İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | DÜNYEVİ MERTEBELERE DÜŞKÜNLÜĞÜN VE RİYAKÂRLIĞIN KÖTÜLÜĞÜ 2

 Giriş

 

4. Karınca'nın Ayak Sesinden Daha Gizli Olan Riya

Riya'nın gizli ve açık olmak üzere, iki kısım olduğunu bil! Açık riya, insanı ibâdete,-sevab ve ecir kastı olmaksızın- teşvik eden riyadırBu kısım, riyanın en açığıdır.

Bundan az daha gizli olan riya, tek başına insanı ibâdete sevk etmezAncak kendisiyle Allah'ın rızasının irade edildiği ibadet, bu tür riya yüzünden kolaylaşırHer gece teheccüd namazını kılmayı âdet edinen ve bu namazın kendisine ağır geldiği kimse gibi. . . Bu kimseye misafir geldiğinde teheccüd namazına can atarcasına kalkar ve kalkması kendine hafif gelirBilir ki eğer sevabı ümit etmesi olmasaydı, sadece misafirlerin görmesi için kalkıp namaz kılmazdı.

Amele tesir etmeyen, hatta kolaylaştırmak hususunda da bir tesiri olmayan riya çeşidi, bundan daha gizlidirFakat bu tür riya, bütün bunlarla beraber kalpte gizli bulunurİbâdete teşvik etmediği ancak alâmetlerle bilinirRiyanın en açık alâmeti, halkın ibâdetine muttali olmasına sevinmesidirBu bakımdan çok kul vardır ki halis ibâdet yapar, riyaya inanmaz, ondan nefret ederBöylece de amelini tamamlarFakat halk, amellerine muttali olduğu zaman memnun olur, rahat ederBu durum, onun kalbinden ibâdetin yorgunluğunu giderir.

Bu sevgi, gizli riyanın varlığını bildirirSevgi ondan sızarEğer kalbin halka iltifatı olmasaydı, onların ibâdetine muttali olmaları onu sevindirmezdiAteşin taşta saklı olması gibi, riya da kalpte saklıdırBundandır ki halkın muttali olması, onda ferah ve sevinmeyi meydana çıkarır.

Sonra halkın iltifatı ile sevinme zevkini hissettiğinde, bu durumdan hoşlanmadığını göstermezse bu sevgi riyanın gizli damarının gıdası olur! Öyle ki o damarı, kendi nefsinin aleyhinde gizlice harekete geçer ve târiz yoluyla ibâdetine muttali kılıcı bir sebebin ortaya çıkıp kendisini zorlamasını ister, her ne kadar açıkça konuşmaya kendisini dâvet etmese de arzetmek yönünden konuşmak isterBazen de ne târiz, ne de açık konuşmaya çağırmayacak kadar gizli olup ancak takvaya delâlet eden vasıtalarla bilinir: Zayıflığın, sararmanın belirtilmesi, sesin alçalması, dudakların paslanması, tükrüğün kuruması, gözyaşlarının eserleri ve uzunca gece namazı kıldığında uyuklamanın galebe çalması gibi. . . Bu tür riyadan daha gizli bir çeşidi daha vardırBu o kadar gizlidir ki kişi kimsenin ameline muttali olmasını istemezİbâdetinin bilinmesiyle sevinmezFakat bununla beraber halkı gördüğünde kendisine selâm vermelerini umarOnu güler yüzle karşılayıp hürmet ve tâzimde bulunsunlar, kendisini övsünler, ihtiyaçlarına koşsunlar, alışverişte müsamaha göstersinler, mecliste yer versinler isterEğer bu hususlarda kusur eden biri çıkarsa, kalbine ağır gelirO adamın kalbinden uzaklaştığını hisseder! Sanki sakladığı ve kimseyi muttali kılmadığı ibâdetiyle beraber halkın hürmet etmesini isterÇünkü eğer daha önce bu ibâdeti yapmamış olsaydı, halkın kendisine hürmet etmelerini istemez, hakkında kusur edenleri uzak saymazdı.

Umumî Bir Kaide

Halk ile ilgili hususlarda ibâdetin varlığı, yokluğu gibi olmadıkça, âbid, Allah'ın ilmi ve bilgisiyle iktifa etmemiştirKarıncanın izinden daha gizli olan riya kokusundan uzak değildirBütün bu riya çeşitleri ecri yakıp kül etmeye yaklaşırBundan ancak sıddîklar kurtulur.

Hazret-i Ali'den gelen rivâyette şöyle denilmiştir: 'Kıyâmette Allahü teâlâ, âlimlere 'Sizin için mallar ucuza verilmez miydi? Size selâm verilmez miydi? Sizin ihtiyaçlarınız halk tarafından görülmez miydi?' der.

Sizin (bugün) ecriniz yokturÇünkü siz ecirlerinizi tastamam aldınız!47

Abdullah bMübarek, Vehb b. Münebbih'ten şöyle rivâyet eder: Seyyahlardan bir kişi, arkadaşlarına 'Biz ancak tuğyandan (günahtan) korktuğumuz için mal ve evlatlardan ayrıldıkOysa bu işimizde mal ve çoluk çocuk sahiplerinin başına gelen tehlikeden daha fazlasının bizim başımıza gelmesinden korkarızŞöyle ki, birimiz başkasıyla karşılaştığında dindarlığından dolayı hürmet görmek isterBir ihtiyacını arzettiğinde dindarlığından ötürü görülmesini isterBirşey satın aldığında dindarlığından ötürü ucuz vermelerini ister' dediBu haberleri, padişahın kulağına gittiğinde halktan bir cemaatle onları karşılamaya geldiÖyleki dağ-ova insanlarla doldu.

Seyyah 'Bu nedir?' dediDenildi ki: 'Bu padişahtırSeni karşılamaya geldi'Bunun üzerine seyyah, hizmetçisine 'Bana bir yemek getir' dediHizmetçi kendisine tere otu, zeytinyağı ile 'kelûbuşşecer' denilen ağaç özünden yapılan bir yemek getirdiBaşladı ağzının iki tarafını doldura doldura ve aceleyle hırslı hırslı yemeye. . .

Padişah 'Sizin arkadaşınız nerede?' diye sorunca 'İşte budur!' dedilerPadişah 'Nasılsın?' dediSeyyah 'Halk gibiyim!' (Başka bir rivâyette: 'Hayır ve âfiyetteyim!') dediPadişah 'Senin yanında hayır yoktur!' deyip onun yanından ayrıldıPadişahın ayrıldığını görünce, seyyah şunları söyledi: 'Seni benden, aleyhimde olduğun halde uzaklaştıran Allah'a hamd u senâlar olsun'.

Muhlisler daima gizli riyadan korkmuşlardırBunun için de sâlih amellerinden insanlara bahsetmemişler, fâhiş hareketlerini gizlemekten daha fazla iyiliğini gizlemeye gayret etmişlerdirBütün bunları, halktan salih amellerini gizleyip, riyadan kurtulmak, kıyâmet gününde halkın gözü önünde Allah tarafından mükâfatlandırılmak için yapmışlardırZira Allah'ın kıyâmette ancak riyadan hâlis olanı kabul ettiğini bilirlerBilirler ki kıyâmette şiddetli ihtiyaçları ve fakirlikleri vardırKıyâmetin mal ve evladın fayda vermediği bir gün olması da malûmlarıdırO gün hiçbir baba evladının yerine ceza görmezSıddîklar ancak kendi nefisleriyle meşguldürlerHer biri 'Nefsim, nefsim' diye feryad ederBaşkasına nasıl sahip çıkabilirler?

Riyadan kaçanlar, Kâbe'nin ziyaretine gitmek isteyen hacılar gibidirBu hacılar, Kâbe'ye gitmek istedikleri zaman, beraberlerinde Mağrib veya Mısır'ın hâlis altınlarını alırlarÇünkü çölde yaşayan göçebeler katında, hâlis altından başka şeyin geçerli olmadığını bilirlerÇölde şiddetli ihtiyaç vardırSığınılacak vatan, el tutacak akraba da yokturBu bakımdan kişiyi ancak hâlis altın kurtarır.

Kıyâmet gününde kalp erbabı da böyle görülürlerBeraberlerinde götürdükleri takva azığı da böyle müşahede' edilirÇünkü gizli riyanın kokuları sayılmayacak kadar çoktur.

Ne zaman ibâdetine, bir hayvanla bir insanın muttali olması arasında fark görürse, o ibâdette riyadan bir şaibe vardırÇünkü kişi tamahını ve ümidini hayvanlardan kestiği için ibâdetinde hayvanın veya süt emen çocukların orada bulunup bulunmaması onun için önemli değildirHareketine muttali olup-olmadıkları umurunda değildirEğer muhlis olup Allah'ın ilim ve kelimesiyle kanaat ederse, çocukları ve delileri bu hususta hakir gördüğü gibi akıllıları da (sadece bu hususta) hakir görmesi gerekirHayvanlar, mecnunlar ve çocukların kendisine rızık vermeye, fazla sevap veya fazla ceza tatbik etmeye muktedir olmadıkları gibi, akıllı olanların da bunlara kudretlerinin yetmediğini bilmelidirBunu hissetmiyorsa muhakkak kendisinde gizli bir riya kokusu vardır ve her riya kokusu amelleri yakıcı değildirAmeli ifsad edici olamazBu hususta tafsilât gelecek fasıldadır.

Soru: Hiç kimseyi görmüyoruz ki onun ibâdet ve taatine muttali olunduğunda sevinmesinO halde bu sevginin tamamı mı kötüdür veya bir kısmı mı, yoksa bir kısmı da güzel midir?

Cevap: Bilinmelidir ki her sürur (sevinç) kötü değildirSevgi ve sürur, güzel ve çirkin diye iki kısma ayrılır.

Bir

Güzel olan sevince gelince, birinci kısım, gayesi taat ve ibâdetini gizlemek ve Allah için yapmaktırFakat halk ibâdetine muttali olduğunda, Allahü teâlâ'nın onları muttali ettiğini düşünürOnun güzel ahlâkını belirttiğini, bununla Allah'ın kendisine reva gördüğü iyiliğine ve iltifatına istidlâl ederÇünkü kendisi hem ibâdetini, hem de günahını gizledikten sonra, Allah günahını örtmüş veya ibadetini göstermiştirGüzeli belirtmek ve çirkini örtmekten daha büyük bir lûtuf olur mu? Bu bakımdan sevgisi, halkın övgüsü ve kalplerindeki mertebesinden değil, aksine Allah'ın güzel lûtfundandır.

De ki: 'Allah'ın ihsanı ve rahmetiyle, (evet) ancak bununla ferahlansınlar, bu onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır'. (Yunus/58)

Sanki Allah katında makbul olduğunu görmüş de bundan ötürü sevinmektedir.

İki

İkinci kısım, Allah'ın dünyada günahını örtmesi ve iyiliğini açıklamasıyla, âhirette de böyle bir muameleye mazhar olacağına yorumlamasıdır.

Allah dünyada kulun bir günahını örterse, âhirette de o günahı örter.

Bu bakımdan birinci kısımdaki sevgi geleceğe bakmadan, hâli hâzırdaki makbul olmasının mülâhazasından gelmektedirBu derecedeki sevinç ise, geleceğe bakmaktan ileri gelmektedir.

Üç

Üçüncü kısım, ibâdetine muttali olanların bu hususta kendisine uymaya rağbet ve isteklerinin arttığını zannetmesi ve dolayısıyla ecrinin arttığına sevinmesidirBu bakımdan kendisine, sonunda açıkladığının ecri ile önceden kasdettiğinin gizlilik ecri vardır.

Bir ibâdette önder olan kimseye, kendisine o hususta uyanların sevabları kadar sevab vardırHem de onların sevabından birşey eksilmeden. . . Böyle büyük bir ecri ümit edenin sevinmesi yerindedirÇünkü şüphesiz karın karinelerinin belirmesi, zevklenmeyi ve sevinmeyi gerektirir.

Dört

Dördüncü kısım, ibâdetine muttali olanların, kendisine ibâdetinden dolayı teşekkür etmeleridirBu teşekkürde Allah'a itâat edip, Allah'a itâat edene kalben meylettiklerinden ötürü sevinme vardırÇünkü ehl-i îmandan bir grup vardır ki taat ehlini gördüklerinde buğz ve hased eder ve aleyhinde bulunup kendisiyle istihzâ eder veya riya ile itham ederOnu ibâdeti sebebiyle övmezÖyleyse bu sevinmesi Allah'ın kullarının güzel imanından ötürü gelen bir sevgidir.

Beş

Kötü olan beşinci kısma gelince, bu halkın kalbinde büyüklüğünün yerleşmesinden ötürü sevinmesidirÖyle yerleşmiştir ki kendisini medhederler, büyütürler, ihtiyaçlarını görürlerGeldiğinde ve gittiğinde ona ikram ve i'zazda bulunurlarBu kısım mekruh ve kötüdür!

Allah en doğrusunu bilir!

47) Beyhâkî, (Ebû Hüreyre'den)

5. Açık ve Gizli Riya'nın Ameli Zayi Eden ve Etmeyen Kısımları

Biz bu hususta deriz ki kul, ibâdetini ihlâs temeli üzerine bina ettiği zaman, sonra gelen bir arıza ile riya yaparsa bu durum ya amelin bitiminden sonra veya önce olurEğer bitiminden sonra izhar etmeksizin sadece bir sevgi zuhura gelirse, bu sevgi ameli ifsad etmezÇünkü amel, daha önce riyadan temiz olarak tamam olmuşturOndan sonra olanın onda menfî bir tesir etmemesi umulurHele kul bunu zoraki bir şekilde belirtmediği, bununla konuşmadığı, halk arasında belirmesini ve kendisiyle konuşmalarını temenni etmediği takdirde hiçbir şey olmazAksine Allahü teâlâ'nın belirtmesiyle tevâfukan bilinmiştirKulun müdahalesi, kalbine giren sevgiden başka birşey değildirEvet! Ameli riyasız tamam olursa, fakat ondan sonra ameli belirtmek iştiyâkı kendisinde belirirse ve amelini söyleyip izhar ederse, bu durumdan korkulur! Eser ve haberlerde böyle yapmanın ameli yakıcı olduğu vârid olmuşturÇünkü İbn Mes'ûd 'Ben dün Bakara sûresini okudum' diyen bir kimseyi dinledikten sonra 'Onun böyle demesi, sevabını yok etti ve yaktı' demiştir.

Hazret-i Peygamber 'Ben bütün sene oruç tuttum' diyen bir kişiye 'Sen ne oruç tutmuş, ne de iftar etmişsin'48 buyurmuştur.

Seleften bazıları, Hazret-i Peygamber'in böyle söylemesini, kişinin ibâdetini izhar edip göstermesinden ileri geldiğine hamletmişlerdirÖte taraftan 'Bu hadîs, bütün senenin oruçla geçmesinin kerih olduğuna işarettir' denilmiştir.

Hangi mânâya hamledilirse edilsin, Hazret-i Peygamber'in de İbn Mes'ûd'un da böyle demesi delâlet eder ki kişinin kalbi ibâdet anında riyanın kasdedilmesinden boş değildirÇünkü o ibâdet hakkında konuşması da buna delâlet eder; zira ibâdetten sonra, eğer ibâdet anında riya kasdı yoksa, meydana gelenin, amelin sevabını iptal etme ihtimali uzaktırEn mâkulü şöyle demektir: Bu kişi, geçmiş ibâdetinden dolayı sevap sahibidirİbadetten sonra ibadetle yaptığı gösterişten ötürü muâhaze edilirDaha namaz bitmeden riyaya kayan niyeti tam bunun hilâfınadır; zira bu değişme bazen namazı bozar, ameli yakar.

Namazı ihlâs ile kıldığı halde ortasında ansızın gelen riyaya gelince, bu riya amele tesir etmeyen mücerred bir sürurdur veya amele teşvik eden bir riyadırEğer ibâdete teşvik eden riya ise ve ibâdet de onunla sona ermişse ecri yanmıştırMesela nafile ibâdetin içinde iken kendisine bahçe görünür veya padişahlardan biri (maiyetiyle beraber) hazır olursa, namazda olanın da onlara bakmaya canı çeker veya malından unuttuğu birşeyi hatırlar da onu elde etmeyi isterse ve eğer halk olmasaydı namazını yarıda keserek o işleri görecek bir durumdaysa, kıldığı namaz da farz namaz ise iade etmek gerekirNitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Amel kab gibidirÖncesi (altı) güzelse sonu (üstü) de güzel olur49

Yani sonuca bakılır.

Bir saat ameliyle gösteriş yapanın daha önce olan ameli (ecri) yanar50

Bu hüküm, bu şekilde kılınan namaz üzerine hamledilirSadaka vermek ve Kur'ân okumak üzerine hamledilmezÇünkü bunların her cüz'ü tek başınadırBu bakımdan gelen riya, kalanı ifsad eder, geçeni değilHac ile oruc da namaz gibidir.

Riyanın gelmesinin, ibâdeti sevab için tamamlama kasdına mâni olmadığı cihete gelince, bu da tam namazın içinde iken bir cemaatin gelip orada hazır bulunması, onun orada bulunmalarından sevinip riyakârlık yapması, onlar görsünler diye namazını güzelleştirmeyi kasdetmesi gibidirEğer onlar gelmeseydiler yine de tamamlardıBu riya, amelde menfi tesir eden bir riyadırHareketlerin meydana gelmesini teşvik etmiştirEğer ibâdet kasdı ve sevabı isteme hissini yok edip ortadan kaldıracak derecede galebe çalarsa, ibâdetin kasdı riyada kaybolurcasına silinirse, bunun da ibâdeti ifsad etmesi gerekirEğer bu minval üzere ibâdetin rükünlerinden biri geçerse. . . Çünkü tekbir safhasında olan niyetle -eğer onu mağlup eden bir sebep olmamışsa- iktifa ediyoruz.

Şöyle demek de muhtemeldirAkd haline ve sevab aslının kasdedilmesinin var olduğuna nazaran her ne kadar bu akid daha galip bir kasdın hücumuyla zayıf düşmüşse de ibâdeti ifsad olmaz.

Haris el-Muhasibî, bundan daha hafif olan bir işte amelin yok olduğunu savunarak er-Riaye adlı kitabında şöyle der:

Sadece insanların muttali olmalarını irade ettiğinde; yani makam ve mansıb sevgisi gibi bir sevgi kasteden insan hakkında halk ihtilâf etmiştir: Bir gruba göre, bu durum ameli yakarÇünkü bu kimse ilk samimiyeti nakzetmiş daha amelini ihlâsla tamamlamadan, insanların övgüsüne yönelmiştir! Oysa amel ancak neticesiyle tamama erer.

Ben şahsen bu takdirde amelinin yanmasına kesinlikle hükmetmemHer ne kadar amelin fazlalaşmayacağına kani ve her ne kadar bu amelden emin değilsem deHalk bu hususta ihtilâf ettiğinde ben şahsen duraklarımFakat benim kalbime galip gelen şudur: Eğer amelini riya ile sonuçlandırırsa ameli yanar!

Eğer "Hasan-ı Basrî onların iki hâl olduğunu, birincisi Allah için olursa, ikincisinin ona zarar vermediğini söylemiştir" denirse, şöyle deriz: Rivâyet ediliyor ki, bir kişi Hazret-i Peygamber'e 'Ben amelimi gizlerim, kimsenin muttali olmasını istemem, fakat bilinirse bu beni sevindirir!' dediğinde, cevap olarak Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demiştir:

Sana iki ecir vardır: (Biri) gizlemenin ecri (diğeri) açığa çıkmanın ecri!51

Hasan-ı Basrî'ye gelince, o 'zarar vermez' sözüyle 'ınadem o, Allah'ı murad ediyor, o halde amelini terketmez ve tehlike kendisine zarar vermez' demek istiyor; zira Hasan-ı Basrî 'İhlâstan sonra riya yaptığında ona zarar yoktur' dememiştir.

Hadîse gelince, el-Muhâsibî onun hakkında uzun bir konuşma yapmıştırO konuşmanın özeti üç vecihte anlatılabilir.

Birinci Vecih: İhtimaldir ki kişi, bittikten sonra amelinin görünmesini kasdetmiştirÇünkü hadîste, daha ameli bitmeden önce bu durumun olduğuna delâlet eden bir emare yoktur.

İkinci Vecih: Kişi, bu hususta başkasının kendisine uymasından veya başkasının -daha önce zikrettiğimiz gibi- güzel sevincinden dolayı sevinmeyi kasdederÖvüleceğinden ve halk gözünde büyüyeceğinden ötürü sevinmeyi kasdediyor değildirBunu kasdetmediğinin delili Hazret-i Peygamber'in sevgisinden ötürü kişiye iki ecrinin olduğunu haber vermesidirOysa ümmetin hiçbir âlimi yoktur ki halkın övgüsünden dolayı sevinenin ecir sahibi olduğunu savunsun! Böyle bir kimseye en fazla verilen nimet, affa ve müsamahaya mazhar olmasıdırAcaba nasıl olur muhlis bir kimsenin bir ecri, riyakârın da iki ecri olur?

Üçüncü Vecih: Adı geçen hadîsi rivâyet edenlerin çoğu, onun (senedini) Ebû Hüreyre'ye ulaştırmadan rivâyet ederlerHatta çoğu Ebû Salih'de durdururBazıları da (Ebû Hüreyre'ye kadar senedini ulaştırarak) refederO halde riya hakkında umumî olarak vârid olan hadîslerle hükmetmek daha evlâdır.

Muhasibî'nin sözleri burada bitmektedirMuhasibi, bu hususta kesin konuşmamış, fakat bu sevinmenin ameli yok ettiği görüşüne meylettiğini izhar etmiştir.

Bize göre, kıyasta en uygunu şudur: Bu kadar sevinme -eğer eseri amelde görünmezse- amel dinî bir telkinden ileri geliyorsa, başkasının onu görme sevinci (tesir etmeksizin) ona eklenmişse ameli ifsad etmezÇünkü bu sevinçle niyetinin esası yok olmamıştırAksine o niyet hâlâ ibâdet etmeye onu teşvik etmekte ve tamamlamaya onu zorlamaktadır.

Riya hakkında vârid olan haberler ise, sadece ameli halkın görüp takdir etmesini istemek hususuna hamledilir.

Şirk (riyanın şirk olması keyfiyeti) hakkında vârid olan hadîsler ve hükümler ise, riyanın kasdı, sevabın kasdına eşit veya daha fazla olduğu zamana hamledilirEğer riyanın kasdı sevabın kasdedilmesinden daha zayıfsa, bu takdirde sadakanın ve diğer amellerin sevabı tamamen yanmazNamazı ifsad ettiğini sanmak uygun değildirÇünkü bütün bunlarda riya kasdı zayıftır.

Şöyle demek de uzak bir ihtimal değildir: Kişiye gereken namaz, sadece Allah'ın rızası için kılınan namazdırBu namaz ise içine hiçbir şey karışmayan namazdırBu bakımdan bu durumda kişi, namaz kılmış sayılmazOysa bu hususta ilim Allah'ın katındadır.

Biz İhlâs bölümünde buradaki konuşmadan daha mufassal bir konuşma îrad etmiştikİşte bu hüküm, ibâdet akdinden sonra olan riyanın hükmüdürBu riya ya kişi ibâdetten başlamadan önce veya başladıktan sonra meydana gelir.

Üçüncü Kısım

İbâdetle beraber olan üçüncü kısım şudur: Namaza riya maksadıyla başlarSelâm verinceye kadar -eğer buna devam ederse-günahkâr olurBu namazı kılmıştır ama namazına itibar yokturEğer namaz esnasında pişman olur, günahının affını talep eder, daha ibâdet tamam olmadan önce dönüş yaparsa, kendisine lâzım gelen hakkında üç vecih vardır:

1Bir grup 'Riya kasdı ile beraber namazı akdolunmaz, o halde yeniden kılmalıdır' der.

2Başka bir grup 'Kendisine rükû ve secde gibi fiillerin iadesi gerekirFiilleri ifsad olur, fakat namaz için getirdiği tahrim tekbiri bozulmazÇünkü tahrim tekbiri almak bir akiddirRiyâ ise, kalpte bir vesvesedirTahrim tekbirini, akid olmaktan çıkarmaz'

der.

