İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | GURURUN KÖTÜLÜĞÜ 2

 Giriş

 

2-İbâdet ve amel erbâbı

İkinci sınıf ibâdet ve amel erbâbıdırBunlardan mağrur olan birçok grup vardırOnlardan bir grubun gururu namazdadırBaşka bir grup Kur'ân okumada, diğer bir grup hac konusunda, başka bir grup gazâya gitmek, diğer bir grup zâhidlik hususunda gurura kapılırBöylece her biri amelin yollarından biriyle meşguldür, akıllıları hariç, bunların hiçbiri gururdan kurtulmuş değildirAkıl sahipleri de pek azdırBu bakımdan onlardan bir grup farzları ihmal etmişlerdir, fazilet ve nafile ibâdetlerle meşguldürlerBazen faziletlerde o kadar ince eleyip sık dokurlar ki, haddi aşıp israfa bile kayarlarTıpkı abdest hususunda vesveseye düşüp bu hususta mübalâğa eden ve şer'î fetvada temizliğine hükmedilen suya razı olmayan bir kimse gibi. . . Bu kimse necaset hususunda uzak ihtimalleri yakın sayarFakat iş helâl yemek hususuna geldiği zaman, ihtimalleri uzak sayarBazen de katıksız haram yerEğer su hakkındaki ihtiyati yemek hakkında da olsaydı, durumu ashâb-ı kirâmın durumuna daha fazla benzemiş olurdu; zira Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hristiyan bir kadının testisinde bulunan su ile abdest aldıOysa o su için necaset ihtimali de sözkonusu idiHalbuki Hazret-i Ömer, harama girmek korkusundan helâlin birçok çeşitlerini terkederdi.

Sonra bu gruplardan su dökmekte israfa kaçanlar vardırOysa böyle yapmak yasaklanmıştır24 Bazen de namazı zâyi edecek, vaktinden çıkaracak kadar abdesti uzatırNamazı vaktinden çıkarmasa dahi yine mağrurdurÇünkü vaktin öncesinde namaz kılmanın faziletini elden kaçırmaktadırEğer bu fazileti elden kaçırmasa yine mağrur sayılırÇünkü suda israf yapmaktadırEğer suda israf yapmazsa yine mağrurdurÇünkü herşeyin en azizi olan ömrünü zayi etmektedirHem de ihtiyaç olmayan bir yerde. . . Ancak şeytan halkı Allah'a giden yoldan parlak bir yol ile menederİbâdet edenleri ibâdetten ancak ibâdet süsünü verdiği şeylerle menederBöylece onları bu gibi şeylerle Allah'tan uzaklaştırır!

Diğer bir grup namaza niyet etmek hususunda vesveseye kapılmıştırŞeytan, doğru dürüst bir niyet etmesi için rahat bırakmazCemaati kaçırsın diye, durmadan niyette vesvese yaptırırDolayısıyla namaz vaktinden çıkarEğer tekbir getirse bile, tekbirden sonra niyetinin doğru olup olmaması hususunda tereddüt ederBazen de tekbir hususunda vesveseye düşerlerHatta şiddetli ihtiyattan dolayı tekbir sigasını bozarlarBunu namazın başlangıcında yaparlar. Sonra namaz boyunca gaflete dalarlarHiçbir zaman namazın içinde kalp huzurunu sağlayamazlar ve bu yaptıklarıyla mağrur olurlarNamazın başlangıcında niyetin tashihi hususunda kendilerini yordukları ve bu yorgunluk ve ihtiyattan dolayı halk tabakasından ayrıldıkları için Allah katında hayırlı olduklarını zannederler.

Diğer bir grup Fatiha'nın ve diğer zikirlerin harflerini mahreçlerinden çıkarmak hususunda vesveseye kapılırlarDurmadan şeddeler hususunda ihtiyatlı hareket ederlerDad ile Zâ harfinin arasındaki fark ve namaz boyunca harflerin mahreçlerini tashih ile meşgul olurlarOnların bundan başka bir hedefleri yokturBundan başkasını düşünmezlerKur'ân'ın mânâsından gâfil, Kur'ân ile nasihatlenmekten habersiz, anlayışlarını Kur'ân'ın sırlarına sarfetmekten uzaktırlarBu tür gurur, gurur türlerinin en çirkinidir; zira halk, Kur'ân'ın okunması hususunda ve harflerin mahreçlerini tahkik etmek yönünden ancak normal konuşmalarında telâffuz ettikleri şekilde mükelleftirler25

Bu kimselerin misâli, sultanın huzuruna mektup getiren ve o mektubu olduğu gibi okumakla görevli olan bir kimsenin misâli gibidirMektubu getiren mektubu okumaya başlarHarflerin mahreçlerine dalar, tekrarlar ve yine tekrarlarBütün bunları yaparken mektubun maksadından ve meclisin hürmetini gözetmekten gafildirBöyle bir kimse hakkında siyasetin icra edilmesi ve tımarhaneye gönderilmesi en uygun hükümdürBunun akılsızlığına hükmetmek yerinde bir hüküm olur!

Başka bir grup da Kur'ân'ı süratle okumalarıyla gururlanırlarKur'ân'da oldukça süratle yürürlerBazen bir gün bir gecede bir hatim indirirlerBunlardan birinin dili Kur'ân okur, fakat kalbi isteklerinin derelerinde yuvarlanmaktadır; zira bu kimse Kur'ân'ın mânâlarını düşünmez ki Kur'ân'ın yasaklarıyla nefsine çeki düzen verip ibret alsın, Kur'ân'ın emirleri yanında durup yasaklarına riayet etsin! Kur'ân tilâveti bahsinde, tilâvet-i Kur'ân'dan gaye olan daha nice şeylere riayet etmezÖyleyse bu kimse mağrurdurKur'ân'ın inzalinden (indirilişinden) gayenin Kur'ân'dan gâfil olmakla beraber kemküm etmektir zannederBunun misali, efendisi kendisine mektup yazmış bir kölenin misaline benzerO mektupta emir ve yasaklara işaret edilmiştirBuna rağmen köle, mektubu anlamaya ve içindeki emirleri yerine getirmeye çalışmaz, mektubu ezberlemeye çalışır, efendisinin kendisine emrettiğinin hilâfına hareket ederAncak hergün yüz defa mektubu okurBu köle cezaya müstehaktırNe zaman ki mektuptan gayenin bu olduğunu zannederse mağrurdurMektub unutulmasın, ezberlensin diye okunurEzberlenmesi de mânâsı içindirMânâsı da kendisiyle amel edilmek içindirİçindekilerden faydalanmak için okunurBazen kişinin güzel sesi olurOnu okur, ondan zevk alırZevk almasıyla mağrur olurZanneder ki bu, Allahü teâlâ'yla yapılan münâcattan ve kelâmını dinlemekten gelen bir lezzettirOysa bu zevk onun sesinde vardırEğer nağmelerini bir şiir okumak veya başka bir kelâm okumak suretiyle evirip çevirse, mutlaka ondan da o zevki alırÖyleyse bu kimse kalbini teftiş edip, onun zevkinin Allah'ın kelâmının, güzel nazım ve mânâlarından mı geldiğini yoksa sesinden dolayı mı geldiğini anlamalıdırBilmediği takdirde aldanmıştır.

Diğer bir grup oruç tutmakla mağrurdurlarBazen bütün sene veya mukaddes günlerde oruç tutarlarOysa bu oruçlu günlerde dillerini gıybetten, kalplerini riyadan, midelerini iftar zamanlarında haram yemekten, dillerini bütün gün boyunca fuzulî hezeyandan korumamaktadırlar, buna rağmen kendileri için hayır umarlarFarzları ihmal eder, nafilenin peşinden koşarlar, sonra onun da hakkını vermezlerBu ise gururun katmerlisidir.

Diğer bir grup haclarıyla mağrur olmuşlardırZulmen aldıkları malları geri vermeden, borçlarını edâ etmeden, anne ve babalarının rızasını almadan ve helâl azık edinmeden hacca giderlerFarz haccı yaptıktan sonra bile bunu yaparlarYollarda namazı ve farz vazifeleri zâyi ederlerElbise ve bedenin temizliğinden âciz olurlarZâlimlerin haracına mâruz kalırlar ve o harac kendilerinden alınır, Yolda gevezelik yapmak ve kavga etmekten sakınmazlarBazen de bazıları haramı toplar ve yolda arkadaşlarına yedirirBununla riya ve gösteriş arzusundadırDolayısıyla önce haram kazanmak suretiyle Allah'a isyan eder, sonra onu arkadaşlarına yedirmek suretiyle isyan ederBu bakımdan ne helâlinden edinmiş, ne de hakkı olan yere sarfetmiş olur. Sonra kötü ahlak ve sıfatlarla, bozuk kalple Allah'ın beytine (Kabe'ye) varırVarmadan önce gereken temizliğini yapmamıştırBuna rağmen, rabbinin katında hayır işlediğini zannederO halde böyle bir kimse mağrurdur.

Başka bir grup da emr-i bi'l-mâruf nehy-i an'il-münker'i yapmak ve irşadda bulunmak yoluna başlamıştırHalkın durumunu hor görür, onlara hayrı emreder, kendi nefsini unuturHalka hayrı emrettiği zaman şiddete başvururReis ve baş olmak talebinde bulunurBir münkeri işlediği zaman, başkası tarafından ikaz edildiğinde öfkelenir ve der ki: 'Ben irşad ediyorumSen nasıl beni ikaz ediyorsun?' Halkı namaz için camide toplar, geç geleni en galiz söz ile azarlarOysa gayesi, riyakârlık ve baş olmaktırEğer kendisi değil de başkası aynı şeyi yaparsa mutlaka ona hased edip kıskanır.

Onlardan ezan okuyup ve ezanını sadece Allah için okuduğunu sanan da vardırOysa başkası gelip onun bulunmadığı zaman ezan okursa, ezan okuyanın başına kıyâmeti koparır ve der ki: 'Neden benim hakkımı alıyorsun? Neden benim mertebemi elimden almak istedin?' Böylece herhangi bir caminin imamlığını üzerine alır, hayır işlediğini zannederOysa gayesi 'filân caminin imamıdır' dedirtmektirEğer başkası ondan önce gelip imamlığa geçerse, kendinden daha muttaki ve daha bilgin olsa da, yine de bu hareket ona ağır gelir.

Diğer bir grup, Mekke veya Medine'de kalırlarBundan mağrur olurlarKalplerini murakebe etmez, zâhir ve bâtınlarını temizlemezlerOysa kalpleri memleketlerine bağlıdırAncak kalpleri 'filan adam Mekke de mücavirdir' diyenin sözüne iltifat ederMeydan okuyarak der ki: 'Ben şu kadar sene Mekkede kaldım!'

Böyle söylemenin çirkin olduğunu işittiği zaman, açıkça böbürlenmeyi terkederFakat halkın bu durumunu bilmesini arzular! Mekke veya Medine'de kalır, fakat gözünü halkın mallarının kirine dikerBundan bir şeyler toplarsa, cimrilik eder ve bunu sımsıkı tutarNefsi bir fakire verilecek bir lokmaya dahi razı olmazKendisinde riyakârlık, cimrilik veya tamahkârlık belirirKendisinde birtakım helak edici sıfatlar meydana gelirMekke veya Medine'de mücavir olmasaydı bu helâk edicilerden uzak olacaktıFakat övülmenin sevgisi de 'Bu adam Mekkede mücavir olanlardandır' denilmesi, bu rezaletlerle mülevves olduğu halde mücavir kalmayı gerektirmiştirBöyle bir kimse de mağrurlardandır.

