir nimet elde edebilirsiniz! Bu bakımdan son varacağınız konak için çalışınız! Edediyyen kalacağınız ev için çaba sarfediniz!
Bunu söyledikten sonra ağlamaktan konuşamaz bir hâle geldi ve minberden indi.
Hazret-i Ali bir hutbesinde şöyle demiştir:
Size Allah'tan sakınmayı tavsiye ediyorum. Sizi terkeden dünyayı terketmeyi istemiyorsanız da. . . O dünya ki bedenlerinizi çürütüyor. Siz ise onu yemlemek istiyorsunuz! Sizin ve dünyanın misâli, seferde olan bir grubun misâline benziyor, bu grup sanki yolculuklarının sonuna varmışlar, sanki bir işarete ulaşmışlar. Oysa sona varmak için daha ne kadar zamanın akıp geçmesi gerekiyor? Nice kişi vardır ki dünyada bir günü kaldığı, kendisini arayan biri arkasına takıldığı halde dünyada kalmayı ve ayrılmamayı ümit ediyor! Bu bakımdan dünyanın şiddet ve saldırısından ürkmeyin. Çünkü, yokluğa doğru gidiyor. Dünyaya tâlip olana hayret ediyorum; ölüm onu aradığı halde o dünyayı arıyor.
Kendisi gâfil olduğu halde kendisinden gâfil olunmamaktadır.
Muhammed b. Hasan39 şöyle demiştir:
Edeb, mârifet, ilim ve fazilet ehli, Allahü teâlâ'nın dünyayı hakir kıldığını ve dostları için dünyaya razı olmadığını, dünyanın onun nezdinde hakir ve önemsiz olduğunu Hazret-i Peygamber'in dünyada zâhid olup, ashâbını onun fitnesinden sakındırdığını bildikleri zaman ondan az yediler. Fazlasını âhiret için gönderdiler. Dünyadan kendilerine yetecek kadarını aldılar. Meşgul edeni bıraktılar. Elbiselerden avretlerini örtecek kadarını giydiler. Yemekten açlığı giderecek kadarını yediler. Dünyaya yok olacak gözüyle baktılar. Âhirete ebedî kalacak gözüyle nazar ettiler. Bu bakımdan onlar dünyadan bir binicinin azığı kadar azıklandılar. Dünyayı harap edip onunla âhireti tamir ettiler. Âhirete kalpleriyle bakıp, gelecekte ona gözleriyle bakacaklarını anladılar. Bedenleriyle âhirete yakında irtihal edeceklerini bildikleri için kalpleriyle âhirete irtihal ettiler. Az yoruldular. Uzun zaman nimetlendiler. Bütün bunlar, kerim olan mevlâlarının tevfiki ile oldu. Mevlâlarının kendileri için sevdiğini sevdiler, kerih gördüğünü de kınadılar.
36) İbn Eb'id-Dünya, (mürsel olarak) ;İmâm-ı Ahmed ve Taberânî (muttasıl olarak)
37) Şerif er-Radî, bu hutbeyi Nehc'ul-Belâğa'da zikretmiştir.
38) Hasan-ı Basrî'nin, Ömer b, Abdülaziz'e yazdığı mektup burada son buldu.
26-2
Kula Göre Dünyanın Hakîkati
Dünyayı kötülemek, dünyanın ne olduğunu bilmedikçe yeterli değildir. Dünyanın nesinden korunmak, nesinden korunmamak gerektiğini bilmeden onu kötülemek bir fayda vermez. Bu bakımdan kötülenen dünyayı belirtmemiz mutlaka lâzımdır. Allah'a giden yolu kesene bir düşman olduğundan dolayı kendisinden korunmak ve sakınmak gereken dünyanın ne olduğunu beyan etmeliyiz. O halde deriz ki: Senin dünya ve âhiretin, kalbinin hallerinden olan iki halden ibarettirler. O hallerden yakın olana dünya denilir. O, ölümden önceki herşey demektir. Geciken ve ölümden sonra gelene âhiret denilir. O da ölümden sonrasıdır. Bu bakımdan dünyada her ne nasibin, gayen, şehvetin ve lezzetin varsa ölümden önce meydana gelir ve o şey senin için dünyadır. Ancak meylettiğin, nasibinin olduğu, payının bulunduğu ve kötü de olmayan bu şeyler üç kısma ayrılır:
Birinci Kısım
Âhirette seninle arkadaşlık yapan, ölümden sonra da meyvesi beraberinde kalan şeydir. Bu da iki şeyden ibarettir: İlim ve amel. İlimden gayem; Allah'ı, sıfatlarını ve fiillerini, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini, arz ve semanın melekûtunu ve Allah'ın, peygamberinin şeriatını bildiren ilimdir. Amelden gayem; halisen Allah rızası için yapılan ameldir. Âlim kişi bazen ilmiyle o kadar ünsiyet peyda eder ki ilim onun nezdinde eşyanın en lezzetlisi olur. Bu bakımdan uykuyu, yemeyi ve evlenmeyi ilmin lezzeti için terkeder. Çünkü ilim, onun katında bütün bunlardan daha zevklidir. O halde ilim, bu kişi hakkında dünyada hemen verilen bir nasip olmaktadır. . . Fakat biz dünyanın kötülüğünü belirttiğimiz zaman, asla bunu dünyadan saymayız. Aksine bu âhiretten deriz.
Böylece âbid kişi de bazen ibadetiyle ünsiyet peyda eder, onun lezzetine alışır. Öyle ki o ibadetten menedilirse, bu menediliş onun için cezaların en büyüğü olur. Hatta bazıları der ki: 'Ben benimle gece ibadeti arasında perde olur diye ölümden korkuyorum'.
Başka biri de şöyle der: 'Yarab! Namazın, rükûun ve secdenin kabirde bile yapılması için bana kuvvet ver!'
İşte bu kimsenin katında namaz, hemen verilen nasiplerden olmaktadır. Âcilen verilen nasibe dünya ismi verilir. Çünkü dünya yakınlık mânâsına gelen dünuv kökünden gelir. Fakat biz, bu dünyadan, kötülenen dünyayı kasdetmiyoruz. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.
Bana dünyanızdan üç şey sevdirilmiştir:
1. Kadın
2. Güzel koku
3. Gözümün nûru namaz!53
İşte görüldüğü gibi namaz, dünyanın zevklerinden sayılmıştır. His ve müşahedeye giren herşey de şehadet âleminden sayılır ve dünyadandır. Azaları rükûa varmak, secdeye kapanmak suretiyle hareketlendirmekten lezzet almaktadır. Lezzet almak ise dünyada olur. Bunun için de Hazret-i Peygamber, namazı dünyaya izafe etmiştir. Ancak biz bu kitapta kötülenen dünyadan bahsedeceğiz. Bu bakımdan deriz ki; 'Namaz, kötülenen dünyadan değildir'.
İkinci Kısım
Birinci kısmın tam zıddı ve en uzağında olan şeydir. O da içinde acil lezzet olan ve âhirette asla meyvesi olmayan şeylerdir. Bütün günahlardan zevk almak, ihtiyaçlardan fazla olan mübah şeylerle nimetlenmek, zaruretin dışında olan, refah ve konforlu yaşama dahil olan şeyler gibi. . . Altın ve gümüş istiflerden, bağlanıp beslenen atlardan, evcil hayvanlardan, ziraattan, köleler, cariyeler, aygırlar, koyun sürüleri, köşkler, evler, kıymetli elbiseler ve yemeklerin lezzetlerinden lezzetlenmek gibi. . . Bu bakımdan kulun bütün bunlardan olan nasibi kötülenen dünyadır. Fakat fuzulî sayılan veya ihtiyaç yerinde sarfedilen şeyler hakkında uzun bir düşünce silsilesi vardır.
Hazret-i Ömer'den rivâyet ediliyor ki, Ebu'd Derda'yı Humus'a vali tayin etti. Vali bir gölgelik yapıp oraya iki dirhem sarfetti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer valiye şunu yazdı:
Mü'minlerin emîri Hattab oğlu Ömer'den Ebu'd Derda'ya. . . Senin için Faris ve Rumlar'ın -Allah onları tahrip etmek istediği zaman- dünyanın tamirine yetecek kadar binaları vardır. Bu bakımdan sana şu mektubum ulaştığı zaman seni aile efradınla Şam'a sürgün ediyorum!54
Ebu'd Derda ölünceye kadar Şam'da kaldı. İşte Hazret-i Ömer, dünyanın bu kadarını fuzulî görmüştür. Bu bakımdan bu hususta düşün!
Üçüncü Kısım
Birinci ve ikinci kısım arasında bulunan kısımdır. O da âhiret amellerine yardımcı olan âcil rızıklardır. İnsan oğlunu, ilim ve amele ulaştıran, varlık ve sıhhatini devam ettirmesi için gereken herşey böyledir. . . Pek fazla pahalı olmayan kaba bir gömlek ve yemeğin normal miktarı gibi. . . İşte bunlar -birinci kısım gibi- dünyadan sayılmazlar. Çünkü bunlar birinci kısma yardımcı ve vesiledirler. Bu bakımdan kul, ilim ve amel hususunda kendisine yardımcı olsun diye bunları elde ederse dünyaya daldı denilmez ve bu yüzden dünya yavrularından olmaz: Eğer kulun teşvikçisi, takvâ hususunda yardımcı olsun diye değil de sadece geçici lezzeti temin ise, o vakit ikinci kısma iltihak eder ve kötülenen dünyadan sayılır. Ölüm çağında kulla beraber ancak üç sıfat kalır:
1. Kalbin kirlerden temizlenmesi
2. Allah'ın zikri
3. Allah'ı sevmesi
Kalbin saflığı ve temizliği, ancak dünya şehvetlerinden menedilmekle elde edilirler. Allah'ın zikriyle yakınlık kurmak ise, ancak Allah'ı anmak ve buna daimi bir şekilde devam etmekle elde edilir. Sevgi ise ancak mârifetle elde edilir. Allah'ın mârifeti ise ancak daimi bir şekilde düşünerek, tefekkür etmekle elde edilir. İşte bu üç sıfat kurtarıcı, ve ölümden sonra saadet getirici sıfatlardır. Dünya şehvetlerinden kalbi temizlemeye gelince, o kurtarıcı sıfatlardandır. Çünkü kul ile Allah'ın azabı arasında siper olur. Nitekim bu durum haberlerde de vârid olmuştur.
