34 - FAKR VE ZÜHD |
Giriş
Hamd o Allah'a mahsustur ki kumlar, O'nu tesbih eder, gölgeler O'na secde ederler. O'nun heybetinden dağlar paramparça olur. İnsanı yapışkan çamur ile kuvvetli balçıktan yarattı. Şeklini en güzel sûrette süslendirdi. Boyunu posunu güzel biçimde yaptı. Kalbini hidayet nûruyla dalâletin bataklıklarından korudu. Sabah akşam hizmet kapısını çalmaya kendisine izin verdi. Sonra hizmetinde muhlis olanın basiretini ibret nûruyla sürmeledi ki ziyasıyla celâlin huzurunu görsün.
Dolayısıyla doğduğu andan itibaren her güzeli çirkin bırakan kemâl ve güzellik ona göründü. O'nu müşahedesinden ve kapısından uzaklaştıran herşey ona ağır geldi. Dünyanın görünür tarafı ona, kırıtan kendisini beğenen bir kadının sûretinde göründü. İç tarafı ise, ona beli kamburlaşmış ve yüzü buruşmuş, zillet çamurunda yoğrulmuş, azabın kalıbına dökülmüş bir acûze kadın gibi göründü. Hile ve sihrin incelikleriyle sır ve çirkinliklerini gizlemek için elbiselerine ağlarını kurmuştur. Onları hilenin çeşitleriyle avlar. Sonra visal va'dine sadece muhalefet etmekle kalmaz, onları zincir ve halkalarla bağlar. Belâ ve azap çeşitlerini onlara tattırır. Arif kişilere, onun çirkin sır ve fiilleri göründüğünde onu sevmeyen bir kimenin zühdüyle onda zâhid oldular. Servetlerle böbürlenmeyi terkettiler. Bütün gayretleriyle celâlin huzuruna yönelip o huzurun kesilmez visaline bel bağladılar. Fena ve zevâle mâruz kalmayan ebedî bir müşâhedeye güvendiler!
Salât ve (selâm) peygamberlerin seyyidi Efendimiz Muhammed'in (aleyhisselâm) ve hayırlı olan âlinin üzerine olsun!
Muhakkak ki dünya Allah'ın düşmanıdır. Sapıtanlar onun sapıtmasıyla, kayanlar onun hilesiyle kaymışlardır. Onun sevgisi bütün hataların başıdır. Ondan nefret etmek ibâdetlerin esası ve Allah'a yaklaştırıcı hareketlerin temelidir. Onun vasfıyla ilgili olan hususları sonuna kadar izah ettik.
Mühlikât bölümünün Dünyanın Zemmi bahsinde onu sevmenin kötülüğünü belirtmiştik. Şimdi de ondan nefret etmenin faziletini, onun hakkında zâhidliğin faziletini zikredeceğiz. Çünkü bu durum, Münciyât'ın başıdır. Öyle ise kurtuluş ancak dünyadan uzaklaşmaya bağlıdır. Fakat dünyayı bırakmak, ya dünyanın kuldan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma fakirlik denir veya kulun dünyadan uzaklaşmasıyla olur; bu duruma da zühd denir. Bunların her birinin saadete ulaşmakta tesiri, kurtuluşta nasibi vardır. Şimdi fakirlik ve zühd'ün hakîkatini, derecelerini, kısımlarını, şart ve hükümlerini zikredelim. Bu bölümün birinci kısmında fakr'ı, ikinci kısmında zühd'ü zikredeceğiz.
34-1
Fakirlik şahsın muhtaç olduğu şeyin yokluğundan ibarettir. İhtiyaç olmayan şeyin yokluğuna ise fakirlik denilmez. Eğer ihtiyaç olan şey var ve gücü yettiği şekilde ise, ona muhtaç olan kişi fakir sayılmaz. Bu hakikati anladığın zaman, Allah'tan başka her varlığın fakir olduğunda şüphen kalmaz, çünkü her varlık, ikinci durumda, varlığının devamına muhtaçtır. Varlığının devamı ise, Allah'ın faziletinden kaynaklanır. Eğer varlık âleminde varlığı başkasından istifade edilmiyen bir var varsa işte o mutlak mânâda zengindir. Böyle bir varın varlığı ancak bir zat için düşünülebilir. Bu bakımdan varlık âleminde bir zenginden başkası yoktur. O'ndan başka olan herkes O'na muhtaçtır. Devamlı olarak O'nun cömertliğinden imdat beklerler. Bu hasr'a (ancak ile ifade edilen kaide ve cümle) şu âyet-i celîle ile işaret edilmiştir:
Allah zengindir, sizler fakirsiniz. (Muhammed/38)
Bu mânâ, mutlak fakirliğin mânâsıdır. Fakat biz burada mutlak fakirliğin beyanını kasdetmiyoruz. Özel olarak mal fakirliğinden bahsediyoruz. Aksi takdirde kulun, ihtiyaçlarının sınıflarına göre fakirliği, kaide altına alınmayacak kadar çoktur. Çünkü kulun ihtiyaçları sayılamayacak kadar çoktur. Mal ile vardığı hedefler onun ihtiyaçlarının bir kısmıdır. İşte biz şimdilik, sadece bu son ihtiyacın beyanını yapmak istiyoruz. Bu bakımdan her mal kaybedene kaybettiği mala göre eğer kaybedilen mal, onun için bir ihtiyaç ise- 'Fakir' adı veriyoruz. Sonra fakirlik anında onda beş halin olması gerekir. Biz bu halleri ayırır ve her hale bir isim tahsis ederiz ki bu ayırım sayesinde onların hükümlerini belirtebilelim:
Birinci Hâl
Hâllerin en yücesi olan bu hâl, kişinin malı olduğunda maldan hoşlanmayıp eziyet çekecek durumda olmasıdır. Malı almaktan kaçacak, ondan nefret edecek, onun şerrinden ve meşguliyetinden sakınacak durumda olmasıdır. Bu durum zühd, bu durumda olanın ismi de zahid'dir.
İkinci Hâl
Kişi öyle bir durumdadır ki malın varlığıyla sevinecek şekilde malı istemediği gibi, eziyet çekecek şekilde maldan nefret de etmez. Eğer mal kendisine gelirse, zâhidlik de göstermez. Bu halin sahibine razı denir.
Üçüncü Hâl
Malın varlığının yokluğundan daha fazla hoşuna gitmesidir. Mala rağbeti vardır. Fakat kalkıp da malı talep edecek kadar rağbeti kabarmamıştır. Eğer mal saf ve helâl olarak kendisine gelirse, alır ve onunla sevinir. Eğer kazanmak için yorulmaya muhtaç olursa, onunla meşgul olmaz. Bu halin sahibine kanî (kanaatkâr) adı verilir; zira bu kimse malı talep etmeyi terkedecek kadar, var olanla nefsini ikna etmiştir. Buna rağmen kendisinde zayıf bir rağbet de vardır.
Dördüncü Hâl
Malı talep etmeyi terketmesinin acizliğinden kaynaklanmasıdır. Eğer acizliği olmasaydı malı edinmeye rağbet gösterirdi. Öyle bir rağbet ki yorgunlukla olsa dahi, malın talebine yol bulduğu takdirde, çekinmeden talep eder veya talep etmekle meşgul olurdu. Bu halin sahibine harıs adını veriyoruz.
Beşinci Hâl
Kaybettiği mala, ekmeği kaybeden aç, elbiseyi kaybeden çıplak gibi muhtaç oluşudur. Bu halin sahibine muztar adı verilir. Artık bunun mal talebindeki rağbeti nasıl olursa olsun, ister zayıf, ister kuvvetli bulunsun vardır. Çünkü böyle bir halin rağbetten uzak bulunması az görülür. İşte bunlar beş haldir. En yüceleri zahidliktir. Izdırara zahidlik de eklenirse ileride de bahsi geleceği gibi zâhidlik derecelerinin en yücesidir. Bu beş halin ötesinde zâhidlikten daha yüce olan bir hâl vardır ki o da kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğunun bir olmasıdır. Eğer malı bulursa, onunla sevinmez ve eziyet duymaz. Eğer bulmazsa yine böyledir. Bunun hali, Hazret-i Âişe'nin hali gibidir; zira Hazret-i Âişe'ye Beytülmal'daki hakkından yüzbin dirhem geldi. Onu aldı, aynı günde fakirlere dağıttı. Cariyesinin 'Sen bugün dağıttığın paralardan bir dirhemle bize et aldırıp etle iftar etmemizi sağlayamaz miydin?' demesi üzerine Hazret-i Âişe 'Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım!' demiştir.
Hali bu olan bir kimse, eğer bütün dünya elinde ve dünya hazineleri onun olsa, ona zarar vermez; zira o, malları kendisinin değil, Allah'ın hazinesinden görür. Kendi elinde veya başkasının elinde olması arasında fark görmez. Bu halin sahibine müstağni demek uygundur. Çünkü o hem malın yokluğundan, hem de varlığından müstağnidir. Bu isimden öyle bir mânâ anlaşılmalı ki hem Allah'a verilen mutlak ganî, hem de malı çok olan kullara verilen zengin adından ayrılsın; zira malı çok olan kul, malıyla sevindiği takdirde o malın elinde olmasına muhtaç bir fakirdir. O, ancak malın eline geçmesinden dolayı zengindir. Elinde durmasından dolayı değil! Bu bakımdan o, bir de kalacağından ve elinden çıkacağından ötürü müstağnidir; zira bu şahıs, malın bulunmasıyla eziyet duymaz ki onun elinden çıkmasına muhtaç olsun. Onunla sevinmez ki onun devamlılığına ihtiyacı olsun. Onu kaybetmemiş ki eline geçmesine ihtiyaç duysun. Bu bakımdan bunun zenginliği mutlak zenginliğe daha yatkındır. O halde o, Allahü teâlâ'nın vasfı olan müstağniliğe öbüründen daha yakındır. Ancak kulun Allah'a yakınlığı, mekân yakınlığı değil, sıfatların yakınlığıdır. Fakat biz bu halin sahibine ganî (zengin) demeyiz, müstağni deriz ki zenginlik, mutlak zengin ve her şeyden müstağni olan Allah'a isim olarak kalsın. Bu kul ise varlıkla yokluk yönünden, her ne kadar, maldan müstağni ise de maldan başka olan birçok şeyden müstağni değildir. Kalbini süsleyen zenginliğinin bâki kalması için Allah'ın tevfîkini talep etmekten müstağni değildir; zira mal sevgisiyle bağlı bulunan kalp köledir. Maldan müstağni olan kalp ise hürdür. O kalbi kölelikten âzâd eden Allahü teâlâ'dır. Bu bakımdan o şahıs, bu âzadlılığın devamına muhtaçtır. Kalpler, sık sık hürriyet ile kölelik arasında evrilip çevrilmektedir. Çünkü kalpler, Rahman'ın kudret parmaklarından ikisi arasındadır. Bu sırra binaen 'Mutlak zenginlik' ismi, bu kemâlle beraber kişiye ancak mecazen verilir.
Zâhidlik bir derecedir. O da Ebrar'ın kemâlidir. Bu halin sahibi Mukarrebîn'dendir. Şüphe yoktur ki zâhidlik bunun hakkında eksikliktir; zira ebrarın iyilikleri mukarrebler için kötülük sayılır. Bunun hikmeti de şudur: Dünyadan nefret eden, tıpkı dünyaya rağbet gösterenin dünya ile meşgul olduğu gibi dünya ile meşguldür. Allah'tan başkasıyla meşgul olmak Allah'tan perdelenmektir; zira seninle Allah arasında uzaklık yoktur ki perde olsun. Çünkü Allah sana şah damarından daha yakındır! Allah bir mekânda değildir ki gökler ve yer seninle O'nun arasında perde olsun. Bu bakımdan seninle O'nun arasında perde, ancak Allah'tan başkasıyla meşgul olmandır. Kendi nefsin ve şehvetlerinle meşgul olman, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktır. Oysa sen durmadan nefsinle ve onun şehvetleriyle meşgulsün.
Bu bakımdan devamlı Allah'tan perdelisin. Öyleyse nefsinin sevgisiyle meşgul olan bir kimse, Allahü teâlâ'dan yüz çevirmiştir. Nefsinin buğzuyla meşgul olan da Allah'tan uzaktır.
Allah'tan başka herşeyin misâli, aşık ile mâşuku bir araya getiren bir mecliste hazır olan râkibin misâlidir. Eğer âşıkın kalbi râkibe iltifat ederse, onun nefretiyle onu sakil telâkki edip oradaki huzurunun kerahetiyle meşgul olursa aşık, kalbini onun buğzuyla meşgul ettiği halde mâşukun müşahedesiyle alması gereken lezzetten kalbini çevirmiş demektir.
Eğer aşk onun bütün vaktini almış olsaydı o, mâşukun hazır bulunduğu bir yerde, aşkta mâşuka şirk koşmazdı ve bu sevgide bir eksiklik ise, tıpkı onun gibi sevgiliden başkasına buğzettiğinden dolayı bakmak da bir tür aşkta şirk ve eksikliktir. Fakat biri diğerinden biraz daha hafiftir. Kemâl, kalbin ne buğz, ne de sevgi yönünden sevgiliden başkasına iltifat etmemesidir; zira nasıl ki kalpte bir halde iki sevgi bir araya gelmiyorsa, aynen onun gibi, bir halde sevgi ile buğz da bir araya gelemez. Dünyadan nefret etmekle meşgul olan, sevgisiyle meşgul olan gibi, Allah'tan gafildir. Ancak sevgisiyle meşgul olan gafildir ve gafleti içerisinde uzaklaşma yolunda yürümektedir. Nefretle meşgul olan ise gafildir. Fakat gafleti içerisinde Allah'a yakınlaşma yolunu tâkip etmektedir; zira bu kimse için sonunda bu gafletin kalkması, yerini şuhûda bırakması umulur. Bu bakımdan bu şahıs için kemal derecesi beklenilir. Çünkü dünyanın nefreti, Allah'a götüren bir binektir.
O halde seven ile buğzeden, iki yoldan hacca giden iki yolcu gibidir. Bu yolcuların ikisi de deveye binmek devenin yemiyle, deveyi yürütmek ile meşguldürler. Fakat biri, Kâbe'ye yönelip de Kâbe'nin tam ters istikametinde gidiyor. Bu iki gâfil, bu hale nisbeten eşittirler. Her ikisi de Kâbe'den perdeli olmak ve onu unutmak durumunda eşittirler. Fakat Kâbe'ye yönelip gidenin hali, sırtını çevirip gidenin haline nisbeten daha övülür bir haldir. Zira bu kimsenin Kâbe'ye varması umulur. Fakat Kâbe'nin içinde itikâfta bulunan bir kimsenin haline nisbeten övülmez. Bu bakımdan dünyadan nefret etmenin, esasında hedef ve maksut olduğunu sanman uygun değildir. Dünya, insanı Allah'tan alıkoyar. Allah'a varmak ancak engeli geçmekle olur.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Dünya hakkında zâhidlik edip sadece zâhidlik vasfıyla iktifa eden, onunla meşgul olan bir kimse gibi acele istirahat istemektedir. Oysa âhireti temin etmekle meşgul olması gerekir'. Bu bakımdan âhiret yolunun sülûku zâhidlik vasfının ötesindedir. Nitekim hac yolunun sülûkunun, hacca mâni olan alacaklının hakkını vermenin ötesinde olduğu gibi. . .
Madem ki durum budur, dünyada zâhidlik, eğer dünyanın varlık ve yokluğundaki rağbeti hedef ediniyorsa kemâlin zirvesidir. Eğer onunla dünyanın yokluğundaki rağbet kastediliyorsa, bu takdirde, razı, kanî ve haris'in derecelerine göre kemâl sayılır. Müstağni'nin derecesine göre eksikliktir. Mal hakkındaki kemâl derecesi, mal ile suyun senin nezdinde eşit olmasıdır. Denizin kenarında olan suyun ne bolluğunun ne de azlığının zarurî miktar hariç sana sıkıntı vermediği gibi, sıkıntı vermemesidir. Bununla beraber mal, insanın muhtaç olduğu bir şeydir.
Nitekim suya da ihtiyacı vardır! Oysa kalbin bol sudan kaçmak veya bol suya buğzetmekle meşgul olmaz. Aksine 'İhtiyaç kadar ondan içer ve ihtiyaç kadar ondan Allah'ın kullarına içiririm. Hiç kimseyi ondan cimrilik yaparak mahrum etmem!' dersin. İşte mal da senin için aynen bunun gibi olmalıdır. Zira ekmek ile su, ihtiyaç ..... kuvvetli kimse zayıfların derecesine indiğini göstermek için maldan kaçtığını belirtmiş olur ki zayıflar da malı terketmek hususunda kendisine uysunlar; zira eğer zayıflar mal edinmekte ona uyarlarsa helâk olurlar! Nitekim afsunlu bir kimse, çocuklarının yanında yılandan korkuyormuş gibi yapar. Oysa bu kaçışı, yılanı tutmaktan korktuğu için değildir.
Fakat çocukların yanında yılanı tutarsa, çocukların da ona bakarak yılanı gördüklerinde tutmaya çalışarak helâk olacaklarını bildiği için böyle davranır Zayıfların adımlarına adımlarını uydurmak, peygamberler, velîler ve âlimler için zarurîdir. Bu bakımdan mertebelerin altı olduğu ve o mertebelerin en yücesinin de müstağnî'nin, sonra zâhid'in, sonra râzî, sonra kanî, sonra haris ve sonra muztarr'ın mertebesi olduğu anlaşıldı.
