30 - GURURUN KÖTÜLÜĞÜ |
Giriş
Emirlerin hazineleri elinde bulunan, hayır ve şerlerin anahtarları kudretine bağlı bulunan Allah'a hamd olsun! O Allah ki dostlarını karanlıklardan nûra çıkarır. Düşmanlarını gururun felâketlerine daldırır. Salât ve selâm, mahlûkatı şek ve şüphe zulmetinden çıkaran efendimiz Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), Allah yolunda şeytanın aldatmasına kurban gitmeyen ve dünya ile aldanmayan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Zamanların akıp gitmesi, saatlerin ve ayların birbirini takib etmesi müddetince devam eden bir salât. . .
Saadetin anahtarı uyanıklık ve sezgidir. Şekavetin kaynağı gurur ve gaflettir. Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın kulları üzerinde îman ve marifetten daha büyük bir nimeti yoktur.
Basiretin nûruyla kalbin inşiraha kavuşmasından başka Allah'a ulaştıran bir vesile mevcut değildir. Küfür ve masiyetten daha büyük bir azap düşünülemez. Küfür ve masiyete, cehalet zulmetinden meydana gelen kalp körlüğünden başka çağırıcı yoktur. Bu bakımdan akıllıların ve basiret sahiplerinin kalpleri şöyledir:
Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba cam içindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. (Öyle mübarek bir ağaç) ki neredeyse, ateş dokunmasa da ışık verir. Işığı parıl parıldır. (Nûr/35)
Yahut (onların işleri) engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz) ki üstünü bir dalga örtüyor. Üstünden bir dalga daha. . . Onun üstünde de bir bulut. Birbirinin üstüne yığılmış karanlıklar. İçinde bulunan kimse elini çıkarsa nerdeyse onu dahi göremez. Allah bir kimseye nûr vermedikten sonra onun nûru olmaz! (Nûr/40)
Akıllılar o kimselerdir ki Allah onları hidayet etmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini İslâm'a ve hidayete açmıştır. Mağrurlar o kimselerdir ki Allah onları dalâlete götürmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini daracık yapmıştır. Sanki göğe çıkıyormuş gibi zorluk içerisindedirler. Mağrur o kimsedir ki basireti, nefsinin hidayetine kefil olmasın diye durulmamıştır. Körlük içerisinde kalmış, hevâ-i nefsini önder ve şeytanı rehber edinmiştir.
Kim bu dünyada kör ise o, âhirette de kördür ve yol bakımından daha sapıktır. (İsra/72)
Gurur'un bütün şekavetlerin, helâk edicilerin kaynağı olduğu bilindiği zaman, mutlaka onun giriş ve akış noktalarını ve kendisinde gurur'un meydana geldiği yerlerin tafsilâtını izah etmek gerekir ki onu bildikten sonra mürîd ondan sakınsın ve korunsun. Bu bakımdan muvaffak olanlar, âfetlerin ve fesadın giriş noktalarını tanıyan ve onlardan sakınan kimselerdir. Onlar ki azm ve basiret üzere işlerini bina etmişlerdir. Biz gururun akış merkezlerinin cinslerini, sâlihler, âlimler ve kadılardan mağrur olanların sınıflarını izaha çalışacağız. O mağrurlar ki zâhiri güzel, içi çirkin olan şeylerle aldanmışlardır. Biz bunlardan ötürü gurura kapılmalarının sebebine işaret edeceğiz; zira bu her ne kadar sayılmayacak kadar fazla ise de teker teker sayılmaya ihtiyaç bırakmayacak misallere dikkati çekmek mümkündür.
Mağrurların sınıfları çoktur. Fakat onları dört sınıfta toplamak mümkündür: Birinci sınıf âlimlerden, ikinci sınıf âbidlerden, üçüncü sınıf mutasavvıflardan ve dördüncü sınıf şehvet sahiplerindendir. Bu sınıfların herbirinden gurura kapılan birçok fırkalar vardır. Onların gurur cihetleri de değişiktir. Bu bakımdan onlardan kimi münkeri mâruf (kötüyü iyi) görür. Tıpkı haram maldan toplayıp süslenenler gibi. . . Onlardan diğer bir grup kendi nefsi için çaba sarfettiği şey ile Allah rızası için çaba sarfettiği şeyi ayırdedemez. Bu da gayesi, halkın nezdinde kabul edilip dünya mertebesine varmak olan vâiz gibidir. Onlardan diğer bir grup en mühim vazifeyi terkeder, başka işlerle meşgul olur. Diğer bir grup farzı terkeder, nafile ile meşgul olur. Onlardan diğer bir grup özü terkeder, kabukla meşgul olur. Tıpkı namaz hususunda hedefi, harflerin mahreclerini tashih etmek olan kurrâ (Kur'ân okuyucusu) gibi. . . Bu giriş noktalarından başka birçok noktalar vardır ki bu noktalar ancak mağrurların sınıflarını açıklamak ve misaller vermek suretiyle vuzuha kavuşurlar. Öyleyse biz önce âlimlerin gururunu belirtmekle işe başlayalım. Fakat bunu gururun zemmini, hakikatini ve tarifini beyan ettikten sonra zikredeceğiz.
30-1
Gurur'un Zemm, Hakikati ve Misalleri
Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldatmasın (Lokmân/33)
O gün. münafık erkeklerle münafık kadınlar, îman edenlere derler ki: 'Bize bakın da sizin nûrunuzdan yararlanalım'. Onlara 'Arkanıza (dünyaya) dönün de nur arayın!' denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki onun içinde rahmet vardır. Dış yönünde de azap! (Münafıklar) Mü'minlere şöyle bağırırlar: 'Bizler sizinle beraber değil miydik?' Mü'minler 'Evet ama siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, beklediniz, şüphelendiniz ve uzun ömür hülyası size aldattı. Allah'ın emri gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz) , o çok aldatıcı (şeytan) , sizi Allah (ın affı) ile aldattı'. derler. (Hadîd/13-14)
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Akıllıların uykuları ve iftarları ne güzeldir! Onlar ahmakların uykusuzluğuna ve çabasına nasıl olurda gıbta ederler? Oysa takva ve yakîn sahibinin zerre kadar (ameli) yer dolusu mağrur kimselerin amelinden daha üstündür. 1
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonrası için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki hevâsının peşine takılmış, (ameli olmaksızın) Allah'ın affından büyük dereceler arzular, temenni eder!
İlmin fazileti ve cehaletin zemini hakkında vârid olan bütün hükümler, gururun kötülüğü için de delildirler. Çünkü gurur, cehalet türlerinin bir kısmından ibarettir; zira cehalet, birşeyi olduğunun hilafına görmektir. Gurur cehalettir. Ancak her cehalet gurur değildir. Aksine gurur, hakkında gurura kapılan özel birşey ile gururlanan kişiyi mağrur kılan birşeyi gerektirir. Bu bakımdan inanılan meçhul şey, hevâ-i nefse uygun birşey, cehaleti gerektiren sebep de şüphe ve fâsid bir hayal ise, kişi o şüpheyi delil olmadığı halde delil sanıyorsa, bununla meydana gelen gurura cehalet ismi verilir. Bu bakımdan gurur, nefsin hevasına uygun düşüp tabiatın meylettiği şeye denir. Bu da şeytandan gelen bir şüphe ve kandırmadan doğup meydana gelir. O halde kendisinin iyi olduğuna inanan bir kimse, ya hâli hâzırda veya gelecekteki bir fâsid şüpheden öyle sanıyorsa mağrurdur ve aldanmıştır. İnsanların çoğu nefisleri hakkında iyi şeyler düşünürler. Oysa yanılıyorlar. O hakle insanların çoğu mağrurdurlar. Her ne kadar gururlarının dereceleri değişik ise de. . . Hatta bazılarının gururu diğerinin gururundan daha şiddetli ve daha açıktır. O gururların en belirgini ve en şiddetlisi kâfirlerin, âsilerin ve fasıkların gururudur. Bu nedenle biz bu gurura, gururun hakikatini belirtmek için misaller getirelim.
I. Misal
Birinci misal kâfirlerin gururudur. Kâfirlerin bir kısmı vardır ki dünya hayatı onu aldatmıştır. Diğer bir kısmı da vardır ki şeytan onu Allah hakkında aldatmıştır. Dünya hayatı kendilerini aldatanlara gelince, onlar şöyle diyenlerdir: "Hazır, borçtan daha hayırlıdır. Öyle ise dünya hazır, âhiret borçtur. O halde dünya âhiretten daha hayırlıdır. Bu bakımdan onu âhirete tercih etmek gerekir'. Yine der ki: 'Yakîn, şekten daha hayırlıdır. Dünyanın lezzetleri yakînî, âhiretin lezzetleri şüphelidir. Bu bakımdan biz yakîni, şüpheli için bırakmayız'. Bunlar fâsid kıyaslardır. İblis'in kıyasına benzer.
Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın. (Sâd/76)
Bu mağrurlara şu âyet-i celîlede de işaret vardır:
İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez. (Bakara/86)
Bu gururun tedavisi, ya îman tasdikiyle veya burhan ile olur. Mücerred îman tasdikine gelince, Allahü teâlâ'yı şu gelecek ayetlerinde tasdik etmek demektir:
Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. Allah katındaki rahmet hazineleri ise bâkîdir. (Nahl/96)
Allah katında olan daha hayırlıdır. (Kasas/60)
Âhiret daha hayırlı ve daha bâkîdir. (Alâ/17)
Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir. (Âl-i İmrân/185)
Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın! (Lokmân/33)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu kâfirlerden birçok kişiye söyledi. Onlar Hazret-i Peygamber'i tasdîk ettiler, ona îman ettiler ve ondan delil istemediler. Onlardan biri 'Allah mı seni peygamber olarak gönderdi?' derdi. Hazret-i Peygamber 'evet' deyince, o da tasdik ederdi. Bu îman, halkın imanıdır. Bu îman, insanı gururdan çıkarır. Böyle bir kimsenin îmanı, babanın çocuğuna 'Mektebe gitmek, oyun yerine gitmekten daha hayırlıdır' demesi ve neden daha hayırlı olduğunu bilmemesi gibidir. Beyan ve burhanla olan mârifete gelince, kişi, şeytan tarafından, kalbine atılan yukarıdaki kıyasın fâsidliğini bilmelidir. Çünkü her mağrurun gururu için bir sebep lâzımdır. O sebep de delildir. Her delil kıyasın bir türüdür ve nefiste tasavvur olunur. O delile güvenmek hâdisesi meydana gelir. Her ne kadar sahibi bunu sezmese ve âlimlerin lâfızlarıyla söylemeye gücü yetmese de böyledir.
İnsanın kalbine şeytan tarafından atılan kıyasın iki temeli vardır. O temellerden birincisi "Dünya peşindir, âhiret ise borçtur!' hükmüdür. Bu hüküm doğrudur. İkinci temel, şeytanın şu sözüdür: 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır'. İşte bu hüküm şaşırtma yeridir. Durum hiç de şeytanın dediği gibi değildir. Peşin, miktar ve maksudunda borç gibi ise, borçtan daha hayırlı olur. Zira mağrur kâfir, ticareti hususunda gelecek on dirhemi elde etmek için peşin bir dirhemi verir ve bunu yaparken hiç de 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır' deyip de bu alış verişi terketmez. Bir de doktor, bir mağrur kâfiri meyve ve yemeklerden menederse, o derhal gelecek hastalığın korkusundan ötürü onları terkeder. İşte görüldüğü gibi, bu kâfir peşini terkedip borca razı olur. Bütün tüccarlar da deniz seferi yaparlar. Seferlerde peşin olarak yorulurlar. Bütün bunu borç olan bir kâr ve istirahat için yaparlar. Eğer gelecek olan on dirhem, hâli hâzırdaki bir dirhemden daha hayırlı ise, o vakit dünya lezzetini, müddeti bakımından âhiret müddetine kıyas et. Çünkü İnsan oğlunun en uzun ömrü yüz senedir. Bu ise âhiretin bir milyondan bir parçasının biride bir parçası bile olamaz.
Bu bakımdan âhirete îman eden bir kimse sanki bir milyonu elde etmek için biri terketmiş gibidir. Hatta haddi ve hesabı olmayanı elde etmek için az birşeyi terketmektedir. Eğer nevi bakımından bakarsa, dünya lezzetlerini bulanık ve sıkıntı ile karışık, âhiret lezzetlerini de berrak görecektir. Bu bakımdan şeytan 'Peşin, borçtan dahil hayırlıdır' kıyasında yanılmıştır.
Bu gururun menşei meşhur ve umumî bir lâfzın kabulüdür ki o lâfız mutlak olarak söylenilmiş fakat ondan özel bir mâna kastedilmiştir. İşte mağrur bir kimse o lâfzın özel mânâsından gâfil olmuştur. Çünkü 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır' diyen bir kimse, bu sözüyle peşin olanla miktarda eşit olan bir borçtan, peşin daha hayırlıdır' mânâsını kasdetmiştir. Her ne kadar bunu açıkça söylememiş ise de yine kasdı budur. İnsan oğlu bunu çözdüğü zaman şeytan, ikinci bir kıyasa atlar. O kıyas da şudur: 'Yakîn şüpheliden daha hayırlıdır. Âhiret ise şüphelidir!' Şeytanın bu kıyası, fesadlık yüzünden birinci kıyasından daha fazla çürüktür. Çünkü bu kıyasın iki temeli de bâtıldır; zira yakîn, ancak şeklin benzeri olduğu zaman şekten daha hayırlı olur. Aksi takdirde tüccar bir kimsenin yorulması yakîn, ilim rütbesine varacağı şüphelidir. Avcı bir kimsenin, av mahallinde gezeceği kesindir, avı elde etmesi şüphelidir. Böylece tedbir, ittifakla akıllıların âdetidir. İşte görüldüğü gibi bütün bu misallerde yakîn, şek için terkedilmiştir.
Fakat tüccar şöyle der: 'Eğer ben ticaret yapmazsam aç kalırım. Zararım oldukça büyür. Eğer ticaret yaparsam yoğunluğum az olur, kârım ise çok!' Böylece hasta bir kimse tiksindirici ve mide bulandırıcı ilaçları içer. Halbuki şifaya kavuşması şüpheli, ilacın acılığı ise kesindir.
Fakat hasta der ki: İlacın acılığının zararı, benim korktuğum hastalığa ve ölüm korkusuna nisbetle pek azdır'. İşte tıpkı bunun gibi âhiret hususunda şüphe eden bir kimseye de tedbir hükmüyle şöyle demek farzdır. Sabredeceğin günler azdır, en fazla ölüme kadardır. Bu ise âhirete nisbeten pek kısadır. Eğer âhiret hakkında denilen (hâşâ) yalan ise böyle yapmakla hayatın nimeti elinden kaçar. Oysa sen, ezelden beri şu ana kadar yoklukta bulunuyor ve nimetleniyordun. Sanki sen yokluktasın. Eğer âhiret hakkında denilen doğru ise -ki doğrudur- bu takdirde onu tasdik etmezsen ebediyyen ateşte kalırsın. Bu ise güç yetmez bir durumdur.
Bu sırra binaen Hazret-i Ali Allah'ı inkâr eden bazı mülhidlere şöyle demiştir: 'Eğer senin dediğin hak ise hem sen, hem de biz kurtuluruz. Eğer benim dediğim hak ise, o vakit bizler kurtuluruz, sen helâk olursun'. Hazret-i Ali, bu sözünü âhiret hakkında şüpheye düştüğünden dolayı söylememiştir. Fakat mülhidle, mülhidin aklına göre konuşmuştur ve mülhide, eğer âhiretin varlığı hakkında kesin bir imana sahip değilse aldandığını belirtmiştir.
İblis'in 'Âhiret şüphelidir!' şeklindeki sözüne gelince, bu sözü de yanlıştır. Aksine Mü'minlerin nezdinde âhiret kesin ve yakîndir. Mü'minin bu husustaki yakîne ulaşması için iki yol vardır.
