28 - DÜNYEVİ MERTEBELERE DÜŞKÜNLÜĞÜN VE RİYAKÂRLIĞIN KÖTÜLÜĞÜ |
Giriş
Gaybı bilen, kalplerin gizliliklerine muttali olan, büyük günahlardan vazgeçen, kalpler tarafından işlenen gizli ayıplara âgâh olan, niyetlerin gizliliklerini gören ve İnsan oğlunun içindeki gizli şeyleri müşahede eden Allah'a hamd olsun! O Allah ki, kâmil ve tam mânâsıyla yapılan amelleri, riya ve şirkten uzak olanı kabul eder. Çünkü O, tek başına melekûtun hâkimidir. Bu bakımdan O, her türlü ortaktan münezzehtir. Salât ve selâm, Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), hiyânet ve iftiradan berî olan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Yarab! Onlara bolca selâm et!
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Gerçekten ümmetim için en fazla korktuğum, riya ve gizli şirktir. O şirk öyle bir şeydir ki siyah karıncanın karanlık gecede siyah taşın üzerindeki izinden daha gizlidir. 1
Bu sırra binaendir ki âbid ve muttakîler şöyle dursun, âlimlerin dâhileri bile, bu şirkin tehlikelerine vâkıf olup onu sezmekten aciz kalmışlardır. Bu tehlike, nefsin son tehlikelerinden ve hilelerin gizli kısımlarındandır. Bu riya felaketine, âlimler, âbidler ve âhiret yolu için kollarını sıvayanlar mübtelâ olurlar. Çünkü bunlar, ne zaman nefislerini kahredip, onunla mücâhede ederlerse, onu şehvetlerden kesip, şüphelerden korunurlarsa ve cebren onu ibâdet çeşitlerine zorlarlarsa, nefisleri âzaların yaptığı zâhirî günahlara tamahkârlık etmek hususunda âciz olur. Bundan dolayı da hayır ve hasenatı belirtmek, ilim ve ameli izhar etmek suretiyle istirahata çekilmeyi ister. Böylece mücâhedenin zorluğundan halkın hoşuna giden, tâzim ve hürmet etmelerini sağlayan bir yol bulur. Derhal ibâdet ve taatlerini anlatarak halkı ibâdetine muttali kılar. Hâlık'ın bilmesiyle kanaat etmez. Yalnız Allah'ın hamdine kanaat etmeyip insanların övmesiyle sevinir.
İnsanlar, şehvetleri terkettiğini, şüphelerden korunduğunu, ibâdetlerin zorluklarına katlandığını bildikleri takdirde kendisini överler. Mübalağalı bir şekilde takrizde bulunurlar. Ona tâzim ve ihtiram gösterirler. Onu görüp, konuşup duasını almak isterler. Görüşüne tâbi olmak hususunda harîs olurlar. Hizmet etmek ve selâm vermekle ona yaklaşmak isterler. Mahfellerde son derece ikramda bulunurlar. Alışveriş ve muamelelerde müsamaha ederler. Meclislerde öne geçirirler, yemek ve elbiselerde kendi nefislerine tercih ederler. Tevazu göstererek kendisine hürmet ederler. Hedeflerine hürmet ettikleri halde kendisine itaat ederler.
Bu bakımdan nefis, bu hususta her lezzetten daha büyük bir lezzete sahip olur. Böylelikle şehvetlerin hepsinden daha büyük bir şehvet elde eder. Dolayısıyla bunun yolunda günahları ve hataları terketmeyi pek kolay birşey sanır. Bâtında lezzetlerin lezzetini ve şehvetlerin şehvetini idrâk ettiğinden dolayı, ibâdetlere devamlılıktan meydana gelen sertlik onun için yumuşar. Bu bakımdan İnsan oğlu zanneder ki hayatı Allah iledir ve Allah'ın ibâdetiyle nefsi razı olmuştur. Oysa hayatı ancak bu gizli şehvetle kaimdir. Öyle bir şehvet ki onun idrâkinden nâfiz ve kuvvetli akıllar bile körleşir. İnsan oğlu kendisini Allah'ın ibâdetinde muhlis ve haramlarından korunmuş olarak görür. Oysa nefis, kullara süslü görünmek, halk için yapmacık hareketlerde bulunmak, halkın yanında elde ettiği makam ve îtibara sevinmek hususunda bu şehveti içinde gizlemiştir. Bunun vasıtasıyla ibadetlerin sevabını yakmış, amellerin en iyisini bile kül haline getirmiştir. Kişinin ismini münafıkların listesine yazdırmıştır. Buna rağmen kişi Allah'ın nezdinde makbul kullardan olduğunu zanneder.
İşte bu, nefsin bir hilesidir. Bu hileden ancak sıddîk olanlar kurtulurlar. Bir düşüş yeridir ki ondan Allah'ın dergâhına yakın olanlar ancak çıkarlar. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Sıddîkların zihninden en son çıkacak şey riyaset (reislik, baş olmak) sevgisidir'. Madem ki riya, gizli ve şeytanların en büyük ağı olan bir hastalıktır. Öyle ise riyanın sebebini, hakikatini, derecelerini, kısımlarını, tedavi yollarını ve kendisinden sakınma yolunu izah etmek farz olmaktadır. Bu bölümü iki kısım üzere tertip etmekteki gaye, böylelikle vuzuha kavuşmuş olmaktadır.
Birinci Bölüm " Rütbe ve Şöhret Sevgisi "
Bu bölümde şöhretin kötülenmesi, nâmsızlığın fazileti, rütbenin kötülenmesi, rütbenin mânâ ve hakikati, maldan, rütbenin daha sevgili olmasının sebebi, rütbenin hakîkî değil de vehmî bir kemâl olduğu, rütbe sevgisinin övülen ve kötülenen kısımları, övgü ve sena sevgisindeki sebebi, kötülenmesindeki kerahiyeti, rütbe sevgisindeki tedavi usûlü, övgü sevgisindeki tedavi usûlü, kötülemenin kerahiyetinin tedavisi, övgü ve zemm hususundaki insanların değişik durumları izah ve beyan edilmiştir. Bu bakımdan bunlar on iki fasıldan ibarettir. Bu on iki fasıldan riyanın mânâları neşet eder. Bu bakımdan bunları daha önce sayıp belirtmek gerekir. Lûtfuyla, minnet ve keremiyle kulunu sevaba muvaffak kılan ancak Allah'tır!
28-1
1.Şöhret ve Nâm Salmanın Kötülenmesi
Allahü teâlâ seni ıslah eylesin. Bil ki rütbenin esası nâm ve şöhretin yayılmasıdır. Bu ise kötüdür. Aksine övülen nâm ve nişansızlıktır. Ancak dininin neşri için Allahü teâlâ tarafından şöhrete ulaştırılan ve şöhrete ulaşmak için hiçbir zorluk ve çaba harcamayan bir kimse bu hükmün dışındadır.
Enes, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
İnsanlar tarafından dini ve dünyası hakkında parmakla gösterilmek, şer yönünden kişiye yeter de artar! Bundan ancak Allahü teâlâ'nın koruduğu bir insan müstesnadır.2
Câbir Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Allah'ın koruduğu hariç, şer yönünden kişiye dini veya dünyası hususunda parmakla gösterilmek yeter de artar bile! Allah sizin şöhretlerinize bakmaz. Ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.3
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh), bu hadîs için bir te'vil belirtmiştir ki zararsız bir te'vildir; zira o bu hadîsi rivâyet ederken kendisine denildi ki: 'Ey Ebû Said! Gerçekten insanlar seni gördükleri zaman parmakla sana işaret ediyorlar!'
Cevap olarak şöyle demiştir: 'Hadîs bunu kasdetmiyor. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hadîsle, ancak dini hususunda bid'atçı, dünyası hususunda fâsık olan bir kimseyi kasdetmiştir'.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Haşmeti bırak, fakat şöhret peşinde koşma! Anılmak için şahsını yüceltme. İşini gizle, sükût et ki selâmette kalasın. Böylece iyi insanları memnun edip fâsık ve fâcirleri kızdırmış olursun!'
İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: 'Şöhreti seven bir kimse Allah'ı tasdîk etmemiştir'.
Basralı Eyyûb es-Sahtiyanî şöyle demiştir: 'Allah'a yemin olsun! Mevkiinin bilinmemesi kendisini sevindirmeyen bir kul, Allahü teâlâ'yı tasdîk etmiş sayılmaz'.
Hâlid b. Ma'dan4 halkası çoğaldığı zaman şöhret korkusundan meclisi terkederdi.
Ebû Aliye5 yanında üç kişiden fazla oturan olduğu zaman kalkardı!
Hazret-i Talha (radıyallahü anh), beraberinde on kadar kimsenin yürüdüğünü gördüğünde 'Tamahkârlık sinekleri ve ateşe atılan çekirgelerdir bunlar!' demiştir.
Selim b. Hanzele şöyle anlatıyor: Bir ara Ubeyy b. Ka'b'ın arkasından yürüyorduk. Hazret-i Ömer gördü ve derhal onu kamçıladı. O itiraz ederek 'Ey mü'minlerin emîri! Ne yaptığına dikkat et! (Beni niçin dövüyorsun?)' dedi. Hazret-i Ömer şöyle cevap verdi: 'Bu durum, tâbi olan için zillet, tâbi olunan için de fitnedir'.
Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: İbn Mes'ud birgün evinden çıktı. Halk arkasındaydı. Dönüp halka baktı ve şöyle dedi: 'Neden bana tâbi oluyorsunuz? Allah'a yemin ederim, eğer benim üzerine kapımı kilitlediğim günahlarımı bilmiş olsaydınız, sizden iki kişi dahi bana tâbi olmazdı'. Muhakkak etrafındaki ayakkabı seslerinden ahmakların kalpleri az zaman sâbit kalır!
Hasan-ı Basrî birgün dışarı çıktı. Bir grup arkasına takıldı. Onlara 'Sizin bir ihtiyacınız mı var? Eğer ihtiyacınız yoksa gelmeyin. Çünkü böyle bir durum, mü'minin kalbini alt-üst eder' dedi.
Rivâyet ediliyor ki, bir kişi seferde İbn Muhayriz6 ile arkadaşlık yaptı. İbn Muhayriz'den ayrılırken 'Bana nasihat et!' dedi. Bunun üzerine İbn Muhayriz 'Eğer tanınıp, tanınmamaya, başkasına gidip, başkasının da sana gelmemesine, isteyip, senden istenmemesine gücün yetiyorsa bunu yap!' dedi.
Eyyûb es-Sahtiyanî sefere çıktı. Birçok kimse onu uğurladı. Dedi ki: 'Eğer kalbimin sizin bu uğurlamanızdan tiksindiğini bilmeseydim, mutlaka bu yaptığınızdan dolayı Allah'ın kahrından korkardım!'
Muammer b. Râşid şöyle der: Eyyûb es-Sahtiyanî'yi entarisinin uzunluğundan dolayı kınadım. Cevap olarak dedi ki: 'Geçmiş zamanda bunun uzunluğunda şöhret vardı. Bugün ise şöhret bunun kısalığındadır'.
Biri şöyle anlatıyor: Ebû Kulâbe ile beraber bulunuyordum. Onun huzuruna, sırtında kısa denilen elbise bulunan biri içeri girdi. Bunu görünce 'Şu çok konuşan eşekten sakının!' dedi. Bununla şöhretin talep edilmesine işaret ediyordu.
Süfyan-ı es-Sevrî dedi ki: 'Selef-i Sâlihîn yeni ve eskimiş elbiselerden gelen şöhreti kerih görürlerdi; zira gözler, bu iki çeşit elbiseye dikilir'.
Bir kişi, Bişr b. Hâris'e 'Bana tavsiyede bulun!' diye ricada bulundu. Bişr ona 'Nâmını gizle! Yemeğini helâlinden ye!' dedi.
Havşeb ağlar ve şöyle derdi: 'Benim ismim cuma kılınan mescide kadar vardı'.
Bişr şöyle demiştir: 'Bir kişi tanınmayı sevsin de dini gidip rezil olmasın!'
Yine şöyle demiştir: 'Halk tarafından bilinmesini isteyen bir kimse âhiretin halâvetini tatmamıştır.' Allah'ın rahmeti onların üzerine olsun!
2) Beyhakî{zayıf bir senedle)
3) Taberânî, Evsat; Beyhakî, Şuab'ul-Îman, (zayıf bir senedle)
4) Humusludur. Güvenilir bir âbiddir. H. 103'de vefat etmiştir.
5) Adı Rafi b. Mehran'dır. Güvenilir bir zattır.
6) Adı Abdullah b. Muhayriz b. Cumade b. Vehb Cemehî'dir ve Mekkelidir. Kudüs'te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99'da vefat etmiştir.
2.Şöhret Sahibi Olmamanın Fazileti
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Nice saç ve sakalı karışık, toz toprak içerisinde bulunan, yırtık pırtık elbiseye bürünmüş olan ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer Allah'tan istese ve 'şöyle yap' dileğinde bulunsa muhakkak Allahü teâlâ, onu isteğinde mahrum etmez ve dâvetine icâbet eder. Onlardan biri de Berrâ b. Mâlik'tir.7
İbn Mes'ud, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer Allah'tan istese, muhakkak Allah onun isteğini verir. Eğer 'Ey Allahım! Ben senden cenneti istiyorum!' dese, Allah ona cenneti verir. Oysa Allahü teâlâ dünyadan ona hiçbir şey vermemiştir.8
-Sizi cennet ehline muttali kılayım mı?
-Evet.
-Her zayıf ve halk tarafından zayıf telâkki edilen kimsedir.Eğer o, Allahü teâlâ'dan isterse, muhakkak Allahü teâlâ ona istediğini verir. Cehennem ehli de her mütekebbir ve kibre özenen, yürüyüşünde azamet taslayan kimsedir.9
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet eder:
Muhakkak ki cennet ehli, saçı sakalı karışık, tozlu topraklı, yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kimselerdir. O kimseler ki, emirlerin huzuruna girmek için izin istedikleri zaman kendilerine izin verilmez. Evlenmek istediklerinde onlara kız verilmez. Söyledikleri zaman sözlerini dinlemek için kulak verilmez. Onların herhangi birinin ihtiyaçları, umursanmaz. Eğer kıyâmet gününde onun nûru insanlara taksim olunsa onlara yeter.10
Benim ümmetimden öyle kimseler vardır ki, eğer herhangi birine gelip bir dinar istese kendisine vermez. Eğer bir dirhem istese yine vermez. Eğer bir fils (kuruş) istese onu da vermez. Eğer Allah'tan cenneti istese, kesinlikle Allah ona cenneti verir. Eğer Allah'tan dünyayı istese Allahü teâlâ ona dünyayı vermez. Allahü teâlâ dünyayı ondan, ancak dünyanın Allah katında kıymetsiz olduğundan dolayı menetmiştir. Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen iyi kimse vardır ki, eğer Allahü teâlâ'dan istese, muhakkak Allah onun isteğini vermek suretiyle ona icabet eder.11
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) mescide girdi. Baktı ki Muaz b. Cebel (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamberin kabrinin yanında ağlamaktadır. Ömer 'Seni ağlatan nedir?' diye sordu. Muaz Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini nakletti:
Gerçekten riyanın azı şirktir. Muhakkak Allah ancak gizli olan muttaki kullarını sever. O muttakîler ki gizlenseler aranmazlar. Hâzır olurlarsa bilinmezler ve tanınmazlar.
Kalpleri hidayet çıralarıdır. Onlar karanlık ve bulanık olan herşeyden kurtulurlar.12
Muhammed b. Süveyd13 şöyle anlatıyor: Medineliler bir sene kıtlığa yakalandılar. Medine'de kendisine iltifat edilmeyen ve Hazret-i Peygamber'in mescidinden ayrılmayan salih bir kişi vardı. Onlar yağmur duasını yaparken onların yanına sırtında iki yırtık elbise bulunan bir kişi geldi. İki rek'at namaz kıldı. Onlarda (rek'atlarda) kısa sûreler okudu. Sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti: 'Yarab! Ancak şu saatte yağmur yağdırmanı senden diliyorum!' O daha elini indirip, duasını bitirmeden önce gök bulutlarla kaplandı. Medineliler boğulmak korkusundan çığlık ve figanlar koparacak derecede yağmur yağdı. Bunun üzerine şöyle dedi: 'Yarab! Eğer onlara kifayet edecek kadar yağdırdığını biliyorsan artık onlardan yağmuru kes!'
Böylece yağmur dindi. Kişi, bu duayı yapan arkadaşını takip etti. Evini öğreninceye kadar arkasından gitti. Sonra ertesi gün sabahleyin onun kapısını çaldı. O dışarı çıktı. Kapıyı çalan dedi ki:
-Bir ihtiyaç için sana geldim!
-Nedir o ihtiyacın?
-Bana hususî bir dua et!
-Sübhânallah! Sen sensin! Oysa gelmiş sana hususi bir dua etmemi talep ediyorsun!
-Gördüğüm mertebeye seni ulaştıran nedir?
-Bana emir ve yasak ettiği hususlarda Allah'a itaat ettim.
Allah'tan diledim, bana verdi.
İbn Mes'ud şöyle demiştir: İlmin pınarları, hidayetin çıraları, evlerin süsü, gecenin lâmbaları, kalplerin yenileyicileri, elbiselerin yırtıkları olunuz! Bu takdirde gök ehli arasında tanınacak, yer ehli arasında gizleneceksiniz!
Ebû Umâme, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Benim velîlerimin hayırlı ve kârlısı, yükü hafif, namazdan nasibi olan, rabbinin ibâdetini güzelce yapan, parmakla gösterilmeyen, sonra buna karşı sabreden bir kuldur.14
Hazret-i Peygamber eliyle yeri eşerek şöyle buyurmuştur: 'Onun ölümü hemen geldi. Bırakmış olduğu miras az, arkasından ağlayanları azdır".
Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Allah katında, kullarının en sevimlisi gariplerdir'. Denildi ki: 'Bu garipler kimlerdir?' Cevaben şöyle dedi: 'Dinlerini fitneden kaçıranlardır. Kıyâmet gününde bunlar Hazret-i Îsa'nın yanında toplanırlar!'
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Rivâyet olunduğuna göre, Allahü teâlâ kuluna verdiği bazı nimetler hakkında şöyle buyurmuştur: 'Ben sana nimet vermedim mi? Ben senin kabahatlerini örtmedim mi? Ben senin zikrini gizlemedim mi?'
Halil b. Ahmed şöyle dua ederdi: 'Yarab! Beni katında mahlukâtının en yücesi, nefsimin katında en mütevazisi kıl, halkın yanında ise normal kıl!'
Süfyan-ı es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kalbimi gördüm ki Mekke ve Medine'de (zarurî) gıda ve meşakkat sahibi bulunan gariblerle beraber olduğunda daha düzgün oluyor'.
İbrahim b. Edhem şöyle der: 'Dünyada hiçbir gün, bir defası hariç gözüm kuru kalmamıştır. Bir gece Şam köylerinin bir mescidinde geceledim. Karnımda gaz olduğu için müezzin ayağımdan tutarak camiden çıkarmcaya kadar beni sürükledi'.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Eğer sen bilinmemeye muktedir isen, yap! Senin tanınmaman sana hiçbir zarar vermez. Halk tarafından övülmesen ne zararın olur? Allah katında övülmüş bir insan olduktan sonra halk nezdinde kötü olsan bundan ne zararın var?'