Muztarr hakkında zühd, rıza ve kanaat tasavvur edilebilir. Onun derecesi, hallerin değişmesi nisbetinde değişir. Fakir ismi bu beş mertebeye ıtlak olunur.
Müstağnî'ye fakir demeye gelince, bu mânâyla fakir denmez. Eğer fakir denirse başka bir mânâ ile denir. O mânâ da kendisinin bütün işlerde, hassaten mal hususunda Allah'a muhtaç olduğunu bilmesidir. Bu bakımdan müstağnî 'ye fakir ismini vermek, tıpkı nefsini kul olarak bilen ve kulluğunu ikrar eden bir kimseye 'el-Abd' ismini vermek gibidir; zira böyle bir kimseye 'el-Abd' ismini vermek, gâfillere vermekten daha evlâdır. Her ne kadar 'el-Abd' ismi, bütün halka ıtlak olunan umumî bir isim ise de durum yine de böyledir.
İşte bunun gibi fakir ismi de umumî bir isimdir. Kim nefsini Allah'a muhtaç kabul ederse, ona fakir ismini vermek, başkasına vermekten daha haklı olur. Bu bakımdan fakir ismi bu iki mânâ arasında müşterek bir isimdir.
Bu iştirâk ve ortaklığı bildiğin zaman, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Fakirlikten sana sığınıyorum',2 'Fakirlik neredeyse küfür olacaktı!'3 hadîsleriyle 'Beni miskin (fakir) olarak yaşat! Beni miskin olarak öldür'4 hadîs-i şerîfi arasında çelişki olmadığını anlarsın. Zira Hazret-i Peygamber, yukarıdaki hadîs-i şeriflerde, muztarr ve muhtacın fakirliğinden
Allah'a sığınmış, Allah'a karşı meskenet (fakirlik) ve zilleti ikrar etmek ve Allah'a muhtaç olmaktan ibaret olan fakirliği de duasında Allah'tan talep etmiştir. Allah'ın salât ve selâmı hem onun, hem de yerin ve göğün ehlinden seçilmiş kulların üzerine olsun!
2) Taberânî
3) Beyhâkî ve İbn Adiyy
4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said'den)
34-2
Âyet-i Kerîmeler
(Bir de o mallar) şu muhacir fakirlere aittir ki (onlar) yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve peygamberine (mal ve canlarıyla) yardım ederler. İşte bunlar doğru olanlardır. (Haşr/8)
(Sadakalar) şu fakirlere mahsustur ki onlar Allah yolunda kapanıp kalmışlardır. Yeryüzünde gezip dolaşamazlar. . Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin zanneder. (Bakara/273)
Allahü teâlâ onları över mahiyette kelâmını sevketti. Sonra onların fakirlik vasfını hicret etmek ve Allah yolunda mahsur kalmak vasıflarına takdim etti. Bu takdim edişte fakirliğin faziletine dair bir delil vardır.
Hadîsler
Fakirliğin faziletine delâlet eden hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Abdullah b. Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâbına insanların hangisinin daha hayırlı olduğunu sorunca
cevap olarak şöyle dendi:
-O zengin ki nefsinde ve malında olan Allah'ın hakkını verir!
- Bu kişi pek güzel kişidir. Fakat insanların en hayırlısıdeğildir.
- Ey Allah'ın Rasûlü! O halde insanların en hayırlısı kimdir?
Öyle bir fakirdir ki gücü yettiği kadar Allah yolunda verir. 5
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Bilâl'e hitaben şöyle buyurmuştur:
Allah'ın huzuruna fakir olarak var, Allah'ın huzuruna zengin olarak varma!6
Muhakkak ki Allah, çocuk babası olan ve dilenmekten sakınan fakiri sever. 7
Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce cennete girecektir. 8
Başka bir hadîste 'Kırk sene' diye vârid olmuştur. 9
Bu hadîsten gaye, bu ikinci rivâyete göre, haris olan fakirin haris olan zengine tekaddüm etmesinin takdiridir. Beşyüz sene ile takdîr ise, zâhid fakirin âhirete tâlip olan zengin üzerindeki tekaddüm takdiridir. Fakirliğin derecelerinin değişikliğinden zikrettiğimiz, zarurî olarak sana fakirler arasında da derecelerinde farklılık olduğunu bildirir. Haris olan fakir zâhid olan fakirin yirmibeş derece altındadır. Zira kırkın beşyüze nisbeti yirmibeştir. Zannetme ki Hazret-i Peygamber'in takdîr etmesi rastgeledir. Hazret-i Peygamber haktan başkasıyla konuşmaz. Çünkü onun konuşması, kendisine gelen vahiydir. Onun bu sözü tıpkı şu sözü gibidir:
Salih rüya (doğru rüya) , peygamberliğin kırkaltı cüzünden bir cüzdür. 10
Hazret-i Peygamber'in bu takdiri, şüphesiz ki bir hakîkat takdiridir. Fakat Hazret-i Peygamber'den başka hiç kimse bu nisbetin illetini hakkıyla bilemez. Ancak tahmin edebilir; zira bilir ki peygamberlik, peygambere mahsus olan vasıftan ibarettir. Peygamber'in dışındaki insanlarda yoktur. Peygamber hususiyetlerin birçok çeşitleriyle tahsis olunur:
Birincisi, Allah, Allah'ın sıfatları, melekler ve âhiretle ilgili şeylerin hakîkatini bilir. Onun bildiği, başkasının bildiği gibi değildir. Onun bilgisi malûmatın çokluğu, yakîn, tahkik ve keşfin fazlalığı ile, başkasının bilgisine muhaliftir.
İkincisi, peygamberin nefsinde öyle bir sıfatı vardır ki âdetleri paramparça eden fiiller onunla kendisi için tamamlanır. Nitekim bizim sıfatımızın irade ve ihtiyarımızla beraber olan hareketlerimizin onunla tamamlandığı gibi. . . O sıfat kudrettir. Her ne kadar kudret ile kudretin meydana getirdiği şeyin ikisi birden, Allah'ın fiili ise de. . .
Üçüncüsü, peygamber için öyle bir sıfat vardır ki onunla melekleri görür. Nitekim gözü olan bir insan öyle bir sıfat vasıtasıyla görünen şeyleri idrâk eder.
Dördüncüsü, peygamber için öyle bir sıfat vardır ki o sıfat vasıtasıyla gayb âleminde, gelecekte olan şeyi ya uyanıklık veya uyku halinde idrâk eder. Çünkü o sıfatla Levh-i Mahfuzu idrâk eder, oradaki gaybı görür. İşte bunlar birtakım kemalât ve sıfatlardır. Peygamberler için sabit oldukları bilinir ve her birinin bir kaç kısma ayrıldığı da bilinir. Bazı kere kırka, elliye, altmışa kadar bölme imkânına sahibiz, hatta kırk altıya kadar da bölmeye kendimizi zorlayabiliriz. Sıhhatli rüyanın kırk altı parçasından bir parça olabilecek şekilde zorlayabiliriz. Fakat mümkün olan taksi mat yollarından bir yolu tayin etmek ancak zan ve tahminle olur. Biz tahkikî olarak Hazret-i Peygamber'in o yolu kasdettiğini veya etmediğini bilmiyoruz. Bizce malûm olan ancak peygamberliğin taksimatının esası kendileriyle tamam olan sıfatların derleyicileridir. O da bizi takdirin illetini bilmeye irşâd etmez ve yine böylece biliriz ki daha önce geçtiği gibi fakirlerin çeşitli dereceleri vardır. Fakat mesela şu haris fakir neden zâhid fakirin derecesinin altıda birinin yarısı üzerindedir ki kırk sene önce cennete girmesine hükmedilmedi. Öbürü beşyüz senelik bir tekaddümü iktiza etti ki peygamberlerin dışındaki insanların kuvvetinde bu sırra varmak ancak bir tür tahminle olur. Oysa tahmine güvenilmez. Bütün bu konuşmalardan gaye; bu işlerin benzerlerinde takdir yoluna dikkati çekmektir; zira zayıf imanlı bazen zanneder ki bu söz Hazret-i Peygamber'in dilinden tesadüfî olarak çıkmıştır. Oysa peygamberlik mertebesi böyle olmaktan yücedir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu ümmetin en hayırlısı fakirleridir. Cennette ilk yatanları zayıflarıdır. 11
Benim iki sanatım vardır. Kim onların ikisini severse beni de sevmiş olur. Kim onlardan nefret ederse benden de nefret etmiş olur. (Onlar) fakirlik ile cihaddır. 12
Rivâyet ediliyor ki Cebrâîl (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber'e inerek dedi ki: Ey Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm ediyor ve şöyle diyor: 'Şu dağları altın etmemi ve seninle beraber gezdirmemi ister misin? Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , başını eğerek bir an düşündü ve sonra şöyle dedi:
Ey Cebrâîl! Muhakkak dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan dünya için toplar.
Bu cevap karşısında Cebrâîl 'Yâ Muhammed! Allah seni sabit söz ile korudu!' dedi. 13
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) seyahatinde, abasına bürünmüş, uyuyan bir insanın yanından geçti. Onu uyandırarak şöyle haykırdı: 'Ey uyuyan! Kalk! Allah'ı an!' Adam, Hazret-i Îsa'ya 'Benden ne istiyorsun? Ben dünyayı ve dünya ehlini terketmişim!' dedi. Bu cevap üzerine Îsa (aleyhisselâm) ona 'Ey dostum! Öyleyse uyu!' dedi.
Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) toprak üzerinde yatan bir kişinin yanından geçti. Onu, başının altında bir kerpiçi yastık yapmış, yüz ve sakalı toprak içerisinde kalmış olduğu halde abasına bürünmüş olarak gördü, Bu manzara karşısında şöyle haykırdı: 'Yarab! Senin şu kulun, dünyada zâyi olmuştur!' Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahiy göndererek 'Ey Musa! Sen bilmez misin, ben cemâlimin tamamıyle kuluma nazar ettiğim zaman bütün dünyayı ondan dürer alırım' dedi. 14
Ebû Râfi'den rivâyet ediliyor ki: Hazret-i Peygamber'e bir misafir geldi. O misafiri ağırlamak için Hazret-i Peygamber'in yanında birşey olmadığından beni (Hayber) yahudilerinden birine gönderdi ve dedi ki: 'Git yahûdîye söyle! Muhammed sana der ki: 'Receb ayına kadar bana biraz un borç olarak veya satarak versin'. Ebû Râfi der ki: Yahûdîye varıp istedim. Yahûdî Hayır! Allah'a yemin ederim. Ancak yanımda rehin bırakması şartıyla veririm' dedi. Bunun üzerine, hâdiseyi Hazret-i Peygamber'e haber verdim. Şöyle buyurdu:
Allah'a yemin olsun. Ben gök ehli arasında eminim. Yer ehli arasında eminim. Eğer yahûdî bana satsaydı veya borç verseydi, muhakkak ona hakkını öderdim. Benim şu kürkümü yahûdîye götür. Yanına rehin bırak!
Hazret-i Peygamber'in yanından çıkarken şu âyet nazil oldu:
Onlardan bazı zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/133)
Bu âyet-i celîle, dünya hususunda Hazret-i Peygamber için bir tâziye (ve teselli) olarak inmiştir. 15
Fakirlik, Mü'min için, atın yanakları üzerine inen güzel kâkülünden daha süslüdür. 16
Sizden bir kimse sağlıklı, cemaati içerisinde emîn olduğu ve günlük nafakası yanında bulunduğu durumda sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıklarıyla onun için toplanmış ve ona verilmiştir. 17
Ka'b'ul-Ahbâr dedi ki: Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya 'Ey Musa! Fakirliğin sana yönelip geldiğini gördüğünde de ki: Salihlerin alâmet-i fârikasına merhaba!'
Atâ el-Horasanî der ki: Peygamberlerden biri bir deniz sahilinden geçerken baktı ki balık tutan biri besmele çekip ağını balık tutmak için suya atıyor. Fakat hiçbir şey ağa girmiyor. Sonra başka birinin yanından geçti. O da 'şeytanın ismiyle' deyip ağını denize attı. Ağ o kadar balıkla doldu ki neredeyse çekip çıkarmaktan aciz kaldı! Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâm) şu münâcatta bulundu: 'Yarab! Bu ne acaipliktir? Oysa bütün bunların elinde olduğunu biliyorum'. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklere dedi ki: 'O iki kişinin nezdimdeki derecelerini peygamberime gösterin!' O peygamber fakir için Allah katındaki kerameti, o şerir için de rezaleti görünce 'Yarab! Razı oldum!' dedi.
Cennete baktım ve gördüm ki ehlinin çoğu fakirlerdir. Cehenneme baktım ve gördüm ki ehlinin çoğu zenginler ve kadınlardır.
Başka bir lâfızda: 'Zenginler nerededir?' diye sorulunca 'Çok çalışmak onları geride bırakmıştır' denilmiştir. 18
'Ateş ehlinin çoğunu kadınlar olarak gördüm'. Bunun üzerine 'Kadınlara ne oluyor?' denildi. Denildi ki: 'Onları altın ile zaferan meşgul etmiştir'. 19
Mü'minin dünyada hediyesi fakirliktir. 20
Peygamberlerin en son cennete gireni Süleyman b. Dâvud'dur. Çünkü dünya mülkü vardı. Ashâbımın en son cennete gireni Abdurrahman b. Avf'tır. Çünkü zengindi. 21
Onun sürünerek cennete girdiğini gördüm. 22
Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Zengin şiddetle (zorla) cennete girer'.
Ehl-i Beyt'ten gelen bir haberde, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah bir kulu sevdiği zaman, ona belâ verir. Onu çok sevdiği zaman, kendi nefsi için edinir.
Denildi ki: 'Ya Rasûlallah! Bundan maksad nedir?' Şöyle buyurdu: 'Ona ne aile efradı, ne de dünya malı bırakır'. 23
Fakirliğin yönelip geldiğini gördüğünde 'salih kimselerin alâmet-i fârikasına merhaba!' de. Zenginliğin yönelip geldiğini gördüğünde de ki: 'Bir günah ki cezası peşin verildi'. 24
Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) Allah'a şöyle seslendi: 'Yarab! Halkından sevdiklerin kimlerdir ki senin için onları seveyim?' Allah şöyle cevap verdi: 'Her fakir, her fakir'.
Hadîs-i kudsî'de, ikinci defa söylenilen fakir kelimesinin diğerinin tekidi olması mümkündür ve yine ondan, şiddetli fakirliğin kastedilme ihtimali de vardır.
Mesih (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'muhakkak ben fakirliği sever, nimetler içerisinde yüzmekten nefret ederim'. Mesih'in nezdinde isimlerin en sevimlisi kendisine 'Ey miskin!' denmesiydi.
Arapların zenginleri Hazret-i Peygamber'e 'Bize bir gün, fakirlere de bir gün tayin et! Onların geldiği gün biz gelmeyelim. Bizim sana geldiğimiz gün de onlar gelmesinler! dediler. 'Onlar' ile Bilâl, Selman, Süheyb, Ebû Zer, Habbab b. Eret, Ammâr b. Yâsir, Ebû Hüreyre ve ashâb-ı suffe'den olan fakirleri kastediyorlardı. Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onların dediğini kabullendi. Çünkü onlar fakirlerin kokularından eziyet duyduklarından şikayet etmişlerdir.
Fakirlerin giydikleri yün elbiseydi. Terledikleri zaman elbiselerinden ter kokusu geliyordu ve bu durum zenginlere gayet ağır geliyordu. Akra b. Habis et-Temimî, Uyeyne b. Hısn el Fezzarî, Abbas b. Mirdas es-Sülemî ve benzerleri zenginlerden idiler. Hazret-i Peygamber onlarla fakirlerin bir mecliste bir araya gelmemesine razı oldu. Bunun üzerine şu âyet-i celîle nâzil oldu:
Nefsini sabah ve akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme. De ki: Kur'ân, rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen îman etsin, dileyen inkâr etsin!' (Kehf/28-29)
İbn Ümmi Mektûm, Hazret-i Peygamber'in yanında, Kureyş'in eşrafından bir kişi varken, Hazret-i Peygamber'in huzuruna girmek için izin istedi. Bu durum Hazret-i Peygamber'e ağır geldi.
Bunun üzerine Allahü teâlâ şu ayetleri gönderdi:
Surat astı ve döndü, âma geldi diye. . . Ne bilirsin belki o arınacak? Yahut öğüt alacak da öğüt kendisine fayda verecek? Kendisini müstağni görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. (Abese/1-6)
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde kul getirilir. Allahü teâlâ, dünyada birinin başka birinden özür dilediği gibi kuluna arz-ı mazeret ederek şöyle der: 'İzzet ve celâlim hakkı için, senin katımda kıymetsiz olduğundan dolayı senden dünyayı esirgemiş değilim. Fakat ben, senin için hazırladığım nimetlerden dolayı dünyayı senden esirgedim! Ey kulum! Şu saflara çık. Kim benim için sana yedirmişse veya seni giydirmişse, yedirdiği ve giydirdiğiyle sadece benim rızamı kasdetmişse, onun elinden tut. Onu sana bağışladım'. Oysa o gün ter insanları gemlemiştir. O kişi Allahü teâlâ'nın emriyle safların arasına girer. Dünyada kendisine yardım edeni gözetler. Onun elinden tutar ve cennete götürür. 25
- Fakirleri iyi tanıyın. Onlara iyilik yapın. Onların bir devleti vardır.