Kendisinde âfet bulunmayan hiçbir ibadet yokturBu bakımdan âfetlerin giriş noktalarını bilmeyen ve o amel ve ibâdetlere itimat eden aldanmıştırBunun tafsilâtı ancak İhya-i Ulûm'id-Din'in bütün bahisleri okunursa bilinirBu bakımdan namazdaki gurur noktaları namaz bahsinde, hacdaki hac bahsinde, zekât, Kur'ân okuma ve Allah'a yaklaştırıcı diğer ibâdetleri de tertip ettiğimiz diğer bahislerden öğrenebilirŞimdi gaye o kitaplarda geçenin hepsine işaret etmektir.

Başka bir grup da mal hususunda zâhidlik gösterdiGerek elbisenin, gerek yemeğin en düşüğüyle kanaat edip camileri mesken ittihaz ettiBöyle yapmakla zâhidlerin rütbesine ulaşacağını zannettiOysa ilim, vaaz veya mücerred zâhidlikle riyaset sevdasındadırBu bakımdan işlerin en kolayını terketti, helâk edicilerin en büyüğüyle donandıÇünkü felâket bakımından riyaset, maldan daha büyüktürEğer riyaseti terkedip malı edinmiş olsaydı selâmete daha yakın olurduİşte bu kimse mağrurdur; zira dünyadaki zâhidlerden olduğunu zannetmektedirOysa daha dünyanın mânâsını anlayamamış ve bilememiştir ki riyaset dünyanın en yüksek zevkidirRiyasete tâlib olanın mutlaka münafık, hasedci, mütekebbir, riyacı ve bütün rezaletlerle donanmış olması gerekirEvet, bazen riyaseti terkeder, halvete çekilmeyi düşünürBuna rağmen mağrurdurZira böyle yapmakla zenginlere karşı böbürlenir, onlarla sert konuşur, onlara hakaret gözüyle bakar, onlar için umduğu ilâhî rahmetten daha fazlasını nefsi için umar! Ameliyle ucb'a kapılırBilmediği halde kalbi çirkinliklerin bir kısmıyla sıfatlanırBazen de mal kendisine verilir, 'zâhidliğini iptal etti' denmesinden korkarak buna müsamaha etmezO daima halkın medh ve senâsına taliptirOysa bu, dünya nimetlerinin en zevklisidirNefsine dünyada zâhid olduğunu gösterirOysa mağrurdurBununla beraber çoğu zaman zenginleri tâzim edip fakirlere tercih etmekten, kendisine mürid olanlara meyledip kendisini övenlere iltifat ve başka zâhidlere meyledenlerden de nefret etmekten kurtulamazBütün bunlar aldatma ve şeytanın kandırmasıdırŞeytanın şerrinden Allahü teâlâ'ya sığınıyoruz.

Abidlerden bir grup azalarla yapılan amellerde nefislerine fazlasıyla yüklenirHatta bazı kere geceli gündüzlü, bin rek'at namaz kılar, Kur'ân'ı hatmederBütün bu yaptıklarında kalbini gözetmezRiya, kibir, ucub ve diğer helâk edici sıfatlardan nasıl temizleneceğini araştırmazBu ihmalin helâk edici olduğunu bilmezEğer bunun helak edici olduğunu bilse bile, nefsi için bunu kabul etmezEğer nefsi için bunu kabul etse bile zâhirî amelinden ötürü affedildiğini sanarKalbinin durumlarıyla muâheze edilmeyeceğini zannederEğer böyle vehmederse, zâhirî ibâdetlerle hasenatının kefesinin ağır basacağını zannederOysa nerede?!

Takva sahibinin yaptığı bir zerre, akıl sahiplerinin ahlâkından tek bir tanesi, azalarla yapılan amelin dağlar gibi olanlarından daha üstündür. Sonra bu mağrur, halka karşı kötü ahlâklı, sert davranışlı, bâtını kirli olmakla beraber, riyadan ve övgünün sevgisinden de kurtulmamaktadırKendisine 'Sen Allah'ın velî dostlarındansın' denildiği zaman, mağrurdur, bununla aldanıp böbürlenir ve buna inanırBöyle demek onun gururunu daha da artırırHalkın onu tezkiye etmesini Allah katında sevimli bir kişi olduğuna delil kabul ederOysa bilmez ki bu övmek, halkın onun iç âlemindeki çirkinlikleri bilmemesinden ileri gelmektedir!

Başka bir grup da nafilelere fazla düşerFarzlarla pek fazla ilgilenmezOnların en çalışkanını kuşluk namazı, gece namazı ve benzeri nafilelerle sevinirken görürsünFakat farzdan bir zevk almazFarzı vaktin öncesinde kılmaya ilgi göstermezHazret-i Peygamber'in rabbinden rivâyet ettiği şu hadîs-i kudsîyi unutur:

Bana yaklaşanlar, hiçbir zaman kendilerine farz kıldığım ibâdetin benzeriyle bana yaklaşmamışlardır.

Hayırlar arasındaki tertibi terketmek de şerlerin cümlesindendirHatta bazen insana iki farz gerekirBiri edâ edildiği takdirde diğerini elden kaçırırDiğeri ise öbürünü elden kaçırmaz veyahut da iki nafile var, birisinin vakti daralır, diğerinin vakti genişlerEğer burada tertibi gözetmezse aldanmış olurBunun benzerleri sayılmayacak kadar çokturÇünkü günah açık olduğu gibi, ibadet de açıktırMuğlak olan durum, farzların tamamını nafilelere takdim etmek gibi, ibadetlerin bazısının bazısına takdim edilmesidirFarz-ı ayınları farz-ı kifâyelere, yapanı olmayan farzı kifâyeyi de yapanı olan farz-ı kifâyeye takdim etmek gibi. . . Farz-ı ayrıların en mühimini diğerlerine, fevt olanı fevt olmayana takdim etmesi gibi. . . Bu durum, tıpkı anne ihtiyacını baba ihtiyacına takdim etmenin farz olması gibidir; zira Hazret-i Peygamber'e şöyle denildi:

-Önce kime iyilik yapayım ey Allah'ın Rasûlü?

-Annene!

-Sonra kime?

-Annene!

-Sonra kime?

-Annene!

-Sonra kime?

-Babana!

-Sonra kime?

-Sana en yakın olana ve yakınlık derecesinde onu tâkip edenlere!

Bu bakımdan sılayı rahime en yakınından başlamak uygundurEğer hepsi aynı derecede iseler en muhtacından başlamalıdırEğer ihtiyaç hususunda da müsavi iseler en muttakîsinden başlamak daha uygundur.

Böylece eğer malı, anne ve babasının nafakası ile hacca yetmiyorsa, buna rağmen hacca gidiyorsa mağrurdurAnne ve babasının hakkını hacca tercih etmesi uygundurBu, daha mühim olan bir farzı, ihtimam bakımından ondan biraz geride kalan bir farza takdim etmek demektirBöylece kulun üzerinde bir va'd varsa, cum'a'nın vakti de gelmişse, sözünü yerine getirmekle meşgul olmak ile cum'ayı elden kaçırıyorsa bu durumda va'dini yerine getirmekle meşgul olmak mâsiyettirHer ne kadar sözünü yerine getirmek haddi zâtında ibadet ise de. . .

Elbisesine necaset bulaştığında anne, baba ve ailesine bundan dolayı ağır konuşması da mahzurludur,Fakat anne ve babaya verilen eziyetin mahzurlu olması, necasetin mahzurlu olmasından daha mühimdirMahzurluları ve ibadetleri karşılaştıran misaller sayılmayacak kadar çokturBu bakımdan bütün bu hususlarda tertibi terkeden kimse aldanmıştırBu aldanış gayet çetrefillidirÇünkü hakkında aldanılan şey bazen ibâdet de olurAncak ibâdetin mâsiyete dönüşmesini sezmezOysa herhangi bir ibâdet, kendisinden daha mühim bir ibâdetin terkine sebep olduğu zaman, o ibâdet mâsiyete dönüşür.

Üzerinde ibâdetlerden kalp veya zahiri azalarla ilgili zâhir ve bâtın günahlardan birşeyler kalan bir kimsenin mezheb ve fıkhın ihtilaflı meseleleriyle iştigal etmesi de bu cümledendir; zira fıkıhtan gaye; başkasının muhtaç olduğu şeylerin bilinmesidirÖyle ise kalbinin muhtaç olacağı bir şejdn bilinmesi, kendisine daha evlâ ve uygundurAncak baş olma sevdası, böbürlenmenin zevki, akran ve emsali mağlûb etmek ve onların önüne geçmek, kişinin basîretirıi körleştirirHatta nefsi ile beraber gurura kapılırDinen mühim olan birşeyle meşgul olduğunu zanneder.

24) Tirmizî

25) Bu sırra binaen, selefin hiç birinden böylesine aşırı bir hareket nakledilmemiştir. (İthâfu's-Saâde, VIII/474)

3-Mutasavvıflar

Üçüncü sınıf, mutasavvıflardırMutasavvıfların gururu ne kadar da çoktur! Onlardan mağrur olan birçok gruplar vardırZamanımızın mutasavvıfları onlardan bir grupturAncak Allah'ın koruduğu bir kimse bundan hariçtirOnlar elbise, görüntü ve konuşmakla mağrur olmuşlardırDoğru sûfîler, elbise, görüntü, lâfız, edep, merasim ve ıstılahlarında, sima, raks, taharet, namaz, başeğerek seccadeler üzerinde oturmak, düşünen bir kimse gibi başını koltuğuna almak, derinden nefes almak, konuşmakta sesini alçaltmak ve daha nice şemail ve heyetlerde onlara uymaktadırlarFakat bu şeyleri zoraki bir şekilde nefislerine tatbik edip doğru süfîlere kendilerini benzettikleri zaman, kendilerinin de o sûfîlerden olduklarını zannederlerHiçbir zaman nefislerini mücâhede, riyazet, kalbin murakabesi, bâtın ve zahiri gizli ve açık günahlardan temizlemek hususunda yormazlarOysa bütün bunlar tasavvuf konaklarının başlangıcıdırEğer bütün bu konakları geçmiş olsaydılar, yine de nefislerim o sadık sûfîler arasında saymaları caiz olmazdıNasıl nefislerini sûfilerden sayacaklar? Oysa tasavvufun kenarında bile gezmemişlerdirSûfîliğin hiçbir şeyini nefislerine tattırmamışlardırAksine harama, şüphelilere ve sultanların mallarına üşüşmektedirler! Bir ekmeğe, bir taneye bile imrenmektedirlerAz bir menfaat için bile birbirlerini kıskanırlarBazısı diğerinin namusunu herhangi bir hedefinde kendisine muhalefet ettiği takdirde, yırtıp pay u mal etmektedirBunların gururu zahirdir.