İşte bu rivâyetler, şöhretin nasıl kötü olduğunu ve tanınmamanın faziletini sana bildirmektedirler. Şöhret, nâm ve nişanın yayılmasından gaye, insanların kalbinde mertebe kazanmak, taht kurmaktır. Rütbe sevgisi her fesadın kaynağıdır.
Soru: Acaba peygamberlerin, hulefâ-i râşidînin, imamların şöhretinden daha fazla bir şöhret var mıdır? Acaba şöhretsizliğin fazileti nasıl bunlara isabet etmemiştir?
Cevap: Kötü olan, şöhreti talep etmektir. Kulun dahli olmadan Allah tarafından şöhret verilmesi ise kötü değildir. Evet! Böyle bir şöhretten kuvvetliler değil, zayıflar için fitne ve korku vardır. Onlar boğulmak üzere olan zayıf bir kimse gibidir. Zayıf bir kişinin yanında boğulmak üzere olan bir grup varsa, bu kişi için en iyisi kendisini o boğulmak üzere olanlardan uzak tutmaktır; zira onlar ona yapışırlar. Onları sudan çıkaramadığı gibi kendisi de onlarla beraber helâk olur.
Kuvvetli bir kimseye gelince, onun için en iyisi, boğulmak üzere olanları kurtarıp sevaba nail olmaktır.
7)Müslim
8)İbn Eb'id-Dünya
9)Müslim, Buhârî
10)Taberânî
11)Taberânî
12)Taberânî, Hâkim
13)Adı Muhammed b. Süveyd b. Gülsüm el-Fahrî'dir. H. 100'den sonra vefat etmiştir.
14)Tirmizî, İbn Mâce,
3.Rütbe Sevgisinin Kötülenmesi
İşte âhiret yurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen kimselere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır (Kasas/83)
Görüldüğü gibi Allahü teâlâ, bozgunculuk yapma ile gururlanmayı bir arada zikretmiş ve bu iki kötü sıfattan arınan kimselere cennetin verileceğini beyan buyurmuştur.
Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada hiç- bir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştu.(Hud/15-16)
Bu âyet-i celîle de umumiyeti bakımından rütbe sevgisini kapsamaktadır. Çünkü o, dünya hayatının en büyük lezzeti ve en muhteşemidir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Mal ve rütbe sevgisi, suyun sebzeleri bitirdiği gibi kalpte nifakı bitirirler.15
Bir koyun sürüsüne saldıran iki yırtıcı kurdun tahribatı, fesad bakımından rütbe ve mal sevgisinin müslüman kişinin dininde yapmış olduğu tahribattan daha süratli değildirler.16
Başka bir hadîste, Hazret-i Aliye hitaben şöyle buyurmuştur:
İnsanların helâk olması ancak heva-i nefse tâbi olmalarından ve övülmeyi sevmelerinden ileri gelir.17
15)Daha önce geçmişti.
16)Daha önce geçmişti.
17)İlim bölümünde geçmişti; (başka bir lâfızla
4..Rütbe Düşkünlüğünün Hakikati
Mal ve rütbe, dünyanın iki rüknüdürler. Mal, kendilerinden faydalanılan şeyler demektir. Rütbe, kalpleri elde etmek, yani onların tâzim ve itaat etmesini sağlamak demektir. Nasıl ki zengin bir insan, dirhem ve dinarları elde edendir (maksatlarına para vasıtasıyla varmak için mal edinir) şehvetlerini ve nefsin diğer isteklerini yerine getirmek de böyledir. Böylece rütbe sahibi de insanların kalplerini elde eden kimsedir. Yani o kalplerde tasarruf etmeye muktedir olur. Öyle ki rütbe vasıtasıyla insanları gaye ve hedeflerinde çalıştırabilir. Nasıl ki malları çeşitli sanatlarla elde ediyorsa, halkın kalplerini de çeşitli muamelelerle elde eder. Kalpler ancak mârifet ve inançla müsahhar olurlar. Bu bakımdan kalp kimin kemâl sıfatlarından birine sahip olduğuna inanıyorsa, ona itaat eder, o inancın kalpteki kuvveti nisbetinde ve kalp sâhibinin nezdindeki o kemâl derecesinin oranında ona tâbi olur. O sıfatın Haddi zatında kemâl derecesine varması şart değildir. Aksine kişinin yanında kemâl derecesinde olması kâfidir. Bazen kişi kemâl olmayan bir sıfatı kemâl olarak telâkki eder. O sıfatla sıfatlanmış kimseye inancının gereği zarurî olarak itaat eder. Çünkü kalbin itaati bir haldir. Kalplerin halleri ise kalplerin iançlarına, ilim ve hayallerine tâbidir. Nasıl ki mal aşığı olan bir kimse, köleler edinmek isterse, rütbe aşığı bir kimse de hür kimseleri köleleştirmek ister. Kalplerini elde etmek suretiyle onların omuzlarına biner. Hatta rütbe sahibinin köle edinmek istediği kimseler, malla alınan kölelerden daha büyük bir kölelik içindedirler; zira mülk sahibi köleyi, bizzat kölenin kendisi için istemediği halde elde eder. Çünkü köle tabiatça kölelikten kaçar. Eğer onu rahat bırakırsa efendisine itaat etmekten kaçınır. Fakat rütbe sahibi, isteyerek kendisine itaat edilmesini ister. Hür insanların, kendisine isteyerek köle olmalarına sevinir. Bu bakımdan rütbe sahibinin isteği, esas köleyi isteyenin isteğinden pek fazladır. O halde, rütbenin mânâsı, insanların kalplerinde taht kurmaktır. Yani kalpleri, kemâl sıfatlarından birinin kendisinde olduğuna inandırmaktır. Bu bakımdan kendisine uyanların, varlığına inandıkları kemâl nisbetinde kalpleri ona itaat eder. Kalplerin itaati nisbetinde kalplere musallat olur! Kalplere musallat olması nisbetinde rütbe sevgisi kabarır.
İşte câh'ın (mertebenin) mânâ ve hakikati budur. Mübalâğalı bir şekilde övmek gibi meyilleri vardır. Çünkü kişinin kemâline inanan bir kimse, inandığını söylemeden edemez. Bu bakımdan ister istemez kâmil bulduğu bir insanı över.
Bu telâkkinin, bir de yardım etmek ve hizmete koşmak gibi meyveleri vardır; zira kişinin kâmil olduğuna inanan bir kimse, inancı nisbetinde onun itaatine nefsini âmâde etmekten çekinmez. Bu bakımdan kul, efendisinin hedeflerinde kullanıldığı gibi, o da isteyerek kâmil bildiğinin hedeflerine koşar. Bir de rütbenin îsar, mücadeleyi terketmek, büyümek, önce selâm vermek suretiyle tâzîm etmek, meclislerde baş köşeyi kendisine vermek ve bütün maksatlarda kendisini öne almak gibi meyveleri vardır. Bu bakımdan bu eserler, kişinin kalbinde, rütbenin yerleşmesinden meydana gelir. Kalpte rütbenin yerleşmesinin mânâsı, kalbin, şahısta bulunan kemâl sıfatlarına inanması demektir. Bu kemâl sıfatları ya ilimle olur veya ibâdet veya güzel ahlâk veya soy sop veya sosyal mevki veya zâhirî güzellik veya bedendeki bir kuvvet veya halk tarafından kâmil sıfat olarak inanılan sıfatlardan biri ile olur. Bu sıfatların kalplerdeki yerleri pek büyüktür. Bu bakımdan bunlar karşıdaki insanın kalbinde rütbenin yerleşmesine vesiledirler, Allah en doğrusunu bilir!
28-2
5.Rütbe Düşkünlüğünün Tabiaten İnsana Sevimli Gelmesi ve Kalpten Ancak Zorla Sökülebilmesinin Sebebi
Rütbenin güzel olmasını gerektiren sebep, altın, gümüş ve diğer mal çeşitlerinin güzel olmasını gerektiren sebebin aynısıdır. Miktarda eşit oldukları zaman altının gümüşten daha sevimli olması gibi aynı sebepten, rütbenin de maldan daha sevimli olması gerekir. Şöyle ki: Dinar ve dirhemlerin bizzat kendilerinde hiçbir maslahat ve faydanın olmadığını bilirsin. Çünkü ne yenir, ne içilir, ne de giyilir. Bu bakımdan taş ile aynı derecededirler. Fakat onlar bütün sevilen şeylerin vesilesi ve şehvetlerin yerine getirilmesine vasıta olduklarından dolayı sevilirler. Rütbe de böyledir. Çünkü rütbenin mânâsı, kalpleri elde etmek demektir. Nasıl altın ve gümüş İnsan oğlunu diğer hedeflerine vardıracak bir kuvvet ifade ediyorlarsa, hür kimselerin kalplerini elde etmek, onları hizmetçi yapmak da İnsan oğlunu bütün hedeflerine vardıracak bir kuvvete mâlik kılar. Bu bakımdan sebepte ortaklık sevgide ortaklığı gerektirir. Rütbeyi mala tercih etmek ise, rütbenin maldan daha sevimli olmasını gerektirir. Rütbe mülkünün, mal mülküne tercih edilmesi üç şeyden ileri gelir:
Birincisi
Rütbe ile mal elde etmek, mal ile rütbe elde etmekten daha kolaydır. O halde âlim veya rütbe sahibi eğer mal edinmek isterse daha kolay olur; zira kalp sahiplerinin malları kalpler için müsahhardır. Hakkında kemâl sıfatına inandığı kimseye verilir. Hasis kişi, kemâl sıfatıyla sıfatlanamaz, bir hazine bulduğu zaman -malını koruyacak bir rütbesi yoksa ve bu mal ile rütbe elde etmeye teşebbüs ederse- muvaffak olamaz. Bu bakımdan rütbe, mal edinmek için âlet ve vesiledir. O halde, rütbeyi elde eden malı da elde etmiştir. Malı elde eden ise, her zaman rütbeyi elde edemez. Bunun için rütbe, maldan daha sevimlidir.
İkincisi
Mal, felâketlere ve telef olmaya mâruzdur. Meselâ çalınır, gasbedilir, padişah ve diktatörlerin pây u mâl etmesine mâruz kalır. Malda bekçilere, koruyucuya ve depolara ihtiyaç vardır. Buna rağmen birçok tehlikelere mâruz kalabilir.
Kalplere gelince, elde edildikleri zaman, bu âfetler onlar için sözkonusu değildir. Kalpler sağlam depolardır. Hırsızlar oralara giremez, yağmacı ve gaspçıların elleri oralara uzanamaz, Malları ve gayr-i menkulleri insana temin ederse de bunların gasbedilmesinden ve zulmen alınmasından insan emin olamaz! Çünkü korumaktan müstağni değildir.
Kalplerin hazinelerine gelince, onlar kendiliklerinden korunmuştur. Rütbe ve mevkî kalplerde, gasbedilmekten, çalınmaktan emindir. Kalpler ancak değiştirmek, halin çirkinleşmesi ve tasdik ettiği kemâl sıfatları hakkında inancının bozulmasıyla gasbolunurlar. Bunun da defedilmesi pek kolaydır ve bu teşebbüse girişen rahatlıkla da muvaffak olamaz.
Üçüncüsü
Zahmet ve yorgunluk çekilmeksizin kalplerin mülk edinmesi başka kalbe sirayet eder, gelişir ve artar. Çünkü kalpler bir şahsa itâat ettikleri, onun ilim, amel veya başka bir sıfattan dolayı kemâline inandıkları zaman, şüphesiz diller kalplerdeki düşüncenin tercümanı olurlar. Onları açıkça belirtirler. Bu bakımdan başkasına da inandığını vasıflandırır ve başkasının kalbini de avlar. Bu mânâdan dolayı tabiat, şöhretinin ve isminin yayılmasını ister. Çünkü bu durumu, memleketlere dağıldığı zaman milletin kalbini avlar. O kalpleri şöhret sahibine itaat ve tâzim etmeye dâvet eder. Böylece biri diğerine bakarak tâzimde bulunur ve durmadan fazlalaşır. Oysa üzerinde durulacak belli bir fert de yoktur.
Mala gelince, maldan herhangi birşeyi edinen onun sahibidir. Onu yorgunluk, zorluk çekmekle artırıp temin edebilir. Rütbe ve mevkî ise daima kendiliğinden artar. Onu durduracak bir engel de yoktur! Mal ise durgundur. Bunun için rütbe ve mevkî büyüdükçe, şöhret yayıldıkça halk övgüsünü yaptıkça buna karşılık malları hakir görür.
İşte bunlar rütbenin, mala tercih edilmesinin sebeplerinin hulâsasıdır. Bunlar tafsil edildikçe tercih yönleri artar.
Soru: Müşkilât hem malda, hem de rütbede vardır. Bu bakımdan İnsan oğlunun mal ve rütbeyi sevmesi uygun değildir! Evet! Zararın define, faydanın gelmesine yarayan miktar malûmdur. Tıpkı yemek, mesken ve elbiseye muhtaç olan veya herhangi bir felâkete yahut da hastalığa müptelâ olup, onu ancak mal ile kaldırabilen bir kimse gibi... Bu kimse, o felâketi nefsinden, ancak mal ve rütbe ile defedebilir. Bu bakımdan onun mal ve rütbeyi sevmesi malûmdur; zira insanın kendisiyle hedefine ulaştığı şey de güzeldir. Tabiatlarda bunun ötesinde garip bir durum vardır. O da mal toplama sevgisi, hazineler yığması, zehirleri toplaması, bütün ihtiyaçlardan sonra fazlasıyla hazinelerin edinilmesidir. Öyle ki eğer kulun altın dolu iki vâdisi varsa, muhakkak üçüncüsünü ister. Böylece İnsan oğlu rütbesinin yükselmesini, şöhretinin hayatında hiç ayak basamayacağını ve insanlarını göremeyeceğini bildiği memleketlerin en ücra köşelerine kadar yayılmasını sever ve ister ki oranın insanları onu tâzîm etsinler veya mallarını hayır ve hasenat niyetiyle ona versinler veya herhangi bir gayesinde ona yardımcı olsunlar. Böyle yapmalarından ümitsiz olmasına rağmen yine de şöhretinin buralara yayılmasından son derece zevk almaktadır. Bunun sevgisi, tabiatta vardır. Bu istek, cehalet sayılmaya yaklaşır. Çünkü bu, öyle birşeyi sevmektir ki ne dünyada, ne de ahirette faydası vardır.
Cevap: Evet! Bu sevgiden kalpler ayrılamaz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi açıktır. Herkes onu idrâk edebilir. İkincisi gizli ve iki sebebin de en büyüğüdür. Fakat en incesi, en gizlisi ahmakların değil, zeki kimselerin bile zihinlerinden en uzağıdır. Çünkü nefiste bulunan gizli bir damardan, tabiatta örtülü bulunan bir huydan yardım alır. Öyle ki dalanlar bile o gizli damara vâkıf olmamaktadırlar.
Birinci Sebep
Birinci sebep, korku elemini defetmektir. Çünkü korkak bir kimse, su-i zan hastalığına müptelâdır. İnsan oğlunun her ne kadar hal-i hazırda serveti kendisine kifayet ediyorsa da onun uzun emeli vardır. Kalbine, kendisine kifayet eden mal çoğu zaman telef olur düşüncesi gelir. Dolayısıyla başkasına muhtaç olur. Bu vesvese insanın kalbine geldi mi, kalpte korku belirir. Korkunun elemini başka bir malın varlığıyla meydana gelen emniyet siler. Eğer hâl-i hazırdaki malına bir belâ isabet ederse, öbür mala sığınır. Bu bakımdan bu kimse daima nefsi için korktuğundan ve hayatı sevdiğinden uzun hayatı ve ihtiyaçların hücumunu takdir eder, Âfetlerin mallara isabet etme imkânını hesaba katar ve bundan korku hisseder. Korkusunu kaldıracak birşey arar. O da malın çokluğudur ki malının bir kısmı belli bir miktarda durmaz. Dolayısıyla böyle bir korkunun dünyada olan her şeyi mülk edininceye kadar durması sözkonusu değildir ve bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İki tür aç kimse vardır ki doymazlar: İlmin açlığını çeken, malın açlığını çeken! Bu illetin benzeri, vatanından ve memleketinden uzak olanların kalplerinde rütbe ve mevkî sevgisinde de geçerlidir. Çünkü kişi kendisini vatanından uzaklaştıracak veya öbür insanları vatanlarından uzaklaştırıp kendi vatanına getirecek herhangi bir sebebi hesaba katmaktan bir türlü kendisini kurtaramaz! Dolayısıyla okuların yardımına muhtaç olacağını hisseder. Bu duygu mümkün oldukça, kişinin onlara muhtaç olması açıkça muhal sayılmadıkça, nefis için onların kalplerinde mevkî edinmekten zevk almak sözkonusu olur. Çünkü böyle bir mevkî sayesinde yukarıda bahsedilen korkudan emin olmak vardır.
İkinci Sebep
Bu, en kuvvetli sebeptir ve oda şudur: Ruh, rabbânî bir emirdir. Allahü teâlâ, onu rabbanî bir emir olmakla vasıflandırmıştır.
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh, rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az birşey verilmiştir'.(İsra/85)
Ruh'un rabbanî oluşunun mânâsı şudur: Ruh, mükâşefe ilimlerinin sırlarındandır. Onu izhar edip belirtmekte ruhsat yoktur; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onu belirtmemiştir. Fakat sen bunu bilmeden önce, biliyorsun ki kalbin yemek ve cinsî ilişki gibi behimî sıfatlara; eziyet etmek, vurmak ve öldürmek gibi yırtıcı sıfatlara, fesadlık, kandırma ve hile gibi şeytanî sıfatlara, yücelik talep etmek, cebretmek, azîz olmak ve kibir gibi rububiyet sıfatlarına meyli vardır. Bunun hikmeti de şudur: Kalp, izah ve tefsir edilmesi uzun uzadıya süren çeşitli asıl ve unsurlardan müteşekkildir. Bu bakımdan kalp, içinde bulunan rabbânî emirden dolayı tabiî olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyet'in mânâsı, kemâlde bir olmak, istiklâl yoluyla varlıkta farklı olmaktır. O halde kemâl, ilâhî sıfatlardan bir sıfattır ve bu bakımdan tabii olarak İnsan oğluna güzel gelir. Kemâl'e ermek ise varlıkta müstakil olmakla olur. Çünkü varlıkta ortaklık, şüphesiz eksikliktir. Bu bakımdan güneşin kemâli, tek başına olmasındadır. Eğer onunla beraber ikinci bir güneş olsaydı, bu durum güneş hakkında bir eksiklik olurdu. Çünkü güneşlik mânâsındaki kemâl de tek başına olmazdı. Varlıkta müstakil olan Allahü teâlâ'dır; zira onunla beraber ve ondan başka bir varlık yoktur. Çünkü O'ndan başkası O'nun kudretinin eserlerinden bir eserdir.