Birinci Yol
Birincisi, peygamberleri ve âlimleri taklid ederek îman etmek ve tasdikde bulunmaktır. Bu da gururu ortadan kaldırır. Bu, halk tabakasının ve havassın da çoğunun yakîninin idrâk âletidir. Bunların durumu, hastalığının ilacını bilmeyen bir hastanın durumu gibidir. Oysa bütün doktorlar ve tıp sanatının ehli olanlar ittifakla o hastanın ilacı filan bitkidir demişlerdir. Durum böyle olunca hasta onlara güvenir. O ilacın hastalığı için faydalı olup-olmadığını tıbbî delillerle doğrulamaya çalışmaz. Eğer bu durumda köylünün veya ahmağın birisi çıkıp da onların tevatür ve hallerini, âdet bakımından kendisinden daha fazla, fazilet bakımından daha üstün olduklarını ve tıp ilmini ondan daha iyi bildiklerini bildiği halde yalanlarsa, hiç tıp ilmini bilmeyen bu kişi, tıbbı bilmediğinden ötürü onların sözleriyle kendisinin yalancı olduğunu, kendisinin sözüyle onların yalancı olmadığını bilir. İlminde herhangi bir sebebe aldanmaz. Eğer bu kişi sözüne itimad edip, doktorların sözünü terkederse mağrur bir ahmak olur. İşte aynen bunun gibi âhireti tasdîk eden ve âhiretten haber veren, takvanın, âhiretin saadetine ulaştıracak en faydalı deva olduğunu söyleyen kimselere bakan bir kimse onları, Allah'ın en seçkin kulları olarak, basiret bakımından rütbece en üstün, mârifet ve ilimce en ileri olarak görür. Onlar peygamberler, veliler, hukemâ ve âlimlerdir. Halk bütün sınıflarıyla bu hususta onlara tâbi olmuştur. Tembellerden bazıları bu tâbi olmada halktan ayrılmıştır. Bu ayrılan tembellere şehvet galebe çalmış, nefisleri zevklere meyletmiş, şehvetleri terketmek, cehennem ehlinden olduklarını itiraf etmek de onlara pek ağır gelmiştir. Dolayısıyla âhireti inkâr ve peygamberleri yalanlamışlardır. Nasıl ki çocuğun ve köylünün sözü, doktorların ittifakından ötürü kalpte meydana gelen itminanı ortadan kaldırmıyorsa, tıpkı bunun gibi şehvetlerin esiri olan bu ahmağın da sözü peygamberler, velîler ve âlimlerin sözlerinin doğruluğundan insanı şüpheye düşürmez. İmanın bu kadarı halk tabakasına kâfidir. Bu, kesin bir yakîndir. Şüphesiz ki insanı ibâdet yapmaya teşvik eder. Gurur bununla ortadan kalkar.
İkinci Yol
Bu yol, peygamberlere gönderilen vahiy ve velî kullara verilen ilhamdır. Sakın Hazret-i Peygamber'in âhiret işlerini ve dinî işleri bilmesinin Cebrâîl'den dinlemek ve onu taklid etmekle olduğunu sanmayalım! Senin mârifetin peygamberi taklid ettiğinden hasıl olmuşsa onu da öyle saymayalım ki senin mârifetinle Hazret-i Peygamber'in mârifeti arasındaki fark sadece taklid edilenin değişikliği olmasın; zira böyle olması pek uzak bir ihtimaldir. Çünkü taklid mârifet değildir. Taklid, sadece doğru bir itikaddır. Oysa peygamberler âriftirler (mukallid değildirler) , peygamberlerin mârifetinin mânâsı; onlara şeylerin hakikatinin olduğu gibi görünmesidir. Onlar bâtınî basiretle eşyanın hakikatini görmüşlerdir. Tıpkı senin zâhirî gözünle görmen gibi. . . Bu bakımdan peygamberler kulaktan duyarak veya taklid ederek değil, aksine müşahede ederek haber verirler. Onlara ruhun hakikati keşfolunur. Ruhun Allah'ın emrinden olduğu görünür.
Ruhun Allah'ın emrinden olmasından gaye, nehyin (yasağın) zıddı olan emir demek değildir. Çünkü nehyin (yasağın) zıddı olan emir konuşmaktan ibarettir. Ruh ise, konuşmak değildir. Buradaki emirden gaye şan da değildir ki bu takdirde ruhtan gaye; 'Allah'ın sadece mahlûkudur' densin. Çünkü sadece mahlûk olmak, bütün mahlûkatlar arasında umumî bir vasıftır. Âlem iki âlemdir:
1. Emir âlemi
2. Halk (yaratma) âlemi
Emir de, halk da Allah'ındır, Kemmiyet ve keyfiyet sahibi olan bedenler halk (yaratma) âlemindendirler; zira halk (yaratma) , dil ıstılâhında takdirden ibarettir. Kemiyetten, miktardan uzak olan da emir âlemindendir. Bu husus ruhun sırrıdır. Onu anlatmaya ruhsat yoktur. Çünkü ifşası -menedilen kaderin sırrı gibi- halkın çoğuna zarar verir. Bu bakımdan ruhun sırrını bilen bir kimse nefsini bilmiştir, kişi nefsini bildiği takdirde rabbini bilmiştir. Nefsini ve rabbini bildiği zaman, tabiatı ve fıtratıyla rabbanî bir emir olduğunu bilir. Cismanî âlemde gariptir. Cismanî âleme inişi zâtında olan tabiatının muktezası ve isteğiyle değildir. Aksine zatında garip, sonradan olan bir emirledir. O zatında garip ve sonradan olan emir ise, Hazret-i Âdem'in üzerinde vârid olmuştur. O masiyet (günah) diye tâbir olunur. Hazret-i Âdem'in zatının muktezası olarak ona en uygun oları cennetten Hazret-i Âdem'i çıkaran işte o günahtır. Çünkü cennet Allah'ın komşuluğudur. Ruh rabbânî bir emirdir. Allah'ın komşuluğuna meyletmesi, zâtî ve tabiî bir isteğidir. Ancak insanı tabiatının isteğinden uzaklaştıran, zâtına yabancı olan âlemin haricî sebepleridir. Dolayısıyla insan bu sebeplerin meydana geldiği zamanda nefsini ve rabbini unutur. Bunu yaptığı zaman da nefsine zulmetmiş olur; zira insana şöyle denilmiştir:
O kimseler gibi olmayın ki Allah'ı unutmuşlar, Allah da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır. (Haşr/19)
Yani bunlar, tabiatların muktezasından dışarı çıkmışlar, istihkakları zannedilenin hududlarını aşmışlardır. Nitekim (Arab dilinde fısk maddesi bunu iktiza eder. Çünkü) 'Yaş hurma kılıfından dışarı çıktığı zaman, yani fıtrî ve tabî ortamından fırladığı zaman 'Fesaketü'r-rutabetu an kumamiha' denir. Bu âriflerin, kokularını koklamaya can attıkları, eksiklerin de lâfızlarını dinlemekten bile tiksindikleri birtakım sırlara işarettir; zira pislik toplayan böcek, gülün kokusundan zarar gördüğü gibi, eksikler bu sırları belirten lâfızları dinlemekten bile zarar görürler. Güneşin yarasaların gözünü kamaştırdığı gibi eksiklerin zayıf gözleri de bu sırlarla kamaşır. Bu kapıyı açmak, kalbin melekût âlemine açılan ve adına 'ınârifet ve velayet' denilen, sahibine de Veli ve ârif adı verilen sırrındandır. Bu sırlar, peygamberlerin makamlarının başlangıcı, velî kulların da varacağı makamın sonuncusudur; zira velî kulların en son varacağı makam, peygamberlerin makamlarının ilkidir.
Biz matlub olan gayemize dönelim. Gaye şudur: Şeytanın 'âhiret şüphelidir' aldanışı, ya taklidî bir yakîn ile veya bâtın cihetinden müşahede ve basiret ile defedilir. Dilleri ve akideleriyle Mü'min olanlar, Allah'ın emirlerini zâyi ettikleri, salih amelleri bıraktıkları, şehvet ve günahları elbise gibi giydikleri zaman, onlar bu gururda kâfirlerin ortakları olurlar. Çünkü onlar dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmişlerdir.
Evet! Onların işi, kâfirlerin işinden daha hafiftir. Çünkü îmanın esası onları ebediyyen cezaya mahkûm olmaktan kurtarır. Onlar uzun zaman sonra da olsa ateşten çıkarlar. Fakat buna rağmen onlar da mağrur kimselerdendirler. Çünkü onlar âhiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu itiraf etmişlerdir. Fakat dünyaya meyledip onu tercih etmişlerdir. Sadece îman, kurtuluşa ermeye kâfi değildir.
Bununla beraber, şüphe yok ki ben tevbe eden, îman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)
Muhakkak ki iyilik yapanlara Allah'ın rahmeti pek yakındır. (Araf/56)
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İhsan, senin Allah'ı görür gibi Allah'a ibâdet etmendir,2 Allahü teâlâ şöyle buyurur:
Asr'a andolsun ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak îman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr Sûresi)
Allah'ın Kitabı'ndaki mağfiret va'di, îman ve sâlih amelin ikisine birden bağlıdır. Sadece imana bağlı değildir. Bu bakımdan dünyaya güvenen ve onunla sevinenler mağrurdur. Onun nimetlerine dalanlar, onu sevip dünyanın lezzetleri elden kaçacak diye ölümü hor görenlerin tümü mağrurdur. Fakat ölümden sonraki dehşetten dolayı ölümü hor görenler bu hükme dahil değildir. Bu misal, dünyaya aldanan kâfir ve müminlerin hepsine misaldir. Biz kâfirlerin ve âsîlerin Allah'ın affına aldanarak gurur göstermelerine iki misâl verelim:
Allah'ın affına aldanan kâfirlerin gururuna gelince, onun misâli bazılarının nefsinde ve dilleriyle şöyle demeleridir: 'Eğer Allah'ın insanları diriltip koyacak bir yeri olsa bile biz başkasından ona daha müstehakız. Herkesten daha fazla nasip sahibi ve herkesten daha mutlu durumdayız'. Nitekim Allahü teâlâ tartışan iki kişinin sözünü haber vererek şöyle buyurmuştur:
Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Böyle olmakla beraber eğer rabbime döndürülürsem muhakkak bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum. (Kehf/36)
Tefsirlerde nakledildiği gibi, bu iki kişinin durumu şudur: Bu ikisinin kâfir olanı bin dinara bir köşk bina etti. Bin dinara bir bahçe satın aldı. Bin dinarlık bir hizmetkâr edindi. Bin dinar mehir vererek evlendi. Bütün bu masrafları yaparken Mü'min ona şöyle dedi: 'Fânî olup harab olacak bir köşk satın aldın. Neden fânî olmayan cennet köşklerinden birini satın almadın? Harab olup yok olacak bir bahçe aldın. Neden cennette yok olmayacak bir bahçe satın almadın? Ölmeyecek elâ gözlü hurilerden bir kadın edinmedin?'
Bütün bu konuşmalardan sonra kâfir, Mü'minin sözünü reddederek şöyle dedi: 'Âhiret diye birşey yoktur. Bu hususta söylenenlerin hepsi yalandır. Eğer olsa bile muhakkak cennette bu dünyadakilerden daha hayırlısı bana verilir'. Allahü teâlâ, As b. Vail'in sözünü vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'Elbette bana mal ve evlat verilecek!' diyen adamı gördün mü? (Meryem/77)
O gaybe muttali mi oldu? Yoksa rahmanın huzurunda bir söz mü aldı? (Meryem/78)
Habbab b. Eret şöyle anlatır: "As b. Vail'den alacağım vardı. Gelip kendisinden alacağımı istedim. Bana alacağımı vermeyince, ona dedim ki: 'Onu âhirette alırım'. O cevap olarak bana 'Ben âhirete gittiğim zaman benim orada da malım ve evladım olacak! O maldan sana vereceğim' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ şu âyeti indirdi:
Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'elbette bana mal ve evlat verilecektir' diyen adamı gördün mü? (Meryem/77)
Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattırırsak 'Bu benim hakkım! Kıyâmetin kopacağını zannetmiyorum? Rabbime döndürülecek olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır' der. (Fussilet/50)
Bütün bunlar, Allah'ın rahmetine mağrur olmaktan doğan hallerdir. Bu gururun sebebi; İblis'in kıyaslarından bir kıyastır. Biz bu kıyasın şerrinden Allah'a sığınırız. Bu kıyas şöyledir: Onlar bir defasında Allah'ın dünyada kendilerine verdiği nimete bakarlar. Bunun üzerine, âhiret nimetini kıyas ederler. Başka bir zaman da azablarının gecikmesine bakarlar. Âhiret azabını, onun üzerine kıyas ederler.
Nefislerinde de 'Allah bizi söylediklerimizle azablandırsa ya!' diyorlar. Onlara cehennem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir. (Mücâdele/8)
Bazen de Mü'minlere bakarlar. Mü'minlerin fakirlerinin yırtık elbiselerine, tozlu topraklı başlarına bakarlar ve Mü'minlerle istihza ederler, onları hakir sayarak şöyle derler:
Allah'ın aramızdan kendilerine îman ihsan ettiği kimseler şunlar mı? (Enam/53)
Eğer o (peygamberin dini) hayır olsaydı bizden önce (fakirler ve bîçâreler) ona koşmazlardı. (Ahkaf/11)
Şeytanın onların kalbine attığı kıyasın tertibi şöyledir: Onlar derler ki: 'Allah dünya nimetiyle bize ihsan etmiştir. Her ihsan eden, ihsan edileni sever ve her seven gelecek zamanda da sevdiğini sever. Nitekim şair şöyle demiştir: 'Allah geçmişte ihsan etti. Gelecekte de ihsan edecektir!'
Müstakbeli (gelecek zamanı) mazi (geçmiş) zamanın üzerine kıyas etmek ancak ikram etmek ve sevmek vasıtasıyla olur; zira kişi der ki: 'Eğer ben Allah'ın katında ikrama ve sevgiye müstehak bir kimse olmasaydım Allah bana ikramda bulunmazdı'. Kişinin zihnini karıştıran şey 'Her iyilik yapanın iyilik yaptığını seveceği' düşüncesidir. Hayır! Aksine onun zihninin altında şu yatmaktadır: Allah'ın dünyada ona verilen nimetleri ihsandır! İşte görüldüğü gibi kişi, Allah'ın nimetine aldanmıştır; zira Allah katında kerîm olduğunu zannetmiştir. Hem de öyle bir delille ki o delil Allah'ın ona dünyada vermiş olduğu nimetlerin Allah'ın ihsanı olduğuna delâlet etmez. Aksine o delil, basiret sahiplerine göre, o dünya nimetlerine mazhar olan kişinin zelilliğine delâlet eder. Bunun misâli şudur: Kişinin iki küçük kölesi vardır. Birisinden nefret eder, öbürünü sever. Sevdiğini oynamaktan meneder. Mektebe gitmek mecburiyetinde bırakır. Mektebte alıkoyar ki edeb öğrensin. Onu, meyvelerden, kendisine zarar veren yemeklerden meneder. Ona fayda verecek ilaçları içirir.
Buğzettiği köleye gelince, o köle istediği gibi yaşasın, oynasın, mektebe gitmesin, iştahının çektiğini yesin diye onu başıboş bırakır. Bu başıboş bırakılan köle zanneder ki efendisinin katında sevimli ve şerefli bir kimsedir. Çünkü efendisi kendisine, şehvetlerini ve lezzetlerini temin imkânı vermiş, bütün gayelerinde kendisine yardımcı olmuştur. Onu menetmemiş, hürriyetini sınırlamamıştır.
Böyle düşünmek katıksız gururdur. İşte dünya nimeti ve lezzetleri de böyledir. Çünkü bu lezzetler helâk edici ve Allah'tan uzaklaştırıcıdırlar; zira Allahü teâlâ kulunu sevdiğinde, onu dünyadan korur. Nitekim herhangi birinizin hastasını sevdiğinde, o hastayı yemekten, içmekten koruduğu gibi. . . Nitekim Hazret-i Peygamber'den böyle vârid olmuştur. 3
Basiret sahipleri, dünya onlara yöneldiği zaman üzülürler ve şöyle derlerdi: 'Bir günah ki onun cezası acelece bize verildi'. Dünyanın kendilerine yönelişini, Allah'ın buğzetmesine ve ihmal etmesine alâmet olarak görürlerdi. Onlara fakirlik yönelip geldiği zaman şöyle derlerdi: 'Salih kulların alâmet-i fârikasına merhaba!' Mağrur bir kimse ise, dünya kendisine yöneldiği zaman zanneder ki bu yöneliş, onun Allah katındaki şerefidir. Dünya ondan uzaklaştığı zaman, zanneder ki bu uzaklık kendisi için düşüklük ve rezalettir.
Fakat insan böyledir; rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunur, ona nimet verirse 'Rabbim bana ikram etti' der. Ama rabbi onu imtihan edip de rızkını daraltırsa 'Rabbin beni zelil düşürdü' der. (Fecr/15-16)
Allahü teâlâ, onun bu sözünü reddetmiştir. Yani durum onun dediği gibi değildir. Bu malın verilişi veya alınışı, ancak bir denemedir. Biz denemenin ve belânın şerrinden Allah'a sığınırız. Allahü teâlâ'dan bizi imanda sabit kılmasını dileriz. İşte bunun gurur olduğunu Allahü teâlâ beyan etmiştir.