Misalleri, ihtiyar bir kadının misâline benzerBu ihtiyar kadıncağız, kahramanların ve yürekli muhariblerin isimlerinin padişahlık defterine yazıldığını ve onların her birine memleketin bir parçasının idaresinin verildiğini işitmiş, bu kocakarının nefsi de kendisine memleketin bir köşesinin verilmesine müştak olmuş, o da bir savaş elbisesi giymiş, başına bir miğfer koymuş, kahramanların nağmelerinden birkaç beyit öğrenmiş, o beyitleri onların şivesiyle söylemeye -nefsini zorlaya zorlaya- alışmış, o kahramanların savaş meydanında nasıl böbürlenerek gezdiklerini öğrenmiş, ellerini nasıl salladıklarını öğrenmiş, elbisede, konuşmada, hareket ve hareketsizlikte onların bütün hallerini- öğrenmiş, sonra ismini kahramanlar defterine geçirtmek için ordugâha yönelmiştirOrdugâha vardığı zaman, arz dîvanına (teftiş heyetine) gönderilmiş, başındaki miğferin, sırtındaki zırhın soyulması ve altına bakılması, bazı kahramanlarla mübareze etmek suretiyle imtihan edilmesi emredilmiştir ki böylece kahramanlıktaki derecesi ölçülmüş olsunMiğfer ve zırhtan soyunduğu zaman bir de ne görülsün? Zayıf ve ihtiyar bir kadın. . . Ne zırhı kaldırabilir, ne miğferi. . . Bu bakımdan o kadına denilmiş ki: 'Sen sultan ile istihza etmek, onun huzurundakileri hafife almak ve onlarla dalga geçmek için mi geldin! Bu acûzeyi tutun, filin önüne atınAkılsızlığından dolayı bu cezayı ona tatbik edin!' Zavallı kadında filin önüne atılır.

İşte yapmacık olarak sûfilik iddia edenlerin hâli de kıyâmette böyle olacaktırOnların maskeleri kaldırıldığında, yamalı elbiselere ve kisveye bakmayan, aksine sadece kalbin sırrına bakan en yüce hâkimin (Allah'ın) divanına arzolundukların da perişan olacaklardır!

Başka bir grup vardır ki bu gruptan daha fazla gurura kapıldılar; zira elbise ve kıt maişet hususunda ehl-i tasavvuf'a uymak bu gruba pek zor geldiOysa bunlar, sufi görünmek istedilerTasavvuf ehlinin kisvesiyle kisvelenmenin zorunlu olduğunu hissettiler.

Dolayısıyla, ipekliyi, ibrişimi terkettilerFakat güzel olan yamalı elbiseler, kıymetli fotalar, boyalı seccadeler edindilerKıymetçe ipekli ve ibrişimden daha üstün olan elbiseler giydilerOnlar sadece elbisenin yamalı olmasıyla, boyasıyla sûfi olacaklarını zannettilerGerçek mutasavvıfların devamlı elbiselerini yıkamakla uğraşmamak, kalp murakabesini tam yapmak için elbiselerini boyadıklarını zannettilerOysa sûfîlerin yamalı elbiseyi giymelerinin hikmeti; onların elbiselerinin fazla kullanılmaktan yırtılmış olmasıydıMecburen yamalı giyerlerBöylece yeni elbise giymeye ihtiyaç vâki olmazdı.

Kıymetli fotayı parça parça yapıp parçalarını (renkli iplikle) dikmeye gelince, bu onların âdetine nereden benziyor? Bu grubun ahmaklığı, ahmaklıkta bütün mağrurların ahmaklığından daha açıktır; zira bu mağrurlar, nefis ve kıymetli elbiseler giyer, lezzetli yemekler yer, en iyi şekilde yaşarlarSultanların mallarını yerlerZâhirde bile günahlardan sakınmazlarBâtında ise, hiç sakınmazlarBütün bunlara rağmen nefisleri için hayır umarlarBunların şerri halk tabakasına sirayet eden şerlerdendir; zira bunlara uyan helâk olurBunlara uymayanların ise, tasavvuf ehlinin tümü hakkında akideleri bozulur ve bütün tasavvuf ehlinin böyle olduğunu zannederlerDolayısıyla doğru olan mutasavvıflar hakkında da kötü dil kullanırlarBütün bunlar hakikî mutasavvıflardan olmayıp zâhirde kendini onlara benzetenlerin uğursuzluğundan ve şerrinden ileri gelir!

Başka bir grup da marifet ilmine, hakkın müşahedesine, makam ve hallerden geçtiğini, ayn-ı şuhud'da daim bir şekilde bulunduğunu, kurbete (yakınlığa) vâsıl olduğunu iddia ederOysa bunları ancak lâfızlarla ve isimlerle tanırlarÇünkü birkaç kelimeyi ezberlemiş, durmadan onları tekrar ederlerZannederler ki bu kelimeleri bilmek, başlangıcın ve sonun ilminden daha yücedirBu kimse, fakihlere, tefsir âlimlerine, muhaddislerin ve ulemanın diğer sınıflarına bile hakaret gözüyle bakarHalk tabakası nerede kaldı?! Hatta çiftçi çiftini, örücü örgü sanatını bırakır, belirli günlerde bu lafazanların arkasına takılırOnlardan o müzeyyef kelimeleri öğrenirSanki vahiyden konuşuyormuş gibi o kelimeleri tekrar edip dururSanki sırların sırrından haber veriyormuş gibi bir poza bürünürBununla bütün âbid ve âlimleri hakir görmeye başlarBu bakımdan âbidler hakkında 'Onlar, nefsini yoran işçilerdir'Alimler hakkında da 'Onlar Allah'tan haber vermekle hakikatten perdelenmişlerdir' derNefsi için de 'hakka vasıl olduğunu' iddia ederAllah'ın dergâhına yakın olanlardan bulunduğunu söylerOysa Allah katında münafık ve facirlerden, basiret sahiplerinin katında da ahmak ve cahillerdendirlerHiçbir ilme hakkıyla vakıf olmamış, hiçbir kötü huyunu temizlememiş, hiçbir amelini murakabe etmemiş, hevâ-i nefsine tâbi olmaktan, hezeyanları öğrenmekten başka hiçbir kalbî murakabede bulunmamıştır.

Başka bir grup ibâhîliğe (herşeyi helâl görmeye) düşmüş, şeriatın sergisini katlayıp toparlamış, ahkâmı tamamen bir kenara itmiş, helâl ve haramı aynı seviyede görmüşlerdirBunlardan bazısı 'Allah benim amelime muhtaç değildirO halde ben nefsimi neden yorayım' demektedir.

Bazısı da 'İnsanlar kalplerini şehvetlerden ve dünya sevgisinden temizlemekle mükellef kılınmışlardırOysa böyle yapmak muhaldirBu bakımdan insanlar (Allah tarafından) mümkün olmayan bir şeyle mükellef kılınmışlardırBu teklif ile ancak tecrübe sahibi olmayan bir kimse aldanabilirBiz ise denedik ve bunu yapmanın muhal olduğunu idrâk ettik!' derOysa bu ahmak bilmez ki insanlar, şehvet ve öfkeyi temelinden kalbinden söküp atmakla değil, ancak şehvet ve öfkenin maddesini sökmekle mükellef kılınmışlardırÖyle ki şehvet ve öfke, akıl ve şeriatın hükmüne râm olacak dereceye gelmelidir.

Bu ahmaklardan bazıları da şöyle der: 'Azalarla yapılan amellerin bir kıymeti yoktur! Önemli olan kalptirBizim kalplerimiz Allah sevgisiyle mest olmuşturAllah'ın marifetine varmıştırBiz dünyaya ancak bedenlerimizle dalıyoruzKalplerimiz ise rububiyet huzurunda durmakta. . . Bu bakımdan biz kalplerimizle değil, zâhirlerimizle şehvetlerimizle beraberiz'.

Bu zavallılar, halk derecesinden yükseldiklerini, nefsi, bedenî amellerle temizlemekten müstağni olduklarını, şehvetlerin kendilerini Allah'ın yolundan, kuvvetlerinden ötürü alıkoymadığını iddia ederlerDolayısıyla nafilelerinin derecesini, peygamberlerin derecesinden daha üstün görürler; zira peygamberleri (aleyhisselâm) bir tek hata bile Allah'ın yolundan geciktirirHatta onlar o hata için ağlar ve arka arkaya birkaç sene matem tutarlar.

Kendisini sûfîlere benzeten ibahiyeci (herşeyi helâl gören) lerin gurur sınıfları sayılamayacak kadar çokturO yanlışlık ve vesveselerle şeytan onları aldatırÇünkü onlar ilmi güzelce elde etmeden önce mücahedeye başlamışlardırÇünkü onlar dinde ve ilimde gelişmiş, önder olmaya elverişli olan bir mürşide uymamaktadırlarBunların sınıflarını saymak oldukça uzar.

Başka bir grup, bunların hududunu da aşmıştırAmellerden sakınmış, helâli aramış, kalbin teftişiyle meşgul olmuşturHatta bu gruptan biri zühd, tevekkül, rıza ve sevgi'den birçok makamlara vâsıl olduğunu iddia ederOysa bu makamların hakikatine, şartlarına, alâmetlerine ve âfetlerine vâkıf değildirBunlardan bazıları da Allah için vecde kapıldığını ve muhabbet sıfatına sahip olduğunu iddia ederİddia eder ki Allah ile mestolmuşturHalbuki Allah hususunda bid'at ve küfür olan bazı karartılar ve hayalleri tahayyül etmiştirDolayısıyla Allah'ı tanımadan önce Allah'ın muhabbetini iddia etmiştir. Sonra bu kimse Allah'ın hoşuna gitmeyen şeyleri yapmaktan, nefsinin hevasını Allah'ın emrine tercih etmekten, halktan utanarak bazı emirleri terketmekten vazgeçmezEğer tek başına bulunsaydı, Allah'tan utanarak o emirleri terketmezdiBütün bu yaptıklarının Allah sevgisine zıd düştüğünü bilmezdiBazıları da kanaat ve tevekküle, arada sırada meyleder, azıksızca çöllere dalar ki tevekkül davasını tasfiye etsin! Böyle yapmanın seleften ve sahabeden nakledilmemiş bir bid'at olduğunu bilmezOysa selef tevekkülü kendisinden daha iyi biliyorduOysa onlar tevekkülün ruhunu tehlikeye atmanın, azığı terketmek mânâsına geldiğini düşünmemişlerdir ve tevekkül kelimesinden bu mânâyı çıkarmamışlardırAksine onlar azığa değil, Allah'a tevekkül ettikleri halde azıklanırlardıBu zavallı ise, sebeplerden herhangi birine tevekkül ettiği ve güvendiği halde azığı çoğu zaman terkederKurtarıcı makamlarda gurur bulunmayan ve o gururla mağrur olmayan bir kavim yokturBiz âfetlerin giriş noktalarını kitabın Münciyat (Kurtarıcılar) bölümünde zikretmiştikBurada anlatılmasına gerek yoktur.

Diğer bir grup da gıda hususunda nefsini oldukça dara sokmuşturHatta gıdadan katıksız helâli talep etmiş, fakat kalbin bu tek hasletinin dışında azaların kontrolünü ihmal etmişlerdir!