3Başka bir grup da şöyle demiştir: 'Hiçbir şeyin iadesi lâzım gelmezAksine kalbiyle affedilmesi talebinde bulunmalıdırİbâdetini ihlâs üzere tam yapmalıdırİtibar ibâdetin sonucunadırNitekim ihlâsla başlayıp riya ile sonuçlandırdığında amelini ifsad ettiği gibi!

Bunu bir beyaz elbiseye benzetmişlerdirO elbise, ârızî bir pislikle pislendiğinde, o sonradan gelen pislik giderildiği zaman aslına dönüşürDemişlerdir ki namaz, rükû ve secde Allah içindirEğer Allah'tan başkasına secde ederse muhakkak kâfir olurFakat (burada) gelip-geçen riya onunla iktiran etmiştir. Sonra o da pişman olması ve tevbe ile giderilmiştirÖyle bir duruma gelir ki halkın ne övmesine, ne de zemmetmesine perva ederBu bakımdan namazı sıhhatli olur.

İkinci ve üçüncü grupların mezhebi, gerçekten fıkhın kıyasından uzaktırHele 'Sadece rükû ve secdeyi tekrarlamak lâzımdırFakat tahrim tekbirini tekrarlamak gerekmez' diyenin sözü kıyasa hiç uymazÇünkü rükû ve secde doğru olmadığından namaz içinde fazladan yapılmış fiiller olurlarBu bakımdan namaz fâsid olur'Eğer ihlâsla namazını sonuçlandırırsa, namazı sahih olur; zira hüküm sonuca göredir' diyenin sözü de zayıftırÇünkü riya niyette menfî tesir yaparNiyetin hükümlerini gözetmek için en iyi vakit, iftitah (namaza giriş) tekbirini alma vaktidir.

Kıyasa göre doğru olan şöyle demektir: Eğer namaza teşvik edici sebebi, başlangıçta sadece riya ise, sevabın talebi ve ilâhî emrin imtisâli değilse, iftitah tekbiri olmamış olurBu bakımdan ondan sonraki de olmazBu öyle bir kimse hakkında düşünülür ki tek başına kaldığında namaz kılmazHalkı gördüğünde namaza tekbir getirip başlarÖyle ki elbisesi pis olsa bile halk için namaz kılarİşte bu namazda 'niyet' yokturÇünkü niyet, dinden gelen bir teşvike icabet etmekten ibarettirBurada ise ne teşvik, ne de icabet vardırEğer halkı görmediği takdirde namaz kılıyorsa halkı görünce onların övmesini de istiyorsa, dolayısıyla iki teşvik bir araya gelirse, bu durum ya sadaka ve Kur'ân okumak gibi, içinde tahlil ve tahrim olmayan (ibâdet) lerde olur veya namaz ve haccın akdinde olurSevabın teşvikçisi kendisini sadaka vermeye ittiğinde itaat etmiş olur:

Zira kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görür. (Zilzâl/7-8)

İyi niyetine göre sevap, kötü niyetine göre de ceza vardır, Hiçbiri diğerini yakmazEğer niyete giren bir fesadlıktan dolayı bozulacak bir namazda ise, o namaz ya farz veya nafile namazdırEğer nafile namazsa, onun hükmü sadakanın hükmü gibidirKalbinde iki teşvik edici bir araya geldiğinden dolayı bir yönden âsi olur, başka bir yönden de itâatkâr! 'Namazı fâsiddir, kendisine uymak bâtıldır' demek mümkün değildirHatta teravih namazını kılıp, halinin karinelerinden güzel okuduğunu göstermek suretiyle riyakârlık yaptığı tebeyyün ederse, eğer cemaat içinde olmasaydı, tek başına evde namaz kılmayacağı sözkonusu ise, arkasında namaz kılmak doğru değildirÇünkü bu raddeye gelmek, gerçekten uzak bir ihtimaldirAksine müslümanın sevap kasdıyle nafile namaz kıldığına inanmak gerekirBu bakımdan bu niyet itibariyle ibâdeti sahih olduğu gibi, kendisine uymak da doğru olurGünahkârlığına sebebiyet veren başka bir kasıd da onunla beraber bulunsa bile yine de böyledir.

Kişi farz ibâdetin içinde bulunduğunda, bu iki teşvik edici bir araya gelirse, hiçbiri tek başına iş gördürmez nitelikte, fakat tesir ancak birleşmelerinden ileri geliyorsa, bu durumda edâ edilen ibâdet, kişinin üzerine farz olan ibâdeti kaldıramaz, Çünkü farz olması, tek başına tesir etmemiştir.

Eğer her biri tek başına iş gördürecek nitelikte ise, -eğer riya olmasa dahi farzları muhakkak eda edecekse, farzın teşvik etmesi de olmasa, sadece riya için bir nafile ibâdeti yeni baştan yapması muhakkak ise- işte burası düşünülecek yerdirBurada çeşitli ihtimaller sözkonusudurŞöyle denilebilir: 'Farz olan, sadece Allah'ın rızası için kılınan namazdırOysa burada hâlis namaz edâ edilmemiştir'Yine şöyle denilebilir: 'Farz olan; tek başına tesir icra eden ve müstakil olan bir teşvikçi ile emri imtisal edip yerine getirmektirOysa böyle bir tesir edici de meydana gelmiştirBu bakımdan başka teşvikçinin bununla beraber bulunması, kişinin üzerinden farzın kalkmasına mâni değildirNitekim gasbedilen bir evde namaz kılınması gibi. . . Bu kişi namazını gasbedilen bir evde kıldığı için, her ne kadar âsî ise de namazın aslını edâ ettiği için farzı yerine getirmiştir'Oysa namazın esasına tesir eden geçici sebepler hususunda çeşitli ihtimaller vardır.

Riya'nın namazın aslında değil, sadece aceleyle edâ edilmesinde olduğu zamana gelince, cemaat hazır bulunduğunda acele edip namazı vaktin öncesinde kılan kişi, eğer tek başına kalsaydı vaktin sonunda kılacaktıEğer farz olmasaydı, sadece gösteriş için bir namaz ihdas etmezdi; İşte bu kimsenin namazının kesinlikle sıhhatli olduğuna ve kılınan namazla farzın yerine getirildiğine hükmedilirÇünkü namazın namaz olması hasebiyle teşvik edici esasıyla hiçbir şey burada muâraza etmemektedirAksine sadece vaktin tâyini cihetiyle muâraza vardırBu durum, niyete zarar vermekten pek uzaktırBu hüküm, amele teşvik edici riya hakkında vârid olmuşlar.

Halk tarafından görülmesinin kendisini sevindirip amelde herhangi bir tesir yapmadığı şekle gelince, bu riyanın namazı ifsad etmesi uzak bir ihtimaldirİşte fıkıha uygun olarak bunu müşahede ediyoruzMesele gayet girift ve zor olduğu içindir ki fâkihler fıkıhta ona değinmemişlerdirMeseleye girişenler ve tasarruf edenler, fıkıh kanunlarını mülahaza etmemişlerdirFâkihlerin namazın sıhhati ve ifsad olması hakkındaki fetvâlarının muktezasını dikkate almamışlardırAksine kalplerin tasfiyesine ve ihlasın talebine olan hırsları, kendilerini namazın en az bir ârızla bozulduğuna hükmetmeye zorlamıştırOysa bizim söylediğimiz kıyasa daha yakındırBu hususta ilim Allah katındadırGayb ve şehâdet âlimi O'durEsirgeyici ve bağışlayıcı da O!

48) Müslim

49) Daha önce geçmişti.

50) Irâkî bu ibâre ile görmediğini söylemektedir.

51) Beyhâkî, Tirmizî, İbn Hıbbân

6. Riya'nın Çaresi ve Kalbi Riyadan Temizlemenin

Geçen bahislerden anlaşıldı ki riya, amelleri yakıcı, Allah'ın nefretine sebep olan ve helâk edicilerin büyüklerinden bir tehlikedirBu vasıfta olan bir şeyi ciddî bir çalışma ile kaldırmaya gayret göstermelidirBu çalışma nefisle mücâhede nefse yüklenen zorluklara katlanmakla olsa dahi yapılmalıdırBu bakımdan şifa tiksindirici ve acı olan ilaçların içilmesiyle mümkündürBu ise, bütün insanların yapmaya mecbur olduğu bir mücâhededir; zira çocuk, zayıf akıllı, gözü halka dönük olanlar onlarda pek fazla tamah olduğu halde yaratılırGörür ki halkın bazısı bazısına riyakârlık yapmaktadırZarurî olarak riyakârlığı sever ve böylece riya kalbinde yerleşirAklı kemâle erdikten sonra ancak riyanın helâk ediciliğini anlarOysa riya kalbinde yerleşmiş ve kök salmıştır! Onu sökmeye ancak şiddetli bir mücâhede ve şehvetlere karşı açılan ciddi bir savaştan sonra gücü yetebilirO halde, bu mücâhedeyi yapmaya muhtaç olmayan hiç kimse yokturFakat bu mücâhede başta insana zor gelirSonunda hafîfleşirBu mücâhedenin tedavisinde iki makam vardır:

Birinci makam: Onun damarlarını ve kol salan dallarını kesmektir.

İkinci makam: Ondan hâl-i hâzırda gelen vesveseleri silip bertaraf etmektir.

Birinci Makam

Bu makamın temeli, mertebe ve makam sevgisidirBu makam fasıllara ayrıldığı zaman üç fasla dönüşürO fasıllar, övmenin lezzeti, kötülemenin eleminden kaçmak ve halkın elindekinden tamahını kesmektirBu sebeplerden neşet eden riyanın varlığına ve riyakâr tahrik ettiğine Ebû Musa'dan rivâyet edilen şu hadîs şahidlik eder: Bir bedevî Hazret-i Peygamber'e der ki:

-Ey Allah'ın Rasûlü! Kişi (vardır ki) hamiyetten dolayı çarpışırBir kişi de vardır ki kahramanlığı bilinsin diye çarpışırBaşka bir kişi vardır ki zikir için çarpışırBu kişiler hakkında ne buyurulur?

-Kim sadece Allah'ın kelimesi (kanunu ve nizamı) en yüce olsun diye çarpışırsa, o kimse Allah'ın yolundadır52

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: İki saf (müslüman ve kâfir safları) karşılaştıklarında melekler inip halkı, mertebelerine göre yazarlar: 'Falan adam anılmak için çarpışırFilan adam da mülk edinmek için çarpışır'.

Mülk için çarpışma, dünya tamahkârlığına işarettir.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Derler ki 'filan şehiddir'Oysa o, devesinin yükünün iki yanını gümüş (para) ile doldurmuştur".

Kim sadece bir deve yuları için savaşa katılırsa, ona ancak niyet ettiği vardır53

Bazen de ne övülmeyi arzular, ne de bu hususta bir tamahı vardırAncak cömertler arasında bulunan cimri gibi, zemmin eleminden kurtulmak isterZenginler bunca malı sadaka verirlerO da cimri saymasınlar diye biraz sadaka verirO övgüye tamah etmezOysa başkası ondan daha önce ona varmıştır.

Kahramanların arasında kalan korkak gibi, onların zemminden korkarak düşman ile karşı karşıya (geldiğinde) kaçmazÖvülmesini de istemezOysa başkaları düşman safına hücum etmiştirKendisi övülmekten ümit kestiğinde zemmedilmesini de hoş görmez.

Bütün geceyi ihya eden bir kavmin arasında bulunan kişi gibi. . . Bu kişi övülmeyi arzulamamakta, ancak 'tembel' denilmesin diye birkaç rek'at namaz kılar.

İnsan bazen övülme zevkinden mahrum olmaya sabreder, fakat zemmedilmek elemine tâkati yokturBunun için bazen öğrenmesi gereken bir şeyi, cahillikle itham edileceği korkusundan sormazİlimsiz fetva verirCahil olduğu halde hadîs ilmini bildiğini iddia ederBütün bunları tenkid edilmemek için yaparİşte bu üç şey, riyakârı riyaya teşvik eder! Bunun ilacı kısa olarak, kitabın birinci kısmında zikrettiklerimizdir.

Fakat şimdi sadece riyaya mahsus olanı zikredelim: Bellidir ki insan bir şeyi ancak kendisi için şimdi veya gelecekte daha hayırlı, daha faydalı zannıyla ister ve rağbet gösterirŞimdiki halde lezzetli, gelecekte zararlı olduğunu bildiğinde derhal rağbeti kesilirBalın lezzetli olduğunu bilen bir kimse, balda zehir bulunduğunu öğrenince derhal terkederBu isteğin yolu da böylece içindeki zarar bilindiğinde kesindirKul, riyanın zararını, riya sebebiyle elinden çıkan kalp salâhını, hâl-i hâzırda mahrum olduğu tevfîk ile âhirette ve Allah katında mahrum kalacağını, mâruz kaldığı büyük azap, şiddetli kınama ve zâhirî mahrumiyetini bildiğinde, bu bilgisi riyanın zararı hakkında kendisi için kâfi bir delil olur.

Halkın gözü önünde kendisine 'Ey yalancı! Ey hileci, ey riyakâr! Utanmadan, Allah'ın ibâdetiyle dünya malı satın aldın! Kulların kalbini gözettin de Allah'ın ibâdetiyle istihzâ ettinAllah'ı gazaba getirmekle halkı sevindirdin! Allah katındaki çirkinlikle onlara süslü göründün! Allah'tan uzaklaşmakla onlara yaklaştın! Allah'ın katında nefret edilmekle onların övgüsüne mazhar oldun! Allah'ın gazabına mâruz kalmakla onların riyakârlığını talep ettin! Acaba Allah'tan daha kıymetsiz (hâşâ) bir kimse senin yanında yok mu?' diye hitab edildiğinde ve kişi bu rezalet hakkında düşündüğü, kullardan dünyada elde ettiğini âhirette kaybedeceği ile karşılaştırdığı takdirde riyanın zararını anlamış olurÇoğu zaman da amellerinin sevabını yakarOysa tek bir amel, eğer hâlis ise, çoğu zaman zannının ağır basmasına sebebiyet verdiğinde kurtuluşuna vesile teşkil ederBu amel riya ile bozulduğunda, günah kefesinin ağırlaşmasına vesile olurDolayısıyla ateşe girmesine sebep olurEğer riyada bir tek amelin yanmasından başka bir zarar yoksa bu kadarı bile riyanın zararı için kâfidirEğer riyadan dolayı yanan bu tek amelin beraberinde diğer ameller varsa (yine de zarardır) Çünkü kişinin bu yanan amelle sıddîklar ve peygamberler zümresinde Allah katında yüce dereceyi elde etmesi muhtemeldirOysa riyadan dolayı onların safından en aşağı dereceye düşerBütün bu tehlikelerle beraber dünyada halkın kalplerini gözetme sebebiyle mâruz kaldığı perişanlık da vardırÇünkü halkın razı edilmesi idrâk olunmayan bir hedeftirBir grubun razı olduğuna başka bir grup kızar, bir kısmının razı olması, başkalarının kızdırılmasına bağlıdırAllah'ı küstürmekle onların rızasını isteyen bir kimse hem Allah'ı kızdırır, hem de onları ona kışkırtır. Sonra kulun onları övmek ve onlar tarafından övülmek için Allah'ı zemmetmesini seçmekte ne gibi bir hedefi ve çıkarı vardır acaba? Oysa onları övmesi ne rızkını artırır, ne de ecelini geri bırakırFakirlik ve ihtiyaç günü olan kıyâmet'te de kendisine hiçbir fayda sağlamaz.

İnsanların elindeki mala ve imkâna tamahkârlık etmesine gelince, kalpleri müsahhar kılanın Allah olduğunu, halkın bu hususta mecbur olduğunu ve Allah'tan başka rezzak (rızık veren) olmadığını bilmendirHalka bel bağlayan, zillet ve mahrumiyetten kurtulamazEğer maksadını elde ederse bile, minnet ve zilletten kurtulamazAcaba yalancı bir ümit -ki bazen tahakkuk eder, bazen etmez- ile Allah katındaki nimet nasıl terkedilir? Eğer o ümit tahakkuk ederse, hiç bir zaman onunla beraber gelen minnet ve zilletle onun lezzeti eşit ve denk olmaz.

İnsanların zemmine gelince, ondan sakınmaya değmezAllah'ın yazmadığını, onların zemmetmeleri tahakkuk ettirip ecelini çabuklaştırmaz, rızkını geciktirmezCennet ehli ise cehennemlik, Allah katında iyi ise kötü yapamazAllah katında nefret ediliyorsa nefretini artıramazKulların tümü acizdirlerKendileri için ne fayda ve ne de zarar veremezlerNe ölümleri, ne hayatları ve ne de dirilip haşra gönderilmeleri ellerinde değildir.

Kalbinde bu sebeplerin âfeti ve zararları yerleştiği zaman, rağbeti gevşer, kalben Allah'a yönelirZararı çok, faydası az olan bir işe akıllı bir kimse rağbet göstermezEğer insanların onun içindeki riyayı bilselerdi (fiilinin çirkinliği cihetiyle) kendisinden nefret edeceklerini bilmesi kendisine yeter de artar bile! Allah, yakında onu halka çirkin göstermek için sırrını açığa çıkaracaktırOnun riyakâr olduğunu ve Allah indinde nefret edildiğini onlara bildirecektir! Eğer hâlis niyetle Allah'a ibâdet etseydi, Allah onun ihlâsını onlara gösterip sevdirirdiOnları kendisine müsahhar kılardıOnlara övgüsünü yaptırırdıBütün bunlara rağmen, ne onların övgüsünde bir artış, ne de zemmlerinde bir eksiklik vardırNitekim Benî Temimli bir şair (el-Akra' b. Habis) şöyle demiştir:

Benim övgüm zînettirBenim zemmedişim çirkinliktirHazret-i Peygamber bu şaire şöyle demiştir:

Yalan söylüyorsun! Medh ve zemmi böyle olan ancak Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur.

Zira zînet ancak O'nun medhinde, çirkinlik de ancak O'nun zemminde vardır.

Madem durum budur, acaba halkın medhetmesinde ne hayır vardır, eğer sen Allah katında kötü ve ateş ehli isen? Allah nezdinde iyi ve mukarrebler (yaklaştırılanlar) zümresinden isen halkın zemmedişinden ne zarar gelir?

Kalbinde âhireti, ebedî olan nimetlerini, Allah katındaki o yüksek mertebeleri hâzır bulunduran kimse, hayatına mahsus olan ve halkla ilgili bulunan herşeyi içindeki bulanıklıklarla beraber hakir görmelidirBöylece himmeti derlenip toplanır, kalbi Allah'a yönelip riyanın zilletinden ve halkın kalplerini gözetme külfetinden kurtulurİhlâsından kalbine nûrlar akar, onlarla göğsü inşirah bulurO nûrlar sayesinde manevî keşiflerin letâiflerinden (inceliklerinden) Allaha karşı olan ünsiyetini, halka karşı olan nefretini, dünyayı tahkir ve âhireti tâzim etmeyi gerektiren durumlar keşfolunurHalkın büyüklüğü kalbinden silinirRiyanın çağırıcısı uzaklaşırİhlâs yolunda rahatlıkla yürüyebilirBu ve daha önce verdiğimiz ilâçlar, ilmî ilâçlardırRiya ağacının kökünü kazır.

Amelî ilâca gelince, nefsini ibâdetlerin gizlenmesine ve üzerine kapıları kapatmaya alıştırmalıdırFuhşiyat için kapılarını kapattığı gibi kapatmalıdır ki kalbi, Allah'ın ibadetine muttali olmasına kanaat etsinBu takdirde nefis, kendisini Allahtan başkasının bilinmesine zorlamaz.

Ebû Hafs el-Heddad'ın54 arkadaşlarından biri, dünya ve dünya ehlini zemmettiBunun üzerine Ebû Hafs kendisine 'Yolunun icabı olarak gizlenmesi gerekeni açığa vurdunÖyleyse bundan böyle bizimle oturma' dedi.

O, bu kadarının izharına bile ruhsat vermediÇünkü dünyayı zemmetmenin altında dünyada zâhid oldum iddiası vardır! Bu bakımdan riya için gizlilikten daha faydalı bir ilâç düşünülemezBu ise mücâhedenin başlangıcında pek kolay değildirBir müddet zorluğa katlandığın takdirde ağırlık kalkarAllah'ın ardı kesilmez lütfû, güzel tevfîk ve te'yidiyle onu yapmak kendisine kolay gelir.

Bir kavim, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.

(Ra'd/11)

Kuldan mücâhede, Allah'tan hidayet, kuldan kapıyı çalmak, Allah'tan açmaktır:

Allah ihsan edenlerin ecrini zâyi etmez. (Hûd/116)

Zerre kadar bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfat verir.

(Nisâ/40)

İkinci Makam

Bunu da öğrenmek lazımdırÇünkü nefsiyle mücâhede eden ve riyanın kökünü, kanaat etmek, tamakârlığa son vermek, nefsini halkın gözünden düşürmek, halkın övgüsünü küçük görüp, kınamalarına önem vermemek suretiyle kalbinden söken bir kimsenin yakasını şeytan, ibâdetleri esnasında bırakmaz, vesveseleri bir türlü kesilmezNefsin heva ve hevesi tamamen ortadan kalkmazO halde, riyanın bu gelen vesveselerine elbette hazırlanmalıdırRiyanın hatarat (tehlike) leri üçtürBazen bu üç tek bir hatarat gibi birden meydana gelirBazen de tedricî bir şekilde meydana gelir:

Birincisi: Halkın muttali olduğunu bilmek ve ummaktır.

İkincisi: Nefsin heyacanla onların övgüsüne tâlip olup onların yanında büyük derece elde etmeye çalışmasıdır.

Üçüncüsü: Nefsin o övgüyü kabul edip meyletmesi ve tahakkuku hususunda samimî olarak heyacanlı rağbeti gelirBirincisi mârifettir, ikincisi, şehvet ve rağbet adı verilen bir durumdurÜçüncüsü, adına azmetmek ve kesin akd denen bir fiildirKuvvetin kemâli ancak birinci hatarayı (tehlikeyi) daha ikincisi gelmeden önce defetmektirBu bakımdan halkın (hâl-i hâzırda) amellerine muttali olmalarının mârifeti veya gelecekte muttali olmalarının ümidi kalbine geldiği zaman, ona şöyle demekle defedilebilir: 'Senin halkla ne alıp vereceğin vardır? Bilmelerinde veya bilmemelerinde ne kârın, ne zararın vardır? Allah senin hâlini bilir! O halde, başkasının bilmesinde ne fayda vardır?'

Eğer isteği, övgünün zevkine doğru kayarsa, daha önce kalbine yerleşen riya afetini, kıyâmette Allah katında Allah'ın kahrına mâruz kalacağını ve amellerine en muhtaç olduğu bir vakitte mahzun olacağını hatırlamasıdırBu bakımdan nasıl halkın muttali olması, riyanın şehvet ve rağbetini kabartıp meydana getirirse, bu tiksinme de o rağbetle mücadele ederÇünkü kişi, Allah'ın kahrına mâruz kalacağını ve elem verici azabına düçar olacağını düşünürŞehvet kendisini halkın iltifatını kabullenmeye, tiksinme ise kendisini kabullenmemeye çağırırŞüphesiz ki bunlardan hangisi daha kuvvetli ise nefis ona itaat eder.

Durum bu iken riyada üç şey vardır:

A) Mârifet

B) Kerâhet

C) İbâ (imtina)

Kul, bazen ibâdete ihlâs azmiyle başlar. Sonra riya vesvesesi gelirBu sefer onu kabul ederOysa şimdilik kalpte saklı bulunan mârifetten de, kerehâtten de eser yokturAncak onun sebebi zemmin korkusu, övgünün sevgisi veya buna karşı olan hırsla kalbin dopdolu olmasıdırÖyle ki riya âfetlerinin eski etkileri ve kötü âkibeti kalpten uzaklaşır; zira kalpte övgünün külfetinden veya zemmin korkusundan boş bir yer kalmamıştır.

Bu kimse, öyle bir kimseye benzer ki nefsine hâlimliği ve öfkenin zemmini söylerÖfke sebebi cereyan ettiğinde hâlimlik göstermeye azimli olur. Sonra öfkeyi artıran bir sebep cereyan eder ki eski azmini kendisine unuttururÖfkenin âfetini hatırlamaya mâni olan ve kalbi tamamen işgal eden öfke ile doldurur.