Muhakkak ki kulun amelleri, kulu müdafaa eder ve korurlar. Bu bakımdan azap, ayaklar tarafından geldiği zaman gece ibadeti gelip o azabı kovar ve siper olur. Eller tarafından geldiğinde, ellerle verilen sadaka gelir onu defeder. . . 55
Ünsiyet ve muhabbete gelince, onlar insanı saadete erdiren sıfatlardandırlar. Onlar kulu, mülâkat ve müşahedenin lezzetine vardırırlar. Bu saadet hemen ölümün akabinde çarçabuk tahakkuk eder ve cennette Allah'ın cemâlini görünceye kadar devam eder. Bu bakımdan kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Böyle bir kimse için kabir nasıl cennet bahçelerinden bir bahçe olmasın! Oysa böyle bir kimsenin bir mahbubdan fazla mahbubu yoktu. Dünya alâkaları da o mahbubu daimi şekilde anıp, onunla yakınlık kurmaktan kendisini alıkoyuyordu. Onun cemâlini mütalaa etmeye mâni oluyordu. Bu bakımdan o alâkalar ortadan kalkmış, kişi hapisten kurtulmuş, sevdiğiyle başbaşa kalmış. . . O halde, alâkalardan emin, mânilerden selim ve sevinçli bir durumda sevdiğinin huzuruna varır. Dünyanın aşığı ölüm çağında nasıl üzülmesin? Oysa onun sevdiği dünyadan başka birşey değil.
Dünya ise kendisinden alınır, kendisi ile dünya arasında ölüm perdesi gerilir, dünyaya dönüş yolları kendisi için kapanır. Bunun için şöyle denilmiştir:
Bir dostu olup da kendisini bırakanın hali ne olacaktır? Ölüm yokluk değildir. Ölüm kulun dünyadan ayrılması ve Allah'ın huzuruna varmasıdır.
Durum bu ise âhiret yolunun yolcusu, amel, fikir ve zikirden ibaret olan bu üç sıfatın sebeplerine devam eden bir kimsedir. Bu sıfatlar, onu dünya şehvetlerinden kesen sıfatlardır. Dünyanın lezzetlerini kendisine çirkin gösterirler. O lezzetlerden kendisini alıkoyarlar. Bütün bunlar ancak beden sıhhatiyle mümkün olur. Bedenin sıhhati de ancak azıkla elde edilir. Elbise, mesken ve bunlara benzer birçok sebeplere muhtaçtır. Bu bakımdan bunlardan lâzım olan miktarı, dünyadan âhirete sarfetmek için aldığı zaman, dünya âşıklarından sayılmaz. Dünya onun hakkında âhiretin tarlası olur. Eğer onları nefsinin zevki için ve lezzetlenme maksadıyla alırsa dünyanın âşıkları'ndan olup lezzetlerine rağbet gösterenlerden sayılır. Ancak dünyanın lezzetlerine rağbet göstermek, sahibini âhiret azabına maruz bırakan ve haram olan şeyler, sahibiyle yüce dereceler arasına perde gibi gerilir. Sahibini uzun uzun hesap vermeye maruz bırakan ve kendisine helâl ismi verilen şeye taksim olunur. Basiret sahibi bilir ki muhasebe için kıyâmet meydanında uzun durmak da azaptır. Bu bakımdan hesap için bekletilen bir kimse üzülür. 56 Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Diğer bir rivâyet şöyledir: Dünyanın helâli azaptır'. Ancak bu azap, haramdan gelen adaptan daha hafiftir. Katta dünyanın helâlinden ötürü hesaba çekilmek olmasa dahi, cennette kaçırdığı yüce dereceler ceza bakımından yeter de artar!. . Kalbin o hakir, hasis, temelsiz lezztlerden dolayı çektiği hasret de azaptır. İşte dünyadaki halini buna kıyas et! Akran ve emsaline baktığın zaman dünya saadetleriyle senden öndeyseler, kalbin nasıl o saadetleri elde etmediğinden paramparça olur. Oysa biliyorsun ki o saadetler geçicidir. Bulanıklarla karışır. Onların duruluğu yoktur. Acaba büyüklük vasfı olmayan bir saadetin ve zamanla akıp giden ve sonuna ulaşmak imkânı bulunmayan bir mutluluğun elden gitmesi hususunda halin ne olacaktır? Bu bakımdan, dünyada velev ki bir kuşun sesiyle (ötüşüyle) veya bir yeşilliğe bakmak suretiyle veya bir yudum soğuk su içmekle lezzetlenen bir kimse mutlaka âhirette onun kat kat lezzetlerini kaybeder. Hazret-i Peygamber'in Ömer'e hitaben buyurduğu şu hadîs-i şerîfiyle bu mânâ kastedilmiştir:
Hazret-i Peygamber bu sözüyle Hazret-i Ömer'e ikram edilen soğuk suya işaret ediyor. Sualin cevabına maruz -o sualde zillet, korku, tehlike ve bekleme vardır- kalmaya işaret etti. Bütün bunlar nasibin eksikliğindendir ve bunun için de Hazret-i Ömer 'Bunun hesabını benden uzaklaştırın' demiştir. Bu sözünü, susadığı ve kendisine soğuk bal şerbeti takdim edildiği ve elinde onu evirip çevirdiği ve sonra içmekten vazgeçtiği zaman söyledi. Dünyanın azı ve çoğu, haramı ve helâli lanete uğramıştır. Ancak Allah'ın takvâsına yardım eden kısım hariç. . . Zira bu kadarcığı dünyadan değildir. Kimin mârifeti daha kuvvetli ve daha sağlamsa, dünya nimetinden korunması daha şiddetlidir. Hatta Îsa (aleyhisselâm) uyuduğu zaman başını bir taşa koydu. Sonra o taşı da attı. Zira İblis kendisine görünerek şöyle dedi: 'Sen dünyaya rağbet ettin!
Süleyman (aleyhisselâm) o kadar servet ve debdebe içinde, insanlara yemeklerin lezzetlilerini yedirir kendisi ise arpa ekmeğiyle yetinirdi'. Bu yolla serveti nefsinin yanında bir zillet ve zorluk kıldı. Zira yemeklerin lezzetlileri varken sabretmek daha zordur. Bu sırra binaen Allahü teâlâ peygamberimizden dünyayı esirgedi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) açlıktan karnının üzerine taş bağlıyordu ve bunun için de Allahü teâlâ, belâ ve mihneti, peygamberler ve velî kullarına musallat kılmış, sonra (derece bakımından) onlara benzeyenlere musallat kılmıştır. 59
Bütün bunları düşünmek, onlara minnet ve ihtimam etmenden dolayıdır ki âhirette nasipleri çoğalsın! Nitekim şefkatli bir baba, çocuğunu meyvelerin lezzetinden korur. Kan aldırma elemine maruz bırakır. Bütün bunları meyvelere kıyamadığı için değil, evladına karşı olan şefkat ve sevgisinden dolayı yapar.
Bununla anlaşıldı ki, Allah için olmayan herşey dünyadandır. Allah için olan ise dünyadan değildir. Eğer 'Allah için olan şey nedir?' dersen, derim ki: Eşya üç kısma ayrılır. Bir kısım vardır ki Allah için olması düşünülemez. Bu kısma günahlar, mahzurlular ve mübahların çeşitleriyle nimetlenmeler girer. Bu, kötülenmiş katıksız dünyadır. Bu, maddeten ve mânen dünyadır. Diğer bir kısım vardır ki görünüşü Allah içindir. Fakat Allah için olmaması da mümkündür. Bu da üç gruptur: Fikir, zikir ve şehvetlerden korunma. Bunların üçü, gizlice yapıldıkları ve yapılmalarının sebebi sadece Allah'ın emri ve âhiret günü olduğu zaman Allah içindir, dünyadan değildir. Eğer fikirden gayesi; ilmi halk arasında marifeti izhar etmek suretiyle şeref sahibi olmaksa veya şehveti terketmekten gayesi mal toplamak veya bedenin sıhhatini korumak veya zahidlikle meşhur olmaksa, işte mânâ bakımından bu dünyadır. Her ne kadar görünüşte Allah için olduğu sanılıyorsa da. . .