Bunlardan bazıları vardır ki, yemeğinde, elbisesinde, meskeninde helâli ihmal etmiştirBunun dışındaki şeylere, derinliğine dalmaya başlamıştırMiskin bilmez ki sadece helâli talep etmekten ötürü, kul Allah'ın rızasına vasıl olamaz ve yine helâli talep etmeksizin diğer amellerden de Allah razı olmazAksine Allahü teâlâ ondan ancak bütün ibâdet ve günahları kontrol ettiği takdirde razı olurBu bakımdan bu işlerin bazısının kendisine kâfi geldiğini ve kendisini kurtardığını zanneden kimse aldanmıştır.

Diğer bir grup da güzel ahlâk, tevazu, müsamahakârlık iddia eder! Dolayısıyla sûfîlere hizmet etmeye koyulmuşlar, bir kavmi bir araya getirmiş ve onların hizmetiyle kendilerini mükellef kılmışlar, bunu da riyasetin ve mal toplamanın tuzağı yapmışlardırBu grubun gayesi tekebbürdürOysa gayelerinin şefkat etmek olduğunu söylerlerEsas gayeleri kendilerine tâbi olacak insanları toplamaktırOysa hedeflerinin hizmet ve başkalarına tâbi olmak olduğunu söylemektedirler. Sonra onlar haramdan ve şüphelilerden topluyorlar ve toplamış olduklarını halka yediriyorlar ki etbaları çoğalsın, hizmet ediyorlar ki isimleri yayılsın.

Bazıları da sultanların mallarını alır, sûfîlere infak ederBazıları bu malları hac yolunda sûfîlere infak etmek için alır ve gayesinin sevap veya infak olduğunu iddia ederBütün bu sınıfları bu yanlışlara sürükleyen sebep riyakârlık ve şöhrettirBunun böyle olduğunun alâmeti, zâhirde ve bâtında Allah'ın kendilerine emrettiği şeyleri ihmal etmeleri, haramı alıp infak etmeye rıza göstermeleridirHac yolunda hayır için haram yediren bir kimsenin misâli, Allah'ın mescidlerini tâmir edip insan pisliğiyle sıvayan bir kimseye benzerBu kimse de böyle yapmaktan gayesinin mescidleri tamir etmek olduğu iddia eder.

Başka bir grup da mücâhede, ahlâkları temizleme, nefsi ayıplarından arındırma ile meşgul olmuşlar ve bu hususlarda oldukça derine inmişlerdir, Bu bakımdan nefsin ayıplarını araştırmayı, hilelerini bilmeyi kendilerine ilim ve sanat edinmişlerdirBunlar, hallerinde nefsin ayıplarını araştırmakla meşguldürlerBu bakımdan derler ki 'Şu, nefis hakkında ayıptırBunun ayıp olduğunu bilmemek de ayıptırAyıp oluşuna iltifat etmek de ayıptır' ve böylece bu hususta, öğrenilmesinde vakitlerin zayi olması sözkonusu olan zincirleme kelimelerle âdeta sarhoş olmaktadırlarOysa hayatı boyunca ayıpları tedkik ve ilaçlarının ilmini yazmakla meşgul olan bir kimse, tıpkı haccın engellerini ve âfetlerini tedkik etmekle meşgul olan, haccm yoluna gitmeyen bir kimse gibidirBu kimsenin sadece tedkiki kendisine bir fayda sağlamaz.

Başka bir grup da bu mertebeyi geçmiş, yolun sulûküne başlamış, kendilerine mârifet kapıları açılmıştırOnlar mârifetin başlangıçlarından herhangi bir kokuyu kokladıkları zaman hayrete kapılıp bununla sevinirlerBu kokunun garabeti kendilerini şaşkınlığa sevkederKalplerini buna iltifat etmeye bağlarlarBu hususta düşünmek, bunun kapısının kendilerine nasıl açıldığını ve başkasına nasıl kapandığını araştırmakla uğraşırlarBütün bunlar gururdur; zira Allahü teâlâ'nın yolunun acaiplikleri sonsuzdurEğer her acaiplikle beraber durup onunla uğraşırsa adımları kısalır, maksada varmaktan mahrum olurBunun misâli, bir sultanı görmek isteyen, sultanın bahçesinin kapısında durup içinde rengarenk çiçekler bulunan bir bahçe gören ve bundan önce bu bahçenin benzerini görmeyen, dolayısıyla durup o bahçeyi hayran hayran seyreden, sultan ile görüşme vakti geçip gidinceye kadar sarhoş bir şekilde bahçeye bakan bir kimsenin misâli gibidir.

Başka bir grup da bunları dahi aşmışlardırAllah yolunda üzerlerine akan nûrlara ve kendileri için müyesser olan ilâhî atiyyelere iltifat etmemişler, bunlara sevinmenin hududuna bile yaklaşmamışlar, iltifat etmedikleri gibi, durmadan seyrine devam etmişler, sonunda bârigâh-ı izzete yaklaşmışlardırDolayısıyla Allahü teâlâ'nın yakınlığının hududuna varmışlardırBurada Allah'a vasıl olduklarını sanarak durmuşlar ve yanılmışlardır; zira Allahü teâlâ'nın nûrdan yapılmış yetmiş perdesi vardırSâlik yolda bulunan bu perdelerin birisine vardığı zaman Allah'a vardığını sanarHazret-i İbrahim'in sözünde buna işaret vardır; zira Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'den haber vererek şöyle buyuruyor:

Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü'Bu muymuş benim rabbim?' dedi. (En'âm/76)

Buradaki yıldızdan parlayan cisim kastedilmiyor; zira Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) yıldızların bir tane değil, çok olduğunu biliyorduCahiller bile yıldızların ilâh olmadığını bilmektedirlerBu bakımdan cahil köylüyü bile kandırmayan yıldız Hazret-i İbrahim'i nasıl kandırabilir? Yıldızdan murad, Allah'ın perdelerinden olan nurlardan bir nûrdurBu nûr, sâliklerin yolu üzerinde bulunurAllah'a varmak, bu perdelere varmakla ancak tasavvur edilebilirBu perdeler nûrdandırBazıları diğerinden daha büyüktürNûr vericilerin en küçüğü kevkeb denilen yıldızdırBu bakımdan nûr için kevkeb kelimesi kullanılmıştırNûrların en büyüğü güneştirAralarında ay mertebesi vardırBu bakımdan İbrahim (aleyhisselâm) göklerin melekûtunu (âlemini) basiretiyle gördüğü zaman Allahü teâlâ'nın buyurduğu şekilde oldu:

Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakîn sahibi olsun! (En'âm/75)

Hazret-i İbrahim, bir nûrdan diğer bir nûra varıyorVardığı nûrun öncesinde Allah'a vardığını tahayyül ediyor. Sonra kendisine bunun ötesinde bir emir olduğu keşfolunuyorBu bakımdan o emre yükselince 'ben vardım' diyorduKendisine onun ötesindeki keşfolunuyorBöylece ondan sonra ancak Allah'a vusul olan en yakın perdeye vâsıl oldu ve dedi ki: 'Bu en büyüğüdür' Vakta ki kendisine bunun büyüklüğüne rağmen noksanlıktan hali olmadığı, kemal zirvesinden düşeceği anlaşılınca dedi ki: 'Ben batanları sevmem! Şüphesiz ben hak dine (Tevhîde) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben ona ortak koşanlardan değilim'.

Bu yolun yolcusu bazen, bu perdelerin bazısının üzerinde durduğu zaman aldanırBazen birinci perde ile aldanırAllah ile kul arasındaki ilk perde, kulun nefsidir; zira nefis de rabbânî bir emirdirO da Allah'ın nûrlarından bir nûrdurNefisten maksadım, kalbin sırrıdırÖyle sır ki hakkın bütün hakîkati orada tecelli ederHatta o sır bütün âlemi kaplamaya ve bütün âlemin sureti orada tecelli etmeye yeterlidirBu anda nûru büyük bir şekilde parlarZira onda, bütün varlık olduğu gibi belirirO emrin başlangıcında bir pencere ile mahduddur ki o pencere onun için bir perde gibidirNe zaman ki onun nûru tecelli edip, Allah'ın nûru onun üzerine doğar, kalbin güzelliği keşfolunursa o zaman kalp sahibi kalbe iltifat ederOnun üstün cemalinden, aklını başından alacak bir miktarını görürBazen de bu dehşet içerisinde dili sebkat ederek 'Ben Hakk'ım der.

Eğer bunun ötesi ona görünmezse, onunla aldanırOnun üzerinde durur ve helâk olurBirçok kişi, ilâhî huzurun nûrlarından küçücük bir kevkeb (yıldız) ile aldanırOysa daha güneşe değil de aya bile varmamıştırBu bakımdan bu kişi aklanmıştırBu makam, şaşırma ve karıştırma yeridir; zirâ bu makamda tecelli eden, kendisinde tecelli vâki olan yer ile karıştırılır! Nitekim aynada görülenin renginin, ayna ile karıştırıldığı gibi. . . Zannediliyor ki bu renk aynanın rengidir ve nitekim kadehte olanın, kadeh ile karıştırıldığı gibi. . . Bu hususta şöyle denilmiştir:

Kadeh inceldi! Şarab inceldiBirbirlerine benzediler; (ayırd etmek zorlaştı) .

Sanki şarab var! Kadeh yok! (veya sanki kadeh var, şarab yok!)

Hristiyanlar Hazret-i Îsa'ya bu gözle baktılarAllah'ın nûrunun onda parladığını gördülerDolayısıyla o hususta yanıldılarTıpkı bir yıldızı aynada veya suda görüp o yıldızın aynada veya suda olduğunu zanneden kimse gibi. . . Bu kimse yıldızı tutmak için elini yıldıza uzatırOysa aldanmıştır.

Allah'a giden yolun sulûkünde gururun çeşitleri ciltler dolusu ve sayılmayacak kadar çokturAncak mükâşefe ilimlerinin hepsini şerhettikten sonra sayılabilirBu ise söylenmesinde ruhsat olmayan kısımlardandırBizim zikrettiğimiz miktarı da terketmek, zikretmekten daha evlâdır; zira bu yolun yolcusu onu başkasından dinlemeye muhtaç değildirBu yola gitmeyene ise, dinlemek fayda vermezAksine çoğu zaman dinlemekle zarar görür; zira dinlemek, anlamadığı birşeyi dinlediği için onu dehşete sürüklerFakat onda bir fayda vardırO da kişinin içinde bulunduğu gururdan kişiyi kurtarmaktırHatta bazen, işin zan ve hayal ettiğinden daha büyük olduğunu kısa zihni, sınırlı hayali ve süslü cedeliyle tasdik ederYine Allah'ın velîleri tarafından haber verilen ve kendisinden hikâye edilen mükâşefelerle de tasdik edilirGururu büyüyen bir kimse, çoğu zaman şu anda dinlediğini yalanlamakta ısrar eder dururNitekim daha önce dinlediğini de yalanladığı gibi. . .