Hasan-ı Basrî der ki: Allahü teâlâ, ayette bahsi geçen iki kısmı da 'hayır' demek suretiyle yalanladı. Allahü teâlâ şöyle der: 'ınal vermek benim ikramım, mal almak da benim rezil etmem değildir. Aksine ibâdetimle -ister zengin ister fakir olsun- şereflendirdiğim kimse kerîmdir. Rezil o kimsedir ki -ister fakir olsun, ister zengin-onu bana karşı işlenen günahlarla rezil etmişimdir,
Bu gururun tedavisi, şeref ve rezaletin delillerini bilmektir. Bu deliller ya basiretle veya taklidle bilinir. Basiretle bilmeye gelince, dünya şehvetlerine iltifat etmenin Allah'tan uzaklaştırdığını, dünya şehvetlerinden uzak olmanın Allah'a yaklaştırıcı olduğunu bilmesidir. Bu da ârifler ve velîler mertebelerinde ilhamla idrâk olunur. Bunun izahı mükâşefe ilminin içindedir. Muamele ilminde bahsedilmesi uygun değildir. O delillerin taklid ve tasdik yoluyla bilinmesine gelince, o bilgi şudur: Allah'ın Kitabı'na îman ve O'nun Rasûlü'nü tasdik etmektir.
Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır farkında değiller. (Mü'minûn/55-56)
Biz onları bilmeyecekleri yönden, derece derece azaba yaklaştırırız. (Kalem/44)
Kendilerine, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenle ferahlandıkları sırada onları ansızın yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler. (En'âm/44)
'Biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız' ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: 'Onlar ne zaman bir günah işlerlerse, biz de onlara istidrac yönünden bir nimet icad ederiz ki gururları gittikçe artsın!'
Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. Hem onlara, hor ve hakir bırakan bir azap vardır. (Âl-i İmrân/178)
Allah'ın Kitabı'nda ve Hazret-i Peygamber'in Sünneti'nde bu hususta daha nice misaller vârid olmuştur. Bu bakımdan ona îman eden bir kimse bu gururdan kurtulur. Çünkü bu gururun menşei Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bilmemektir; zira Allah'ı bilen bir insan Allah'ın azabından emin olmaz. Bu fasid hayallere kapılarak aldanmaz. Firavn, Hâman, Karun ve yeryüzünün padişahlarının durumunu tedkik eder, onların başından geçen hâdiseleri düşünür. Allah başlangıçta onlara nasıl nimet vermiş, sonra onları nasıl helâk etmiş, tüm bunları tedkik eder.
Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun? (Meryem/98)
Allahü teâlâ onları mekrinden (azabından) ve istidracından sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Ancak hüsrana düşen kimseler emîn olurlar. (A'raf/99)
Onlar hileye saptılar. Allah da ona karşılık verdi. Allah fenalığa karşı ceza verenlerin en kuvvetlisidir. (Âl-i İmrân/54)
Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum. Hele sen o kâfirlere mühlet ver, onları biraz bırak! (Tarık/15-17)
Başıboş bırakılmış bir kölenin, efendisinin kendisini başıboş bırakmasıyla ve çeşitli nimetlere dalmasına müsade etmesiyle, efendisinin kendisini sevdiğine delil getirmesi caiz değildir, aksine efendisinin ceza vermesinden korkması uygundur. Oysa efendisi 'Benim kızgınlığımdan kork' diye birşey de söylememiştir. Tıpkı bunun gibi kullarını istidracından sakındıran Allah'ın mekrinden emin olan bir kimse aldanmıştır. Bu aldanışın menşei, o kişinin Allah'ın dünya nimetlerini kendisine vermesini Allah katında şerefli olduğuna delil getirmesidir. Oysa bu nimetlerin verilmesi zelilliğin delili olabilir. Fakat bu ihtimal kişinin hevâ-i nefsine uymadığı için, şeytan hevâ-i nefis vasıtasıyla onun kalbini hevâ-i nefse uygun olan ihtimale doğru kaydırır. O da bu nimetin verilmesiyle Allah katında şerefli olduğunu düşünür. İşte bu, gururun tarifidir.
İkinci Misal
İkinci misal, Mü'minlerin günahkârlarının 'Allah kerîmdir, biz O'nun affını ümit ederiz' demekle aldanmalarıdır. Buna güvenip amelleri ihmal etmeleridir. Bunu güzelleştirmek, temenni ve aldanışlarına ümit ismini vermekle olur. Ümidin dinde güzel birşey olduğunu zannetmekle meydana gelir.
'Allah'ın nimeti geniştir. Rahmeti kapsayıcıdır. Kerem ve lütfû umumîdir' zannıyla 'Kullarının günahları Allah'ın rahmet denizlerinde ne kıymet teşkil eder? Oysa biz eh-i Tevhîdiz, Mü'miniz, îman sebebiyle Allah'tan ümidimiz vardır' zanlarıyla olur.
Bazen de ümitlerinin dayandığı nokta ecdadlarının salih kimseler olduklarıdır. Hazret-i Ali'nin soyundan gelen alevîlerin nesebleriyle aldanıp takva hususunda ecdadlarının sîretine muhalif hareket etmeleri gibi; zira cedleri korku ve takvanın zirvesinde oldukları halde yine de Allah'tan korkarlardı. Bunlarsa fısk ve fücurun son haddine varmalarına rağmen yine emindirler. Bu ise Allah'a güvenerek aldanmanın en son noktasıdır.
Şeytanın Hazret-i Ali'nin soyundan gelenlere kıyasi şudur: 'Herhangi bir insanı seven kimse, onun evlatlarını da sever. Allah sizin atalarınızı sevmiştir. Bu bakımdan sizi de sever. Siz ibâdet yapmaya muhtaç değilsiniz!'
Aldanmış kişi, Hazret-i Nûh'un (aleyhisselâm) oğlunu gemiye almak istediğini fakat oğlunun bunu istemediğini ve boğulanlardan olduğunu unutur. Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) rabbine şöyle seslendi:
Yârab! Elbette oğlum benim ailemdendir. Senin va'din haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.
Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'a
cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Ey Nûh! O senin ailenden değildir, o (nun yaptığı) yaramaz bir iştir. Bilmediğin birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim. (Hûd/45-46)
Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) babası Azer için af talep etti, fakat bu talebi fayda vermedi. Bizim peygamberimiz annesinin mezarını ziyaret edip af talep etmek hususunda izin istedi. Allahü teâlâ ona ziyaret etme iznini verdi, fakat af talebinde bulunma iznini vermedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, annesinin mezarının başında oturarak yakınlıktan gelen şefkatinden dolayı ağladı. Hatta etrafındaki arkadaşlarını da ağlattı. Evet! Soya sopa güvenmek de Allah'a güvenip mağrur olmaktandır. Bunun illeti şu: Allah itaat edeni sever, isyan edenden nefret eder. Nasıl âsi çocuktan nefret ettiği için itaat eden babadan nefret etmiyorsa, tıpkı onun gibi itaat eden babayı sevdiğinden dolayı da isyan eden çocuğu sevmez. Eğer sevgi babadan evlâda sirayet etseydi, buğzun da sirayet etmesi gerekirdi. Hak olan şudur: 'Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü taşımaz'.
Babasının takvasıyla kurtulacağını sanan bir kimse, babasının yemesiyle doyacağını, içmesiyle kanacağını, öğrenmesiyle âlim olacağını, gitmesiyle Kâbe'ye varıp onu müşahede edeceğini sanan bir kimse gibidir. Bu bakımdan takva farz-ı ayındır. Bu hususta baba evladına, evlat da babasına zerre kadar bir fayda sağlayamaz. Kişinin kardeşinden, annesinden ve babasından kaçtığı bir günde Allah katında takvâ'nın başkalarına faydalı olması, Allah'ın şefaat iznine bağlıdır. Şefaat de Allah'ın gazap etmediği bir kimse için yapılır. Kibir ve Ucub kitabında geçtiği gibi, böyle bir kimse için Allahü teâlâ, salih kuluna şefaatte bulunma iznini verir.
İtiraz: Âsilerin ve fâcirlerin 'Allah kerîmdir. Biz Allah'ın rahmet ve mağfiretini ümit ederiz' demelerinin neresinde yanlışlık vardır? Oysa Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: 'Ben kulumun, zannı üzereyim'. Öyleyse bu konuşma sıhhatli bir konuşma, zâhirde ve kalplerde makbul bir konuşmadır!
Cevap: Şeytan insanı ancak zâhirde makbul, bâtında merdud bir konuşma ile aldatır. Eğer konuşmanın zahirî güzelliği olmasaydı, kalpler onunla kanmazlardı. Fakat Hazret-i Peygamber bunu keşfederek şöyle buyurmuştur: 'Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonraki hayatı için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki nefsinin hevasına kapılmış, Allah hakkında (amelsiz olduğu halde) yanlış zan'da bulunmuştur'. İşte günahkârların bu sözü de ibâdetsiz olarak Allah'tan temennide bulunmaktır. Fakat şeytan onun ismini değiştirmiş, ona 'ümid' ismini vererek cahilleri onunla kandırmak istemiştir. Oysa Allahü teâlâ ümidi izah ederek şöyle buyurmuştur:
Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Bakara/218)
Yani böyle kimselerin Allah'ın rahmetini ummaları daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ başka bir ayette âhiret sevabının amellerin karşılığı olduğunu beyan buyurmuştur:
(Bütün bunlar cennetliklerin) işledikleri amellere mükâfat olarak (o Mü'minlere bahşedilmiştir) . (Vâkıa/24)
Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz (mükâfatlarınız) kıyâmet günü size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa, işte o kurtuluşa ermiştir. (Âl-i îmran/185)
Acaba birtakım kapları tamir etmek için kiralanan ve o tamire karşılık kendisine bir ücret verilecek kimse, kap sahibinin söz verdiği zaman, sözünü yerine getiren şerefli bir kimse olduğunu ve sözünden dönmediğini bildiği halde, o tamirci gelip tamir edeceği kapları kırdıktan sonra oturup, 'Kapların sahibi şerefli bir kimsedir. Her ne kadar ben böyle yapmış isem de benim ücretimi verecektir' diye ücretini beklerse, bu kimseyi, akıllı kimseler, mağrur bir temennici mi veya haklı bir ümit eden olarak mı görürler? İşte bu durum, ümit ile gururun arasındaki farkı bilmemezlikten ileri gelir.
Hasan-ı Basrî'ye "Amellerim zâyi ettikleri halde 'Biz Allah'tan ümit ederiz' diyenlere ne dersin?" diye soruldu. Cevap olarak 'Bunlar ümitten pek uzaktır. O, onların bâtıl temennileridir. Onun içinde kıvranıp dururlar! Çünkü bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar' dedi.
Müslim b. Yesar der ki: 'Ben geceleyin ön dişlerim düşünceye kadar secde ettim'. Bunun üzerine biri ona cevap olarak 'Biz ise Allah'tan ümidimizi kesmiyoruz' dedi. Müslim, cevap olarak 'Sizin böyle yapmanız ne işe yarar! Kim bir şeyi ümit ederse, onu arar, kim birşeyden korkarsa ondan kaçar' dedi.
Nasıl ki daha evlenmeden önce veya evlenip cinsî münasebette bulunmadan önce veya cinsî ilişki kurup suyu akmadan önce bir çocuk talep eden bir kimse ahmak ise, tıpkı onun gibi, daha îman etmeden önce veya îman edip salih amel işlemeden önce veya amel ettiği halde günahı terk etmeden önce Allah'ın rahmetini ümit eden bir kimse de mağrurdur. Nasıl ki kişi, evlendiği, cinsî münasebette bulunduğu ve suyu aktığı halde çocuğun olup olmaması hususunda mütereddid ve çocuğun yaratılması hususunda hem korkuyor, hem de Allah'ın rahmetini ümit ediyorsa, âfetleri ana rahminden ve anneden doğum tamam oluncaya kadar defetmeyi umuyorsa ve ancak o zaman akıllı bir kimse oluyorsa, kişi de îman ettiği, salih amellerde bulunduğu, günahları terkettiği ve ümid ile korku arasında bulunduğu, ibâdetin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korktuğu, ibâdete devam etmediği için endişe ettiği, son nefesinin kötü bir şekilde çıkıp gitme ihtimalinden dehşete kapıldığı, sabit söz ile (imanla) Allahü teâlâ'nın kendisini sabit kılmasını umduğu zaman ve kendisini dinin dehşetli şimşeklerinden korumasını, Tevhîd üzere ölmesini, kalbini hayatı boyunca şehvetlere meyletmekten sakındırmasını ve günahlara meyletmemesini Allah'tan istediği takdirde akıllı olur. Bunların dışında kalanlar, Allah'a güvenerek aldanmış kimselerdir.
Onlar azabı gördükleri zaman kimin yol bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir. (Furkan/42)
Onun haberlerinin (doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız. (Sad/88)
Allahü teâlâ onların durumunu şöyle anlatmıştır:
Yârab! Gördük, işittik bizi dünyaya geri çevir ki salih amel yapalım; artık biz kesinlikle inandık. (Secde/12)
Yani bildik ve anladık ki çocuğun, cinsî ilişki olmadan meydana gelmediği, ekinin nadas yapılmadan, tohum ekilmeden oluşmadığı gibi, âhirette de sevab ve ecir ancak salih amelle olur. O halde bizi dünyaya döndür ki salih amelde bulunalım; zira şu anda senin 'Hakîkaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur ve muhakkak onun çalıştığının karşılığı da gelecek zamanda görülecektir' (Necm/39) sözün doğrudur.
Her topluluk cehennemin içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere 'Size bir uyarıcı gelmedi mi?? diye sordular. Şöyle dediler: "Evet bize uyarıcı geldi ama biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik". (Mülk/8-9)
Yani biz size Allah'ın kulları hakkında tatbik ettiği sünnetini anlatmadık mı? Size 'Her nefis yaptığının karşılığını görecektir ve her nefis yaptığının rehinidir. ' (Müddessir/38) diye haber vermedik mi? Bu bakımdan bunları işitip anladıktan sonra sizi Allah'a güvendirip aldatan ne idi? Onlar
cevap olarak şöyle dediler:
'Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!' Böylece günahlarını itiraf ederler. O halde kahrolsun o cehennemlikler! (Mülk/11)
Eğer 'Reca ve ümidin zannedildiği ve güzel olduğu yer neresidir?' diye sorarsan cevap olarak deriz ki: 'Reca ve ümit iki yerde güzeldir:
1. Günaha dalan günahkâr hakkında, tevbe etmek kalbine geldiği zaman ve şeytan kendisine 'Senin tevben kabul edilmez?' deyip kendisini Allah'ın rahmetinden ümitsiz ettiği zaman, ümide kapılması güzeldir. Bu takdirde ümitle günahı kalbinden sökmesi, Allahü teâlâ'nın bütün günahları affedeceğini hatırlaması, Allah'ın kerîm olup kullarından tevbeyi kabul ettiğini ve tevbenin de günahların kefareti olan bir ibâdet olduğunu hatırlaması farzdır.
De ki: 'Ey (günah işlemekle) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O gafurdur, rahimdir. Başınıza azap gelip çatmadan (tevbe edip) rabbinize dönün! Ona halis ibâdet edin. Sonra size yardım edilmez. (Zümer/53-54)
İşte burada görüldüğü gibi Allahü teâlâ insanlara tevbe etmek suretiyle dönmeyi emretmektedir.
Ve ben, tevbe eden, îman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)
Kişi tevbe ile beraber mağfireti umarsa, reca ve ümit vardır. Eğer günaha devam etmekle beraber mağfireti beklerse, mağrur ve aldanmıştır. Nitekim bir kimse daha çarşıda iken cum'a vaktinin daraldığını gördüğünde kalbine cum'a namazına gitmek gelirse, şeytan ona 'sen cum'aya yetişemezsin, yerinde dur' dese, o da şeytanı reddedip koşar adımlarla cum'aya giderse ve cum'aya yetişmeyi ümit ederse, o ümit edicidir. Eğer bu kimse ticarete devam ettiği halde 'İmâm benim hatırım için cum'a namazını vaktin ortasına tehir eder veya başkası için tehir eder veya bilmediğim başka sebeplerle tehir eder' ümidinde ise, bu kişi mağrurdur.