Diğer bir kısım vardır ki, şeklen ve maddeten nefsin lezzeti için olur. Fakat mânâ bakımından Allah için olması mümkündür. Bu da yemek, evlenmek, kişinin ve neslinin bekası ile ilgili şeylerdir. . . Eğer bunlardan gaye sadece nefsin lezzeti ise dünya olur. Eğer gaye takvâ hususunda yardımcı olmaları ise mânâ bakımından Allah için olur. Her ne kadar görünüşte dünya için olsa da. . . Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim zengin olmak, akran ve emsaline karşı böbürlenmek için helâlinden mal edinmek istiyorsa, böyle bir kimse Allah kendisinden nefret ettiği halde Allah'ın huzuruna gelir ve kim dilenmekten kurtulmak ve nefsini korumak için mal talep ediyorsa, bu kimse kıyâmet gününde yüzü ayın ondördü gibi pırıl pırıl parladığı halde gelir. 60
Dikkat et! Maksada göre bu nasıl değişiyor? O halde dünya, nefsinin acil ve gelip-geçen lezzetidir, Âhiret için ihtiyaç olmayan lezzete hevâ denir. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ama kim rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini heveslerden alıkoymuşsa onun barınağı da cennettir. (Nâziât/40-41)
Hevâyı toplayan yerler beş tanedir:
Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Hadîd/20)
O aynalar ki onlardan bu beş şey çıkar, onlar yedi tanedir.
İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa) salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü (câzip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa varılacak güzel yer Allah'ın katındadır. (Âl-i İmrân/14)
Böylece anlaşıldı ki, Allah için olan şeyler dünyadan değildir. Yaşam için gerekli olan mesken ve elbise -eğer Allah rızası için istenirse- Allah içindirler. Bunlardan çokça edinirse lezzet kısmına dahildir ve Allah için değildir. Lezzetlenme ile zaruret arasında bir derece vardır. Ona hâcet ismi verilir. Bu hâcetin iki tarafı, bir de orta kısmı vardır. Bir tarafı zaruret haddine yaklaşır. Bu taraf, zarar vermez. Çünkü zaruret haddi üzerinde durmak mümkün değildir. Başka bir tarafta lezzetlenme yaklaşır. Bu taraftan sakınmak uygundur. Bu iki tarafın arasında birbirine benzeyen birçok vasıtalar vardır. Kim korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün tedbir, şüphelilerden korunmak ile takvâdır. Her şeyin başı budur. Mümkün olduğu kadar zaruret hududuna yaklaşmalıdır. Bunu da peygamberlere ve velî kullara uymak bakımından yapmalıdır! Zira onlar nefislerini zaruret hududuna döndürüyorlardı.
Veysel Karanî'nin aile fertleri Veysel Karanî'nin deli olduğunu sanıyorlardı. Çünkü o nefsini pek fazla tazyik ediyordu. Kapılarının yanında ona bir ev inşa ettiler. Bir sene, iki sene, üç sene geçtiği halde onun yüzünü görmüyorlardı. O, evinden sabah ezanının ilk çağında çıkıyor, en son yatsı namazında dönüyordu. Onun geçimi, hurma çekirdeklerini toplayıp bedeliyle geçinmekti. Atılmış bir hurmayı yerde görürse, akşam onunla iftar etmek için alırdı. Eğer iftar için birşey bulamazsa, topladığı çekirdekleri satar, onun parası ile gıdasını temin ederdi. Veysel Karanî'nin elbisesi mezbeleliklere atılan paçavralardı. Onları Fırat nehrinde yıkar, yamalar ve giyerdi. İşte onun elbisesi bu idi. Bazen mahalle çocuklarının yanından geçerken kendisini deli sanan çocuklar onu taşlarlardı. Çocuklar onu deli sanarlardı. Onlara şöyle derdi: 'Kardeşlerim! Eğer beni taşlayacaksınız, bari bana küçük taşları atın, çünkü topuklarımın kanayıp namaz vaktinin geçmesinden korkuyorum'. İşte onun sîreti böyleydi. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onun şanını yücelterek şöyle buyurmuştur:
Ben Yemen tarafından Rahmân'ın nefesini hissediyorum. Bu hadîs, Veysel Karânî'ye işarettir.
Hazret-i Ömer, halife seçildiği zaman şöyle bir hutbe îrad etti: 'Ey insanlar! Sizden Iraklı olanlar ayağa kalksın!' Bu söz üzerine Iraklılar ayağa kalktı. Hazret-i Ömer 'Siz oturunuz! Sadece Kûfeliler ayakta kalsın!' dedi. Iraklılar oturdular. Kûfelilere 'Siz de oturun! Sadece Murad kabilesinden olanlar ayakta kalsın!' dedi. Onlar da oturunca, Murad kabilesine şöyle hitap etti: 'Siz de oturunuz! Sadece Karan kabilesinden olan ayakta kalsın!' Hepsi oturdu. Bir tek kişi ayakta kaldı. Hazret-i Ömer ona hitaben şöyle dedi:
-Beni görüyor musun?
-Evet! Seni görüyorum.
-Karan'lı Amr'ın oğlu Üveys'i tanıyor musun?
Sonra Üveys'in, Hazret-i Peygamber'den dinlediği vasıflarını saymaya başladı.
-Evet! Tanıyorum. Sen niçin onu soruyorsun? Allah'a yemin ederim, bizim içimizde, ondan daha ahmak, ondan daha vahşi, ondan daha hakir bir kişi bulunamaz!
Bu durum karşısında Hazret-i Ömer ağladı ve sonra şöyle dedi:
-Ben dediklerimi, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini işittiğimden dolayı dedim: 'Onun şefaatıyla Rabia ve Mudar kabileleri adedince insan cennete dahil olacaktır'. 61
Herem b. Heyyan62 şöyle dedi: 'Ben Hazret-i Ömer'in bu sözünü dinledikten sonra Kûfe'de hiçbir işim olmadığı halde Üveys-i Karanî'yi arayıp bulmak ve onun durumunu sormak için kaldım. Araya araya onu Fırat nehrinin kıyısında, gündüzün ortasında, abdest alırken gördüm. Onu, bana söylenen vasıflarından tanıdım. Baktım ki etine dolgun, teni bembeyaz, başı traşlı, sakalı gür, rengi bozulmuş, yüzü buruşmuş, manzarası heybet verici bir kişi. . . Ona selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra beni dikkatle süzdü. Ben ona 'Allah senin gibi bir kahramana uzun ömür versin' dedim ve elimi musafaha etmek için onun eline uzattım. Benimle musafaha etmekten kaçındı. Ben 'Ey Uveys! Allah sana rahmet edip seni affetsin! Nasılsın, ey Allah'ın rahmetine mazhar olan kişi?' dedikten sonra, onu sevdiğimden ve ona karşı şefkatimden gözlerimden yaşlar boşanıp konuşamaz hale geldim. Zira onun durumundan gördüklerim bunu gerektirmişti. O da bana dedi ki: 'Allah sana da uzun ömür versin ey Heyyan'ın oğlu Herem! Nasılsın? Beni sana kim gösterdi?' Cevap olarak 'Allah!' dedim. Buna karşılık şunları söyledi: 'Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah ortaktan münezzehtir. Muhakkak rabbimizin va'di yerine gelecektir'.
Herem der ki: 'Beni tanıdığı zaman hayrete düştüm. Allah'a yemin ederim, ondan önce ne ben onu görmüştüm, ne de o beni görmüştü. Kendisine şöyle sordum: 'Benim ve babamın ismini nereden duydun? Oysa bundan önce seni görmüş değilim?' Cevap olarak 'Alîm ve habîr olan Allah bunu bana haber verdi. Nefsim senin nefsinle konuşurken ruhum senin ruhunu tanıdı. Ruhların da bedenlerin nefisleri gibi nefisleri vardır. Mü'minlerin bazıları bazılarını tanırlar. Allah'ın vermiş olduğu ruh vasıtasıyla sevişirler. Her ne kadar daha önce karşılaşmamış olsalar da. . . tanışırlar, konuşurlar her ne kadar memleketleri birbirlerinden uzak, konakları ayrı ayrı olsa da. '
'Allah senden razı olsun! Hazret-i Peygamber'den bir hadîs bana naklet ki ben onu senin ağzından dinleyeyim' dedim.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Ben Hazret-i Peygamber'e yetişemedim. Onunla sohbetim yok. Annem ve babam ona feda olsun. Fakat Hazret-i Peygamber ile karşılaşan kişileri gördüm. Senin kulağına geldiği gibi benim de kulağıma hadîsler gelmiştir. Ben, nefsim için bu kapıyı açıp da muhaddis, müftî veya kadı diye bilinmek istemiyorum! Ey Heyyan'ın oğlu Herem! Benim nefsimde bir meşguliyet vardır, beni insanlardan alıkoydu'.
Ben ona 'Kardeşim! Bana Kur'ân'dan bir âyet oku ki onu senin ağzından duyayım. Bana bir tavsiyede bulun! Çünkü ben seni Allah için pek fazla seviyorum!' dedim.
Herem der ki: 'Benim bu ısrarıma karşı ayağa kalktı, Fırat nehrinin kıyısına kadar elimden tuttu ve sonra şöyle dedi: 'Bilen ve dinleyen Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınıyorum'. Sonra ağladı ve dedi ki: 'Rabbim demiştir. Hak da rabbimin sözüdür. Rabbimin sözü, sözlerin en doğrusudur'. Sonra şu âyeti okudu:
Biz gökleri, yeri ve aralarındakileri eğlence olarak yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler. O fasıl günü, hepsinin varacağı gündür. O gün dost dosttan hiçbir şey engelleyemez ve kendilerine yardım da olunmaz. Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Çünkü O azîz'dir, rahîm'dir! (Duhan/38-42)
Bu âyeti okuduktan sonra bayıldığını sandığım şekilde bir ses çıkardı, sonra şöyle dedi: 'Ey Heyyan'ın oğlu! Senin baban Heyyan öldü! Senin de ölümün yaklaştı. Ya cennete veya cehenneme. . . Baban Âdem (aleyhisselâm) öldü, annen Havva öldü, Nûh (aleyhisselâm) öldü, Rahmâ'nın dostu İbrahim (aleyhisselâm) öldü! Rahmân'ın kurtardığı Musa (aleyhisselâm) öldü. Rahmân'ın halifesi Dâvud (aleyhisselâm) öldü! Muhammed, (ona ve diğerlerine, salât ve selâm olsun) öldü. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) alemlerin rabbi olan Allah'ın Rasûlü'dür. Müslümanların halifesi olan Ebû Bekir öldü. Dostum ve kardeşim Hattab'ın oğlu Ömer öldü!' Bunu söyledikten sonra: 'Ey Ömeeer! Ey Ömeeer!!!' diye bağırdı.