4. Servet sahipleri

Bunlardan mağrur olanlar pek çoktur. O gruplardan biri, cami, medrese, tekke ve köprülerin inşasına teşvik etmektedirler. Kısacası insanların gözüne çarpan şeyler yaparlar. Daima anılsınlar ve ölümden sonra eserleri kalsın diye kireçlerle isimlerini bu mâbedlerin kapılarına yazarlar. Onlar, böyle yapmakla mağfirete müstehak olacaklarını zannederler. Oysa burada iki yönden mağrur olmuşlardır:

Birinci Yön

Onlar bu mâbedleri zulümden, talandan, rüşvetten ve mahzurlu cihetlerden edinmiş oldukları mallardan bina etmektedirler. Bu bakımdan onlar ilk başta bu malın kazancında Allah'ın gazabına maruz kalmışlardır. Onun infak edilmesinde de Allah'ın kızgınlığına maruz kalırlar. Onlar için gereken, bu malı haramdan kazanmamak idi. Bu bakımdan onlar malın bu şekilde kazanılmasından dolayı Allah'a isyan etmişlerdir! Farz olan, onlar için tevbe edip Allah'a dönüş yapmaktır. Haramdan edindikleri malın bizzat kendisini vermekten âciz oldukları zaman bedelini esas sahiplerine geri vermek zorundadırlar. Eğer sahiplerini bulmaktan âciz iseler, varislerine vermek gerekir. Eğer varisi kalmamış ise, bu takdirde farz olan, o malı halkın maslahatlarının en önemlisine sarfetmektir. Bazen en mühimi, o malı (mâbedlere değil) memleketinin fakirlerine taksim etmek olduğu halde, halk bu hallerinden haberdar olmaz korkusuyla onu yapmamaktadırlar. Bu bakımdan kireç (ve taş)larla binaları inşa ederler. Bu binaları yapmaktan gayeleri riya ve halkın övgüsünü kazanmaktır. O binaların üzerinde yazılı bulunan isimlerini devam ettirmek için o binaların devamını istemektedirler. Yoksa bu hayrın devamı için değildir.

İkinci Yön

Onlar, kendilerinin ihlaslı olduklarını sanarlar. Binalara sarfetmiş oldukları paraları hayır için harcadıkları kanaatindedirler. Oysa onların herhangi birine ismi yazılmamak şartıyla herhangi bir yere bir dinar (altın) sarfetmesi teklif edilse, bu sarfiyat ona pek ağır gelir. Nefsi bunu yapmaya müsaade etmez. Oysa, Allah onun kalbine muttalidir. İster ismini yazsın, ister yazmasın! Eğer o, insanların teveccühünü değil de Allah'ın teveccühünü talep etseydi yapmış olduğu eserlerin üzerine isminin yazılmasına ihtiyaç duymazdı!

Diğer bir grup, çoğu zaman malı helâlden kazanıp, mescidlere sarfeder. Fakat bu da iki yönden mağrurdur:

Vecihlerin birincisi riya ve övgü peşinde koşmaktır. Çünkü çoğu zaman onun komşusu ve memleketlisi olan fakirler vardır. Onlara mal sarfetmek daha mühim ve daha üstün iken götürüp mescidlerin inşasına ve süslenmesine sarfeder. Mescidlere sarfetmek, halk arasında şöhret bulacağı için ona kolay gelir.

Vecihlerin ikincisi; malı mescidin boyasına, namaz kılanların kalplerini meşgul eden ve gözlerini kamaştıran nakışlarla tezyin edilmesine sarfetmektir. Oysa namazdan gaye, huşu ve kalp huzurudur. Oysa mescide nakış yapılması namaz kılanların kalplerini darmadağın eder. Böylece sevapları da yanar.Bütün bunun vebâli o nakışlara para sarfedenin boynunadır. O buna rağmen, yaptırmış olduğu nakışlarla mağrur olup bunu hayırlı zanneder. Allah'a yaklaştırıcı vesilelerden kabul eder. Oysa

Allah'ın gazabına müstehak olur. Buna rağmen, Allah'a itaat ettiğini ve emrini yerine getirdiğini sanır. Öyle sanır ama,Allah'ın kullarının kalplerini, mecsidde yapmış olduğu süsle altüst etmiştir. Mescidin bu şekilde süslendirilmesi, çoğu zaman namaz kılanları dünyanın çeşitli süslerine teşvik eder. Onlar evlerinde de böyle yapmak isterler. Bunun teminine çalışırlar. Böyle yapmalarının günahı bu temeli ilk kuranın boynunadır; zira cami, tevazu ve Allah ile (mânen) kalbin hazır bulunma yeridir ve onun için inşa edilmiştir.

Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: İki kişi bir camiye geldiler. Biri kapıda durdu ve şöyle dedi: 'Benim gibisi Allah'ın evine girmez!'

Nefsim mescide girmeye lâyık değildir. Onun sağında ve solunda duran iki melek onu, Allah katında sıddîk olarak kaydettiler.26

İşte bu şekilde mescidlerin tâzim edilmesi uygundur; (boyalarla, süslemek şekliyle değil). O da girmesiyle caminin kirleneceğini ve nefsinin bu şekilde camiye karşı bir cinayet işlemiş olduğunu düşünmek suretiyle camiyi tâzim etmesidir. Camiyi haramdan kazanılmış mal veya dünyanın süsleriyle süslemek ve Allah'a minnet ettiğini düşünmekle değil.

Havariler, Hazret-i Îsa'ya şöyle dediler: 'Şu mescide bak! Ne güzel!' Hazret-i Îsa 'Ey ümmetim, ey ümmetim! Size hakikati söylüyorum. Allahü teâlâ bu mescidi ehlinin günahlarından dolayı harab edecektir. Allah altın ve gümüşe, sizin hoşunuza giden bu taşların hiçbirine önem vermez. Allah'ın katında en sevimli şey salih kalplerdir. Allah onlarla yeryüzünü tamir eder. Onlar bozuk oldukları zaman da onlarla yeryüzünü tahrip eder'.

Ebu DerdâHazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Mescidlerinizi süslendirdiğiniz, mushaflarınızı tehziblendirdiğiniz zaman, helâk sizin için mukadderdir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine mescidini inşa etmek istediği zaman Cebrâîl (aleyhi's-selâm) ona gelerek dedi ki: 'Onu yedi zirâ yükseklikte yap! Onu süsletme ve nakışlı yapma!'27 Bu bakımdan bu kimsenin gururu, münkeri mâruf gördüğü ve bu görünüşe itimat ettiği yönden gelir.

Başka bir grup da mallarını fakir ve miskinlere sadaka vermek suretiyle infak ederler. Mahfelleri arayıp görünsün diye orada verirler. İyiliği ifşa edip iyilik yapana teşekkür eden fakiri arayıp bulurlar. Gizlice sadaka vermekten hoşlanmazlar. Fakirin almış olduğu sadakayı gizlemesini, kendilerine karşı işlenmiş bir cinayet ve küfran-i nimet sayarlar. Bu kimseler hac yolunda mal sarfetmeye de taraftardırlar. Zaman zaman hacca giderler. Çoğu zaman komşularını aç bırakırlar. Bu sırra binaen İbn Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Âhir zamanda, sebepsiz hac yapanlar çoğalacaktır. Onlar için hac seferleri kolaylaşacaktır. Rızıkları çoğalacaktır. Fakat hacdan mahrum ve sevapları kendilerinden alınmış olarak döneceklerdir! Onlar develerine biner uzun yolculuğa çıkarlar. Oysa komşusu yanı başında muhtaç bulunmakta ve ona elini uzatmamaktadır'.

Ebu Nasir et-Temmar28 şöyle anlatıyor: Bir kişi gelip Bişr el-Hâ'ye veda etti ve dedi ki:

-Ben hacca gitmeye azmettim. Bana birşey emret!

-Hac nafakası için ne kadar para hazırladın?

-İki bin dirhem!

-Haccınla neyi talep ediyorsun? Zâhidliği mi yoksa Kâbe'ye karşı iştiyâk mı veya Allah'ın rızasını istemeyi mi?

-Allah'ın rızasını istemeyi!

-Eğer evinde oturduğun halde Allah'ın rızasını kazanırsan, o iki bin dirhemi infak edip, Allah'ın rızasına varırsan, bunu yapar mısın?

-Evet!

-O halde git, bu parayı on şahsa ver: Borcunu vermeye çalışan borçluya, fakirlikten kurtulmak isteyen fakire, çoluk çocuk sahibi olup onları zengin etmeye çalışana, yetimi büyütene ve sevindirene ver; eğer kalbin o iki bin dirhemi bu saydıklarımdan birine vermeye razı ise ver. Zira bir müslümanın kalbine sevgi sokmak, üzüntülüyü üzüntüsünden, felâketzedeyi zararından, zayıfı zafiyetinden kurtarmak, farz hacdan sonra yüz nafile hactan daha üstündür. Kalk! Sana emrettiğimiz gibi o parayı infak et! Aksi takdirde kalbindekini bize söyle!

-Ey Ebu Nasr! Benim kalbimde sefere gitmek daha kuvvetlidir.

Bunun üzerine Bişr tebessüm ederek ona yöneldi ve 'Mal, ticaretin kirinden ve şüphelilerden derlendiği zaman, nefis ister ki onunla ihtiyacını görmüş olsun! Dolayısıyla nefis sözde salih ameller yaptığını sanır! Oysa Allahü teâlâ, muttakîlerin amelinden başkasını kabul etmemeye söz vermiştir' dedi.

Servet sahiplerinden diğer bir grup da servetle meşgul olmakta, malı korumakta ve cimrilikle onu ellerinde tutmaktadır. Sonra paraya bağlı bulunmayan, gündüz oruç tutmak, gece namaz kılmak ve Kur'ân hatmetmek gibi bedenî ibâdetlerle meşgul olmaktadırlar. Oysa bunlar aklanmışlardır. Çünkü helâk edici cimrilik bunların içlerini kemirmektedir. Bu bakımdan yaptıkları ameller, mal vermek suretiyle içinden cimriliğin kökünü kesmeye muhtaçtır. Oysa müstağni bulunduğu birtakım faziletleri talep etmekle meşguldür. Bu kimsenin misali, elbisesinin içerisine yılan girmiş, ölüme yaklaşmış, buna rağmen hâlâ safrasını teskin etmek için sekencebin ilacını pişirmekle meşgul olan bir kimseye benzer. Yılanın kendisini öldürdüğü kimse artık sekencebin'e nerede muhtaç olacaktır? Bu sırra binaen Bişr'e şöyle denildi: Talan zengin çok oruç tutar, çok namaz kılar!' Bişr 'Miskin herif! Kendisine yakışan halini bırakmış da başkasının haliyle hallenmiştir! Oysa bu zengine yakışan hal, açlara yemek yedirmek, fakirlere sadaka vermektir. Böyle yapması, nefsini aç bırakmaktan, mal toplayıp fakirlerden menetmekle beraber namaz kılmaktan daha üstündür!'

Başka bir grup daha vardır ki cimrilik onları kasıp kavurmakta, nefisleri sadece zekâtı edâ etmeye müsamaha göstermektedir. Sonra onlar malın çirkinini ve istenmeyenini, zekât olarak verirler. Zekâta müstehak olan fakirlerden de ancak kendilerine hizmet eden ve ihtiyaçlarına koşan veya gelecekte hizmetlerinde kullanabilecekleri fakirleri veya kendisinden herhangi bir hizmet bekledikleri kimseyi arayıp bulurlar veya öyle bir fakire verirler ki o fakire haşmetinden (sosyal mevkiinden) istifade edilir büyüklerden bir kimse yardım etmektedir. Bu fakire zekât vermekten gayesi, bu kimseye yardım eden o mevki sahibi kişinin yanında bir kıymet sağlamak ve dolayısıyla ona ihtiyaçlarını gördürmektir. Bütün bunlar, sahipleri mağrur olduğu için niyeti ifsad edici ve ameli yakıcıdırlar. Bu mağrur Allah'a itaat ettiğini zanneder. Oysa yalancıdır; zira Allah'ın ibâdetine karşılık, başkasından ücret beklemektedir. Bu kimse ve bunun benzerleri servet sahibi olup gurura kapılmışlardır. Bunlar sayılamayacak kadar çokturlar.