O eserin, zatı itibariyle kıvamı (varlığı) yoktur. Aksine o, Allah ile kaimdir. Bu bakımdan O'nunla mevcut değildir. Çünkü beraberlik, rütbede eşitliği gerektirir. Rütbede eşitlik ise, kemâlde eksikliktir. Hatta kâmil, rütbede benzeri olmayandır. Nasıl ki güneş ışınlarının ufkun etrafında parlaması, güneşte bir eksiklik olmayıp, aksine onun kemâlinin cümlesinden ise ve güneşin noksanı; rütbede kendisine eşit olan ve varlığına ihtiyaç olmayan başka bir güneşin varlığına bağlı ise, tıpkı bunun gibi âlemde bulunan herşeyin varlığı kudret nûrlarının parlamasına dönüşür. Bu bakımdan o varlık, metbû değil de tâbidir. Oysa rubûbiyetin mânâsı, varlıkta istiklâl demektir. Bu da kemâldir. Her insan tabiatıyla kemâlde münferid olmayı sever ve bunun için de sûfi şeyhlerinden biri şöyle demiştir: 'Hiçbir insan yoktur ki onun bâtınında Firavun'un açıkça söylediği 'Ben sizin en yüce rabbinizim!' (Nâziat/32) sözü bulunmasın! Fakat İnsan oğlu, bunun revaç bulacağı bir fırsatı bulamamaktadır!'18
Bu söz, denildiği gibi doğrudur. Çünkü kulluk, nefsi kahretmektir. Rubûbiyet, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Rubûbiyet'in tabiî olarak sevilmesi 'De ki: Ruh, rabbimin ermindendir' (İsra/89) ayetinin işaret ettiği rabbanî nisbetten doğar. Fakat nefis, kemâlin zirvesini idrâk etmekten aciz olduğu zaman, kemâl için olan şehveti düşmez. Bu bakımdan o, kemâli sever ve kemâli arzular. Kemâlin ötesinde bulunan başka bir mânâdan değil de zatından dolayı ondan zevk alır. Her mevcut zatını ve zatının kemâlini sever. Zatının yokluğu veya zatında kemâl sıfatlarının yokluğundan nefret eder. Varlıkta farklılık, teslim edildikten sonra, ancak kemâl, bütün mevcudatı istilâ etmektedir. Çünkü kemâlin en mükemmeli, senden başka bulunanın varlığının senden olmasıdır. Eğer o varlık senden değilse, eğer onları istilâ etmişsen, bu takdirde hepsini istilâ etmek tabiî olarak sevilir. Çünkü bu bir nevi kemâldir. Zatını bilen her mevcut zatını sever, zatının kemâlini sever ve ondan zevk alır. Birşeyi istilâ etmek, ancak onda tesir etmeye kâdir olmakla, istediği şekilde onu evirip çevirmekle mümkündür. Bu bakımdan İnsan oğlu ister ki beraberinde mevcut olan bütün eşyayı istilâ etsin. Ancak mevcud olanlar, Allah'ın zatı ve sıfatları gibi, haddi zatında tağyiri kabul etmeyen denizler, dağlar; denizlerin ve dağların altındaki şeyler, şeytanlar, cinler ve meleklerin nefisleri, göklerin melekûtu, yıldızlar ve felekler gibi bozulmayı kabul eden, fakat halkın kuvvet ve kudretinin istilâsına mâruz kalmayacak olan yer, yerin parçaları, yerin üzerindeki madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi kulun kudretiyle bozulmayı kabul eden kısımlara bölünmektedir. İnsan oğlunun kalbi, değişiklik ve bozulmayı kabul eden kısımdandır. Çünkü kalpler, insanların ve hayvanların bedenleri gibi, tesir altında kalıp bozulmayı kabul etmeye elverişlidir. Bu bakımdan varlıklar arızî olanlar gibi İnsan oğlunun kendisinde tasarruf etmesi mümkün olan kısım ile Allah'ın zatı, melekler ve gökler gibi İnsan oğlunun kudretinin dahilinde olmayan kısımlara ayrıldığından insan ister ki ilim ve göklerin sırlarına vâkıf olmakla gökleri istilâ etsin! Çünkü bu da istilânın bir nevidir; zira ilimle bilinen birşey, ilmin altına giren şey gibidir. Dolayısıyla âlim de onu istilâ etmiş olur ve bu sırra binaen kişi, Allahü teâlâ'yı bilmeyi, melekleri, felekleri, yıldızları, göklerin bütün acaipliklerini, denizlerin, dağların ve benzerlerinin bütün acaipliklerini bilmeyi ister. Çünkü bunları bilmek bir nevi istilâdır. İstilâ ise kemâlin bir nevidir. Bu ise, tıpkı acaip bir sanatı yapmaktan aciz kalanın, o sanattaki inceliğin bilgisine iştiyak duymasına benzer.
Meselâ kişi, satrancı yapmaktan acizdir. Buna rağmen kişi satranç oynamayı bilmek ister.19 Onun nasıl olduğunu bilmek ister. Hendese veya hokkabazlıkta acaip bir sanatı görüp veya ağır birşeyi çekmek veyahut başka bir hususu görüp nefsinde onu yapmak hususunda aciz ve kusurlu olduğunu hisseden bir kimse, buna rağmen bunun keyfiyetini bilmeyi merak eder. Her ne kadar âciz ise de ilmin kemâliyle lezzetlenip duygulanır.
İkinci kısma gelince, Âdem oğlunun istilâ etmesine kudretli bulunduğu yerdeki şeylerdir. İnsan bunları istilâ edip tasarrufu altına almak ister ki kendisine müsahhar olsunlar, işaret ve iradesine bağlı bulunsunlar. Çünkü böyle olmalarında istilânın kemâli ve Rubûbiyet sıfatlarına benzerlik vardır. Kalpler ancak sevgi ile müsahhar olurlar. Sevmek de ancak kemâl inancından doğar. Çünkü her kemâl sevimlidir; zira kemâl, ilâhî sıfatlardandır. İlâhî sıfatların hepsinin de güzel olması tabiîdir. Çünkü rabbânî mânâ, insan mânâlarının içinde vardır. Öyle bir mânâ ki ölüm onu çürütüp yok etmez! Toprak ona musallat olup onu yemez; zira o, îman ve mârifetin merkezidir. Allah ile mülâkata varan ve o mülâkata doğru çaba sarfeden odur. Durum bu iken rütbenin mânâsı; kalpleri müsahhar kılmaktır. Kalplerin kendisine müsahhar olduğu kimsenin kudreti ve kalpleri istilâ etme gücü vardır. Kudret ve istilâ ise kemâldir. Kemâl de rubûbiyet sıfatlarındandır. Bu bakımdan tabiî olarak kalbin isteği, ilim ve kudret ile meydana gelen kemâldir. Mal ve rütbe ise, kudretin sebeplerindendir. Ne malûmatın sonu, ne de kudretin dahilinde olanların sonu vardır. Bir mal veya makdur devam ettikçe şevk durmaz. Eksiklik ortadan kalkmaz. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: İki aç vardır ki doymazlar: Mala karşı aç olan ile ilme karşı aç olan'. O halde, kalplerin isteği kemâldir. Kemâl de ilim ve kudretle meydana gelir.Buradaki değişik dereceler sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan her insanın sevinci ve zevki, idrâk ettiği kemâl nisbetindedir.
İşte ilim, mal ve rütbenin sevimli olmasındaki sır budur. Bu sır, ilim, mal ve rütbenin, zevklerin elde edilmesine vesile olduklarından dolayı sevilmesinin ötesinde bir sırdır. Çünkü bu sır, zevklere ulaşamasa bile yine de kalmaktadır. Hatta İnsan oğlu, kendisini gayelerine ulaştırmayan ilimleri de sever. Bazen insanoğlunun elinden birtakım gaye ve zevkleri çıkar. Fakat insan tabiatı bütün acaiplikler ve müşkilâtlarda ilmi talep etmeyi gerektirir. Çünkü ilimde malûmu (bilineni) istilâ etme mânası vardır. Bu ise rubûbiyet sıfatından olan kemâlin bir nevidir. Bu bakımdan tabiî olarak sevilir. Ancak ilim ve kudret kemâlinin sevgisinde birtakım yanlışlıklayüz fen) mânâsına gelen bir kelimeden Arap diline nakledilmiştir. Vâzı Hindli bir hakimdir. Hindli bir padişah için yapmıştır. Şâfiî'ye göre ibadetleri geçirmemek şartıyla satranç oynamak mübahtır.r vardır. Allah'ın izniyle onları belirtmek gerekir.
18) Bu sözle, İbn Lâl'in Mekârim 'u1-Ahlâk 'ta Câbir'den rivâyet ettiği mânâ uzlaşır. 'Ceberrût kalptedir' ve 'Zulüm nefiste saklıdır. Acizlik onu gizler. Kudret de onu açığa çıkarır!' meşhur sözleri bu söz ile telif olunur. (İthaf us-Saade, VIII/243)
19) Satranç Farsça'daki 'Sedrenk'
6. Hakîkî Kemâlât ile Vehmî Kemâlât
Anlaşıldı ki varlık hususunda müstakil olmayı kaybettikten sonra kemâl ancak ilim ve kudrette vardır. Fakat buradaki hakîkî kemâl, vehmî ve hayalî kemal ile karıştırılmaktadır. İzahı şöyledir: İlim kemâlî, Allah'ındır. Bu da üç şekilde olur:
Birincisi
Malûmatların çokluk ve genişliğinden gelir; zira Allahü teâlâ bütün malûmatları ihâta edicidir. Bunun içindir ki kulun ilmi çoğaldıkça Allah'a (mertebece) daha fazla yakın olur.
İkincisi
Olduğu gibi ilmin malûmla ilgilenmesi cihetindendir: Malûmun tam bir keşifle, ilimle keşfolunması cihetiyledir; zira malûmatlar Allahü teâlâ'ya, mahiyetleri hasebiyle, en mükemmel keşif ile keşf olunmaktadır. Bu sırra binaen kulun ilmi, en vâzıh, en kesif, en doğru ve ilim sıfatının tafsilâtı hususunda malûma en uygun olduğu zaman kulun Allah'a (mânen) en yakın olduğu zamandır.
Üçüncüsü
İlmin bozulmaz ve değişmez olması bakımından ebediyyen kalacağı cihetinden ileri gelir. Çünkü Allah'ın ilmi bâkîdir. Değişmesi düşünülemez. Bu bakımdan ne zaman kulun ilmi de değişine kabul etmeyen malûmatlarla ilgilenirse, kul daha fazla Allah'a yakın olur.
Malûmat iki kısımdır; bir kısmı mütegayyir (değişmeyi kabul eden) olanlar, bir kısmı da ezelî olanlar!
Birinci Kısım
Değişmeyi kabul edenlere gelince, bunların misâli Zeyd'in evde olduğunu bilmektir. Bu bilgi, malûmu olan bir ilimdir. Fakat Zeyd'in evden çıkacağı düşünülebilir ve evde olduğu inancı olduğu gibi kalabilir. Dolayısıyla cehalete dönüşebilir. Dolayısıyla kemâl değil de eksiklik olabilir. Ona uygun bir şekilde inandıkça, onun inancının tam tersine olabileceği düşünüldükçe, kemâlinin eksikliğe, ilminin cehalete dönüşme ihtimali vardır. Kâinatın bütün değişenleri bu misâle iltihak eder. Mesela bir dağın yüksekliğini, bir yerin ölçüsünü, bir memleketin nüfusunu, merkezlerin arasındaki mesafe ve fersahları bilmen, melekler ve memleketler hakkında zikredilen diğer malûmatların gibidir.
Lisanları bilmek de böyledir. Lisanlar zamanla milletlerin ve âdetlerin değişmesiyle değişen ıstılahlardır. İşte bunlar, malûmatları civa gibi olan ilimlerdir. Bir halden bir hale girerler. Onlarda ancak hâl-i hazırda kemâl vardır. Kalpte ise kâmil olarak devam etmez.
İkinci Kısım
İkinci kısım, ezelî olan malûmatlardır. O malûmatlar caiz olanların cevazı, vâcib olanların vücubu, muhal olanların muhalliğidir; zira bunlar ezelî ve ebedî malûmatlardır. Hiçbir zaman vâcib caize, caiz muhale, muhal vacibe dönüşmez. Bütün bu kısımlar Allah'ın marifetine dahildirler. Allah'a vacib, Allah'ın sıfatlarında muhal, fiilerinde caiz olan kısımların mârifetine dahildirler. Bu bakımdan Allah, sıfatları, fiilleri, yer ve gök melekûtundaki hikmeti, dünya ve ahiretin tertibi ve bununla ilgili ilim, hakîkî kemâldir. Bu kemâl sıfatına sahip olan bir kimse Allah'a yaklaşır, ölümden sonra da nefsin kemâli olarak devam eder. Bu mârifet ölümden sonra âriflerin nûru olur. Onların önünde ve sağlarında yürür. Onlar derler ki: 'Ey rabbimiz! Bizim nûrumuzu tamamla!'
Yani bu mârifet sermaye olur. Dünyada keşfolunmayan şeylerin keşfine ulaştırır. Nasıl ki beraberinde gizli bir çıra olan bir kimse için o çıranın ondan alman başka bir çıra vasıtasıyla ışığının artmasına sebep olması mümkün oluyorsa ve dolayısıyla tamamlamak yoluyla o gizli ışık kemâle eriyorsa tıpkı onun gibi...
Beraberinde çıranın aslı olmayan bir kimse ise böyle bir raddeye varmasını umma imkânına dahi sahip değildir. Bu bakımdan beraberinde Allah mârifetinin temeli olmayan bir kimse için bu nûru ummak sözkonusu değildir. Bu kimse karanlık içerisinde kalıp, bir türlü o karanlıklardan çıkamayan bir kimse gibi olur. Hatta engin bir denizin içindeki karanlıklar gibi olur. Dalga üstünde dalgaya, onun üstünde bulutun karanlığına, karanlık üstüne karanlıklara dalar. O halde, saadet ancak Allah'ın mârifetinde vardır. Onun dışındaki mârifetlere gelince, o mârifetlerin bir kısmı vardır ki şiiri, Arap neseblerini ve benzerlerini bilmek gibi hiçbir faydası yoktur. O mârifetlerin bir kısmının -Arap dilini, tefsir ve fıkıh ilimlerini ve hadîsleri bilmek gibi- Allah mârifetine yardım etmekte faydası vardır. Çünkü Arap dilinin bilgisi Kur'ân tefsirinin bilgisine yardımcı olur. Tefsirin bilgisi, Kur'ân'daki ibareleri ve nefsin tezkiyesini ifade eden amellerin keyfiyetinin bilinmesine yardım eder. Nefsin tezkiye yolunun bilinmesi, nefsi Allah marifetine hidayet etmeyi kabule hazırlanmayı ifade eder.
(Allah'tan başkasına tapmayarak) nefsini temizleyen iflah olmuştur.(Şems/9)
Ama biz bizim uğrumuz da cihad edenleri elbette yollarımıza iletiriz.(Ankebût/69)
Bu bakımdan bu mârifetlerin tamamı, Allah'ın mârifetinin tahkikine birer vesile olurlar. Kemâl, ancak Allah'ın sıfatlarının ve [fiillerinin mârifetidir. Mevcûdâtı kapsayan bütün mârifetler de bu kemâle dahildir; zira mevcudâtın hepsi Allahü teâlâ'nın fiillerindendir. O halde mevcudâtı, Allah'ın fiili olması, hikmet, irade ve kudretiyle bağlı bulunması hasebiyle bilen bir kimsenin bu bilgisi Allah'ın mârifetini tamamlayıcı olur.
İşte bu, ilim kemâlinin hükmüdür. Her ne kadar rütbe ve riyanın hükümleri bahsinde bunu belirtmek uygun değil ise de biz bunu kemâl kısımlarının tamamını saymak için zikrettik.
Kudrete gelince, kudrette kul için hakîkî bir kemâl yoktur. Kulun hakîkî bir ilmi vardır. Hakîkî bir kuvvet ise sözkonusu değildir. Hakîkî kudret ancak Allah'ın kudretidir. Kulun irâdesinden, kudret ve hareketlerinden sonra meydana gelen şeyler ise Münciyât bölümünün birçok yerinde, tevekkül, şükür ve sabır bahislerinde söylediğimiz gibi, Allah'ın icadıyla var olmuştur. İlmin kemâli, ölümden sonra da kendisiyle beraber kalır. Kendisini Allah'a ulaştırır. Kudretin kemâli ise böyle bir hususiyete sahip değildir. Evet! Hâl-i hazıra nisbeten kudret cihetinden kişinin bir kemâli vardır ve bu kudret onu ilim kemâline, tıpkı âzalarının selâmeti, elinin çalışmak için kuvveti, ayağının yürümek için, duyularının idrâk için kuvveti gibi ilim kemâline vesiledir. Çünkü bu kuvvetler, kişiyi ilim kemâlinin hakikatine ulaştırmanın âletidir. Bazen kişi bu kuvvetleri elde tutmak için mal ve rütbe kudretine muhtaç olur ki onunla yemek, içmek, elbise ve meskene varabilsin. Bu da belirli bir miktar ve hududa kadardır. Eğer bunu Allah'ın celâlinin mârifetine varmak için kullanmazsa burada hiçbir şekilde feyz yoktur. Ancak hâl-i hâzırdaki lezzet yönünde vardır. Öyle lezzet ki çok çabuk yok olur! Kim bunu kemâl zannederse, o cehalete düşmüştür. Bu bakımdan halkın çoğu bu cehaletin bataklığında helâk olur. Onlar zannediyorlar ki haşmetin kahrıyla bedenlere güç yetirmek, geniş zenginlikle malları ele geçirmek, rütbe sayesinde kalplerde tâzim ve ihtirama sahip olmak kemâldir! Buna inandıkları ve aradıkları zaman, onunla meşgul olurlar. Bunun için de tehlikelere girerler. Allah'a ve Allah'ın meleklerine yaklaşmayı gerektiren hakîkî kemâl -ki ilim ve hürriyettir- onu unuturlar. (Buradaki) ilim, Allahü teâlâ'nın zikrettiğimiz mârifetinden ibarettir.
(Buradaki) hürriyete gelince, bu hürriyet, şehvetlerin esaretinden, dünya üzüntülerinden, şehvete zebun olmayan, öfkeye meftun bulunmayan meleklere benzemek bakımından cebren dünyayı istilâ etmekten kurtulmak demektir. Çünkü şehvetin ve öfkenin eserlerini nefisten bertaraf etmek, meleklerin sıfatlarından olan kemâldendir.