- Ya Rasûlallah! Onların devleti ne demektir?
- Kıyâmet günü olduğu zaman onlara şöyle denilir: 'Size bir parça ekmek yedirene veya bir yudum su içirene veya bir elbise giydirene bakın! Onun elinden tutun! Sonra onu cennete götürün!'26
Cennete girdim. Önümde bir tıkırtı işittim. Baktım Bilâl'i gördüm. Cennetin en yüksek tabakasına baktım. Ümmetimin fakirleriyle evlatlarını gördüm. Cennetin alt tabakasına baktım ve gördüm ki orada, pek az zengin ve kadın vardır. Dedim ki: 'Yarab! Bunların durumu nedir?' Şöyle buyurdu: Kadınlara iki kırmızı; altın ile ipekli zarar verdi. Zenginler mal ile meşgul oldular'. Bu arada ashâbımı kontrol ettim. Abdurrahman b. Avf'ı göremedim. Sonra ağladığı halde bana geldi. Kendisine şöyle sordum:
- Seni benden geri bıraktıran nedir?
- Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin ederim, ihtiyarlatıcı birçok musibetlerle mülâki olmazdan önce sana varamazdım. Zannettim ki ben seni göremeyeceğim!
- Neden böyle oldu?
- Malımdan ötürü hesaba tutuldum!27
Şu duruma bak! Abdurrahman ki Allah'ın Rasûlüyle beraber büyük şerefe nail olmaya sahip olduğu ve cennet ehlinden olan on kişiden biri bulunduğu ve 'ancak malıyla şöyle hükmeden müstesnadır' hadîsine mazhar olan zenginlerden biri olduğu halde durumu böyledir. Buna rağmen zenginlik onu bu kadar zarara uğratmıştır.
Hazret-i Peygamber fakir bir kişinin yanına girdi. Hiçbir şeyini görmedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
Eğer bu kişinin nûru yeryüzündeki bütün insanlara taksim olunsa hepsini zengin ederdi. 28
Size cennet ehlinin padişahlarından haber vereyim mi?
- Evet, ey Allah'ın Rasûlü!
- Onlar, her zayıf ve başkası tarafından zulme uğrayan saçı sakalı tozlu topraklı bulunan ve iki eskimiş elbise sahibi olan bir kimse gibidir ki ona kıymet verilmez. Eğer o, Allah
Teâlâ'nın üzerine (ondan birşey istemek sûretiyle) yemin ederse, muhakkak Allah onu yemininde doğrular.
İmrân b. Husayn (radıyallahü anh) dedi ki: Hazret-i Peygamber'in katında benim bir değerim vardı, bana şöyle buyurdu:
- Ey İmrân! Muhakkak katımızda bir derece ve kıymetin vardır. Acaba kızım Fâtıma'yı hastalığından dolayı ziyaret etmek ister misin?
- Evet! Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü! Bunun üzerine Hazret-i Peygamber kalktı. Ben de onunla beraber kalktım. Fâtıma'nın kapısına geldi. Kapıyı çaldı ve 'Selâm üzerinize olsun! Gireyim mi?' diye izin istedi.
- Ey Allah'ın Rasûlü gir!
- Yanımdaki insanlarla beraber mi girelim?
- Ey Allah'ın Rasûlü! Beraberinde kim var?
- İmrân vardır!
- Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin olsun, sırtımda bir abadan başka birşey yoktur.
Hazret-i Peygamber 'Abayı şöyle yap' diyerek eliyle abayı bedenine sarmasını işaret etti. Fâtıma 'Abayı bedenime sardım. Başımı ne yapacağım!' deyince, Hazret-i Peygamber üzerinde bulunan eskimiş bir ageli Fâtıma'ya attı ve 'Bununla da başını ört!' dedi. Sonra Fâtıma,
Hazret-i Peygamber'e izin verdi. Hazret-i Peygamber içeri girdi ve şöyle buyurdu:
- Ey kızım! Selâm üzerine olsun. Sen nasıl sabahladın?
- Allah'a yemin ederim. Hasta bir vaziyette sabahladım! Birşey yemeyişim hastalığımı daha da artırdı. Açlık bana zarar verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ağlayıp şöyle buyurdu:
Ey kızım! Üzülme! Allah'a yemin olsun, ben de üç günden beri bir yemek tatmış değilim. Oysa ben Allah katında senden daha şerefliyimdir. Eğer rabbimden isteseydim mutlaka bana yedirirdi. Fakat ben âhireti dünyaya tercih ettim.
Sonra Hazret-i Peygamber eliyle Fâtıma'nın omuzunu okşayarak ona şöyle dedi:
- Müjde sana! Allah'a yemin olsun! Muhakkak sen cennetkadınlarının hatunusun.
- Ya Firavun'un hanımı Asiye, İmrân'nın kızı Meryem nerede?
- Asiye kendi âlemindeki kadınların hatunu, Meryem de kendi âlemindeki hanımların hatunudur. Sen ise, kendi âlemindeki kadınların hatunusun. Muhakkak hepiniz (cennette) kamıştan yapılmış köşklerde oturacaksınız. Orada ne eziyet var, ne kalabalık ve ne de yorgunluk!
Sonra Hazret-i Peygamber Fâtıma'ya dedi ki: 'Amcamın oğluyla kanaat et! Allah'a yemin olsun, seni dünyada efendi olan, âhirette efendi olan biriyle evlendirdim!'29
Hazret-i Ali'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Halk, fakirlerini kızdırdıkları, dünyanın imarına fazla önem verdikleri ve dirhemlerin istifine daldıkları zaman,
Allah onlara dört belâ verir: Zamandan kıtlık. . . Sultandan zulüm. . . Hükümlerin infazcılarından hiyanet. . . Düşmandan da üstünlük. . .
4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said'den)
5) Deylemî
6) Hâkim
7) İbn Mâce
8) Tirmizî
9) Müslim
10) Buhârî
11) Irâkî bu hadisîn aslına rastlamadığını söylemektedir.
12)
13) Irâkî'ye göre bu hadîs iki hadîsten meydana gelmiştir. (Birincisini Tirmizî, ikincisini Şirâzî ve Beyhakî rivâyet etmiştir) .
14) Kût'ul-Kulûb
15) Taberânı, İbn Ebî Şeybe, İbn Rahuveyh, Bezzâr, Ebû Yâ'lâ, İbn Münzir
16) Taberânî
17) Taberânî
18) İmâm-ı Ahmed
19) Nikâh bahsinde geçmişti.
20) Muhammed b. Hafif eş Şirazî, Deylemî
21) Daha önce geçmişti.
22) İmâm-ı Ahmed, Taberânî
23) Taberânî
24) Deylemî
25) İbn Hıbbân
26) Ebû Nuaym
27) Taberânî
28) Müslim, Buhârî
29) Cimriliğin Zemmi bölümünde geçmişti. İmâm-ı Ahmed, (Ma'kel b. Yesâr'dan)
34-3
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) dedi ki: 'İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker'.
Hazret-i Ömer, Said b. Âmir'e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm'da bir hâdise mi oldu?' diye sordu. Said 'Ondan daha şiddetlisi oldu!' deyip şöyle devam etti: 'Eskimiş entarini bana getir!' Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini duydum:
Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır. 30
Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:
1. Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.
2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.
3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse. 31
Bir fakir Süfyân es-Sevrî'nin meclisine vardı. Süfyân ona 'Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!' dedi. Süfyân es-Sevrî'nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyân, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!
el-Müemmil32 dedi ki: 'Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim'.
Hukemadan biri şöyle demiştir: 'Fakir olan Âdem oğlu, fakirlikten korktuğu kadar ateşten korksaydı ikisinden birden kurtulurdu. Eğer zenginliğe rağbet ettiği gibi cennete rağbet etseydi ikisini birden elde ederdi. Eğer zâhirde Allah'ın mahlûklarından korktuğu kadar bâtında Allah'tan korksaydı dünya ve âhiret saadetine ererdi'
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Lokmân (aleyhisselâm) oğluna 'Hiç kimseyi elbisesinin eskiliğinden ötürü tahkir etme! Muhakkak ki seninle onun rabbi birdir' dedi.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Fakirleri sevmek, peygamberlerin ahlâkındandır. Onların meclisinde oturmayı tercih etmek, salihlerin alâmetindendir. Onların sohbetinden kaçmak münafıkların alâmetindendir!'
Haberlerde, daha önce indirilen kitablardan alındığına göre, Allahü teâlâ peygamberlerinden birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Senden nefret edip seni gözümden düşürmemden sakın! Bu takdirde dünyayı oluk halinde üzerine akıtırım.
Hazret-i Âişe, bir günde yüzbin dirhem dağıtıyordu. Bu parayı Muaviye, İbn Amr ve başka idareciler kendisine gönderirlerdi. Oysa sırtındaki entarisi yamalıydı. Cariyesi 'Keşke bize bu paradan bir dirhemlik et alıp da o Ebu Derdâ (radıyallahü anh) dedi ki: 'İki dirhem sahibi, hapis veya hesap bakımından bir dirhem sahibinden daha fazla zorluk çeker'.
Hazret-i Ömer, Said b. Âmir'e bin dinar gönderdi. Said b. Âmir mahzun olarak eve geldi. Hanımı kendisine İslâm'da bir hâdise mi oldu?' diye sordu. Said 'Ondan daha şiddetlisi oldu!' deyip şöyle devam etti: 'Eskimiş entarini bana getir!' Bunun üzerine hanım eskimiş entarisini parçaladı. Onu keseler haline getirdi. Dinar ve altınları parça parça yaptı ve (harbe gidenlere) dağıttı. Sonra sabaha kadar ağlayıp namaz kıldı. Sonra dedi ki: Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini duydum:
Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beş yüz sene önce cennete gireceklerdir. Hatta zenginlerden bir kişi onların kalabalığı arasında cennete girer. Onun elinden tutulup cennetten çıkarılır. 30
Üç sınıf, hesapsız cennete girecektir:
1. Elbisesini yıkamak isteyip başka bir elbisesi olmayankimse.
2. Aynı ateşin üzerine iki çanağı koyamayan kimse.
3. İçecek istediğinde kendisine hangi içeceği istediği sorulmayan kimse. 31
Bir fakir Süfyân es-Sevrî'nin meclisine vardı. Süfyân ona 'Yaklaş! Eğer zengin olsaydın seni yaklaştırmazdım!' dedi.
Süfyânı es-Sevrî'nin zengin arkadaşları, fakir olmayı temenni ederlerdi. Çünkü Süfyân, fakirleri kendine yaklaştırır, zenginlere de pek yüz vermezdi!
el-Müemmil32 dedi ki: 'Süfyân es-Sevrî'nin meclisinde zenginden daha zelil fakirden daha azizini görmedim'.
Hukemadan biri şöyle demiştirnunla iftar etmiş olsaydık' deyince, oruçlu bulunan Hazret-i Aişe de şöyle dedi: 'Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım'.
Hazret-i Peygamber, Âişe'ye nasihat ederek şöyle buyurmuştur:
Eğer bana iltihak etmeyi istiyorsan fakirlerin hayatından ayrılma! Zenginlerle beraber oturmaktan kaçın. Sırtındaki entariyi yamalamadıkça çıkarma!33
Bir kişi İbrahim b. Edhem'e onbin dirhem getirdi. İbrahim kabul etmedi, kişi ısrar etti. İbrahim ona 'Sen ister misin ki onbin dirhemle ismimi fakirlerin defterinden sildirteyim. Hiçbir zaman o parayı kabul etmem' dedi,
30) İmâm-ı Ahmed
31) Ebû Şeyh, Sevab, (Ebû Said'den)
32) Adı el-Müemmil b. İsmail el-Basrî, künyesi Ebû Abdurrahman'dır.
34-4
Fakir Sınıfların Özellikleri
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Yetecek kadar nafakaya kanaat edip İslâm dinine hidayet edilmiş kişiye cennet vardır. 34
Ey fakirler kitlesi! Kalplerinizden Allah'a (hükmüne) razı olunuz. (Bu takdirde) fakirliğinizin sevabını elde edersiniz! Aksi takdirde mahrum kalırsınız! 35
Birinci hadîste bahsi geçen kişi, kanaat eden kişidir. Bu son hadîste bahsi geçen ise, Allah'ın hükmüne razı olan kişidir. Sanki bu hadîsin mefhumu şunu sezdiriyor: 'Harîs bir kimse, fakirliğinden ötürü hiçbir sevap kazanmaz!'
Oysa fakirliğin fazileti hakkındaki umumî hükümler delâlet eder ki fakir, harîs ise de sevabı vardır. Nitekim bunun tahkiki ileride de gelecektir. Bu bakımdan buradaki 'razı olmak'tan gaye; Allah'ın dünyayı kendisinin esirgemesini kerih görmesidir. Nice mal isteyen vardır ki onun kalbinde ne Allah'a karşı bir inkâr ve ne de fiiline karşı bir nâhoşluk vâki olur! İşte fakirliğin sevabını yakıp yok eden nâhoşluk bu demektir.
Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Herşeyin bir anahtarı vardır. Cennetin anahtarı ise, fakir ve miskinlerin sevgisidir. Bu sevgi de sabırlarından ötürüdür. (Zira) onlar kıyâmet gününde Allah ile sohbet edeceklerin ta kendileridir. 36
Hazret-i Ali'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah katında kulların en sevimlisi, rızkına kanaat eden ve Allah'ın hükmüne razı olan fakirdir. 37
Ey Allah'ım! Muhammed'in (aleyhisselâm) âlinin rızkını yetecek kadar kıl. 38
İster fakir, ister zengin olsun, hiç kimse yoktur ki kıyâmet gününde, 'keşke dünyada bana yetecek kadar mal verilseydi' temennisinde bulunmasın!39
Allahü teâlâ Hazret-i İsmail'e vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
- Beni kalpleri kırılmışların yanında ara!
- Onlar kimlerdir?
- Doğru olan fakirlerdir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Fakir razı olduğu zaman ondan daha faziletlisi yoktur. 40
Allahü teâlâ kıyâmet gününde şöyle der: 'ınahlûklarımdan seçtiğim kullarım nerede?' Melekler 'Ey rabbimiz! Onlar kimlerdir?' diye sorarlar. Allahü teâlâ 'Onlar müslümanların, benim verdiğime kanaat eden, kaderime razı olan fakirleridir. Onları cennete sokun!' der. Bu emir üzerine, melekler fakirleri cennete sokarlar. Fakirler yerler, içerler. Oysa halk, hesap içerisinde hâlâ kıvranmaktadır. 41
Bu hüküm, kanaat eden ve kadere razı olan fakir hakkındadır. Zahidin faziletini, eğer Allah dilerse, kitabın ikinci şıkkında zikredeceğiz. Rıza ve kanaat hakkındaki eserler ise pek çoktur. Tamahkârlığın kanaata zıd düştüğü açıktır.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Tamahkârlık fakirliktir. Halkın servetinden ümidi kesmek zenginliktir. Halkın elindeki servetten ümidini kesen, rızkına kanaat eden bir kimse onlardan müstağni olur'.
Ebû Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Hergün bir melek arşın altından şöyle çağırır: 'Ey Âdem oğlu! Sana kifayet edecek az mal, azdıracak çok maldan daha hayırlıdır'.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Sebebi de dünya fazlasıyla kişiye geldiği zaman sevinir. Oysa gece ve gündüz, onun ömrünü tüketmek için durmadan çalışırlar. O da buna hiç üzülmez! Âdem oğluna yazıklar olsun! Artan mal, eksilen ömür fayda vermez!'
Hükemadan birine şöyle denildi: 'Zenginlik ne demektir?' Cevap olarak 'Senin az temennin ve sana yetene razı olmandır!' dedi.
İbrahim b. Edhem, Horasan'ın zenginlerindendi. Babası Belh emîrlerindendi. Bir gün köşkünden çıkarken köşkün bahçesinde duran bir kişiye baktı, kişinin elinde ısırdığı bir ekmek vardı, kişi ekmeği yediği zaman bulunduğu yerde uyudu. İbrahim hizmetkârlarından birine 'Bu kişiyi, uyandığı zaman bana getir!' emrini verdi. Adam uyandığı zaman hizmetkâr onu İbrahim'in huzuruna çıkardı.
- Ey kişi! Aç olduğun için mi ekmeği yedin?
- Evet! . .
- Doydun mu?
- Evet!
- Sonra güzel uyudun mu?
- Evet!
Bunun üzerine İbrahim içinden şöyle dedi: 'ınadem ki nefis bu kadarla kanaat eder, artık ben dünyayı neyleyim!'
Amr b. Abdikays, tuz ile yeşillik yiyen bir kişinin yanından geçti. Bunun üzerine Amr ona 'Ey Allah'ın kulu! Sen dünyanın bu kadarcığına razı oldun mu?' dedi. Kişi Amr'a 'Bundan daha kötüsüne razı olan birini sana göstereyim mi?" dedi. Amr 'Evet, göster' dedi. Kişi 'Kim âhiret yerine dünyaya razı olursa, işte o bundan daha kötüsüne razı olmuş demektir' dedi.
Muhammed b. Vâsi' kuru bir ekmeği çıkarır, su ile ıslatır ve tuz ile yiyerek şöyle derdi: 'Kim dünyanın bu kadarcığına razı olursa, o hiç kimseye muhtaç olmaz'.