Herem der ki, ben kendisine 'Allah senden razı olsun! Ömer ölmemiştir' dedim. O cevap olarak 'Rabbim bana Ömer'in ölüm haberini verdi, nefsim de ölümünü hissetti' dedi ve şöyle devam etti: 'Ben de sen de ölüler zümresindeniz. Sanki bu olmuştur'. Sonra Hazret-i Peygamber'e salât ve selâm getirdi. Birtakım gizli dualar okudu, sonra şöyle dedi: 'Ey Heyyan'ın oğlu! Şu benim sana tavsiyemdir: Allah'ın Kitabı'ndan ve sâlih Mü'minlerin yolundan ayrılma! Benim ölüm haberim bana ulaştırıldı. Senin ölüm haberin de bana ulaştırıldı. Bu bakımdan Allah'ın zikrinden ayrılma! Hayatta kaldıkça, göz açıp kapatıncaya kadar kalbin senden ayrılmasın! Döndüğün zaman kavmini Allah'ın azabıyla korkut. Bütün ümmete nasihatçi ol! Bir karış dahi cemaattan ayrılma yoksa bilmeden dinin senden ayrılır dolayısıyla kıyâmet günü ateşe girersin!' dedikten sonra şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Şu kişi (Herem) senin yolunda beni sevdiğini ve rızan için beni ziyarete geldiğini söylüyor. Yarab! Cennette bana yüzünü tanıt. Dar'us-selâm'da onu benim yanıma koy! Nerede olursa olsun, dünyada kaldıkça onu koru! Onun kaybolmuş şeylerini ona ihsan et! Onu dünyanın azıyla razı et! Dünyadan ona vermiş olduğunu onun için kolaylaştır. Ona vermiş olduğun nimetlerinden dolayı onu şükreden kullarından kıl! Benden taraf ona en hayırlı mükâfatı ihsan eyle!' Bunu dedikten sonra şöyle devam etti: 'Ey Heyyan'ın oğlu Herem! Seni Allah'a emanet ediyorum. Selâm, Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun! Allah senden razı olsun! Bugünden sonra seni, beni ararken görmeyeyim. Çünkü ben şöhretten nefret eden ve tenhayı seven bir kimseyim. Meşguliyetim çoktur. Hayatta kaldıkça bu insanlarla beraber üzüntüm pek şiddetlidir. Ne sen beni sor, ne de ben seni arayayım. Bil ki sen daima benim hatırımdasın. Sen beni görmesen dahi seni anarım. Bana dua et. Eğer Allah dilerse ben de seni anar ve sana dua ederim, sen şu tarafa git, ben de öbür tarafa gideyim!' Bunun üzerine kendisiyle bir saat yürümeyi arzuladım. Fakat bu imkânı bana vermedi. Kendisinden ayrıldım. Hem kendisi ağladı, hem de beni ağlattı. Ben gidip bazı sokaklara girinceye kadar arkasından baktım. Ondan sonra onu sordumsa da ondan haber veren bir kimseye tesadüf etmedim. Allah ondan razı olsun, makamı cennet olsun!
İste dünyadan yüzçevirip âhirete yönelenlerin sîreti ve ahlâkı böyle idi. Dünya bahsinde geçen hakîkatlerden, peygamberler ve velî kulların sîretinden anlaşıldı ki dünyanın tarifi şudur: Yemyeşil kubbenin gölgelendirdiği herşeye, külümsü toprağın üzerinde bulunan herşeye dünya denilir. Ancak bu şeylerden Allah rızası için olanlar müstesnadır ve dünyalıktan sayılmazlar. Dünyanın zıddı ve kuması âhirettir. Kendisiyle Allah talep edilen herşey âhirettendir. Allah'a ibadet etmek için, dünyadan zarûret miktarı alınan şeyler dünyadan değil âhirettendir. Bu bir misal ile açığa kavuşur.
Şöyle ki: Kâbeyi kasteden bir kimse, hac yolunda olduğu halde, hacdan başka şeylerle meşgul olmayacağına, kendisini tamamen hacca vereceğine dair yemin etse, sonra bu kimse yolda azığını korumak, devesinin yemini vermek, yemek torbasını dikmek ve hac için lâzım olan şeyleri yapmakla meşgul olsa, kendisine yeminini bozdu diye kefaret düşmez. Çünkü hacdan başka şeyle meşgul olmuş sayılmaz. İşte beden de böylece nefsin bineğidir. Onunla ömür mesafesi katolunur. Bu bakımdan bedenin yola tahammülünü ve gücünü sağlayan ilim ve amelle meşgul olmak dünyadan değil, âhirettendir. Evet! Bu sebeplerin herhangi birisiyle bedenin lezzetlenmesi kastedildiği zaman, kasteden, âhiretten inhiraf etmiş olur ve kalbinin katılaşmasından korkulur.
Tanafusî 63 şöyle anlatıyor: Mescid-i Haram'da Beni Şeybe kapısında birkaç gün birşey yemeden karnımın büklümlerini bükerek duruyordum. Sekizinci gün, uyku ile uykusuzluk arasında iken bir dellâlin şöyle bağırdığını duydum: 'Dikkat edin! Kim, muhtaç olduğundan fazlasını dünyadan alırsa onun kalbinin gözünü Allah kör eder (veya etsin) . İşte bu, dünyanın senin hakkındaki hakîkatinin beyanıdır. Bunu bil, Allah'ın izniyle irşad ol!'
53) Nesâî, Hâkim
54) Vali mektubu aldığı zaman, aile efradıyla Şam'a gitti, ölünceye kadar orada kaldı. İbn Hıbbân der ki: 'Hazret-i Ömer'in hilâfetinde Muaviye onu Şam kadılığına tayin etmiştir'.
55) Taberânî
56) Müslim, Buhârî
57) İbn Eb'id-Dünya, Beyhâk:
58) Yemek bahsinde geçmişti.
59) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve İbn Mâce
60) Ebû Nuaym, Beyhâkî
61) İbn Semmak, (Ebû Umame'den)
62) Abdî soyundan olan bu zat, ashâbın küçüklerinden. İbn Ebî Hatim ise onu tabiinin meşhur sekiz zahidinden saymıştır.
63) Adı Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Umayye el-Kûfî'dir. H. 204 senesinde vefat etmiştir.
26-3
İnsanlara Kendilerini, Yaratıcısını, Nereden Gelip, Nereye Gittiklerini Unutturan Meşguliyetler
Dünya mevcut şeylerden ibarettir. İnsan oğlunun o mevcutlarda lezzeti ve nasibi vardır. Onların ıslahında meşgalesi vardır. İşte bunlar üç şeydir. Zannedilir ki dünya, sadece bu üç işin birinden ibarettir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünyanın kendilerinden ibaret olan şeyleri; kürre-i arz ve üzerindekilerdir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Biz yeryüzünde olan şeyleri yer halkına bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim. (Kehf/7)
Bu bakımdan yeryüzü, insanoğulları için döşek, beşik, mesken ve istikrar yeridir. Yeryüzünde olanlar da onlar için elbise, yemek, içmek, evlenmektir. Yeryüzündeki şeyleri üç kısımda toplayabiliriz:
1. Madenler
2. Bitkiler
3. Canlılar
Bitkiler
İnsan oğlu onları gıda edinmek ve tedavi olmak için arar. Madenler
Bakır ve kalay gibi, onları alet veya kap yapmak için; altın ve gümüş gibi onları para yapmak için veya bunların dışındaki maksat ve hedefler için arar.
Canlılar
Canlılar, insan ve insan dışındaki diğer canlılar diye ayrılır. İnsan dışındaki diğer canlıların etleri yenmek, sırtları binilmek ve süs edinilmek için aranılır. İnsan ise, bazen İnsan oğlu insanların bedenlerini mülk edinmek, onları hizmetkârlar gibi çalıştırmak ve sofralarına göndermek veya kadın ve cariyeler gibi onlardan zevk almak için onları arar. İnsanların kalplerini mülk edinmek, o kalplerde büyüklüğünü ve ikramını yerleştirmek için arar. İşte buna makam ve mertebe denilir. Zira makam ve mertebenin mânâsı, insanların kalplerini mülk edinmek demektir. İşte bunlar dünya diye isimlendirilen şeylerdir.
İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa) salınmış atlar, develer ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü (cazip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa varılacak güzel yer Allah katandadır. (Âl-i İmrân/14)
İşte bunlar dünyanın hazlarıdır. Ancak bunların kul ile iki yönden bağlantısı vardır: Biri kalple beraberdir ki o da kalbin bunları sevmesi, bunlardan lezzetlenmesi, kalbi köle gibi oluncaya dek himmetini bunlara sarfetmesidir veya dünya ile tamamen deli divaneye dönmüş bir aşık gibi olmasıdır. Bu alâkaya kibir, hile, hased, riya, şöhret, su-i zan, yağcılık, övülme sevgisi, servetle böbürlenmek gibi dünya ile ilgili olan kalbin bütün sıfatları dahildir ve bâtın dünya işte budur.