Şehvetin lezzeti de böylece kalbi doldururÖfkenin acılığı gibi marifetin nûrunu da bertaraf ederCâbir bAbdullah buna işaret ederek şöyle der: 'Şecere (ağaç) 55 altında Hazret-i Peygamber ile (düşmanla karşılaştığımızda) kaçmamaya dair biat ettikÖlüm üzerine biat etmedikHuneyn günü bu biatimizi unuttukHatta çağrıldık: 'Ey şecere (ağaç) altında biat edenler!' diye çağrıldıkBu çağrı üzerine (kaçanlar) geri döndüler56

Bunun hikmeti şu idi: Kalpler korku ile dolmuş, daha önce verilen sözü unutmuştuSonunda onu Hazret-i Abbas'ın çağrısıyla hatırladılar.

Ani olarak kalbe hücum eden şeylerin çoğu böyledir; zira onun îman akdine verdiği zararı unuturMârifet unutulduğunda kınama ve tiksinme belirmez; zira tiksinme, mârifetin meyvesidir.

İnsan oğlu bazen kendine gelip kalbine hücum eden vesvesenin kendisini Allah'ın kahrına müstehak kılan riyadan geldiğini bilirFakat buna rağmen şehvetin şiddetinden bu duruma devam ederHevâsı, aklına galebe çalarHâl-i hazırdaki lezzeti bir türlü terkedemezTevbeyi geciktirir veya şiddetli şehvetten onu düşünmezNice âlim vardır ki konuşma imkânına sahip olurO imkânı kullanmaya ancak halka riyakârlık yapmasının kendisini zorladığını da bilir! Fakat buna rağmen yine de devam ederBu takdirde aleyhindeki delil daha kuvvetli olurÇünkü riyanın felaketini, Allah katındaki kötülüğünü bile bile riyaya yönelirMârifeti, tiksinmeden hâli olduğunda hiçbir yarar sağlamazBâzen de mârifet ile kerâhiyet (tiksinme) birden hazır olurlarFakat buna rağmen riyanın çağrısını kabullenir; zira şehvet kuvvetine nisbeten kerâhiyet gayet zayıftırBöyle bir kimse de tiksinmesinden menfaat görmez; zira tiksinmeden gaye, insanı o fiilden alıkoymaktırO halde fayda ancak üç şeyin bir arada bulunmasıyla olurBu üç şey de mârifet, kerahet ve ibâdırBu bakımdan ibâ kerahetin ışığı nisbetindedirMârifetin zafiyeti, gaflet, dünya sevgisi ve âhiretin unutulması nisbetindedirAllah katındaki nimetler hakkında az düşünmek, dünya hayatının âfetlerini az düşünmek ve âhiretin büyük nimetini az hesaba katmak nisbetindedirBunların bir kısmı diğerini doğurur- Bütün bunların kökü dünya sevgisi, şehvetlerin galebe çalmasıdırÖyle ise dünya sevgisi, her hatanın başı, her günahın kaynağıdırÇünkü kalbi öfkelendiren, soğutan, kalp ile akibet hakkında düşünmekten alıkoyan, Kitab, Sünnet ve ilimlerin nûruyla nûrlanmaya engel olan dünya nimeti ve mertebe sevgisinin halâvetidir.

Soru: Bir kimse riyayı sevmez, bu da kendisini riyakârlıktan uzak durmaya zorlarFakat o buna rağmen tabiatının riyaya meyletmesinden uzak değildirTabiatının bu husustaki münakaşalarından kurtulamamakta, fakat tabiatının sevgisini hor görmekte ve icabet etmemektedirAcaba bu kimse riyakârların zümresine dahil olur mu?

CevapAllahü teâlâ kullara ancak güçlerinin yeteceği kadar yüklerŞeytanı vesveselerinden menetmek, tabiatı şehvetlere meyletmeyecek derecede dumura uğratmak, insan gücünün haricindedirİnsanın bu husustaki en son imkânı şehvetine, neticelerin, din ilminin, Allah'a ve son güne îman etmenin usullerinin bilinmesinden doğan bir kerâhet ve istememezlikle karşı koymasıdırBunu yaptığında mükellef olduğu vazifenin en son noktasını yapmıştır.

Haberlerden şu rivâyet buna delâlet eder: Hazret-i Peygamber'in sahabîleri, ona şikayet ederek şöyle dediler:

Bizim kalbimize öyle şeyler geliyor ki, eğer biz gökten düşüp, kuşlar bizi kapsa ve uzak bir yere atmak üzere rüzgâr gibi götürse, kalbimize gelenleri söylememizden, bizim için daha sevimli olur!

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) dedi ki:

Siz bunu kalbinizde buldunuz mu?

Ashâb 'Evet, buluyoruz!' dediHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) İşte o açık imandır' dedi57

Ashâb vesveseden, kerahet getirip tiksinmekten başka birşey görmediler'Açık îmandan vesveseyi kasdetti demek mümkün değildirBu bakımdan ancak riya ve vesveseye karşı olan kerâhete hamledip tefsir edilirBu, her ne kadar korkunçsa da Allah hakkındaki vesveseden daha hafiftirBu bakımdan en büyüğün zararı kerahet getirmekle defolunduğu takdirde en küçüğünün zararının kerahet getirmekle yok edilmesi daha evlâ ve uygundurİbn-i Abbâs'ın hadîsinde Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet edilmiştir:

Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren Allah'a hamd ve senâlar olsun58

Ebû Hâzım şöyle dedi: 'Nefsinde olanı, nefsin senin için kerih görürse, düşmanından gelen sana zarar vermezNefsinden olana, nefsin senin için razı olursa, onu ondan dolayı azarla!' O halde, şeytanın vesvesesi ve nefsinle olan münâzaasına kaçınma ve tiksinme ile karşı koyduğun zaman sana zarar vermezRiyayı tahrik eden sebepleri hayale getiren, hatırlatan ve ilimle olan hatarat (vesvese) şeytandandır (şeytanîdir) O hatarattan sonra 'rağbet' ve 'meyl' nefistendir'Kerâhet' (bunları istememek) de îmandan ve aklın eserindendirAncak şeytanın burada bir hilesi vardırŞöyle ki: Şeytan onu riyaya sevketmekten aciz kaldığı zaman, kendisine şu hayali verir: 'Şeytana karşı mücadele ile meşgul olmakta kalbin salahı vardır!' Böylece kendisinden ihlâsın sevabını ve kalbin huzurunu almak isterÇünkü şeytanın mücadelesiyle meşgul olup nefsi müdafaa etmek, insanı Allah ile münâcaat etmenin sırrından çevirip, dolayısıyla Allah katındaki mertebesinin eksilmesine sebep olurRiyadan kurtulanların riyanın hataratını defetmek hususunda dört mertebesi vardır:

Birinci Mertebe: Şeytanın yüzüne çarpıp şeytanı yalanlamasıdırBununla durmayıp mücadele etmesidirÇünkü böyle yapmanın kalbine daha selâmetli olduğunu sanırOysa bu yaptığı eksikliktirÇünkü Allah'ın münacaatını ye yapmakta olduğu hayrı bırakıp yol kesenlerle mücadele etmeye gitmiştirYol kesenlerle mücadele etmek, sülûkte eksikliktir.

İkinci Mertebe: Cidâl ve kıtâlin sülûkte eksiklik olduğunu bilmesidirO halde sadece şeytanı yalanlar, kovar ve mücadele etmekle meşgul olmaz.

Üçüncü Mertebe: Yalanlamakla da meşgul olmazÇünkü az da olsa bu meşguliyet bir durgunlukturHatta kalbinde riyayı hoş karşılamamayı ve şeytanı yalanlamayı kararlaştırmıştırOnların üzerinde durup mücadele ve yalanlamakla meşgul olmadan o hoş karşılamamaya devam eder.

Dördüncü Mertebe: Riyanın sebeplerinin cereyan ettiğinde şeytanın kendisinden nefret edeceğini anlamıştırBu bakımdan, şeytan ne zaman vesvese verirse içinde bulunduğu ihlası daha da artırmaya azmetmiştirAllah'a ibâdet ile daha da fazla meşgul olmalı, sadaka ve ibâdetini daha fazla gizlemelidirBütün bunları, şeytanı öfkelendirmek için yapmalı; zira şeytanı öfkelendirir, yolunu tıkarsa tekrar gelip kendisine musallat olamayacağı ümidi kendisinde yerleşir.

Fudayl bGazvan'a59 'Filân adam senin gıybetini yapıyor' denildiCevap olararak şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun, ben ona bu emri vereni kızdırıyorum!' Kendisine 'Ona emreden kimdir?' denildi.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Ona emreden şeytandır. Ya rabbî! Onu affet!'

Yani o hususta Allah'a itaat etmek suretiyle onu kızdırırsınŞeytan bir kulun böyle yaptığını bildiğinde hasenâtının daha da artacağından korkarak ondan vazgeçer.

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Şeytan, kulu günah kapısına dâvet ederFakat kul ona itâat etmediği gibi, bir de hayır işlerse, şeytan onun yakasını bırakır. (Zira hasenâtının artmasından korkar) '.

Yine şöyle demiştir: 'Şeytan seni mütereddid gördüğünde senden ümitli olurSeni kararlı gördüğünde senden usanır ve nefret eder!'

Haris el-Muhâsibî, bu dört mertebe için güzel misâller beyan ederek şöyle dedi: 'Bunların misâli, ilim ve hadîs meclisine, fazilet ve hidayet için giden dört kişinin misâline benzerBunlardan dalâlete sapan ve bid'atçı bir kimse hakkı bileceklerinden korkarak hased ederBu bakımdan onlardan birine yanaşıp onu menedip bu maksattan vazgeçirmeye çalışırDalâlet meclisine dâvet ederFakat o icabet etmezŞeytan bunu bildiğinde onu mücadele ile meşgul ederKendisi de onunla çalışır ki onu dalâlete döndürsünOysa insan bunun kendisi için daha ıslâh edici olduğunu sanırO dalâlete götürenin hedefi, gecikmek nisbetinde onun elinden vaktini çıkarmaktır!

İkincisi, onun yanından geçerken onu da gitmekten alıkoymaya çalışır, durdurmak isterO da durup dalâlete götürmek isteyeni yolundan iter, aceleyle geçer ve boğuşmakla meşgul olmazBu bakımdan dalâletçi kendisini itelemek kadar da olsa onu meşgul etmekle sevinir.

Üçüncüsü, yanından geçtiği halde ne kendisine dönüp bakar, ne itmek ve ne de boğuşmakla meşgul olmazEski durumuna devam ederDalâletçi tamamen bundan ümidini keser.

Dördüncüsü, hiç beklemeden geçip giderDalâletçiyi kızdırmak isteyerek yürüyüşünü daha da hızlandırır.

Eğer bu dört kişi, tekrar dönüp onun yanından geçerlerse, bu sonuncusu hariç, diğerlerinin hepsine tekrar tekliflerini yaparÇünkü hemen geçmesinden daha fazla yararlanmasından korkar'.

oru: Neden şeytanın vesveselerinden emin olunmaz? Acaba hazır olmadan önce sakınmak ve gelişini beklemek, mi veya Allah'a tevekkül edip onun defedici olduğuna inanmak mıveyahut ibâdetle meşgul olup şeytandan gaflet etmek mi farzdır?

Cevap: Halk bu hususta üç şekilde ihtilâf etmişlerdirBasralılardan bir grup şu fikri savunmuşlardır: 'Kuvvetliler şeytandan kaçmaktan müstağnidirlerBuna ihtiyaçları yokturÇünkü onlar kendilerini Allah'a vermişlerdirOnun sevgisiyle meşgul olmuşlardırBu bakımdan şeytan da onların yakasını bırakmıştırOnlardan ümidini kesip geri kaçmıştırNitekim zayıf âbidleri zina ve içkiye davet etmekten ümidini kestiği gibi. . . Mübahasada dünyanın lezzetleri onların gözünde içki ve domuz gibidirO halde onlar tamamen dünya sevgisinden uzaklaşıp şeytanın onların katında yolu kalmamıştırÖyle ise onların sakınmaya ihtiyaçları yoktur'.

Şam halkından bir grubun kanaati şudur: 'Yakînî azalan ve tevekkülü kısalan bir kimse şeytandan sakınmak için tarassut etmeye muhtaçtırTedbir etmekte Allah'ın ortağı olmadığına kesinlikle inanan bir kimse, O'ndan başkasından korkmazŞeytanın zelîl bir mahlûk olduğunu, elinde hiçbir gücün olmadığını ve Allah'ın irade ettiğinin olacağını bilirÖyle ise fayda ve zarar verici ancak Allah'tırArif kişi başkasından çekinmeye utanır! Bu bakımdan vahdâniyete (Allah'ı birlemeye) olan yakîni ârifi, şeytandan çekinmekten müstağni kılar!'

İlim erbabından bir grup da şöyle demiştir: Şeytandan sakınmak, muhakkak lâzımdırBasra'lı âlimlerin 'Kuvvetliler şeytandan çekinmekten müstağnidirKalpleri tamamen dünya sevgisinden boşalmıştırŞeytanın vesilesi de ancak dünya sevgisidir! sözleri, nerdeyse gurura yaklaşmıştır; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bile şeytanın vesveselerinden kurtulamamıştır, ondan başkası nasıl kurtulabilir? Onların zannettiği gibi, şeytanın bütün vesveseleri, şehvet ve dünya sevgisinden ibaret değildirAksine Allah'ın sıfatları ve isimlerinde, bid'at ve dalâletin güzel gösterilmesinde ve benzerlerinde de vesvese olur! Hiç kimse vesveseye girmekten kurtulamazBu sırra binaen Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Biz senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun arzusunun içine mutlaka bir ilkada bulunmuş olmasınFakat Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. (Hac/52)

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki kalbimin üzerine perde geliyor ve muhakkak ki ben günde yüz defa Allah'tan af talebinde bulunuyorum.

Hazret-i Peygamber'in şeytanının teslim olması ve hayırdan başkasını emretmemesiyle beraber durum budurBu bakımdan Hazret-i Peygamber'in ve diğer peygamberlerin kalplerinden daha fazla Allah'ın muhabbetiyle kalbinin meşgul olduğunu sanan bir kimse mağrurdurBu iddiaları kendilerini şeytanın hilelerinden emin etmezBu sırra binaen emniyet ve sürur evi olan cennette bile Âdem ve Havva (aleyhisselâm) onun şerrinden emin olamamışlardır.

Dedik ki: 'Ey Âdem bu senin ve eşinin düşmanıdırSakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çekersinŞimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada susamayacaksın, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin'. (Tâhâ/117-119)

Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) sadece bir ağaçtan menedilip diğer yemekler kendisine serbest bırakıldığı halde şeytanın vesvesesinden kurtulamadıMadem peygamberlerden biri emniyet ve saadet evi olan cennette şeytanın hilesinden emin olmadı, acaba meşakkatler, fitneler, yasaklanan şehvet ve lezzetlerin evi olan dünyada bulunan bir kimse nasıl emin olabilir? Allahü teâlâ'nın haber verdiği gibi Hazret-i Mûsa şöyle demiştir: 'Bu şeytanın amelindendir' (Maide/93) Bunun içindir ki Allahü teâlâ şeytandan bütün insanları sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Ey Ademoğulları! Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesinÇünkü şeytan ve kabilesi, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler. (A'raf/27)

Başından sonuna kadar Kur'ân, insanı şeytandan sakındırmaktadırO halde, ondan emîn olunabileceği nasıl iddia edilir? Allah'ın emrettiği yerde korkulu davranmak Allah'ın sevgisiyle meşgul olmaya aykırı değildirÇünkü emrini yerine getirmek de Onu sevmektendirNasıl kâfirlerden sakınmayı emretmişse, düşmandan da sakınmayı emretmiştir:

Sen onların (askerin) içinde olup (cephede) namaza durduğun zaman onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar ve silahlarını da yanlarına alsınlar. (Nisa/102)

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. (Enfal/60)

Gözünle gördüğün halde kâfir düşmandan sakınmak madem Allah'ın emriyle gereklidir, senin görmeyip onun seni gördüğü bir düşmandan elbette sakınmak daha evlâdır,

Abdullah bMuheyriz60 şöyle demiştir: 'Senin gördüğün, onun seni görmediği bir avın avlanması daha kolaydırSeni gören ve senin görmediğin avın seni elde etmesi yakın bir ihtimaldir'.

O bununla şeytana işaret etmiştirDurum nasıl böyle olmasın? Oysa kâfirin düşmanlığından gaflet etmekte öldürülüp şehid olmak vardırŞeytandan sakınmayı ihmal etmekte ateşe ve elem verici azaba mâruz kalmak vardır! Allah'ın sakıncalı saydığını ihmal etmek, Allah ile meşgul olmaktan değildirBöylece ikinci grubun, şeytandan sakınmanın tevekküle zararlı olup ters düştüğünü zannetmelerinden ibaret olan mezhebleri iptal edilmiş olmaktadırÇünkü başına miğfer takmak, silahını almak, asker toplamak ve hendek kazmak, Hazret-i Peygamber'in tevekkülüne zarar getirmemiştirO halde korktuğundan korkmak ve kaçınmayı emrettiğinden kaçınmak, nasıl tevekküle zarar verir.

Biz Tevekkül bölümünde, tevekkülün mânâsının tamamen sebeplerden el çekmek olduğunu sanmanın yanlışlığını belirtmiştik.

Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. (Enfal/60)

Kalp, zarar verenin, fayda verenin, dirilten ve öldürenin Allah olduğuna inandığı sürece sebeplere sarılmak tevekkül etmeye aykırı düşmezİşte böylece şeytandan kaçınmakta, Allah'ın hidayet edici ve dalâlete götürücü olduğuna inanırsa zarar vermezTevekkül bahsinde dediğimiz gibi, sebepler ve vasıtaların Allah'a musahhar olduğuna inanmakla beraber şeytanın şerrinden sakınmak tevekkülün ruhuna aykırı düşmez.

Hâris el-Muhâsibî'nin seçtiği yol budurİlmin nûruyla sabit olan en doğru yoldur bu yol! Bundan önceki görüş, ilimleri çok olmayan, bazı vakitlerde kalplerini istilâ eden, Allah'ın zikrinden ibaret olan hallerin devamlı olduğunu sanan âbidlerin görüşüne benzer, Bu görüş pek uzak bir ihtimaldir. (Çünkü haller gelip-geçicidir) . Sonra bu grup, üç vecih üzerine ihtilâf etmişlerdirŞeytandan sakınmanın keyfiyeti hakkında, bir grup 'ınadem Allah bizi düşmandan sakındırmıştır, o halde kalbimizde, O'nun zikrinden ve O'ndan sakınmaktan daha fazla hiçbir şey bulunmamalıdırO'nu tarassud etmek lâzımdırÇünkü bir lâhzada ondan gâfil olmamız bizi helâk olmaya yaklaştırır' demişlerdir.

Başka bir grup da şunları söyledi: 'Sizin dediğiniz şekil, kalbin Allah'ın zikrinden boşalmasında himmeti tamamen şeytanla meşgul etmesine vesile olurBu ise, şeytanın istediğidirAksine biz ibâdette Allah'ın zikriyle meşgul olur, şeytanın düşmanlığını da unutmayızOndan sakınmayı ihmal etmeyiz ve böylece iki işi bir araya getirmiş oluruzÇünkü şeytanı unuttuğumuzda ummadığımız bir yerden çıkıp gelebilirTamamen onunla uğraşmaya koyulursak, Allah'ın zikrini ihmal etmiş oluruz! Bu bakımdan ikisini biraraya getirmek daha evlâdır'.

Muhakkik ve müdekkik âlimler, iki grubun da yanıldığını söyledilerBirinci grup sadece şeytanın düşmanlığını anmakta, Allah'ın zikrini ihmal etmektedirBu bakımdan yanıldığı gizli değildirOysa şeytanın bizi Allah'ın zikrinden uzaklaştırmaması için, ondan kaçınmakla emrolundukÖyle ise onun düşmanlığını nasıl kalbimizde galip bir duruma getiririz? Oysa o, düşmanın verdiği zararın sonuncusudur. Sonra böyle yapmak kalbin, Allah'ın zikrinin huzurundan boşalmasına yol açarİçinde zikrullahın nûru ve onunla meşgul olmanın kuvveti bulunmayan bir kalbin şeytana mağlup olması yakın bir ihtimaldirDefetmeye de kuvveti olmazÖyleyse ne şeytanı gözetmek ve ne de daima onu anmak bize emredilmiş olmaz.

İkinci gruba gelince, bu grup, kalbinde Allah ile şeytanın zikrini bir arada bulundurmak hususunda birinci grupla ortaktırKalbi ne kadar şeytanın zikriyle meşgul ederse o nisbette Allah'ın zikrinden uzak olurOysa Allahü teâlâ, insanlara zikrini yapmayı, kendisinden başkasını unutmayı emretmiştirİster İblis, ister başkası olsun,, Doğru olan şudur: Kul, kalbine şeytandan sakınmayı ve şeytanın düşmanlığını yerleştirmelidirKalp buna inandığı, tasdik ettiği ve sakındığı zaman, Allah'ın zikriyle meşgul olurBütün himmetiyle zikre yönelirŞeytanın emri kalbine huzur vermezÇünkü şeytanı hatırladığında derhal uyanırUyandığında onu uzaklaştırır ve Allah'ın zikriyle meşgul olurAllah'ın zikriyle meşgul olmak, şeytanın vesvesesi anında uyanmaya mâni değildirAksine kişi sabah vaktinde önemli bir vazifenin geçmesinden korkarak uyuduğu için dikkat ederO vakitte uyanmak üzere uyurBundan ötürü vakit gelmeden önce gece birkaç defa kalbine yerleştirdiği sakınmadan dolayı uyanırOysa uykuda olduğunda uyanmaktan gafildirÖyleyse Allah'ın zikriyle meşgul olması nasıl uyanmasına mâni olur?

Bu kalbin kuvveti düşmanı defetmeye yeterlidirSadece Allah'ın zikriyle meşgul olduğu için nefsin hevasını öldürmüştürAkıl ve ilim nûrunu içine sindirmiştirŞehvetlerin karanlığını uzaklaştırmıştırBu bakımdan basiret erbabı (kalp gözü açık olanlar) kalplerine şeytanın düşmanlığını getirmenin gerekliliğini hissetmişlerdir, sakınmışlardırBu hissedip sakınmadan sonra şeytanı anmakla değil, Allah'ı anmakla meşgul olmuşlardırZikirle düşmanın şerrini bertaraf etmişlerdirDüşmandan gelen vesveseleri bertaraf edinceye kadar zikrin nûruyla nûrlanmışlardırOysa kalbin misâli, kirli sudan temizlenen bir kuyu gibidir, temiz su kaynasın diye kuyu temizlenirŞeytanın zikriyle meşgul olan kimse kuyuda kirli su bırakmıştırŞeytan ile Allah'ın zikrini bir araya getiren ise, bir taraftan kirli suyu çekmekte, öbür taraftan kirli su akıp, temiz suya karışmaktadırBu kimsenin yorulması çok olmasına rağmen kuyu kirli sudan temizlenmezBasiretli odur ki kirli suyun akıntısını tıkamış, kuyuyu saf su ile doldurmuş, pis su akmak istediğinde fazla yorulmadan, çaba sarfetmeden önünü kapatmaya muktedir olmuştur.

52) Müslim, Buhârî

53) İmâm-ı Ahmed, Dârimî, Nesâî, İbn Hıbbân, Taberanî, Hakîm ve Beyhâkî

55) Bu ağaç Hudeybiye'de idi. Hudeybiye Mekke'ye bir konaktan daha yakın ve Cidde yolunda bulunan bir kuyunun ismidir.

56) Müslim

57) Müslim

58) Ebû Dâvud, Nesâî ve Tayalisî

59) Dedesi ed-Dubî kabilesinden Cerir'dir. Kûfeli bir zattır. Güvenilir olan bu zat, H. 40 senesinde vefat etmiştir. 60) Cemeh kabilesinden olan bu zat, esasen Mekkelidir. Fakat Kudüs'te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99 senesinde vefat etmiştir.