2. Nefsinin, amellerin faziletlerini elde edemeyeceği düşüncesiyle gevşemesi ve sadece farzlarla iktifa etmesidir. Bu bakımdan nefsine Allah'ın nimetini ve salih kullarına va'dettiğini ümit etmelidir. Bu ümit, güzeldir. Ancak bu ümitle ibadetlere, faziletlere yönelmeli ve Allahü teâlâ'nın şu ayetini hatırlamalıdır:
Muhakkak Mü'minler zafer bulmuştur. O Mü'minler ki namazlarında tevazu ve korku sahibidirler. Onlar ki boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Onlar ki zekâtlarını verirler. Onlar ki ırzlarını korurlar, ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar, kim de bu helâlden başkasını ararsa işte onlar mütecavizdirler. Onlar ki emanetlerine, verdikleri söze riayet ederler. Onlar ki namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. İşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır ki onlar Firdevs cennetine varis olacaklardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn/1-11)
Birinci reca (ümit) , tevbeye mâni olan ümitsizliğin kökünü, ikinci reca ise, neşeye ve gönülden ibâdete yönelmeye mâni olan gevşekliğin kökünü kazır. Bu bakımdan insanı tevbeye veya ibâdetteki neşeye teşvik eden her ümit, meşrû ve güzel olan ümittir. İbâdette gevşekliğe ve tembelliğe götüren her ümit aldanıştır. Nitekim kişinin kalbine günahı terketmek ve ibâdetle meşgul olmak fikri geldiği zaman şeytan kişiye der ki: 'Senin ne hakkın var ki nefsine eziyet verip, onu tâzib ediyorsun? Oysa senin kerîm, gafur ve rahîm olan bir rabbin vardır'.
Dolayısıyla kişi bu yapmacık ümitten ötürü tevbe ve ibâdetten gevşer. İşte bu, aldanıştır. Böyle bir ümit anında kulun, Allah'tan korkmayı kalbine yerleştirmesi farzdır. Nefsini Allah'ın gazabıyla, ikabının büyüklüğüyle korkutup şöyle demelidir: 'Allah günahı af ve tevbeyi kabul edici olmakla beraber şiddetli ikab ve ceza sahibidir. Kerîm olmasına rağmen kâfirleri cehennemde ebediyyen bırakacaktır. Oysa onların küfrü ona zarar da vermemiştir. Azabı, meşakkati, hastalıkları, illetleri, fakirliği ve açlığı, dünyada birtakım kullarına musallat kılmıştır. Oysa bunları silip süpürmeye kâdirdir. Bu bakımdan kulları hakkında âdeti bu olan bir zat, beni azabıyla korkuttuğu halde ben ondan nasıl korkmam ve O'nun rahmetiyle nasıl aldanırım?'
Korku ile ümit, insanları amel ve ibâdete sevkedici iki unsurdur. Bu bakımdan ibâdete sevketmeyen şeyler yapmacık temenni ve aldanıştır. İnsanların gevşemesinin ve dünyaya yönelmelerinin, Allah'tan yüz çevirmelerinin, âhiret için çalışmayı ihmal etmelerinin sebebi ümittir. Bu ise gururun ta kendisidir. Nitekim Hazret-i Peygamber bundan haber vererek şöyle buyurmuştur:
Gurur, bu ümmetin son gelenlerinin kalplerine galebe çalacaktır. 4
Hazret-i Peygamber'in dediği gibi olmuştur; zira halk geçmiş zamanlarda ibâdetlere devam ederlerdi. Kalpleri rablerinin huzuruna döneceklerinden ötürü tir tir titreyerek ibâdetleri yaparlardı. Gece gündüz Allah'ın ibâdetinde oldukları halde nefisleri için korkarlardı. Takvaya, şüphe ve şehvetlere dalmaktan uzaklaşmaya özen gösterirlerdi. Tenha yerlerde nefisleri için ağlarlardı. Şu zamanımızda ise halkı, emin, sevinçli, mutmain, korkusuz görürsün. Bununla beraber günahlara dalmış, dünyaya sonuna kadar batmış, Allah'tan yüz çevirmiş olarak görürsün. Allah'ın keremine, fazlına güvendiklerini, affını ümit ettiklerini iddia ederler. Sanki bu iddiaları ile şunu demek isterler: 'Selef-i salihînin, ashâb-ı kirâmın ve peygamberlerin bilmedikleri ilâhî fazilet ve keremi biz biliyoruz!'
Eğer bu iş, temenni ile idrâk olunup hevâ-i (nefse tâbi olmak) ile elde edilseydi selef-i salîhin ağlamazdı. Korku ve üzüntüleri olmazdı. Biz bu işlerin izahını havf ve reca bölümünde zikretmiştik. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Me'kal b. Yesar'ın kendisinden rivâyet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur:
Bir zaman gelecektir. O zamanda Kur'ân, kişilerin kalplerinde, bedenler üzerinde elbiselerin eskimesi gibi eskiyecektir. O zaman ki insanların bütün işleri kuru bir ümitten ibaret olacaktır. Onunla beraber korku olmayacaktır. Eğer onlardan biri iyilik yaparsa der ki: 'Benim bu iyiliğim Allah katında kabul edilir'. Eğer kötülük yaparsa der ki: 'Benim bu kötülüğüm affedilir'. 5
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, onların ümidinin cehaletlerinden, Kur'ân'daki korku ve diğer hükümleri bilmediklerinden ötürü olduğunu haber vermektedir. Allahü teâlâ aynen bunun benzerini hristiyanlardan da haber vererek şöyle buyurmuştur:
Onların ardından, yerlerine geçip Kitab'a vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar. (A'raf/169)
Yani onlar âlimdirler. Şu en yakın olan dünyanın şehvetlerini -ister helâl olsun ister haram- edinirler.
(Hesap için) rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır. (Rahman/46)
Bu, makamımdan ve tehdidimden korkana va'dimdir. (İbrahim/14)
Kur'ân, başından sonuna kadar, tahzir (sakındırma) ve tahvif (korku) dir. Kur'ân hakkında düşünen bir kimsenin -eğer Kur'ân'ın içindeki hükümlere îmanı var ise- düşündükçe üzüntüsü çoğalır, korkusu büyür. Fakat sen halk tabakasını görürsün ki Kur'ân'ı uzattıkça uzatıyorlar, harfleri mahreçlerinden çıkarıyorlar. Harfin esresi, ötresi ve üstünü hususunda münakaşaya giriyorlar. Sanki Arap şiirlerinden bir şiir okuyorlar. Kur'ân'ın mânâlarına iltifat etmek onları ilgilendirmez. Kur'ân'daki hükümle amel etmek onları ilgilendirmez. Acaba yeryüzünde bundan daha büyük bir gurur var mıdır?
İşte buraya kadar söylediklerimiz, Allah'a güvenerek gurura kapılmanın ve ümit ile gurur arasındaki farkın misalleridir. Bu gurura, bir kısım ibâdet ve günahları olan bazı grupların gururu yakındır. Ancak bu grupların günahları ibâdetlerinden daha çoktur. Onlar mağfiret umarlar ve zannederler ki terazilerinin hayır kefesi daha ağır basacaktır. Oysa günah kefesindekiler daha fazladır. Bu, cehaletin son derecesidir. Helâl ve haramdan birçok dirhemleri sadaka veren birini görürsün. Oysa müslümanların mallarından ve şüpheli kaynaklardan kazandığı servet bundan kat kat fazladır. Haram olan her bin dirhemin karşılığında, haramdan veya helâlden on dirhem sadaka vermenin yeterli olduğunu zanneder.
Bu ancak şöyle bir kimseye benzer: Terazisinin bir kefesine on dirhem koymuştur. Diğer kefesinde bir dirhem vardır ve ister ki ağır kefe, hafif kefenin karşısında yukarı kalksın. Bu istek, cehaletin en koyusudur.
Onlardan olan diğer bir grup, ibâdetlerinin günahlarından daha fazla olduğunu zanneder. Çünkü ne nefsini hesaba çekmiş, ne de günahlarını tedkik etmiştir. Bir ibâdeti işlediği zaman, o ibâdeti saklar ve ona önem verir. Tıpkı diliyle Allah'tan af talep eden veya günde yüz defa Allah'ı tesbih ve takdis ettikten sonra müslümanların gıybetinde bulunan, namuslarını yırtan, hadde hesaba gelmeyecek kadar bütün gün Allah'ı kızdıran konuşmaları yapan bir kimse gibi! Bu kimse tesbihinin danelerine bakıp yüz defa af talebinde bulunduğunu dikkate alır. Bütün gün kustuğu hezeyanlardan gâfil olur. Öyle hezeyanlar ki eğer yazmış olsaydı, yüz defa veya bin defa onun tesbihi kadar olurdu. Oysa o hezeyanları 'Kirâmen Kâtibîn' melekleri kaydetmiş, Allah da her kelimeye karşı ceza vereceğini va'detmiştir.
(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, söylediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kaf/18)
Bu kişi daima tesbihlerin ve tehlillerin faziletleri hakkında düşünür. Gıybetçi, yalancı, kovucu ve kalplerinde olmayanı söyleyen münâfıkların hakkında vârid olan hükümlere iltifat etmez. Dilin diğer âfetlerine pek önem vermez. Bu ise gurur ve aldanmanın ta kendisidir. Yemin olsun, eğer 'Kirâmen Kâtibîn' melekleri, yazmış oldukları hezeyanlarının yazı ücretini kendisinden istemiş olsaydılar, o vakit birçok mühim meselelerinden bile dilini tutar, hiçbir zaman hesap etmedikçe meleklerin yazma ücreti tesbihten fazla olmasın diye tesbihleriyle konuşmalarını tartmadıkça konuşmazdı.
Nefsini hesaba çeken, yazı ücreti fazla olmasın diye korkusundan ihtiyatlı hareket eden, en yüce Firdevs'in ve Firdevs'teki nimetin elinden gideceği korkusundan ötürü ihtiyatlı hareket etmeyen kimseye hayret etmemek mümkün değildir. Bu, ancak düşünen bir kimse için büyük bir musibettir. Biz sözü öyle bir şeye kaydırdık ki eğer o şeyde şüphe edersek Allah'ı inkâr eden kâfirlerden oluruz. Eğer onu tasdik edersek aldanmış ahmaklardan oluruz. Bu bakımdan bunlar Kur'ân'ın getirmiş olduğu hükümleri tasdîk eden bir kimsenin ameli değildir. Biz küfür ehlinden olmaktan Allah'a sığınırız. Bu beyanla beraber bizi uyanmaktan ve yakînden alıkoyan Allah ortaktan münezzehtir. Bu tür gaflet ve gururu kalplerin üzerine musallat kılmaya gücü ve kuvveti yeten zat, kendisinden korkmaya ve sakınmaya pek lâyıktır. Kişi böyle bir zata temenninin bâtıllarına dayanarak, şeytanın ve hevâ-i nefsin mânâsız illetlerine güvenerek mağrur olmamalıdır
Allah en doğrusunu bilir.
1) İbn Eb'id-Dünya
2) Müslim, Buhârî
3) Tirmizî, Hâkim
4) Ucub bölümünde geçmişti.
5) Deylemî, Müsned'ül-Firdevs
30-2
Mağrur Olan Dört Sınıf ve Her Sınıfın Fırkaları
Birinci sınıf: İlim Ehli
İkinci sınıf : ibâdet ve amel erbâbıdır.
Üçüncü sınıf : mutasavvıflardır
Dördüncü sınıf: servet sahipleridir.
1- İlim Ehli
Bunlardan aldanan bir çok grup vardır. Bir grubu şer'î ve aklî ilimleri öğrenmişler, bu ilimlerde derinleşmişler ve onunla meşgul olmuşlardır. Âzaları kontrol etmeyi, günahlardan korumayı ve ibâdetlere has kılmayı ihmal edip ilimleriyle mağrur olmuşlardır. Allah katında büyük bir dereceye, ilimde büyük bir mertebeye ulaştıklarını ve bundan ötürü de Allah'ın onlar gibilerine azap etmeyeceğini zannederler. Hatta Allah'ın halk hakkındaki şefaatlerini kabul edeceği fikrine kapılmışlardır. Allah katında şerefli oldukları sebebiyle günah ve hatalarından dolayı Allah'ın kendilerini hesaba çekmeyeceğini sanmışlardır. Bunlar mağrur ve aldanmışlardır. Çünkü bunlar basiret gözüyle dikkat etseydiler, bileceklerdi ki ilim iki kısımdır: Biri muamele, diğeri mükâşefe ilmidir. Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bildiren ilim -ki âdeten bu ilme mârifet ismi verilir- mükâşefe ilmidir.
Muamele ilmine gelince, helâl ve haramın bilinmesi, nefsin kötü ahlâklarının tedavisinin keyfiyeti ve ondan kaçmanın bilinmesi gibi şeylerdir. Bu ilimler, ancak amel etmek için istenir. Eğer amel etmeye ihtiyacı olmasaydı bu ilimlerin hiçbir kıymeti olmazdı. Bu bakımdan amel etmek için istenilen ilmin, amelsiz hiçbir kıymeti yoktur. Bu hakikatin misali şudur: Hasta birisi vardır. Onun hastalığını ancak birçok maddeden yapılmış bir ilaç giderebilir. O maddeleri de ancak doktorların hâzıkları tanır. Bu kimse doktoru aramak için memleketinden ayrılır. Sonra hâzık bir doktora rastlar. Doktor ona o ilacı öğretir. İlacın karışımını, nevilerini, miktarlarını ve maddelerini tafsilâtlı bir şekilde öğretir. Bu karışımların nasıl dövüleceğini, nasıl katıştırılacağını, nasıl hamur yapılacağını öğretir. Dolayısıyle o da bunu öğrenmiş olur. Güzel bir yazı ile bundan bir nüsha yazar, evine döner. Yazmış olduğu yazıyı durmadan tekrar eder, başka hastalara öğretir.
Fakat o ilacı içmekle ve kullanmakla bir türlü meşgul olmaz. Acaba senin kanaatine göre, bu adamın bu şekildeki çabası kendisinde bulunan hastalığına hiçbir fayda verir mi? Heyhat fayda ne gezer? Eğer bu adam o tarifin bin nüshasını yazsa, onu bin tane hastaya öğretse ve hepsi de şifa bulsa, onu bin gece tekrar etse, yine de hastalığına bir fayda vermez. Parayı verip ilacı satın alıncaya kadar bu durum değişmez. Öğrendiği gibi karıştırıp, içmeyince ve acılığına tahammül göstermeyince ve içmesi de belli olan vaktinde, korunma ve şartların hepsini yerine getirdikten sonra olmayınca hiçbir fayda sağlamaz. Bütün bunları yaptığı zaman da şifa bulup bulmaması hususunda yine tehlikededir. Nerde kaldı ki hiç içmesin? Hiç içmese şifa bulması nerde kalır? Ne zaman o ilacın formülünü öğrenmesinin ve tekrar etmesinin kendisine kâfi geleceğine ve şifa vereceğine inanırsa, o zaman mağrur olduğu belli olur. İşte ibâdet ve taatlerin ilmini güzelce öğrenip o ilimle amel etmeyen fakih de aynen böyledir. Günahların ilmini güzelce öğrenip ondan korunmayan kötü ahlâkın ilmini iyice öğrenip onlardan nefsini temizlemeyen, iyi ahlâkın ilmini temelinden öğrenip onunla sıfatlanmayan bir âlim mağrurdur. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Muhakkak (nefsini küfür ve isyandan) temizleyen kurtulmuştur. (Şems/19)
Allahü teâlâ 'Nefsin tezkiyesinin nasıl yapıldığını öğrenen ve bu husustaki ilmi yazan ve halka öğreten felâha kavuşmuştur' dememiştir. Bunun yanında şeytan insana der ki: 'Bu misal seni aldatmasın; zira davayı bilmek, hastalığı ortadan kaldırmaz. Senin gayen Allah'a ve sevabına yaklaşmaktır. Sevabı celbeden ilimdir'. Bundan sonra ilmin fazileti hakkında vârid olan hadîsleri okur. Eğer bu miskin adam, ahmak ve mağrur bir kimse ise, şeytanın bu sözleri hevasına uygun düşer. O da şeytanın sözünü dinler ve ameli bırakır. Eğer akıllı bir kimse ise şeytana der ki: 'Sen bana ilmin faziletlerini hatırlatır da ilmiyle amel etmeyen fâcir âlimin hakkında vârid olanları unutturur musun?'
Onun misali, köpeğin misali gibidir. (Araf/177)
Kendilerine Tevrat'la amel teklif edildikten sonra onunla amel etmeyenlerin hali ciltlerle kitap taşıyan eşşeğin haline benzer. (Cum'a/5)
Acaba köpeğe ve eşşeğe benzemekten daha büyük bir rezalet var mıdır?
Kim ilim yönünden gelişir, hidayet yönünden gelişmezse o gittikçe Allah'tan uzaklaşır. 6
İlmiyle amel etmeyen âlim ateşe atılır, barsakları delinir. Değirmende eşeğin döndüğü gibi, ateşte o barsakların etrafında döner!7
İnsanların en şerlisi kötü âlimlerdir. 8
Ebu'd Derda'nın şu sözü de böyledir: 'Bilmeyene bir defa veyl olsun! Eğer Allah dilerse ona bildirir. Bilip de amel etmeyene yedi defa veyl olsun!' Yani ilim kişinin aleyhinde delildir; zira kişiye denilir ki: 'Bildiğinle nasıl amel ettin! Allah'ın şükrünü nasıl îfa ettin?'