Zâhir dünya, bizim söylediğimiz şeylerdir. İkinci irtibat bedenledir. O da bedenin bu şeylerin ıslahı ile meşgul olmasıdır ki bunlar onun ve başkasının lezzetlenmesine elverişli hâle gelsin. Bu, sanatların ve halkın meşgul olduğu işlerin tamamıdır.
Halk nefislerini, varacakları yerlerini bu iki irtibattan dolayı dünya yüzünden unutmuştur: Kalbin sevgi ile bedenin de meşguliyetle bağlantısı. . . Eğer kişi nefsini, rabbini, dünyasının hikmet ve sırrını bilseydi, dünya dediğimiz bu şeylerin kendisini Allah'a doğru götüren hayvanın yemi için yaratıldığını anlardı. Bu hayvandan gaye bedendir. Zira beden ancak yemek, içmek, elbise ve meskenle hayatta kalabilir. Nitekim hac yolundaki devenin de ancak yemek, içmek ve sırtındaki çullar vasıtasıyla hayatta kalıp yoluna devam edebildiği gibi. . . Dünyada nefsini ve maksadını unutmak hususunda kulun misali, yolun konaklarında duraklayan ve durmadan devesine yem yediren, devesini tımarlayan, temizleyen, onun sırtına çeşitli elbise ve çullar örten bir hacının misali gibidir. Devesine otların çeşitlerini getiren, buz ile suyunu soğutan, kendisini kafileden geri bırakmasın diye bunları yapan, kafileden geri kalıp çölde kalan ve devesiyle beraber yırtıcı hayvanlara yem olan gâfil bir hacının misâli gibidir. Basireti açık olan bir hacı ise, ancak devenin yürüyüşünü temin edecek kadarıyla ilgilenir. Bu bakımdan bu miktarı temin ettikten sonra kalbi Kâbe ve hac ile bağlıdır. Ancak zaruret miktarı deveye bakar. İşte âhiret seferindeki basiret sahibi de böyledir. Tuvalete ancak zaruret miktarı girdiği gibi, gerektiği kadar bedene bakar. Yemeği midesine sokmak ile karından çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her ikisi de bedenin zarurî ihtiyaçlarındandır! Kimin himmeti, karnına soktuğu şeyler ise, onun kıymeti midesinden çıkardığı şeydir! İnsanı Allah'tan en fazla meşgul eden midedir. Zira gıda zarurî olanıdır. Mesken ve elbisenin işi daha kolaydır. Eğer insan bu şeylere olan ihtiyacının sebebini bilmiş olsaydı ve sadece ihtiyaç kadarını kullansaydı, dünya meşgaleleri onun bütün vakitlerini almazdı. İnsanlar dünyayı bilmediklerinden, hikmetinden gâfil olduklarından ve dünya ile lezzetlendiklerinden dolayı dünya bütün vakitlerini alıyor, meşgul ediyor! Fakat onlar dünyayı bilememişler ve dünyadan gâfil olmuşlardır. Böylece dünyanın meşgaleleri ardı ardınca onların üzerine akın etmiş, bir kısmı diğerini takip etmiştir. Sınırsız bir nihayete doğru onları sürüklemiştir. Onlar meşgalelerinin çokluğuna dalmışlar ve maksatlarını unutmuşlardır.
İşte biz, dünya meşgalelerinin tafsilâtını, onlara ihtiyacın nasıl olduğunu ve insanların dünya maksadlarında nasıl yanıldıklarını belirteceğiz ki dünya meşgaleleri halkı nasıl Allah'tan uzaklaştırmıştır, işlerin akibetini nasıl unutturmuştur açıkca görünsün!
Bu bakımdan deriz ki; dünyevî meşgaleler, sanatlar ve halkın üzerine üşüşmüş olduğunu gördüğün çalışmalardır. Çokça çalışmanın sebebi; İnsan oğlunun üç şeye mecbur olmasındandır: 'Azık, mesken ve elbise'.
Azık, gıdalanmak ve yaşamak içindir. Elbise, sıcak ve soğuktan korunmak içindir. Mesken, sıcak ve soğuğu defetmek, aile efradı ve maldan helâk olmanın sebeplerini uzaklaştırmak içindir.
Allah, gıdayı, mesken ve elbiseyi, insanın sanatına muhtaç olacak şekilde yaratmıştır. Ancak hayvanlar için böyle değildir. Çünkü bitki, pişirmeksizin, hayvanın gıdası olur. Sıcak ve soğuk hayvanın bedenine tesir etmez. Bu bakımdan binaya muhtaç değildir ve çölde yaşayabilir. Elbisesi, tüyleri ve derilerdir. Elbiseye ihtiyaçları yoktur. İnsan ise, böyle değil. . . Bunun için beş sanata ihtiyaç vardır. Onlar da sanatların temelleri ve dünyevî meşgalelerin başlangıçlarıdır ve o sanatlar şunlardır: Çiftçilik, çobanlık, avcılık, dokumacılık ve inşaat.
Bina, mesken içindir. Örücülük ve kapsadığı yün eğirmek ve dikmek giymek içindir. Çiftçilik, yemek için. Koyunlar ve atların çobanlığı da yine yemek, binmek ve avcılık içindir. Avcılıktan gayemiz Allahü teâlâ'nın yaratmış olduğu kara ve deniz hayvanını, madeni, otu veya odunu elde etmek demektir. Bu bakımdan çiftçi bitkileri elde eder. Çoban hayvanları korur, üretir. Avcı biteni elde edip başka insanın sanatı olmaksızın kendi kendine birşeyler edinir ve böylece yerin madenlerinden, insanların sanatı olmaksızın yaratılan şeyleri alır. Çünkü avcılıktan bizim gayemiz; bütün bunları kapsayan geniş mânâdır. O mânânın altına birçok sanat ve meşgaleler girer. Sonra bu sanatlar aletlere muhtaçtır. Dokuma aleti, çift, bina ve av gibi. . . Aletler de bitkilerden edinilir: Bunlar odun ve kereste kısımlarıdır veya demir, kaya ve benzerleri gibi madenlerden veya hayvan derilerinden yapılırlar.
Bu bakımdan üç çeşit sanata daha ihtiyaç vardır:
Marangozluk; bundan gayemiz, ne şekilde olursa olsun kereste ve odun maddeleri üzerinde çalışan kimselerdir. Hattattan gayemiz; demir, bakır ve diğer maden cevherleri üzerinde çalışan kimsedir. Bizim gayemiz cinsleri zikretmektir. Sanatların kısımları ise pek fazladır. Terziye gelince, ondan gayemiz; hayvan derileri ve parçaları üzerinde çalışan kimsedir. İşte bunlar sanatların temelleridir. Sonra insan tek başına yaşayamayacağı şekilde yaratılmıştır. Hatta tek başına yaşamamaya mecburdur. Bu mecburiyet ise iki sebepten meydana gelir. O sebeplerin biri, insan cinsinin devam etmesi için üremeye muhtaç olmasıdır. Bu ise ancak erkek ve kadının bir araya gelmeleriyle mümkün olur.
İkinci sebep ise yemek ve elbiseleri hazırlamak hususunda, çocuk terbiyesi bakımından yardımlaşmaktır. Çünkü eşlerin birleşmesi çocuğu meydana getirir. Bir kişi hem çocuğu korumak, hem de azığın sebeplerini araştırmakla meşgul olamaz. Sonra kişinin aile efradı ile bir evde toplanması da kâfi değildir.
İnsanların bir grubu bir araya gelmedikçe yaşamaları mümkün değildir. Bir araya gelmeliler ki bir araya gelen grubun her biri ihtiyaç duyulan bir sanatı üzerine alsın. Çünkü bir kişi, tek başına nasıl çiftçilik yapacaktır? Zira çiftin aletlerine muhtaçtır. Alet de demirciye ve marangoza muhtaçtır. Yemek, değirmenciye ve fırıncıya muhtaçtır. İnsan tek başına elbiseyi nasıl elde edebilir? Oysa elbise, pamuğu korumaya, örmeye, dikiş aletleriyle daha bir çok aletlere muhtaçtır. İşte bunun için insanın tek başına yaşaması imkânsızdır. Böylece bir arada yaşamaya ihtiyaç vâki olmuştur. Sonra insanlar eğer üstü açık bir çölde toplansalar, sıcak, soğuk, yağmur ve hırsızlardan korunmaları zorlaşır. Bu bakımdan kuvvetli binalara ve her hane halkının yatacağı müstakil konaklara ihtiyaçları vardır. Öyle ki beraberlerinde aletlerini, ev eşyalarını bulundurabilsinler. Konaklar, sıcağı, soğuğu yağmuru defettiği gibi, komşuların hırsızların ve benzeri şeylerin eziyetlerinden de korur. Fakat evler bazen bir grup hırsızın baskınına maruz kalırlar. Bu bakımdan o evlerde oturanların yardımlaşmaya ve bütün evleri koruyacak bir sur ile korunmaya ihtiyaçları vardır. Bu zaruretten dolayı da şehircilik fikri doğmuştur.
Sonra insanlar evlerde, şehirlerde bir araya geldikleri ve alış veriş yaptıkları zaman aralarında husumetler başgösterir. Çünkü riyaset meselesi doğar. Kocanın kadına baş olması, anne-babanın çocuklarına baş olmaları durumu meydana gelir. Çünkü kadın ve çocuklar zayıftır ve bir idareciye muhtaçtırlar. Ne zaman akıllı bir kimse başkasının boyunduruğuna girerse bu durum husumete götürür. Ama hayvanları boyunduruğa sokmak böyle değildir. Çünkü hayvanlarda muhâseme kuvveti yoktur, onlara zulmedilse bile düşmanlık gütmezler. Kadın ise kocasına karşı husumet gösterir. Evlat, anne ve babasına karşı muhâsemette bulunur. Bu bir evin manzarasıdır.