28-5

7. Taat ve İbâdeti Açıklamaya Verilen Ruhsat

Amelleri gizlemekte riyadan kurtuluş ve ihlâs vardırAçıkça yapılmasında kendisine uyulmak ve insanları hayra teşvik etmek faydası mevcutturFakat bu takdirde riya âfeti sözkonusudur.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'müslümanlar bilirler ki ibâdeti gizlemek, iki amelin en sağlamıdırFakat açığa vurulmasında da fayda vardır'Bu sırra binaen Allahü teâlâ hem gizli, hem de açık yapılan ibâdeti överek şöyle buyurmuştur:

Sadakaları âşikâre verirseniz ne güzel! Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını örterAllah, her ne yaparsanız, ondan hakkıyla haberdardır. (Bakara/271)

İbadeti izhar etmek iki kısımdır:

1İbâdetin kendisini izhar etmek.

2Yapmış olduğu ibâdeti söylemek.

Birinci Kısım

İbâdetin kendisini izhar etmekten ibaret olan birinci kısım, halkı sadaka vermeye teşvik için cemaat içinde sadaka vermek gibidirNitekim para kesesini getiren Ensar'dan bir zattan rivâyet edildiği gibi61 halk bu kişinin para kesesini görünce onun gibi sadaka vermeye başlamış, bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim güzel bir yol açarsa ve onunla amel ederse, o yolun ecri de ve ona (bu hususta) tâbi olanın ecri kadar da ona ecir yazılır62

Namaz, oruç, hac, gazâya gitmek ve benzeri ameller de böyle cereyan ederlerFakat sadaka hususunda başkasını taklid etmek daha fazla olurEvet! Gazi olan bir kimse gazâya çıkmayı kasteder, hazırlanır ve gazâya gidenlerden önce yükünü bağlarsa başkalarını teşvik etmiş olurBöyle davranmak onun için daha faziletlidirÇünkü gazâ gizlenmesi mümkün olmayan açık amellerdendirBu bakımdan onu hemen yapmak, onu ilân etmek olmazAksine mücerred bir teşvik olurBöylece kişi bazen komşularını ve aile efradını uyandırmak için geceleyin namazda sesini yükseltir ki onlar bu hususta kendisine uysunlarBu bakımdan cum'a, cihad ve hac gibi gizlenmesi mümkün olmayan her amel için en faziletlisi onu herkesten önce yapmak ve başkasını teşvik etmek için bunu yaptığını göstermektirFakat bir şartla ki böyle yapmasında riya bulunmamalıdır.

Sadaka ve namaz gibi gizlenmesi mümkün olan ibâdetlere gelince, eğer sadakayı belirtmek, sadaka alana eziyet veriyorsa, aynı zamanda halkı da sadakaya teşvik etmek bahis konusu ise, gizlemek daha faziletlidirÇünkü başkasına eziyet vermek haramdırAçıklanmasında herhangi bir kimsenin eziyet görmesinin sözkonusu olmaması halinde halk en faziletli durumun hangisi olacağı hakkında ihtilâf etmişlerdirBir grup 'Gizlemek, açıklamaktan daha üstündür' demiştirHer ne kadar açıklamada, örnek olmak sözkonusu ise de. . .

Başka bir grup da 'Eğer açıkça yapmak, başkasına örnek olmayacaksa gizlemek daha üstündürBaşkasına örnek olsun diye, açıktan yapıyorsa gizlemekten daha üstün olur' demiştirAllahü teâlâ'nın numûne-i imtisal olsunlar diye peygamberlerine açıkça amel etmelerini emretmesi ve onları peygamberlikle şereflendirmesi buna delâlet eder'Onlar iki amelin en faziletlisinden mahrum olmuşlardır' şeklinde bir zanda bulunmak caiz değildir ve aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in 'O yolun ecri de, o yolda yürüyenlerin ecri kadarı da ona ecir yazılır' demesi de buna delâlet ederHadîste rivâyet edilmiştir ki, gizlice yapılan amel, açıkça yapılan amelin yetmiş derece fevkindedirAçıkça yapılan amelin sahibi, iyilik hususunda çığır açtığı takdirde onun ameli gizlice yapılan amelden yetmiş derece daha üstündürBu durumda ihtilâf etmenin bir mânâsı yokturÇünkü kalp, riyanın şâibelerinden ayrılır, iki halde de bir yön üzerinde ihlâs tamam olursa başkasına nümûne-i imtisal olmakla şüphesiz daha üstün olurAncak riyanın belirmesinden korkulurNe zaman riya kokusu varsa başkasının kendisine uyması menfaat vermezYani bu kâr, o zararı karşılamaz ve böyle yapmakla helâk olur! Bu bakımdan gizlinin daha üstün olduğunda şüphe yokturFakat amelini açıkça yapana iki vazife düşer:

Birinci Vazife: Kendisine başkasının uyacağını biliyor veya zannediyorsa, amelini açıkça yapmaktır; zira çok kişi vardır ki komşuları değil, sadece aile efradı kendine uyarBazı kişiler de vardır ki şehir halkı değil de komşuları kendisine uyarlarBazı zaman da mahallesinin halkı kendisine uyarÂlim ancak o bilinen kimselerdir ki bütün halk onlara uymaktadırO halde âlim olmayan bir kimse ibâdetlerin bir kısmını izhar ettiği zaman bazen riyakârlık ve münafıklığa nisbet edilirHalk onu zemmeder ve ona uymazlarBu bakımdan fayda olmaksızın ibâdetini belirtemezAncak başkalarının da kendisine uyacağı niyetiyle ibâdet belirtilirKendisine uyulan, eğer uyana önder olacak durumda ise ibâdetini izhar etmesi caiz olur.

İkinci Vazife: Kalbini murakabe etmektir; zira kişinin içinde bazen gizli riyanın sevgisi olurBu sevgi onu 'başkası sana uyacaktır!' mâzeretiyle ibâdetini belirtmeye dâvet eder! Oysa şehvet; amelle süslenmek, başkasına nümûne-i imtisal olduğu için böbürlenmek, amellerini izhar ettirmek isterZaten amellerini izhar edenlerin çoğunun durumu da budurYalnız ihlaslı kimseler bundan müstesnadırBu kahramanlar ise pek azdırBu bakımdan zayıf bir kimse, nefsini, bu kahramanlığı taslamakla aldatmamalıdırÇünkü bilmeden helâk olmuş olur; zira zayıf kimsenin misâli, biraz yüzme bilen ve boğulmakta olan bir kimsenin misâline benzerBu biraz yüzme bilen kimse, boğulmak üzere olan bir cemaate bakar, onlara şefkat ederKendisine yapışsınlar diye onlara yaklaşır! Böylece hem kendisi, hem de onlar helâk olurlarDünyada su ile boğulmanın elemi bir anlıktırKeşke riya ile helâk olmak da böyle olsaydıHayır! Aksine onun azabı daimîdir.

İşte burası, âbid ve âlimlerin sapma yeridirOnlar ibadetlerini izhar etmek hususunda kahramanlara benzemek isterlerOysa kalpleri ihlâs üzerine kuvvetli olmadığından riya ile ecirleri yanmış olurBunu sezmek çok zordurBunun mihenk taşı, nefsine şunu arzetmektir:

Eğer kendisine 'Amelini gizle ki halk başka bir âlime uysunSenin için ibâdetin gizlice yapılmasından elde edilen ecir, açıkça yapılmasından elde edilen ecir kadardır' denilse, eğer kalbi numûne-i imtisal olmaya ve amelini izhar etmeye meylederse, bu hususta kendisini teşvik eden ecrin talebi değil de riyakârlık olurHalk için numûne-i imtisal olmak ve halkı hayra teşvik etmek değil de gösteriş olurÇünkü halk, ondan başkasına bakarak hayra teşvik olunmuşlardır ve onun da ibâdeti gizlemekle ecri çoğalırO halde, eğer halkın görmesini isteme ve onlara riyakârlık yapma düşüncesi yoksa neden kalbi ibâdeti açıkça yapmaya meyleder? Bu bakımdan kul, nefsin aldatmasından korksun! Çünkü nefis aldatıcıdırŞeytan ise fırsat beklemektedirMevkî sevgisi kalpte daha galiptirAçıkça yapılan ibâdetler, az zaman âfetlerden selâmet kalırlarBu bakımdan selâmete hiçbir şeyi denk tutması uygun değildirOysa selâmet, ibâdeti gizlemektedirİbâdeti belirtmede ise, bizim gibilerin taşıyamayacağı kadar ağır tehlikeler vardırBu bakımdan gerek bizim için, gerek diğer zayıflar için, ibâdeti açıkça yapmaktan sakınmak daha evlâdır.

İkinci Kısım

Yaptıktan sonra, yaptığını konuşmaktırBunun hükmü ise, yapılan ibâdeti açıkça yapmanın hükmüdürBurada tehlike daha şiddetlidirÇünkü konuşmanın zahmeti, dil için pek hafif gelirBazen de hikâyede fazlalık ve mübalâğa olurDavaları belirtmekte nefsin büyük lezzeti vardırAncak ibâdeti belirtmeye riya karışırsa, yapıldıktan sonra geçmiş ibâdetin ifsadına tesir etmezBu bakımdan bu yönden yapılan ibâdeti konuşmak, bizzat ibâdeti belirtmekten daha kolay olurBurada hüküm şu: Kalbi kuvvetli, ihlâsı tamam ve gözüne halk küçük görünen, yanında halkın medhetmesi ile zemmetmesi bir olan bir kimse, eğer kendisine uymasını umduğu başka bir kimsenin yanında ve o kimse kendisinden dolayı hayra rağbet etsin diye yaptığını söylerse, söylemesi caizdirHatta niyeti sâfi ve bütün felâketlerden selim ise, söylemesi güzel ve müstehabdırÇünkü hayra teşvik etmektirHayra teşvik etmek ise hayrın ta kendisidir.

Bunun benzeri, selefin kuvvetli bir cemaatinden nakledilmiştir: Said bMuaz63 der ki: 'müslüman olduğumdan bu yana kılmış olduğum namazın gayrisini nefsim istemiş değildirHangi cenazeyi takip etmişsem, nefsim onun (hâl lisâniyle) dediğinden başkasını söylememiştirHazret-i Peygamber'den dinlediğim hiçbir hadîs yoktur ki onu hak bilmemiş olayım'.

Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmediğimden dolayı, yokluk veya varlık içinde sabahlamamdan perva etmem!'

İbn Mes'ûd 'Herhangi bir durumda sabahladığım zaman, o durumdan başka bir durumda olmamı temenni etmiş değilimdir' demiştir,

Hazret-i Osman da 'Teganni ve temenni etmedimHazret-i Peygamber'e biat ettiğimden bu yana, tenasül uzvuma sağ elimle dokunmadım' demiştir.

Şeddad bEvs de şöyle demiştir: 'müslüman olduğumdan bu yana herhangi bir kelimeyi gemlemeden ve yularlamadan söylemiş değilim'Ancak bir söz hariç!' Zira o, hizmetçisine 'Bize sofrayı getir! Gıdaya varıncaya kadar onunla eğlenelim' demiştir.

Ebû Süfyân64 ölmek üzere iken aile efradına şöyle demiştir: 'Benim için ağlamayın! Çünkü müslüman olduğumdan bu yana bir günah bile işlemedim!'

Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: 'Allah'ın benim hakkımda vermiş olduğu hiçbir hüküm yoktur ki ondan başkasıyla hakkımda hükmetmesi beni sevindirmiş olsun! Benim isteklerim ancak Allahü teâlâ'nın kader merkezlerinde olur!'

İşte bütün bunlar, şerefli durumları belirtmektedirŞerefli durumlarla riyakârlık yapan bir kimseden bunlar çıktığı zaman, gösteriş ve riyanın en katmerlisi olurBunlar nümûne-i imtisal olacak bir kimseden çıktıkları zaman teşvik ve terğibin de en âlâsı olurBu bakımdan örnek olmak amacıyla böyle yapmak, belirttiğimiz şartlar dahilinde kuvvetli olanlar için caizdirO halde, tabiatlar başkasına benzemek ve uymak üzere yaratılmış olduklarından amelleri belirtme kapısını kapatmak uygun değildirAksine insanlar riya olduğunu bilmedikleri zaman riyakârın ibâdetini izhar etmekte (bile) halk için birçok fayda vardırFakat riyakâr için zararlıdırNice ihlâslı kimse vardır ki onun ihlâsmın sebebi, Allah katında riyakâr olan bir kimseye uymasından kaynaklanmaktadır.

Rivâyet ediliyor ki, insanlar sabah namazı zamanında Basra'nın çarşılarından geçerken, evlerden Kur'ân ile namaz kılanların seslerini işitiyorduUlemadan biri tasavvuf hakkında bir kitap yazıp riyanın inceliklerini o kitapta bir araya topladıBöylece onlar (Basralılar) da bu şekilde okuyuşlarını terkettiler, halk da bu hususta onlara rağbet etmeyi terkettiOnlar 'Keşke o kitap yazılmamış olsaydı!' derlerdiBu bakımdan riyası bilinmediği takdirde riyakârın ibâdeti belirtmesinde, başkası için çok hayır vardırÇünkü Allahü teâlâ bu dini fâcir kişi ile, nasipleri olmayan kavimler ile takviye ve teyid ederNitekim bu husus haberlerde de vârid olmuştur65

Riyakârların bazısı, numûne-i imtisal olacak kimselerden idiAllah en doğrusunu bilir!

61) Hazret-i Peygamber, halkı sadakaya teşvik ettiği bir mecliste Ensar'dan bir zat para dolu kesesini tamamen sadaka vermiştir.

62) Müslim

63) Said b. Muaz b. Numan, Ensar'ın el-Eşhed soyundandır. Evs'in lideri idi. Bedir'e iştirâk etti. Hendek'te kendisine isabet eden bir okla şehid oldu.

64) Ebû Süfyân b. Hars b. Abdülmuttalib el-Hâşimî'dir. Hazret-i Peygamber'in amcazadesi ve süt kardeşidir.

65) Buhârî, Müslim, (Ebû Hüreyre'den) ; Nesâî, (Enes'ten)

8. Günahları Gizlemenin Ruhsatı ve İnsanların Günahına Muttali Olmalarından ve Kendisini Yermelerinden Hoşlanmamak

İhlâsta esas, için ve dışın bir olmasıdırNitekim Hazret-i Ömer bir kişiye 'Ameli açıktan yapmaya çalış!' demiştirKişi "Ey Mü'minlerin emîri! 'Ameli açıktan yapmak' ne demek?" diye sorunca, Hazret-i Ömer 'Öyle bir amel yap ki ona herhangi biri muttali olduğu zaman ondan utanmayasın!' demiştir.

Ebû Müslim el-Havlânî dedi ki: 'Büyük ve küçük abdesti bozmak ve ailemle cinsî münasebette bulunmam dışında, halkın hiçbir amelimi bilmesine aldırmam!' Ancak bu söylenilen derece, herkesin varamadığı büyük bir derecedir.

İnsan oğlu kalbi veya âzalarıyla yapıp gizlediği ve halkın bilmesini hoş karşılamadığı günahlardan uzak değildirHele şehvet ve istekler hususunda İnsan oğlunun hatırından geçenler. . . Oysa Allahü teâlâ bütün bunlara muttalidirBu bakımdan kulun bu günahları, başka kullardan gizleme çabası, çoğu zaman kul tarafından mahzurlu bir riya olarak görülürOysa hiç de öyle değildirAksine mahzurlu olan riya, halka muttaki ve Allah'tan korkan bir kimse olduğunu göstermek çabasıdır! Oysa esasında da böyle değildirİşte riyakâr bir kimsenin örtmesi budur.

Riyakârlık yapmayan doğru insana gelince o, günahlarını örtebilirOnun bu husustaki isteği sıhhatli olabilirSekiz yönden halkın günahına muttali olmasından dolayı üzülmesi sıhhatli ve yerindedir:

1Günahlarını örtmesinden ötürü Allah'ın memnun olduğunu bilirRezil olduğu zaman Allahü teâlâ'nın örtüsünü yırtmasından üzülür ve kıyâmette de örtüsünü yırtacağından korkar; zira haberde vârid olmuştur ki: Allahü teâlâ dünyada bir kulunun günahını örterse âhirette de onun günahını örter'66 O halde, bu üzüntü, îmanın kuvvetinden doğan bir üzüntüdür.

2Kişi bilir ki Allah günahların açığa vurulmasını hoş görmez, örtülmesini sever, Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Şu günahlardan herhangi birşey irtikâb eden bir kimse Allah'ın örtüsüne bürünsün'67

Kişi her ne kadar günah ile Allah'a isyan etmişse de onun kalbi Allah'ın sevdiğini sevmekten boşalmamıştırBu da îman kuvvetinden kaynaklanır ve Allah'ın günahların açığa çıkmasını sevmediğinden kaynaklanırBuradaki doğruluk eseri ve âlameti; başkasından da günahın zuhur etmesini kerih görmesi ve üzülmesidir.

3Günahtan ötürü halkın kendisini zemmetmesinden tiksinmesidirÖyle ki kalbinin ve aklının Allah'ın taatinden meşgul olacak derecede tiksinmesidirÇünkü tabiat, zemmedilmekten eza duyarAkılla münâzaa ederTâattan uzak olurBu illetten dolayı kendisini Allah'ın zikrinden meşgul edecek, kalbini kaplayacak ve zikirden kendisini uzaklaştıracak olan övülmekten de tiksinmelidirBu da îmanın kuvvetinden ileri gelir; zira ibâdet için kalbin boşalmasını gönülden talep etmek imandandır.

4Üzülme korkusu ile halkın zemmetmesinden tiksinmesi, dolayısıyla günahını örtmesi ve örtülmesidirÇünkü zemmetmek, vurmanın bedene elem vermesi gibi kalbe elem verirKalbin zemmedildiği için elem duymasından korkması haram değildirİnsan böyle bir korkudan dolayı âsi olmazAncak nefsi halkın zemminden korktuğu, halkın zemminden dolayı caiz olmayanı yapmaya kendisini dâvet ettiği takdirde günahkâr olurHalkın zemminden dolayı üzülmemek ve elem duymamak insana farz değildirEvet doğruluğun kemâli, kendisinden halkın görmesini silmedirŞöyle ki: Kendisini zemmeden ile medhedeni eşit görürÇünkü bilir ki zarar ve faydayı ancak Allahü teâlâ verirKulların tümü acizdirlerBöyle olanlar cidden azdırİnsanların çoğu, başkasının zemmetmesinden dolayı elem duyarÇünkü zemmetmekte eksikliği hissederZemden dolayı elem duymasının bazı kısımları dinen övülürZemmeden, din hususunda basiret ehlinden olan bir kimse ise, bu takdirde, zemminden elem duymak övülmeye vesile olurÇünkü böyle kimseler, Allah'ın (yeryüzünde) şahidleridirOnların zemmetmeleri Allah'ın zammetmesine ve dinde eksikliğe delâlet ederO halde nasıl bundan üzülmesin!

Evet! Kötü olan üzüntü, takvadan dolayı övülmenin elden gitmesine üzülmektirSanki kişi, takvadan dolayı, övülmesini sever ve isterOysa Allah'a yapmış olduğu ibâdetten dolayı övülmeyi istemesi caiz değildirNasıl caiz olabilir? Bu takdirde Allah'ın ibâdetiyle, Allah'tan değil, bir başkasından mükâfat beklemiş olur! Eğer nefsinde böyle birşey hissederse derhal buna nefret ve redle mukabele etmelidirTabiî olarak mâsiyetten dolayı, başkasının zemmetmesinden tiksinmek ise kötü değildirBu tenkidden sakınmak için günahını örtebilirKulun övülmeyi sevdiği, fakat zemmedilmeyi de kerih gördüğünü düşünmek mümkündürAncak kulun buradaki maksadı, halkın hem övmek, hem de zemmetmek bakımından kendisini bırakmasıdırNice kimseler vardır ki övülmenin zevkini kaybetmeye karşı sabreder de zemmetmenin elemine karşı sabredemez; zira övülmek zevk verirZevkin yokluğu ise insanı üzmez, zemmetmek ise üzücüdürBu bakımdan ibâdet için övülmeyi istemek, ibadetine karşılık peşin sevap talep etmek demektirGünahtan dolayı zemmedilmeyi kerih görmekte ise, bir husustan başka bir mahzur yokturO da halkın günahına muttali olmasının üzüntüsünün kendisini Allah'ın muttali olmasından meşgul etmesidirBu ise dinde eksikliğin en son noktasıdırUygun olan, Allah'ın muttali olmasından ve zemmetmesinden daha fazla üzülmesidir.

5Zemmetmeyi, zemmedenin Allah'a isyan etmesine vesile olur diye kerih görmektirBu düşünce de îmandan gelirBunun doğru olmasının alâmeti, kişinin başkasını zemmetmeyi de kerih görmesidirFakat tabiat cihetinden gelen acı ise bunun tam tersinedir.

6Günahını, günahı bilindiği zaman, herhangi bir şerre mâruz kalmamak için örtmesidirBu, zemmetmekten duyduğu elemin ötesinde bir mânâ taşır; zira zemmetmek, kalbin eksiklik ve hasisliğini hissetmesi bakımından elem vericidirHer ne kadar zemmedenin, kendisine herhangi bir kötülük dokundurmasından emin ise de bazen sebeplerin herhangi biriyle günahına muttali olan bir kimsenin şerrinden korkarBu bakımdan bundan kaçınmak için günahını örtebilir.

7Mücerred hayadırÇünkü mücerred haya da zemmin elemi ve şer ile kasdetmenin ötesinde bulunan elemin bir türüdürBu iyi bir ahlâktırGençliğin başlangıcında akıl nûru doğduğu zaman meydana gelirDolayısıyla kişi, kendisinde görüldüğü zaman kabahatlerden utanırBu, övülen bir vasıftır; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak Allah, haya eden ve hâlim bir kimseyi sever71

Bu bakımdan fâsıklık yapıp da halkın fâsıklığına muttali olmasından perva etmeyen bir kimse, fâsıklık suçunun yanına, denâet, kabahat ve hayasızlığı da eklemiş olur! O halde günahını örtüp utanan bir kimseden, düşüklük bakımından, bu daha ileride ve daha şiddetlidirAncak haya, riya ile karışıktırBüyük bir riya ile karışmıştırBunu idrâk eden pek azdırHer riyakâr utandığını iddia ederİbâdetleri güzelce yapmasının sebebinin halktan haya etmesi olduğunu savunurBu ise yalandırAksine haya, bir ahlâktırKerim tabiattan kaynaklanırOnun ardından riyanın çağırıcısı ile ihlâsın çağırıcısı gelirOnunla beraber ihlâslı olmak da, onunla beraber riyakâr olmak da tasavvur edilir.

Açıklaması şöyledir kişi, bir dostundan, karz (borç) olarak birşey isterO dostun nefsi, o miktarı borç olarak vermeyi istemezAncak dostunu boş çevirmekten utanır ve eğer başkasının diliyle konuşursa utanmayacağını düşünürYani ne riya için, ne de sevap için borç vermek istemezİşte bu durumda kişi için birçok haller vardır:

Birincisi, perva etmeden, açıkça reddetmesidirBöylece hayasının az olduğu söylenecektirBu, hayâsı olmayanın fiilidir; zira hayalı olan bir kimse ya geçerli bir sebep gösterir veya borç verirEğer verirse kendisi için üç durum tasavvur edilir:

Birinci Durum: Riyayı hayaya karıştırmaktırŞöyle ki: Hayası sebebiyle, isteyene vermemek, gözünde çirkin görünürDolayısıyla riya duygusu da kabarır ve der ki: 'Seni övsün, ismini cömertlikle ansın diye vermen uygundur' veya 'Seni zemmedip cimriliğe nisbet etmesin diye vermen gerekir' derKişi bu durumda verdiği takdirde riyadan ötürü vermiş olurRiyayı harekete geçiren şey ise, hayanın kabarmasından başka birşey değildir.

İkinci Durum: Hayâdan ötürü vermenin kendisi için mümkün olmamasıdırNefsinde cimrilik vardırDolayısıyla vermek de zorlaşırBu bakımdan ihlâsın duygusu kabarır ve kendisine şöyle der: 'Sadaka bir sevap kazandırırBorç vermek ise onsekiz sevap kazandırır'.

(Haberde böyle vârid olmuştur) .