Hasan-ı Basrî şöyle derdi: Allahü teâlâ bazı kavimlere lânet etmiştir (etsin) . Allah onlar için yemin etmiş, onlar Allah'a inanmamışlardı'. Bunu söyledikten sonra şu âyeti okudu:
Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var! Semanın ve yerin rabbine yemin olsun ki bu iş, sizin konuşmanız gibi gerçektir. (Zâriyât/22-23)
Ebû Zer (radıyallahü anh) bir gün halk arasında oturuyordu. Bu sırada hanımı gelerek şöyle haykırdı: 'Evde kepek bile yokken hâlâ bunların arasında oturuyorsun?' Ebû Zer 'Ey kadıncağız! Önümüzde geçilmez bir gedik vardır. O gedikten ancak yükü hafif olan kurtulur' dedi. Bunun üzerine hanımı, durumuna razı olarak dönüp gitti.
Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'İnsanların küfre en yakını sabırsız fakirdir'.
Hakîmlerden birine şöyle denildi: 'Senin malın nedir?' Hakîm şöyle dedi: 'Zâhirde süslenmek, bâtında normal hareket etmek ve halkın elindeki servetten ümitsiz olmaktır'.
Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ geçmiş peygamberlere gönderdiği semavî kitabların birinde şöyle buyurmuştur: 'Ey Âdem oğlu! Eğer dünyanın tamamı senin olsa ondan ancak yiyeceğin senindir. Bu bakımdan sana dünyanın tamamından yiyeceğini verdiğimde ve onun hesabını da başkasına yüklediğimde muhakkak (bilmelisin ki) sana iyilik yapmışımdır'.
Kanaat hususunda ise şöyle demiştir:
İnsanlara değil Allah'a yalvar! Başkasının malından ümidini kes, kanaat et. Muhakkak ki azizlik ümitsizliktedir. Her akraba ve yakınından müstağni ol! Muhakkak ki zengin, halktan müstağni olan kimsedir.
Yine aynı mânâda şair şöyle demiştir:
Ey cem'eden ve cem'ettiğini de başkasından meneden! Oysa zaman, kapılarından hangisini yüzüne kapatacağını takdir ettiği halde kendisini gözetir. Düşünür ki ölümü kendisine nasıl gelecektir? Sabah mı gelecek veya ölümle geceleyip ölüm kapısını mı vuracaktır? Sen mal topladın! Ey mal toplayıcı! Bana söyle! O mal için o malı dağıtacak günleri de topladın mı? Mal senin yanında varislerin için depolanmıştır. Mal ancak onu infak ettiğin gün senin malındır! Allah'a güvenerek sabahtan işine giden bir gencin kalbi ne kadar da müreffehtir. Muhakkak ki rızıkları taksim eden Allah ona rızık verecektir. O gencin namusu korunmuştur. Onu kirletmez. Yüzü yepyenidir, onu eskitmez! Kanaatin sahasına inen bir kimsenin, kanaatin gölgesinde kendisini uykusuz bırakan bir üzüntüsü kalmaz!
33) Tirmizî, (garib olarak) ; Hâkim, (sahih olarak)
34) Müslim
35) Ebû Mansur ed-Deylemî
36) Dârekutnî
37) İbn Mâce, (bir benzerini)
38) Müslim
39) İbn Mâce
40) Irâkî bu hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir.
41) Deylemî
34-5
Fakirliğin Zenginliğe Üstünlüğü
Halk bu hususta ihtilâfa düşmüştür: Cüneyd-i Bağdâdî, el-Havvâs ve bir çokları, fakirliğin üstünlüğüne kaildirler. İbn Atâ 'Şükreden ve zenginliğin hakkını yerine getiren zengin, sabreden fakirden daha üstündür' demiştir.
Deniliyor ki: Bu hususta kendisine muhalefet ettiğinden dolayı, Cüneyd, İbn Atâ'ya bedduada bulundu. Bunun üzerine, İbn Atâ'nın başına bir musibet geldi.
Biz bu meseleyi Sabır Kitabı'nda, sabır ile şükür arasındaki farkı anlatırken zikretmiştik. Amellerde ve hallerde faziletin talebinin yolunu da belirtmiştik. Bu ise ancak tafsilât ile mümkündür. Fakirlik ve zenginlik, mutlak olarak ele alındıkları takdirde, haber ve eserleri okuyan bir kimse fakirliğin fazileti hakkında şüpheye düşmez. Fakat burada tafsilât lâzımdır. Şüphe ancak iki makamda tasavvur edilir.
Birinci Makam: Bu sabreden ve talep üzerinde ihtirası olmayan fakirdir. Bu fakir kanaat eden veya malını hayırlara sarfeden zengine nisbeten daha fazla razı olmuştur.
İkinci Makam: Haris bir zenginle haris bir fakirdir; zira kanaat eden fakirin mal biriktiren ve harislik yapan zenginden üstün olduğunda şüphe yoktur. Malını infak eden zenginin haris fakirden daha üstün olduğu da muhakkaktır.
Birincisine gelince, çoğu zaman zannedilir ki zengin, fakirden üstündür. Çünkü ikisi, mala karşı harisliğin zâfiyetinde eşittirler. Fakat zengin, sadaka ve hayırlar yapmakla Allah'a yaklaşır. Fakir ise bundan acizdir. İşte İbn Ata böyle zannetmiştir. Mal ile nimetlenen zengine gelince, her ne kadar bu mübah ise de bu zenginin kanaat eden fakirden daha üstün olduğu düşünülemez. Haberde vârid olan da buna şehâdet eder. Fakirler Hazret-i Peygamber'e zenginlerin hayır, sadakalar, hac ve cihadla kendilerini geçtiklerinden şikayet ettiler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, tesbih hususunda onlara birkaç kelime öğretti ve onlara bu kelimelerle zenginlerin vardıkları derecelerin daha üstüne varacaklarını söyledi. Bunun üzerine zenginler o kelimeleri öğrendiler ve onu söylemeye başladılar. Fakirler Hazret-i Peygamber'e gelip haber verdiler. Hazret-i Peygamber 'O Allah'ın faziletidir. Dilediği kuluna ihsân eder!' dedi.
İbn Atâ, bu mesele kendisine sorulduğu zaman, bu hadîsle istişhâd ederek şöyle dedi: 'Zengin üstündür. Çünkü zenginlik, hakkın sıfatıdır!'
Birincisinin delilinde düşünmek gerekir; zira haber bunun hilâfına delâlet eden bir tafsilâtla varid olmuştur. Şöyle ki: 'Fakirin tesbihteki sevabı, zenginin sevabından fazla olur. Fakirlerin o sevabı elde etmeleri ise, Allah'ın faziletidir. Allah, faziletini dilediği kuluna verir'.
Zeyd b. Eslem, Enes b. Mâlik'ten şöyle rivâyet etti: Fakirler Hazret-i Peygamber'e bir elçi gönderdiler. O elçi 'Ben fakirlerin sana gönderilen elçisiyim!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Sana ve yanlarından geldiğin kimselere merhaba! Onlar öyle bir kavimdir ki ben onları severim' dedi. Elçi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Zenginler hayrı tamamen bizden aldılar. Hacca giderler. Bizim buna gücümüz yetmiyor. Umre yaparlar, bizim ise buna tâkatimiz yok! Hasta oldukları zaman, mallarının fazlasını kendilerine zahire edinirler' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Benden fakirlere tebliğ et! Muhakkak sizden sabreden ve ecrini Allah'tan isteyen bir kimse için zenginlerde olmayan üç nimet vardır. Birincisi; cennette birtakım köşkler vardır. Yeryüzündeki insanların, gökteki yıldızlara baktıkları gibi, cennet ehli onlara bakarlar. Oraya ancak fakir bir peygamber, fakir bir şehid veya fakir bir Mü'min girer. İkincisi; fakirler zenginlerden yarım gün önce cennete girerler. O yarım gün de beş yüz senelik bir zamandır. Üçüncüsü; zengin 'Sübhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahü vallahü ekber' (Allah'ı tenzih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan başka mâbud yoktur ve Allah herşeyden yücedir) dediğinde fakir de onun gibi derse, zengin bu hususta fakire yetişemez, velev ki bu hususta onbin dirhem harcasın. İyiliklerin hepsi de böyledir.
Bunun üzerine, fakirlerin elçisi yanlarına dönüp Hazret-i Peygamber'in söylediklerini kendilerine haber verdi. Onlar da 'Biz razı olduk, razı olduk' dediler. 42
Bu hadîs Hazret-i Peygamber'in 'O, Allah'ın fazlıdır. Dilediği kuluna verir' sözünün, zikirlerinden ötürü fakirlere fazladan verilen sevapların Allah'ın fazlı mânâsına olduğuna delâlet eder.
Hazret-i Peygamber'in 'muhakkak ki zenginler hakkın sıfatıdır' sözüne gelince, meşâyihten biri şöyle demiştir: 'Allah'ın sebeplerle ve geçici servetlerle zengin olduğunu mu sanıyorsun?' Bunun üzerine itiraz eden susup konuşmadı. Başkaları da bu hadîs hakkında şöyle dediler: 'Kibir Allah'ın sıfatlarındandır. O halde tevazudan daha üstün olması uygun olur!'
Sonra şöyle dediler: 'Bu cümle fakirliğin daha üstün olduğuna delâlet eder. Çünkü kulluğun sıfatları kul için daha üstündür. Korku ve ümit gibi. . .
Rubûbiyet sıfatlarında ise, hiçbir kulun Allah ile münâzaa etmesi uygun değildir'.
Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
Büyüklük benim ridamdır. Azamet benim izarımdır. Kim bu hususta benimle cedelleşirse onun belini kırarım.
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: İzzetin ve bekanın sevgisi, rubûbiyette ortaklıktır ve bu hususta Allah ile cedelleşmektir. Çünkü bunların ikisi de Allahü teâlâ'nın sıfatlarındandır'.
Zenginlik ve fakirliğin fazileti hakkında bu tür şeyler söylediler. Sözün kısası, te'vil kabul eden umumî hükümlere, biri diğerini nakzetmesi uzak olmayan kusurlu kelimelere bağlıdır; zira nasıl ki zenginliği Hakkın sıfatı olmak hasebiyle üstün gören bir kimsenin sözü tekebbürle tenkid ediliyorsa, aynen onun gibi zenginliği kulun vasfı olduğu için kötüleyen bir kimsenin sözü de ilim ve marifetle tenkid ediliyor. Çünkü ilim ve marifet Allah'ın sıfatıdır.
Cehalet ve gaflet ise, kulun sıfatıdır. Oysa hiçbir kimsenin gafleti ilimden üstün tutmaya yetkisi yoktur. Bu bakımdan burada Sabır Kitabı'nda zikrettiğimiz için değil, başka şeyler için kastolunan şey, maksuduna izafe edilmeye lâyıktır; zira onunla fazileti belirir. Dünyanın bizzat kendisi mahzurlu değildir. Fakat Allah'a varmaktan alıkoyduğu için mahzurludur! Fakirlik de bizzat kendisi için matlûb değildir. Fakat onun içinde Allah'tan alıkoyan birşey olmadığı için kastolunur. Nice zengin vardır ki zenginlik kendisini Allah'tan meşgul etmiştir. Mesela Süleyman (aleyhisselâm) , Hazret-i Osman ve Abdurrahman b. Avf gibiler. . .
Nice fakir vardır ki fakirlik onu meşgul edip hedeften uzaklaştırmıştır. Dünyada maksadın en yücesi, Allah'ın sevgisi ve O'nunla ünsiyet kurmaktır. Bu da ancak Allah'ı bildikten sonra olur. Oysa meşgul edenlerle beraber Allah'ın yolunu öğrenmek mümkün değildir. Fakirlik de bazen insanı Allah'tan meşgul eder. Tıpkı zenginliğin bazen meşgul ettiği gibi. . . Ancak hakîkatte meşgul eden dünya sevgisidir; zira dünya ile beraber Allah'ın sevgisi bir kalpte toplanmaz. Birşeyi seven onunla meşguldür; ister ayrılığında, ister kavuşmasında olsun! Bazen ayrılıktaki meşguliyet daha fazla olur ve bazen de kavuşmadaki meşguliyet daha fazla olur.
Dünya ise, gâfillerin mâşukasıdır. Ondan mahrum olan onun talebiyle meşguldür. Ona gücü yeten onu korumak ve lezzet almakla meşguldür. Bu bakımdan durum böyle iken mal sevgisinden kalbi uzak olan iki kişi olsa, ikisinin yanında da mal su gibi olur. Yanında mal bulunan ile bulunmayan eşittir; zira ikisi de ancak ihtiyacı kadar ondan lezzetlenir. İhtiyaç kadarının varlığı, yokluğundan daha üstündür; zira aç bir kimse mârifet yolunu değil, ölüm yolunu izler. Eğer işi en büyüğü itibariyle ele alırsan fakir tehlikeden daha uzaktır; zira zenginliğin fitnesi, fakirliğin fitnesinden daha şiddetlidir. Gücün yetmemesi de ismet (korunma) sıfatındandır. Bu sırra binaen ashâb-ı kiram şöyle demiştir: 'Biz fakirlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabrettik. Zenginlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabredemedik'. Bu durum, bütün insanların tabiatıdır. Ancak birçok asırda bile pek nadir bulunan kimse müstesnadır. Şeriatın hitabı, o nadir kimseye değil, bütün insanlara olduğu için, fakirlik de o nadir kimse hariç, bütün insanlar için daha elverişli olduğundan, şeriat aşırı zenginlikten sakındırıp onu kötülemiş, fakirliği de üstün kılıp övmüştür. Hatta Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ehl-i dünyanın mallarına bakmayın; zira onların mallarının parlaklığı, imanınızın nûrunu götürür'.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'ınalların evrilip çevrilmesi îmanın tadını emer'.
Her ümmetin tapmak için bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise, altın ile gümüştür. 43
Hazret-i Mûsa'nın kavminin buzağısının esası da altın ve gümüşten yapılmıştı. Mal ile suyun, altın ile taşın eşit olması, ancak peygamberler (aleyhisselâm) ve velî kullar için düşünülebilir. Sonra bunu müteakip, onlar için, uzun mücâhedenin yüzü suyu hürmetine Allah'ın fazileti tamamlanır; zira Allah'ın yüce peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) dünyaya şöyle hitab etmektedir:
Benden uzaklaş, benden uzaklaş!44 Zira dünya Hazret-i Peygamber'e süslerine bürünerek görünürdü.
Hazret-i Ali şöyle derdi: 'Ey altın! Benden başkasını kandır! Ey gümüş! Benden başkasını kandır'. 45
Bu sözü, nefsinde paraya kanma emaresinin belirdiğini hissettiğinden dolayı söyledi. Eğer rabbinin delilini görmeseydi onunla aldanabilirdi. Rabbinin delili de mutlak zenginliktir; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Zenginlik fazla maldan ileri gelmez. Zenginlik ancak gönül zenginliğidir. 46
Bu durumun tahakkuku uzak olduğu için bütün insanlar için en yararlısı sadaka verseler, hayırlara sarfetseler bile fazla malın olmamasıdır. Çünkü halk, mala kudretleri olduğu zaman dünya ile yakınlık kurmaktan ve zevk almaktan ayrılamazlar. Onu vermekteki rahatı hissetmekten ayrılamazlar. Bütün bunlar beraberinde dünyaya bağlanmayı getirir. Kul dünyaya ne kadar bağlanırsa, o nisbette âhiretten ürker. Allah'ın mârifeti olan sıfatın dışındaki diğer sıfatlarından herhangi birine ne kadar ünsiyet verirse, o nisbette Allah'tan ve sevgisinden uzaklaşır! Dünyaya bağlanmanın sebepleri kesildiği zaman, kalp dünyadan ve onun süsünden uzaklaşır. Kalp Allah'ın gayrısından uzaklaştığı zaman, Allah'a îman ettiği için, şüphesiz ki Allah'a yönelir; zira boş olan bir kalp düşünülemez. Varlıkta da Allah ve gayrısından başkası yoktur. Bu bakımdan başkasına yönelen Allah'tan, Allah'a yönelen de başkasından uzaklaşır. Kişinin ikisinden birine yönelmesi, diğerinden uzaklaşması nisbetindedir. Birine yaklaşması diğerinden uzaklaşması oranındadır.
İkisinin misali, doğu ile batının misali gibidir. Zira onlar iki cihettirler. Onların arasında gezen bir insan birine yaklaştığı nisbette ötekinden uzaklaşır. Birine yaklaşmak diğerinden uzaklaşmanın ta kendisidir. Bu bakımdan dünya sevgisinin aynısı, Allah'ın buğzunun aynısıdır. O halde arif kimsenin, dünyadan uzaklaşması veya dünyaya bağlanması hususunda dikkat edeceği yer kalbi olmalıdır.
Durum böyle olunca fakir ve zenginin fazileti sadece kalplerinin mal ile ilgilenmesi nisbetindedir. Eğer bu hususta eşit olurlarsa dereceleri de eşit olur. Ancak bu nokta gurur ve ayağın kaydığı yerdir. Çünkü zengin kimse çok zaman kalbinin maldan ayrıldığını zanneder. Oysa farkında olmadan kalbi mal sevgisiyle doludur. Ancak bunu, malı kaybettiği zaman hisseder. İşte bu nedenle malı dağıtmak sûretiyle veya malı çalındığında nefsini denemelidir. Eğer nefsinin mala iltifat ettiğini görürse, aldandığını bilmelidir.