Bir şehrin halkına gelince, onlar ihtiyaçları olan maddelerde alış-veriş edip mücadele ederler. Eğer o şekilde bırakılırlarsa mutlaka savaşa tutuşur ve hepsi helâk olurlar. Çobanlar ve çiftçiler de böyledir. Meralara akın ederler, arazi ve sulara varırlar. Vardıkları yerler onların ihtiyaçlarına cevap vermez. Şüphesiz münazaaya tutuşurlar. Sonra bazıları çiftçilik ve sanattan, körlükten, hastalıktan ihtiyarlıktan ve çeşitli sebeplerden ötürü aciz kalır. Eğer o kimse, o şekilde bırakılırsa helâk olur. Eğer onun halinin sorulması bütün insanlara bırakılırsa onu mahrum ederler. Eğer tahsis edici bir sebep olmaksızın biri onun haline bakmaya tayin edilirse o da ona itaat etmez. Bu bakımdan bu bir araya gelmekten hasıl olan arızalardan dolayı zarurî olarak birçok sanatlar doğar.
Onlardan biri arazi ölçme sanatıdır. O arazi ölçme sanatı ki onunla yerin miktarı bilinir. Arazi, bu ölçü sayesinde insanlar arasında adaletle paylaştırılır. O sanatlardan biri de askerlik sanatıdır. Bu sanat da kılıçla memleketi korumak, memleketten hırsız ve benzerlerini uzaklaştırmak için meydana çıkmıştır.
O sanatlardan biri de hüküm ve husumeti ortadan kaldırma sanatıdır. Bu sanattan da fıkha ihtiyaç duyulmuştur. Fıkıh ise halkı kontrol etmek için gereken yasaların bilinmesi demektir. Bu yasalar halkı kendi hududunda durdurmaya mecbur eder ki aralarındaki muaraza çoğalmasın. Bu, Allah'ın çizmiş olduğu hududların bilinmesi demektir. Bunlar siyasî işlerdir, mutlaka lâzımdırlar. Bununla ancak hidayeti ayırt edecek ve ilim gibi özel nitelik ve sıfatlara sahip olan kimseler meşgul olabilirler. Bunlar, kanun ile meşgul oldukları zaman, başka bir sanatı icra etmeye vakitleri kalmaz. Maaşa muhtaç olurlar. Memleket halkı da onlara muhtaçtır. Zira bir memleket halkının tümü düşmana karşı savaşa gittiği zaman, sanatlar muattal olur. Eğer savaş ehli/silah ehli maişetlerini temin etmek için sanatlarla meşgul olurlarsa, o vakit memleket koruyucusuz ve nöbetçisiz kalır. Bütün insanlar zarar görür. Bu bakımdan onların maişetlerine ve rızıklarına -eğer varsa- sahipsiz malların sarfedilmesi veya ganimetlerin eğer savaş kâfirlere karşı yapılıyorsa- sarfedilmesine ihtiyaç doğmuştur. Eğer onlar da dindar ve muttakî kimseler ise, halkın yararı için, halkın mallarının azıyla kanaat edeceklerdir. Eğer lüks hayat yaşamayı isterlerse, o vakit memleket halkının malları bu muhariblere kayar ki onlar da, millete koruyuculuk ve nöbetçilik vazifeleriyle yardım etsinler. Bu bakımdan haraç (vergi) 64 alma ihtiyacı doğar. Sonra haraç alma ihtiyacından dolayı birçok sanatlar doğar. Zira haracı (vergiyi) adaletle çiftçi ve servet sahiplerine koyan memurlara ve vazifelilere ihtiyaç olur. Şefkatle onlardan o haraçları alana ihtiyaç duyulur. Bunlar da haraç toplayan ve servetlerden haraç alan memurlardır. Himayesinde haraç toplayan bir kimseye ihtiyaç olur ki dağıtma zamanına kadar o haraçları korusun. Bunlar da hazinecilerdir. Bir de haracı adaletle memleket koruyucularına dağıtana ihtiyaç vardır. Bu da askerler için taksimat vazifesini gören memurdur. İşte bu işler, eğer aralarında bir bağlantı olmayan bir cemaat tarafından yürütülmeye kalkışılırsa, nizam alt üst olur. Bu bakımdan bunları sevk ve idare eden ve emri dinlenen bir idareciye ihtiyaç olur. Öyle idareci ki her işe bir şahsı tayin eder ve herkese uygun vazifeler seçer. Haraç ve dağıtımında adaleti gözetir. Askeri savaşta kullanmak, silahları askerlere dağıtmak, savaş cihetlerini tayin etmek, her gruba kumandan tayin etmek ve bunlara benzer idarecilik sanatından olan vazifeleri yapmakta adaletten ayrılmaz. Silah kullanan askerlerden, hassas bir şekilde onları kontrol ve idare eden idareciden sonra yazarlara, hazinecilere, muhasebecilere, haraç alan memurlara ve memleketin idaresini yürüten idarecilere ihtiyaç olur. Sonra bunlar da maişete muhtaç olurlar. Bunların sanatla meşgul olmaları mümkün değildir. Öyle ise aslın malıyla beraber, fer'î olanın malına da ihtiyaç duyulur. Buna Haracın dalı (ek vergi) adı verilir. Bu fikir yanında insanlar sanatta üç gruba ayrılırlar:
Birinci grup çiftçiler, koruyucular ve sanatçılardır.
İkinci grup ise, kılıçlarıyla memleketi koruyan askerlerdir.
Üçüncü grup, almak ve vermekte bu iki grubun arasında aracılık yapanlardır. Bunlar idareciler, tahsildarlar ve benzerleridir. Dikkat et durum, yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyacından başlayıp nereye vardı? İşte dünyanın işleri böyledir. Ondan bir kapı açıldı mı, muhakkak ondan dolayı başka kapılar açılır ve böylece sayılamayacak kadar uzar gider. Sanki dünya cehennemdir. Onun derinliğinin sonu yoktur. Onun bir çukuruna yuvarlanan, o çukurdan başka çukura, ondan başka çukura yuvarlanır. Yani durmadan bu şekilde yuvarlanıp gider. İşte bunlar sanatlardır. Ancak bunlar mal ve aletlerle tamamlanırlar. Mal da yeryüzünde kendilerinden yararlanılan şeylerden ibarettir. Malın en güzeli gıdalar, sonra insanların sığınağı olan mekanlardır. Bu mekanlar evlerdir.
Sonra insan o mekanlarda yaşamak için durmadan çaba sarfeder, dükkanlar, pazarlar, tarlalar ve ziraat yerleri bu mekanların kısımlarıdır. Sonra elbiseler, sonra av eşyaları ve aletleri. . . Sonra aletlerin aletleri. . . Bazen hayvanlar da alet olur. Mesela av köpeği avın, sığır nadasın, at da savaşın aletidir. Sonra bunlardan da alış veriş ihtiyacı doğar. Zira çiftçi bir kimse çoğu zaman bir köyde oturur, o köyde çift aleti yoktur. Demirci ve marangoz öyle bir köyde otururlar ki orada ziraat yapmaya imkân yoktur. O halde zarurî olarak çiftçi onlara, onlar da çiftçiye muhtaçtırlar. Bu bakımdan onlardan biri yanındakini diğerine vermek mecburiyetindedir ki onun yanındakini alsın. Bu ise alış veriş yoluyla mümkündür. Marangoz çiftçiden aletiyle gıda istese, çiftçi, marangozun yanında bulunan alete muhtaç olmadığından gıdayı o alete karşı vermez. Çiftçi marangozdan aletini yemek karşılığında istese, marangozun yanında o anda başka yemek varsa, çiftçinin yemeğine muhtaç olmadığı için aletini vermez. Dolayısıyla hedefler gecikir. Bu bakımdan bunlar her sanatın aletlerini satan bir dükkanın kurulmasına ihtiyaç duyarlar. Böylece dükkan sahibi, dükkanda topladığı şeylerle ihtiyaç sahiplerinin durumunu gözetmiş olur. Bunlar da çiftçilerin mahsullerini teslim edecekleri ve toplayacakları depolara muhtaç olurlar ki depo sahipleri onlardan mahsullerini satın alsınlar, ihtiyaç sahiplerinin durumunu tarassut etsinler. Bundan dolayı da pazarlar ve ambarlara olan ihtiyaç başgösterir. Çiftçi mahsülünü alıp götürür. İhtiyaç sahibi bulamadığı zaman, umumi bayiye ucuz bir fiyatla satar, onlar da kâr etmek maksadıyla ihtiyaç sahiplerini beklerler. Malların hepsinde durum böyledir. Sonra memleket ve köyler arasında gelip gitme hâdisesi meydana gelir. Böylece halk, birbirlerine gidip gelirler. Köylerden yiyecek maddelerini, şehirlerden aletleri satın alırlar ve bunları nakletmeye, bunlarla yaşamaya muhtaç olurlar ki bunlardan dolayı şehir sakinlerinin durumu nizam ve intizama girsin. Zira her şehirde çoğu zaman her alet ve her köyde de çoğu zaman her yiyecek maddesi bulunmaz. Öyleyse bazısı diğerine muhtaçtır. Dolayısıyla nakil ihtiyacı başgösterir. Bundan da nakliyecilik yapan tüccarlar sınıfı meydana gelir.