Biz bu kadarını gururun diğer cinslerine dikkati çekmek için zikrettik. Halk tabakasından, servet sahiplerinden ve fakirlerden diğer bir grup vardır. Zikir meclislerine gitmeleriyle mağrur olurlar. Zikir meclislerine gitmelerinin, kendilerine kâfi geldiğine inanırlar.

Bunu âdet edinmişlerdir. Zannederler ki amel etmeksizin, nasihat almaksızın sadece va'z dinlemekte bir ecir vardır. Bunlar aldanmış kimselerdir. Çünkü zikir meclisinin fazileti, hayra teşvik ettiğinden ötürüdür. Eğer orada bulunmak, insanın hayra karşı şevkini artırmazsa, orada hayır yoktur. Rağbet güzeldir. Çünkü insanı amel etmeye teşvik eder. Eğer rağbet amele teşvik etmek gücünden mahrum olursa, onda da hayır yoktur. Başkası için kastolunan birşey, insanı o şeye ulaştırmakta yetersiz olduğu zaman, onun kıymeti kalmaz. Bazen de vâizden, zikir meclisinde hazır bulunmanın ve ağlamanın faziletini işitir. Bununla da aldanır. Bazen kadınların rikkati (inceliği) gibi, bir rikkat kalbine girer, azmi ve kasdı olmaksızın ağlamaya başlar. Bazen korkutucu bir konuşma dinler. Ellerini iradesi dışında birbirine vurup 'Ey Selâm (Allah'ın bir ismi)! Bizi selamette bırak' veya 'Sübhanallah' demekten başka bir şey yapmaz ve zanneder ki böyle yapmakla hayrın tamamını işlemiştir. Oysa mağrurdur. Bunun misali, hasta bir kimsenin misaline benzer. İştah çekici ve lezzet verici yemekleri vasıflandıran bir acın misaline benziyor. Bu aç, yemeklerin vasıflarını saydıktan sonra yemeden giderse, böyle yapması ne hastanın hastalığından, ne de acın açlığından hiçbir şeyi gidermez. Sadece ibâdetlerin vasıflarını dinleyip amel etmezse bu Allah'ın azabından insanı kurtarmaz. Bu bakımdan dinlediğin va'z, senin fiillerini değiştirecek derecede sıfatlarından birini değiştirmezse Allah'a kuvvetli veya zayıf bir şekilde yönelmeni ve dünyadan sakınmanı temin etmezse, bu va'z senin aleyhinde bir delil olur. Sen bu va'zı kendin için kurtuluş vesilesi görürsen mağrursun demektir!

Eğer 'Senin zikretmiş olduğun gururun giriş noktaları hiç kimsenin elinden yakasını kurtaramadığı bir şeydir. Bundan sakınmak mümkün değildir. Senin söylediğin ümitsizliği gerektirir; zira beşerden hiç kimse bu âfetlerin gizlilerinden sakınamaz' dersen, cevap olarak derim ki: 'İnsanın herhangi bir şey hakkında gayreti gevşediği zaman ümitsizliğini izhar eder. O işi oldukça büyütür. Onun yapılamayacağını düşünür. Hevasına kapıldığı zaman çeşitli hileler düşünür. Düşüncenin inceliğiyle yolların en gizlisini, hedefine varmak hususunda elde eder. Hatta insan kendisinden uzak bulunmasına rağmen fezada uçan kuşu indirmek istediği zaman, onu bile bir hileyle indirir. Denizin derinliğinden balık çıkarmak istediği zaman, herhangi bir hileyle çıkarabilir. Altın ve gümüşü dağların altından çıkarmayı istediği zaman herhangi bir yolla çıkarır. Çöllere ve sahralara dağılmış vahşî ve ürkek hayvanları avlamak istediği zaman avlayabilir. Yırtıcı hayvanları, fili ve hayvanların en büyüklerini teşhir etmek istediği zaman teşhir edebilir. Yılanları ve ejderhaları yakalayıp onlarla oynamak istediği zaman, onları elde edebilir ve onların karınlarından panzehir çıkarır.

Dutun yaprağından renkli ve nakışlı ipekli edinmek istediği zaman edinebilir. Yıldızların miktarlarını, uzunluk ve enini bilmek istediği zaman, hendesesinin inceliğiyle yeryüzünde olduğu halde onu elde eder.

Bütün bunları hileleri (ince sanatları) ve hazırladığı aletleriyle elde eder! Bu bakımdan atı binmek, köpeği avlamak, doğan kuşunu diğer kuşları tutmak ve ağı balık avlamak için hazırlamak, Âdem oğlunun ince hilelerindendir. Bütün bunları, gayreti dünya için olduğu ve bunlar da dünyası hususunda yardımcı bulunduğu için yapmıştır. Eğer âhiret işleri onu ilgilendirmiş olsaydı onun için bir tek meşguliyet vardı. O da kalbin düzeltilmesidir. Bu bakımdan İnsan oğlu kalbinin düzeltilmesinden mahrum olduğu için 'Bu muhaldir buna kimin gücü yeter?' der. Oysa bu hiç de muhal değildir. Evet, eğer hedefi sadece bu olduğu halde sabahlarsa, hiç de muhal değildir. Aksine durumu tıpkı şöyledir: 'Eğer hevâ-i nefse kapılırsan hileleri elde edersin'.

Bu öyle bir şeydir ki selef-i sâlihîn onu yapmaktan âciz olmamışlardır. Onların yolunu güzel bir şekilde takip edenler de bunu yapmaktan aciz olmamıştır. Bu bakımdan iradesi doğru ve himmeti kuvvetli bulunan kimse de bunu tahakkuk ettirmekten âciz değildir. Hatta bu hareketin tahakkuku halkın dünya hilelerini elde edip sebeplerini tanzim etmek için çekmiş olduğu yorgunluğun onda birine muhtaç değildir.

Soru: Gururun giriş noktalarını pek fazla zikrettikten sonra bu hususta işi pek yaklaştırdın. Bu bakımdan kul ne ile gururdan kurtulur?

Cevap: Kul gurur'dan üç şeyle kurtulur:

a .Akıl

b. İlim

c. Mârifet

İşte bunlar, her insan için gereken üç şeydir.

Akıl

Akıl insanda yaratılmış tabiî bir fıtrat ve aslı nur olan bir şeydir, insan onunla eşyanın hakikatini idrâk eder. Bu bakımdan seziş ve akıllılık fıtrattır. Ahmaklık ve geri zekalılık fıtrat değildir. Ahmak olan bir insan gururdan korunmaya muktedir değildir. Öyle ise aklın saflığı ve fehmin zekâsı elbette fıtratın aslında olması lâzımdır. Eğer İnsan oğlu, bu temel üzerinde yaratılmamış olsaydı, onu kazanması mümkün değildi. Evet! Aslı var olduğu zaman, çalışma ile onu takviye edip geliştirmek mümkündür. Bu bakımdan saadetlerin tümünün esası akıl ve riyasettir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Aklı, kulları arasında farklı farklı paylaştıran Allah, ortaklardan münezzeh ve düşmanlarının söylediklerinden uzaktır. Gerçekten iki kişinin amelleri, sevapları, oruç ve namazları eşit olur. Fakat tıpkı zerrelerin Uhud dağına nisbeten farklı oldukları gibi akılda farklıdırlar. Allahü teâlâ, mahlûkları için akıl ve yakînden daha üstün bir nasibi yaratmış değildir.29

Ebu Derdâ şöyle anlatır: Hazret-i Peygamber'e şöyle soruldu: 'Bir kişi gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Hacca gider, umre yapar, sadaka verir. Allah yolunda savaşır. Hastayı ziyaret, cenazeyi teşyi ve zayıfa yardım eder. Fakat kıyâmet gününde Allah katındaki derecesini bilmez mi?'. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

cevap olarak şöyle buyurmuştur:

O ancak aklı kadar mükâfatlandırılır.30

Enes der ki: Hazret-i Peygamber'in katında bir kişi övüldü. Ashâb da onun hakkında güzel şeyler söylediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: 'Onun aklı nasıldır?' dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz onun ibâdetinden, fazilet ve ahlâkından bahsediyoruz!' Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:

Ahmak bir insan, hamakatından ötürü, yalancının yalanından ötürü uğradığı felâketten daha büyük bir felâkete düçar olur! İnsanlar kıyâmet gününde ancak akılları nisbetinde (Allah'a) yaklaştırılırlar'.31

Ebu Derdâ (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in kulağına herhangi bir kişinin fazla ibâdet ettiği haberi geldiği zaman, onun aklını sorardı. Ashâb 'Onun aklı güzeldir' dedikleri takdirde şöyle derdi: 'Ben de onun hedefe yaracağını ümit ederim'. 'Aklı güzel değildir dediklerinde, Hazret-i Peygamber 'Hedefe ulaşacağını zannetmiyorum' derdi.

Bir ara, bir kişinin çok fazla ibâdet ettiği Hazret-i Peygambere bildirildi. Hazret-i Peygamber 'Onun aklı nasıldır?' dedi. Ashâb-ı kirâm 'Birşey değildir' dedi. Hazret-i Peygamber buyurdu ki:

Arkadaşınız zannettiğiniz mertebeye varamaz!32

Bu bakımdan sıhhatli zekâ ve akıl tabiatı Allahü teâlâ tarafından fıtratın esasında yaratılmış bir nimettir. Eğer hamakat-tan dolayı elden giderse artık onu telâfi etmeye imkân yoktur.

Mârifet

Mârifet'ten gaye, dört şeyi bilmektir; nefsini, rabbini, dünyasını ve âhiretini...

Nefsini, kulluk ve zilletle görevli bilmelidir. Âlemde garip olduğunu, bu hayvanî şehvetlerin yabancısı olduğunu bilmelidir. Tabiaten ona uygun olanın ancak Allah'ın marifeti olduğunu bilmelidir. Daha önce Allah'ın cemâline bakmalıdır. Kişinin nefsini bilmeden önce böyle düşünmesi ve rabbini tasavvur etmesi düşünülemez. Bu bakımdan bunu elde etmek için muhabbet bahsinde, Kalbin Acaiplikleri'ni izah ettiğimiz bölümde, Tefekkür, Şükür bölümlerinde söylediklerimizden yardım istemeli; zira oralarda nefsin vasfına, Allah'ın celâlinin vasfına işaretler vardır. Az da olsa onlarla uyanma hâsıl olur. Mârifetin kemâli onun ötesindedir. Çünkü bu, mükâşefe ilimlerindendir. Biz bu bölümde sadece muamele ilimlerinin sahasında çadırımızı kurduk.