Birçok kişi kalbinin cariyesinden ayrıldığını zannettiğinden ötürü cariyesini satmıştır. Fakat daha sonra kalbinde gizlenmiş olan ateş alevlenmiştir. Böylece mağrurluğu açığa çıkar. Ateş külün altında gizli olduğu gibi, aşk da kalpte gizlidir. Bu durum, peygamberler ve velîler hariç bütün zenginlerin durumudur.
Madem ki bu durum muhal ve uzak bir ihtimaldir, öyleyse fakirliğin bütün insanlar için daha elverişli ve üstün olduğunu mutlak bir şekilde hükme bağlayalım. Çünkü fakirin dünya ile ilgisi daha zayıftır. İlgisinin azlığı nisbetinde ibadetlerinin sevabı artar. Çünkü gaye olan dilin hareketi değil, daha önce sözü edilen ünsiyetin perçinleşmesidir. Dilin, anılanın dışında boş olan bir kalpteki ünsiyeti artırmaktaki tesiri, anılanın dışındaki şeylerle meşgul olan bir kalpteki tesiri gibi olmaz. İşte bundan ötürü seleften biri şöyle demiştir: 'Kim dünyayı talep ettiği halde kulluk yaparsa o, çabuk tutuşan sopa ile ateşi söndürmeye çalışan bir kimse gibidir. Elinin kokusunu balıkla gidermeye çalışan bir kimse gibidir'.
Ebû Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: 'Bir fakirin gücünün yetmediği bir nimetin önünde durup derinden bir nefes alması, zenginin bin yıllık ibadetinden daha değerlidir'.
Dahhâk'tan47 şöyle rivâyet ediliyor: 'Kim çarşıya girip iştahı çektiği bir şeyi görürse ve sabredip ecrini Allah'tan isterse bu durum, Allah yolunda infak ettiği bin dinardan daha hayırlıdır'.
Bir kişi Bişr b. Haris'e 'Benim için Allah'a dua et! Çoluk çocuk beni pek sıkıntıya düşürdüler' deyince, Bişr şöyle dedi: "Ailen sana 'Evde ne un var, ne ekmek' dedikleri zaman sen bana dua et. Çünkü o zaman senin duan benim duamdan daha makbul olur".
Bişr şöyle diyordu: 'İbâdet eden zenginin misali, mezbelelik üzerindeki bahçenin misali gibidir. İbâdet eden fakirin misali ise, güzel bir kadının boynundaki gerdanlığın misali gibidir'.
Selef, zenginlerinden mârifet ilmini dinlemeyi kerih görürlerdi. Nitekim Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) 'Ey Allahım! Senden nefsimden gelen adaletin yanında yumuşaklığı, kolaylığı ve zarurî ihtiyacı geçen malın miktarında da zâhidliği talep ediyorum'.
Hazret-i Ebû Bekir gibi biri, halinin kemâline rağmen, dünyadan ve dünyanın varlığından bu kadar sakınırsa, acaba 'ınalın fazlasının olmaması, olmasından daha elverişlidir' hükmünde şüpheye düşen bir kimse nasıl olur? Bu durumla beraber, zenginin en güzel hali, helâlinden kazanmak, candan infak etmektir. Buna rağmen kıyâmet arasatında onun hesabı uzar ve bekler. Oysa hesapta münakaşaya tutulan azap görür.
Bu sırra binaen Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) cennetten gecikmiştir; zirâ Hazret-i Peygamber'in gördüğü gibi hesapla meşgul olmuştur.
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Mescidin kapısında beni namazdan, zikirden alıkoymayan ve hergün elli altın kâr edip Allah yolunda harcayacağım bir dükkânım olmasını istemezdim'.
'Sen neden böyle bir dükkânın olmasından kaçınıyorsun?' denildiğinde, şöyle demiştir Hesabın zorluğundan ötürü istemiyorum'.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Fakirler üç şeyi tercih ettiler, zenginler de üç şeyi tercih ettiler. Fakirler nefsin rahatını, kalbin boşalmasını ve hesabın hafifliğini tercih ettiler. Zenginler nefsin zorluk çekmesini, kalbin meşguliyetini ve azabın şiddetini tercih ettiler!'
İbn Atâ'nın 'Zenginlik Allah'ın vasfıdır ve dolayısıyla fakirlikten daha üstündür' sözüne gelince, bu hüküm yerinde bir hükümdür. Fakat kul malın hem varlığından, hem de yokluğundan müstağni olduğu zaman, durum böyledir; yani malın varlığı ve yokluğu kişi için eşit ise, İbn Atâ’nın hükmü doğru olur. Ama malın varlığıyla zengin ve devam etmesine muhtaç olursa, bu tür zenginlik Allah'ın zenginliğine benzemez. Çünkü Allahü teâlâ bizâtihî zengindir. Gitmesi düşünülen şeylerle zengin değildir. Malın ise, çalınmak sûretiyle gitmesi düşünülebilir. İbn Atâ'nın aleyhinde ileri sürülen delil şudur ki Allahü teâlâ'nın zenginliği geçici şeyler ve sebeplerle değildir. Bu delil de malın daimî kalmasını isteyen bir zenginin aleyhinde sıhhatli bir delildir. Allahü teâlâ'nın sıfatları kula lâyık değildir' diyen hükme gelince bu hüküm, sıhhatli bir hüküm değildir. Aksine ilim Allah'ın sıfatlarındandır. Kul için en üstün bir sıfattır. Kulun en son varacağı nokta Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmasıdır.
Şeyhin biri şöyle diyordu: 'Allah'a giden yolun yolcusu, yolu kat'etmeden önce, Allah'ın doksan dokuz ismi onun için sıfatlar olur; yani o isimlerin her birinden payı olur'.
Kibirlenmeye gelince, bu kula lâyık değildir; zira kendisine karşı kibirlenmeye müstehak olmayana karşı kibirlenmek Allah'ın sıfatlarından değildir. Müstehak olana karşı böbürlenmek ise, Mü'minin kâfire karşı, âlimin cahile, itaat edenin âsiye karşı kibirlenmesi gibi, bu O'na lâyıktır. Evet! Bazen tekebbürden ahmaklık, katılık ve başkasına eziyet vermek kastolunur. Bu ise, Allahü teâlâ'nın vasfı değildir. Allahü teâlâ'nın vasfı her şeyden daha büyük olması ve bunun böyle olduğunu bilmesidir. Kul ise, eğer gücü yetiyorsa, mertebelerin en yücesini aramakla mükellef kılınmıştır. Fakat hakkı olduğu gibi istihkakla ancak bu mertebeye varır. Bâtıl ve kandırıcı yollarla değil! Bu bakımdan Mü'minin kâfirden, itaat edenin âsiden, âlimin cahilden, insanın hayvan, cemad ve bitkiden daha yüce ve Allah'a daha yakın olduğunu bilmek kulun vazifesidir. Eğer kul nefsini şüphesiz bir şekilde bu sıfatla muttasıf olarak görürse, tekebbür sıfatı kul için hâsıl olmuştur ve bu sıfat kula uygundur. Aynı zamanda da hakkında faziletlidir.
Ancak bunun mârifetine kulun yolu yoktur; zira bu, son nefesi îman ile kapatmaya mütevakkıf bir hükümdür. Kul ise, son nefesinin nasıl kapanacağını bilmemektedir. İşte bunu bilmediği için nefsine kâfirin rütbesinden daha üstün bir rütbe vermemelidir; zira kâfirin son nefesini imanla ve kendisinin de küfürle vermesi mümkündür. Bu bakımdan, neticeyi bilmediği için, kibirlenmek kulun şanına yakışmaz. Şeyin olduğu gibi bilinmesi düşünüldüğü için, ilim, kişinin hakkında kemâldir. Çünkü Allah'ın sıfatlarındandır. Bazı şeylerin bilinmesi, bazen zarar verdiği için, bu bilgi de kişide bulunması düşünülen sıfatlarındandır. Madem durum budur, şüphe yok ki bu, faziletin en son noktasıdır ve bununla enbiya, evliya ve ulema üstünlük elde etmişlerdir. Madem ki durum budur, eğer kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşitse, işte bu eşitlik, bir yönden, Allahü teâlâ'nın sıfatı olan zenginliğe benzeyen zenginliktendir. Bu bakımdan fazilettir. Malın varlığı ile zenginliğe gelince, bunda bir fazilet düşünülemez. İşte buraya kadar bahsettiğimiz, kanaat eden fakirin şükreden zenginin haline göre durumunu beyan etmektir.
Kanaatkâr Fakir ve Şükreden Zengin Olmak
İkinci makam, haris olan fakirin halini, haris zenginin haline nisbet etmek hakkındadır. Farzedelim ki bir şahıs mal talep ediyor. Elde etmek için yoğun çaba sarfediyor ve malı kaybediyor. Sonra buluyor. Onun için malın kayıp olma hali de, var olma hali de vardır. Acaba bu kişinin bu iki halinden hangisi daha üstündür? Bu durumda şuna dikkat etmek gerekir: Eğer gayesi, yaşamak için yemek, din yolunda yürümek ve o maldan bu hususta faydalanmak ise, bu kişi için mal sahibi olması daha faziletlidir. Çünkü fakirlik, kendisini mal kazanmakla meşgul eder! Geçim sıkıntısı çeken bir kimsenin tefekkür etmeye, zikretmeye gücü yetmez. Ancak meşguliyete rağmen yeterli malı bunlara güç yetiren başka! Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Muhammed'in (aleyhisselâm) âlinin nafakasını yetecek kadar kıl!
Fakirlik neredeyse küfür olacaktı! Yani zarurî ihtiyaçla beraber olan fakirlik. . .
Eğer istenilen, ihtiyaçtan fazla veyahut ihtiyaç miktarı ise, fakat gaye onunla din yolunda yürümeye yardım etmek değilse, bu durumda fakirlik hali daha üstün ve daha elverişlidir. Çünkü harislik ve mal sevgisinde eşit oldukları gibi, din yoluna yardım etmek hususunda, fakirlik ve zenginlik sebebiyle herhangi bir mâsiyete teşebbüs etmemek hususunda da eşittirler. Fakat şu hususta ayrılırlar: Mal bulan, edindiği mala ünsiyet eder, o malın sevgisi kalbinde yerleşir, dünyaya bel bağlar! Muhtaç olan fakir ise, kalbi dünyadan uzaklaşır, dünya onun yanında kendisinden kurtulmak istenilen bir hapishane gibi olur. Bütün haller müsavi olup da dünyadan iki kişi ayrıldığı takdirde onların hali şüphesiz daha korku vericidir; zira onun kalbi dünyaya iltifat eder, âhiretten ürker. Tabiîdir ki bu ürkme, dünyaya olan sevgisi nisbetindedir. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Rûh'ul-Kudüs (Cebrâîl) kalbime şöyle ilham etti: 'Sev sevebildiğini! Muhakkak ondan ayrılacaksın!'
Hazret-i Peygamber'in bu hadîsi, sevgiliden ayrılmanın çok zor olduğuna dikkati çekmektedir. Bu bakımdan senin için en uygunu senden ayrılmayacak olanı sevmendir. O da Allahü teâlâ'dır. Senden ayrılacak olan dünyayı sevmemendir. Sen dünyayı sevdiğin zaman, Allah ile mülâki olmaktan ikrah edersin. Dolayısıyla ölümle Allah'ın huzuruna varışın, istemediğin bir yere varmak ve sevdiğinden ayrılmak olur. Kim sevdiğinden ayrılırsa, ayrılıktaki eziyeti, onu sevdiği ve ona bağlandığı nisbette olur. Dünyayı elde eden ve dünyaya güç yetirenin dünya ile bağlantısı, dünyayı kaybedenin dünya ile bağlantısından daha fazladır. İsterse fakir insan dünya hakkında harîs olsun yine de zengin kadar dünyaya bağlı olmaz. Bu tedkik ve tahkik neticesinde anlaşıldı ki fakirlik daha şerefli, daha üstün ve iki yer müstesna bütün insanlar için daha elverişlidir.
O istisna edilen yerlerin biri, Hazret-i Âişe'nin zenginliği gibi bir zenginliktir. Böyle bir zenginin yanında varlık ile yokluk eşittir. Hatta varlık böylelerinin derecelerini artırır; zira varlıktan ötürü fakir ve miskinlerin duasını kazanır. Onların bozuk durumlarının düzelmesine vesile olur.
İkincisi ise, zaruret miktarından daha fakir olmaktır; zira bu şekildeki fakirlik, neredeyse küfre sebep olacak kadar tehlikeli bir fakirliktir. Böyle bir fakirlikte hiçbir şekilde hayır yoktur. Ancak onun varlığı hayatını idame ettirip sonra mal ve hayatıyla küfür ve masiyete yardım ediyorsa durum değişir. Eğer aç olarak ölürse, günahları daha az olur. Bu bakımdan bu durumda, onun için en iyisi, aç olarak ölmesi ve muhtaç olduğu nafakayı bile elde edememesidir. İşte buraya kadar söylediğimiz, zenginlik ve fakirlik hakkındaki hükmün tafsilâtıydı. Şimdilik haris, mal talebine alabildiğine dalmış, maldan başka bir hedefi olmayan bir fakir ile malı korumak hususunda o fakirden daha az haris olan ve malın yokluğu ile eğer malı kaybederse fakirin fakirliğinden ötürü duyduğu üzüntü kadar bir üzüntü duymayan bir zengin hakkındaki hükmü tedkik etmek meselesi kaldı.
İşte burada dikkatli olmak gerekir. En açık fetva bu iki şahsiyetin de Allah'tan uzaklığı, malın yokluğundan dolayı duydukları üzüntüleri nisbetindedir. Allah'a yakınlıkları ise, malı kaybetmekten dolayı duydukları üzüntünün zâfiyeti nisbetindedir. Bu husustaki ilim Allah'ın katındadır.
42) Irâkî, bu siyak ile görmediğini, fakat bu mânâda İbn Mâce'nin İbn Ömer'den bir hadîs rivâyet ettiğini söylemiştir.
43) Deylemî, Müsned'ül Firdevs
44) Hâkim
45) İmâm-ı Ahmed, Zühd
46) Müslim, Buhârî
47) Dahhâk b, Müzahim el-Hilalî, meşhur müfessirlerdendir, Hicretin 100, senesinden sonra vefat etmiştir
Fakirliğin Hakîkati, Fakir'in Çeşitli Halleri ve İsimleri
Fakirin, bâtınında, zâhirinde, ihtilât ve fiillerinde uyması gereken birtakım edepleri vardır. Onları gözetmesi gerekir. Bâtın edeplerine gelince, kalbinde Allahü teâlâ'nın kendisine bir deneme olarak vermiş olduğu fakirliği hor görmemesidir; yani Allah'ın fiilini, Allah'ın fiili olmak hasebiyle her ne kadar fakirliği hor görse de hor görmemesidir. Tıpkı kan aldıran bir kimse gibi. . .
Kan aldırmaktan ötürü eziyet çektiğinden onu hor görür. Fakat kan alıcıya ve kan alma aletine hor bakmaz. Aksine kan alıcıya karşı minnet duyar. İşte derecelerinin en azı budur ve böyle yapmak farzdır. Bunun zıddı ise haram ve fakirlik sevabını yakıcıdır.
Ey fakirler cemaati! Allah'ın fiiline razı olun! (Bu takdirde) fakirliğinizin sevabını elde etmiş olursunuz. Aksi takdirde mahrum kalırsınız.
Hazret-i Peygamber'in bu hadîs-i şerîfinin mânâsı şudur. Bu derecelerin daha yücesi, fakirliği de hor görmeyip, aksine fakirliğe razı olmasıdır. Fakirliği talep etmek, zenginliğin tehlikelerini bildiğinden dolayı, fakirliğe sevinmek, bâtınında Allah'a tevekkül edip zaruret miktarını kendisine vereceğine güvenmek ve ihtiyaç miktarından fazlasını hor görmek daha yüce bir derecedir.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'muhakkak ki Allahü teâlâ'nın, fakirlikten ötürü birtakım azapları ve yine fakirlikten ötürü birtakım sevapları vardır'.
Bu bakımdan fakirlik, sevabı kazandırdığı zaman onun alâmetlerinden biri, onunla ahlâkını güzelleştirmek, rabbine itaat etmek, halinden şikayet etmemek ve kulluğundan dolayı teşekkür etmektir. Cezayı gerektirmesinin alâmetlerinden biri fakirlikte ahlâkını kötüleştirmek, ibadetini bırakmak sûretiyle rabbinden şikayet etmek, kaza ve kaderine küsmektir! Bu her fakirin durumunun övülmediğine delâlet eder. Allah'ın kaderine kızmayıp, razı olan veya fakirliğe sevinen ve meyvesinin ne olduğunu bildiğinden dolayı razı olan fakir övülür; zirâ şöyle denilmiştir: Herhangi bir kula dünyadan birşey verildiği takdirde ona 'Bunu üç şey üzerine al' denir:
1. Meşguliyet
2. Üzüntü
3. Âhirette uzun hesap.
Zâhirinin edebine gelince, iffet ve güzelliğini belirtip, fakirlik ve şikayetini belirtmemelidir. Hatta fakirliğini örtbas etmelidir. Örtbas ettiğini de örtbas etmelidir.
Allahü teâlâ çoluk çocuk babası olduğu halde iffetli olan fakiri ve Mü'min kulunu sever. 48 Bilmeyen, utangaçlıklarından ötürü onları zengin zanneder. (Bakara/273)
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Amellerin en faziletlisi, meşakkat anında tahammül göstermektir'.