Onları bu işe teşvik eden, şüphesiz servet edinmektir. Onlar gece gündüz başkalarının mallarını taşımak suretiyle yorulmakta, onların payları da başkalarının yiyeceği malı toplamaktır. O başka yeyici ise ya yol kesici, ya da zâlim bir sultandır. Fakat Allahü teâlâ memleketin nizamını ve kulların maslahatını onların gaflet ve cehaletinde kılmıştır. Dünyanın bütün işleri gafletle ve himmetin eksikliğiyle cereyan eder. Eğer insanlar düşünüp, himmetleri yücelseydi, dünyaya karşı zâhid olurlardı. Bunu yaptıkları takdirde hayat dumura uğrardı. Hayat dumura uğradığı takdirde hepsi helâk olurdu. Zâhid de helâk olurdu. Sonra insan nakledilen malları sırtlayıp götürmeye güç yetiremez. Bu bakımdan yük taşıyıcı hayvanlara ihtiyaç duyulur. Mal sahibinin bazen hayvanı olmaz. Dolayısıyla onunla hayvan sahibi arasında icar (kiralama) meydana gelir. Böylece kira da kazancın bir çeşidi olur.
Sonra alış veriş sebebiyle altın ve gümüşe ihtiyaç vâki oldu. Zira bir yemeği bir elbise ile satın almak isteyen bir kimse, yemeğe eşit olan elbise miktarının ne kadar olduğunu nasıl bilsin! Alış-veriş çeşitli cinsler arasında cereyan eder. Tıpkı bir elbise ve hayvan, yiyecek maddesiyle satın alındığı gibi. . . Bunlar birbirine uygun olmayan şeylerdir. O halde, alıcı ve verici arasına girecek adil bir hâkime ihtiyaç vardır ki birisini diğeriyle adaletli bir şekilde denk yapsın. O adalet ise malların bizzat kendilerinde aranır. Sonra uzun zaman yaşayacak bir mala ihtiyaç duyulur. Çünkü bu mala ihtiyaç devam eder. Malların en uzun yaşayanı ise madenlerdir. Bu bakımdan paralar, altın, gümüş ve bakırdan yapılır. Sonra parayı sikkelemek, nakışlı yapmak, birimini takdir ve sınırlamak ihtiyacı başgösterir. Bu bakımdan darbhaneye, ondan sonra da sarraflara (ayarını bilmek için) ihtiyaç duyulur. Böylece meşgaleler ve işlerin bir kısmı diğerini gerektirir. Sonunda durum senin gördüğün noktaya varıncaya kadar geldi. İşte bunlar halkın meşgaleleri ve yaşantılarıdır. Bu sanatların hiçbir şeyinin yapılması ve öğrenilmesi başlangıçta biraz da olsa yorulmaksızın mümkün olamaz. Halkın içinde çocukluk devresinde bundan gâfil olanlar olur. Onunla meşgul olmazlar veya meşgul olmalarına bir mâni çıkar. Böylece kazanmaktan aciz olur. Çünkü sanatı yoktur. Bu bakımdan başkasının kazancından yemeye mecbur kalır. Bundan iki hasis ve çirkin sanat doğup meydana gelir.
Birincisi hırsızlık, ikincisi hilekârlıktır. Bu iki sanatın ortak yanları, ikisinin erbablarının da çalışmadan başkasının kazancını yemeleridir. Sonra insanlar hırsız ve hilebazlardan sakınır, mallarını onlardan korurlar. Böylece tedbir alıp çareler düşünmek için akıllarını kullanmaya muhtaç olurlar. Hırsızlara gelince onların bir kısmı yardımcı edinir. Elinde kuvvet olur. Bir araya gelir çoğalırlar. Bedevîler gibi yol keserler. Onların zayıflarına gelince, zayıf hırsızlar hilebazlıklara ve kurnazlıklara sığınırlar. Ya delikler açmak suretiyle veya mal sahibinin gafleti anında duvara tırmanmak suretiyle malı çalarlar veya zincir ve iplerle sarkıtmak suretiyle bu işi yaparlar. Hırsızlık yollarını öğrenmek için sarfedilen çabalar sayesinde meydana gelen daha nice hırsızlık çeşitlerine başvururlar.
Hilekâra gelince, hilekâr, başkasının kazandığını istediği zaman kendisine 'Başkasının çalıştığı gibi sen de çalış! Yorul! Tembellikle senin ne işin vardır?' denir. Böylece kendisi azarlanır ve mahrum bırakılır. Bu bakımdan malların çıkartılmasında bir hileye ve tembellik hususunda nefislerini mazur göstermenin zeminini hazırlamaya mecbur kalırlar. Kendilerini sakat göstermeye mecbur olurlar.
Bu sakatlık ya hakîkidir, hilelerle kendilerini ve çocuklarını kör eden gruplar gibi. Bunlar körlükten dolayı kendilerine birşeyler verilsin diye bunu yaparlar veya hakîkî değil de kendilerini kör, felçli, mecnun ve hasta gösterirler! Bunu da çeşitli hilelerle yaparlar ve müstehak olmadan bu belanın kendilerine isabet ettiğini de belirtmekten geri durmazlar ki bu, şefkate vesile olsun. Başka bir grup da halkı hayrette bırakacak söz ve hareketleri araştırırlar ki halk o sözler ve hareketleri gördüğünde kalpleri inşiraha gelsin ve cömertlik yaparak versinler. Sonra şaşkınlık devresi geçti mi o malı verdiklerine pişman olurlar, fakat pişmanlık fayda vermez. Bu, bazen kişinin kendisini maskara yapmak, başkasının durumunu taklid etmek, gözbağcılık yapmak veya gülünç hareketlerde bulunmakla olur. Bazen de garip şiirler okumak, güzel ses, secîli nesirler okumak suretiyle olur. Fakat vezinli şiir, daha fazla tesir eder. Hele o şiirde mezheblerle ilgili taassubdan dem vurmak, ashâb-ı kirâmın menkîbelerinden ve ehl-i beytin faziletinden bahsetmek veya hayasız kimselerin aşkını tahrik eden şiir okumak veya çarşılarda def çalanların uda benzeyen, fakat esasında ud olmayan aletlerden çalmak veya boyalarla tezyin edilen nushalar, satıcısının şifa olduğu hayalini müşterilere verdiği haşişleri satmak gibi maskaralıklar daha fazla tesir eder. Böylece çocuk ve cahilleri kandırır! Kur'a atan, fala bakan, müneccimler gibi. . . . Minberlerin tepelerinde hokkabazlık yapanlar, va'z ve nasihatlerinde ilmî bir fayda olmayanlar, vaazlarında gayeleri halk tabakasının kalbini tesir altına almak isteyenler, çeşitli hilelerle onların mallarını yemek isteyenler de bu kısma dahildirler!
Hileler iki bin çeşitten daha fazladır. Bütün bunlar maişet için ince fikirlerle elde edilirler! İşte bunlar halkın meşgaleleri ve üzerine üşüştüğü işlerdir. Halkı bu işlere azık ve elbise ihtiyacı çekmektedir. Fakat onlar bu esnada nefislerini, maksadlarını, varacakları yeri unuttular. Şaştılar, sapıttılar, zayıf akıllarına dünya meşgalelerinin zahmetiyle bulandıktan sonra bozuk hayaller gelmeye başladı. Böylece yolları ayrıldı, görüşleri parçalandı. Bir gruba cehalet ve gaflet galip geldi. Onların gözleri, işlerinin akibetine bakmaya yönelmedi. Dediler ki: 'ınaksad bizim dünyada birkaç gün yaşamamızdır. Bu bakımdan biz azık edininceye kadar gayret edelim, sonra yiyelim ki tekrar kazanmaya kuvvetimiz olsun! Sonra kazanalım, sonra yiyelim'. O halde bunlar yemek için kazanıyorlar. İşte bu çiftçilerin ve sanatkârların yoludur. Dünyada üstün lezzeti ve dinde iyi bir yeri olmayanların yoludur. Çünkü böyle bir kimse gündüz yorulur ki gece yesin. Gece yer ki gündüz yorulsun. Bu, saniyelerin dönüşü gibi, ancak ölümle sonu gelen bir seferdir. Başka bir grup da durumu kavradıklarını iddia ederek maksadın, çalışma ile İnsan oğlunun yorulması ve dünyadan lezzetlenmesi olmadığını, aksine saadetin dünya şehvetini yerine getirmekte olduğunu bunun da midenin ve tenasül uzvunun şehveti olduğunu iddia ederler! Bu kimseler, nefislerini unuttular, himmetlerini kadınların peşine takılmaya ve yemeklerin lezzetlilerini toplamaya sarfettiler! Hayvanların yediği gibi yerler. Bunu elde ettikleri zaman saadetin zirvesine eriştiklerini sanarlar. Bu durum, onları Allah'tan ve son günden uzaklaştırmaktadır!
Başka bir grup da, saadetin malın çokluğunda olduğunu zanneder. Zenginlik, hazinelerin çok olmasına bağlıdır. Hazine sahibi olma hayali onların uykularını kaçırır, mal toplamak için bütün gün yorulurlar. Gece ve gündüz boyunca, seferlerde yorulurlar, zahmetli işlere koşarlar, kazanırlar, toplarlar. Malın eksileceğinden korkarak ve çekinerek zaruret miktarından fazlasını yemezler. İşte bunlar, onların lezzetleridir. Onların ölünceye kadar âdet ve hareketleri budur. Dolayısıyla mallar da toprak altında kalır veya şehvet ve lezzetlerine sarfeden birinin eline geçer. Bu takdirde toplayana yorgunluk ve günah, yiyene de lezzet düşer! Sonra mal toplayan kimseler, bu gibilere bakıp ibret almazlar.