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde azap bakımından insanların en şiddetlisi, Allah'ın ilminde fayda vermediği âlimdir. 9
Bu ve Kitab'ul-İlim'in Âhiret Alimlerinin Alâmeti bölümünde zikrettiğimiz benzeri hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Ancak bunlar, facir bir âlimin hevâ-i nefsine uygun düşmeyen şeyler hususunda vârid olan hadîslerdir. İlmin fazileti hakkında vârid olanlar ise, onun hevâ-i nefsine uygun gelir. Dolayısıyla şeytan onun kalbini hevâ-i nefsine meylettirir. Bu ise gururun ta kendisidir; zira eğer kişi fazilet gözüyle bakarsa, onun misali yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Eğer îman gözüyle bakarsa, ona ilmin faziletini ve kötü âlimlerin zemmini haber verir. Onların halleri Allah'ın katında cahillerin hallerinden daha şiddetlidir. Allah'ın onun aleyhindeki delili kuvvet kesbetmesine rağmen hâlâ kendisini hayır üzerinde zannederse, bu gururun son derekesidir. Allah'ın sıfat ve isimlerinin ilmi gibi, mükâşefe ilimlerini bildiğini iddia eden ve bununla beraber ameli bırakan, Allah'ın emrini ve hududlarını çiğneyen bir kimsenin durumu daha şiddetlidir. Bunun misâli, padişaha hizmet etmek isteyen bir kimsenin misali gibidir. Bu kimse sultanın ahlâkını, sıfatlarını, zenginliğini, rengini, şeklini, uzunluğunu, genişliğini, âdetini, meclisini tanımış, fakat sultanın sevdiğini, sevmediğini, kızdığını veya razı olduğunu tanımamıştır veyahut da bunları da tanımıştır, fakat sultanı aleyhinde kışkırtacak bütün hareketleri yaptığı halde ona hizmet etmek ister. Sultanın sevdiği giyim şeklini, konuşma, hareket ve oturmasını muattal bıraktığı halde padişaha hizmet etmek ister. Sultanın bütün sevdiklerini bıraktığı, kızdığı herşeye bulaştığı halde, sultanın huzuruna gelip ona yaklaşmak ve onun özel hizmetkârlarından olmak ister. Bütün bu hususlarda sultanı tanıması, sultanın soyunu, ismini, memleketini, suretini, şeklini, hizmetçilerini sevk ve idare ettiği şeyler hususundaki âdetini, milleti hakkındaki muamelesini vasıta kılar. Bu gerçekten kötü bir gururdur; zira eğer bilmiş olduklarını bıraksaydı, sadece sultanın hoşuna gitmeyen ve gidenlerin bilgisini elde etmek için uğraşsaydı, onun bu meşguliyeti sultana yaklaşmasına ve özel hizmetkârlarından olup maksadına nail olmasına daha yakın olurdu. Kişinin takva hususunda kusurlu oluşu ve şehvetlerinin arkasına takılması delâlet eder ki onun için Allah'ın mârifeti hususunda mânâlar değil de sadece isimler ve tâbirler keşfolunmuştur; zira eğer o, Allah'ı gerektiği gibi tanımış olsaydı muhakkak Allah'tan korkar ve çekinirdi. Bu bakımdan akıllı bir kimsenin aslanı bildikten sonra aslandan çekinmeyip korkması düşünülemez. Oysa Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvud'a 'Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi (en azından o derecede) benden kork' emrini vahyetmiştir.
Aslanın rengini, şeklini, ismini bilen bir kimse, bazen aslandan korkmaz. O âdeta aslanı tanımıyordur. Bu bakımdan Allah'ı bilen bir kimse, Allah'ın âlemleri helâk edip perva etmemesinin Allah'ın sıfatlarından olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki öyle bir ilâh kudretinin altında bulunuyor ki, eğer onun gibi binlercesini helak etse, ebediyyen azabı onların üzerine yüklese, böyle yapmak O'nda zerre kadar tesir yapmaz ve bundan dolayı rikkate gelmez.
Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar. (Fâtır/28)
Zebûr'un başlangıcında şu ibare vardır: 'Hikmetin başı Allah korkusudur'.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'İlim yönünden Allah'ın korkusu kâfidir. Cehâlet yönünden Allah'a güvenerek mağrur olmak kâfidir'.
Hasan-ı Basrî'den bir mesele hakkında fetva soruldu. O da cevap verdi. Bunun üzerine ona denildi ki: 'Bizim fakîhlerimiz senin dediğin gibi demezler'.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Sen hiç fakih gördün mü? Fakih o kimsedir ki gecesinde âbid, gündüzünde oruçlu, dünyasında zâhid olur!'
Bir defasında da şöyle dedi: 'Fakîh ne yağcılık yapar, ne de mücadele!' Allah'ın hikmetini yayar, eğer yaymış olduğu hikmeti halk kendisinden kabul ederse, Allah'a hamd eder. Eğer yaymış olduğu hikmet gerisin geriye çevrilirse yine Allah'a hamdeder. O halde fakîh o kimsedir ki Allah'tan gelen emri ve yasağı anlamış, Allah'ın sıfatlarından, Allah'ın hoşuna gideni ve Allah'ın kerih gördüğünü öğrenmiştir. Böyle âlim hakkında şöyle denmiştir: 'Allah kime hayrı irade ederse onu dinde fakih yapar'. Kişi bu nitelikte değilse mağrurlardandır.
Başka bir grup vardır, ilim ve ameli muhkemce edinmişlerdir. Zahirî ibâdetlere devam ve günahları terketmişlerdir. Ancak kalplerini kontrol etmemişlerdir ki kendilerinden Allah katında kötü olan kibir, hased, riya, reislik ve yücelik talebi, akran ve emsale kötüyü istemek, memlekette ve halk arasında şöhret talep etmek gibi sıfatları sıyırıp atsınlar. Bazen de onların bazıları bunların kötü olduğunu dahi bilmez ve bunlara devam eder! Bunlardan yakayı bir türlü sıyıramaz. Hazret-i Peygamber'in şu sözlerine de iltifat etmez:
Riyanın en azı şirktir!10
Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez!'11
Ateşin odunları yediği gibi, hased de hayırları yer. 12
Suyun baklayı bitirdiği gibi, şeref ve mal sevgisi nifakı bitirir.
Bunlardan başka daha nice haberler vardır ki biz onları Kötü Ahlâk ile Mühlikât bölümünde zikretmiştik.
Bu bakımdan bu kimseler zâhirlerini süslemiş, bâtınlarını ihmal etmiş ve şu hadîs-i şerifi unutmuşlardır:
Elbette Allah sizin sûret ve mallarınıza değil, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar. 14
Onlar amellerini kontrol ettiler, kalplerini kontrol etmediler. Oysa kalp asıldır; zira ancak sağlam bir kalp ile Allah'a gelen kurtulur.
Bunların misali, lağım kuyusu gibidir. Zâhiri badanalı, içi pislik doludur veya ölülerin kabirleri gibidir. Zâhirleri süslü, içleri leşle doludur veya içi karanlık bir ev gibidir ki çıra onun dış tarafına bırakılmış, dışını aydınlatmıştır. İçi ise kapkaranlıktır veya bir kişi gibi ki sultan onun evinde misafir olmak ister. O da evinin kapısını badanalamış, fakat evin en üst köşesinde pislikleri bırakmıştır. Bu hareketin, gurur olduğu gizli değildir. Buna en yakın olan misal, şöyle bir kişidir ki ekin ekmiş, ektiği çıkmış ve onunla beraber onu ifsad edici otlar ela çıkmış, o da ekini ottan ayıklamak için otu temelinden kaldırmakla görevlendirilmiştir. Buna rağmen o, otun başını ve kenarlarını keser, otun kökü ise kuvvetini muhafaza eder ve büyümeye devam eder; zira günahların serpildiği yerler kalpteki kötü ahlâklardır. Kalp onlardan temizlenmedikçe kalbin zâhirî ibâdetleri ancak birçok âfetlerle beraber tamamlanır. Böyle bir kimse, bir hasta gibidir ki onun bedeninde uyuz başgöstermiş, ona bedenine ilaç sürmesi, ilaç içmesi tavsiye edilmiş. Bedene ilaç sürmek, tenindeki şeyleri silmek içindir. İçmesi emredilen ilaç ise, uyuzun içteki maddesini kökünden sökmek içindir.
Bu kimse, bedene sürülen merhemle kanaat ederek içilen ilacı terketmiştir. Uyuz maddesini geliştiren yemeklere devam eder. Dışını merhemler, içinde uyuz devam eder. İçteki maddeden durmadan doğup çıkar. Başka bir grup vardır ki, bâtınî ahlâkların şeriat açısından kötü olduğunu öğrenmişlerdir. Ancak nefislerini beğendiklerinden ötürü, bu ahlâklardan kurtulduklarını zannederler ve sanırlar ki Allah katında bu ahlâklara müptelâ edilmeyecek kadar yüce bir makama sahiptirler. Onlar kendileri gibi ilimde büyük makama yetişenleri değil de halk tabakasını bu kötü ahlâklara müptelâ kılar kanaatindedirler. Onlar ise (kendi kanaatlerine göre) böyle bir felâkete düçar olmaktan pek uzaktırlar. Sonra onların üzerinde kibrin, reisliğin, yücelik ve şeref talebinin belirtileri göründüğü zaman, onlar 'Bu kibir değildir, ancak dinin izzetini talep etmek, ilmin şerefini izhar etmek, Allah'ın dinine yardım etmek, bid'atçilerden muhalif olanların burnunu kırmaktır. Eğer ben kirli elbiseleri giyseydim, kirli meclislerde otursaydım din düşmanları benimle alay eder, böyle yaptığıma sevinirlerdi. Benim zilletim İslâm'ın zilletidir!' derler.
Aldanmış kişi unutmuştur ki mevlâsı tarafından sakındırılmış olduğu düşmanı şeytandır. Şeytan da onun yaptığıyla sevinir ve bundan dolayı onunla istihza eder ve Hazret-i Peygamber'in ne ile dine yardım ettiğini, ne ile kâfirlerin burunlarını kırdığını unutmuştur. Sahabe-i kirâmdan rivâyet edilen tevazu, eski elbiseleri giymek, fakr u zaruretle kanaat etmek hususunda nakledilenlerin hepsini unutmuştur. Öyle ki halife Ömer, Şam'a vardığı zaman yırtık elbiselerinden dolayı karşılamaya gelenler tarafından kınandığında
cevap olarak şöyle demiştir: 'Biz öyle bir kavimiz ki Allah bizi İslâm'la aziz etmiştir. Bu bakımdan biz İslâm'ın gayrisinde azizlik aramayız'.
Sonra bu mağrur, kaseb (ince bez) , diba, ve erkeklere haram olan ibrişimden olan ince elbiselerle dinin izzetini talep eder. Besili at ve mümtaz bineklerle İslâm'ın azizliğini arar ve bununla ilmin izzetini, dinin şerefini aradığını iddia eder.
Böylece akran ve emsâlinin aleyhinde veya sözüne karşı çıkan bir kimsenin aleyhinde hasedden dolayı konuştuğu zaman, bu konuşmasının hasedden ileri geldiğini anlamaz. Fakat der ki: 'Bu kızmam hak için olan bir kızmadır. Bâtıl yolda olan bir kimsenin düşmanlığı ve zulmü hususunda karşılık vermektir'.
Nefsinden hasedin çıkacağını sanmadığı için bilmez ki başka bir ilim ehlinin aleyhinde konuşulursa veya başka bir âlim reislikten menedilirse ve bu hususta kendisiyle tartışılırsa onun o zamanki öfkesi ve düşmanlığı şu andaki öfkesi gibi olacak mıdır -ki öfkesi Allah için olsun- veya başka bir âlimin hakkında konuşulursa, başka âlim riyasetten menedilirse öfkelenmeyecek midir? Aksine çoğu zaman bununla sevinir ki bu takdirde öfkesi, nefsinden ve emsalinden nefret ettiği için olsun! İşte böylece amelleriyle ve ilmiyle riyakârlık yapar. Kendisi için riya tehlikesi başgösterdiği zaman der ki: 'Ben nerede, riya nerede? Benim ilmi ve ameli izhar etmekten gayem halkın bana uyması, Allah'ın dinine hidayet olunmaları, Allah'ın azabından kurtulmaları içindir.
Mağrur, halkın kendisine uymalarıyla sevindiği gibi, ayarında olan başka bir âlime uymalarına sevinmediğini düşünmez. Eğer gayesi, halkın ıslahı olsaydı başkasının eliyle de ıslah olmaları kendisini sevindirirdi. Tıpkı hasta köleleri olan ve o hastaları tedavi etmek isteyen bir kimse gibi. Bu kimse o hasta kölelerinin kendi eliyle veya başka doktorun eliyle şifa bulmaları arasında bir fark gözetmez.
Çoğu zaman, mağrur adama böyle söylenir. Fakat yine de şeytan yakasını bırakmaz ve şöyle der: 'Onların benim vasıtamla hidayet bulmalarına sevinmem şu hikmetten dolayıdır: Onlar benim vasıtamla hidayete geldikleri takdirde ecir ve sevap benim olur. Bu bakımdan ben ancak Allah'ın sevabından dolayı sevinirim. Halkın sözümü kabul ettiği için değir.
İşte o mağrur nefsi hakkında böyle düşünür. Oysa Allah kalbine muttalidir ki eğer bir peygamber kendisine 'sevab, namsız ve nişansızlıkta, ilmi gizlemekte, ilmi açığa vurmaktan daha fazladır' dese ve hapse tıkılıp zincirlerle bağlansa, yine hapishaneyi yıkmak, zincirleri kırmak için desiselere başvurur ki ders okutmak, vaaz ve benzeri vazifelerden ötürü edinilen reisliğe konsun! Böylece sultanın huzuruna girer. Ona yağcılık yapar, över, tevazu gösterir. Kalbine, zâlim sultanlara tevazu göstermenin haram olduğu geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Neden haram olsun? Haram olması sultanların malına tamah edildiği zamandır. Senin gayen müslümanlar için onun yanında şefaat etmek, onun zararını müslümanlardan ve düşmanlarının şerrini de nefsinden uzaklaştırmaktır! Oysa Allah onun içinden geçenleri bilir ki eğer o sultanın katında onun bazı akran ve emsâli kabul edilse ve onlar her müslüman hakkında sultanın yanında şefaat etseler, hatta sultanın şerrini (zulmünü) bütün müslümanlardan uzaklaştırsalar, onların böyle yapması kendisine ağır gelirdi. Eğer bu arkadaşının aleyhinde konuşmak ve iftira atmak suretiyle sultanın yanında kötü göstermeyi becerirse, muhakkak onu kötüler. Böylece gurur bazı insanları halkın malını pervasızca alacak dereceye getirir. O malın haram olduğu aklına geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Bu sahipsiz bir maldır. Bu mal müslümanların sosyal hizmetleri içindir. Sen ise müslümanların önderi ve âlimisin. Din, sayende ayakta durur. Durum bu iken acaba ihtiyacın kadar bu maldan alamaz mısın?'
Böylece kişi, şeytanın vesevesesiyle üç noktada aldanır: Birincisi şeytanın 'ınalın sahibi yoktur' sözüdür; zira kişi bilir ki sultan bu malı müslümanlardan alınan haraçtan (vergiden) temin etmiştir. Kendilerinden mal alman müslüman ve köylüler hayattadırlar veya evlatları ve vereseleri hayattadır. Olsa olsa malları (sultanın yanında) karıştırılmıştır. Oysa yüz dinar değerindeki malı on kişiden gasbeden bir kimse o malı birbirine karıştırırsa, o malın haram bir mal olduğunda şüphe yoktur. 'Bu sahibi olmayan bir maldır' denilemez. O mal, on kişi arasında taksim olunup her birine on dinar verilmelidir. Her ne kadar malları birbirine karışmış ise de. . .
İkincisi, şeytanın 'Bu mal müslümanların sosyal hizmetlerine sarfedilen bir maldır. Sen de onların imamı ve âlimisin. Din seninle kaimdir' sözüdür. Bu gibi kimseler yüzünden dinleri fesada gitmiş, saltanat erbabının mallarını helâl saymış, dünyaya rağbet göstermiş, riyasete yönelmiş ve dolayısıyla âhiretinden yüz çevirmiş insanlar; dünya hakkında zâhid olmuş, dünyaya tapmamış ve Allah'a yönelmiş kimselerden çok daha fazladırlar. Öyle ise bu kişi hakikatte dinin deccalı, şeytanların mezhebinin ayakta durmasını sağlayan kişidir. Dinin imamı değildir; zira İmâm o kimsedir ki -peygamber (aleyhisselâm) , sahabe ve selef âlimleri gibi- dünyaya tapmamak ve Allah'a yönelmek hususunda önder olur.