Bir başka zat da şöyle demiştir: 'Fakirliği örtmek, sevabın hazinelerindendir!' Amellerdeki edebi, hiçbir zengine zenginliğinden dolayı tevazu göstermemesidir. Aksine zengine karşı gururlanmalıdır.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Allah'ın sevabına rağbet etmek bakımından zenginin fakire tevazuu ne güzeldir!'
Bundan daha güzeli, Allah'a güvenmek bakımından, fakirin zengine karşı gururlanmasıdır! Bu bakımdan bu bir rütbedir. Bu rütbeden daha azı, zenginlerle oturmaya rağbet göstermemesidir. Çünkü böyle yapmak tamahkârlığın başlangıçlarındandır.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: Fakiri, zenginlerle oturup kalktığı zaman görürsen onun riyakâr olduğunu bil! Sultanla oturup-kalktığı zaman görürsen hırsız olduğunu bil!'
Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Fakir zenginlerle oturup kalktığı zaman kulpu kopar, ismeti kalkar. Onlara gönül verdiği zaman sapıtır!' Zenginlere yağcılık yapmak ve vereceklerine ta mah etmek bakımından, hakkın zikrinden sükût etmesi uygun değildir.
Fiillerindeki edebine gelince, fakirlikten ötürü ibâdetten gevşememeli, kendisinde fazla olanın birazını vermekten imtina etmemeli; zira bunu vermek, yoksulun takati nisbetinde çaba sa fetmesidir. Bunun fazileti çok ve zenginlikten dolayı verilen birçok mallardan daha fazladır.
Zeyd b. Eslem'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
- Sadakanın bir dirhemi, Allah katında, yüz bin dirhemden daha üstündür.
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bu nasıl olur?
- Bir kişi malının fazlalığından yüz bin dirhem çıkarıp, sadaka verirse, bir kişi de iki dirheminden birini gönül rızasıyla çıkarıp, sadaka olarak verirse, işte bir dirhemin sahibi yüz bin dirhemin sahibinden (bu takdirde) daha üstün olur. 49
Hiçbir malı istif etmemesi uygundur. İhtiyaç miktarını alıp gerisini çıkarıp vermelidir. Malı istif etmekte üç derece vardır:
Biricisi: Sadece bir gün, bir gece için istif etmesidir. Bu derece, sıddîkların derecesidir.
İkincisi: Kırk gün için azık edinmelidir; zira kırk günden fazla olanı uzun emel beslemeye dahildir. Kırk günlük müddeti ise, âlimler Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) tayin edilen miaddan anlamışlardır.
Bu bakımdan o miaddan kırk gün yaşamayı ümit etmenin ruhsatlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu derece, muttakîlerin derecesidir.
Üçüncüsü: Bir sene için istif etmesidir. Bu ise, ruhsatta mertebelerin en uzağıdır ve salihlerin mertebesidir.
Kim azık edinmekte bu son mertebeyi geçerse o, halk tabakasının bilgisizlik ve sarhoşluğuna girer. Tamamen hususîliğin hudutları dışına çıkar! Bu bakımdan zayıf olan bir salihin zenginliği, kalbinin bir senelik azığı bulunması sebebiyle itminana kavuşmasıdır. Havass'tan olan bir kimsenin zenginliği, kırk günlük bir azıktadır. Havass'ül-Havass'ın zenginliği, bir gün bir gecelik azıktadır. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu kısımların benzeri üzerinde kadınlarına taksimat yapmıştır. Mal olduğu zaman bazılarına bir senelik azık verir, bazılarına kırk günlük, bazılarına da bir gün ve bir gecelik. . . Bir gün ve bir gecelik verilenlerden biri de Hazret-i Âişe ile Hazret-i Hafsa'dır.
48) İbn Mâce, Taberânî, İbn Adiyy ve Beyhakî
49) Nesaî, (Ebû Hüreyre'den muttasıl olarak)
34-6
Fakirin Âdâbı
Kendisine gelen bir şey hususunda, fakirin üç şeyi mülâhaza etmesi uygundur.
1. Malın kendisini,
2. Verenin hedefini,
3. Kendisinin almaktaki gayesini.
Malın kendisine gelince, malın helâl ve bütün şüphelerden uzak olması gerekir. Eğer malda şüphe varsa, onu almaktan sakınmalıdır. Biz helâl ve haram bahsinde şüphenin derecelerini, nelerden sakınmanın farz olduğunu ve neden sakınmanın müstehab olduğunu zikretmiştik.
Verenin gayesine gelince, ya fakirin kalbini hoş edip, muhabbetini talep etmektir bu takdirde bu hediyedir veya sevaptır ya da Allah için ona yardım etmektir bu takdirde sadaka ve zekât olur veya anmak, riyakârlık ve gösteriştir. Bu da ya mücerred olarak kastolunur veya diğer gayelerle karışık olarak kastolunur.
Birincisi
Hediyeyi kabul etmekten ibaret olan birinci kısma gelince, hediye kabul etmekte sakınca yoktur. Çünkü hediyeyi kabul etmek Hazret-i Peygamber'in sünnetidir. Fakat hediyede minnetin olmaması gerekir. Eğer hediyede minnet varsa, en iyisi terkedilmesidir. Eğer onun bir kısmı hakkında minnetin büyük olduğunu bilirse, o kısmı geri vermeli, diğer kısmı kabul etmelidir. Çünkü Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) yağ, peynir ve bir koç hediye edildi. Hazret-i Peygamber yağ ile peyniri kabul edip koçu geri verdi. 50
Aynı zamanda, bazı insanların hediyesini kabul eder, bazılarınkini geri çevirirdi:
Ben Kureyşî, Sakafî, Ensarî ve Devs kabilelerinden başkasından hediye kabul etmemeye azmettim. 51
Tabiînden bir cemaat da böyle yapmıştır. Feth b. Şahref el-Mevsilî'ye içinde elli dirhem bulunan bir kese gönderilince, Atâ'nın Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği şu hadisi nakletti:
Kim istemeden kendisine bir rızık gelir, o rızkı geri çevirirse, onu Allah'a geri çevirip veriyor demektir. (Bu da Allah'ın ikramını kabul etmemek olur!) 52
el-Mevsilî, bu keseyi açtı, bir dirhemini aldı ve diğerini geri verdi.
Hasan-ı Basrî de bahsi geçen hadîsi rivâyet ediyordu. Fakat bir kişi kendisine bir kese ve bir bohça dolusu da Horasan'ın ince elbisesinden getirdi. Bunu geri çevirdi ve şöyle dedi: 'Kim benim bu meclisimde oturup insanlardan gelen bu gibi hediyeleri kabul ederse, o kıyâmet gününde nasibi olmadığı halde Allah'ın huzuruna varır'.
Hasan-ı Basrî'nin bu sözü delâlet eder ki âlim veya vâiz verileni kabul ederse, durumu daha şiddetlidir. Oysa Hasan, arkadaşlarından hediye kabul ederdi.
İbrahim et-Teymî, arkadaşlarından bir veya iki dirhem gibi bir miktarı ister, fakat arkadaşı olmayan bir kimse ona yüzlerce dirhem teklif etse almazdı.
Seleften biri, dostu kendisine mal verdiği zaman, dostuna 'Onu yanında bırak! Dikkat et! Eğer onu kabul ettikten sonra senin kalbinde sevgim, kabul etmeden önceki sevgimden daha üstün ise bana haber ver onu alayım. Aksi takdirde almayacağım' derdi.
Bunun alâmeti, eğer hediyeyi geri çevirirse, geri çevirmenin kendisine zor gelmemesi, kabul etmekle sevinmesi, dostu hediyesini kabul etti diye onu canına minnet saymasıdır. Eğer hediyeyi kabul eden ona bir minnet karıştığını bilirse, buna rağmen onu kabul etmek mübahtır. Fakat sadık fakirlerin nezdinde mekruhtur.
Bişr el-Hafî dedi ki: 'Sırrî es-Sakatî hariç, hiç kimseden birşey istemedim. Çünkü nezdimde Sırrî es-Sakatî'nin dünya hakkındaki zâhidliği takarrur etmiştir. O, birşeyin elinden çıkmasıyla sevinir, kalmasıyla üzülür. Öyle ise istemekle onun sevdiğinde ona yardımcı olmuş olurum'.
Bir Horasanlı, Cüneyd-i Bağdâdî'ye hediye olarak bir mal getirdi. O maldan yemesini istedi. Cüneyd dedi ki:
- Onu alıp fakirlere dağıtacağım.
- Böyle yapmanı istemiyorum.
- Ben ne zamana kadar yaşayacağım ki bunu yiyeyim?
- Onu tatlı ve güzel yemeklere sarfetmeni istiyorum.
Bunun üzerine Cüneyd o malı kabul etti. Horasanlı dedi ki:
- Bağdad'da senden daha fazla bana minnet yükleten birini tanımıyorum.
- Ancak senin gibilerden hediye almak uygun olur!
İkincisi
İkincisi, sadece sevap için olmasıdır. Bu da ya sadaka veya zekâttır. Bu bakımdan sadakayı (zekâtı) alan, nefsinin sıfatlarını tedkik etmeli, zekâta müstehak olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer şüpheye düşerse alması şüpheli olur. Bunun tafsilâtını 'Zekâtın Sırları' bahsinde zikretmiştik. Eğer aldığı sadaka ise, sadaka veren dindar olduğu için ona veriyorsa, içine bakmalıdır. Eğer gizli olarak bir günah işleyen bir kimse ise ve sadakayı veren eğer o günahı bilirse, kendisinden kaçacağını ve kendisine sadaka vermek sûretiyle Allah'a yaklaşmayı ummuyorsa böyle bir sadakayı alması haramdır. Nasıl ki sadaka veren, sadaka verdiği kimseyi âlim veya Ehl-i Beyt'den sanıp sadaka verirse ve haddi zatında sadaka alan da böyle değilse, aldığı sadaka katıksız haram ise, aynen onun gibi bu da haramdır!
Üçüncüsü
Verenin gayesi gösteriş, riya ve şöhret sahibi olmaktır. Bu bakımdan bu kimsenin bozuk maksadını yüzüne çarpmak ve sadakasını kabul etmemek daha uygundur; zira böyle bir kimseden sadaka almak, onun yanlış hedefine yardımcı olmak demektir. Süfyân es-Sevrî, kendisine verilen sadakayı geri çevirip şöyle derdi: 'Eğer onların böbürlenerek bu sadakayı zikretmeyeceğini bilmiş olsaydım kabul ederdim!'
Âlimlerden biri kendisine gelen hediyeleri reddetmekten dolayı kınandı. Buna
cevap olarak şöyle dedi: 'Ben onların hediyelerini ancak onlara şefkat ve nasihat olsun diye reddediyorum. Çünkü onlar hediyelerini zikrederler ve onun bilinmesini isterler. Bu bakımdan hem malları gider, hem de ecirleri yanıp kül olur!'
Almaktaki gayesine gelince, verilen sadakaya muhtaç olup olmadığını, nafakasına sarfedip sarfetmediğini araştırması gerekir. Eğer verilene muhtaç olduğu halde, verilen sadaka ve veren kimse hakkında zikrettiğimiz şüphe ve âfetten selâmet kalmışsa, bu takdirde en faziletlisi almaktır.
Zenginliğinden veren bir kimse, ecir bakımından, muhtaç olduğu zaman alan bir kimseden daha büyük değildir. 53
Kim dilenmek ve gözetmeksizin kendisine birşey gelirse, o gelen Allah tarafından kendisine sevkedilen bir rızıktır. O geleni geri çevirmesin. 54
Âlimlerin biri şöyle demiştir: 'Kim kendisine verildiği halde almazsa, istemiş de kendisine verilmemiş kimse gibidir!'
Sırrî es-Sakatî? İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'e birşeyler gönderirdi. Bir defasında İmâm-ı Ahmed hediyeyi geri çevirdi. Bunun üzerine Sırrî es-Sakatî kendisine 'Ey Ahmed! Hediyeyi geri çevirmenin âfetinden sakın. Çünkü geri çevirmenin âfeti, almanın âfetinden daha şiddetlidir' dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed ona 'Söylediğini bana tekrar et!' dedi. Sırrî söylediğini tekrar etti ve İmâm-ı Ahmed 'Ben o hediyeyi yanımda bir aylık nafakam olduğundan dolayı geri çevirdim. Bu bakımdan onu benim için yanında sakla! Bir aydan sonra bana gönder' dedi.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'İhtiyacına rağmen verileni geri çevirmenin, tamahkârlık belâsına, şüphe veya benzerine girmeye sevketmesinden korkulur'.
Kişiye gelen mal, ihtiyacından fazla ise durumuna bakılır: Durumu ya nefsiyle meşgul olmaktır veya fakirlerin işlerini tekeffül etmek ve onlara tabiatındaki şefkat ve cömertlikten dolayı infak etmektir. Eğer nefsiyle meşgul ve âhiret yolunun yolcusu ise almasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bu durumda almak, sadece hevâ-i nefse tâbi olmaktır. Oysa Allah için olmayan amel sadece şeytanın yoluna dâvet eder. Kim korunun etrafında dolaşırsa (bilmediği halde) koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir! Sonra o kişinin iki makamı vardır. Onların biri açıkta sadakayı almak, gizlice sahibine geri vermektedir veya açıkta almak, gizlice fakirlere dağıtmaktır. Bu makam sıddîkların makamıdır. Nefse gayet ağır gelir. Ancak riyazet ile nefsi itminana kavuşan bir kimsenin gücü buna yeter! İkincisi, sahibi onu daha muhtaç bir kimseye sarfetsin diye almaması veyahut alıp daha muhtaç bir kimseye vermesidir. Bu iki durumu da gizlice veya açıkça yapabilir. Biz daha önce fakirliğin bazı hükümleriyle beraber, zekâtın esrarı bahsinde açıkça almanın mı, gizli almanın mı daha iyi olduğunu zikretmiştik.
İmâm Hanbel'in Sırrî es-Sekatî'nin hediyesini almamasına gelince, bu ancak İmâm'ın o sadakaya muhtaç olmamasından ötürüdür; zira o zaman imamın yanında bir aylık azığı vardı. Onu alıp da başkasına sarfetmek sûretiyle nefsini meşgul etmeye de razı olmadı. Çünkü bu tür meşguliyette âfetler ve tehlikeler vardır. Muttakî bir kimse ise, âfetlerin bulunduğu yerden kaçar. Çünkü şeytanın nefsini aldatmasından emin değildir!
Mekke-i Mükerreme'de mücavir olanlardan biri şöyle anlatıyor: 'Yanımda biraz para vardı. Onları Allah yolunda infak etmek için hazırlamıştım. Kâbe'yi tavaf etmiş, bitirmiştim. Gizli birsesle şöyle diyen bir fakiri dinledim:
- (Yârab) Gördüğün gibi açım! Gördüğün gibi çıplağım! Acaba gördüğün hakkında ne diyorsun ey gören ve görülmeyen Allah!?
O fakire baktım. Sırtında iki tane eskimiş elbise vardı. Bedenini örtecek gibi değildiler. İçimden dedim ki: 'Buna sarfetmekten daha iyi bir yer göremiyorum!' Hemen paraları ona getirdim. Paralara bakıp onlardan beş dirhem aldı ve 'Dört dirhem iki tane peştamalın sermayesidir. Bir dirhemi de üçe ayırıp infak edeceğim. Gerisine ise benim ihtiyacım yoktur' deyip gerisini bana iade etti.
Onu ikinci gece gördüm. Sırtında iki tane yeni peştemal vardı. Bu manzara karşısında içimde ona karşı birşey doğdu. Bana baktı, elimden tuttu. Beni beraberinde yedi tur tavaf ettirdi. Her turu yer madenlerinden bir cevher üzerinde oluyordu ki o cevherler ayaklarımızın altından topuklarımıza kadar çıkıyor ve ses veriyordu. Onlardan bir kısmı altın, gümüş, yakut, inci ve mücevher idi. Bu manzara, Kâbeyi ziyaret edenlere görünmüyordu. Bunun üzerine bana dedi ki:
Bütün bunları Allah bana verdi ve ben bunlara karşı zâhidlik gösterdim. Halkın elinden geleni alıyorum. Çünkü bu cevherler ağır bir yük ve fitnedir. Halktan gelende ise, halk için rahmet ve minnet vardır!
Bunları zikretmekten gayem, ihtiyaçtan fazla olan malın, sana imtihan ve fitne olarak verildiğini bildirmektir. Çünkü Allah kula onu o malla ne yapacağına bakmak için vermiştir.
İhtiyaç miktarı ise, sana şefkat olarak gelir. Öyleyse şefkat ile imtihan arasındaki farktan gâfil olma!