O halde, borç vermede büyük bir ecir vardırBu bir dostun kalbini sevindirmek demektirBu ise, Allah'ın nezdinde, övülen bir haslettirBuna binaen nefis, bunu vermek cömertliğinde bulunurİşte bu muhlistirİhlâsın haya harekete geçirmiştir.

Üçüncü Durum: Sevaba bir rağbeti olmadığı gibi, tenkid edilmekten de herhangi bir korkusu yokturÖvülmeyi de sevmemektedirÇünkü eğer o dostu mektupla kendisinden istemiş olsaydı ona vermezdiBu bakımdan sadece hayâdan dolayı ona vermiş olduO hayâ, kalbinde hissettiği hayâ elemidirEğer hayâ olmasaydı mutlaka geri çevirirdiEğer kendisinden utanmayacağı veya yabancı biri gelmiş olsaydı, o adam ne kadar kendisini övmüş olsa ve ona vermekte ne kadar sevap olsa da yine ona vermez, onu boş çevirirdiBu bakımdan bu mücerred hayâdırBu, ancak günahları irtikâb etmemek ve cimrilik gibi çirkinliklerde tasavvur edilebilirRiyakâr bir kimse mübahlardan da utanırHatta o, aceleyle yürürken görünse derhal riya için sakin yürümeye başlarGülerken göründüğü zaman derhal yüzünü buruşturur ve bunu da hayâ için yaptığını iddia ederBu ise riyanın ta kendisidir.

Denilmiştir ki, hayânın bazısı zayıflıktırBu söz doğrudurBundan gaye, çirkin olmayan birşeyden hayâ etmektirHalka vaaz etmek, namazda imamlık yapmaktan hayâ etmek, çocuk ve kadınlar için güzeldirAklı başında olanlar için güzel değildirBazen bir ihtiyar adamdan bir günah görünürOnun ağarmış saçından, sakalından utanılarak o günahı tenkid edilmezÇünkü müslüman bir ihtiyara hürmet etmek, Allah'a hürmet etmektendirBu tür hayâ güzeldirBundan daha güzeli Allah'tan utanmaktırBu bakımdan emr-i bi'l-mâruf yapmayı terketmemelidirO halde, kuvvetli olan kimse, Allah'tan utanmayı halktan utanmaya tercih ederZayıf bir kimsenin ise, buna gücü yetmezİşte bunlar öyle sebeplerdir ki onlar için çirkinlik ve günahların örtülmesi caizdir.

8Başkasının günaha cüret etmesinden ve bu hususta kendisine uymasından korkarak günahı örtmektirBu tek illet, ibadetin belirtilmesinde geçerlidirO da örnek olmaktırBu imamlara veya kendisine uyulan kimselere mahsusturBu illetten dolayı günahkâr, günahını aile efradından ve çocuklarından gizlemelidirÇünkü onlar, ondan bunu öğrenebilirlerBu bakımdan günahın örtülmesinde saymış olduğumuz sekiz özür vardırİbâdetin izhar edilmesinde ise ancak bir tek özür mevcutturKişi günahını örterek halka muttaki olduğu imajını vermek istiyorsa, riyakâr olurNitekim ibâdetin izharından da maksadı bu olduğunda riyakâr olduğu gibi. . .

Soru: Kul için, salihliğinden dolayı, halkın övmesini istemesi caiz midir ve bundan dolayı halkın kendisini övmesine sevinmesine ruhsat var midir? Oysa adamın biri Hazret-i Peygamber'e şöyle demiştir: 'Beni öyle bir ibâdete muttali kıl ki ondan dolayı hem

Allah, hem de insanlar beni sevmiş olsunlar!' Hazret-i Peygamber de ona şöyle buyurmuştur:

Dünya hakkında zâhidlik yap! Allah seni severBu dünyayı insanların kucağına at, onlar da seni severler72

Cevap: İnsanların seni sevmelerinden hoşlanman, bazen mübah, bazen güzel, bazen de kötü olurGüzel olanı, Allah'ın seni sevdiğini onun vasıtasıyla bildiğinden dolayı onu sevinendirÇünkü Allahü teâlâ, bir kulu sevdiği zaman, kullarına da onu sevdirirKötü olanı, haccından, cihadından, namazından, belli bir ibâdetinden dolayı onların seni sevmelerini istemendirÇünkü böyle bir sevgi, Allah'ın vereceği sevaptan ziyade dünyada ibâdete karşı acil bir karşılık talep etmektirMübah olanı ise, belli ve övülen ibâdetlerden başka, övülen birtakım sıfatlardan dolayı seni sevmelerini istemendirBöyle birşeyi sevmen, malı sevmen gibidirÇünkü kalpleri elde etmek, malları elde etmek gibi meşrû hedeflerin vesilesidirBu ikisinin arasında fark yoktur.

66) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

67) Hâkim, Müstedrek

68) Müslim

69) Müslim, Buhârî

70) Müslim, Buhârî

71) Taberânî

9. Riya ve Afetlere Kapılmak Korkusuyla İbâdetleri Terketmek

Halktan bir grup, amelle riyakâr olacağından korkarak ameli bırakmaktadırOysa böyle yapmak yanlış ve şeytana uymaktırÂfetlerin korkusundan dolayı terkedilen ve terkedilmeyen ameller hakkında hakîkat bizim zikredeceğimizdir: Şöyle ki, ibâdet ve taatlar, bizzat kendisinde zevk olmayan, aksine esasında zahmete katlanmak, malî ve bedenî mücâhedeler olan, ancak muttakî olduğunda insanların övgüsüne sebep olan ve bundan ötürü zevkli olan namaz, oruç, hac ve gazâya gitmek gibi kısımlarla, bizzat kendisinde zevk olan kısımlara ayrılırZevkli olan kısmın çoğu bedenle ilgili olmayan, aksine hilâfet, kadılık, idarecilik, zâbitlik, namazda imamlık, vaizlik, müderrislik, infak etmek, halkla ilgili bulunduğundan ve içindeki zevkten dolayı âfeti pek büyük olan ibâdetler gibi halka taallûk eder,

Birinci Kısım

Birinci kısım, başkasıyla ilgilenmeyen ve sadece bedene lazım olan oruç, namaz ve hac gibi bizzat kendisinde zevk olmayan ibâdetlerdirBu ibâdetlerde riyanın tehlikeleri üç tanedir:

Birincisi: Amelden önce olan riyadırBu riya, halkın görmesi için başlangıçta insanı o ibâdete teşvik ederOysa beraberinde dinî bir teşvik bulunmamaktadırBu tür bir ameli terketmek gerekirÇünkü bu amel içinde ibadet olmayan sırf mâsiyet ve günahtır; zira âbid suretine bürünerek halkın kalbinde mevkî istemektirEğer insanın riyanın teşvikini nefsinden uzaklaştırmaya ve nefsinden riya teşvikini uzaklaştırmak için 'Sen Allah'tan utanmıyor musun? Allah için ibâdet ve amelle cömertlik yapmayıp da kulları için cömertlik yapıyorsun!' demeye gücü yetiyorsa, amel yapmak suretiyle riya düşüncesinin kefaretini nefsine ödetebiliyorsa derhal ibâdetle iştigal etsin.

İkincisi: Allah için ibâdet yapmasıdırFakat ibâdetin akdiyle beraber ve başlangıcında riya başgösterirse, bu durumda ibâdeti terketmek uygun değildirÇünkü böyle bir kişi, dinden gelen iteleyici bir kuvvet bulmuşturBu bakımdan ibâdete başlamalı, riyayı bertaraf etmek hususunda nefsiyle mücadele etmelidirDaha önce zikrettiğimiz gibi nefse riyayı çirkin göstermek ve riyayı kabul etmekten çekinmek gibi tedavi usûlleriyle ihlâsı elde etmeye çalışmalıdır.

Üçüncüsü: İhlâs üzerine ibâdeti yapar. Sonra riya ve riyayı isteyen sebepler başgösterirBu bakımdan riyayı bertaraf etmek için mücâhede etmesi gerekirAmel, ihlâslı olsun, arınsın diye, ameli terketmemelidirNefsini ameli tamam edinceye kadar zorla ibâdete yöneltmelidirÇünkü şeytan önce amel ve ibâdeti terketmeye dâvet ederOna bu hususta uymadığın ve amelle meşgul olduğun takdirde, seni riyaya dâvet ederBu hususta da istediğini kabul etmeyip onu kovduğun zaman sana şöyle demekle yetinir: 'Bu ibâdet hâlis değildirSen burada riyakârsınZahmetin boşunadırİçinde ihlâs bulunmayan bir ibâdetten sana ne fayda gelebilir?'

Bu sözleri, seni ibâdeti terketmeye iteleyinceye kadar tekrar edip dururİbâdeti terkettiğin zaman, onun gayesi tahakkuk ederRiyakâr olmasından korkarak ibâdeti terkeden bir kimsenin misali, tıpkı şu kölenin misâline benzer: Efendisi kendisine içinde zivarı (karacuk) bulunan bir buğdayı teslim eder ve 'Bu buğdayı güzel bir şekilde ayıkla' derO ise bu işi temelinden bırakır ve der ki: 'Eğer bu işi yaparsam buğdayın güzel bir şekilde ayıklanmayacağından korkuyorum'Böylece işi temelinden terkederBöyle yapmak amelin aslıyla beraber ihlâsı terketmek demektir ve mânâsız bir harekettir.

Halkın 'Bu adam riyakârdır' demesinden korkarak ve dolayısıyla günahkâr olmalarından endişe ederek ibâdeti bırakmak da bu türdendirBu tip vesveseler şeytanın hilelerindendirÇünkü böyle sanan bir kimse, önce müslümanlar için su-i zanda bulunmuş demektirOysa müslümanlar için su-i zanda bulunmak hiç de hakkı değildir. Sonra eğer böyle birşey var ise, onların sözü kendisine bir zarar vermediği gibi ibâdetinin sevabını da elinden çıkaramazOnların riyakâr demelerinden korkarak ibâdeti terketmek riyanın ta kendisidir; zira eğer halkın övmesinden hoşlanmamış ve zemlerinden korkmamış olsaydı, onların sözleriyle ne ilgisi olabilirdi? Onların 'O riyakârdır' veya 'İhlâslıdır' demeleri arasında hiçbir fark olmazdıAcaba riyakâr olduğunun söylenmesinden korkarak ibâdeti terketmek ile 'kusurludur, gâfildir' denmesinden korkarak güzel ibâdet yapmanın arasında ne fark vardır? İbâdeti terketmek, bu ikincisinden daha şiddetli ve dehşetlidirİşte bunların hepsi câhil âbidler için şeytanın hileleridir. Sonra ibâdeti terketmek suretiyle şeytandan kurtulmayı nasıl ümit edebilir? Zira şeytan hiçbir zaman yakasını bırakmamaktadırKendisine der ki: "İşte şimdi halk sana 'ihlâslıdır ve şöhreti istemiyor denilsin diye ibâdeti terketmektedir' derler"Böylece seni halktan kaçmaya mecbur ederEğer kaçıp da yeraltında bir izbeye sığınsan bu sefer kalbine, halk tarafından zâhidliğinin ve halktan kaçmanın ve bundan dolayı kalpten seni tâzim etmelerinin bilinmesinin tadını yerleştirirÖyleyse sen nasıl şeytandan kurtulabilirsin? Şeytandan kurtuluş, ancak kalbine riya âfetinin mârifetini gerekli kılmanla mümkündür'Riya âhirette zarar olduğu gibi, dünyada da riyada fayda yoktur' hakikatini kalbine ihtar etmelisin ki kalbin daima riyadan nefret edip ondan sakınsınBununla beraber perva etmeksizin ibâdete devam etmelisin! Eğer düşman, tabiatın bozulduğuyla çarpışırsa, bunun sonu gelmezBunun için ibâdeti terketmek insanı dalâlete ve hayırları terketmeye sevkeder!

Bu bakımdan ibâdete yönelmek için dinî bir teşvikçi buldukça ibâdeti terketme! Riya tehlikesiyle çarpış! Allah'tan utanmayı kalbinden uzaklaştırma! Nefsin Allah'ın övmesi yerine mahlûkların övmesini tercih etmeye seni dâvet ettiği zaman Allah'tan utan; zira O, kalbine muttalidirEğer mahlûkat, kalbine muttali olsaydı ve onlar tarafından övülmeni istediğini bilseydiler muhakkak senden nefret ederlerdiEğer rabbinden utanarak nefsine bir ceza olarak fazla ibâdet yapmaya gücün yetiyorsa derhal yap!

Eğer şeytan sana 'Sen riyakârsın' dese, onun yalancı ve kandırıcı olduğunu kalbindeki riyaya karşı duyduğun nefretten anla! Kalbinin riyadan tiksinip ondan korkması ve Allah'tan utanmasıyla bil! Eğer kalbinde riyaya karşı bir nefret ve riyadan çekinme olduğuna tesadüf etmezsen, aynı zamanda dinî bir teşvik de yoksa, riya teşviki tek başına varsa, bu takdirde ibâdeti terket! Fakat böyle bir durumun olması da gayet uzaktır! Bu bakımdan kim Allah için ibâdete başlarsa, elbette onunla beraber sevap kastının esası devam etmelidir.

Soru: Şöhret korkusundan ötürü seleften birçok kimsenin ibâdeti terkettikleri nakledilmiştir! Nitekim rivâyet ediliyor ki, İbrahim en-Nehaî'nin huzuruna, Kur'ân okuduğu bir anda, biri girdiİbrahim Kur'ân'ı derhal kapatıp okumayı terketti ve şöyle dedi: 'Bu adamcağız, bizim her saat Kur'ân okuduğumuzu sanmasın!' İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Konuşma hoşuna gittiği zaman, sükût et! Sükût etmek hoşuna gittiği zaman konuş!' Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Seleften biri, yolda müslümanlara eziyet veren bir şeyin yanından geçtiği zaman o şeyi alıp yoldan atmaktan onu ancak şöhretten korkması menederdi'Seleften bazılarına ağlamak galebe çaldığı halde şöhret korkusundan onu derhal gülmeye çevirirdiNitekim bu hususta birçok rivâyetler vârid olmuştur.

Cevap: Sayılmayacak kadar çok insanlardan ibâdet ve taatları açıkça yapmaları hakkında vârid olan rivâyetler, bu rivâyetlerle muâraza etmektedirHasan-ı Basrî'nin bu konuşmayı va'z ve nasihat tarzında söylemesi, şöhret korkusuna ağlamaktan ve yolda bulunan eziyet verici şeyleri uzaklaştırmaktan daha yakındır. Sonra onu terketmedi.

Kısacası nafile ibâdetlerin terki caizdirBuradaki konuşma en faziletli olan hakkındadırEn faziletlisine ise, ancak kuvvetlilerin gücü yeter, zayıfların değil! Bu bakımdan en faziletlisi ibâdetlerini tamamlamak ve ihlâsı temin hususunda var kuvvetiyle çalışmak ve onu terketmemektirAmeller ve ibâdetlerin erbabları, korkularından ötürü bazen nefislerini, en faziletlinin zıddı ile tedavi etmektedirlerBu bakımdan en faziletlilerini yapmak daha uygundur.

İbrahim en-Nehâî'nin Kur'ân'ı kapatmasına gelince, bu hâdiseyi şöyle tevil etmek mümkünİbrahim en-Nehâî, adam geldiğinde okumayı terketmek zorunda olduğunu bildiği için adam gittikten sonra okumaya yeniden başlamak için okumayı bırakmış olabilirBu bakımdan o, kişinin kendisini okurken görmemesinin riyadan daha uzak olduğu düşüncesindedirNitekim kendisi onunla meşgul olmak için Kur'ân okumayı terk edip bilâhare Kur'ân okumaya dönmeyi düşünmüştür.

Yoldan geçenlere eziyet veren şeyi uzaklaştırmayı terketmeye gelince, bu şöhret âfetini gerektirmesinden ve halkın teveccühünü kazanmaya vesile olmasından ötürü korkulan hareketlerdendirYoldan kaldırılan çöpün sevabından daha büyük ibâdetlerden kendisini meşgul edeceklerinden korktuğundan dolayı terketmiştirBu bakımdan bunu terketmek bundan daha büyük ibâdetleri korumak içindirSadece riya korkusu için değildir.

İbrahim et-Teymî'nin 'Konuşma hoşuna gittiği zaman hemen sus!' sözüne gelince, mümkündür ki bununla, hikâyelerde fesâhat göstermek gibi konuşmanın mübah kısımlarını kasdetmiştir; zira böyle bir konuşma kendisini beğenmeyi gerektirirBöylece mübah olan sükûtun da gerektiği anlaşılırÇünkü ucub ve benimseme mahzurludurBu bakımdan bu, ucubtan korkarak bir mübahtan diğer bir mübaha geçmektir.

Hak ve söylenilmesi gereken konuşmaya gelince; bu, kesinlikle belirtilmemiştirBuna rağmen konuşmada âfet, oldukça büyüktürO halde ikinci kısma dahil olur.

Bizim konuşmamız, halkla ilgili olmayan, âfetleri çok olan ve sadece kulun bedeni ile ilgili olan ibâdetler hakkındadır. Sonra Hasan-ı Basrî'nin 'Onlar şöhret korkusundan ötürü eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırmıyorlardı ve ağlamayı terk ediyorlardı!' sözüne gelince, çoğu zaman mümkündür ki bu söz, en faziletliyi bilmeyen zayıfların ve bu incelikleri idrâk etmekten aciz olanların hallerini hikâye etmektirHasan-ı Basrî bunu ancak halkı şöhret âfetinden korkutmak ve şöhreti talep etmekten uzaklaştırmak maksadıyla söylemiştir.

İkinci Kısım

İkinci kısım, halkla ilgili âfet ve tehlikesi büyük olan kısımdırBunun tehlike bakımından en büyüğü hilâfettir. Sonra kadılık, sonra va'z ve irşad, sonra müderrislik, sonra fetva, sonra da malı infak etmek gelir.

Hilâfet ve emirliğe gelince, adalet ve ihlâsla beraber olduğu zaman ibâdetlerin en faziletlilerindendirÇünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun, âdil bir imamın bir günü, kişinin tek başına yapmış olduğu altmış senelik ibâdetinden daha üstün ve hayırlıdır73

Bu bakımdan bir tek günü altmış senelik ibâdete eşit olan bir taat, ne büyük bir ibâdettir!

Cennete ilk girenler üç sınıftır ve âdil İmâm onlardan biridir. . . 74

Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder: 'Üç sınıf vardır, onların duaları geri çevrilmez: Adil İmâm, onlardan biridir75

Kıyâmet gününde bana insanların en yakını âdil imamdır.

Bu hadîsi Ebû Said el-Hudrî rivâyet etmiştirBu bakımdan emirlik ve hilâfet, ibâdetlerin en büyüklerindendirOysa muttakîler, eskiden beri bunları terketmekte ve bunları kabul etmekten sakınmaktalarBunun hikmeti buradaki tehlikenin büyüklüğüdür; zira bu vazifeden dolayı içteki sıfat ve nitelikler harekete geçer, rütbe ve istilâ lezzeti, emrin nâfiz olmasının sevgisi nefse galebe çalarBu vazife dünya sığınaklarının en büyüğüdürBu bakımdan velayet sevimli olduğu zaman vâli, nefsinin isteklerini yerine getirmek için çaba sarfederBöylece hevâ-i nefsinin peşine takılması yakın bir ihtimal olurBu bakımdan mertebe ve velayetine zarar getiren şeyleri -hak da olsa- menetmeye çalışırBâtıl da olsa, derecesini yücelten şeyleri yapmaya gayret ederİşte bu takdirde helâk olur ve böylece zâlim bir sultanın bir günü, bir fâsığın altmış senelik fıskından daha şerli olurNitekim daha önce zikrettiğimiz hadîsin mefhumundan bu anlaşılmaktadır.

Bu büyük tehlike için Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle derdi: 'Acaba içindeki tehlikelerle beraber kim idareciliği benden kabul eder?' Nasıl böyle olmasın! Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Bir kabileye idareci olan bir kimse yoktur ki kıyâmet gününde eli boynunda kelepçeli olarak huzur-u ilâhîye gelmesin! Bu kimseyi ya adâleti o kelepçeden kurtarır veya zulmü kendisini helâk ettirir.

Bu hadîsi Ma'kal bYesar76 rivâyet etmiştirHazret-i Ömer, Ma'kal bYesar'ı (Basra valiliğinden önce) bir vilayete vali tâyin ettiMa'kal, Hazret-i Ömer'e hitaben 'Ey Mü'minlerin emîri! Bana nasıl hareket edeceğimi söyle!' dediHazret-i Ömer cevap olarak 'Otur ve benden sakla!' buyurdu.

Hasan-ı Basrî rivâyet ediyor ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir kişiyi vali tayin ettiO kişi Hazret-i Peygamber'e 'Bana en hayırlısını seç' deyince, Hazret-i Peygamber, ona cevap olarak 'Otur!' dedi77

Abdurrahman bSemure'nin rivâyet ettiği hadîs de böyledir; zira Hazret-i Peygamber ona şöyle demiştir:

Ey Abdurrahman! Emîrliği isteme! Zira sen istemeden emirlik verilirse, o hususta yardıma mazhar olursunEğer istemenle emirlik sana verilirse, ona havale edilmiş olursun!78

Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) Râfi bÖmer'e dedi ki: 'İki kişiye dahi emîr olmaya razı olma!' Sonra Hazret-i Ebû Bekir bizzat halife seçilince Râfi kendisine dedi ki: 'Sen bana iki kişiye dahi baş olma demedin mi? Oysa sen Ümmet-i Muhammed'in (aleyhisselâm) işini üzerine aldın!' Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk 'Evet! Ben yine sana aynı şeyi diyorum! Kim bu vazifede adalet etmezse Allah'ın lâneti onun üzerinedir' dedi.

Basireti az olanlar, emirliğin fazileti hakkında vârid olan hadîslerle, emirlikten sakındırmak hususunda vârid olan hadîslerin arasında çelişki görebilirlerOysa böyle birşey yokturBurada hakîkat şudur: Dinde kuvvetli bulunan havass için idarecilikleri kabul etmekten kaçınmak uygun değildirZayıflar için de uygun değildir; zira onlar bu vazifeleri alıp helâk olurlarBuradaki 'kuvvetli'den gayem, dünyanın kendisini kaydırmadığı, tamahkârlığının kendisini felâkete sürüklemediği kimsedirAllah için hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezBöyleleri halka aldırmazlar, dünya hususunda zâhid olmuşlardırDünyadan ve halkın ihtilâtından nefret etmişler, nefislerini mağlup etmiş, dizginini ele almışlardırŞeytanları gemlemişler, dolayısıyla şeytan onları aldatmaktan ümitsiz olmuşturBu bakımdan bu kimseleri haktan başka hiçbir şey harekete geçirmezBunları haktan başka hiçbir şey teskin etmezCanları pahasına haktan ayrılmazlar! O halde onlar emirlik ve hilâfet hususunda fazileti elde eden kimselerdirKim bu sıfatta olmadığını biliyorsa, onun için idarecilik almak haramdır.

Kim nefsini deneyip hak için sabredici olduğunu görürse, idareciliklerin dışında şehvetlerden kaçtığını müşahede ederse, fakat buna rağmen idarecilik tadını aldığı zaman bozulacağından korkarsa, idareciliğin hoşuna gideceğinden ve emrinin yerine getirilmesi zevk verdiğinden ve icabında işinden atılmaktan hoşlanmamaktan endişe ederse ve işinden atılmamak için yağcılık yapmasını muhtemel görürse, böyle bir kimsenin hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdirBu kimse acaba idarecilikten kaçınmalı mıdır?

Bazıları demiştir ki: 'Kaçınması farz değildirÇünkü yukarıda sayılan tehlikeler gelecek zamanda olacak bir şeyin korkusu ve endişesidirHâl-i hâzırda ise, nefsin lezzetlerini terketmek ve haktan ayrılmamak hususunda nefsini kuvvetli görmektedir'.

Doğrusu böyle bir kimseye idarecilikten sakınmak gerekirÇünkü nefis kandırıcıdırHakkı iddia eder, hayrı va'd ederEğer kesinlikle hayrı va'd ederse, yine idarecilik anında bozulmasından korkulurO halde tereddütü olduğu zaman, nasıl korkulmasın? İdareciliği kabulden kaçınmak, başladıktan sonra azledilmekten daha kolaydırAzil elem vericidirNitekim 'azil, erkeğin talâkıdır' darb-ı meseli meşhurdur.