Allahü teâlâ için bozulmanın ve tesir altında bulunmanın muhal olması onun kemâl sıfatlarındandır. Bu bakımdan kim ârızî sebeplerden ötürü tağyir ve tesirden daha uzak kalırsa o, Allah'a daha yakın olur, meleklere daha çok benzer, derecesi Allah katında daha büyür. Bu kemâl, ilim ve kudret kemâlinin dışında kalan üçüncü bir kemâldir. Biz bunu kemâlin kısımları bölümünde zikretmedik. Çünkü bunun hakikati, yokluk ve eksikliğe dönüşür; zira tağyir, noksanlık, var olan bir sıfatın yok olmasından ibarettir. Helâk ise, lezzetlerde ve kemâl sıfatlarında eksikliktir. Çünkü kemâlât -eğer biz şehvetlerle bozulmamayı ve şehvetlere itâat etmemeyi ilim ve hürriyet kemâli gibi, kemâl sayarsak- üç kısımdır. Bundan gayem; şehvetlere kulluk yapmamak, dünyevî sebepleri irade etmektir. Kul için kudretin kemâli, ilim ve hürriyet kemâlinin elde edilmesinin yoludur. Fakat ölümden sonra bâki kalacak kudret kemâlini elde etmeye yol yoktur; zira kulun mallara, kalplere ve bedenlere güç yetirmesi ölümle sona erer! Mârifet ve hürriyet ise, ölümle sona ermez. Aksine onlar kulda bir kemâl olarak kalırlar ve Allah'a yaklaşmasına vesile olurlar.
Câhillerin ne duruma düştüklerine dikkat et! İki gözden âma olanların düşmesi gibi yüz üstü düşmüşlerdir! Rütbe ve mal ile kudret kemâline yönelmişlerdir Oysa bu sahip olunamayacak bir kemâldir. Eğer sahip olunursa da devamı yoktur. Hürriyet ve ilmin kemâlinden yüz çevirmişlerdir. O kemâl ki insanda meydana geldiği zaman, ebediyyen kalır, ölümle bile kesilmez. "Bunlar o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete bedel satın almışlardır. Şüphe yoktur ki onlardan azap hafifletilmez ve onlar yardıma da mazhar olmazlar".
Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı olan güzel ameller ise, Allah'ın katında, sevap yönünden, daha hayırlı, ümit yönünden daha faydalıdırlar.(Kehf/46)
Bu bakımdan ilim ve hürriyet, bâki kalır. Mal ve mevkî ise çabuk yok olacak kemâldir. Bu, Allahü teâlâ'nın, misâl getirdiği gibidir.
Dünya hayatının misali, tıpkı şöyledir: Gökten bir su indirdik, insanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbirine karıştı; nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği, halk da on(un ürününü toplamaya) kadir olduklarını zannettikleri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık.(Yunus/24)
Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler), rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları hâline geliverdi.(Keh/45)
Ölüm rüzgârlarının saçıp savurduğu herşey dünya hayatının (solması yakın olan) çiçeğidir. Ölümün kökünü kazıyamadığı şeyler, insandan sonra kalan salih amellerdir. İşte bununla anlaşıldı ki mal ve rütbe ile olan kudretin kemâli, vehmî bir kemâldir. Aslı astarı yoktur ve yine anlaşıldı ki vaktini bu çeşit bir kemâle hasreden ve bunu esas hedef sanan, cahilin ta kendisidir. Buna şair Ebû Tayyib el-Mütenebbî Ahmed b. Hüseyin şu şiiriyle işaret etmiştir:
Kim saatlerini mal toplamaya sarfederse, hem de bunu fakirlikten korkarak yaparsa,
Kesinlikle onun yaptığı fakirliğin ta kendisidir.
Ancak mal ve rütbenin insanı hakîkî kemâle ulaştıracak miktarı, bu hükmün dışındadır.
Yarab! Bizi hayra muvaffak kıldığın, lûtfunla hidayete erdirdiğin kullarından eyle!
7.Rütbe Sevgisinin Övülen ve Yerilen Kısımları
Rütbe'nin mânâsının, kalpleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmek olduğunu bildiğin takdirde onun hükmünün, malları mülk edinme hükmü olduğunu da öğrenmişsin demektir. Çünkü o da dünyanın gelipgeçen ârazlarından bir arazdır. Mal gibi ölümle sona erer. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu bakımdan dünyada ne yaratılmışsa ondan ahiret azığı edinmek mümkündür.
Nasıl yemek, içmek ve giymek zarureti için az bir mal mutlaka lâzım ise, halk ile beraber yaşamak için küçük bir mevkî de öylece lâzımdır. Nasıl ki insan yemekten müstağni değilse ve dolayısıyla yemeği veya yemeğe vereceği malı sevmesi caiz ise, tıpkı onun gibi, hizmet eden bir hizmetçiye, yardımcı olan bir arkadaşa, irşad eden bir üstada, koruyan ve şerlilerin zulmünü defeden bir sultana (saltanat sahibine) muhtaçtır. Bu bakımdan kulun, hizmetçisini hizmetine dâvet edecek bir hürmetinin hizmetçinin kalbinde bulunmasını istemesi dinen kötü değildir. Arkadaşının kalbinde kendisiyle güzel arkadaşlık yapacağına ve yardımını kendisinden esirgemeyeceğine sevkedecek bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Üstadının kalbinde kendisinden irşadını, öğretmesini, ihtimamını esirgemeyecek derecede bir kıymetinin bulunmasını istemesi de yasaklanmış bir istek değildir.
Sultanın yanında kendisinden serleri defedecek kadar bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Çünkü mal gibi mevkî de gayelere götürücü bir vesiledir. Bu bakımdan mevkî ile mal arasında fark yoktur. Ancak kesin olan şudur ki mal ve mevkînin bizzat kendileri kişinin isteği değildir, hatta def-i hacet için muhtaç olması, evinde bir helânın bulunmasını istemesi gibidir ve onun yerine geçer. Buna rağmen İnsan oğlu helâdan kurtulmak için def-i hacete muhtaç olmamayı isterdi. Bu bakımdan bu, hakîkatte İnsan oğlunun helâya muhib olmadığını gösterir. Öyleyse sevgiliye ulaştırmak için istenilen şeyler sevgili değil, aksine onunla varılmak istenilen gaye sevgilidir.
Fark başka bir misalle daha iyi idrâk edilebilir. Şöyle ki: Kişi bazen yemeğin fazlasını helâ vasıtasıyla bertaraf ettiği gibi, şehvetinin fazlasını eşi vasıtasıyla bertaraf ettiğinden dolayı eşini sever. Eğer şehvetten kurtulmuş olsaydı muhakkak eşinden uzaklaşırdı. Tıpkı def-i hacetten kurtulsaydı helâyı bırakıp ona uğramayacağı gibi... Bazen de âşıkların sevgisi gibi, eşini şahsiyetinden dolayı sever. Eğer şehveti başka bir şekilde bertaraf edilse dahi, yine onu nikâhının altında bırakır. İşte sevgi birincisine değil de bu ikincisine denir. Mal ve mevkî de böyledir. Onlar da bu iki yönden sevilirler. Bu bakımdan bedenin mühim vazifelerine onlar vasıtasıyla varmak için onları sevmek kötü değildir.
Bedenin zaruretinin ve ihtiyacının dışında kalan şeyleri, bizzat kendilerinden dolayı sevmek ise kötüdür! Fakat sevgi, günah işlemeye, yalan, dalavere ve mahzurlu bir işi yapmak suretiyle elde edilen birşeyi kazanmaya, herhangi bir ibâdetle elde edilen birşeye kendisini ulaştırmaya, para ve mevki sahibini zorlamadıkça fâsıklık ve günahkârlıkla vasıflanmaz; zira ibâdet vasıtasıyla mal veya mevkîye ulaşmak, din nâmına bir cinayettir. Bu ise haramdır. Geleceği gibi mahzurlu olan riyanın mânâsı da buraya dönüşür.
Soru: 'Kişinin, sultanın, arkadaşının, hizmetçisinin, hocasının veya kendisine bağlı olan bir kimsenin kalbinde mevkî sahibi olmayı talep etmesi, nasıl olursa olsun mübah mıdır veya hususî bir yönden, hususî bir hududa kadar mı mübahtır?'
Cevap: Bu, üç şekilde istenir. Bu üç şekilden ikisi mübah, biri mahzurludur.
Mahzurlu olan vecih ilim, takvâ ve soy gibi kendisinde bulunmayan bir sıfatın varlığına inandırarak kalplerinde mevkînin yerleşmesini istemesidir. Onlara Hazret-i Ali'nin soyundan geldiğini veya âlim kişi olduğunu veya muttaki olduğunu söyler. Oysa böyle değildir. İşte böyle yapması haramdır. Çünkü böyle yapmak, yalan ve göz bağcılıktır. Gözbağcılık da ya sözle veya muamele ile olur.
Mübah olan iki vechin biri; onların kalbinde, kendisinde bulunan bir sıfatla yerleşmek istemesidir. Hazret-i Yusufun, rabbi tarafından haber verilen sözünde olduğu gibi:
Beni Mısır'ın hazineleri üzerine me'mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yûsuf/55)
Görüldüğü gibi Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) korumak ve iyi bilmek vasfı ile Aziz'in kalbinde mertebe talep etti. Hem de Aziz kendisine muhtaç olduğu halde... Aynı zamanda Yûsuf dediğinde de doğru idi.
İkincisi ise, ayıplarından birini örtmek, günahlarından birini bilip de kalbindeki kıymeti düşmesin diye gizlemesini istemesidir. Bu da mubahtır. Çünkü çirkinleri örtmek caizdir. Bu hususta perdeyi yırtmak, çirkini göstermek caiz değildir. Burada kandırma yoktur. Aksine bu, bilinmesinde fayda olmayan bir bilginin yolunu kapatmaktır. Tıpkı idareciden içki içtiğini gizleyip, muttaki olduğunu ona telkin etmeye çalışmayan bir kimse gibi... Zira kişinin 'ben muttakîyim' demesi kandırmak olur. Fakat içki içtiğini söylememesi muttaki olmasını gerektirmez. Sadece içtiğinin bilinmesini istememiş olur. Yönetici kendisi hakkında güzel inanca sahip olsun diye kişinin onun huzurunda güzelce namaz kılması da mahzurlu kısımdandır. Çünkü böyle yapmak riyâ ve adam kandırmaktır; zira böyle yapmakla adama Allah'tan korktuğu, hâlis kimselerden olduğu imajını vermektedir. Bu ise riyakârlık ve gösteriş yapmaktır.
Bu takdirde bir insan nasıl ihlâs sahibi olabilir? Dolayısıyla bu şekilde mevki istemek haramdır. Günah ve mâsiyetle mevkî istemek de haramdır. Bu hareket, haram mal kazanmaktan zerre kadar farklı değildir. Nasıl ki karşılıksız veya başka bir dalavere yapıp başkasının malını elde etmek caiz değilse, o kişinin kalbini tezvir ve kandırmak yoluyla mevkî elde etmek de caiz değildir; zira kalpleri mülk edinmek, malları mülk edinmekten tehlike yönünden daha büyüktür!
8.İnsan Nefsinin Övülmekten Hoşlanmasının, Yerilmekten Hoşlanmamasının Sebepleri
Övülmenin sevilmesi ve kalbin ondan zevk alması için dört sebep vardır:
Birinci Sebep
Sebeplerin en kuvvetlisi olan birinci sebep, nefsin kemâlini sezmesidir. Biz, kemâlin sevimli ve her sevimlinin idrâk edilmesinin de lezzetli olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan nefis, ne zaman kemâlini sezerse, rahata kavuşur, gelişir ve lezzetlenir. Medh ise, medhi yapılanın nefsine, kâmil olduğunu sezdirir; zira medhedenin söylediği vasıf, ya açıkça görünen veya şüpheli olan bir vasıftır. Eğer o vasıf görünen ve açık bir vasıf ise, bununla lezzetlenmek daha azdır. Fakat lezzetten de uzak değildir. Onu uzun boylulukla veya beyaz tenlilikle övmesi gibi... Her ne kadar bu bir nevi kemâl ise de nefis bundan gâfil olup lezzetinden boş olur. Sen ona sezdirdiğin zaman, sezişin oluşması, lezzetin oluşmasını sağlar. Eğer o vasıf, şüphe götürür bir vasıf ise, bu takdirde lezzet daha büyük olur. İlim veya takva kemâliyle veya mutlak güzellikle övülmesi gibi... İnsan oğlu, güzelliğinin kemâlinden çoğu zaman kuşku duyar. İlminin ve takvasının kemâlinden tereddüt eder. Bu şüphenin giderilmesine müştak olur. Bu işlerde emsalsiz olduğunu anlamış olur. Böylece kalbi de bu hususta mutmain olur. Ne zaman başkası onu anarsa, bu ona itminan ve o kemâli sezişinden dolayı bir güven verir. Lezzeti büyüdükçe büyür. Lezzetin bundan dolayı büyümesi, bu sıfatları bilen ve gören bir kimseden sâdır olduğu takdirde ancak sözkonusu olur, Bu kimse sözünden ancak tahkikten dolayı inhiraf edip cayar. Bu, tıpkı talebenin zekî, çok faziletli ve kavrayışlı sayılarak üstadının övgüsüne mazhar olmasından sevinmesi gibidir; zira bu, lezzetin son zirvesine varmaktır. Eğer bu övgü sözüne itibar edilmeyen veya o vasfı bilmeyen bir kimseden gelirse, lezzeti azalır. Bu illetten dolayı kötülemeden nefret edilir. Çünkü kötüleme, nefsinin eksik olduğunu kendisine sezdirir. Eksiklik ise, sevilen kemâlin zıddıdır. Bu bakımdan bundan nefret edilir. Bunu sezmek de elem vericidir ve bu sırra binaen kötüleme, güvenilir basîret sahibi bir kimsenin ağzından çıktığı zaman, elemi daha da büyür. Nitekim biz bu hususu Medh bölümünde zikretmiştik.
İkinci Sebep
Medh delâlet eder ki, medhedenin kalbi, mehdedilenin mülküdür. Onu irade eder. Onda iyiliğin bulunduğuna inanır. İsteğine müsahhar ve râm olur. Kalplerin elde edilmesi sevilir ve istenir. Böyle olduğunu sezmek lezzettir. Bu illetten dolayı -idareciler ve büyükler gibi- kudreti geniş, kalbini elde etmekten fayda gelecek bir kimseden övgü sâdır olduğu zaman lezzet oldukça büyür. Medhedici itibarsız olduğu veya birşeye gücü yetmeyen kimselerden ise, lezzet azalır; zira böyle bir kimsenin kalbini elde edip güç yetirmek, kıymetsiz birşeye güç yetirmektir. Bu bakımdan onun medhi ancak az bir gücün varlığına delâlet eder.
Zemmin çirkin görülmesi, ferdin ondan elem duyması da bu sebeptendir. Kötüleyen, büyüklerden ise felâketi daha da büyük olur. Çünkü bununla elden kaçan fırsat daha büyüktür.
Üçüncü Sebep
Senâcının senâsı, medhedenin medhi, her dinleyenin kalbini avlamaya sebeptir. Hele medheden, sözü geçerli ve övmesine güvenilir bir kimse ise... Bu durum, cemaat arasında vâki olan medhle ilgilidir. Bu bakımdan cemaat ne kadar fazla ise ve senâ edenin sözüne ne kadar fazla iltifat edilirse, övgü de o kadar lezzetli olur. Bu tür kötüleme de nefse o denli ağır gelir.
Dördüncü Sebep
Medh, medhi yapılanın haşmetine, medhedenin diliyle isteyerek veya istemeyerek onu övmeye mecbur olduğuna delâlet eder. Haşmet de içindeki kahır ve kudretten lezzetlidir. Bu lezzet, medheden için de söylediklerine inanmasa bile lezzetlidir. Fakat bunu belirtmeye mecbur olması, kendisi için bir nevi kahr ve istilâ demektir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin zevki, medhedenin medhten kaçmabilmesi ve güçlü olması nisbetindedir. O halde, tevazudan ötürü övmekten kaçınan kuvvetli bir kimsenin medhinin lezzeti daha fazladır. Bu dört sebebin tümü bazen bir medhedicinin medhinde toplanır. Dolayısıyla onunla lezzetlenme oldukça büyür. Bazen de ayrılma olur. Sadece bazıları bulunur, bu takdirde zevk azalır.
Kemâli sezdirmek olan birinci illete gelince, bu illet medhi yapılanın medhedenin sözünde doğru olmadığını bilmesiyle ortadan kalkar. Nitekim soylu veya cömert veya herhangi bir ilmi bilir veya şer'î yasaklardan sakınır diye övüldüğü ve nefsinin bunların tam zıddıyla muttasıf olduğunu bildiği gibi... Böylece sebebi kemâlin sezdirmesi olan lezzet ortadan kalkar. Dilini ve kalbini istilâ lezzeti ile lezzetlerin diğer kısımları kalır. Eğer medhedenin söylediğine inanmadığını ve bu sıfatın kendisinde olmadığını anlamışsa, kalbin üzerine istilâsı demek olan ikinci lezzet de ortadan kalkar. Övgüsüyle konuşmaya insanı mecbur ettiği büyüklük ve istilâ lezzeti ortada kalır! Eğer bu övmek korkudan değil, eğlence ve alay yoluyla geliyorsa, bütün zevkler iptal olunurlar ve burada hiçbir zevk kalmaz. Çünkü üç sebep de ortadan kalkmıştır. İşte övgüden zevk alan, kötülemeden eziyet duyan, nefsin illet perdesini aralayan bu beyan ettiklerimizdir.
Biz bunu, mevkî ve övgü sevgisinin ve yergi korkusunun tedavi yolu bilinsin diye zikretmiştik; zira sebebi bilinmeyen birşeyin tedavisi mümkün değildir. Çünkü ilaç, hastalık sebeplerini ortadan kaldırmaktan ibarettir.
Lûtuf ve keremiyle muvaffak kılan Allah'tır. Allahü teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın!
9.Mevki ve Rütbe Düşkünlüğünün Çaresi
Kalbine mevkî ve rütbe sevgisi galip gelen bir kimsenin himmeti, halkın gözetilmesine yönelir. Onlara kendisini sevdirmekle ve onların takdiri için riyâkârlık yapmakla meşgul olur. Söz ve hareketlerinde onların yanında derecesini büyütecek şeylere dikkat eder. Bu ise münafıklığın tohumu ve fesadın esasıdır. Şüphesiz ki bu, insanı ibâdetlerde gevşeklik göstermeye ve riyakârlık yapmaya sürükler. Kalpleri elde etmek için mahzurlu hareketlere zorlar ve bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) insanların şeref ve mal sevgisini ve dini ifsad etmelerini, saldırgan iki kurda benzeterek şöyle buyurmuştur:
Suyun otu bitirdiği gibi, bu sevgi münafıklığı bitirir.
Zira münafıklık, fiilde veya sözle zâhirin bâtına muhalif olması demektir. Kim, halkın kalbinde mevkî edinmek istiyorsa, münafıklık yapmaya ve kendinde bulunmayan birtakım güzel ahlâkları belirtmeye mecbur olur. Bu ise nifakın ta kendisidir. Bu bakımdan mevkî sevgisi helâk edici şeylerdendir. O halde onu tedavi etmek ve kalpten söküp atmak farzdır. Çünkü kalp, mal sevgisi temeli üzerine yaratıldığı gibi, bu tabiat üzerine de yaratılmıştır. Bunun ilacı ilim ve ameldir.