Biz yeryüzünde olan şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim! (Kehf/7)
Âdem oğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır:
1. Belini doğrultan yemekte,
2. Avret mahallini örten elbisede,
3. Kendisini koruyan evde. Bundan fazla olan hesaptır!
Madem ki durum budur, sen bu üç şeyden ihtiyaç miktarı almakla sevap kazanırsın. Fazlasından eğer Allah'a isyan etmemişsen hesaba mâruz kalırsın. Eğer isyan etmişsen Allah'ın azabına da mâruz kalırsın. Allahü teâlâ'ya yaklaşmak için ve nefsin sıfatını kırmaktan dolayı lezzetlerden birini terketmeye azmetmen de imtihandır. Mal ise, onunla aklının kuvvetini denemiş olasın diye sana dupduru gelir. Öyle ise en iyisi ondan imtina etmendir. Çünkü nefse azmini bozmak hususunda ruhsat verildi mi ahdini nakzetmeye meyleder ve eski âdetine döner. Artık onu kahretmek mümkün olmaz. Bu bakımdan onu reddetmek mühimdir. O da zühddür. Eğer alıp bir muhtaca sarfederse, bu da zühdün en son zirvesidir. Bu zirveye ancak sıddîk olanlar varabilirler! Halin cömertlik, mal vermek, fakirlerin hukukunu korumak, sulehâdan bir cemaati idare etmek olduğu zaman, ihtiyacından fazlasını al! Çünkü o, fakirlerin ihtiyacından fazla değildir. Onu hemen onlara sarfetmeye bak. Onu azık yapma! Çünkü bir gece dahi onu elde tutmakta büyük fitne ve imtihan vardır. Bu bakımdan o, çoğu zaman kalbine tatlı gelir. Sen onu tutarsan senin için büyük bir fitne olabilir. Bir topluluk kendisim fakirlerin hizmetine verip bunu servet edinmek, yemek ve içmekte israfa kaçmak hususuna vesile kılmışsa bu, helâk olmanın ta kendisidir. Oysa gayesi şefkat ve şefkatten dolayı sevabı talep etmek olan bir kimse ise, Allah'a hüsn-i zan etmek temeli üzerine borç etmeli, zâlim sultanlara güvenerek borç etmemelidir. Eğer Allah helâlinden ona verirse borcunu öder. Eğer ödeyemeden önce ölürse Allah onun yerine öder ve onun alacaklılarını razı eder. O da borç aldığı kişilerin yanında durumunun belli olması şartına bağlıdır. Bu nedenle borç veren kimseyi aldatmamalı, yalancı va'dlerle kandırmamalıdır. Aksine halini açıklamalı ki o da basiretli bir şekilde bile bile borç versin. Böyle bir kimsenin borcunun beytülmâl'den ve zekâttan ödenmesi farzdır.
Rızkı dar olan da Allah'ın ona verdiğinden harcasın. (Talâk/7)
Bu ayetin mânâsının 'İki elbisesinden birisini satsın' veya 'Nüfuzunu kullanmak sûretiyle borçlansın' demek olduğu söylenmiştir; zira nüfuz da Allah'ın kişiye vermiş olduğu nimettendir.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Allah'ın birtakım kulları vardır, ellerindeki servet nisbetinde infak ederler. Allah'ın birtakım kulları da vardır ki Allah'a yapmış oldukları hüsn-i zan nisbetinde infak ederler'.
Seleften biri ölürken malını üç gruba vasiyet etti: Kuvvetlilere, cömertlere ve zenginlere. . . Kendisine 'bunların kimler olduğu' sorulunca cevap olarak 'Kuvvetliler Allah'a tevekkül eden kimselerdir. Cömertler Allah'a hüsn-i zan besleyen kimselerdir. Zenginler de, kendilerini tamamen Allah'ın ibâdetine veren kimselerdir' dedi.
O halde ne zaman kendisinde, malda ve verende bu şartları görürse onu almalıdır. Aldığının verenden değil de Allah'tan geldiğini telâkki etmelidir. Çünkü veren, vermeye âmâde kılınmış bir vasıtadır. Kendisini vermeye dâvet eden kuvvetler, irade ve inançlar onu vermeye mecbur etmiştir.
Hikâye olunuyor ki halktan biri Şakîk el-Belhî'yi elli arkadaşıyla beraber dâvet etti. Mükellef bir sofra hazırladı. Şakîk oturduğu zaman arkadaşlarına "Bu kişi 'Kim bu yemeği hazırladığımı ve getirdiğimi görüp kabul etmezse, benim yemeğim ona haram olsun' diyor" dedi. Şakîk'in bu sözü üzerine bütün arkadaşları kalkıp çıktılar. Ancak derecede onlardan eksik olan bir genç sofrada kaldı. Bunun üzerine, konak sahibi Şakîk'e 'Ben bunu kasdetmedim!' dedi. Şakîk 'Ben de arkadaşlarımın Tevhîd'ini denemek istedim!' diye karşılık verdi.
Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Gördüğün gibi rızkımı, İsrailoğulları'nın eliyle veriyorsun. Şu adam bir gün sabah yemeğini, öbür adam akşam yemeğini bana yediriyor'. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Musa'ya 'Veli kullarım hakkında böyle yaparım. Onların rızıklarını tembel kullarımın elleriyle veririm ki o tembelleri ecir sahibi kılayım' diye vahyetti. Bu bakımdan vereni, ancak musahhar ve Allah tarafından me'cûr (ecir sahibi) olarak görmelidir.
Allahü teâlâ'dan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz!
50) İmâm-ı Ahmed
51) Ebû Dâvud, Tirmizî
52) Irâkî bu şekilde mürsel olarak görmediğini söylemektedir, ancak bundan sonra gelen hadîs bu hadîsin mânâsını doğrulamaktadır.
53) Taberânî
54) Daha önce geçmişti.
34-7
Dilenciliği Haram Kılan Zenginlik
Dilenmek hakkında birçok yasaklar ve tehdidler ve yine dilenmenin ruhsatı hakkında da hüküm vârid olmuştur. Zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Dilenci atın sırtında binici olarak gelse bile hakkı vardır. 55
Yanmış bir tırnakla olsa dahi dilenciyi sevindirerek geri gönderin. 56
Eğer dilencilik mutlaka haram olsaydı saldırgan bir kimseye saldırganlığından dolayı yardım edilmesi caiz olmazdı. Oysa dilenciye vermek ona yardım etmek demektir. Bu bakımdan burada perdeyi kaldıran (hüküm) şudur: Dilencilik esasında haramdır. Ancak zaruretten veya zarurete yakın mühim bir ihtiyaçtan dolayı mübah olur. Eğer dilencilik mecburî değilse, haramdır. Biz 'dilencilik esasında haramdır' sözünü dilencilik haram olan üç şeyden ayrılmadığı için söyledik.
1. Allahü teâlâ'dan şikayet etmek; zira dilencilik fakirliği belirtmek ve Allah'ın nimetinin kendisine eksik verildiğini zikretmektir. Bu ise, şikayettir. Nasıl ki başkasının mülkü olan köle, dilendiği takdirde, dilenmesi efendisini horlamak olursa, aynen bunun gibi kulların dilenmesi de Allahü teâlâ'yı kınamaktır. Bunun haram olması uygundur. Dilenmek, murdar hayvanın etinin zaruretten dolayı helâl olduğu gibi ancak zaruretten dolayı helâl olabilir.
2. Dilencilikte şahsın Allah'ın gayrisine karşı nefsini zelil etmesi vardır. Oysa Mü'min bir kimse Allah'tan başkasına karşı nefsini zelil etmez. Aksine nefsini ancak mevlâsına karşı zelil edebilir. Çünkü böyle bir zillette izzet vardır. Diğer halk da onun gibi kullardır. Zaruret olmaksızın onlara karşı zillet göstermemelidir.
Dilencilikte verene nisbeten isteyenin zilleti vardır.
3. Dilenci, verenin eziyetinden çoğu zaman kurtulamaz. Çünkü veren çoğu zaman can ü gönülden vermez. Eğer dilenciden utanarak veya riyakârlık yaparak verirse bu, verene de haramdır.
Eğer vermezse çoğu zaman utanır ve vermediğinden dolayı nefsinde eziyet duyar; zira nefsini cimriler sûretinde görür. Bu bakımdan vermekte malın eksikliği, vermemekte manevî mertebenin eksikliği vardır. Bunların ikisi de eziyet vericidirler. Bu eziyetin sebebi de dilencidir. Oysa zaruret olmaksızın eziyet vermek de haramdır. Sen bu üç mahzuru anladığın takdirde,
Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini anlamış olursun:
Dilenmek fâhiş haraketlerdendir. Fâhiş hareketlerden de dilenmekten başkası helâl kılınmamıştır!57
Dikkat edersen Hazret-i Peygamber, dilenciliği fâhişlerden saymıştır! Oysa fâhişin ancak zaruretten dolayı mübah olacağı gizli değildir. Nitekim boğazına lokma tıkanmış ve yanında şaraptan başka içecek bir madde mevcut olamayan bir kimse için şarabın (lokmayı indirecek kadarının) mübah olması gibi. . .
Kim zengin olduğu halde dilenirse o ancak cehennem közlerini toplamış olur. Kim kendisini zengin eden bir serveti olduğu halde dilenirse, kıyâmet gününde, yüzü takırdayan bir kemik olduğu halde Allah'ın huzuruna gelir. Yüzünde et diye birşey olmaz. 58
Başka bir lâfızda 'Onun dilenmesi onun yüzünde yara ve bere olur' şeklinde gelmiştir.
Bu lafızlar dilenmenin haramlığı ve şiddetli azabı gerektirdiği hakkında açıkça vârid olan lâfızlardır. Hazret-i Peygamber, bir kavimle İslâm üzerine biat etti. Onlara İslâm'ı dinlemelerini ve itaat etmelerini şart koştu. Sonra onlara hafif bir kelime söyledi: 'Halktan hiçbir şey dilenmeyin'. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) çok zaman dilenmekten sakınmayı emrederek şöyle derdi:
Bizden isteyene veririz. Fakat kim kendisini zengin sayarsa Allah onu zengin eder. Kim bizden istemezse bizim nezdimizde daha sevimlidir. 59
- Halktan müstağni olunuz! Az isteyen daha hayırlıdır.
- Senden istemekten de mi?
- Benden istemekten de. . . 60
Hazret-i Ömer, akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Kavminden birine 'Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir!' dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hazret-i Ömer ikinci bir defa onun sesini işitti, o kişiye 'Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir demedim mi? dedi. Adam 'Ben ona akşam yemeği yedirdim' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer dikkat etti. Dilencinin eli altında ekmekle dolu bir sepet gördü ve şöyle dedi: 'Sen dilenci değil tüccarsın!' Sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve dilenciyi kamçı ile dövüp 'İkinci bir defa dilenme!' diye emir verdi.
Eğer dilenmek haram olmasaydı, Hazret-i Ömer dilenciyi dövmez, sepetini elinden almazdı. Belki himmeti zayıf ve kursağı dar olan fakîh, Hazret-i Ömer'in bu yaptığını uzak görür ve der ki: 'Hazret-i Ömer'in dilenciyi dövmesi, dilenciyi terbiye etmektir. Şeriatta ta'zir cezası vardır. Hazret-i Ömer'in ondan malı alması ise, müsadere etmektir. Oysa şeriat, malı almak sûretiyle ceza verme hakkında bir hüküm getirmemiştir. Acaba Hazret-i Ömer nasıl bunu caiz görmüştür?' Fakîhin Hazret-i Ömer'in bu hareketini uzak görmesinin sebebi, fıkıh ilmindeki eksikliğindendir. Acaba bütün fakîhlerin fıkhı, Hazret-i Ömer'in fıkhı yanında nedir? Onun Allah'ın dininin sırlarına muttali olması ve kullarının maslahatlarını bilmesi yanında bütün fakîhlerin fıkhı nerede kalır? Acaba Hazret-i Ömer'in malı müsadere etmesinin caiz olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun veya bildiği halde öfkesinden dolayı Allah'a karşı bu mâsiyeti işlediğini mi sanıyorsun? Biz, Hazret-i Ömer'i bundan tenzih ederiz. Veya maslahat gereği Hazret-i Peygamber'in teşrî buyurduğu yolun gayrisiyle, sakındırmak istediğini mi sanıyorsun? Bunlar Hazret-i Ömer'den ne uzak şeyler; zira bu sonuncusu mâsiyettir. Bu meselede Hazret-i Ömer'in o dilenciyi dilenmekten müstağni gördüğünü ve kendisine birşey verenin ancak muhtaç olduğuna inanarak verdiğini, kendisinin yalancı olduğunu, hile yapmakla beraber aldığı malın mülkiyetine girmediğini ve o malı ayırdedip sahiplerine geri vermesinin de zor olduğunu iyi düşün; zira o malın sahiplerinin kimler olduğu bilinmemektedir. Bu bakımdan ortada sahipsiz bir mal vardır. Öyleyse o malı maslahata sarfetmenin farz olduğunu, zekat develeri ve yemlerinin de maslahattan olduğunu gören fakîh kâmil bir fakîhtir. Yalancı olduğu halde, ihtiyacını belirtmekle beraber dilenenin alması, Hazret-i Ali'nin soyundan olduğunu iddia edip bu vasıfla alanın yalancı olduğa halde alması gibidir. Zira böyle bir kimse aldığını mülk edinmez. Yine salih olduğundan dolayı kendisine sadaka verilen sûfinin oysa iç âleminde öyle bir günah işliyor ki şayet sadaka sahibi, onun o günahı işlediğini bilse kendisine birşey vermeyecek aldığı gibidir. Biz bu kitabın birçok yerinde, bu vechile, aldıklarını mülk edinmediklerini ve kendilerine haram olduğunu ve sahibine geri verilmesinin farz olduğunu zikrettik. Bu bakımdan birçok fakîhin gâfil oldukları bu mânânın doğruluğuna Hazret-i Ömer'in yaptığıyla delil getir!
Nitekim biz, birçok yerde bunu takrir eyledik. Bu fıkıhtan gâfil olarak Hazret-i Ömer'in yaptığının bâtıl olduğuna delil getirme! Dilenmenin zaruretten dolayı mübah olduğunu bildiğin zaman anla ki insan, bir şeye ya mecbur, ya şiddetli bir şekilde veya az muhtaçtır veyahut da kendisine muhtaç değildir. İşte bunlar dört haldir: Mecbur olmaya gelince o, ölümünden veya hastalığından korktuğu zaman aç veya bedenini örtecek bir elbisesi olmayan çıplak bir kimsenin dilenmesidir. İstenilen malın mübah olması hususunda ve kendisinden istenilenin de iç âleminde razı olması ve isteyenin de çalışmaktan aciz olması hususunda zikredilen diğer şartlar mevcut olduğu takdirde, bu dilenme mübah olur. Çünkü çalışmaya kudreti olup, tembellik yapan bir kimse dilenmez. Ancak ilmî araştırma onun bütün vaktini alırsa durum değişir.
Kimin yazısı varsa o, yazıcılık yapmak sûretiyle çalışmaya muktedirdir. Müstağni'ye gelince, müstağni o kimsedir ki yanında bir veya birkaç misli olduğu halde, birşeyi başkasından ister. Böyle bir kimsenin dilenmesi kesinlikle haramdır. Zikredilen bu iki taraf apaçıktır.
Şiddetli bir şekilde muhtaç olana gelince, ilaca muhtaç olan hasta gibidir. İlacı kullanmazsa korkusu belirmez. Fakat buna rağmen korkudan da uzak değildir ve cübbesi olup kış mevsiminde o cübbenin altında hiç gömleği olmayan, soğuktan, zaruret hududuna varmayan bir şekilde eziyet çeken bir kimse gibidir. Zahmetle yürümeye muktedir olduğu halde binek kiralamak için dilenen kimsenin hükmü de böyledir. Dilenmenin mübahlığı, böyle bir kimsenin üzerine de tahmil olunmaya uygundur. Çünkü bu da kesin bir ihtiyaçtır. Fakat bu takdirde dilenmesine 'Mekruh' denilmez. 'Benim cübbemin altında iç gömlek yoktur. Soğuğa katlanıyorum, fakat bana çok zor geliyor!' derse, eğer bu sözünde doğru ise, doğruluğu dilenciliğine eğer Allah dilerse kefaret olur.
Hafif ihtiyaca gelince, evden çıkarken elbisenin üstüne giyip yırtıklarını örtmek için bir elbise dilenen ve elinde ekmek olduğu halde katık dilenen kimse gibi. . . Merkebin kirasına gücü yettiği halde atın kirası için dilenen gibi. . . Devenin sırtında durabilecek haldeyken hevdec kiralamak için dilenmek gibi. . . Bu ve benzeri olanlar eğer bunlardan gayrisini belirtmek sûretiyle halini örtbas etmeye çalışırsa- haramdır. Eğer yoksa ve kendisinde şikayet, zillet ve karşıdaki insana eziyet vermekten ibaret olan üç mahzurlu şeyden biri varsa, yine dilenmek haramdır. Çünkü böyle bir ihtiyaçla bu mahzurlar mübah olmazlar. Eğer dilenmesinde bu mahzurlardan herhangi biri yoksa, bu şartlar dahilinde kerahetle beraber dilenmesi mübahtır.
Soru: Dilenmenin bu üç mahzurdan uzak olması nasıl mümkün olur?