Bu bakımdan kişi idareciliğe başladıktan sonra nefsi artık azlolup uzaklaştırılmasına müsamaha göstermezNefsi yağcılık yapmaya, hakkı ihmal etmeye doğru kayar ve dolayısıyla sahibini cehennemin derinliğine düşürürÖlüme kadar bu idarecilikten el çekmeye artık gücü yetmezAncak kerhen ve cebren uzaklaştırılırsa başka. . . Bu şekildeki uzaklaştırmakta da idareciliği seven herkes için bir azap vardırNe zaman nefis idareciliği aramaya meylederse, sahibini idareci olmak için zorlarsa, bu nefis şerri şiddetle emreden nefistirOnun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biz elbette bizden vazife dileyeni, idareci yapmayız79

Zayıf ve kuvvetlinin hakkındaki hükmün değişik olduğunu bildiğin zaman Ebû Bekir Sıddîk'in Râfî'i idarecilikten menetmesi ile bilâhare kendisinin idareciliği kabul etmesinin arasında çelişki olmadığını anlayacaksın.

Kadılığa gelince, kadılık her ne kadar hilâfet ve imametten derece bakımından daha az ise de o da iki vazifenin ağırlığını taşımaktadır; zira her velayet sahibi nâfiz bir emre sahiptirEmirlik doğal olarak sevilirHakka tâbi olmakla beraber kadılıkta sevap büyüktürHaktan inhiraf edince de cezası büyüktürNitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kadılar üçtür: İkisi cehennemde, biri cennettedir80

Kim kadılık vazifesini almaya koşarsa, o kimse bıçaksız kesilmiş demektir01

Bu bakımdan kadılığın hükmü, emîrliğin hükmü gibidirZayıf kimselerin kadılığı terketmesi uygundurGözünde dünyanın ve dünya lezzetlerinin kıymeti olan da kadılık vazifesini terketmelidirKuvvetliler bu vazifeyi almalıdırOnlar, Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezlerNe zaman ki sultanlar zâlim iseler, kadılar da ancak onlara yağcılık yapmak suretiyle ve onların ve yakınlarının hatırı için bazı hakları ihmal etmek suretiyle kadılık yapabiliyorsa ve eğer onların aleyhinde hak ile hüküm verdiğinde kendisini azledeceklerini veya kendisine itaat etmeyeceklerini biliyorsa bu takdirde kadılık vazifesini alabilirFakat kadılık vazifesini aldığı takdirde onlardan hak ve hukuku talep etmesi gerekirAzledilmenin korkusu, ihmal etmek hususunda kendisine asla bir özür olamazEğer azledilirse mesuliyet kendisinden giderBu bakımdan eğer Allah için hüküm veriyorsa, azledilmesine sevinmesi gerekirEğer nefsi bu hususta müsamahakâr davranmazsa bu kimse, bu takdirde hevâi nefse ve şeytana tâbi olmak için hüküm veriyor demektirBu bakımdan böyle bir kimse hükmetmekten nasıl sevap bekleyebilir? Oysa kendisi zâlimlerle beraber cehennemin en dibinde olacaktır.

Vaizlik, müftilik, müderrislik, hadîs rivâyet etmek, âli senedlerin toplanması ve mertebenin genişlemesine vesile olan ve kıymetini halkın gözünde artıran konulara gelince, bunun da âfeti idarecilerin âfeti gibi büyüktürSelefin korkanları fırsat buldukça fetva vermekten çekinir, başkasına havale ederlerdiSelef uleması şöyle derdi: 'Haddesenâ (Bize tahdîs etti) dünya kapılarından bir kapıdırKim 'haddesenâ' derse, muhakkak o kimse 'bana geniş yer açınız' demek istiyor!

Bişr el-Hafî, bir yük hadîs kitabını toprağa gömdü ve dedi ki: 82 'Hadîs rivâyet etmeye olan hırsım beni hadîsten menettiEğer nefsim konuşmamayı isteseydi muhakkak konuşurdum'.

Vaiz bir kimse, halkın kalbinin o vaaz ile etkilenmesinde, ağlamalarında, sızlamalarında ve kendisine hürmet etmelerinde öyle bir zevk hisseder ki hiçbir zevk bu zevke denk olamazBu bakımdan vâizin kalbine bu durum hâkim olduğu zaman onun tabiatı avamın yanında tervic edilen -bâtıl olsa dahi- süslü püslü olan konuşmaya meylederHalk tarafından ağır sayılan her konuşmadan -hak da olsa- kaçarTamamen himmetini halkın kalbini harekete geçiren ve halkın kalbinde derecesini yükselten konuşmalara sarfederHerhangi bir hadîsi veya hikmetli bir sözü dinlediği zaman, onu minberin başında halka nakletmeye elverişli olduğu için onunla sevinirOysa onunla ancak saadet yolunu, din yolunu gösterdiğinden dolayı sevinmeliydiİster onunla amel etmiş olsun, ister olmasın.

Sonra vaiz der ki: Allahü teâlâ bana bu nimeti ihsan etti ve bu hikmetle beni faydalandırdığı zaman ben onu söylemeliyim ki müslüman kardeşlerim de onun faydasında bana ortak olsunlar'.

İşte bu vazifede, büyük bir korku ve fitne vardırBu bakımdan onun hükmü de idareciliğin hükmü gibidirÖyleyse teşvik edicisi mevkî elde etmek, din vasıtasıyla halkın malını yemek, böbürlenmek, halka karşı büyük âlim olduğunu ispat etmek olan bir kimse için, vaizliği terketmek uygundur ve bu hususta hevâ-i, nefse muhalefet etmelidirTa ki nefsi, olgunlaşıncaya kadar, din hususundaki himmeti kuvvet buluncaya kadar, nefsinin hakkında fitneden emin oluncaya kadar. . . Böyle olduğu takdirde va'z ve nasihat vazifesine yeniden dönebilir.

Eğer İlim ehli hakkında böyle hüküm verilirse ilimler yok olup ortadan kalkarCehalet bütün halkı kasıp kavurur!' dersen, cevap olarak deriz ki: 'Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) emirliği istemeyi yasaklamıştır ve emirlikten dolayı şiddetli tehditler savurmuştur'.

Muhakkak sizler emirlik için harislik gösterirsinizOysa emirlik, kıyâmet gününde hasret ve nedâmettirAncak emirliği, hakkını vermek suretiyle yapan kimse hariç. . .

Süt veren (emirlik) ne mutlu, ne güzeldir! Sütten kesen (emâret) ne kötü, ne çirkindir!83

Oysa malûmdur ki saltanat ve hilâfet eğer muattal olursa din ve dünya muattal olurHalk arasında fitne kabarır, emniyet kalkar, memleket harâbeye dönerMaişetler muattal olurO halde bütün bunlarla beraber neden Hazret-i Peygamber emirliği nehyetmiştir?

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Ubey bKa'b'ın arkasına bir topluluğun takıldığını gördüğü zaman Ubey'i dövdü ve döverken de şöyle dedi: 'Ubey müslümanların efendisidir ha!'

Oysa Hazret-i Ömer, Ubey'in yanında Kur'ân okuyordu, ondan ders alıyorduBuna rağmen Hazret-i Ömer, halkın Ubey'e tâbi olmasını menederek şöyle demiştir: 'Böyle yapmak baş olanı saptırır, kuyruk olanlara da zillettir'.

Oysa Ömer hutbe okuyor, va'zediyor ve bunu yapmaktan da çekinmiyordu.

Bir kişi Hazret-i Ömer'den halka sabah namazından sonra va'zetmek hususunda izin istediHazret-i Ömer onu menettiAdam Hazret-i Ömer'e 'Halka va'zetmekten beni men mi ediyorsun?' diye sorduHazret-i Ömer 'Süreyya yıldızına yetişecek kadar kendini büyütmenden korkuyorum' dediZira Hazret-i Ömer, o kişide, halkın teveccühünü ve mevkîsinin yükselmesini talep etme emarelerini görmüştü.

Kadılık ve halifelik de dinleri hususunda vaaz, müderrislik ve fetva gibi halkın muhtaç olduğu vazifelerdirOnların her birinde fitne ve lezzet vardırBu bakımdan aralarında, tehlike bakımından hiçbir fark yoktur.

İtirazcının 'Bu vazifeyi almayı yasaklaman ilmin yok olmasına yol açar!' sözüne gelince, bu söz yanlıştır; zira Hazret-i Peygamber'in kadılığı nehyetmesi84 kadılığın muattal olmasına sirayet etmemiştirAksine riyasetin sevgisi halkı bunu istemeye mecbur ederRiyaset sevgisi, ilimlerin yok olup gitmesine müsaade etmezBilakis eğer halk, içinde riyaset ve hürmet görmenin bulunduğu ilimleri kendileri zincir ve bukağılarla bağlanıp hapsedilseler de muhakkak hapisten kaçar, zincirleri kırar, yine de o ilimleri ararlarKaldı ki Allahü teâlâ'nın, bu dini, ahlâksız birtakım kavimlerle teyid edeceğini Hazret-i Peygamber bize va'detmiştir. (Nesâî) Bu bakımdan sen halkın işiyle kalbini meşgul etmeKesinlikle Allah onları zâyi etmezSen kendi nefsin için düşün!

Bununla beraber memlekette vaaz vazifesini yerine getiren bir grup varsa, vaaz etmemek hususundaki yasak ancak onların bazılarının bu vazifeden imtinâ etmesini gerektirirBiliniyor ki bunların tümü birden o vazifeden imtina etmez ve riyaset lezzetini bırakmazlarEğer memlekette bir kişiden fazla yoksa, onun da vaaz ve nasihati güzel konuştuğundan dolayı halka fayda veriyorsa, zâhirde doğru dürüst görünürse, halka da Vaazıyla ancak Allah'ı irade ediyor, dünyayı terketmiş ve dünyadan yüz çevirmiştir' düşüncesini veriyorsa, biz böyle bir kimseyi va'zdan menetmeyizBiz ona deriz ki: 'Bir taraftan va'zla meşgul ol, diğer taraftan nefsinle mücadele et!' Eğer derse ki: 'Nefsime gücüm yetmiyor! Bu sefer deriz ki: 'Meşgul ol, mücâhede et!' Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, eğer o kişi o vazifeyi terkederse, ondan başka o vazifeyi yapan olmadığı için, halkın tamamı helâk olacaktırEğer gayesi dünya rütbesi olduğu halde o vazifeye devam ederse, bu takdirde yalnız kendisi helâk olurO halde, bütün halkın dininin selâmeti, bizce sadece o kişinin dininin selâmetinden daha mühimdirBu bakımdan biz onu halka fedâ eder ve deriz ki: Bu öyle bir kimsedir ki Hazret-i Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur:

Muhakkak Allahü teâlâ bu dini ahlâkı olmayan birtakım kavimlerle teyid eder85

Sonra vâiz o kimsedir ki insanları âhirete teşvik eder, konuşmasıyla insanları dünyadan soğutur, yaşantısıyla bu iki hususta tesirli olurBu zamanda ise vâizlerin ihdas ettikleri birtakım süslü püslü kelimeler, şiirlerle beraber seci'li lâfızlar vardır ki onların içinde dinin herhangi bir işinin büyütülmesi ve müslümanları korkutmak yokturAksine nükteler savurmak suretiyle günahlara dalmaya cesaret vermek ve ümitler bahşetmek vardırBöyle bir vâize gelince, memleketi böyle vaizlerden kurtarmak idarecilerin boynuna farzdırÇünkü bu tip vâizler deccallerin vekilleri ve şeytanların halifeleridirBiz ancak güzel vaazlı, zâhiri dine uygun, kalbinde halk tarafından hüsnü kabul görme sevgisini besleyen ve bundan başka birşey düşünmeyen vâiz hakkında konuşuyoruzKitab'ul-İlim'de kötü âlimler hakkında vârid olan tehdit hususunda belirttiğimiz hakikatlerde ilmin ve ilim felâketlerinin fitnelerinden sakınmanın lüzumlu olmasını belirtecek durum vardır.

Bunun için Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir:

Ey kötü âlimler! Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verirsinizFakat emrettiklerinizi yapmazsınızYapmadıklarınızı söylersinizHükmettikleriniz ne kötüdürSöz ve temennilerle tevbe eder, nefsin hevasıyla amel edersinizOysa derilerinizi kalpleriniz kirli olduğu halde temizlemeniz size hiçbir fayda vermezGerçek olarak sizlere derim ki, elek gibi olmayınız! Elekten güzel un çıkarıyorsunuz, fakat göğüslerinizde hileler kalıyorEy dünyanın köleleri! Dünyadan şehvetini kısmayan, rağbetini kesmeyen bir kimse, âhireti nasıl elde edebilir? Gerçek olarak size derim ki, sizin kalpleriniz yaptıklarınızdan hüngür hüngür ağlamakta. . . Dünyayı dillerinizin, ameli de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuzHakkıyla size derim ki; dünyanızın ıslahıyla âhiretinizi ifsad etmiş bulunuyorsunuzBu bakımdan dünyanın ıslahı sizin nezdinizde, âhiretin ıslahından daha sevimlidirAcaba sizden daha çirkin kimler bulunabilir? Vay halinize! Keşke bilseydiniz geceleyin gidenlere yolu târif ettiğinizi ve kendiniz de şaşkınlar mahallinde durduğunuzu ki bu (ne acı bir felâkettir) Sanki siz dünya ehlini, sizler için dünyayı terketmeye dâvet ediyorsunuzYavaş olunuz, yavaş olunuz! Azap olasıcalar! Karanlık evin dışardan damına çıra bırakmak ne fayda verir! Oysa evin içinde karanlık ve vahşet doludur! Böylece ağzınızdaki ilim nûru içinizde yoksa size ne fayda verir?!

Ey dünya köleleri! Siz ne muttaki köleler gibi, ne de hür kimseler gibisinizDünyanın sizi temelinizden söküp yüz üstü atıp sonra yüzünüz üzerinde sürükleye sürükleye helâk etmesi yakındır! Sonra günahlarınız gelir alınlarınıza yapışır. Sonra ilim de sizi arkadan iteler. Sonra sizi götürüp şiddetle cezalandıran padişaha (Allah'a) teslim ederHem de yalın ayak, beden çıplak, tek başınıza olduğunuz halde! O padişah sizi kötülüklerinizin üzerinde durdurur, sonra kötü amellerinizden dolayı size ceza verir.

Hâris bEsed el-Muhâsibî bu hadîsi bazı kitaplarında rivâyet ettikten sonra şöyle demiştir: 'Bu kötü âlimler, insan şeytanlarıdırHalk için fitnedirlerDünyanın (geçici) mallarına ve yüksekliklerine rağbet etmişler, onu âhirete tercih edip dini dünya için zelil etmişlerdirOnlar geçici dünyada ayıp ve lekedirlerÂhirette de zarar edenlerin ta kendileri!' Eğer "Bu âfetler açıktırFakat ilim ve vaaz hakkında birçok tergib edici nasihatlar vârid olmuştur" dersen, şu hadislere dikkat et!

Eğer Allah senin (nasihatin) le bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır86

Hangi çağırıcı (vâiz) ki bir hidayete çağırır ve bu mevzuda halk ona tâbi olursa, onun için kendi ecri ve kendisine tâbi olanların ecri kadar ecir yazılır87

İlmin faziletleri hakkında bunlardan başkası da vârid olmuşturBu bakımdan âlim bir kişiye İlimle meşgul ol! Halka riyakârlık yapmayı bırak!' demek uygundurNitekim namaz hususunda kalbine riya gelen bir kimseye 'İbâdeti terketme! Fakat ibâdeti tamamla! Nefsinle de mücahede et!' denildiği gibi. . .

İlmin fazileti büyüktür, tehlikesi de büyüktürTıpkı hilâfet ve emâretin fazileti gibi. . . O halde biz, Allah'ın kullarından hiçbir kimseye 'ilmi terket!' diyemeyiz; zira ilmin esasında felâket yokturFelâket ancak, vâizlik, müderrislik ve hadîs rivâyet etmek makamında oturmak suretiyle ilmi izhar etmekte olabilir.

Biz âlim kişiye 'Riya teşviki ile karışan dinî bir teşvik bulundukça ilmi terket!' diyemeyiz! Fakat sadece riya onu harekete geçirdiği zaman, ilmi izhar etmeyi terketmek kişi için daha faydalı ve daha selâmetlidirNamazın nafile kısımları da böyledirBunlar hususunda riya teşvikçisi tek başına harekete geçirici ise, terkedilmeleri farzdırFakat riyayı istemediği halde, namazın ortasında riya vesveseleri kalbine gelirse, namazı terketmemelidirÇünkü ibâdetlerdeki riya âfeti zayıftır, ancak idareciliklerde büyürİlim, büyük mertebelere namzet olmakla kabarırKısaca mertebeler üçtür:

Birincisi: İdareciliklerdirİdareciliklerdeki âfetler büyüktürÂfetten korkarak idareciliği bırakan seleften bir cemaat vardır.

İkincisi: Oruç, namaz, hac ve gazâdırBu vazifeleri selefin kuvvetlileri de, zayıfları da yapmışlardırAfetin korkusundan dolayı bu vazifeleri terketmek onlardan rivâyet edilmemiştirÇünkü bu vazifelere giren âfetler zayıftırAmeli Allah için tamamlamakla beraber, o âfetleri yok etmek için az bir kuvvet kâfidir.

Üçüncüsü: Bu geçen iki rütbenin arasında bulunan bir rütbedir, va'z, fetva, hadîs rivâyeti ve müderrislik mansıp ve bunlardan kaynaklanan mevkîlere tâlip olmaktırBuralardaki âfetler idarecilikteki âfetlerden daha az, namazdaki âfetlerden daha çokturBu bakımdan namazı ne zayıfın ne de kuvvetlinin terketmesi uygun değildirAncak zayıf bir kimse riya vesvesesini bertaraf et meye çalışırİdareciliği ise, kuvvetlilerin değil, zayıfların terketmeleri uygundurİlim mertebeleri bu iki mertebenin arasındadırKim ilim mertebesinin âfetlerini denemişse bilir ki bu idareciliğe daha çok benzerZayıf bir kimse için bu mertebeden sakınmak daha selâmetlidirAllah herkesten daha iyisini bilir.

Burada dördüncü bir mertebe daha vardırO da malın toplanması ve gereken yerlere dağıtmak için edinilmesidirMuhakkak malı infak etmekte ve cömertliği izharda halkın övgüsünü celbetmek vardırHalkın kalbine sürur ve lezzeti sokmakta nefis için bir lezzet vardırBuradaki âfetler de çokturBunun için Hasan-ı Basrî'den, gıdasını arayan, gıdasını elde ettikten sonra çalışmayan bir kişi ile gıdasından fazlasını elde edip sadaka veren bir kişinin durumu sorulduğu zaman şöyle demiştir: 'Normal nafakasından sonra oturup ibâdete yönelen daha faziletlidir'.

Bunun hikmeti şudur: Selef, dünyada selâmetin azlığını, dünyayı Allah'a yaklaşmak için terketmenin zâhidlik olduğunu bilirlerdi.

Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Dımeşk (Şam) caminin merdivenlerinde durup her gün elli dinar kazanıp sadaka vermek beni sevindirmezDikkat edilsin! Ben bu sözümle alışverişi haram etmiyorumFakat kendilerini Allah'ın zikrinden ne alışverişin ne de herhangi bir ticaretin meşgul etmediği kimselerden olmayı istiyorum!'

Âlimler ihtilâf ettilerBir grup dedi ki: 'Kişi dünyayı helâlinden istese ve dünyadan selâmet kalıp onu sadaka verse, böyle yapması ibâdet ve nafilelerle meşgul olmasından daha efdaldir'.

Başka bir grup dedi ki: Allah'ın zikrine devam etmek daha efdaldirAlmak ve vermek insanı aldatır, meşgul ederOysa Îsa Mesih (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ey dünyayı, onunla iyilik yapmak için isteyen kişi! Dünyayı terketmen daha sevaplıdır'.

Yine Îsa Mesih şöyle demiştir: 'Buradaki en az felâket, kişinin başkalarını ıslah etmesinin kendisini Allah'ın zikrinden alıkoymasıdırOysa Allah'ın zikri daha büyük ve daha faziletlidir'.

Buraya kadar söylediklerimiz, âfetlerden selâmet kalan bir kimse için sözkonusudurDünya âfetlerine mâruz kalan bir kimseye gelince, onun dünyayı terketmesi daha sevap ve zikirle meşgul olmasının daha üstün olduğunda şüphe yoktur.

Halkla ilgili olup ve içinde nefsin lezzeti bulunan şey, âfet ve felâketlerin kaynağıdırEn iyisi, ibâdet edip âfetleri bertaraf etmektirEğer kişi bundan âciz ise düşünmeli, mücâhede etmeli, kalbinden fetva istemelidirKalbindeki hayrı, oradaki şer ile karşılıklı tartmalıİlim nûrunun delâlet ettiğini yapmalıdır, tabiatının meylettiğini değil. . .

Kısacası kalbine daha hoş gelen, çoğu zaman kendisi için daha zararlı olurÇünkü nefis şerre teşvik eder, pek az zaman hayra teşvik eder ve ona meylederHer ne kadar bu bazı durumlarda uzak bir ihtimal değil ise de hakîkat budurBunlar yokluk veya varlıkla tafsilâtlarına hükmetmek mümkün olmayan birtakım şeylerdirO halde hüküm, kalbin ictihadına havale edilirKişi dini için bu hükmü dikkatle izlemelidirKendisini şüphelendireni bırakıp, şüphelendirmeyene dikkat etmelidir.

Sonra zikrettiğimizde bazen de cahil bir gurur gelirCahil, mal kazanır fakat felâket korkusundan infak etmezBu ise cimriliğin ta kendisidirŞüphe yoktur ki sadakaların ötesinde mübah yerlerde malı dağıtmak, tutmasından daha üstündürİhtilaf çalışmaya muhtaç olan bir kimse hakkındadırAcaba bu adam için çalışmayı terketmek mi yoksa çalışıp infak etmek mi daha üstündür veya zikir için tecerrüd etmek mi? Bu ihtilâf şundan ileri gelir: Çalışmakta âfetler vardırHelâlden gelen malı her halükârda Allah yolunda infak etmek, onu infak etmemekten daha üstündür.

Soru: Hangi alâmetler, âlim ve vâizin doğru, vaazında ihlâslı olduğunu, halka riyakârlık etmediğini bildirir?

Cevap: Bunun birçok alâmetleri vardır: O alâmetlerden biri, eğer o vâizden daha güzel vaaz eden veya ilmi daha fazla olan biri çıkarsa, halk da bu yeni geleni daha fazla kabul ederse, samimi vâiz buna sevinir ve yeni ortaya çıkan meslektaşını kıskanmaz.

Evet! Gıpta etmekte zarar yok! Gıpta etmek, kendi nefsine onun amelinin benzerini temenni etmek demektir.

O alâmetlerin biri de, büyükler kendisinin meclisine geldikleri zaman konuşması değişmezAksine onların olmadığı zamandaki konuşma temposuyla devam ederHalka aynı gözle bakar!