İlme gelince, ilim demek, mevkîyi kendisinden dolayı sevdiği sebebi bilmek demektir. O sebep de halkın kalpleri üzerinde tam kuvvet ve kudret (tesir) kurmak dernektir. Biz 'Eğer böyle bir durum İnsan oğlu için müyesser olursa da sonu ölümdür ve İnsan oğlundan sonra kalacak salih amellerden değildir' demiştik. Hatta şarktan garba kadar yeryüzünde olan herkes -hâşâ- sana secde etse bile, elli seneye kadar ne secde eden, ne de kendisine secde edilen kalabilir. Senin halin, senden önce kendilerine tevazu gösterenlerle beraber ölüp giden mevkî sahiplerinin hali gibidir. Bu bakımdan sonu olmayan ve ebedî hayattan ibaret olan dini, böyle birşey için terketmek uygun değildir! Daha önce geçtiği gibi, hakîkî ve vehmî kemâli bilen bir kimsenin gözünde mevkî ve rütbe küçülür. Ancak bu, âhireti görüp ahirete bakan ve çarçabuk geçen dünyayı hakir sayan bir kimsenin gözünde küçülür. Böyle kimse, ölüm onun yanında hazır imiş gibidir. Hali, Hasan-ı Basrî'nin, Ömer b. Abdülâziz'e yazdığındaki hali gibi olmalıdır: 'Sanki sen, kendisi hakkında en son ölecektir diye takdir edilen bir kimsesin!'
Dikkat et! Hasan-ı Basrî geleceğe bakışını nasıl uzatmış, onu o an olmuş gibi takdir etmiştir?
Hâli yine Ömer b. Abdülâziz'in hali gibi olmalıdır ki cevabında 'Sanki dünya olmamıştır ve sanki ahiret ortadadır' diye yazmıştır.
İşte bu kimselerin bakışı ve iltifatları neticeye göreydi. Bu bakımdan netice almak için takva ile çalışırlardı; zira bilirlerdi ki iyi neticeyi muttaki kimseler elde ederler. Böylece dünyada mal ve mevkîyi hakir saydılar. Halk tabakasının çoğunun kalp gözleri zayıftır. Sadece geçici dünyaya bakarlar. O gözlerin nûru neticeleri müşahede etmeye uzanmaz!
Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.(Âlâ/16-17)
Hayır hayır! Doğrusu siz, peşini (dünya zevklerini) seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz. (Kıyâme/20-21)
Bu bakımdan durumu bu olan bir kimsenin geçici âfetleri bilmek suretiyle mevkî sevgisinden kurtulmak için kalbini tedavi etmesi gerekir. Dünyada mevkî ve rütbe sahiplerini hedef edinen tehlikeleri düşünmeli; zira her rütbe ve mevkî sahibine eziyet edilmek istenir ve hased edilir. Daima mertebesinden sakınır. Oysa kalpler kaynayıp altüst olan kazandan daha fazla değişmektedirler. Kalpler ikbal (yönelmek) ve i'râz (yüz çevirmek) etmek arasında kıvranmaktadır.
Bu bakımdan kalpler üzerine inşa edilen herşey, deniz dalgaları üzerine inşa edilen şeye benzer. Bunun da temel tutması sözkonusu değildir. Kalpleri gözetmekle meşgul olmak rütbeyi korumak, hased edicinin hilesini bertaraf edip düşman eziyetini engellemek, bütün bunlar acele gelen üzüntülerdir. Rütbenin zevkini bulandırırlar. Bu bakımdan dünyada rütbeden istenilen ve umulan şeyler, hiçbir zaman korkusuna denk değildir. Ahirette elden kaçan da ayrı!
O halde bundan dolayı, zayıf olan basireti tedavi etmen uygundur. Basireti nâfiz ve îmanı kuvvetli olan bir kimse ise, dünyaya iltifat etmez. İşte ilim bakımından ilaç budur. Amel bakımından tedaviye gelince, halkın kalbinden mevkîsini kınanacak fiillerde bulunmak suretiyle düşürmektir. Böylece, halkın gözünden düşer. Halk tarafından kabul edilme zevkinden uzak kalır. Şandan şöhretten kaçar, tanınmamayı yeğler. Halkın reddetmesine aldırmaz. Hâlık'ın kabul etmesine kanaat eder. İşte Melamiyye mezhebi budur.20 Zira onlar, kendilerini halkın gözünden düşürmek, şöhretin âfetinden selâmet kalmak için, sûreten çirkin olan hareketlere dalarlar. Önder olan bir kimse için böyle yapmak dinen caiz değildir! Zira önder olan bir kimsenin böyle yapması, müslümanların kalbinde dini zayıf düşürür.
Önder olmayanlara gelince, şöhret elde etmesi için bir mahzuru irtikâb etmesi caiz değildir. Halkın gözünde kıymetini düşürücü mübahları yapması gerekir. Nitekim rivâyete göre padişahlardan biri, bir zâhidi ziyarete gelmiş, zâhid onun yaklaştığını görünce bakla ve sebze istemiş, obur bir şekilde yemeye başlamış, büyük lokmalar yapmış. Bu manzarayı gören padişahın gözünden düşmüş ve padişah geri dönüp gitmiştir. Bunun üzerine zâhid şöyle demiştir: "Seni benden çeviren Allah'a hamdolsun!'
Onlardan biri de şarap içiyor zannını vermek ve halkın gözünden düşmek için şarap rengindeki kadehlerde şerbet içmiştir. Böyle yapmanın da caiz olup olmadığı fıkhî bakımdan tartışmalıdır. Ancak hal sahipleri bazen fâkihin fetvâ verdiği birşey ile nefislerini tedavi ederler. Burada kalplerinin ıslahını görürlerse böyle yaparlar. Sonra bazılarının yaptığı gibi kusur şeklinde kendilerinden sâdır olanı telâfi ederler. Nitekim zâhidlikle tanınan bir kimse vardı, halk kendisine rağbet gösterirdi. Birgün bu zat hamama girdi. Başkasının elbisesini giyip çıktı. Yolda durdu ki kendisini tanıyıp elbiseyi kendisinden alsınlar ve kendisini dövsünler ve 'Bu adam hırsızdır!' desinler de kendisini terketsinler.
Şöhretten uzaklaşmada yolların en kuvvetlisi halktan uzaklaşıp, bilinmeyen bir yere hicret etmektir. Çünkü evinde uzlete çekilen bir kimse şöhret bulduğu bir memlekette bunu yaparsa, uzletinden dolayı halkın kalplerinde iyice yerleşen şöhret sevgisinden uzak olamaz; zira böyle bir kimse çoğu zaman şöhreti sevmediğini zanneder. Oysa aldanır. Onun nefsi, maksadını elde ettiğinden dolayı sükunete kavuşmuştur. Eğer halk onun hakkında inandığından cayarsa, onu zemmedip veya ona uygun olmayan bir duruma kendisini nisbet ederlerse, nefsi feveran edip elemdar olur. Çoğu zaman da böyle olmadığını mâzeret beyan etmek suretiyle ispata çalışır. O tozu onların kalplerinden silmeye gayret sarfeder. Çoğu zaman da halkın kalbinden silmek için yalan söylemeye, hile yapmaya mecbur olur. Bunu, perva etmeden yapar. Böylece kendisinin şöhreti sevdiği anlaşılır. Şöhreti seven bir kimse için şöhretin fitnesi daha büyüktür.
Halktan ümit ettikçe halkın kalbinde mevkî sahibi olmamasını sevmesi mümkün değildir. Bu bakımdan nafakasını çalışmasından veya başka bir yönden temin ettiği, halktan ilişkisini kestiği zaman, bütün insanlar onun yanında düşük insanlar gibi olurlar. Bu takdirde onların kalbinde bir mertebesi olup olmadığına değer vermez. Nitekim şarkın en ücra köşesinde bulunan kimselerin kalbinde değerinin olmamasına aldırmadığı gibi. Çünkü onları görmez ve onlardan bir şey ummaz.
İnsan oğlu ancak kanaatla halktan ümidini keser. Bu bakımdan kanaat eden bir kimse halktan müstağni olur. Müstağni olduğu zaman kalbi halk ile meşgul olmaz. Kalplerde mertebesinin bulunması gözünde beş para etmez. O halde, mertebenin terki ancak kanaat edip halktan ümidi kesmekle olur. Bütün bunlara mertebe hakkında vârid olan, nâm ve nişansızlığı övmek için söylenilen hadîslerle yardım edilir. Selefin şu sözüyle yardım edildiği gibi: 'Mü'min zillet, kıllet veya illetten kurtulamaz'. Bu kişiler, selefin bunları izzete nasıl tercih ettiklerini, ahiret sevabına nasıl rağbet gösterdiklerini görmelidir. Allahü teâlâ onların hepsinden razı olsun!
20) Melâmiyye, fukarâdan bir gruptur. Tarikatlarının esası, tam ihlâs üzerine bina edilmiştir. (İthaf'us-Saâde, VIII/253). Günümüzde kadınlı erkekli toplantılar yapan, müslüman-kâfîr demeden cemaatlerinde herkese yer veren, ibadetleri bırakıp sohbete (!) önem verenlerin, melâmilikle uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur.
28-3
0 Riya
1. Riya'nın Zemmi
Riya haramdır. Riyakâr, Allah katında sevilmeyen kişidir. Bu hususa âyetler, hadîsler ve eserler şehadet etmektedir.
Ayetler
Şu ibadet edenlerin vay haline ki onlar salâtlarndan gaflet ederler. (Maun/4-6)
Tuzak kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzağı bozulacaktır.
(Fatır/10) Mücâhid 'Bunlar riyakârlardır' demiştir.
'Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz' derler. (İnsan/9)
Allahü teâlâ, Allah'ın vechinden (zatından) başka her iradeyi kendilerinden nefyetmek suretiyle muhlisleri överek şöyle buyurmuştur:
Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, salih bir amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin. (Kehf/110) Hadîsler
Bir kişi 'Ey Allah'ın Resûlü! Kurtuluş nerededir?' diye sorunca Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kulun, Allah'a ibâdet edip onunla halkın (iltifatını) istememesindedir.
İhlas bölümünde bahsettiğimiz gibi, Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği ve Allah yolunda öldürülen, malını sadaka veren ve Allah'ın Kitabı'nı okuyan üç kimsenin hakkında vârid olan hadîste Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Allah onların her birine 'Yalan söyledin. Sen beni değil, aksine filân adam cömerttir denilsin diye bunu yaptın! Yalan söyledin! Falan kahramandır denilsin istedin. Yalan söyledin. Maksadın filân Kur'ân okur dedirtmekti.
Böylece Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onların sevap kazanmadıklarını ve riyakârlıklarının amellerini yakan yegâne sebep olduğunu haber vermiştir. 27
İbn Ömer, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
Kim (amelini) gösterir, riyakârlık yaparsa Allah da onun rezaletini kıyâmette gösterir. Amelini ikram edilsin diye duyuranın, Allah da kabâhatini ifşâ eder. 28
Allahü teâlâ meleklerine 'Bu adam ameliyle beni kasdetmedi. Bu bakımdan onu Siccîn'e koyun!' buyurur. 29
Sizin için en fazla korktuğum şey gizli şirktir.
Ashâb 'Ey Allah'ın Rasûlü! Gizli şirk nedir?' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi:
Riyadır. Çünkü Allah kıyâmet gününde kullara amellerin karşılığını verdiği zaman, onlara 'Dünyada kendilerine riyakârlık yaptıklarınızın yanına gidin! Bakın acaba onların yanında bir mükâfat görebilir misiniz?' diyecek!30
Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:
-Hüzün kuyusunun şerrinden Allah'a sığınınız!
-Ya Rasûlüllah! Bu 'hüzün kuyusu' nedir?
-Cehennemde riyakâr hafızlar için hazırlanmış bir deredir. 31
Bir kudsî hadîste şöyle denir:
Kim ibadetinde başkasını bana ortak yaparsa, o ibâdetin tamamı onundur. Ben o amelden uzağım. Ben şirk hususunda müstağnilerin en müstağnisiyim. 32
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Biriniz oruç tuttuğunda başını ve sakalını yağlayıp dudaklarını temizlesin ki halk onun oruçlu olduğunu bilmesin! Sağ eliyle verdiğini sol elinden gizlesin. Namaz kıldığında kapısının perdesini örtsün. Çünkü Allah rızkı taksim buyurduğu gibi güzel nâm ve nişanı da taksim buyurmuştur'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İçinde zerre kadar riya bulunan bir ameli Allahü teâlâ kabul etmez. 33
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Muaz b. Cebel'in ağladığını görünce 'Seni ağlatan nedir?? diye sordu. Muaz 'Bu kabrin sahibinden (Hazret-i Peygamber'den) dinlediğim şu hadîs beni ağlattı:
Muhakkak ki riyanın en azı dahi şirktir'. 34
Sizin için en fazla korktuğum şey riya ile gizli şirktir. 35 Gizli şehvet de riyanın yanlışlıkları ile inceliklerine dönüşür.
Arşın gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, ancak sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen bir kişi durur. 36
Gizli yapılan amel, açıkça yapılan amelden yetmiş derece üstündür. 37
Riyakâra, kıyâmette 'Ey fâcir! Ey hileci! Ey riyakâr! Senin amelin boşa gitti. Ecrin yanıp kül oldu. Git, kime amel ediyor idiysen ondan ecrini ve mükâfatını al' denir. 38
Şeddad b. Evs39 şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamberi ağlarken gördüm. 'Seni ağlatan nedir, ya Rasûlallah?' dedim, Şöyle buyurdu: 'Ümmetim için şirkten korktum. Onlar ne puta, ne güneşe, ne aya, ne taşa tapmazlar. Fakat amelleriyle riya (gösteriş) yaparlar!'40
Allah (c. c. ) yeri yarattığında yer, üstündeki mahlûklarla beraber sallandı. Bunun için dağları yarattı. Onları yer için kazık yaptı. Melekler 'Rabbimiz dağlardan daha şiddetli bir mahlûk yaratmadı' deyince bu sefer demiri yarattı. Demire dağları parçalattı. Sonra ateşi yarattı. Ateş demiri eritti. Sonra Allahü teâlâ ateşi söndürme emrini suya verdi. Rüzgâra emretti. Suyu bulandırdı. Bunun üzerine melekler ihtilâfa düşerek 'Ey rabbimiz! Mahlûkatın hangisini daha kuvvetli yarattın?' diye sordular. Allahü teâlâ 'Âdem oğlu bir sadaka verip sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizlediği zaman, onun kalbinden daha şiddetli bir mahlûk yaratmadım. Evet! Bu yarattığımın en kuvvetlisidir' dedi. 41
Abdullah b. Mübarek senedli olarak şöyle rivâyet ediyor. Bir kişi, Muaz b. Cebel'e 'Hazret-i Peygamber'den dinlediğin bir hadîs-i şerîfî bize nakleder misin?' dedi. Bunun üzerine Muaz (radıyallahü anh) hüngür hüngür ağladı. Hatta susmayacağını sandım. Sonra sustu, devam ederek dedi: Hazret-i Peygamber bana 'Ey Muaz!' dedi. 'Buyur! Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlüllah!' dedim. O zaman şöyle buyurdu:
Söyleyeceğimi ezberlersen sana fayda verir. Eğer unutursan kıyâmette Allah katında delilin olmaz. Ey Muaz! Allahü teâlâ, yer ve gökleri yaratmadan önce yedi melek yarattı. Sonra gökleri yarattı. Yedi göğün herbiri için bir melek vazifelendirdi. O meleği orada kapıcı yaptı. O gökleri, büyüklük yönünden oldukça yüceltti. Hafaza melekleri, sabahtan akşama kadar ibâdet ve taatta bulunan kulun amellerini göklere yükseltirler. Dünyamıza en yakın göğe varıncaya kadar, o amelin, güneşin ışığı gibi bir ışığı olur. Oraya varıncaya kadar hafaza melekleri temizler ve çoğaltır. Gök kapıcısı melek, hafaza meleğine 'Bu ameli götürüp sahibinin yüzüne vurun! Ben gıybetleri tesbit eden meleğim. Halkın gıybetini yapanın amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına asla müsamaha etmem! Rabbim bana böyle emir buyurmuştur' der.
Sonra hafaza meleği, kulun salih olan bir amelini getirir. (O meleğin yanından geçirir) . O ameli ikinci göğe ulaştırıncaya kadar temizler ve çoğaltır. İkinci göğün bekçisi 'Durun! Bu ameli, sahibinin yüzüne vurun! O bu amelle dünya malını kasdetti. Rabbim bana onun amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına müsaade etmememi emretti. Çünkü o, meclislerde insanlara karşı böbürlenirdi' der.
Hafaza melekleri, kulun nûrunu saçan, oruç ve sadakadan mürekkeb olan amellerini yükseltip götürürler. Hem de kendilerini hayrette bıraktığı halde üçüncü göğe kadar götürürler. Burada üçüncü göğün bekçisi olan melek 'Durun ve bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Ben kibir ve gurura bakan meleğim! "Rabbim bana şu emri vermiştir: Onun amelinin senden geçip başkasına varmasına fırsat verme! Çünkü o, meclislerde, halka karşı kibir ve azamet taslardı" buyurmuştur'.
Hafaza melekleri, kulun, parlak yıldız gibi parlayan ve ses veren tesbih, namaz, hac ve umreden oluşan amelini dördüncü göğe kadar götürürler. Orada bekçi bulunan melek 'Durun! Bu ameli, sahibinin sırtına ve karnına vurun! Ben ucub'u kaydeden meleğim. Rabbim, bu kişinin amelinin benden geçip başkasına varmasına engel olmamı emretti! Zira o, ibâdet yaptığında, ameline ucub ve kibir sokardı!' der.
Hafaza melekleri, kulun amelini dâmada takdim edilen gelin gibi süsleyerek beşinci göğe götürürler. O semanın meleği 'Durun! Bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Onun omuzuna yükleyin. Ben hasedi kaydeden meleğim. Bu kimse insanları kıskanırdı. Kim onun yaptığını yaparsa, kim fazla ibâdete sarılırsa, onları kıskanır, aleyhlerinde bulunurdu. Bu bakımdan rabbim bana, onun amelinin beni geçip başkasına gitmesine engel olmamı emretti!' der.
Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, hac, umre ve oruç (tan ibaret olan) amelini altıncı göğe götürürler. Oranın bekçisi olan melek 'Onu durdurun, bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Çünkü o, Allah'ın kullarından hiçbir kimseye merhamet etmezdi. Belâya uğrayan, zarar gören kimselerin haline acımazdı. Hatta belaya uğramalarına sevinirdi! Ben ise rahmet meleğiyim. Amelinin yanımdan geçmemesini rabbim bana emretti!' der. Hafaza melekleri, kulun namaz, oruç, sadaka, zekât, faydalı çalışma ve takvasını gök gürültüsü gibi bir gürültü ve güneşin ışığı gibi bir ışığı olduğu halde, beraberinde üç bin melekle yedinci semaya götürürler. Oranın bekçisi olan melek, onlara 'Durdurun ve bu ameli sahibinin yüzüne çarpın. Onun âzalarına vurun. Onlarla kalbini kitleyin. Çünkü o, o ameliyle fâkihlerin yanında büyüklük, âlimlerin yanında şöhret ve ülkelere nâm salmak isterdi. Bu bakımdan rabbim onun amelinin benden geçmemesini emretti'der. "Allah için olmayan amel riyadır. Allah , riyakârların amelini kabul etmez" der'.
Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, oruç, hac, umre, güzel ahlâk, sükût ve Allah'ın zikrinden oluşan amelini gök melekleriyle beraber bütün perdeleri geçip Allah'ın huzurunda durdururlar. Hâlisen Allah için yapılan salih ameli hususunda şahidlik ederler.
Allahü teâlâ onlara 'Siz kulumun amelinin koruyucususunuz. Ben ise, onun nefsini murakabe edenim. O, bu ibâdetleriyle beni değil başkasını kasdetti. Bu bakımdan ona lânet olsun' der. Buna karşılık bütün melekler, bir ağızdan, 'Bizim de lânetimiz onun üzerine olsun!' derler. Yedi kat gök ile yedi kat yer ve içindekiler, hep beraber ona lânet ederler.
Muaz 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen Allah'ın Rasûlü, ben ise Muaz'ım!' dedi. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: 'Senin amelinde, her ne kadar eksiklik varsa da bana uy! Ey Muaz! Hamele-i Kur'ân'dan olan arkadaşlarının aleyhinde bulunma! Günahlarını onlara değil, kendine yüklet! Onları zemmedip, yermekle nefsini temize çıkarma! Nefsini onlardan yüce görme! Dünya amelini âhiret ameline karıştırma! Meclisinde, halk senin kötü ahlâkından hazer etsin diye gururlanma! Yanında bir kimse varsa, başkasıyla gizlice fiskos yapma. Halka karşı büyüklük taslama ki senden dünya hayrı kesilmesin. Halkın hayâ perdesini yırtma ki kıyâmet gününde ateş köpekleri seni yırtmasınlar! Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hemen çekip alanlara. . . ( Nâziât/2)
"Ey Muaz! Bunların kim olduğunu bilir misin?" Ben 'Onlar kimlerdir, annem babam sana fedâ olsun ya Rasûlüllah?' dedim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ey Muaz! Allah kime kolaylaştırırsa onun için kolaydır.
Râvî der ki: 'Bu hadîstekilerin korkusundan Muaz'dan daha fazla Kur'ân okuyan görmedim'.
Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri
Hazret-i Ömer, boynunu büken bir kişiyi gördü ve şöyle dedi: 'Ey kişi! Boynunu düzelt! Korku, boyunda değil, kalplerdedir!'
Ebû Umame el-Bahilî, camide, secde halinde ağlayan bir zat gördü ve şöyle dedi: 'Eğer bu durum evinde olsaydı sen sen olurdun!'
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Riyakârın üç alâmeti vardır. 1. Yalnız olduğunda tembelleşir, 2. Halk arasında olduğunda pek faal olur, 3. Övüldüğünde fazla ibâdet eder. Kötülendiği zaman ibâdeti azaltır!'
Bir zat, Ubâde b. Sâmit'e 'Ben Allah yolunda, hem Allah'ın rızasını irade ederek, hem de halkın övgüsünü kasdederek, kılıcımla muharebe ederim' dedi. Ubade 'Senin için hiçbir sevap yoktur!' dedi. Kişi bunu üç defa tekrarladı. Her defasında, Ubade 'Sana bir sevap yoktur' dedi. Sonra üçüncüde "Allah 'Ben şirk hususunda müstağnilerin en müstağnisiyim' buyurmuştur" dedi.
Biri Said b. Müseyyeb'e 'Bazılarımız iyilik yapar, övülmeyi ister!' dedi. Said 'Senden nefret edilmesini ister misin?' dedi. Kişi 'hayır!' dedi. Said 'O halde Allah için bir ibâdet yaptığın zaman onu riyadan arındırmaya çalış!' dedi.
Dahhâk şöyle demiştir: "Sakın hiç biriniz, 'Bu Allah'ın, bu da senin içindir' 'Bu Allah için bu da sılayı rahim içindir' demesin! Çünkü Allahü teâlâ'nın şeriki yoktur".
Hazret-i Ömer, kamçı ile bir kişiyi dövdü. Sonra ona 'Benden kısas al!' dedi. Adam 'Hayır! Senden kısas almam! Onu Allah ve senin için bırakıyorum ve kısas almaktan vazgeçiyorum' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer kendisine 'Sen bana birşey yapmadın. Ya beni bağışla, ben de senin iyiliğini bilip takdir edeyim veya sadece Allah için bırak' dedi. Kişi 'O halde, sadece Allah için bırakıp terkettim' dedi. Hazret-i Ömer "O zaman ne güzel!' dedi.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Bir kavimle (ashâbı kastediyor) arkadaşlık yaptım. Onlardan birine hikmet arzolunurdu. Eğer o hikmetle konuşsaydı muhakkak hem kendisine, hem de arkadaşlarına fayda verirdi. Fakat şöhret korkusu onu konuşmaktan menederdi. Onlardan biri geçerken yolda eziyet verici birşey gördüğünde şöhret korkusundan onu yoldan süpürmezdi'.
Riyakâr, kıyâmet'te dört isimle çağrılır:
1. Ey riyakâr! 2. Ey hilebaz! 3. Ey zarar eden! 4. Ey facir (yalancı) ! Git! Kime çalıştınsa ecrini ondan al! Bizim katımızda sana ecir yoktur' denir. 42
Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Öncekiler, yaptıkları ile, şimdikiler ise yapmadıklarıyla riyakârlıkta bulunuyorlar'.
İkrime şöyle demiştir: Allahü teâlâ, kuluna, amelinden ötürü vermediğini niyetinden ötürü verir. Çünkü niyette riyâ yoktur'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Riyakâr, Allah'ın kaderini mağlup etmek ister. Kötü bir kimse olduğu halde, halkın, kendisi için 'iyi bir kimsedir' demesini ister. Acaba halk nasıl böyle diyecektir? Oysa rabbinin katında düşüklerin içine girmiş bulunuyor. Bu bakımdan Mü'minlerin onu tanımaları gerekir'.
Katade şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında Allahü teâlâ, meleklerine 'Bakın! Kulum benimle istihza ediyor!' der".
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Kurralar (Kur'ân okuyucuları/hafızlar) üç sınıftır:
Fudayl b. Iyâz 'Bir riyakâra bakmak isteyen varsa, bana baksın!' demiştir.
Muhammed b. Mübarek es-Sûrî43 şöyle dedi: İbâdet kisveni gece takın! Çünkü o, senin gündüz takındığın kisvenden daha şereflidir; zira gündüzün kisvesi mahlûklar için, gecenin kisvesi ise Allahü teâlâ içindir'.
Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Ameli korumak, amel yapmaktan daha zordur'.
İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Kişi Horasan'da olduğu halde Kâbe'yi ziyaret eder!' Denildi ki: 'Bu nasıl olur?' Cevap olarak dedi ki: 'Mekke-i Mükerreme'de mücavir olduğunun bilinmesini ister'.
27) Müslim
28) Buhârî, Müslim
29) İbn-i Mübârek
30) İmâm-ı Ahmed, Beyhakî
31) Tirmizî
32) İmâm-ı Mâlik
33) Irâkî bu şekilde vârid olmadığını söylemektedir.
34) Taberânî
35) Daha önce geçmişti.
36) Müslim, Buhârî
37) Beyhâkî
38) İbn Eb'id-Dünya İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: 'Şöhret meraklısı hiçbir zaman Allah'ı doğrulamaz!'
39) Adı Şeddad b. Evs b. Sabit b. Münzir el-Hazrecî'dir. Hazret-i Peygamber'in şâiri Hassan b. . Sabit'in yeğenidir. Künyesi Ebû Yâ'lâ olan bu zat, ashâbdandır. Şam'da vefat etmiştir.
40) İbn Mâce
41) Tirmizî
42) İbn Eb'id-Dünya, (zayıf bir senedle)
2. Riya'nın Hakikati ve Kendisiyle Riyakârlık Yapılan
Riya 'rüyet' kökünden gelir. Süma ise sima (duymak) kökünden gelir. Riyanın temeli, halka hayırlı hasletleri göstermek suretiyle kalplerinde taht kurmak istemektir. Kalplerde taht kurmak, bazen ibâdet olmayan şeylerle, bazen de ibadetlerle istenilir. Riya tâbiri ise âdet hükmüne göre, ibâdetler ve onları belirtmekle kalplerde taht kurulmasına mahsustur. Bu bakımdan Riya 'Allah'a ibadet ederek kulları kandırmaktır'.
Riyakâr; âbid, kendilerine riya yapılmak istenenler ise halktır. Maksat, onların kalbinde taht kurmak için onlara riyakârlık yapmaktır. Kendisiyle riya yapılan şey, riyakârın göstermek istediği hasletlerdir. Riya ise, onları gösteriş için yapmasıdır.
Kendileriyle riyakârlık yapılan şeyler pek çoktur, fakat onları beş kısımda toplayabiliriz: Bu beş kısım da kulun halk gözünde kendisiyle süslendiği şeylerin toplamıdır. Onlar: Beden, kisve, söz, amel, etbâ ve haricî şeylerdir. Dünya ehli de bu beş şeyle riyakârlık yaparlar. Ancak ibadet olmayan amellerle mertebe istemek ve riyakârlık yapmak, ibâdetle talep edilen riyâdan (ceza bakımından) daha hafiftir.
Birinci Kısım
Beden yönünden dinde riya yapmak. Bu da beden zayıflığını belirtmek ve rengin sarardığını göstermektir ki bu durum, muhâtablarına, ahiretten çok korktuğunu ve din hususunda çok üzüldüğünü göstermek içindir. Beden zafiyetiyle, az yediğine ve sararmakla da geceleyin uykusuz kaldığına, fazla çalıştığına ve din için pek üzüldüğüne inandırmak ister. Böylece saçının tozlu, topraklı olmasıyla da riyakârlık yapar. Bununla da devamlı dinle meşgul olduğunu, saç ve sakalını taramaya bile vakit bulamadığı vehmini verir. Bu sebepler belirdiğinde, halk o adamda bu güzel hasletlerin olduğuna istidlâl eder. Nefis onların bilmesinden dolayı rahata kavuşur. Bu sırra binaen nefis, sahibini bunları göstermeye davet ederek rahata kavuşmak ister. Sesin alçalması, gözlerin çukurlaşması ve dudakların pas tutması da buna yakındır. Bunları bu şekilde göstermekle, daimî bir şekilde oruçlu olduğunu, ilâhî nizama riayet ettiğinden ve fazla aç kaldığından bu şekilde zayıf düştüğünü göstermek ister.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bunun için şöyle demiştir: 'Biriniz oruç tuttuğunda başını yağlasın! Saçını tarasın ve gözlerine sürme çeksin'. Benzeri Ebû Hüreyre'den de rivâyet edilmiştir. Bütün bunların sebebi, riya ile şeytanın hilesinden korkmaktır. Bunun için İbn Mes'ud arkadaşlarına 'Onları yağladığınız halde oruçlu olarak sabahlayın!' demiştir. İşte bunlar, dindarların beden ile yaptıkları riyakârlıklarıdır.
Dünya ehline gelince, onlar şişmanlığı belirtmek, pürüzsüz bedeni göstermek, tığ gibi vücut, güzel yüz, beden temizliği, âzaların kuvveti ve uygunluğuyla gösteriş yaparlar.
İkinci Kısım
Görünüş ve kisve ile riyakârlık yapmak. Görünüş, saçın pejmürdeliği, bıyığın tamamının traş edilmesi, yürürken başın öne eğilmesi, harekette sükûnet göstermesi, yüzünde secde eserinin bırakılması, kaba ve sert yünlü elbise giymesi, baldırının yakınına kadar elbisesini kısaltması, yenlerini kısaltıp, elbisesini kirli ve yırtık bırakmasıdır. Bütün bunlarla riyakârlık yapar. Sünnet'e tâbi olduğunu ve bu hususta Allah'ın salih kullarına uyduğunu belirtmek ister. Bâtınında (kalbinde) tasavvufun hakikatlerinden mahrum olduğu halde sûfîlere benzemek için kırmızıya çalar boya ile boyanmış elbiseleri giymesi, seccade üzerinde namaz kılması ve parçalanmış, yamalı elbise giymesi de bu türdendir.
Sarık üzerine izar denilen elbiseyi sarkıtmak, gözlerinin üzerine abâsını salmak, 'yolun tozundan bile sakınır derecede gözleri yorulmuştur' zannını uyandırmak ve o alâmetlerden dolayı gözlerin kendisine dikilmesi için, bunları yapmak da yukarıda bahsi geçen konunun içindedir. Derâ (kaftan) ve teylesanî adlı kisveleri ilimden mahrum olan bir kimse kendisini ehl-i ilimden göstermek için giyerse, o da bu türdendir.
Kisve ile riyakârlık yapanlar birçok tabakaya ayrılırlar. Onlardan bir grup vardır ki zâhidlik göstererek takva sahiplerinin gözüne girmek isterler. Bu bakımdan kirli, yırtık, kısa ve kaba elbiseleri giyerler ki kabalığı, kirli, kısa ve yırtıklığıyla dünyayı önemsemediğini göstersinler! Eğer bu kimseye, normal, temiz ve selefin giydiği elbiselerden giymek teklif edilirse, onun için bu teklif, kendisini boğazlamak kadar zor gelir! Bu kadar zor gelmesinin sebebi, halkın 'o zühd ve takvadan döndü, o yolu terketti ve dünyaya daldı' deme ihtimalidir.
Başka bir tabaka vardır. Bunlar da hem dindarlar, hem de padişah, vezir ve tüccarlar yanında kabul görmek isterler. Eğer güzel elbise giyerlerse, kurra (okuyucular) onları reddeder. Eğer yırtık pırtık elbiseleri giyerlerse, idareciler ile zenginlerin gözünden düşerler. Bu zümre din ve dünya ehlinin gözünde makbul olmayı ister ve ona göre giyerler. Bunların elbiselerinin kıymeti, zenginlerin elbisesinin kıymetindedir. Rengi ve şekli, sâlihlerin elbisesinin renk ve şeklindedir. Bu bakımdan iki grubun da kalplerini kazanmak isterler. Eğer bu kimselere kaba veya kirli bir elbisenin giyilmesi teklif edilirse, idarecilerin ve zenginlerin gözünden düşme korkusundan, bu teklif onlara kesilmekten daha ağır gelir.
Eğer kıymetçe elbisesinden daha az olan Diybekî,44 beyaz ve ince veya desenli ketenden bir elbisenin giyilmesi bunlara teklif edilirse, ehl-i salâh'ın 'Bunlar dünya ehlinin elbiselerine rağbet ettiler' demelerinden korktukları için kendilerine bu teklif zor gelir.
Bu grupların herbiri, mertebesini özel bir kıyafette görmektedir. O kıyafetten daha üstün veya daha düşük bir kıyafete bürünmek kendisine ağır gelir! Her ne kadar bu elbiseyi giymek mübah ise de, kötülenmekten korkarak giymez.
Dünya ehlinin riya ve gösterişi ise, güzel elbiseler, kıymetli binekler, genişlikler, mesken, ev eşyası (mobilya), atlar, rengârenk libaslar ve nefis teylesanlardır. Bu durum, halk arasında ayan-beyandır. Çünkü halk, evlerinde kabâ elbise giyerler. Fakat aynı kılıkla halk ile oturup-kalkmak kendilerine gayet zor gelir. Süslerini takmadan edemezler!
Üçüncü Kısım
Sözle yapılan riya, Din ehlinin riyası va'zetmek, hatırlatmak, hikmetle konuşmak, haber (hadîs)leri ve eserleri ezberlemekledir.Bunları, ilminin çokluğunu isbat etmek, selef-i salihînin durumlarına işaretle itina ettiğini göstermek, halkın huzurunda dudaklarını zikirle kıpırdatmakla gözleri önünde emr-i bi'l-ma'ruf (iyiyi emretme) ve nehy-i an'il münker (kötüyü yasaklama) yapmak, münkerlere karşı kızıp reaksiyon göstermek, halkın günahları pervasızca yapmasına teessüfünü belirtmek, konuşurken sesini zayıf çıkarmak, Kur'ân'ı mahzun olup korktuğunu göstermek için ince sesle okumak, hadîs-i şerifler hıfzettiğini iddia edenin lâfzında bir eksikliği hadîste mâhir olduğu tebeyyün etsin diye- olduğuna dikkati çekmek, hadîsin sahih veya sahih olmadığına dikkati çekmek, bu hususta faziletini belirtmek için acele ile söylemek, hasmını susturmak için mücadele etmektir. Bütün bunları din ilmindeki kuvvetini halka göstermek için yapar!
Sözde olan riya çoktur ve türleri kontrol altına alınamaz. Dünya ehlinin sözle riyaları, şiirleri ezberlemek, darb-ı meselleri hıfzetmek, ibarelerde fesahat ve belâgat göstermek, ehl-i fazilete karşı garabet göstermek ve kalplerini tarafına çekmek için halka izhar-ı muhabbet etmek bakımından nahiv ilminin garip meselelerini ezberlemektir.
Dördüncü Kısım
Amelle yapılan riya. Namaz kılanın uzun bir zaman ayakta durması, sırtını düzeltmesi, uzunca secdede ve rükûda kalması, başını eğmesi, sağa-sola bakmayı terketmesi, sükûneti belirtmesi, ayaklarını ve ellerini düzgün tutması gibi. Oruç, gazâ, hac, sadaka, yemek yedirmek ve karşılama sırasında yürürken huşû göstermek gibi. Konuşmada vekâr, başı eğmek ve göz kapaklarını indirmek gibi. Hatta riyakâr, ihtiyacına bir an önce varmak için bazen acelece yürür. Ne zaman din ehlinden birini görürse derhal vâkara ve başını önüne eğmeye döner. Çünkü hafifliğe ve aceleciliğe nisbet edilmekten korkar. Eğer o kişi gözden kaybolursa, yine aceleyle yürümeye başlar. Yine onu gördüğünde yavaşça yürümeye döner. Allah hatırına gelmez ki Allah'tan korksun. Aksine bir insanın kendisi için âbid ve salihlerden olmadığına inanmasından korkar!
Onlardan bir grup daha vardır ki bunu dinlediği zaman, halvetteki yürüyüşünün halkın yanındaki yürüyüşüne benzememesinden utanır. Nefsini halvette güzel yürümeye zorlar ki halk kendisini gördüğünde yürüyüşünde bir değişiklik yapmaya muhtaç olmasın! Bu kişi böyle yapmakla riyadan kurtulduğunu zanneder. Oysa riyası katmerleşmiştir. Çünkü halvethanesinde de riyakâr oldu; zira o halvet ve tenhada halkın gözleri önünde güzel yürüyebilmek için güzel yürümeye kendini alıştırmıştır. Allah'tan korkarak veya ondan hayâ ederek yapmış değildir.
Dünya ehline gelince, onların riyakârlıkları, kibir, hayalperestlik, elleri kolları sallamak, sık adımlarla yürümek, zeylin (eteğin) etrafına yapışmak, omuz silkmektir ki bunlarla önemine dikkat çekmiş olsun!