Cevap: Şikayet, Allah'a şükretmeyi ve halktan müstağni olmayı belirtmek ve muhtaç olan bir kimsenin dilenmesi gibi dilenmemekle defolur. Fakat şöyle demelidir: 'Ben elimdeki malla zenginim. Fakat serkeş nefis elbisenin üzerinden giymek için bir elbise daha istiyor'. Bu ise, ihtiyaçtan fazla ve nefisten gelen bir fazlalıktır. Bu bakımdan böyle demekle, şikayet hududundan çıkmış olur. Zillete gelince, babasına, yakınına veya dilenmekten ötürü gözünden düşmeyeceği ve alaya mâruz kalmayacağı dostundan ve yahut da malını böyle durumlar için âmâde kılan bir kimseden istemesidir. Bu durumdan ötürü zillet, kendisinden sakıt olur; zira zillet, şüphesiz minnetin gereğidir! Eziyet vermeye gelince, bundan kurtulmanın çaresi, dilenirken özellikle bir şahsı kastetmemesidir. Sözü ortaya atmalı ki ancak gönülden teberruda bulunan bir kimse buna yanaşır. Eğer topluluğun içinde belli bir kişi varsa dilenciye vermediği zaman kınanacaksa onun bulunduğu mecliste, umumî şekilde dilenmek de ona eziyyettir; zira o çoğu zaman kınanmaktan korktuğu için istemeyerek verir. Oysa onun hoşuna giden eğer kınanmaksızın kurtulursa vermemektir. Belli bir şahıstan istediği zaman, açıkça istememelidir. Kişinin eğer vermemek istiyorsa duymamazlıktan gelebileceği bir şekilde istemelidir. Eğer kişi duymamazlıktan gelmeye muktedir olmakla beraber, duymamazlıktan gelmeyip verirse, vermeye rağbeti vardır demektir. İşte bu vermekle eziyet görmüş olmuyor demektir. Öyle bir kimseden dilenmesi gerekir ki eğer kendisini reddeder veyahut da duymamazlıktan gelirse, kendisinden utanmamalıdır. Çünkü dilenciden utanmak, kendisinden dilenene eziyet verir. Nitekim dilencinin gayrisiyle beraber olan riyanın eziyet verdiği gibi. . .
Soru: Vereni teşvik eden şeyin, ya dilenen veya hazır olanlardan utanması olduğunu bildiği halde verileni alırsa, acaba bu helâl midir veya şüpheli midir?
Cevap: Katıksız bir haramdır. Haramlığında ümmet arasında ihtilâf yoktur. Hükmü, başkasının malını, dövmek veya müsadere etmek sûretiyle almanın hükmüdür; zira sopayla bedenin zâhirini dövmek ile hayâ ve kınanma korkusunun kamçısıyla kalbi dövmenin arasında fark yoktur. Hatta kalbi dövmek, akıllılara daha şiddetle tesir eder. Bu adam sadece zâhirde razı olmuştur.
Ben ancak zâhirle hükmederim. Gizlilere ise, Allah hükmeder!
Hazret-i Peygamber'in bu sözünü öne sürmek de caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in bu hadîsle kasdettiği husûmet ve davaları halletmekte kadıların mecburiyeti ve zarurî durumlarıdır; zira husûmetleri bâtına ve hallerin karinelerine dönüştürmek onlar için mümkün değildir! Bu bakımdan kadılar, dil ile olan sözün zâhiriyle hükmetmeye mecbur kaldılar. Oysa dil, birçok yalanın tercümanıdır. Fakat zaruret bunu gerektirdi. Bu, Allah ile kul arasındaki şeyden sual etmektir. Buradaki 'Hâkim', 'Ahkem'ül Hâkimîn'dir. Onun nezdinde kalpler, diğer hâkimlerin nezdindeki diller gibidir. Her ne kadar sana fetva verseler de sen bu hususta kalbine bak; zira fetva veren, kadıların ve sultanın muallimidir. Dünyada hükmetsinler diye onlara öğretmiştir. Kalplerin müftüsü ise, âhiret âlimleridir. Onların fetvasıyla âhiret sultanının satvetinden kurtulur.
Fakîhin fetvasıyla dünya sultanının satvetinden kurtulduğu gibi. . . Madem ki durum budur, sahibinin gönül rızasıyla vermediği şey Allah katında kendi mülkü olmaz! Onu sahibine geri vermek mecburiyetindedir. Eğer geri çevirmekten utanır da geri çevirmezse, o, dilenilen malın kıymetini hediye şeklinde sahibine vermelidir ki mesuliyetten kurtulsun. Eğer mal sahibi hediyesini kabul etmezse onu mal sahibinin varislerine geri vermelidir. Dilenip kazandığı mal eğer elinde zâyi olursa, Allah katında o malı ödemeye mecbur olur. O malda tasarruf ettiği için âsîdir. Eziyete vesile olan dilenmekle de âsî olmuştur.
Soru: Bu bâtın bir iştir. Buna muttali olmak çok zordur. Bundan kurtuluş yolu nedir? Çoğu zaman dilenci mal sahibinin, malını rızasıyla verdiğim zanneder. Oysa mal sahibi malını vermeye çoğu kez hiç de razı değildir.
Cevap: Bu sebeple muttakîler dilenmeyi tamamen terketmişler, hiç kimseden birşey almamışlardır. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî'den başka kimseden birşey almazdı. 'Biliyorum ki Sırrî, elinden malın çıkmasıyla sevinir. Ben de sevdiği bir hususta ona yardımcı oluyorum' derdi.
Dilencilik hakkında tehdid ve iffete sarılma hakkındaki emirlerin tekidi bu hikmetten ileri gelse gerek; zira eziyet ancak zaruretten dolayı helâl olur. O da şu demektir: Dilenci tehlike ile karşı karşıyadır. Kurtuluş yolu kalmamıştır. Kendisine isteyerek ve eziyetsiz kimse yardımda bulunmaz. Bu takdirde kendisine dilenmek mübah olur. Nitekim zaruret halinde (ölmeyecek kadar) domuz ve murdar eti yemenin mübah olması gibi. . .
Bu bakımdan dilenmemek müttakîlerin yoludur. Kalp erbabı içinde hallerin karinelerine muttali olmakta basirete güvenenler vardı. Onlar sadece bazı kimselerden alırlardı. Onlardan sadece dostlarından alan da vardı. Bir kısmı da verilenin bir kısmını alır bir kısmını geri çevirirdi. Hazret-i Peygamber'in koç, yağ ve peynir hususunda yaptığı gibi yaparlardı. Bunların bu durumları, istemeksizin kendilerine verilen hediye hususunda cariydi. Çünkü kendiliğinden verilen bir hediye, şüphesiz ki verenin rağbetinden ileri gelir. Fakat verenin rağbeti bazen mertebe elde etmek, riya veya iştihardır. İşte böyle olduğu zaman o muttakî yoksullar onu almaktan sakınırlardı. Dilenmeye gelince iki yer hariç, ondan tamamen imtina ederlerdi.
Birincisi zarurettir. Zaruret halinde, peygamberlerden üç kişi istemiştir: Hazret-i Süleymân, Hazret-i Mûsa ve Hızır!61
Şüphe yoktur ki bu zatlar, ancak kendilerine vermeyi isteyen bir kimseden istemişlerdir. İkincisi, dostlardan istemektir. Selef, dostlarının malını, izin almaksızın ve istemeksizin alırdı. Çünkü kalp sahipleri maksadın kalbin rızası olduğunu, dilin konuşması olmadığını bilirler. Onlar arkadaşlarına güvenirlerdi. Arkadaşlarının kendilerine vermekle sevineceklerini bilirlerdi. Arkadaşlarının isteklerini vermekte şüphe ettikleri zaman sadece isterlerdi. Aksi takdirde dilleriyle istemekten müstağni idiler; yani istemeksizin alırlardı. Dilenmenin mübah olmasının hududu; verenin, eğer sende bulunan ihtiyacı bilirse, dilenmeksizin sana yetecek kadarını vereceğini bilinendir. Bu takdirde istemenin, ihtiyacı belirtmekten başka hiçbir tesiri yoktur. Onu hayâ ile harekete getirmek, hilelerle onun vicdanını kabartmak değildir. Bazen dilenciye öyle bir hâl olur ki bu halde kendisinden mal talep edilen adamın kalben razı olmasından şüphe etmez. Bu da hallerin karinesiyle bilinir. Bu bakımdan birinci halde almak, katıksız helâldir.
İkinci halde almak ise katmerli haramdır. Bu iki halin arasında, hakkında şüphe edilen birçok haller vardır, kişi o hallerde kalbinden fetva istemelidir. Kalbini rahatsız eden hali bırakmalıdır. Çünkü bu günahtır. Bu bakımdan kendisini şüpheye düşüreni bırakıp, şüphesiz olanı almalıdır. Hallerin karineleriyle bunu idrâk etmek, zekâsı kuvvet bulmuş, hırsı ve şehveti zayıflamış bir kimse için pek kolaydır. Eğer harisliği kuvvet bulmuş, zekâsı zâfiyete uğramış ise bu durumda işine gelen kendisine görünür. Bu bakımdan kerahete delâlet eden karineleri sezemez.
Bu inceliklerle Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfinin sırrına muttali olunur:
Kişinin kazancından yemesi, yiyeceğinin en helâlidir.
Hazret-i Peygamber'e, kelimeleri toplayıcı ifade tarzı ihsan edilmiştir. Çünkü çalışması olmayan ve babasının veya yakınlarından birinin çalışmasından kendisine miras olarak kalan bir mala sahip bulunmayan kimse, insanların elinden dilenmeksizin yese bile, ancak dindarlığından ötürü yemiş olur. O halde, eğer iç âlemi keşfolunduğunda dindarlığından dolayı kendisine birşey verilmeyecek durumda ise aldığı haram olur. Eğer dilenmekten dolayı kendisine verilirse, acaba kendisinden mal istediğinde kalbi vermeye razı olan var mıdır? Acaba sadece zarurî ihtiyacı kadar dilenen var mıdır? Halkın elinden yiyen bir kimsenin hallerini tedkik ettiğinde anlarsın ki yediğinin hepsi veya çoğu haramdır ve yine anlarsın ki helâl, senin veya sana miras bırakanın helâlinden çalışıp kazandığı kazançtır. Bu bakımdan halkın elinden yemek ile takvanın bir arada bulunması uzak bir ihtimaldir. Öyleyse Allah'tan dileğimiz; başkasından tamahımızı kesmesi, helâliyle bizi haramından müstağni etmesi, faziletiyle kendisinden başkasından bizi müstağni kılması, minnet ve cömertliğinin genişliğiyle bunları bize yapmasıdır. Çünkü O, dilediğinin üzerinde kudret sahibidir.
55) Ebû Dâvud, (Hüseyin b. Ali'den)
56) Ebû Dâvud, Tirmizî
57)
58) Ebû Dâvud ve İbn Hıbbân
59) İbn Eb'id-Dünya
60) Bezzâr, Taberânî.
61) Hızır'ın peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Âlimlerin çoğu velî olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Müellif ise peygamberliğine kaildir.
34-8
Dilenmede Ölçü
Kim zengin olmasına rağmen dilenirse, o ancak ateş korunu ister. Öyleyse ister bunu azaltsın, ister çoğaltsın!
Bu hadîs dilenciliğin haram oluşuna açık bir delildir. Fakat buradaki zenginliğin sınırını tâyin etmek çok zordur. Bunun sınırını tâyin etmek bizim vazifemiz değildir. Bunlar ancak şeriat sahibinden dinlemekle öğrenilebilir.
Allah'ın zenginliği ile Allah'tan başka şeylerden müstağni olun!62
Allah'ın zenginliği nedir?' denince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Bir günlük sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir!'
Elli dirhemi veya onun değeri kadar altını olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla dilenmiş olur!63
Başka bir lâfızda 'Kırk dirhem' diye vârid olmuştur. Ne zaman takdirler değişik, haberler de sıhhatli olursa o zaman o haberleri değişik durumlara hamletmek gerekir; zirâ hak bir tanedir. Tam olarak takdir etmek ise mümkün değildir. Burada mümkün olan en son şey, yaklaşık olarak tahmin ve takdir etmektir. Bu ise ancak muhtaçların hallerini kapsayıcı bir taksimle tamamlanır.
Bu bakımdan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Âdem oğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: Belini doğrultan bir yemek, avretini örten bir elbise, ayıbını gizleyen bir ev. . . Bundan fazlası hesaptır!64
Bu bakımdan bu üçü, ihtiyaçlarda, cinsleri açıklamada, miktarda, vakitlere bakmak hususunda esas kabul edilmelidir. Cinsler, hadîste bahsi geçen o üç şeydir. Onların durumunda olanlar da onlara dahildir. Hatta misafir yürümeye muktedir olmadığı zaman binek kirası da buna dahildir. Bunun gibi olan diğer mühim işler de böyledir. Kişinin nefsi, ailesi, çocuğu ve hayvanları gibi kefaleti altında bulunan herşey buna dahil olur.
Miktarlara gelince, elbisede, dindarlara uygun olanı gözetmelidir. O da bir elbise, bir iç gömleği, bir mendil, bir don ve bir ayakkabıdır.
Her cinsten iki tane edinmeye ihtiyaç yoktur. Buna evin bütün eşyası kıyas edilmelidir. Elbisenin ince, kapların bakırdan olmasını istemek uygun değildir. Çünkü onların göreceği vazifeyi, çamurdan yapılmış kap kacak da görür. Böylece insan onlardan müstağni olur. Bu bakımdan bir tane ve en düşüğü ile eğer âdetten pek fazla uzak değilse yetinmelidir. Yemeğe gelince, onun günlük miktarı bir avuçtur. O da şeriatın takdir ettiği miktardır. Onun çeşidi ise arpadan olsa dahi gıda olan şeydir. Katık ise, zarurî olan gıdadan fazla bir şeydir. Katığı tamamen kesmek zarar verir. Bu bakımdan bazı durumlarda katık için dilenmeye ruhsat vardır.
Meskene gelince, onun en azı, yeteri kadar olmasıdır Bu da, ancak ziynet olmaksızın böyledir. Meskeni süslemek ve genişletmek için dilenmekse, zengin olduğu halde dilenmek gibidir! Vakitlere izafeten olmasına gelince, hal-i hazırda muhtaç olduğu bir günlük yemeğe, giyeceği bir elbiseye, sığınacağı bir meskene muhtaç olduğunda şüphe yoktur. Gelecek zaman için dilenmesine gelince, bunun üç derecesi vardır:
Birincisi, yarın muhtaç olacağı miktardır.
İkincisi, kırk veya elli gün sonra muhtaç olacağı miktardır.
Üçüncüsü, bir senede muhtaç olacağı miktardır.
Kendisine ve eğer ailesi varsa ailesine beraberinde bir sene yetecek kadar yiyecek bulunan bir kimsenin dilenmesi haramdır. Çünkü bu zenginliğin en son haddidir. Hadîs-i şerifteki 'Elli dirhem'le takdir, bu mânâ üzerine hamledilir; zira tutumlu hareket ederse, bir kişiye beş dinar kâfi gelir. Çocuk sahibi bir kimseye ise, çoğu zaman bu miktar kâfi gelmez. Eğer bir seneden önce buna muhtaç olursa, (bu takdirde durumuna bakılır) : Eğer o zaman dilenmeye kudreti olacak ve fırsat elinden kaçmayacaksa şimdiden dilenmek kendisi için helâl değildir. Çünkü şimdilik muhtaç değildir. Çoğu kez de yarına kadar yaşayamaz. Bu bakımdan muhtaç olmadığı bir şeyi dilenmiş olur. O halde, sabah kahvaltısı ile akşam yemeği kendisine kâfi gelir. Bu miktar ile takdir etmek hakkında vârid olan hadîs de buna hamledilir. Eğer dilenme fırsatı gelecekte elinden çıkacak ve şimdi dilenmezse muhtaç olduğu anda kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamayacaksa şimdiden dilenmek kendisine mübah olur; zira bir sene yaşayacağını ummak uzak bir ihtimal değildir. Oysa o, dilenmeyi tehir etmekle, zarûri gıdasını temin etmekten aciz olup zarara uğramış olur. Eğer gelecekte dilenmekten aciz kalma korkusu zayıf ve kendisi için dilendiği şey de zarurî değilse, bu şartlar altında dilenmesi mahzurludur. Kerahiyet mecburiyetin, zayıflığın ve fırsatın elden gitme korkusunun ve dilenmeye muhtaç olacağı zamanın gecikmesinin nisbetinde olur!
Bütün bunlar kontrol altına girmeyen şeylerdir. Bu durum, ancak kulun iştihadına, Allah ile olan haline bakmasına bağlıdır. Bu bakımdan bu hususta kalbinden fetva isteyip onunla amel etmelidir. Eğer âhiret yolunun yolcusu ise böyle yapması gerekir. Kimin yakîni daha kuvvetli, gelecek zamanda rızkının gelmesine güveni daha tam ise, bu kimsenin Allah katındaki derecesi daha yücedir. Bu bakımdan bu durumda gelecek korkusu olmaz. Oysa Allahü teâlâ sana ve ailene, günlük nafakanı vermiştir. Gelecek endişesi, yakînin zâfiyetinden ve şeytan korkusuna kulak vermekten ileri gelir.
O şeytan sizi kendi dostlarından korkutur, eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden korkun. (Âl-i İmrân/175)
Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah ise, size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va'dediyor. (Bakara/268)
Dilenmek, zaruretten dolayı mübah kılınan bir çirkinliktir. Gelecek bir zamanın ihtiyacı için dilenen bir kimsenin hali velev ki dilendiği şeye sene içerisinde muhtaç olsa bile miras olarak edindiği bir malı, ikinci seneye saklayan bir kimsenin halinden daha kötüdür. Fakat bu iki durum da fetvanın zâhirine göre mübahtır. Ancak bunların ikisi de dünya sevgisinden, uzun emelden ve Allah'ın fazlına güvenmemekten kaynaklanır. Bu haslet helâk edici hasletlerin temelidir. Allah'tan güzel tevfîkini, lütûf ve keremiyle talep ederiz.
62) Ebû Dâvud ve İbn Hıbbân
63) İbn Adiyy
64) Tirmizî