Diğer bir alâmet, yolda halkın arkasına takılmasını ve arkasında çarşılarda yürümelerini sevmemesidirBu hususun sayılması uzun sürecek birçok alâmetleri vardırNitekim Ebû Said bMervan şöyle anlatır: Hasan-ı Basrî'nin yanında otururken mescidin kapısından Haccâc-ı Zâlim içeri girdiOnunla beraber muhafızlar vardıKendisi sarımtırak bir ata binmiştiAtı ile beraber caminin sahasına girdiCaminin sağına soluna baktıArkasında Hasan-ı Basrî'nin ders halkasından daha kalabalık bir topluluk görünce Hasan-ı Basrî'nin ders halkasına doğru yöneldi, onun yakınına yürüdüHasan-ı Basrî onun kendisine yöneldiğini görünce meclisinin bir tarafını ona boşalttıBen de oturduğum yerin bir tarafını boşalttımÖyle ki benimle Hasan-ı Basrî'nin arasında Haccâc için oturacak kadar bir yer açıldıHaccâc gelip, benimle Hasan-ı Basrî'nin arasına oturduHasan her günkü konuşmasından birini yapıyorduBu bakımdan Hasan konuşmasını kesmediKendi kendime dedim ki: 'Yemin olsun, bugün Hasan'ı deneyeceğimAcaba Haccâc'ın buraya gelip oturması, Hasan'ın konuşmasına bir şeyler ekleyip Haccâc'a yaklaşmasına vesile mi olacak, yoksa Haccâc'ın korkusundan konuşmasında herhangi bir kısaltma mı yapacak?'Hasan bir konuşma yaptı, hergün yaptığının benzeri bir konuşma idi. . . Böylece konuşmasının sonuna geldiHasan Haccâc'a aldırmaksızın konuşmasını bitirdiği zaman, Haccâc elini kaldırıp onun omuzunu okşadı ve şöyle dedi: 'Şeyh doğru söyledi ve sevap kazandı! Siz buna benzer meclislere gidin! Onlara gitmeyi âdet ittihaz edinÇünkü Hazret-i Peygamber'den kulağıma gelmiştir ki zikir meclisleri cennetin bahçeleridirEğer insanların üzerimize aldığımız işleri olmasaydı bizden daha fazla bu meclislere gelemezdinizÇünkü biz bu meclislerin faziletini biliyoruz'.

Sonra Haccâc coşup konuştuHatta Hasan-ı Basrî de ve o meclisde hazır bulunanlar da onun belâgatına hayret ettilerKonuşmasını tamamladığı zaman ayağa kalktıHaccâc kalktığı zaman Şam halkından bir kişi Hasan-ı Basrî'nin meclisine geldi ve dedi ki: 'Allah'ın müslüman kulları! Siz hayret etmez misiniz, ben kocamış bir kişiyimBen savaşa gönderiliyorumBana bir at, bir katır ve bir çadır lâzımdırBenim maaşım üçyüz dirhemdir. Yedi tane kızım var. . . '

Böylece kişi halinden şikayet ettiHasan da, Hasan'ın arkadaşları da rikkate geldilerHasan başını eğip dinliyorduAdam konuşmasını tamamlayınca Hasan başını kaldırdı ve şöyle dedi: 'Ne oluyor onlara (o idarecilere?) Allah onları kahretsin! Allah'ın kullarını köle gibi kullanırlarAllah'ın malını ticaret edinirlerHalkı dinar ve dirhem için öldürürlerAllah'ın düşmanı savaşa gittiği zaman şatafatlı çadırlar içerisinde ve koşar katırlar sırtında gidiyor. . Oysa kardeşini harbe gönderdiği zaman karnı aç ve yaya gönderiyor'.

Böylece Hasan-ı Basrî idarecileri en çirkin ve en şiddetli ayıplarla vasıflandırıncaya kadar konuşmasını gevşetmediBunun üzerine Hasan'ın yanında oturan Şamlılardan biri ayağa kalktıGidip Hasan'ı, Haccâc'a şikayet edip konuşmasını naklettiBunun üzerine Haccâc'ın elçileri Hasan'ı çağırmaya gelip 'Valinin dâvetine icabet et!' dedilerBunun üzerine Hasan kalkıp gittiBiz de konuştuğu şeylerden ötürü korkuyordukBir zaman sonra Hasan meclisine tebessüm ettiği halde döndü, onu az zaman ağzını açıp gülerken görmüştükO sadece tebessüm ederdiMeclisine gelip oturduEmaneti tâzim etti ve dedi ki: 'Siz ancak emanetle bu mecliste oturuyorsunuzSiz zannediyorsunuz ki hainlik ancak dinar ve dirhemde olurHainliğin en şiddetlisi, bir kişinin yanımızda oturması ve bizim de ondan emin olmamız ve sonra da gidip bizi ateşten bir kıvılcımla ihbar etmesidirBen şu kişiye (Haccâcı kastediyor) vardımBana "Dilini tut! 'Allah'ın düşmanı harbe gittiği zaman, şöyle olurKardeşini harbe gönderdiği zaman şöyle gönderir' gibi sözlerinle halkı bizim üzerimize kışkırtıyorsunDikkat et! Biz bu hususta senin nasihatin başka şekilde telâkki etmiyoruzFakat dilini tut" dedi'Hasan sonra 'Allah onun şerrini benden defetti!' dedi.

Hasan-ı Basrî evine gitmek üzere bir merkebe bindiYolda giderken, arkasına takılan bir grubu gördüDurup şöyle dedi: 'Bir ihtiyacınız mı var veya bir mesele mi sormak istiyorsunuz? Eğer birşey yoksâ dönün! Sizin bu yaptığınız, kulun kalbini selâmetli bırakmaz!'

Bu alâmet ve benzerleriyle kalbin gizlilikleri belli olurÖyle ise ne zaman âlimleri sürtüşür, birbirlerinden nefret eder, birbirine yaklaşmaz ve yardımlaşmaz görürsen bil ki onlar âhireti verip dünya hayatını satın almışlardırOnlar zarar edenlerdir.

Ey Allahım! Lütfûnla bize rahmet et! Ey rahmet edenlerin hepsinden daha fazla rahmet eden!

73) Taberânî, Beyhakî

74) Müslim

75) Daha önce geçmişti.

76) Künyesi İbn Abdilberr el-Müzenî'dir. Hudeybiye Barışı'nda bulunmuştu.

77) Taberânî, (mevsul olarak)

78) Müslim, Buhârî, İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî

79) Müslim, Buhârî

80) Sünen sahipleri (Bureyde'den)

81) Sünen sahipleri (Bureyde'den)

82) İlim bölümünde geçmişti.

83) Buhârî

84) Müslim, (Ebû Zer'den) ; 'Sakın iki kişiye emîr olma ve hiçbir yetimin malına veli olma'. Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hıbbân ve Hâkim; 'Ey Ebû Zer! Seni zayıf görüyorum. Kendime istediğimi sana da isterim. Sakın iki kişiye (dahi) emîr olma ve hiç bir yetimin malına velilik yapma. . '

86) Müslim, Buhârî

87) İbn Mâce

28-6

10. Halk Görüyor Diye Kulun İbâdete Yönelmesinin Doğru Olan ve Olmayan Kısımları

Kişi bazen halk ile beraber bir yerde geceler, onlar gece namazını kılmaya kalkarlar veya bazıları kalkıp bütün gece veya gecenin bir kısmında namaz kılarlarOysa o evinde olduğunda ancak bir saate yakın kalkıp ibâdet edenlerdendirFakat onları bu şekilde görünce onlara uymaya gayreti kabarırÖyle ki normal âdetinden fazlasını yapar veyahut asla gece ibâdetine alışkın olmamakla beraber arkadaşlarına uyarak kalkıp namaz kılarYine başka bir yerde bulunur ki o yerin sakinleri oruç tutarlarOnun da oruca karşı neşesi kabarır ve tutarEğer onlar olmasaydı bu gayrete gelmezdi.

İşte böyle bir durumun çoğu zaman riya olduğu zannedilir'Farz olan bu durumda arkadaşlara uymamaktır' kanaati belirirOysa mutlak mânâda durum hiç de böyle değildirBu durumun izahı vardırÇünkü her Mü'min Allah'ın ibâdetine taliptirGece namazına, gündüz orucuna isteklidirFakat buna rağmen bazen onu bu ibâdetlerden birtakım mâniler geri bıraktırırMeşgaleler onu kaplarBu bakımdan bazen başkasını görmek, gafletin giderilmesine sebep olur veya mâniler ve meşguliyetler bazı yerlerde bertaraf edilirDolayısıyla insanın gayreti ibâdete karşı gelişirBazen kişi evinde olur, sebepler onu gece ibâdetinden alıkoyarYumuşak bir döşeğin üzerinde uyuması veya zevcesiyle oynaşma fırsatını elde etmesi veya aile efradı ve akrabalarıyla beraber konuşması veya çoluk çocuğuyla meşgul olması veya ortaklarıyla beraber olan bir hesabını mütalaa etmesi gibi. . .

Bu bakımdan yabancı bir kimsenin evinde bulunduğu zaman, ibadet isteğini gevşeten bu sebepler kendisinden uzaklaşırlarKendisini hayra teşvik eden sebepler meydana gelirİbadet eden yabancı kimseleri görmesi gibi. . . Görür ki yabancılar Allah'a yönelmiş, dünyadan yüz çevirmişlerBu kişi de onlara bakar, onların durumuna imrenir, Allah'ın ibâdetiyle kendisini geçmeleri ona zor gelirDolayısıyla riya için değil, din duygusu harekete geçer veya bazen yeri kötü gördüğünden dolayı uykusu kaçar veya başka bir sebep olurDolayısıyla uykunun kaçmasını fırsat bilerek ibâdet ederOysa evinde çoğu zaman uyku kendisine galebe çalarBazen de daimi bir şekilde evinde olması da buna eklenir.

Nefis ise gece ibâdetine devamlı kalkmayı müsamaha ile karşılamazAncak az bir vakit gece ibâdetini yapmaya müsamaha gösterirBu bakımdan bu durum diğer engellerin bertaraf edilmesiyle beraber ibâdetteki bu tip gelişmenin sebebi olurBazen kişiye evinde, beraberinde lezzetli yemekler olduğu zaman oruç tutmak zor gelir ve o yemekleri yememek pek kolay olmazNe zaman o yemekleri bulamaz, o zaman oruç tutmak kendine zor gelmezDolayısıyla dinin oruca teşviki artarÇünkü hazır bulunan şehvetler, dinî teşviki mağlup eden, geciktiren ve bertaraf eden sebeplerdir, kişi bunlardan kurtulduğu zaman dinî teşviki kuvvet bulurBu ve benzerlerinin olması, tasavvur edilen sebeplerdendirBuradaki sebep, halkı görmesi ve onlarla beraber olmasıdırBununla beraber şeytan bazen kendisini ibâdetten alıkoyup der ki: 'İbâdet etme! Çünkü sen riyakâr olmuş olursun; zira evinde bu ibâdeti yapmıyordun! O halde normal kıldığın namazından fazlasını yapma!'

Bazen de fazla namaz kılmaktaki isteği, beraberlerinde bulunduğu kimselerin görmeleri içindirKendisini geceleyin kalkıp ibâdet eden bir kimse olarak zannediyorlarsa onların ayıplamasından korkarak fazla ibadet ederMuhakkak ki nefsi (bu takdirde) onların gözünden düşmeye müsamaha etmezOnların katındaki derecesini korumak isterBu anda şeytan der ki: 'Namaz kıl! Muhakkak sen ihlâslısın! Sen onlar için değil, Allah için namaz kılıyorsunSenin gayretin o mânileri ortadan kaldırmak içindirOnların görmesi ve takdir etmesi için değildir!'

Bu iş, basiret sahipleri hariç, çözülmesi zor bir durumdurNe zaman ibâdete tahrik eden şeyin riya olduğunu biliyorsa normal âdetinden fazla bir tek rek'at namaz kılmaması gerekirÇünkü Allah'ın ibadetiyle halkın övgüsünü istemesinden dolayı Allah'a isyan etmiş olurEğer ibadete yönelmesi engelleri ortadan kaldırmak ve arkadaşlarının ibadetine gıpta ettiği için harekete geçmiş ise onlara uymalıdır.

Böyle olmasının alâmeti eğer bunların kendisini görmedikleri bir şekilde, bir perdenin arkasından onların namaz kıldıklarını görürse, o da perdenin öbür yakasında ise acaba onlar kendisini görmedikleri halde nefsi namaz kılmaya rağbet eder miydi? Eğer nefsinin bu durumda iken namaz kılmaya rağbet edeceği kanaati hasıl olursa, namaz kılmalıdırÇünkü teşvikçisi haktırEğer onlar kendisini görmedikleri takdirde, kalkıp ibâdet etmek nefsine ağır geliyorsa, ibâdeti terketmelidirÇünkü teşvikçisi bu durumda riyâdır!

Böylece İnsan oğlu bazen cum'a günü, cum'a namazı kılınan bir camide diğer günlerde namaza karşı duymadığı bir iştiyak hissederBu iştiyakın halkın övmesini istemesinden dolayı ileri gelmesi mümkündür ve yine mümkündür ki halkın namaza karşı iştiyakından dolayı onun da iştiyakı kabarmış olsunHalkın Allah'a yönelmesinden dolayı gafletinin ortadan kalkmasından ötürü bu şekilde aşka gelmiş olsun.

Bazen de bundan dolayı din duygusu harekete geçerOnunla beraber nefsin halkın övmesini isteme meyli de olurBu bakımdan ne zaman kalbine galip gelenin dinin iradesi olduğunu anlarsa, başkasının bundan dolayı kendisini övmesini hissetmesinden ötürü ibâdeti terketmesi uygun düşmezUygun olan, böyle bir hissi hoş görmemesi ve ibâdetle meşgul olmasıdırBöylece bir cemaat ağladığında o da onlara bakarak, riyadan değil de Allah korkusundan ağlayabilirEğer tek başına o konuşmayı dinlemiş olsaydı ağlamazdıFakat halkın ağlaması, onun kalbinin incelmesine tesir ederBazen de ağlaması gelmez, riyakârlıktan dolayı ağlamaklı bir vaziyet alırBazen de doğrulukla beraber ağlar; zira halkın ağladığı anda gözünden yaş akmadığından dolayı kalbinin katılaşmasından ötürü nefsinden korkar ve zoraki bir şekilde ağlamaklı bir hâl alır, böyle yapmak övülür bir durumdurBöyle bir durumda doğru söylemenin alâmeti, nefsine şu hakikati arzetmesidir.

Eğer onların kendisini görmediği bir yerde durup ağlamalarını işitirse, acaba nefsinin katılaşmasından korkarak ağlamaklı bir hâl alacak mıdır veya almayacak mıdır? Eğer onların gözlerinden gizli olduğu zaman böyle bir durum vâki olmazsa bilinir ki, korkusu 'bu adam katı kalplidir' denmekten ileri geliyorBu takdirde ağlamaklı bir durum almayı terketmesi uygundur.

Lokmân Hakîm, oğluna 'Halka, sana ikram etsinler diye Allah'tan korktuğunu, kalbinin yalancı olduğu halde gösterme!' diye nasihat etmiştir.

Bağırmak, derinden nefes almak, Kur'ân okurken veya zikir yaparken veya bazı hallerde inlemek de böyledirBazen doğruluk, üzüntü, korku, pişmanlık ve eseften doğarBazen de başkasının üzülmesini görmesinden, kalbinin katılığını müşahede etmesinden doğarBu takdirde derinden nefes almayı, inlemeyi, üzülür görünmeyi nefsine yüklerBöyle bir durum dinen övülen bir durumdur.

Bazen de bununla bu durumu istemesi beraber olur ki bu durum, kendisinin fazlasıyla üzüldüğüne delâlet etsin ve kendisi böyle bir sıfat ve nitelikte bilinmiş olsunEğer bu istek mücerred ise, riyanın ta kendisi olurEğer bu istek üzüntü isteğiyle beraber ise, şayet bu istekten men olup kabul etmeyi kerih görürse, ağlaması ve ağlamaklı görünmesi tehlikeden uzak kalırEğer bunu kabul eder, kalben buna meylederse, sevabı yanar, çalışması boşa gider ve Allah'ın kahrına müstehak olur.

Bazen inlemenin esası üzüntüden ileri gelirFakat kişi inlemeyi uzatır, sesini yükseltirİşte bu fazlalık riyanın ta kendisidir ve bu fazlalık mahzurludurÇünkü bunu başlangıçta sadece riyadan dolayı yapmak fikrindedirBazen de inlemesi, kulun beraberinde nefsine hâkim olmadığı bir şeyin korkusundan ileri gelirFakat bu sebebi, riya vesvesesi geçer ve kul da o riyayı kabul ederRiya onu, sesini fazla hazin çıkarmaya veya fazla yükseltmeye veya Allah korkusundan akan gözyaşları görünsün diye yanaklarında durdurmaya dâvet ederFakat kişi o gözyaşlarının eserini yanaklarında riya için korurBöylece bazen zikri dinler, korkudan kuvveti zayıflar, yere düşüverir. Sonra aklı gitmediği halde durumu şiddetli olmasına rağmen yere düştü denmesinden utanırArtık yerde bağırıp çağırırZoraki bir şekilde tevbeye kapılır ki bakanlara bayılarak düştüğünü hissettirsinOysa baştaki düşüşü doğruluktan kaynaklanmıştı.

Bazen de aklı zail olarak yere düşerFakat süratle toparlanırNefsi 'ınanevî durumu sabit ve devamlı değildirAncak çakan şimşek gibi bir durumdur' denmesinden korkarDolayısıyle bağırmayı, raksetmeyi devam ettirir ki durumunun devamlılığını göstermiş olsun!

Böylece bazen zayıflıktan sonra toparlanırFakat zayıflığı süratle bertaraf olmaz'Baygınlığı sıhhatli değildirEğer doğru olsaydı zafiyeti devam edecekti' denmesinden korkarDolayısıyle zayıflığını ve inlemesini göstermeye devam ederBaşkasına yaslanırAyağa kalkmaktan âciz düştüğünü göstermeye çalışırYürürken sağa sola yalpalarSüratli yürüyüşten bitab düştüğünü göstermek için kısa adımlar atar.

İşte bütün bu durumlar, şeytanın hilelerinden ve nefsin aldatmacalarındandırBu durumlar kalbe geldiğinde bunların tedavisi şunu hatırlamaktır: Eğer insanlar iç âlemlerindeki bu tür münafıklığı bilmiş olsaydılar, iç âlemlerine muttali olsaydılar, muhakkak kendilerinden nefret ederlerdiOysa Allah kalbine muttalidirKalbinin bu pisliklere muttali olup nefret etmesinden daha fazla bu durumdan dolayı Allah kendisinden nefret eder.

Nitekim Zünnûn-i Mısrî dinlediği bir sözden dolayı kalktı bağırdı, onunla beraber başka bir ihtiyar da ayağa kalktıZünnun onda yapmacıklık eserini görünce ona dedi ki: 'Ey ihtiyar! Kalktığın zaman seni gören Allah'ı hatırla!' Bu söz üzerine şeyh yerine oturuverdiBütün bunlar münafıkların yaptıklarındandır.

Nifâkın korkusundan Allah'a sığının!88

Nifakın korkusu, kalbin korkmadığı halde âzaların korkmasıdırİstiğfar etmek, Allah'ın azap ve gazabından Allah'a sığınmak da bu kabildendir; zira böyle yapmak bazen korkudan, günahı hatırlamak ve günahtan pişman olmaktan ileri gelir.

Bazen de riyakârlıktan ileri gelir, işte bunlar arka arkaya aralıklı ve yakın mesafelerde kalbin üzerine hücum eden vesveselerdirBunlar aralıklı olmalarına rağmen birbirlerine benzerlerO halde kalbine gelen her meselede kalbini kontrol etGelenin ne olduğunu düşünNereden geldiğini tedkik etEğer gelen Allah'ın rızası için ise kabul etFakat bununla beraber karıncanın izi gibi gizli olan riyanın herhangi bir şeyinin sana görünmesinden sakın!

İbâdetinden dahi endişe et! Acaba bu ibâdet makbul mü, değil mi bunu bir düşün! ibâdetteki ihlasın devam edip etmediğine dikkat etmelisinİhlâs ile ibâdete başladıktan sonra halkın övmesi sebebiyle vesvese gelmesinden sakın; zira bu durum çok vâki olurBöyle bir durum vâki olursa Allah'ın seni gördüğünü düşünBu durumdan dolayı senden nefret edeceğini aklından çıkarmaHazret-i Eyyub ile mücadele eden üç kişiden birinin dediğini hatırla; zira o kişi dedi ki: "Ey Eyyub! Sen bilmez misin ki kulun nefsini kandırdığı açık durumu kaybolurKul ancak gizli durumları ile cezalandırılır'.

Seleften birinin şu sözünü de hatırla: 'Yarab! İnsanların senden korktuğumu gördükleri halde benden nefret etmenden sana sığınırım'.

Hazret-i Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelâbidin duasında şöyle derdi: 'Ey Allahım! Ben, gözlerin zâhirî bakışlarında görünür tarafın güzel görünmesinden, iç âlemimin çirkin olmasından sana sığınıyorumHalkın bende gördüklerini koruduğum halde, senin muttali olduğunu zâyi ettiğim halde görünmekten sana sığınıyorumHalka durumumun en güzelini gösteriyorumAmelimin en kötüsünü gizlice sana gönderiyorumSevaplarımla halka yaklaştığım, günahlarımla onlardan kaçıp sana sığındığım halde bunu yapıyorumDolayısıyla azabın bana gerekli oluyorÖfken benim için farz oluyorEy âlemlerin rabbi! Beni bundan koru!'

Hazret-i Eyyûb ile mücadele eden üç kişiden biri Hazret-i Eyyûb'a dedi ki: 'Ey Eyyûb! Bilmez misin, zâhirlerini koruyan, rahmandan ihtiyaçlarını talep ettikleri zaman gizliliklerini zâyi edenlerin yüzleri simsiyah kesilir'.

İşte riya âfetlerinin özü bunlardırBu bakımdan kul kalbini kontrol etmelidir ki bu âfetlere vâkıf olsun!

Riyanın yetmiş kapısı vardır89

Anlaşıldı ki o kapıların bir kısmı diğer kısmından daha şiddetli ve muğlaktırHatta bazıları karıncanın izi gibi fark edilmezdirBazıları karıncanın izinden de daha gizlidirAcaba karıncanın izinden de daha gizli olan nasıl idrak olunabilir? Ancak iyi tedkik ve kontrol edilirse o zaman durum değişir. . . Keşke İnsan oğlu var kuvvetiyle bunu bilmeye çalıştıktan sonra idrâk edebilseydi? Acaba kalbi teftiş etmeksizin nefsi imtihan ve hilelerini tedkik etmeksizin kul bunu idrâk etmeyi nasıl umabilir?

Allah'tan ihsan, kerem ve minnetiyle âfiyet talep ederiz.

88) Beyhakî

89) Irâkî'ye göre bu hadiste riya değil, ribâ kelimesi zikredilmiştir. 'Ribâ yetmiş babdır. En kolayı, günah bakımından kişinin annesiyle zina etmesi gibidir'. (İbn Mâce) . Fakat Bezzâr'ın 'Riba yetmiş küsûr şubedir. Şirk koşmak da onun gibidir' şeklinde rivâyet ettiği hadis ise kelimenin ribâ değil, riya olduğuna delâlet eder. Çünkü riya şirk koşmakla eşit olur; ribâ değil. (İthâfu's-Saâde, VIII/327)

11. Müridin Amelden Önce, Amelden Sonra ve Amel Esnasında Yapması Uygun Olan Hususlar

Diğer vakitlerinde müridin kalbini kontrol edip bütün ibâdetlerinde Allah'ın ilmine kanaat etmesi gerekirAllah'ın ilmine ancak Allah'tan başkasından korkmayan ve Allah'tan başkasından ümit beslemeyen bir kimse kanaat ederAllah'tan başkasından korkan ve başkasına ümit besleyen bir kimse ise, korktuğu kimsenin, durumlarının güzel taraflarına, muttali olmasını isterEğer kişi bu rütbede bulunuyorsa, akıl yönünden de, îman yönünden de kalbinin bundan nefret etmesini sağlamaya çalışmalıdırÇünkü böyle bir durumda Allah'ın azabına müstehak olma tehlikesi vardırBüyük ve başkası tarafından yapılması güç olan ibâdetler sırasında nefsini kontrol etmelidirÇünkü o anda nefis, ifşa etmeye haristir ve nefis der ki: 'Böyle büyük bir ibâdetin veya büyük bir korkunun veyahut büyük bir ağlamanın hakikatini, eğer halk bilmiş olursa, muhakkak sana secde edeceklerdirHalkın içinde böylesini yapacak güçte hiç kimse yokturBu bakımdan sen bunu gizlemeye nasıl razı olursun ki halk senin dereceni bilmemiş olur, kıymetini inkâr ederlerSana uymaktan, önder yapmaktan seni mahrum ederler!'