Başka bir grup, saadetin güzel nam yapmak, halkın övgüsüne mazhar olmak olduğunu zannettiler. Böyle kimseler maişeti için çalışmada yorulurlar. Yemek ve içmekte nefislerini zorluklara sürerler. Bütün mallarını güzel elbiselere, nefis bineklere sarfederler. Evlerinin kapılarını süslerler. Halkın gözüne çarpan yerlerini süslü püslü yaparlar ki 'adam zengindir, servet sahibidir' denilsin. Zannederler ki saadet ancak budur! Bu bakımdan onların işi, gece gündüz halkın gözüne çarpan yerlerini süslemektir.
Başka bir grup da saadetin mertebeye, halk arasında büyüklüğe ve halkın kendilerine karşı tevazu ve tâzimde bulunmasına bağlı olduğunu zannettiler. Bunlar da gayretlerini, mertebeleri elde etmeye, saltanat işlerinde çalışmak suretiyle halkı itaatlerine çekmeye sarfederler. Sonunda bu çeşit vazifelerinden dolayı halk arasında itibarlı ve nüfuzlu olmayı umarlar. Saltanatlarının genişlediği zamanı, halk tabakasının kendilerine itaat ettiği vakti büyük bir saadete mazhar olmalarının vakti olarak görürler ve istenilen hedefin son zirvesi olarak kabul ederler. Bu gâfil insanların kalplerinde şehvetlerin en galibi vardır. Bu kimselere halkın kendilerine göstereceği tevazu, Allah'a karşı gösterdikleri tevazu'dan ve Allah'a yapacakları ibadetten, âhiretleri için düşünmelerinden daha sevimli gelir!
Bunlardan başka sayılması uzun sürecek daha nice gruplar vardır. O gruplar yetmişten daha fazladır. Hepsi sapıtmış ve doğru yoldan kaymışlardır! Onları yemek, elbise ve mesken ihtiyacı bütün bu felâketlere sürüklemiştir. Bu üç şeyin neler için istendiğini ve yeterli miktarını unutmuşturlar! Sebeplerin başlangıçları onları sonuçlarına sürüklemiştir. Bu durum, onları çıkılması mümkün olmayan çukurlara düşürür!. . Bu bakımdan bu sebep ve meşgalelere ihtiyacın yönünü bilen ve bunlardan gayenin ne olduğunu anlayan bir kimse dalabilir. Maksadının en son noktasının helâk olmamak için azık ve kisve ile bedenini korumak olduğunu bilen kimse bir işe, sanata dalabilir. Şöyle ki, eğer aza kanaat yolunu seçerse, meşgaleler kendisinden uzaklaşır, kalp boşalır. Âhiretin anılması kalbe hâkim olur. Himmeti âhirete hazırlanmaya sarfolunur. Eğer zaruret miktarını geçerse meşgaleleri çoğalıp biri diğerini davet eder. Sonsuza doğru zincirleme gider. Dolayısıyla himmetleri dağınık olur. Himmetleri dünyanın vâdilerine dağılan bir kimsenin, dünyanın hangi deresinde helâk olacağına Allahü teâlâ aldırmaz.
İşte dünya meşgalelerine sonuna kadar dalanların durumu bu! Bir grup bu durumun tehlikesini sezmiş, dolayısıyla dünyadan yüz çevirmiş, böylece de şeytan onlardan nefret ederek onları rahat bırakmamıştır. Rahat bırakmadığı gibi, dünyadan yüzçevirdikleri halde bile onları saptırmıştır. Hatta bunlar da birçok gruplara ayrılmışlardır. Onların bir grubu zannetti ki dünya meşakkat ve mahrumiyet evidir. Âhiret de, ister dünyada ibadet etsin, ister etmesin herkes için saadet evidir! Bu bakımdan bunlar sevabı, kendilerini öldürmekte, dünya meşakkatinden kurtulmak için intihar etmekte görmektedirler. Bu fikre Hind ehlinden olan birtakım âbidler yönelmişlerdir. Bunlar diri olarak kendilerini ateşe atıp intihar ediyorlar. Bu yaptıklarının, kendilerini dünya meşakkatinden kurtaracağını zannediyorlar.
Başka bir taife de 'İntihar kurtarmaz, önce beşerî sıfatları öldürmek, onları tamamen nefisten kesmek lâzımdır. Saadet ancak, şehvet ve öfkenin kesilmesindedir' görüşündedirler. Böyle zannettikten sonra riyazâta giriştiler, nefislerine fazlasıyla tazyik yaptılar Hatta bir kısmı riyazetin şiddetinden dolayı helâk oldu. Bazıları akıllarını yitirdi, mecnun oldu. Bazıları hasta düşüp yolu önünde kapandı.
Bazıları tamamen sıfatları sökmeye muktedir olamadılar ve şeriatın kendisine yüklediği vazifelerin muhal olduğunu zannettiler. 'Şeriat bir vesvese, aslı ve astarı olmayan bir şeydir!' diyerek ilhad ve dinsizlik girdabına girdiler. Bazıları da bütün bu yorgunluğun Allah için olduğu ve Allah'ın da kulların ibadetine muhtaç olmadığı, hiçbir günahkârın günahının ondan birşey eksiltmediği, hiçbir ibadet edenin ibadetinin de birşey artırmadığı düşüncesine sahip oldular. Böylece gerisin geriye şehvetlere döndüler! İbâha (herşeyi helâl görmek) yoluna saptılar. Şeriat ve ahkâm yaygısını kaldırdılar. Allah'ın, kulların ibadetinden müstağni olduğuna inandıkları için böyle yapmalarının birlemelerinin saflığından ileri geldiğini iddia ettiler.
Başka bir grup zannetti ki ibadetlerden gaye; Allah'ın marifetine riyazet yoluyla varmak için riyazet çekmektir. Bu bakımdan marifet hasıl olduğu zaman kişi hedefe vâsıl olmuştur. Hedefe vâsıl olduktan sona artık vesile ve çarelerden müstağni olur! Böylece amelleri ve ibadetleri terkettiler. Allah'ın marifetinde son raddeye çıktıkları için, artık tekliflerle zelil olmalarına gerek kalmadığını iddia ettiler! Zira teklif ancak halk tabakasına yapılır! Bu mezheblerden başka daha nice bâtıl mezhebler, korkunç dalâletler vardır. Onları saymak uzun sürer. Hatta yetmiş küsur mezhebe ulaşır. Onlardan kurtulan ancak bir gruptur. O da Hazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın üzerinde bulundukları yolda bulunan gruptur. Bu grup dünyayı tamamen terketmez ve tamamen de şehvetlere dalmaz.
Bu grup, dünyadan yetecek kadarını alır. Şehvetlerin din ve aklın itaatından çıkan kısımlarını kaldırırlar. Her şehvetin peşine takılmazlar ve her şehveti de terketmezler. Aksine normal olana ve adalete tâbi olurlar. Herşeyi terketmez ve dünyanın herşeyini de istemezler. Dünyada yaratılan herşeyin maksadını bilir, onu yerine koyarlar! Bu bakımdan gıdadan ibadete güç yetirecek kadarını alırlar. Meskenden hırsızlardan, sıcak ve soğuktan koruyanı edinirler. Elbiseden de bu şekilde faydalanırlar. Hatta kalp, bedenin meşgalesinden boşaldığı zaman, himmetinin hakîkatiyle Allah'a yönelir, Allah'ın zikriyle ve O'nun nimet ve sıfatlarını hayatı boyunca düşünmekle meşgul olur. Şehvetlerin siyasetlerine yapışır, onları kontrol eder ki verâ ve takvânın hudutlarını aşmasın. Bunun tafsilatını ashâb-ı kirâmdan ibaret olan Fırka-i Nâciye'ye (Kurtulmuş gruba) tâbi olmakla bilir. Çünkü Hazret-i Peygamber 'O gruplardan ancak bir fırka kurtulur' dediği zaman ashâb-ı kirâm 'O grup kimdir?' diye sordu. Hazret-i Peygamber cevap olarak şöyle buyurdu: 'Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat!' Denildi ki: 'Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kimdir?' Şöyle dedi: 'Benim ve ashâbımın üzerinde bulunduğumuz yolda olanlar!'65
Ashâb-ı kirâm, mûtedil, apaçık bir yolun üzerinde idiler. O yolun daha önce tafsilat ve açıklamasını yaptık. Zira onlar dünyayı dünya için değil, din için edinirlerdi. Onlar dünyada ruhbanlık yapmazlar ve dünyayı tamamen terketmezlerdi. Onlar işlerde ne ifratçı, ne de tefritçi idiler. Aksine onlar ifrat ve tefrit arasında, mutedil ve normal durumda idiler. . . Zaten iki tarafın arasındaki adaletli ve normal yol da budur. Kitabımızın birkaç yerinde geçtiği gibi Hazret-i Peygamber nezdinde işlerin en sevimlisi de budur! Allah en doğrusunu bilir!
Kitab'u Zemm'id-Dünya (Dünyanın Zemmi) adlı bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Başlangıcında da sonunda da hamd Allah'a mahsustur. Allah, Efendimiz Muhammed'in (aleyhisselâm), âlinin ve ashâbının üzerine rahmet deryalarını açsın, onlara salât ve selâm eylesin!
64) İhya'nın şerhinde 'Harac, yerden çıkarılanlardan elde edilen şeydir' deniliyor. Dolayısıyla gayr-ı müslimlerden (zımmîlerden) alınan harac burada kastolunmamakta, aksine vergi mânâsında bir harac kastolunmaktadır.
65) Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mâce