Dünya ve âhiretin mârifetine gelince, bunu elde etmek için, Dünyanın Zemmi ve Ölüm'ün Zikri bahsinde söylediklerimizden yardım talep etmeli ki kendisine 'Dünyanın âhirete nisbeti yoktur' hakikati tebeyyün etsin! Bu bakımdan nefsini ve rabbini, dünyasını ve âhiretini tanıdığı zaman, Allah'ı tanımasından Allah'ın sevgisi, âhireti tanımasından âhirete şiddetle tâlip olması, dünyayı tanımasından dünyadan kaçınması fikri kalbine doğar.

İşlerin en mühimi, kendisini Allah'a ulaştıran ve âhirette kendisine fayda verenidir. Bu irade kalbine galebe çaldığı zaman, bütün işlerde niyeti dosdoğru olur. Yediğinde veya def-i hâcet ile meşgul olduğunda bundan gayesi âhiret yolculuğuna yardım etmek olur. Niyeti sıhhatli olur, kaynağı menfaat çekişmesi, dünyaya, mertebeye ve mala meyletmek olan her grup kendisinden uzaklaşır; zira bunlar, niyeti ifsad eden şeylerdir. Dünya bunun nezdinde âhiretten sevimli, nefsinin hevası Allah'ın rızasından daha sevimli oldukça, gururdan kurtulması mümkün değildir. Bu bakımdan Allah'ın ve nefsinin mârifetiyle, aklın kemâlinden doğan Allah sevgisi kalbine galebe çaldığı zaman, ilimden ibaret olan üçüncü bir vasıtaya muhtaç olur.

İlim

İlimden gaye, Allah'a giden yolun keyfiyetini bilmek ve kendisini Allah'a yaklaştıranı ve uzaklaştıranı tefrik etmektir. Yolun âfetlerini, aşılması zor olan engellerin ve tehlikelerini bilmektir. Bütün bunları eserimizin bahislerine dercetmiş bulunuyoruz. Bu bakımdan İbâdetler bölümünden ibâdetlerin şartlarını öğrenmeli, onları gözetmeli, âfetlerini bilmeli ve onlardan sakınmalıdır.

Âdetler bölümünde hayatın sırlarını ve mecbur olduğu şeyleri bilmeli, şeriat edebiyle onu edinmelidir. İhtiyacının olmadığı şeyleri bilmeli ve onlardan yüzçevirmelidir.

Mühlikât bölümünden, Allah yoluna mâni olan bütün engelleri öğrenmelidir; zira Allah'a gitmeye mâni olan, halkta bulunan kötü sıfatlardır. Bu bakımdan kişi kötü ve çirkin şeyleri öğrenmeli, onların tedavi yolunu da bilmelidir.

Münciyât bölümünden, kötü sıfatları sildikten sonra, o sıfatların yerine konması gereken güzel sıfatları öğrenmelidir.

Bu bakımdan bütün bunları kavradığı zaman bizim işaret ettiğimiz gururun çeşitlerinden sakınması mümkün olur. Bütün bunların temeli, Allah sevgisinin kalbe galebe çalması ve dünya sevgisinin kalpten çıkmasıdır ki dolayısıyla irade kuvvet bulsun, niyet sıhhatli olsun! Bu ise ancak zikerettiğimiz mârifet edinildikten sonra mümkündür.

Soru: Kişi, bütün bunları yaptığı zaman artık o kişi için hangi tehlikeden korkulur?

CevapŞeytanın onu aldatmasından korkulur. Onu halka nasihat yapmaya, ilim neşretmeye ve insanları Allah'ın dininden öğrendiği şeylere dâvet etmeye itelemesinden korkulur; zira hâlis olarak Allah'ı irâde eden kişi, nefsinin ve huylarının temizlenmesinden feragat ettiği zaman, bütün bulanıklıklarından tasfiye edilinceye ve dosdoğru yol üzerinde oluncaya kadar kalbini kontrol etmelidir. Dünya onun gözünde küçülmeli ve dünyayı terketmelidir. Halktan ümidi kesilmeli, artık halka iltifat etmemelidir. Bir hedefinden başka hedefi kalmamalıdır. O da Allahü teâlâ, Allah'ın zikri ve münacaatı ile zevklenme ve onun mülâkatına olan iştiyaktır.

Şeytan böyle bir kimseyi aldatmaktan artık aciz kalır; zira şeytan dünya cephesinden, nefsin şehvetleri cephesinden gelir. Bu kişi, ona itaat etmez. Din cihetinden gelir ve ona, halka merhamet, dinlerine şefkat ve kendilerine nasihat ve Allah'a daveti telkin eder. Kul, rahmet ile Allah'ın diğer kullarına bakar. Onları işlerinde mütehayyir, dinlerinde sarhoş, sağır ve kör görür. Bilmedikleri halde, hastalığın istilâsına uğradıklarını, doktoru kaybettiklerini ve helake yaklaştıklarını görür. Bu bakımdan onlara merhamet etmek kalbine galebe çalar. Oysa nezdinde de onları hidayete sevkedecek şeyin hakikî mârifeti, onlara dalâleti gösterecek ve onları saadete irşad edecek şeyin hakikî marifeti vardır. O yorulmaksızın, zahmet çekmeksizin, herhangi bir zorluğa girmeksizin onu söyleyebilir. Bu bakımdan bu kimsenin misâli; kendisinde büyük bir hastalık, elemine güç ve tâkat getiremeyecek bir illet bulunan bir kimse gibidir. Bu kimse, o hastalığından ötürü bütün gece uykusuz ve bütün gün kıvranmaktadır. Yemez, içmez, kıpırdamaz, elemin şiddetinden ötürü tasarruf edemez.Bu bakımdan bu kimse kendisi için parasız pulsuz, zahmetsiz, yutulması kolay ve alınmasında herhangi bir acılık bulunmayan bir deva görür. Onu kullanır, iyileşir ve sıhhate kavuşur. Uzun zaman uykusuz kaldıktan sonra, uyuması gayet düzelir. Şiddetli kıvranmaktan sonra sükûnete kavuşur. Bulanıklığın katmerlisinden sonra, yaşantısı durulur, temizlenir. Hastalığın uzunluğundan sonra sıhhatin zevkine kavuşur. Bunlardan sonra müslümanlardan birçok kimselere bakar bir de ne görsün: Aynı illet onlarda da vardır. Onların da uykusuzlukları oldukça uzamış, ızdırapları şiddetlendikçe şiddetlenmiş, âh'u vahları göklere kadar yükselmiştir. Bu durumda iken, bunların ilacının bildiği ilaç olduğunu hatırlar. Onların şifa bulmasına en kolay ve en kısa zamanda yardım edebileceğini düşünür. Bu bakımdan merhamet ve şefkati tutar. Onları tedavi etmekten geri kalmaya nefsi bir türlü râzı olmaz. İşte Allah yoluna hidayet olunduktan sonra, ihlaslı bir kulun durumu da aynen böyledir. Bu kul, kalbin hastalıklarından şifa bulduktan sonra, halkı görür ki kalpleri hasta, hastalıkları oldukça ilerlemiş, helâk olmaları yaklaşmış, şifaya kavuşturulmaları gerekir... Onları tedavi etmek de kendisine pek kolay gelir.

Bu bakımdan nefsinin derininde kesin bir azim kabarır ve onlarla meşgul olur. Şeytan da onu -herhangi bir fitne fırsatını elde etmek ümidiyle- buna teşvik eder. Bununla meşgul olunca, şeytan fitnenin fırsatını bulur. Onu riyaset sevdasına davet eder. Hem de müridin sezmediği ve karıncanın izinden daha gizli bir dâvetle dâvet eder. Bu gizli dâvet onun kalbinde kesilmeden devam eder. Hatta şeytan onu tasannû yapmaya, halka kendisini lâfızlar, nağmeler ve hareketlerin güzelleştirilmesiyle süslü göstermeye, elbisesinde, görünüşünde tasannû yapmaya dâvet eder. Dolayısıyla halk ona yönelip onu büyütürler.'Tâzim ve tebcil ederler. Şifa verici olduğunu gördüklerinden dolayı padişahların tâziminden daha büyük bir tâzim onun huzurunda eğilirler. Çünkü o, katıksız şefkat ve merhametten dolayı herhangi bir tamahı olmaksızın, onların hastalıklarını şifaya kavuşturmuştur. O halkın yanında onların ecdatlarından, annelerinden ve akrabalarından daha sevimli olur. Onu bedenleriyle, mallarıyla herşeye tercih ederler. Köle ve hizmetçiler gibi, onun kulu kölesi kesilirler. Mahfellerde ona hizmet edip öne geçirirler. Onu sultanların üzerine hâkim kılarlar. İşte bu anda tabiat gevşer, nefis rahatlar. Öyle bir zevk tadar ki, hem de çok büyük bir zevk! Dünyadan öyle bir şehvet elde eder ki o şehvete nisbeten diğer şehvetlerin hepsi hakir kabul edilir. Bu kişi dünyayı terketmişken dünyanın en büyük zevklerine dalar. İşte bu anda şeytan fırsatı elde eder. Onun kalbine elini uzatır. Bu bakımdan şeytan o zevkleri koruyup devam ettiren herşeyde onu kullanmaya başlar.

Tabiatın gevşemesinin ve nefsin şeytana meyletmesinin alâmeti şudur: Eğer kişi yanılır ve halk huzurunda yanıldığı yüzüne vurulursa öfkelenir. Öfkelendiği için nefsini kınarsa şeytan derhal yanına sokulup 'Senin bu kızman Allah içindir. Çünkü müridlerinin senin hakkında inançları güzel olmadığı zaman, müridler Allah'ın yolundan ayrılırlar' hayalini verir. Dolayısıyla o da gurura kapılmış olur. Bazı kere de kendisine karşı yapılan itiraz, itirazcının aleyhinde konuşmasına yol açar. Bu bakımdan helâli terkettikten sonra gıybetin mahzuruna girmiş olur. Hakkı kabul etmekten uzak durmak ve hakka karşı şükretmeyi nefsine ağır görmekten ibaret olan kibre -tehlikelerin ihtimallerinden kaçtıktan sonra- yeniden düşer.

Sesli güldüğü veya bazı virdlerinden gevşediği zaman, nefsi 'Başkası benim böyle yaptığıma muttali olacak ve halk nezdindeki mertebem düşecektir' diye korkarak vaveylâ koparır. Bu bakımdan derhal bunun arkasından mağfiret talebinde bulunur. Yapmacık bir şekilde derin derin iç çeker. Bazı kere de bunun için amel ve virdlerini fazlasıyla yapar. Şeytan ona şu hayali verir: 'Sen bunu halkın gayreti gevşemesin, senin bırakmanla Allah'ın yolunu bırakmasınlar diye yapıyorsun'.