Bu bakımdan böyle bir şeyin benzerinde ayağını sağlam yerleştirmesi uygundurAmelinin büyüklüğü karşılığında, âhiret mülkünün, cennet nimetinin ve ebediyyen devam etmesinin büyüklüğünü, Allah'ın büyüklüğünü hatırlaması uygundurO zaman anlar ki bunu başkasına izhar etmesi, başkası nezdinde kendisini sevdirir, fakat Allah katında düşürür, büyük amelini yakıp kül ederBunları bildikten sonra şöyle demelidir: 'Ben böyle bir ameli, âciz olan halkın övmesine nasıl sebep kılabilirim? Oysa halk ne bana bir rızık vermeye, ne de ecelimi uzatmaya kâdir değildir'.

Bu şekilde düşünmek, kalbinin bir tür gemi olurBundan ümitsiz olması uygun değildirÜmitsizlikten dolayı 'Bunu ancak kuvvetli ve ihlâs sahipleri becerebilir, karıştıranların böyle birşeyi becermesi onların şânına uygun değildir' demesi ve ihlâs hususundaki hummalı çalışmayı terketmesi uygun değildir; zira karıştıran bir kimse böyle birşeyi yapmaya muttaki bir kimseden daha fazla muhtaçtırÇünkü muttaki bir kimsenin nâfile ibâdetleri eksik olursa, farz ibâdetleri kâmil ve eksiksiz olurKarıştıran bir kimsenin ise, farz ibâdetleri eksiklikten uzak değildirNafilelerle eksikliklerinin giderilmesine muhtaçtırEğer nafileleri sağlam kalmazsa farz ibâdetlerden dolayı sorumlu olur ve dolayısıyla helâk olurBu bakımdan karıştıran bir kimse, muttaki bir kimseden daha fazla ihlâsa muhtaçtırTemîm ed-Dârî90 Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder:

Kıyâmet gününde kul hesaba çekilirEğer farzı eksik olursa denilir ki: 'Onun nafile ibâdetleri var mı?' Eğer nafile ibâdeti varsa onunla farzı tamamlanırEğer nafile ibâdeti yoksa, onun iki tarafından tutulur ve ateşe atılır,91

Bu bakımdan karıştıran bir kimse farz ibâdeti eksik olduğu halde mahşer yerine kıyâmet gününde gelirBoynunda birçok günahlar vardırÖyleyse farzları tamamlamak ve günahlarını affettirmek hususunda çalışması gerekirBu ise ancak nafile ibâdetlerin ihlâsla yapılmasıyla mümkündür.

Muttaki bir kimseye gelince, onun gayreti, derecelerinin artırılması hususundadırEğer nâfilesi yanarsa sevapları günahlarından yine fazla olarak kalır ve dolayısıyla cennete girerBu bakımdan bu durumda kişi kalbine Allah'tan başkasının muttali olmasının korkusunu yerleştirmeli ki nâfile ibâdetleri sıhhatli kalmış olsunNâfile ibâdetlerden boşaldıktan sonra bu hissi kalbinden uzaklaştırmamalıdır ki o nâfile ibâdetlerini belirtmeyip onları orada burada konuşmasın! Bütün bunları yaptığı zaman, amelinden korkması uygundurGizli bir riyanın ameline karışmasından, haberi olmaksızın sızmasından korkmalıdırÖyleyse amelinin kabul veya reddedilmesi hususunda emin olmamalıdırAllahü teâlâ'nın, gizli niyetinden dolayı buğzunu gerektiren bir durumun mevcudiyetini göz önünde bulundurmalı ve bu durumdan dolayı amelinin geri çevrileceği ihtimalini hesaba katmalıdırBu şüphe ve korku amelin devamlılığında da, amelden sonra da olmalıdırAkdin başlangıcında böyle bir şüphe ve korku olmamalıdırUygun olan, akdin başlangıcında ihlaslı olması ve ameliyle Allah'tan başkasını kasdetmediğine kesinlikle inanmasıdır ki ameli sıhhatli olsunNe zaman başlar ve içinde gaflet ile unutkanlık olan bir lâhza geçerse, gafletten korkma, amelinin yanmasına vesile olacak gizli bir şaibeden gâfil kalmaktan korkma, veya amelle böbürlenmekten endişe etme gelmelidirFakat ümidi korkusundan daha galip olmalıdırÇünkü kesinlikle ihlâs ile ibâdete girdiğini bildikten sonra riya ile ibâdeti ifsad edip etmediği hususunda şüphe ediyorsa, kabul olmasının ümidi daha galip olurBundan dolayı münacaat ve ibâdetlerdeki lezzet oldukça büyük olurBu bakımdan ihlâs kesindir, riya ise şüpheli! Bu şüpheden dolayı korkusu, eğer gâfil olduğu halde bir riya sebkat etmiş ise, o riyaya kefaret olmaya elverişlidir.

Halkın ihtiyaçlarını görmek ve ilmî faydalarda bulunmak suretiyle Allah'a (mânen) yaklaşan kimse için uygun olanı, sadece ihtiyaç sahibinin kalbini sevindirdiği, öğrettiği ilimle öğrenenin amel ettiği için Allah'tan sevap ummasıdırTeşekkür, mükâfat, övmek, öğrenci veya ihtiyacı görülenin övmesini ummamalıdırÇünkü böyle bir ümit ecrini yakarBu bakımdan ne zaman öğrencinin bir hizmette veya meşguliyette yardımını veya beraberinde yürümek suretiyle cemaatini çoğaltmasını ümit edip, öğrencinin hizmetine koşmasını isterse bu takdirde ücretini dünyada almış olurBundan başka da sevabı yoktur.

Evet! Eğer kendisi bunu ümit etmediği gibi, ilminden ötürü sevaptan başkasını kasdetmezse, fakat talebe kendiliğinden hizmetine koşup çalışırsa, bu çalışmanın manevî ücretini yakmadığını ümit ederizŞu şartla ki; talebeden hizmet beklemiyor ve böyle birşeyi kasdetmiyorsa. . . Eğer talebe bu hizmeti yapmazsa talebeyi ders halkasından uzaklaştırmıyorsa. . . Bununla beraber âlimler, talebenin bu tür fahrî hizmetlerinden dahi müderrisleri sakındırmışlardırHatta âlimlerden biri bir kuyuya düştüBir grup gelip kendisini çıkarmak için bir ip sarkıttılarİpe tutunmadan önce onların arasında yanında Kur'ân'ın bir ayetini okuyan veya kendisinden bir hadîs dinleyen bir kimsenin olmamasına dikkat etmeleri hususunda yemin verdirdiBunu da manevi ücretinin yanacağı korkusundan yaptı.

Şakîk el-Belhî şöyle anlatır: Süfyân es-Sevrî'ye bir elbise hediye ettimOnu bana geri çevirdiOna dedim ki: 'Ey Ebû Abdullâh! Ben senden hadîs dinleyenlerden değilim ki benim hediyemi bana geri çeviriyorsun!'

Süfyân 'Böyle olduğunu biliyorumFakat senin kardeşin benden hadîs dinlemektedirKorkarım ki senin bu iyiliğinden dolayı başka talebelerden daha fazla kalbim kardeşine karşı yumuşak olsun!'

Bir zat, Süfyân es-Sevrî'ye bir veya iki kese (altın) getirdiGetiren kişinin babası, Süfyân es-Sevrî'nin dostu olduğu için Süfyân çok zaman babasına giderdiBunun üzerine kişi Süfyân'a şöyle dedi. 'Ya Ebû Abdullah! Senin nefsinde babama karşı bir kırgınlık mı var?' Süfyân buna cevaben dedi ki: 'Rahmet olasıca! Allah babandan razı olsunBaban şöyle idi!'

Babasını böylece övdüBunun üzerine kişi Süfyân'a 'Ya Ebû Abdullah! Sen bu malın bana nasıl intikal ettiğini biliyorsun! O halde şu getirdiğimi alıp çoluk çocuğuna harcamanı istiyorum' dediSüfyân o malı kabul etti! Adam çıkıp gidince Süfyân oğluna dedi ki: 'Ey Mübarek!92 Kişiye yetiş, bu malı geri ver!' Bunun üzerine adam geri geldiSüfyân ona 'ınalını geri almanı istiyorum' dediBöylece malını geri verinceye kadar ısrarda bulunduSüfyân'ın Allah yolunda o kişinin babasıyla olan kardeşliğinin buna sebep olduğu ve dolayısıyla Süfyân'ın bu kardeşliğin mânevî sevabı bozulmasın diye, malı almayı kerih gördüğü sanılıyorSüfyân'ın oğlu der ki: 'Babama geldimŞöyle demekten kendimi alamadım: 'Ne oluyor sana! Senin bu kalbin taş mıdır? Hesap et ki senin çoluk çocuğun yokBana da mı merhamet etmeyeceksin? Kardeşlerine merhamet etmeyecek misin? Haydi çoluk çocuğuna merhamet etmiyorsun'Böylece Süfyân'ı fazlasıyla hırpaladıktan sonra cevap olarak ona şöyle dedi: 'Ey Mübârek! Sen o malı âfiyetle yiyeceksinBen onun hesabını vereceğim. (Böyle şey olmaz!) '

Durum bu iken âlim bir kişiye, halkı hidayete çağırmak hususunda mükâfatını sadece Allah'tan istemek düşerÖğrenciye de halkın ve hocasının yanında mevkî talep etmek değil de Allah'ı övmek ve öğrendiğinden dolayı sevabı Allah'tan talep etmek düşer.

Bazen zannedilir ki öğrenci, ibâdetiyle, öğretmeninin yanında bir rütbeye nâil olup daha fazlasıyla ihtimamını kazanmak için gösteriş yapabilirOysa bu zan yanlıştırÇünkü öğrencinin ibâdetiyle Allah'tan başkasını kasdetmesi, hâl-i hâzırda da, ilim nazarında da zararın ta kendisidirBazen hocası kendisine faydalı olur, bazen de olmazBu bakımdan hal-i hâzır elinde bulunan bir ameli, mevhum bir ilme nasıl fedâ eder? Böyle bir hareket caiz değildirAksine ilmi Allah için öğrenmesi ve ilimle Allah'a ibâdet etmesi, Allah rızası için hocasına hizmet etmesi uygundurHocasının kalbinde bir mertebeye sahip olmak için değil. . . Eğer ilmin ibâdet olmasını kastediyorsa, ibâdet edenler Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle emrolunmuşlardırOnlar ibâdetleriyle Allah'tan başka hiç kimseyi memnun etmemekle görevlendirilmişlerdir.

Annesine ve babasına hizmet eden de böyledirOnların yanında maddî bir mertebeye sahip olmak için onlara hizmet etmemeliAncak annesinin ve babasının razı olmasından dolayı Allah'ın kendisinden râzı olacağı düşüncesiyle onlara hizmet etmelidirAnne ve babasının yanında maddî bir kıymete ulaşmak için onlara yapmış olduğu itâatla riyakârlık yapması caiz değildirÇünkü böyle yapması hâl-i hâzırda riyakârlıktırAllahü teâlâ kıyâmette onun riyakârlığını ifşa ettiği zaman, kıymeti anne ve babasının kalbinden de düşecektir.

Halktan uzak yaşayan zahide gelince, Allah'ın zikrine ve ilmine kanâat etmekle yetinmesi uygundurHalkın zâhid olmasını bilmelerini ve dolayısıyla kendisine kıymet vermelerini kalbine bile getirmemelidirÇünkü böyle düşünmek göğsünde riya tohumunu yeşertirÖyle ki bu riyadan dolayı tek başına kaldığı zaman bile ibâdetler kendisine kolaylaşırOysa ibâdetlerde sükûna kavuşması, halkın, uzlete, çekildiğini bilmelerinden ve takdir etmelerinden neşet eder ve ibâdetleri kendisine kolay getiren şeyin bu olduğunu bilmez.

İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: 'Sem'an denilen bir rahipten mârifeti öğrendimOnun manastırına girdimKendisine şöyle sordum:

-Ey Sem'an! Ne zamandan beri bu manastırda bulunuyorsun?

-Yetmiş seneden beri bulunuyorum!

-Senin yiyeceğin nedir?

-Ey müslüman! Neden bunu bilmek istiyorsun?

- Sadece öğrenmek istiyorum?

- Her gece bir nohut!

-Bir nohutun sana yetmesini temin edecek kadar kalbini kabartan nedir?

-Karşındaki kiliseyi görüyor musun?

-Evet

-Oradakiler her sene bir gün bana gelirlerManastırımı süslerlerEtrafında tavaf yaparlarBeni tâzim ederlerBu bakımdan nefsim ibâdetten ağırlaştığı zaman, ona o ânın azizliğini hatırlatıyorumİşte ben bütün bir senenin zahmetini bir ânın azizliği için çekiyorumO halde, ey müslüman! Sen de bir anlık zahmeti, ebedî bir azizlik için sineye çek!

Böylece kalbime mârifet yerleştiSem'an sordu:

-Daha fazlasını söyleyeyim mi?

-Evet!

-Manastırdan iniver! Bunun üzerine ben manastırdan indimSem'an da bana içinde yirmi nohut bulunan bir kap sarkıttı ve bana dedi ki: 'Kiliseye git! Onlar sana birşey sarkıttığımı gördüler! 'Kiliseye girdiğim zaman hristiyanlar etrafıma toplandılar ve dediler ki:

-Ey müslüman! O ne idi? Şeyh sana ne sarkıttı?

-Yiyeceğinden bana verdi!

-Sen onun yiyeceğini ne yapacaksın? Biz ona daha müstehakız! Bunlara bir fiyat biç de alalım!

-Yirmi dinar veriniz! Onlar bana yirmi dinar verdilerBöylece Sem'an'a geri geldimBana şöyle dedi:

-Ey müslüman! Ne yaptın?

-Onlara, verdiklerini sattım!

-Kaça sattın?

-Yirmi dinara,,.

-YanılmışsınEğer sen yirmibin dinar deseydin yine sana verirlerdiİşte bu senin kendisine ibâdet etmediğin bir kimsenin azizliğidirÖyleyse kendisine ibâdet ettiğinin azizliğini sen düşün! Ey müslüman! Rabbine yönel! Dolaşmayı bırak! Gaye; nefsin kalplerde tâzim edilmesinin azizliğini hissetmesi, tenhada ibâdete yönelmesine vesile olurBazen kul bu inceliği hissetmezBu bakımdan böyle bir felâketten nefsini sakındırması uygundurKulun bu felâketten selâmet kalmasının alâmeti, halk ile dört ayaklı hayvanların onun yanında (takdir etmeleri yönünden) eşit olmasıdırEğer onlar onun hakkındaki inançlarını bozarlarsa buna zerre kadar kızmaz ve sıkılmazAncak bir sıkıntı hissedebilir Eğer bu zayıf sıkıntıyı kalbinde görürse derhal akıl ve imanıyla bunu bertaraf etmelidir; zira kişi, ibâdette bulunur ve bütün halk da ona muttali olursa, bu durum onun huşûurnu zerre kadar artırmaz ve halkın onu bu durumda görmesinin sevinci kalbine girmezEğer az bir sevinç kalbine girerse, bu zayıf olduğunun delilidirFakat akıl ve îmanın bunu istememesi ile bu sevinci reddetmeye muktedir olup derhal reddetmeye yöneldiğinde, bu sevgiye meyletmek suretiyle kabul etmediğinden böyle bir kimsenin emeğinin boşa gitmemesi umulurAncak halkın kendisini müşahede etmesi anında huşûu, halk kendisine fazlasıyla önem vermesin diye inkıbazı artarsa böyle yapmakta sakınca yokturFakat bunda gurur vardır; zira nefsin gizli şehveti bazen huşûu belirtmek, inkıbazı talep etme hastalığına tutulmakla olurBu bakımdan nefsini 'inkıbazı kastediyorum' iddiasında bulunduğu zaman Allah'tan gelen şiddetli bir yemin ile muahaze etmelidir.

Halkın kendisinden ürkmesinin ancak çok kaçmasından veya çok gülmesinden veya çok yemesinden meydana geldiğini bildiğinde, nefsi eğer buna müsamaha gösterirse, o iddiasında doğrudurNefsi bunları yapmaya değil, ibâdet etmeye müsamaha gösterirse bu durum, nefsin insanlar yanında maddî bir mertebe arzuladığını gösterirBu durumdan ancak kalbine varlıkta Allah'tan başkasının olmadığı yerleşen bir kimse kurtulabilirBu kimse, öyle bir amel yapmalı ki eğer o kişi tek başına yeryüzünde olsaydı yine o ameli yapardıBu bakımdan bunun kalbi, sökülmesi zor olmayan zayıf hatıralarla ancak halka iltifat ederDurum böyle olduğu zaman halkın müşahede etmesinden ötürü bozulmazBu hususta doğru olduğunun alâmeti şudur: Eğer iki arkadaşı olsaydı, onlardan biri zengin, diğeri fakir bulunsaydı, zenginin geldiği anda nefsinde ikram olsun diye fazla bir hareket bulamazdıAncak zenginde fazla ilim olursa, zenginliğinden değil, bu sıfatından ötürü kendisine ikramda bulunabilirBu bakımdan zenginlerin görmesine daha fazla istekli olan, riyakâr veya haris bir kimsedirAksi takdirde fakirlere bakmak âhiretteki teşviki daha artırırKalbe meskeneti sevdirirZenginlere bakmak ise bunun tam tersinedirDurum bu iken, zengine bakmak, nasıl fakire bakmaktan daha sevimli olabilir?

Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde olduğu gibi hiçbir mecliste zenginlerin daha fazla zelil edildiği görülmemiştirO, zenginleri safın arkasında oturtur, fakirleri öne alırdıHatta zenginler Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde fakir olmayı temenni ederlerdi.

Evet! Zengin sana daha yakın ise veya aranızda bir hak veya daha önce bir dostluk varsa, o vakit ona fazla ikram etmek hakkına sahipsinFakat bu öyle bir tarzda olmalıdır ki eğer o ilgiyi bir fakirde bulursan, zengini ikram ve îzaz etmekte elbette fakire tercih etmemelisinÇünkü fakir, Allah katında, zenginden daha şereflidirBu bakımdan zengini fakire tercih etmenin sebebi ancak onun zenginliğine tamah etmek ve ona riyakârlık yapmaktır! Sonra zengin ile fakiri, oturmakta eşit tuttuğun zaman, hikmeti ve huşûu zengine daha fazla izhar etmenden korkulurBu da gizli riyakârlıktır veya gizli bir tamahkârlıktır.

İbn Semmam93 bir cariyesine demiştir ki: 'Bana ne oluyor ki Bağdad'a geldiğim zaman hikmet kapısı bana açılıyor'Cariye şöyle cevap vermiştir: 'Tamahkârlık senin dilini keskinleştirir!

Cariye doğru söylemiştir; zira dil, fakirin yanında konuşmadıklarını zenginin yanında konuşurBöylece fakirin yanında duymadığı huşûu, zenginin yanında duyarBu işte nefsin hileleri ve gizli planları sayılmayacak kadar çokturO hilelerden seni ancak Allah'tan başkasını kalbinden çıkarmak, hayatın boyunca nefsine şefkat göstermeye yönelmek, nefsine geçen günlerde bulandırıcı şehvetlerden ötürü razı olmamak kurtarabilirŞayet sonu yakın olan günlerde bulandırıcı şehvetlerden ötürü nefsin için ateşe razı olursan, bu takdirde dünyada, dünya padişahlarından biri gibi olursunBu padişahı şehvetler imkân sahibi kılmış, lezzetler ona yardım etmiş, fakat bedeninde hastalık vardırEğer şehvetlere fazlasıyla dalarsa, her saat nefsinin helâk olmasından korkar.

Bilir ki korunduğu ve şehvet ile mücadele ettiği takdirde yaşayacak ve padişahlığı devam edecektirBunu bildiği takdirde doktorlarla oturur, eczaneleri dolaşırAcı ilaçları içmeyi âdet edinir, acılıklarına karşı sabır gösterirLezzetlerin kaynaklarını terkeder ve terkettiklerine sabır gösterir, Bu bakımdan bu kimsenin bedeni hergün az yediğinden dolayı gittikçe zayıflar, fakat iyi korunduğu için hastalığı hergün azalırBu bakımdan nefsi herhangi bir şehvete karşı kendisiyle mücadele ederse, acılar ve elemlerin peşi peşine geleceğini, düşmanlarını sevindirip ölüme sürükleyeceğini düşünürNe zaman herhangi bir ilacı içmesi kendisine zor gelirse, o ilaçtan istifade edeceği şifayı düşünürO şifa ki nimetleriyle, rahat bir hayat içinde sıhhatli bir beden içinde, kaygısız bir yürekle, nafiz bir emirle lezzetlenmesine vesiledirBunu düşündükçe geçici lezzetleri terketmek ve sıkıntılara karşı göğüs germek kendisine hafif gelir.

Âhiret mülkünü isteyen müslüman mürid de böyledirÂhirette kendisini helâk edici her şeyden korunurO şeyler de dünyanın lezzetleri ve geçici zevkleridirBu bakımdan onların azıyla yetinir, zayıflık, solgunluk, halktan uzak yaşama, üzüntü, korku ve Allah'ın gazabının gelip helâk olacağından korkarak, azabından kurtulmayı ümit ederek, halk ile ünsiyet peyda etmeyi terketmeyi seçerBu bakımdan yakîn şiddetlendiği, işin neticesine îmanı kesinleştiği, ebediyyen Allah'ın rızasında daimî nimetlerde kendisine hazırlanana kesinlikle inandığı anda bütün zahmetler kendisine az gelir.

Sonra bilir ki Allah kerîm ve rahimdirRızasını talep eden kullarına daima yardımcı, onlara şefkat edici ve onlar üzerine âtıfet ve nimetini atıcıdırEğer Allah dilerse onları zahmet çekmekten kurtarırFakat onları denemek istemiştirİradelerini doğruluklarını, hikmet ve adaletinden ötürü, bilmek istemiştir. Sonra kul, başlangıçta zahmetli olanı göğüslediği zaman Allahü teâlâ, yardım etmek ve kolaylaştırmakla kendisine yönelirZahmetleri kendisinden düşürürSabretmeyi kendisine kolaylaştırırİbadeti kendisine sevdirirİbâdet içerisinde kendisini diğer lezzetlerden meşgul edici münâcaat lezzetini rızık olarak verirŞehvetleri öldürmek hususunda kendisini takviye ederSiyasetini, takviyesini bizzat idare ederYardımıyla imdadına koşarÇünkü kerîm olan Allah, ümitli bir kimsenin çalışmasını boşa çıkarmazSeven bir kimsenin emelini mânâsız bırakmaz.

Bana bir karış yaklaşana bir kulaç yaklaşırım. (Hadîs-i Kudsî)

Yemin olsun, ebrarın benimle mülâki olmaya dair iştiyakları oldukça arttıOysa ben onlarla mülâki olmaya onlardan daha fazla iştiyak duyarım. (Hadîs-i Kudsî)

Bu bakımdan başlangıçta kul, ciddiyetini, doğruluğunu ve ihlâsını izhar etmelidirAllah'ın rahmetine, şefkatine, keremine ve cömertliğine lâyık olan birşey, onu Allah'a yaklaştırmaktan alıkoymamalıdır!

Kitabu Zemm'il-Câh ve'r-Riya (Makam Düşkünlüğünün ve Riyanın Kötülenmesi) bölümü burada tamamlanmış bulunuyorHamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur

90) Tam adı Ebû Rukiye Temim b. Evs b. Hârise b. Sur b. Cüzeyme b. Rezzah b. Adiyy b. ed-Dârdır. H. 9da Medineye gelip müslüman olmuştur. Hazret-i Peygamber'e Cessase (Deccal) kıssasını zikreden kimsedir. Hazret-i Osman'ın şehid edilmesinden sonra Şam'a göç etti. Filistin'de kaldı. Filistin'deki Aynun köyü ona verilmişti. Kabri Cebrun'dadır.

91) Ebû Dâvud, İbn Mâce (Namaz bölümünde de geçmişti) .

92) Mübarek, Süfyân es-Sevrî'nin oğlu değil, kardeşidir. Tam adı Mübarek b. Said b. Mesruk es-Sevrî'dir. Âma idi. Künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Kûfeli olan bu zat, Bağdad'da ikamet ediyordu. H. 80'de vefat etmiştir.

93) Tam adı Muhammed b. Sebih b. Semmak el-Bağdadî'dir. Meşhur bir vâiz idi.