Deccal o kimsedir ki, Allah'tan yüz çevirmek ve dünyaya yönelmek hususunda örnek olur. Böyle bir kimsenin ölümü, müslümanlar için, yaşamasından daha hayırlıdır. Bu âlim dinin direği olduğunu iddia eder. Oysa misâli, Hazret-i Îsa'nın dediği gibidir: 'Kötü bir âlim, derenin ağzını kapatan bir kaya gibidir. Ne kendisi suyu içer, ne de suyun ekinlere akıp gitmesine izin verir!'
Son asırlarda ilim ehlinde görülen gurur çeşitleri haddi hesabı aşmıştır. Bizim söylediğimiz, az ile çoğa dikkat çekmektir. Mağrurların bir grubu da ilmi güzelce öğrenmiş, âzalarını tertemiz yapmış, ibâdetlerle süslemiş ve dışlarını günahlardan korumuştur. Nefsin ve kalbin riya, hased, hıkd, kibir ve yücelik talebi gibi sıfatlar ve ahlâklarını tedkik etmişler, bu ahlâklardan uzaklaşmak hususunda nefisleriyle mücadele etmişler, o ahlâkların kuvvetli köklerini kalplerinden söküp kaldırmışlardır. Fakat bu grup, hâlâ mağrur ve aklanmıştırlar; zira kalplerinin köşelerinde, şeytanın gizli hilelerinden, nefsin gizli desiselerinden, idrâk edilmesi pek güç olan birşeyler kalmıştır. Bunları sezemedikleri için ihmal etmişlerdir. Bunun misâli, ancak ekinini otlardan ayıklamak isteyen ve ekin içinde gezip ot arayan, her gördüğünü kökünden söken bir kimsenin misâline benzer. Ancak bu kimse, daha başı toprağın altından çıkmayan otları aramaz ve bütün otların dışarı çıktığını zanneder. Oysa, otların köklerinden ince dalcıklar bitmiş ve toprak altında yayılmıştır, kişi de onu kökünden söküp attığını zannederek ihmal etmiştir. Kişi gaflet içerisinde iken bir de ne görsün: O otlar bitmiş, kuvvet bulmuş ve haberi olmaksızın ekinin köklerini ifsad etmiştir.
Âlim kişi de böyledir. Bütün saydıklarımızı yapar, fakat gizli desiselerin murakabe ve kontrolünden gâfil kalır. Onu, geceli gündüzlü ilimleri toplayıp tertip etmek için çalışır görürsün. Lâfızları güzelleştirmekle ve teliflerini o lâfızların kalıbında toplamakla meşgul olduğunu müşahade edersin! O, kendisini bu çalışmaya sevkedenin, Allah'ın dinini anlatmak, şeriatını neşretmek olduğunu söyler. Fakat onu, bu yola iten gizli teşvikçisi nam ve nişanının etrafa yayılmasını istemesi, her taraftan ziyaretçilerin kendisine gelmesi isteği, çeşitli insanların zühd, takva ve ilmini övmelerini istemesidir. Mühim meselelerde öne geçirilmesi, gayelerde herkese tercih edilmesi, istifade etmek için etrafında toplanılması, güzel lâfız ve konuşma ânında güzelce dinlenme zevki, konuşması karşısında başların sallanıp gözlerin ağlaması ve hayranlıkla seyredilmesini istemesidir.
Arkadaşlarının çokluğuyla sevinmek, takipçilerinin ve istifade edenlerin çokluğu ile böbürlenmek, takipçilerinin ve akranlarının arasında ilim, takva, zühdün zâhirini toplama özelliğiyle sevinmek, dolayısıyla dünyaya dalanların hepsine dinî bir musibetten dolayı değil de keyfî bir şekilde ta'n etme imkânını elde etme isteğidir.
Bu mağrur miskin, içinde âmirlik, azizlik, itâatkârlık, tâzim edilme ve övünmek ile mağrurdur! Eğer kalpler aleyhine dönerlerse, yaptığı amellerinin hilâfına zâhidliğine inanırlarsa, kalbi bu durumdan müşevveş olur, virdleri ve dinî vazifeleri karmakarışık olur. Bu zavallı o anda nefsini mazur göstermek için her hileye başvurur, ayıbını gizlemek için çoğu zaman yalan söylemeye kendisini zorlar ve yine, hakkında zâhidlik ve takva inancına sahip olan bir kimseyi, bu inanca sahip olmayan kimselere her hususta tercih edip daha iyi görür. Zavallı 'Bu adam haddimden fazla bana kıymet vermiştir!' demez. Kalbinin fazilet ve takvasını olduğu gibi bilip inanan bir kimseden nefret eder. İsterse bu adam gerçek kıymetinden daha fazla kıymeti kendisine verse bile. . . Bu zavallı insan arkadaşlarının bazısını diğerine tercih eder ve bu tercihin de fazilet ve takvadan geldiğim söyler. Oysa, o kişiyi daha önce değil de ancak bu tercihini tercih ettiği kişi daha itâatkâr, isteğine uyup, kendisini daha fazla övdüğü ve sözüne daha fazla kulak verdiği ve hizmetine daha fazla koştuğu için yapar. Etrafındaki insanlar kendisinden istifade etmek için ilmine rağbet gösterirler. O da zanneder ki onların kendisine göstermiş oldukları hüsn-ü kabul, ihlâsı, doğruluğu, ilmin hakkını yerine getirdiği içindir. Dolayısıyla Allahü teâlâ'ya kullarının faydalarını diline kolay getirdiğinden ötürü hamd ve senâ eder. Yapmış olduğu bu hamd ve senânın günahlarının kefareti olduğunu sanır. Nefsiyle beraber burada niyetin doğruluğunu aramaz. Zavallıya nam ve nişansızlığı seçmesi, halktan uzaklaşması ve ilmini gizlemesi hususunda bu kadar sevap va'dedilse, bu sevaba talib çıkmaz. Çünkü uzlete ve gizliliğe çekilmekle halkın yanında kabul olunma zevkini ve baş olma izzetini kaybeder.
Umulur ki şeytanın şu sözüyle bu gibi bir kimse kastedilmiştir: 'Ademoğullarından bir kimse, ilmiyle benden uzaklaştığını iddia ederse, o, cehaletinden ötürü, benim ağıma girmiştir!'
Bu zavallı kitab yazar, çalışır. Hem de Allah'ın ilminden fayda- lanmak için o ilmi derlediğini zanneder. Oysa bu çalışması ve kitap yazmasından ötürü isminin yayılmasını ister. Eğer bir kimse çıkıp yazmış olduğu kitabının yazarı benim deyip, onun ismini o kitaptan siler ve o kitabı kendi nefsine nisbet ederse, bu hareket ona ağır gelir. Buna rağmen bilir ki yazılmış kitaptan edilen istifadenin sevabı ancak hakikî yazarına aittir. Allahü teâlâ da bilir ki kitabın yazarı iddia sahibi değildir, aksine kendisidir.
Yazmış olduğu kitabında nefsini övmekten kurtulamaz. Ya uzun duaları açıkça yapmak suretiyle veya başkasına ta'netmenin zımnında bunu yapar ki başkasını tenkid etmesinden, kendisinin daha üstün olduğu ve ilmen ondan daha büyük olduğu açığa çıksın! Halbuki başkasını tenkid etmeye hiç de mecbur değildir. Zayıf göstermek istediği görüşten pasajlar (parçalar) alır, sonra yazarına nisbet ederek onun ilmî kıymetini düşürmek ister.
Bir de hoşuna giden parçaları alır ve bu parçaları sahibine nisbet etmez ki okuyucular tarafından o parçaların kendisine ait olduğu zannedilsin! Başkasının cümlelerini aynen alır. Tıpkı onları çalanlar gibi veya biraz değiştirerek alır. Tıpkı bir iç gömleği çalıp da aba yapan bir kimse gibi ki çalınmış mal olduğu bilinmesin! Bu zavallı, lâfızlarının süslü, seci'li ve güzel nazımlı olması hususunda çaba sarfeder ki rekakete (çirkin/kötü konuşmaya) nisbet edilmesin!
Bütün bunları yaparken gayesinin hikmeti tervic etmek, güzelleştirmek ve süslendirmek olduğunu sanır. İnsanların daha çok yararına olacağını düşünür. Bu zavallı şu rivâyetten gafildir. Hukemâdan biri hikmet konusunda üçyüz kitap yazdı. Allahü teâlâ, onun zamanındaki peygambere vahiy göndererek şöyle dedi: 'Ona de ki: Sen yeryüzünü nifakla doldurdun. Allah senin nifakından hiçbir şeyi kabul etmez!'
Bu mağrur sınıftan bir cemaat bir araya geldikleri zaman her biri kendi nefsinin kalbin ayıplarından ve gizliliklerinden selâmet kaldığını zanneder. Eğer birbirlerinden ayrılıp da her birine arkadaşlarından bir grup tâbi olursa arkasına takılanların çokluğuna bakar ve 'Acaba benim arkama takılanlar mı yoksa başkasının arkasına takılanlar mı daha fazladır' diye düşünür ve arkadaşları daha fazla ise, sevinir. Halbuki başkalarına tâbi olsaydılar kendisinden daha fazla onlardan istifade edeceklerini bilse bile yine kendi yanında olmalarına sevinir. Sonra o mağrurlar ayrıldıkları ve halka faydalı oldukları zaman, biri diğerini kıskanır ve hased ederler.
Onlardan birine giden bir kimse, onun yanından ayrılıp başkasına gittiği zaman, ayrılışı o büyüklük iddia edene ağır gelir. Büyüklük taslayan, o ayrılan kişiden nefret etmeye başlar. Ayrıldıktan sonra artık içinden, o ayrılana ikram etmek, daha önce yaptığı gibi onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, daha önce onu övdüğü gibi övmek gelmez. Oysa o ayrılan kişinin istifade ettiğini bilir. Yine bilir ki ondan ayrılıp başka bir gruba katılması o ayrılan kişinin dini bakımından daha hayırlıdır. Çünkü kendi grubunda kaldıkça o kişiye zarar geldiğini de bilir. Fakat gittiği grupta bu zarardan kurtulur. Buna rağmen bir türlü ayrılan kişiye karşı nefreti kalbinden silinmez!
Onlardan birinin içinde hasedin ateşi harekete geçtiği ve onu belirtmeye gücü yetmediği zaman, bu sefer hased ettiği kişiye, onun dinine ve takvasına mümkün olduğu kadar ta'n eder ki öfke ve hasedini buna hamletsin ve 'Ben nefsim için değil de ancak Allah'ın dini için ona kızdım' diyebilsin!
O hased ettiği kişinin ayıpları meclisinde zikredildiği zaman sevinir. Hased ettiği kimsenin övgüsü yapıldığı zaman hoşuna gitmez ve nefret eder. Bazen de o hased ettiği kişinin ayıpları söylenildiği zaman (sözde) yüzünü ekşitir. Dolayısıyla müslümanların gıybetinin yapılmasını hoş görmediğini belirtmiş olur. Oysa kalbinden buna razıdır ve böyle yapmayı ister. Allah da onun kalbinin böyle olduğunu bilmektedir. İşte bu ve buna benzer durumlar, kalplerin gizli hastalıklarındandır. Bu hastalıkları ancak akıl sahipleri sezerler. Bu hastalıklardan ancak dinde kahraman olanlar kurtulur. Bizim gibi zayıfların bu hastalıkları sezmesi mümkün değildir. Ancak insan, nefsinin ayıplarını bilmeli, o ayıplar hoşuna gitmemeli, onları kınamalı ve nefsini ıslah etmeye çalışmalıdır. Allah bir kula hayrı irade ettiği zaman, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterir. Kimin sevabı hoşuna gider, günahı hoşuna gitmezse, o kimsenin hali ümitlidir. Onun durumu nefsini tezkiye eden, ilim ve ameliyle Allah'a karşı minnet eden, kendisini Allah'ın yaratıklarının hayırlılarından sanan bir kimsenin durumundan Allah'ın rahmetine daha yakındır. Bu bakımdan biz gâfil, mağrur, gizli ayıplara rağmen ihmalkârlıktan Allah'a sığınıyoruz. Bu gurur, mühim ilimleri tahsil etmiş, fakat ilimle amel etmek hususunda kusurlu hareket eden kimselerin gururudur!
Biz şimdilik ilimlerden kendilerini ilgilendirmeyen kısımlarla meşgul olup, mühim kısımları terkeden ve bununla da aldanan kimselerin gururunu zikredelim: Bunların aldanışları ya o ilmin esasından müstağni olduklarından ileri gelir veya sadece o ilmi tahsil ettiklerinden. . . Bu bakımdan onlardan bir grup, halkın maslahatı için sadece halk arasında cereyan eden dünyevî işlerin tafsilâtlarını, münâzaa ve fetva ilmini tahsil ederler. 'Fıkıh' ismini de bunlara tahsis ederler. Buna 'fıkıh ve mezheb ilmi' adını verirler. Çoğu zaman bununla, zâhir ve bâtın amelleri zâyi etmişlerdir. Azalarını kontrol etmemişler, dili gıybetten, mideyi haramdan korumamışlar, ayaklarını sultanların huzuruna girmekten ve diğer azalarını da uygun olmayan yerlere gitmekten menetmemişlerdir.
Kalplerini kibir, hased, riya ve diğer helâk edici sıfatlardan arındırmamışlardır. İşte bunlar iki yönden mağrurdurlar. Yani hem amel, hem de ilim bakımından mağrurdurlar.
Amel: Biz amel hususundaki aldanışın sebebini zikretmiştik ve nitekim bu mağrurların misâli, tıpkı hasta birinin misâli gibidir. Hasta, ilacın formülünü öğrendiği, onu tekrar etme ve öğretmekle meşgul olduğu zaman bunlara benzer. Hasta, helâk olmak üzere ise hastalığının ilacını öğrenmek ve kullanmak mecburiyetindedir. Basur ve Birsam (deliliğe benzer ve hararetli bir şişkinlik) illetine mübtelâ olmuş iken buna rağmen -hayız ve istihâze illetiyle müptela olmadığı ve bir erkek olduğunu bildiği halde-hâlâ istihâzeli15 kadının durumunu öğrenmekle meşgul olur ve gece gündüz durmadan onu tekrarlayıp durursa ve 'Bazı kere istihâze illetine mübtelâ olan bir kadında benden bu fetvayı sorabilir!' derse bu, gururun katmerlisidir.
Fakihlik iddia eden miskin de böyledir. Bazen dünya sevgisi, şehvetlerin arkasına takılma sevgisi, hased, kibir, riya ve diğer bâtınî helâk edici sıfatlar kendisine musallat olurlar! Çoğu zaman tevbe edip telâfi etmeden ölüm gırtlağına sarılır. Allah kendisine öfkeli olduğu halde göçüp Allah'ın huzuruna gider. Bütün bunları terkedip, selem, İcare, zihar, lian, yaralamalar, diyetler, dâvalar, beyyineler ilmiyle, hayız meselesiyle meşgul olur. Oysa hayatında nefsi için hiçbir zaman bunlara muhtaç olmaz. Başkaları buna muhtaç olduğunda, bununla meşgul olan birçok müfti vardır. Burada riyaset ve mal olduğu için ihtirasla buna koşarlar! Şeytan bu insanı dâvet etmiş, oysa kendisinin haberi yok; zira mağrur zanneder ki nefsi dininin farz kılmış olduğu bir vazife ile meşguldür. Oysa farz-ı aynı yapmadan önce farz-ı kifaye ile meşgul olmanın günah olduğunu bilmez. Dediği gibi, eğer niyeti doğru ise, bu durum böyledir. Yani eğer fıkıhla Allah'ın rızasını kasdetmişse hüküm böyledir; zira kişi Allah'ın cemâlini kasdetse bile, fıkıhla meşgul olup âzaları ve kalbin farz-ı ayın olan vazifelerinden yüzçevirirse onun durumu amel bakımından gururdur.
İlim: Ne zaman sadece fetva ilmine yapışır, din ilminin o olduğunu zanneder, Allah'ın kitabının ve Hazret-i Peygamber'in sünnetinin ilmini terkederse, ilim yönünden aldanmış demektir. Bu kişi çoğu zaman hadîs âlimlerinin aleyhinde bulunarak şöyle der: 'Onlar incelikleri anlamadan haberleri nakleden ve kitabları yüklenenlerdir!' Bu kişi, ahlâk ilmini, celâl ve azametini idrâk etmek suretiyle Allah'tan haber veren fıkhı da terketmiştir. Oysa insana korku, heybet ve huşû veren ve insanı takvaya zorlayan ilim budur! Onu Allah'ın azabından emin ve Allahü teâlâ'ya güvenerek aldanmış görürsün.