Oysa bu, şeytanın bir hilesi ve aldatmasıdır. Aksine nefsin feryad koparması, riyasetin elden gideceği korkusundandır. İşte bundan dolayıdır ki onun emsallerinden birisinin böyle bir kusuruna halk muttali olursa, nefis feryat etmez. Aksine çoğu zaman buna sevinip keyiflenir. Eğer kalpler, emsallerinden birisine meyleder ve kendisinin konuşmasından daha fazla o arkadaşının konuşması tesir ederse, bu durum ona gayet ağır gelir. Eğer nefsin riyasetten zevk alması sözkonusu olmasaydı, böyle bir fırsatı ganimet sayardı; zira bu kimsenin misâli, arkadaşlarından bir cemaatin kuyuya düştüğünü ve kuyunun büyük bir taş ile kapanmış olduğunu gören bir kimse gibidir. Onlar, o taştan ötürü kuyudan çıkmaktan aciz kalırlar. Bu bakımdan kalbi arkadaşları için rikkate gelir. Kuyudan taşı, tek başına kaldırmaya gücü yetmez. Bu hususta kendisine yardım edip kaldırmayı kolaylaştırmak için veya tek başına o taşı kaldırıp atmak için, biri gelirse o adamın gelişi ile şüphesiz ki sevinci artar ve büyür. Çünkü gayesi; arkadaşlarını kuyudan kurtarmaktır. Eğer nasihatçının gayesi müslüman kardeşlerini ateşten kurtarmak olsa, bu hususta kendisine yardım eden veya bu vazifenin külfetini kendisinden tamamen kaldıran biri ortaya çıktığı zaman, müslümanların hidayeti için çalışan o kimseye kızar mıydı? İnsanların başkası sayesinde hidayet bulmaları ağır gelir miydi? (Elbette gelmemesi icabederdi). Bu bakımdan müslümanların başkasının eliyle hidayete geldikleri de ona ağır gelmemelidir. Böyle bir ağırlığı nefsinde gördüğünde, şeytan onu kalbin büyük günahlarını, azaların fâhiş hareketlerini yapmaya dâvet edip helâk eder! Bu bakımdan hidayetten sonra kalplerin dalâlete sapmasından, dosdoğru olduktan sonra nefsin sağa sola sapmasından Allah'a sığınırız.

Soru: O halde onun ne zaman insanlara nasihat etmekle meşgul olması doğru olur?

Cevap: Ancak Allah için onların hidayetlerini istemekten başka bir kastı olmadığı zaman meşgul olabilir. Öyle ki bu hususta kendisine yardım eden birinin bulunmasını veya insanların kendiliğinden hidayet bulmasını arzular, onların övgüsünü ve mallarını istemez. Onun nezdinde kendisini övmeleriyle kötülemeleri eşittir. Allahü teâlâ kendisini övdüğü zaman, onların kötülemesine aldırmaz. Allah'ın medhiyle beraber olmadığı takdirde onların medhine sevinmez. Büyük insanlara ve hayvanlara baktığı gibi onlara bakar. Efendilere baktığı gibi onlara bakması, onlara karşı gurur taslamadığı içindir. Sonucu bilmediğinden dolayı hepsini kendisinden daha hayırlı gördüğü için öyle bakar. Hayvanlara baktığı gibi onlara iltifat edip bakması ise, onların kalplerinde mertebe sahibi olmasını talep etmekten tamahını kestiği içindir. Çünkü hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmaz. Hayvanların takdirini kazanmak için süslenmez ve tasannû yapmaz. Koyun çobanının gayesi; koyunlarını otlatmak, kurtlardan korumaktır. Sürünün kendisine bakıp da kendisini beğenmesi, hiçbir zaman onun hedefi değildir. Bu bakımdan hayvanların kendisini nasıl gördüklerine aldırmadığı gibi, insanların da nasıl gördüklerine aldırmamalıdır. Eğer bunlara önem verip dikkate alırsa insanların ıslahıyle meşgul olduğunda felâketten selim kalamaz. Evet! Bazen onları ıslah eder. Fakat bu arada onların ıslahından ötürü nefsini ifsad eder. Bu bakımdan lamba gibi olur. Başkasına ışık verir. Haddi zatında kendisi yanar!

Soru: Vâizler ancak bu mertebeye vardıkları takdirde va'z ederlerse, o vakit dünya vâizsiz kalır, kalpler harap olur?

CevapHazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Dünya sevgisi her hatanın başıdır'.

Eğer insanlar dünyayı sevmemiş olsaydı muhakkak âlem helâk olup, maişetler iptal olurdu. Kalpler ve bedenler yok olup giderdi. Ancak Hazret-i Peygamber, dünya sevgisinin helâk edici olduğunu söylediği halde yine de bu söz birçok insanın kalbinden dünya sevgisini sökmez. Ancak terketmeleriyle dünyanın harap olmayacağı bir azınlığın kalbinden dünya sevgisini sökeceğini bildiği için nasihati terketmemiş, dünya sevgisindeki büyük tehlikeyi zikretmiştir. Terketmesinden korktuğu için, her hatanın başı olduğunu zikretmeyi terketmemiştir, Çünkü Allah tarafından kullarına musallat kılınan helâk edici şehvetlerin onları dünyaya daldıracağını bilmektedir. O şehvetler kullara musallat kılınmış ki Allah onlarla kulları cehenneme sevketsin.

Eğer dileseydik herkese (dünyada) hidayetini verirdik. Fakat benden 'Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmı ile tamamen dolduracağım!' sözü çıkmıştır. (Secde/13)

Böylece vâizler riyaset sevgisinden ötürü durmadan çalışacaklardır. 'Riyaset sevgisi için va'zetmek haramdır' diyenin sözüyle vaizliği terketmeyecektir. Nitekim halk tabakasının, içki içmeyi, zinayı, hırsızlığı, riyakârlığı, zulmü ve diğer günahları Allahü teâlâ'nın ve peygamberinin 'bunlar haramdır!' demesine rağmen bırakmadıkları gibi. . .

Bu bakımdan sen kendin için dikkatli ol! Halkın konuşmasından kalbini boşalt; zira Allahü teâlâ, bir veya birçok şahsın ifsadıyla (kurban olmasıyla) halkın çoğunu ıslah eder. 'Eğer Allah insanların bazısını bazısıyla defetmeseydi muhakkak yeryüzü fesada gidecekti'; 'Muhakkak Allah, şu dini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.33 Ancak nasihat almanın yolunun ifsadından korkulur. Arkalarında baş olma ve dünya sevgisi olduğu halde vâizlerin susup dilsiz kesilmesi asla söz konusu değildir.

Soru: Mürid, şeytanın hilesini öğrenmiş olur, nefsiyle meşgul olup nasihati terkederse veya doğruluk ve ihlâs şartını gözettiği halde nasihatta bulunursa, mürid için bu durumda hangi noktadan korkulabilir? Bundan sonra müridin önünde tehlikeler ve gurur tuzaklarından neler vardır?

Cevap: Müridin önünde en büyük tehlike, şeytanın ona 'Sen beni aciz bıraktın. Zekânla, aklının kemâliyle elimden kurtuldun. Ben velîlerden ve büyüklerden bir çoğuna güç yetirdim, sana bir türlü güç yetiremedim. Sen ne kadar da sabırlıymışsm. Allah katında senin kıymetin pek büyükmüş ki beni kahretmeye sana kuvvet verdi. Gururunun giriş noktalarını sezme imkânına seni sahip kıldı' demesidir. Bu bakımdan mürid de şeytanın bu sözüne kulak verir, onu tasdik eder, nefsini, gururdan kurtulduğu için beğenirse, müridin bu beğenmesi gururun katmerlisi olur. Bu beğenmek en büyük helak edicidir. Zira ucub her günahtan daha büyüktür. Bunun için şeytan dedi ki: 'Ey Âdem oğlu! İlminle benden kurtulduğunu zannettiğin zaman, cehaletinle benim tuzaklarıma düşmüş olursun!'

Soru: Eğer kişi, bu hünerin kendisinden değil Allah'tan olduğunu, kendisi gibi birinin şeytanı kovmasının ancak Allah'ın yardımıyla olabileceğini, nefsinin zafiyetini, herşeyden daha âciz olduğunu bildiği için nefsini beğenmezse böyle büyük bir işe güç yetirdiği zaman buna nefsiyle güç yetirmediğini, aksine Allah'ın yardımıyla güç yetirdiğini bilirse, ucb'u bu şekilde sildikten sonra onun nesinden korkulur?

Cevap: Allah'ın keremine güvenmesi ve azabından emin olması cihetinden gelen gururu kendisi için korku kaynağı olur. Hatta gelecekte de bu minval üzere kalacağını zanneder. Hallerde meydana gelen gevşeme ve değişmeden korkmaz. Bu bakımdan hali sadece Allah'ın kerem ve affına güvenmekten ibaret kalır. Bu güvenin beraberinde Allah'ın azabından korkma yoktur. Oysa Allah'ın azabından emin olan gerçekte zarar edenin ta kendisidir.

Bu kimsenin çıkar yolu; bütün bu yaptıklarını Allah'ın fazlından görmek, sonra dünya sevgisi, riya, kötü ahlâk, gâfil olduğu halde herhangi bir izzete iltifat etmek gibi kalp sıfatlarından birinin nefsinin yolunu kapatmasından korkmaktır. Her göç edip konakladığında halinin kendisinden alınmasından korkmalıdır. Allah'ın azabından emin olmamalıdır. Sonucun tehlikesinden gâfil bulunmamalıdır. Bu öyle bir tehlikedir ki ondan kurtuluş yoktur. Öyle bir korkudur ki ancak köprüyü geçtikten sonra ondan kurtuluş vardır. Bu sırra binaen şeytan ölüm ânında bir velî'ye göründüğü zaman, o zatın bir nefesi kaldığı halde şeytan ona: 'Ey filan! Benden kurtuldun!' der. O 'Hâlâ kurtulmuş değilim!' diye cevap verir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'İnsanların hepsi helâk olmuşlardır. Âlimler müstesna... Âlimlerin hepsi helâk olmuşlardır. Ancak amel edenler hariç... Amel edenlerin hepsi helâk olmuşlardır. Ancak ihlâs sahipleri hariç... İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler'!34

Bu bakımdan durum bu iken mağrur bir kimse helâk olmuştur. İhlâs sahibi olan ve gururdan kaçan bir kimse tehlike ile karşı karşıyadır. Bu sırra binaen korku ve sakınma hiçbir zaman Allah'ın velî kullarının kalplerinden ayrılmaz. Biz Allahü teâlâ'dan yardımını, tevfîkini ve akibetin güzelliğini talep ediyoruz. Çünkü işlerin hepsi sonuçlarına bağlıdır.

Kitabu Zemm'il-Gurur (Gurur'un Kötülenmesi) ve dolayısıyla Rub'ul-Mühlikât (3. cilt) bölümü sona ermiş bulunuyor. Bunu takiben Rub'ul-Münciyât (4. cilt) ve ilk bölümü olan Kitab'ut-Tevbe gelecektir.

Evvelde ve âhirde hamd Allah'a mahsustur. Allahü teâlâ, kendisinden sonra nebî gelmeyecek olan Hazret-i Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) rahmet deryasına gargetsin! Allah bana kâfidir. O ne güzel vekildir! Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş, ancak azîm ve yüce olan Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir!

Rub'ul-Mühlikât sona erdi.

(26) Bir nüshada da 'Aynı yerde Allah katında sıddîk olarak kaydedildi' şeklindedir.

(27) Irâkî rivâyeti bu şekilde görmediğini ifade etmektedir.

28)) Tam adı Abdulmelik b, Abdülâziz el-Kuşeyrî en-Nesâî'dir. Güvenilir ve âbid bir kişidir.

(29) Hakim-i Tirmizî, Nevadir

(30) Hatib, Tarih

(31Dâvud b. Mihber

(32) Hakim-i Tirmizî, Nevadir', İbn Adiyy

(33) Daha önce geçmişti.

(34) Ebu Muhammed Sehl b. Abdullah et-Tüsterî'den.