Beşinci Kısım
Arkadaşlara, ziyaretçilere ve oturup-kalktığı insanlara riyakârlık yapmak. 'Filân adam filanı ziyaret etti' desinler diye, ulemadan birinin kendisini ziyaret etmesini sağlar veya 'Din ehli kendisini ziyaret ediyor, ona gidip geliyor' denilsin diye bir âbidin, ya da bir sultanın valilerinden birinin 'dinî rütbesinin büyüklüğünden dolayı bunlar kendisinden feyz alır, bereketlenirler' denilsin diye kendisini ziyaret etmelerini sağlar. Şeyhlerle görüştüğünü ve istifade ettiğini göstermek için fazlasıyla şeyhleri anan bir kimse gibi... Bu kimse, kendilerinden ilim ve irfan aldığı kimseler ile böbürlenir. Böbürlenmesi ve riyakârlığı mücadele ettiği anda kendisinden dışarıya sızar.
Başkasına 'Sen hangi âlimleri gördün. Oysa ben falan ve falan zatları gördüm, memleketler gezdim ve üstadlara hizmette bulundum' der ve bu sözlere benzer daha nice sözler söyler. İşte bu, riyakârların kendileriyle riyakârlık ettikleri şeylerin esas noktalarıdır. Hepsi de bununla kulların kalplerinde rütbe ve makam kazanmak peşindedirler.
Başka bir grup vardır ki sadece kendisi için güzel amellere kanaat eder. Nice rahip vardır ki uzun seneler manastırında inzivaya çekilir! Nice âbid vardır ki uzun bir zaman için bir dağın başına çekilmiştir. Sakin sakin durup ibâdete devam etmesi, ancak halkın kalbinde mertebesinin olduğunu bildiğindendir. Eğer halkın kendisini manastırında bir suça nisbet ettiğini bilse, muhakkak bundan ötürü kalbi karmakarışık olur. Allah'ın kendisinin suçsuz olduğunu bilmesiyle kanaat etmez. Aksine bu dedikodudan dolayı üzüntüsü pek büyük olur! Her ne pahasına olursa olsun, o nisbeti insanların kalbinden silmeye çalışır. Mallarından tamahını kesmesine rağmen böyle inanmalarını temine çalışır. Çünkü mertebe peşindedir! Biz Sebepler bahsinde dediğimiz gibi mertebe pek tatlı ve lezzetlidir! Çünkü her ne kadar süratle gelir geçer ise de hal-i hazırda bir nevi kemâl ve kudrettir. Bununla ancak cahiller aldanırlar. İnsanların çoğu da cahildirler.
Riyakârlardan bir grup vardır ki halkın kalbinde mevkî sahibi olmakla kanaat etmez. Bununla beraber dilleriyle kendisini övmelerini de ister.
Başka bir grup da halk fazlasıyla ziyaretine gelsin diye nâm ve şöhretinin yayılması peşindedir!
Diğer bir cemaat ise sultanların yanında meşhur olmayı ister ki aracılığı kabul olunsun, kendisinin eliyle ihtiyaçlar görülsün, dolayısıyla cahiller tabakası yanında menzil ve mertebesi bulunsun!
Başka bir grup, şöhret ile mal toplamak için vakıflardan, yetim malları ve başka haram kaynaklardan da olsa mal kazanmaya çalışır. Bunlar, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı gösteriş peşinde olan riyakârların en şerlileridir. İşte riyanın hakikati ve vesileleri bunlardır.
Soru: Riya mutlaka haram mı yoksa mekruh veya mübah mıdır veya haram, mekruh ve mübah oluşu, açıklamaya mı muhtaçtır?
Cevap: Riya konusunda birçok tafsilât vardır. Çünkü riya, rütbe ve mevkî istemektir. Bu istek, ya ibâdetlerle veya ibâdetlerin dışındaki şeylerle olur. Eğer ibâdetlerin dışındaki şeylerle mertebe istenilirse, bu mal istemek gibidir. Yeterli mal kazanmak haram olamaz. Çünkü insanın muhtaç olduğu az mal, övülen maldır. Bu bakımdan kişinin felâketlerden selâmet kalmasına vesile olan mevkîyi elde etmesi de övülür.
Hazret-i Yûsuf un istediği mertebe bu kadardır.
Beni Mısır'ın hazineleri üzerine me'mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yûsuf/55)
Nasıl malda hem öldürücü zehir ve hem de faydalı panzehir varsa mertebe de böyledir. Fazla malın insanı şaşırtıp yoldan çıkardığı, Allah'ın zikrini ve ahireti unutturduğu gibi, fazla makam ve mertebe de böyledir. Hatta daha şiddetlidir. Mertebe ve makamın fitnesi, malın fitnesinden daha (tehlikeli ve daha) büyüktür. Nasıl biz 'fazla mal edinilmesi haramdır' demiyorsak, 'fazla kalpleri elde etmek de haramdır' demiyoruz. Ancak fazla mal veya fazla rütbe, insanı yapılması caiz olmayan şeylere sürüklerse o zaman hüküm değişir.
Evet! Bütün gayreti fazla ve geniş mertebe elde etmeye sarfetmek, malın çoğalmasına sarfetmek gibi, şerlerin başlangıcıdır. Mertebe ve mal aşığı, kalp, dil ve diğer âzaların günahlarını terketmeye muktedir olamaz.
Haris olmadığın ve gittiği zaman da üzülmeyeceğin mertebe genişliğine gelince, bunda hiçbir zarar yoktur; zira Hazret-i Peygamberin, Hulefâ-i Râşidîn'in ve onlardan sonra gelen din âlimlerinin mertebesinden daha geniş bir mertebe yoktur. Fakat himmeti mertebenin talebine sarfetmek, dinde bir noksanlık ve eksiklik ise de haramlıkla vasıflanmaz. Bu bakımdan deriz ki: Kişinin halk arasına çıkmak için giydiği elbise gösteriştir. Fakat haram değildir. Çünkü ibâdetle değil, dünya ile riyakârlık yapmaktır.
İnsanlar için takılan süsleri de buna kıyas et! Bunun delili, Hazret-i Aişe'den rivâyet edilen şu hadîs-i şeriftir: 'Hazret-i Peygamber birgün ashâbının yanına çıkmak istedi. Bunun üzerine su küpüne bakarak sarığını ve saçını düzeltti. Bu manzara karşısında Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) 'Ey Allah'ın Rasûlü Sen de mi?' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Evet! Allah, kulunun arkadaşlarının huzuruna çıkmak istediğinde onlar için süslenmesini ister!
Evet! Bu, Hazret-i Peygamber için bir ibâdetti. Çünkü o, halkı dâvet etmeye, onları kendisine uymaya, teşvik ve terğib etmeye ve kalplerini kazanmaya memurdur. Eğer halkın gözünden düşerse, ona tâbi olmaya rağbet göstermezler. Bu bakımdan gözlerinde küçük görünmemek için görünüşünün güzel olmasına gayret etmesi kendisi için farzdı; zira halkın gözleri, gizli taraflara değil, görünür taraflara kayar. Hazret-i Peygamber'in kasti buydu. Fakat eğer bir kimse böyle yapmakla onların kötülemesinden, ayıplamasından kurtulmayı, hürmet ve tâzim göstermelerini kastederse, bu kasdı mübah bir kasıttır; zira kınanmanın eleminden korunmak, insanlarla yakınlık kurup rahata kavuşmayı istemek, insanın tabii hakkıdır. İnsanlar kendini pis ve kötü gördükleri zaman insan tahammül edemez hale gelir. Bu takdirde onlarla yakınlık kurması sözkonusu olamaz. O halde anlaşıldı ki ibadetlerin dışında olan şeylerde riya ve gösteriş yapmak, bazen mübah olur, bazen de kötü olur, bazı vakitlerde de ibâdet olur. Bunlar o gösterişten istenen maksada göre değişir. Bu sırra binaen deriz ki kişi malını, ibâdet ve sadaka için değil, kendisine 'cömert' dedirtmek için ihtiyaç sahibi olmayanlara infak ederse, yaptığı gösteriştir. Fakat haram değildir. Benzerleri de böyledir.
Sadaka, namaz, oruç, gazâ ve hac gibi ibadetlere gelince, riyakârın burada iki hali vardır.
Birinci hal: Katıksız riyadan başka emeli olmamaktır! Bu riya ameli iptal eder; zira ameller, ancak niyet ve kasıtlara bağlıdır. O ise bunun ibâdet niyetiyle yapmamıştır. Sonra riyakârlık sadece ibâdetin bozulmasıyla kalmaz ki biz 'İbâdetten önceki gibi oldu' diyelim. Âyet ve hadîslerin delâlet ettiği gibi, riyadan dolayı günahkâr olur!
Mânâda iki şey vardır: Birincisi, kullara hile yapmaktır. Çünkü kişi halka, muhlis ve Allah'a mutî olduğunu gösterir, din adamı olduğu hissini verir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünya işlerinde de hile yapmak haramdır. Hatta bir cemaatin alacağını edâ ederken halk -cömert olduğuna inansın diye- onlara yardım ettiğini hissettirirse, hilekârlığından dolayı günahkâr olur; zira kalpleri hile ve dalavere ile elde etmektedir!
İkincisi, Allah ile ilgilidir. O da, Allah'a yaptığı ibâdetiyle, insanları kandırmayı kasdetmektir. Bu bakımdan o kimse Allah ile alay etmiştir. Bu sırra binaen Katâde şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında Allahü teâlâ meleklerine 'Kuluma bakın! Benimle nasıl istihza ediyor!' der".
Bunun misâli, hizmetkârların âdetinden olduğu gibi bütün gün sultanlardan birinin huzurunda elpençe durmasıdır. Oysa orada durması ancak sultanın cariyelerinden bir cariyeyi veya hizmetkârlarından bir hizmetkârını seyretmek içindir. Muhakkak ki bu durum, sultanla alay etmek demektir; zira hizmetiyle sultana yaklaşmak istemiyor! Aksine o hizmetle onun kölelerinden birini kastediyor!
Acaba kulun, Allah'ın ibâdetiyle zayıf, fayda ve zarara sahip olmayan bir mahlûka yaklaşmak isteğinden daha korkunç bir hareket tasavvur edilebilir mi?!
Bu ancak şu demektir: Riya yapan kişi zanneder ki kendisini seyreden kul, gayelerinin tahakkuku hususunda -maâzallah-Allah'tan daha kudretlidir. Allah'a yaklaşmaktan ona yaklaşmak daha iyidir! Çünkü onu padişahlar padişahına tercih ederek ibâdetinde hedef yapmıştır.
Acaba bir kulu Allah'tan daha fazla yüceltmekten daha korkunç bir istihza var mıdır? İşte bu, mühlikât (helâk ediciler)in en büyüklerindendir. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu duruma 'küçük şirk' adını vermiştir. Evet! Riya derecelerinin bazısı bazısından daha şiddetlidir. Nitekim -eğer Allah dilerse- bunun beyanı Riyanın Dereceleri bahsinde gelecektir.
Riyanın az veya çok günahtan uzak olan bir kısmı yoktur. Günahlar, riyanın vesilelerine ve âletlerine göre sınıflanır. Eğer riyada Allah'tan başkasına secde etmek ve rükû yapmaktan başka bir hata yoksa, bu (cinayet ve günah bakımından) yeter de artar. Çünkü riyakâr, Allah'a yaklaşmayı kasdetmediği takdirde, muhakkak Allah'ın gayrisine yaklaşmayı kasteder!
Yemin olsun, eğer Allah'tan başkasını secde ile tâzim ederse, açıkça kâfir olur. Ancak riya, gizli küfürdür. Çünkü riyakâr, kalbinde halkı büyütmüştür. O büyütmede ona secde ve rükû etmek vardır. Bu bakımdan onun secdesiyle tazim edilip büyütülen bir yönden insanlardır.
Secde ile Allah'ın tâzîmi ortadan kalkıp halkın tâzîmi kalınca, bu durum şirke yakın bir durum olur. Ancak görünüşte secde ile Allah'ı tâzim etmekte, aslında ise gayesi büyük saydığı kimsenin kalbinde kendi nefsini büyütmektedir. Bu sırra binaen riya açık şirk değil gizli şirk olur. Bu durum cehaletin katmerlisidir. Ancak şeytan tarafından kandırılmış kullar kendisine fayda veya zarar, rızık, ecel, hali hazırdaki veya gelecekteki durumu hakkında Allah'tan daha fazla yardım edeceğini hayal eder! Bunun için de Allah'tan yüz çevirip onlara yönelir, kalplerini kazanmak için taptıklarına havâle ederse, yaptığının en az karşılığı bu olur. Çünkü bütün kullar nefislerini idare etmekten acizdirler. Kendilerine bile fayda veya zarar vermeye kudretleri yoktur. Acaba dünyada bunu nasıl başkasına verebilirler? Acaba babanın evladı yerine, evladın baba yerine cezalandırılmadığı, peygamberlerin bile 'nefsim, nefsim' dediği bir günde, nasıl başkasına fayda veya zarar verebilirler? Acaba cahil, dünyadaki yalancı tamahkârlığıyla halktan beklediği şeylerde nasıl ahiret sevabını ve Allah'ın (rahmetine) yaklaşmayı değiştirir? Bu bakımdan şüphe etmemek gerekir ki Allah'ın ibâdet ve taati ile riyakârlık yapan bir kimsenin, kıyasla (akılla) da, nakille de Allah'ın gazabına uğrayacağı sabit olmuştur.
Bu durum, eğer ecir istemezse sözkonusudur. Sadakasında veya namazında ecir ile hamdi birlikte istediği zaman bu istek ihlâsın ruhuna zıd düşen şirktir. Biz şirkin hükmünü İhlâs bölümünde belirtmiştik. Bizim naklettiklerimizin doğruluğuna Said b.Müseyyeb ile Ubade b. Sâmit'in 'Burada onun hiç bir eşi yoktur' demeleri delâlet eder.
43) Bu âbid zat Şam'ın şeyhidir. Ebî Müshir'den sonra bu mertebeyi ihraz etmiştir. H. I53'de doğmuş, H. 215'de vefat etmiştir.
44) Diybek köyüne mensub bir elbisedir. Dimyat'a yakın bulunan bu köy şimdi harebe halindedir. Bu elbise ipekten yapılır.
28-4
3. Riya'nın Dereceleri
Riya kısımlarının bazısı diğerinden daha şiddetli ve kabadır. Değişiklik rükünlerinin ve içindeki derecelerinin değişikliği sebebiyledir.
Rükünleri üçtür:
a) Kendisiyle riyakârlık yapılan şey
b) Kendisi için riyakârlık yapılan şey
c) Riya kasdının kendisi
Birinci Rükün
Riya kasdının kendisidir. Bu kasd ya Allah'ın ibadetiyle sevab irade etmeksizin mücerred (soyut) bir kasıt veya sevab irade eden bir kasıttır. Eğer kasdı bu ikinci kısım ise sevabın iradesi ya daha kuvvetli ve galip olur veya daha zayıf, yahut da ibâdet iradesine eşit olur. Bu bakımdan dereceleri dört olur:
Birinci Derece: Riya derecelerinin en kabası olan bu derece muradının asla sevab olmaması demektir. Halk arasında olduğunda namaz kılıp, tek başına kaldığında namaz kılmayan kimse gibi. . . Bu tür adamlar, çoğu zaman, halkla beraber olduğunda, abdetsiz namaz kılar! O halde bu adam, maksadını sadece riyakârlığa tevcih etmiştir. Bu bakımdan Allah'ın katında nefret edilen bir kimsedir. Sevabı kasdetmeyip sadece halkın korkusundan sadaka veren de böyledir; zira bu kimse tek başına kalsaydı, muhakkak o sadakayı vermezdi. Bu derece, riyanın en yüksek derecesidir.
İkinci Derece: Hem riya hem sevap kasdı vardır. Fakat sevap kasdı zayıftır. Şöyle ki, eğer tek başına bulunsaydı yapmaz ve sadece o kastı onu harekete geçirmezdi.
Eğer sevap kastı olmasaydı, riya ve gösteriş onu bu hususta harekete geçirirdi. Riyanın bu derecesi, bir önceki derecesine (tehlike bakımından) yakındır. Burada bulunan sevabı kasdetme kokusu şayet tek başına kalsaydı onu harekete geçirmezdi. Allah katındaki, günah ve buğzu bertaraf etmezdi.
Üçüncü Derece: Riya ve sevabı eşit derecede kasdetmesidir. Öyle ki eğer bunlardan hangisi tek başına kalsaydı onu harekete geçiremezdi. İkisi bir arada bulunduğunda çalışma rağbeti gelişip kabarır veya eğer onların biri tek başına kalırsa, kişiyi harekete geçirmeye yeterlidir. İşte bu durum, ıslah ettiği gibi, ifsad da eder. Bizim Allah'tan ümidimiz, onun bu durumdan başabaş kurtulmasıdır. Ne lehinde, ne de aleyhinde olmasıdır veya üzerindeki ceza kadar sevabı olmasıdır. Biz bu hususu İhlâs bölümünde anlatmıştık.
Dördüncü Derece: Halkın ameline vâkıf olması, gönülden o amelde çalışmasını takviye eder. Eğer bu durum olmasaydı, ibâdeti terketmezdi. Eğer sadece riya kastı olsaydı, o ibâdete yönelmezdi. Hakîkat ancak Allah'ın katındadır. Fakat bizim zannımıza göre bu davranış, sevabı temelinden yakmaz. Ancak azaltır veya riya kastının nisbetinde ceza görür. Sevab kastının nisbetinde de mükâfat görür.
Hazret-i Peygamberin Allahü teâlâ ben şirkten müstağni olanların en müstağnisiyim. Bir amel yapıp benimle başkasını ortak yapanı şirkiyle başbaşa bırakırım'45 hadîsi ise, iki maksadın (riyâ ile sevap maksadı) eşit olduğu veya riya kastının daha ağır bastığı duruma hamledilir.
İkinci Rükün
Kendisiyle riyakârlık yapılan alettir. O da ibâdetlerdir. Bu kısım da ibâdetlerin esasları veya vasıflarıyla riyakârlık yapmak üzere ikiye ayrılır.
Birinci Kısım
İbâdetlerin esaslarıyla olan ve en kabası bulunan birinci kısım, üç dereceye ayrılır:
Birinci Derece: İmanın esasıyla riya yapmaktır. Bu tür riya, riyakârlığın en çirkini ve en kabasıdır. Bu tür riyanın sahibi cehennemde ebedî kalır. Bu kişi, şehâdet kelimelerini diliyle söyler. İçi ise yalanlamakla doludur. Fakat buna rağmen İslâm'ın zahiriyle gösteriş yapar!
Münafıklar sana geldikleri zaman 'Şahidlik ederiz ki sen, muhakkak Allah'ın peygamberisin' derler. Allah senin kendisinin elçisi olduğunu muhakkak bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder. (Münâfikun/1)
Yani sözleriyle kalplerinin doğruluğuna dair yapmış oldukları istidlâlde tamamen yalancıdırlar.
İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına ait sözü hoşuna gider. Kalbinde olana (sözlerinde samimi olduğuna) Allah'ı şahid tutar. Oysa o, düşmanların en şiddetlisidir. (Bakara/204)
Ey Mü'minler! Din kadeşlerinizden başkasını dost edinmeyin! Onlar size fenalık yapmakta, fesad çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür.
Tenhada başbaşa kaldıkları vakit size olan kinlerinden ötürü parmaklarının uçlarını ısırırlar. (Âl-i İmrân/118-119)
Onlar namaza kalktıkları zaman istemeyerek kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar. O münafıklar, küfürle îman arasında yalpalayıp dururlar. (Nisa/142-143) Onların hakkında vârid olan âyetler pek çoktur.
İslâm'ın başlangıcında, kötü bir gaye için İslâm'a girenler pek çok olurdu. Bu durum, bizim zamanımızda pek az görülen bir durumdur. Fakat gizlice dinden çıkan, cennet, cehennem ve kıyâmeti inkâr ederek mülhidlerin sözünü edenlerin münafıklıkları pek çoktur veya ibahî (herşeyi mübah bilen ve ortak mal sayan) kimselerin inancına meylederek ilâhî nizam ve ahkâmın kaldırıldığına inanan, küfür veya bid'ata inandığı halde tersini gösteren bir kimse gibi düşünen münafıklar çoğalmıştır. Bunlar cehennemde ebedî ve daimî kalacak riyakâr ve münafıklardandırlar. Artık tehlike bakımından bu riyanın ötesinde bir riyanın olduğu düşünülmez. Bunların hali alenen fısk ve fücur yapanların halinden daha şiddetlidir. Çünkü bunlar gizli küfür ile zâhirî münafıklığı bir araya toplamışlardır.
İkinci Derece; Dinin esasını tasdik edip doğrulamakla beraber, ibâdetlerin esasıyla riyakârlık etmektir. Bu da Allah katında büyük bir cürüm (suç) tur. Fakat birinci dereceden daha hafiftir.
Bunun misâli, kişinin malı başkasının elinde olur. Ona malının zekâtını çıkarıp vermesini -aleyhinde konuşmasın diye emreder. Oysa Allah bilir eğer mal, kendisinin elinde olsaydı, onun zekâtını vermezdi. Veya namaz vakti gelip çatar, kendisi de bir cemaatte bulunur ve kalkıp namaz kılar. Oysa âdeti tenha bir yerde olduğunda namaz kılmamaktır. Böylece Ramazan orucunu tutar. Oysa tenha bir yerde olup orucunu yemeyi ister. Cum'a namazında da durumu böyledir. Fakat halkın dedikodu korkusu olmasaydı gitmezdi. Veya halkın korkusundan sılayı rahim yapar, anne ve babasına iyi davranır, hacca ve gazaya gider! Bu, beraberinde Allah'a inanmak olduğu halde yapılan riyadır.
Riyakâr, Allah'tan başka mâbud olmadığına inanır. Eğer Allah'tan başkasına secde etmeye veya ibâdet yapmaya zorlanırsa bunu yapmaz. Fakat tembelliğinden dolayı ibâdetleri terk eder. Halkı gördüğü zaman neşesi kaçar. Halk nezdindeki mertebesi, Allah katındaki mertebesinden daha sevimli gelir. Bu bakımdan Allah'ın cezasından daha çok, halkın kötülemesinden korkar. Onların kendisini övmeleri, Allah'ın kendisine vereceği sevaptan daha çok hoşuna gider! Bu ise cehaletin en son derecesidir. İnanç bakımından îmanın esasından her ne kadar çıkmamışsa da bunu yapanın Allah'ın gazabına müstehak olması pek uygundur.
Üçüncü Derece: Ne îman, ne de farz ibâdetlerle gösteriş yapmaz. Fakat eğer terk ederse günahkâr olmayacağı nafile ibâdetlerle ve sünnetlerle gösteriş yapar. Fakat sevabına pek rağbeti olmadığı ve umulan sevaba tembelliği tercih ettiği için tenhada olduğunda onları yapmaz. Buna rağmen riya onu yapmaya zorlar. Buna misâl: Namazda cemaatte bulunmak, hastaları ziyaret etmek, cenazeleri kaldırmak, ölüyü yıkamak, gece teheccüdünü (gece namazı) kılmak, Arefe günü oruç tutmak, aşura, pazartesi ve perşembe günü oruç tutmak gibi. . .
Riyakâr, bunları ya halkın korkusundan veya övmesinden ötürü yapar. Allahü teâlâ da bilir ki tek başına kaldığında farzların edasından başka hiçbir nafile kılmaz. Bu da büyük günahtır. Fakat kendisinden önce bahsi geçenden daha hafiftir. Çünkü o, halkın övgüsünü Allahü teâlâ'nın övgüsüne tercih etti. Bu ise onu yapmadı; zira bu eğer nafileyi terkederse terk ettiğinden dolayı herhangi bir cezadan korkmaz. Sanki öncekinin yarısında bulunur. Cezası da onun cezasının yarısıdır. İşte ibâdetlerin esasıyla yapılan riya budur.
İkinci Kısım
İbâdetlerin asıllarıyla değil, vasıflarıyla riyakârlık yapmaktır. Bu da üç derecedir:
Birinci Derece: Terkederek, ibâdette eksiklik yaparak riyakârlık yapmaktır. Gayesi, rükü ve secdeyi hafif yapıp, okumayı uzatmamak olan bir kimse gibi. . . Bu zat, halkı gördüğü zaman, güzel rükû ve secde yapar. Sağa sola bakmayı terk eder. İki secde arasındaki oturmayı tamamlar.
İbn Mes'ûd der ki: 'Kim bunu yaparsa, bu yaptığı rabbiyle istihza etmek ve rabbini hafife almaktır!' Yani Allah'ın tenhada iken de yaptıklarına muttali olduğuna aldırmaz. Fakat bir insan kendisini gördüğünde, güzel namaz kılmaya başlar.
Bir insanın huzurunda bağdaş kurarak veya yaslanarak oturan bir kimsenin huzuruna o yanında bağdaş kurduğu adamın hizmetçisi girdiğinde kalkıp güzel oturursa, onun bu hareketi, hizmetkârı efendisinden üstün tutmak ve efendi ile istihza etmek demektir. İşte mürainin (riyakârın) cemaat içinde güzel namaz kılıp, yalnızken bu şekilde namaz kılması da böyledir. Zekâtını düşük paralar (müellifin zamanına mahsus bir durumdur) veya hububattan veren, fakat kendisini kontrol eden biri olduğunda onun kınamasından korkarak iyisinden verenin hali de böyledir. Halk korkusundan oruç tutan, dilini gıybet ve fâhiş konuşmaktan koruyan bir kimsenin -eğer bunu oruç ibâdetinin mükemmel olması için yapmazsa- hali de budur. Bu da riyanın mahzurlu kısmına girer. Çünkü burada yaratıklar, yaradandan daha önemli kabul edilmişlerdir. Fakat ibâdetlerin temelleriyle riyakârlık yapmaktan tehlike yönünden daha hafiftir. Eğer riyakâr 'Ben bunları halkın dilini gıybetten korumak için öyle yaptım. Çünkü benim rükûu ve secdeyi hafif geçiştirdiğimi veya fazla sağa-sola baktığımı gördükleri takdirde ağızlarını gıybet için açarlar. Ben ise, onları bu günahlardan korumak istedim' dese, cevap olarak ona denir ki: Bu düşüncen şeytanın bir hilesi ve kandırmasıdır. Durum hiç de senin düşündüğün gibi değildir. Çünkü namazının eksik olmasından doğan zarar, başkasının gıybetinden neşet eden zarardan daha büyük ve kabarıktır. Eğer dediğin gibi, seni buna sevkeden dindarlık olsaydı, muhakkak kendi nefsine şefkatin daha fazla olurdu. Senin buradaki durumun, hediyelere nail olsun diye, cariyesini bir padişaha verenin durumu gibidir. Bu adam âzaları kesik, yüzü çirkin ve gözleri kör olan cariyesini padişaha hediye eder. Fakat padişahın yanında bir kısım hizmetkârlar olduğunda, onların zemmetmesinden korkarak cariyeyi vermekten imtina eder. Bu durum elbette muhaldir. Çünkü padişahın hizmetçisini gözetenin elbette padişahı daha fazla gözetmesi lâzımdır.
Evet! Riyakârın burada iki hali vardır:
Birinci hâl: Riyakârlığıyla halk nezdinde övülmeyi ve büyük mevkî sahibi olmayı istemesidir. Bu kesinlikle haramdır.
ikinci hâl: Rükû ve secdenin güzel yapılmasında ihlâsı değil, fakat 'Eğer hafif yapsam, Allah katında namazım eksik olur. Halk gıybetimi yapmak ve aleyhimde bulunmak suretiyle bana eziyet verir. Bu bakımdan görünür tarafı güzelce yapmak suretiyle onların aleyhimde konuşmalarından kurtulur, herhangi bir sevap da ummam. Oysa böyle yapmam, namazın zâhirî güzelliğini terk edip hem sevabın elimden kaçmasından hem de halkın aleyhimde konuşmasından daha hayırlıdır' demesidir.
Burada biraz düşünmek gerekir. Sıhhatli fetva şudur:
Kişinin üzerine farz olan, hem namazını güzel kılmak, hem de ihlâslı yapmaktır. Eğer bu hususta niyeti teminden aciz ise, tek başına bulunduğundaki âdetine devam etmelidir. Hiçbir zaman halkın zemmini, Allah'ın tâat ve ibâdetiyle riyakârlık etmek suretiyle bertaraf etmesi uygun değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi böyle yapmak, ibâdetle oynamaktır.
İkinci Derece: Terkinde herhangi bir eksiklik sözkonusu olmayan ancak ibâdetin tamamlayıcısı hükmünde olan şeyin yapılmasıyla riyakârlık yapmaktır. Rükû, secde ve kıyamı uzatmak, namazdaki hareketleri güzelce yapmak, elleri kaldırmak, birinci tekbiri (tahrim tekbirini) aceleyle almak, îtidali (rükûdan sonraki kalkışı) güzelleştirmek, mûtadı olan sûreden fazlasını okumak gibi. . .
Ramazan orucunda fazla halvete girmek ve uzun zaman susmak da böyledir. Zekâtta en güzel malı, güzelin yerine vermek, kefaret için pahalı köleyi âzad etmek de böyledir. Bütün bunlar, eğer tek başına kalırsa yapmayacağı şeylerdir.
Üçüncü Derece: Nafile ibâdetleri fazla yapmakla riya ve gösteriş yapmasıdır. Cemaat gelmeden mescide gitmesi, ön safa geçmesi, imamın sağına yönelmesi ve benzerleri gibi. Allah bilir eğer tek başına olsaydı, nerede duracağı, ne zaman namaza başlayacağı pek umurunda olmazdı. Bütün bunlar kendisiyle riya yapılan şeylere göre değişir. Bazısı bazısından daha şiddetlidir.
Üçüncü Rükün
Kendisi için riya yapılandır. Şüphesiz riyakârın bir hedefi vardır. Bunun da üç derecesi vardır.
Birinci Derece: Derecelerin en şiddetlisi ye en tehlikelisi olan birinci derece, bir günahı işlemiş olmasıdır. İbâdetiyle riyakârlık yapmak, şüphelileri yememek, fazla nafile kılmakla takva gösterisi yapan kimse gibi. . . Bu kimsenin gayesi, güvenilir görünmek, dolayısıyla kadılık, vakıflar, vasiyetler veya yetim mallarına bakmak vazifesine tayin edilmek ve doya doya onlardan yemektir veya kendisine zekât ve sadakaların teslim edilmesi, ele geçirdiği zekât ve sadakalardan istediğini faydalandırması veya kendisine emanetlerin teslim edilmesidir. Onları alıp inkâr etsin veya hac yolunda infak edilen mallar kendine teslim edilsin ki bir kısmını veya tamamını kendisine ayırsın veya o mal ile hacıları kendisine bağlamış olsun, onların kuvvetleriyle de kötü amaçlarına varsın!
Bazıları de bazen mutasavvıf kisvesini, bazen korku hâlini gösterir. Va'z ve irşad yoluyla hikmetli söz söyler. Oysa maksadı bir kadına veya tüysüz bir çocuğa kendisini sevdirmek ve onunla çirkin şeyler yapmaktır. Bazen de maksadları çocukları ve kadınları seyretmek olduğu için, ilim, va'z ve Kur'ân halkalarına iştirak ederler. Kur'ân ve ilim öğrenmeye tâlib olduklarını belirtirler veya yolculukta kadın veya tüysüz çocukları elde etmek için hac seferine katılırlar! Bunlar Allah katında riyakârların en iğrencidirler.
Çünkü rablerinin ibâdetini günahlarına merdiven yapmışlardır. Fâsıklıklarında sermaye edinip ticaret aleti yapmışlardır.
Yapmış olduğu ve itham edildiği halde ısrar edip o töhmeti kendinden uzaklaştırmak ve takva sahibi olduğunu göstermek isteyen kişi, her ne kadar bunlar kadar değilse de bunlara yakındır! Bir emaneti inkâr eden ve bu günahı ile itham edilen bir kimse gibi. . . Bu kimse 'Kendi malını sadaka veriyor' denilsin diye, o inkâr ettiği emaneti sadaka verir! Acaba bu adam nasıl başkasının malını helâl sayar?
Bir kadın veya tüysüz bir oğlanla çirkin ilişkide bulunmakla itham edilen ve bu duruma üzüldüğünü göstererek, takvalı olduğunu belirterek bu töhmeti defetmeye çalışanın durumu da böyledir.
ikinci Derece: Mübah bir mertebeye varmak, bir malı elde etmek veya güzel bir kadınla evlenmektir.
Kadınlar kendisiyle evlenmeye tâlib olsun ve kendisine bol bol ihsanlar yapılsın diye üzüldüğünü belirten, va'z ve irşadla meşgul olan kimse gibi. . . Bu kimse ya belli bir kadınla evlenmek için böyle yapar veya soylu bir kadınla evlenmeyi arzu eder. Alim ve âbid bir kimsenin kızıyla evlenmek isteyen ve kızını kendisine versin diye ilim ve ibâdete karşı rağbetinin olduğunu söyleyen kimse gibi. . . Bu mahzurlu bir riyadır. Çünkü ibadetle dünya malını kasdetmektedir. Fakat bu riya bir öncekinden daha hafiftir. Çünkü bu kısımda kastedilen şey esasında mübahtır.
Üçüncü Derece: Bir mertebeye varmayı, mal elde etmeyi veya evlenmeyi kasdetmez. Fakat kendisine kem gözle bakılmasın diye ibâdetini anlatır. Bunu da avamdan sayılıp havas ve zâhidler sınıfından sayılmayacağı korkusundan yapar.
Acele yürüyüp, halkın kendisine 'bu vâkar ehlinden değil, unutkanlık veya hevâ ehlidir' demesinden korkarak çabuk yürümeyi bırakıp yavaş yürüyen kimse gibi. . . Eğer güldüğünde veya şaka yaptığında istiğfar ederse derin nefes alıp üzüntüsünü belirtirse ve 'Âdem oğlunun nefsinden gafleti ne kadar da fazladır' derse, Allah bilir eğer tenhada bulunsaydı bu durum kendisine ağır gelmezdi. Böyle davranmanın hükmü de yukarıda geçtiği gibidir. Çünkü korkusu, hakir görüleceğinden kaynaklanır.
Teravih veya teheccüd (gece) namazı kılan, perşembe ve pazartesi günleri oruç tutan veya sadaka veren bir cemaati gördüğünde tembelliğe nisbet edilip halk tabakasından sayılacağı korkusuyla onlara uyan kimsenin durumu da böyledir. Eğer tek başına kalırsa, hiçbir şey yapmaz. Aşure veya Arefe veya Haram aylarda susadığı halde halkın oruçsuz olduğunu bilmesinler diye su içemeyen kimse gibi. . .
Halk onun oruçlu olduğunu zannettiği zaman, bu zanları için yemez veya yemeğe dâvet edildiğinde oruçlu olduğu sanılsın diye yemekten imtina eder.
Bazen 'Ben oruçsuzum' demez, fakat 'Benim özrüm vardır' der. Böyle söylemesi iki çirkini bir araya getirmek demektir. Çünkü kendisini oruçlu gösterir. Sonra riyakâr olmayıp ihlâslı olduğunu zannettirip ibâdetin gizli olması gerektiğini savunur. Sonra suya ihtiyaç duyduğunda açıkça ve işaretle özür belirtmekten ve şiddetli susamaya yol açan aynı zamanda oruç tutmamaya ruhsat veren bir hastalığı ileri sürer veya Talanın kalbini hoşnud etmek için orucumu bozdum' der. Sonra bu söylediklerini de arka arkaya söylemez ki riyakârlık yapıyor veya özür diliyor zannedilmesin. Aksine bekler, sonra bir hikâye biçiminde özrünü arzeder! Şöyle demesi gibi: 'Filân zat, ihvanını pek sever, ihvanın yemeğinden yemesini ister. Bugün bana çok ısrar ettiği için kalbini kıramadım' veya şöyle demesi gibi: 'muhakkak annem zayıf kalpli bir kadındır. Benim için pek müşfiktir. Ben, bir gün oruç tutsam hasta olmamdan korkar. Bu bakımdan orucuma mâni olur'.
Bu ve bunun benzeri sözler riya alâmetleridir. Dile riya, ancak damarı kalpte yerleştiği için gelir. Muhlis bir kimse ise, halkın kendisine nasıl ve hangi gözle baktığına aldırmaz; eğer oruca rağbeti yoksa başkaları için özürler beyan etmez. Allah da onun bu arzusunu görmektedir. Bu bakımdan Allah'ın ilmine muhalefet eden herhangi bir (yapmacık) hareket, telbis ve riyanın kendisinden sâdır olmasını istemez. Eğer Allah için oruç tutmaya bir rağbeti varsa, bunu Allah'ın bilmesiyle yetinir ve başkasını Allah'a ortak koşmaz.
Bazen kalbine 'Belirtirsem başkasına örnek olurum' fikri gelir. Fakat bu fikirde hile ve aldanış vardır. Bunun izahı ileride gelecektir.
işte bunlar riyanın dereceleri ve riyakârların sınıflarıdır. Hepsi de Allah'ın gazabı altındadırlar. Bu ise helâk edicilerin en şiddetlisidir. Şiddetli olması şundandır ki içinde karınca izinden daha gizli şaibeler vardır. Nitekim bu husus haberde vârid olmuştur. 46 Kalplerin tehlikelerini, dilin âfetlerini bilmeyen cahil âbidler bir yana, burada güzide âlimlerin bile ayağı kayar! Allah en doğrusunu bilir.
45) Daha önce geçmişti.
46) İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (Ebû Musa el-Eş'arî'nin 'Bu şirkten sakının! Çünkü o, karıncanın izinden daha gizlidir' hadîsinden)
DÜNYEVİ MERTEBELERE DÜŞKÜNLÜĞÜN VE RİYAKÂRLIĞIN KÖTÜLÜĞÜ konusu devamı;