'Allah elbette kendisine rahmet edecektir. Çünkü kendisi Allah'ın dinini ayakta tutan bir kimsedir. Eğer fetvalarla meşgul olmasa, helâl ve haram hükmü tahkir olunacaktır' zannına kapılmakta ve dolayısıyla daha mühim olan ilimleri terketmektedir! Oysa gâfil ve mağrurdur. Gururunun sebebi ise, şeriatte -ileride geleceği gibi- 'Allah birisine hayrı irâde ederse onu dinde fakih yapar' şeklinde fıkhın tâzim edildiğini işitmesidir. Bilmez ki şeriatte övülen fıkıh, Allah'tan, Allah'ın korkutan ve ümit veren sıfatlarının mârifetinden haber veren fıkıhtır. Bu fıkıh, kalbin korkuyu sezmesi, takvadan ayrılması içindir.
İnananların tümü toptan sefere çıkacak değillerdir. Ama her kabileden bir topluluğun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kabilelerine geldikleri zaman, kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi? (Tevbe/122)
Kendisiyle sakınmanın meydana geldiği ilim, bu ilimden başkadır; zira bu ilimden gaye, malları korumak, katl ve yaralamayı defetmek ve mallar edinmekle bedenleri korumaktır. Mal, Allah yolunda kullanılan âlettir. Beden ise binektir. Mühim olan ilim, yolu gösteren ilimdir. Allah ile kul arasında perde olan ve kalbin hastalığı olan kötü sıfatları bilmektir. Kişi bu sıfatlarla mülevves olduğu halde ölürse, Allah'a karşı mahcup olarak gider. Bu bakımdan kişinin sadece fıkıh ilmi üzerinde durmasının misali, hac yolunda sadece su kabını ve ayağa geçirilen mesti dikmeyi bilmekle yetinen kimsenin misaline benzer. Şüphe yoktur ki eğer çölleri katetmek için gerekli olan su kabı ve mest (ayakkabı) bulunmazsa hacca gitmek zor olur. Fakat sadece bunu dikmek ve yamalama ilmiyle yetinen bir kimse ne haccı yapmış, ne de haccın yoluna girmiş sayılır. Biz bu hususu Kitab'u1-İlimde açıklamıştık.
Bu kimselerden bir grup vardır ki sadece hilâfiyattan (mezheblerin ihtilâflı meselelerinden) ibaret olan fıkıh ilminin ilgili bölümünü tahsil eder. Cedel yolunu öğrenirken karşıdaki hasmı susturmak, ilzam etmek ve galip gelmek için hakkı reddetme yolunu öğrenmekten başka kendisini ilgilendiren bir kısım yoktur. Bu bakımdan bu kişi gece gündüz mezheb erbabının tenkidlerini tedkik eder. Akran ve emsalinin ayıplarını araştırır. Eziyet veren sebeplerin çeşitlerinin arkasında koşar. İşte bu nitelikte olanlar insanların yırtıcılarıdır. Tabiatları eziyet ve kıymetleri hamâkattır. Onlar ilmi ancak akran ve emsallerine karşı böbürlenmek hususunda kendilerine lâzım olan zaruretten dolayı öğrenirler. Bu bakımdan kötü sıfatları silmek ve onları güzel sıfatlarla değiştirmek suretiyle Allah'a giden yolun ilmi gibi akran ve emsallerine karşı böbürlenmekte kendilerine lâzım olmayan ilimleri terkederek onları hakir sayarlar! O ilimlerle istihzâ ederek onlara tezvik (fantazi) ve vaizlerin konuşması diye isim verirler! Oysa onların yanında tahkik, cedelde boğuşanların arasında cereyan eden arbedenin tafsilatını bilmektir. Bunlar kendilerinden önce bahisleri geçen sınıfın fetva ilmi hakkında derlediğini derlemişler, fakat daha fazlasını da eklemişlerdir; zira farz-ı kifayelerden olmayan ilimlerle meşgul olmuşlardır. Halbuki cedelin bütün incelikleri fıkıhta bid'atır. Selef böyle bir bid'atı tanımamıştır.
Hükümlerin delillerine gelince, onları mezheb ilmi kapsar. O deliller, Allah'ın kitabı ve Hazret-i Peygamber'in sünneti ve bu iki kaynağın mânâlarını anlamaktır. Cedelin, kesir16, kalb, fasid va'z, terkib ve ta'diveden ibaret olan hilelerine gelince, bu hileler ancak hasmına karşı galip gelmek ve hasmını susturmak için icad edilmiştir. Cedel çarşısı bununla kurulmuştur. Bu bakımdan bunların gururu, kendilerinden önce bahsi geçen grubun gururundan daha fazla ve daha çirkindir.
Diğer bir grup da hevâları reddetmek, muhaliflerin tenkidlerini cevaplamak için kelâm ilmi ile meşgul olmuşlardır. Muhaliflerle münâzara etmek, muhalifleri susturmak yollarını öğrenmekle meşgul olmuşlardır. Bu hususta birçok gruplara ayrılmışlardır. İnanmışlardır ki herhangi bir kul için amel etmek, ancak imanla olur. Îman ise, ancak cedellerini sıhhatlice öğrenmek ve akidelerin delilleri diye adlandırdıkları delilleri bilmekle doğru olur. Zannederler ki kendilerinden daha fazla Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bilen hiç kimse yoktur! Yine zannederler ki mezheblerine inanmayan ve ilimlerini öğrenmeyen bir kimsenin îmanı yoktur! Her fırka, halkı kendi görüşüne dâvet edip yolunu güzel göstermiştir. Bunlar da iki fırkadırlar: Sapıtan fırka, hak üzere olan fırka! Sapıtan fırka, öyle bir fırkadır ki halkı Sünnet'e aykırı yollara dâvet eder. Hak olan fırka da halkı Sünnet'e dâvet eder. Gurur ise, bu iki fırkayı da kapsamaktadır. Sapıtan fırkayı kapsamasına gelince, o fırkanın dalâlette olduklarını bilmemelerinden ileri gelir. Nefsini kurtulmuş sandığından kaynaklanır. Bu sapıtan fırka birçok küçük fırkalara ayrılır. Bazısı diğerine küfür damgasını vurmaktadır! Gurur, bunlara fikirlerini itham etmedikleri, her şeyden önce delillerin şartlarını ve yolunu güçlendirmedikleri için gelir. Şöyle ki bunların her biri şüpheliyi delil, delili de şüpheli görür.
Hakkı savunan fırkaya gelince, bu fırkanın gurura kapılması, cedeli, işlerin en önemlisi, Allah'ın dininde insanı Allah'a yaklaştıran amellerin en büyüğü zannettiklerinden dolayıdır. Bu fırka 'Hiç kimsenin dini, tahkik etmeden ve araştırma yapmadan tamamlanamaz' iddiasındadır. Tedkik etmeden ve delili incelemeden, Allah'ı ve Hazret-i Peygamberi tasdik eden bir kimsenin Mü'min olmadığını veya kâmil imanlı bulunmadığını iddia eder! Böyle bir kimsenin Allah katında Allah'ın rahmetine yakın bir kimse olmadığını savunur! İşte bu fâsid zandan dolayı, ömürlerinin hepsini cedel, bid'atçilerin hezeyanlarını ve tenkidlerini öğrenmekle geçirmişlerdir. Nefislerini ve kalplerini ihmal etmişlerdir. Hatta günahları her taraflarını kaplamış, zâhir ve bâtın hataları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Onlar zanneder ki kişinin cedelle meşgul olması, Allah katında daha evlâ, daha faziletli ve daha yaklaştırıcıdır. Fakat bu kişi, hasmına galebe çalıp hasmını susturmaktan zevk aldığı ve riyaset zevkini duyduğu ve 'Allah'ın dinini savunuyor' diye tanınmaktan hoşlandığı için basireti körelmiştir. Hazret-i Peygamber'in ashâbına artık bakmaz. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , neslinin halkın en hayırlısı olduğuna şahidlik etmiştir. 17 Oysa bu nesil bid'atçı ve hevâ-i nefsine tâbi olan birçok kimselere yetiştiler. Buna rağmen ömürlerini ve dinlerini husumet ve mücadelelere hedef kılmadılar. Kalplerini, azalarını ve durumlarını tedkik etmekten başlarını kaldırmadılar ki cedel ile meşgul olsunlar. Aksine ihtiyaç hissettikleri ve kabul edilecek alâmetleri gördükleri zaman konuşurlardı. İhtiyaç kadarıyla sapıtan bir kimseyi sapıtmasına muttali kılarlar, dalâletinde ısrar eden bir kimseyi gördükleri zaman, onu terkederler, ondan yüz çevirirlerdi. Allah için ondan nefret ederlerdi. Hayatları boyunca onlarla cedelleşmeye dalmamışlardır. Aksine şöyle derlerdi: 'Hak, Sünnet'e dâvet etmektir. Sünnet'e dâvet etmek hususunda cedeli terketmek de sünnettendir'. Çünkü Ebû Umâme El-Bahilî, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) den şöyle rivâyet ediyor:
Hiçbir kavim, üzerinde bulundukları hidayetten sonra -cedele dalmadıkça- dalâlete sapmaz. 18
Bir ara Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ashâbının yanına çıkageldi. Onlar aralarında tartışıyorlardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara kızgınlığı yüzünden belli olacak derecede kızarak şöyle haykırdı: 'Siz böyle yapmakla mı emrolundunuz? Allah'ın Kitabı'nın bir kısmını diğeriyle çarpıştırmakla mı emrolundunuz? Emrolunduğunuz hususa dikkat edin ve amel yapın. Yasaklandığınız hususa dikkat edin ve sakının'. 19
İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber onları tartışmaktan menetti. Oysa onlar, cedel yapmak hususunda Allah'ın yaratmış olduğu halkın en hayırlısı idiler. Sonra onlar bütün milletlere peygamber olarak gönderilen Hazret-i Peygamber'i gördüler. Oysa Hazret-i Peygamber, onları ilzam etmek ve susturmak için hiçbir zaman onlarla mücadele etmedi. Bir delili tedkik, bir suali cevaplandırmak ve ilzam edici bir söz söylemek için tartışmaya girişmedi. Onlara karşı sadece Allah tarafından gönderilen Kur'ân'la mücadele etti.
Kur'ân'dan başka birşeyi mücadele olarak söylemedi. Çünkü mücadele etmek kalpleri şüpheye düşürür. Sonra o şüpheleri kalplerden silmeye güç yetmez. Hazret-i Peygamber taksimler ve ince kıyaslar yapmak suretiyle onlarla mücadele etmekten aciz değildi. Ashâbına mücadele ve susturmanın keyfiyetini öğretmekten de aciz değildi. Fakat akıl sahipleri ve tedbir ehli, bununla aldanmadılar ve dediler ki: 'Eğer yeryüzündeki bütün insanlar kurtulsa, biz helâk olsak onların kurtuluşu bize ne fayda verir? Eğer biz kurtulur, onlar helâk olursa, onların helâk olması bize bir zarar vermez'.
Onlar cedel hususunda yahûdî, hristiyan ve diğer milletlere karşı, hayatlarını mücadele yapmak suretiyle ziyan etmediler. O halde biz neden ömrümüzü zâyi edelim? Neden ömrümüzü fakirlik zamanında bize yarayan şeye sarfetmeyelim? Neden tafsilâtında nefsimizin yanlış gitmesinden emin bulunmadığımız bir konuya dalalım? Sonra da bid'atçının kendisiyle mücadele ettiğinde terketmediği aksine arttırdığı taassub ve husumetini biz daha da artıralım? Bu bakımdan nefsimle mücadele etmekle meşgul olmam, dünyayı âhiretim için terketmem hususunda çaba sarfetmem daha evlâdır. Eğer ben, mücadele etmekten menedilmeseydim dahi bu yolu tercih ederdim. Kaldı ki ben, mücadele etmekten menedilmişimdir. Ben Sünnet'i terketmek suretiyle, halkı Sünnet'in ihyasına nasıl dâvet edebilirim? Bu bakımdan en evlâsı nefsimi kontrol edip, nefsimin sıfatlarından Allah'ı kızdıran ve sevdirenleri tedkik etmenidir ki Allah'ı kızdırandan uzaklaşıp, sevdirene yapışabileyim.
Başka bir grup da vaaz etmekle meşguldürler. Bunların rütbece en yükseği, nefislerin ahlâkları, doğruluk, ihlas, yakîn, zühd, tevekkül, şükür, sabır, reca, korku ve benzerlerinden ibaret olan kalbin sıfatları hakkında konuşandır. Bu grup mağrurdur. Bu sıfatları halka söyledikleri ve halkı bu sıfatlara dâvet ettikleri zaman bu sıfatlara sahip olduklarını zannederler. Oysa halk tarafından takip edilen bu sıfatların pek azı hariç, kendilerinde hiçbiri yoktur. Bu grubun aldanması daha dehşetlidir. Çünkü bunlar nefislerini çok fazla beğenirler. Allah'ı sevdikleri için muhabbet ilminde derinleştiklerini zannederler, muhlis oldukları için ihlâsın inceliklerini tahkik etmeye güçlerinin yettiğini zannederler. Nefsin gizli ayıplarına, ancak o ayıplardan uzak oldukları için muttali olduklarını sanırlar. Eğer Allah'ın dergâhına yakın olmasalardı, yakınlık ve uzaklık mânâsını bilemeyecekleri kanaatini taşırlar. Allah yolunda menzillerin nasıl katedildiğini ve Allah'a nasıl gidildiğini, Allah'a olan manevî yakınlıklarından ötürü bildiklerini sanırlar. Miskin adam, bu zanlarla Allah'ın azabından emin olduğu halde kendisini Allah 'tan korkan kimselerden görür. Vaktini zâyi eden aldanmışlardan olduğu halde boş ümitlere kapılır.
Kaza ve kadere küsenlerden olduğu halde, kendisini kadere razı olanlardan görür. Sebeplere, mal ve mertebeye güvenenlerden olduğu halde, kendisini Allah'a tevekkül edenlerden sanar. Riyakârlardan olduğu halde kendisini muhlislerden görür. Oysa sadece ihlâsı vasıflandırır, hepsi o kadar! Riya'yı vasıflandırarak, zikreder ve bu zikretmesiyle riyakârlık yapar ki hakkında 'Eğer muhlis olmasaydı riyanın inceliklerine vakıf olamazdı!' denilsin!
Dünya hakkında kuvvetli bir rağbeti ve şiddetli bir hırsı olduğu halde dünya hakkındaki zühdü anlatır. Allah'tan kaçtığı halde, halkı Allah'a çağırır. Allah'ın azabından emin olduğu halde, başkasını Allah'ın azabından korkutur. Allah'ı unuttuğu halde, başkasına hatırlatır. Allah'tan uzak olduğu halde sözle yaklaşmak ister. Muhlis olmadığı halde, ihlasa teşvik eder. Kötü sıfatları tenkid eder, oysa kendisi onlarla sıfatlanmıştır. Başka kimseleri halkın ihtilâtından uzaklaştırmaya çalışır. Oysa kendisi halkla ihtilât etmeye şiddetle taraftardır. Eğer sözde Allah a davet ettiği meclisten menedilirse koskoca dünya kendisine dar gelir. Gayesinin halkın ıslahı olduğunu iddia eder. Oysa halk başkasına yönelip onun eliyle ıslah olurlarsa, üzüntü ve hasedinden patlar. Eğer huzuruna gelenlerden biri akranından birini överse, o öven onun gözünde Allah'ın en kötü kulu olur. İşte bunlar gurur bakımından insanların en uzağıdırlar. Çünkü güzel ahlâka başkalarını teşvik eden, kötü ahlâktan meneden, kötü ahlâkın tehlikelerini ve güzel ahlâkın da faydalarını bilen bir kimsedir. Fakat bilgisi kendisine fayda vermemiştir. Halkı dâvet etmenin sevgisi onu amel etmekten meşgul etmiştir. Bundan sonra kendisini ne ile tedavi edecektir? Korkması hangi yolla olacaktır? Oysa korkutan, onun Allah'ın kullarına okuduğu Allah'ın kelâmıdır. Allah'ın kulları onunla korkarlar, fakat kendisi korkmaz!
Evet! Eğer nefsinin bu güzel sıfatlarla mevsuf olduğunu sanırsa, imtihan yoluna muttali olması mümkündür. Şöyle ki Allah'ın sevgisini iddia eder. O halde Allah için nefsinin sevdiklerini ona terkettiren nedir? Korktuğunu iddia eder. Kendisinden korkuyu meneden nedir? Zâhidlik iddia eder. Kudreti olmakla beraber Allah'ın rızası için zâhidliği ona terkettiren nedir? Allah'a ünsiyetinin olduğunu iddia eder. Acaba Allah ile başbaşa kalmak ne zaman onun hoşuna gitmiştir? Halkı görmekten ne zaman tevahhuş etmiştir? Hayır! Aksine müridleri etrafını çevirdikleri zaman keyiflendiğini, Allah ile başbaşa kaldığında sıkıldığını görürsün! Acaba sevgilisinden sıkılan bir âşık, sevgilisini bırakıp başkasına koşup onunla rahatlayan bir dost görebilir misin?
Akıl sahipleri, bu sıfatlarla nefislerini denerler ve nefislerinden hakikati isterler. Akıllılar zâhirde süslü görülen sıfatlarla değil, ancak Allah'tan gelen bir va'd ile ikna olurlar.
Mağrur kimseler, nefisleri hakkında güzel zanlarda bulunurlar. Oysa âhirette perdeler kalktığı zaman, rezil olurlar, ateşe atılırlar, barsakları delinir. Eşeğin değirmeni çevirdiği gibi onlar da o dökülen barsaklarının etrafında dönerler. Nitekim bu husus, haberde de vârid olmuştur. Çünkü onlar hayrı emrederler yapmazlar, şerri yasakladıkları halde yaparlar. 20
Bu kimselere gurur, ancak şu bakımdan gelmiştir. Onlar kalplerinde bu mânâların esaslarından zayıf birşey görürler. O da Allah'ın sevgisi, Allah'tan korkmak, Allah'ın fiiline razı olmaktır! Bu mânâlardaki yüksek makamları vasıflandırmaya güçleri yeter. Dolayısıyla zannederler ki bunları vasıflandırmaya güçlerinin yetmesi, bu husustaki ilmin Allah tarafından kendilerine verilmesi ve konuşmalarıyla insanların faydalanması bu vasıfların kendilerinde bulunmasından ileri gelmiştir. Kabulün kelâm için, kelâmın da mârifet için, mârifetin de ilim için olduğunu unuturlar. Oysa bütün bunlar, sıfatla nitelenmenin dışında birşeydir. Bu bakımdan bu canbaz herhangi bir müslümandan sevgi ve korku sıfatıyla vasıflanmakta ayrılmaz. Aksine vasfa muktedir olmak hususunda ayrılır. Hatta bazen emin olması artar, korkusu da azalır. Halka meyletmesi belirir. Kalbinde Allah sevgisi cılızlaşır.
Onun misâli, ancak, hastalığını vasıflandıran, fesahat ve belâğatla o hastalığın devâsını, sıhhati ve şifayı anlatan bir hasta gibidir. Oysa o hastadan başka hastalar, sıhhat ve şifanın sebeplerini, derecelerini ve sınıflarını vasıflandırmaya muktedir değildir. Bu bakımdan ismi geçen hasta, diğer hastalardan hasta olmak bakımından değil, ancak vasıflandırma ve tıp ilmini bilme hususunda onlardan ayrılır. Bu bakımdan sıhhatin hakikatini bildiği halde, kendisinin sıhhatli olduğunu sanması katmerli cehalettir. Korku, sevgi, tevekkül, zühd ve diğer sıfatların ilmi de böylece hakîkatleriyle sıfatlanmadan başka bir şeydir. Hakikatlerin vasfını, hakikatlerle sıfatlanmak ile karıştıran kimse aldanmıştır. İşte konuşmalarında kusur olmayan, va'z ve nasihatları Kur'ân ve Sünnet'e uygun olan Hasan-ı Basrî ve benzeri âlimlerin va'zının hali de budur.
Onların diğer bir grubu daha vardır ki vaazda takip edilmesi gereken yoldan ayrılmışlardır. Bu zamanımızdaki vaazların hemen hepsi böyledir. Ancak -eğer varsa- memleketin bazı köşelerinde binde bir bulunan ve Allah tarafından korunan bir vaiz bu hükmün dışındadır. Biz böyle bir vaiz tanımıyoruz. Zamanımızdaki vâizler, tâmat (lâf u güzâf) ve şatahat (akıl ve şeriat dışı) kelimeleri düzmekle meşguldürler. Bunu yapmaktan gayeleri 'garib bir vaaz yaptı' dedirtmektir.
Diğer bir grup, nükteli sözler, derme çatma lâfızlarını secî ve birbirlerine bağlama hastası olmuşlardır. Secî, visal (kavuşma) ve firak (ayrılık) şiirleriyle delil getirmeye gayret sarfeder, bundan gayeleri; meclislerinde bağırmaların ve cezbeye tutulmanın -velevki fâsid bir gaye için de olsa- çoğalmasıdır. İşte bu tip vâizler, insanların şeytanlarıdırlar. Hem dalâlete gittiler, hem de dosdoğru yoldan halkı saptırdılar; zira daha önce bahsi geçen vaizler, nefislerini ıslah etmeseler dahi halkı ıslah ederlerdi. Konuşmalarını ve vaazlarını dosdoğru yaparlardı, Bu grup ise, halkı Allah yolundan menettiler. Reca kelimesiyle halkı Allah'a güvendirip gurura ittiler. Bu vâizlerin konuşmaları günaha halkın cesaretini daha da artırmaktadır. Dünyaya rağbet etmeye halkı daha fazla sürüklemektedir. Hele vâiz, elbiselerle, besili atlarla ve kıymetli merkeblerle süslenmiş olduğu halde vaaz ediyorsa durum daha da kötü olmaktadır. Çünkü böyle bir vâizin tepesinden tırnağına kadar görünüşü dünyaya şiddetle haris olduğuna şahidlik eder. Bu mağrurun ifsad edeceği ahlâk, ıslah edeceğinden pek fazladır. Hatta hiçbir zaman ıslah edemez. Birçok kimseyi dalâlete götürür. Bunun mağrur olduğu apaçıktır.
Vâizlerden diğer bir grup daha vardır. Zâhidlerin konuşmalarını, Dünya'nın Zemmi hakkında vârid olan hadîsleri ezberlemekle yetinmişlerdir. Onlar kelimeleri olduğu gibi hıfzederler, mânâlarını bilmeksizin savururlar! Onların bazıları bunu minberler üzerinde yaparlar, bazıları mihrablarda. . . Bazıları arkadaşlarıyla beraber pazarlarda, çarşılarda yaparlar. Bunların hepsi de kendilerini, halk tabakasından ve askerlerden bu kadarcık farkla, zâhid ve din ehlinin konuşmalarını ezberledikleri için refaha kavuşmuş, gayesine varmış, günahları affolunmuş, zâhir ve bâtın günahlardan korunmuş, Allah'ın azabından emin olmuş zannederler. Bunların aldanması, bunlardan önce bahisleri geçen grupların aldanmasından daha açıktır.
Başka bir grup vakitlerini hadîs dinlemeye harcarlar. Hadîsten birçok rivâyetleri derlemeye âlî ve garîb isnadları aramaya hasrederler. Bunların her birinin gayreti ve hedefi; memleketi gezmek, hadîs âlimlerini görmektir ki 'ben filan hadîs âliminden hadîs rivâyet ediyorum' diyebilsin! 'Ben filan hadîs âlimini gördüm. Benim nezdimde başkasının yanında olmayan hadîs isnadları vardır' diyebilsin! Bu sınıfın gururu birçok yönden kaynaklanır: Bunlar kitapları taşıyan hamallar gibidirler. Onlar inayetlerini hadîsin mânâlarına sarfetmezler. Bu bakımdan ilimleri azdır. Beraberlerinde nakilcilikten başka birşey yoktur ve zannederler ki nakilcilik kendilerine kâfi gelir.
Yine onlar hadîslerin mânâlarını anlamadıkları için hadîsle amel etmezler. Bazı hadîslerin mânâsını anladıkları halde onunla da amel etmezler. Ayrıca onlar farz-ı ayn olan kalp mârifetini terkederler. Hadîs senedlerinin çoğaltılmasıyla, o senedlerin âli olanlarını aramak ile meşgul olurlar. Oysa bunların hiçbirine muhtaç değildirler.
O yönlerden diğer biri de şudur ki zamanımızın insanları ona üşüşmektedirler: Onlar hadîsi dinlemek şartını da yerine getirmezler; zira sadece hadîs dinlemek, her ne kadar onun için fayda temin etmezse de dinlemek, haddi zatında hadîsin ispatına götürdüğü veya ispattan sonra mânâyı anlamaya ulaştırdığı için mühimdir. Amel de anlamaktan sonra olur. Bu bakımdan birinci basamak dinlemektir. Sonra anlamak, sonra hıfzetmek, sonra amel etmek, sonra neşretmektir. Oysa bu kimseler bütün bunlardan sadece dinlemekle yetinmektedirler. Sonra dinlemenin de hakîkatini terketmişlerdir; zira sen çocuğu, hadîs âliminin huzurunda hadîs dinlerken görürsün. İhtiyar muhaddis uyuklar, çocuk da oynar. Sonra çocuğun ismi 'dinleyenler' defterine kaydedilir. Sonra çocuk büyüdüğü zaman hadîs kendisinden dinlenilsin diye ortaya atılır. Hadîs meclisinde hazır bulunan bâliğ ve âkîl bir kimse ise, çoğu zaman dinlemez, kulak vermez ve hadîsi zaptetmez. Bazen de bir hadîsin veya başka bir şeyin yazımı ile meşgul olur. Hadîs âlimi ise durmadan hadîs okur. O kişi hadîsi bozsa, hadîs âlimi ondan haberdar olmaz ve bilmez. İşte bütün bunlar cehalet ve aldanıştır; zira hadîste esas, Hazret-i Peygamber'den dinlemek ve dinlediği gibi hıfzetmektir. Hıfzettiği gibi de rivâyet etmektir. Bu bakımdan rivâyet hıfzdan, hıfz da dinlemekten sonra gelir. Eğer Hazret-i Peygamber'den dinlemekten aciz isen sahabeden ve tâbiînden dinlemelisin. Senin râvîden hadîs dinlemen, Hazret-i Peygamber'den dinlemen gibi olur. Bu da dinlemek için kulak vermen demektir. Ezberlemeli ve hıfzettiğin gibi rivâyet etmelisin. Dinlediğin gibi de ezberlemelisin. Bir harfi bile değiştirmemelisin. Eğer başkası bir harf bile değiştirse veya yanlışlık yapsa onun yanlışını derhal farketmelisin.
Hadîsi hıfzetmen için iki yol vardır: Birincisi; hallerin mecralarında kulağına geleni hıfzettiğin gibi kalp ile hıfzetmen; zikretmekle ve tekrarlamakla devam ettirmendir.
İkincisi, dinlediğin gibi yazmandır. Yazdıklarını tashih edip ezberlemelisin ki başkasının bozmasına imkân kalmasın. Kitap senin ezberinde ve kütüphanende olmalıdır; zira kitap başkasının eline geçtiği zaman bazen bozulması mümkün olur. Onu ezberlemediğin takdirde onun bozulmasını farkedemezsin. Bu bakımdan hadîs senin kalbinle ezberlenmiş ve senin kitabınla da korunmuş olur. Senin kitabın dinlediklerini sana hatırlatmış olur. Bu hadîs hakkında artık tağyir ve tahriften emin olursun. Hadîsi ne kalp, ne de kitapla hıfzetmediğin takdirde, kulağına gaflet verici bir ses geldikten ve sen de meclisten ayrıldıktan sonra hadîsi okuyan o hadîs âliminin bir nüshasını görürsen ve o nüshadaki hadîsin tağyir edilmesi sence mümkün ise veya dinlediğin nüshadan bir harf ayrılıyorsa, bu takdirde sana 'Bu kitabı dinledim' demen caiz değildir; zira sen o kitaptakini dinlememiş olabilirsin. Bu bakımdan ezberlememişsen ve güvendiğin sahih bir nüsha elinde yoksa -ki okuduğunu onunla karşılaştırasın- o zaman bunu dinlediğini nereden bileceksin? Oysa Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardına düşme! (İsra/36)
Bu zamandaki hadîs şeyhlerinin 'Biz bu kitaptakini dinledik!' sözleri -eğer bizim söylediğimiz şart mevcut değil ise- katıksız bir yalandır. Hadîs dinlemenin en basit şartları; hadîste yapılan bozulmayı sezecek şekilde bir tür ezberleme ile beraber bütün hadîsi kulağıyla dinlemektir. Eğer çocuğun, gafilin ve uykuda olanın duyduklarını, onlardan alıp yazmak caiz olsaydı delinin, beşikteki çocuğun dinlediğini yazmak da caiz olurdu. Sonra beşikteki çocuk bâliğ olduğu, deli de iyileştiği zaman, daha önce dinlediklerine binaen hadîsleri dinlenirdi. Oysa bunun caiz olmadığında şüphe yoktur. Eğer böyle bir kimsenin hadîsini dinlemek caiz ise, anne rahmindeki ceninin hadîsini yazmak da caiz olur, beşikteki çocuğun anlamadığı ve hadîsi ezberlemediği için dinlediği hadîs yazılmıyorsa oynayan, dalgın olan, duyduğu hadîsi anlayamayan ve ezberleyemeyen kimsenin hadîsi de yazılmaz. Eğer câhilin biri 'beşikteki çocuğun duyduğu hadîs yazılır!' derse, bu cahil, anne rahmindeki ceninin duyduğu hadîsi de yazsın!
Eğer 'anne rahmindeki cenin sesi işitmez, beşikteki çocuk ise işitir' diye aralarında bir fark görürse, bu fark fayda vermez. Çünkü sesi değil de hadîsi naklediyor. Bu bakımdan o çocuk erginleştiği zaman 'Ben çocukluğumda hadîs rivâyet edilen bir mecliste bulunmuşum. Benim kulağıma hadîsin sesi gelmiştir. Fakat ne olduğunu bilmiyorum' derse, bu şekildeki bir rivâyetin sahih olmadığında şüphe yoktur ve buna birşey katmak da katıksız yalandır. Eğer Arapça bilmeyen bir Türk'ün, mânâsız bir ses işittiğinden dolayı hadîs dinlediğini kabul etmek caiz olsaydı, o vakit beşikteki çocuğun hadîs dinlemesinin ispatı da caiz olurdu. Böyle bir iddia ise katmerli cehalettir. Bu nereden alınıyor? Acaba hadîs dinlemenin şu hadîs-i şeriften başka istinad ettiği bir delil var mıdır?
Allahü teâlâ benim sözümü dinleyip ezberleyen ve ezberlediği gibi de başkasına nakleden kimseyi sevindirsin. 21
Acaba dinlediğinin mânâsını bilmeyen bir kimse nasıl dinlediğini dinlediği gibi başkasına nakledebilir? Bu tür gurur, gurur çeşitlerinin en fâhişidir. Bu, günün insanları bu gurura müptelâ olmuştur. Eğer zamanımızın insanları dikkat ederlerse, çocukluğunda hadîs dinleyenlerden başka hadîs âlimi göremezler. Ancak muhaddislerin bu hususta sosyal mevkileri ve makbuliyetleri olduğundan, miskinler bu şartları onların ileri sürmelerinden korkuyorlar. Dolayısıyla ders halkalarında hazır bulunanların azalmasından, ve sosyal mevkilerinin düşmesinden korkuyorlar! Bu şartlar kabul edilirse dinlemiş oldukları hadîslerin de azalmasından korkuyorlar! Hatta o muhaddisler bu şartlar ileri sürüldüğü takdirde çoğu zaman şarttan mahrum kalacak ve rezil olacaklardır. Bunun için onlar şöyle bir şart koydular: Hadîsi nakledenin kulağına sadece bir gürültünün gelmesi yeterlidir. İsterse duyduğunun ne olduğunu anlamasın!
Hadîs dinlemenin sıhhatli olup olmaması muhaddislerin sözlerinden anlaşılmaz. Çünkü bu husus onların ilmine dahil değildir. Aksine bu husus, fıkıh usulünü bilen âlimlerin ilmine dahildir. Bizim söylediğimiz ise, usûl-i fıkıh kanunlarında kesin bir hükümdür. İşte bu kimselerin gururudur bu! Eğer onlar tam şartına riayet ederek hadîs dinlemiş olsaydılar bile, yine de sadece nakille iktifa ettiklerinden, rivâyet ve isnadların derlenmesi hususunda ömürlerini çürütüp, dinin mühim meselelerinden yüz çevirdiklerinden ve hadîslerin -mânâlarının mârifetine vâkıf olmadıklarından ötürü mağrurdurlar. Onların yaptıkları hiçbir şey ifade etmez, hadîsten âhiret yolunda gitmek kastedilir. Bazen kişiye hayatı boyunca bir hadîs kâfi gelir. Nitekim hadîs şeyhlerinin biri bir mecliste ilk rivâyet edilen hadîsin Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi olduğunu rivâyet ediyor:
'Kişinin kendisini ilgilendirmeyeni terketmesi İslâmının güzelliğindendir'. Bunun üzerine oradakilerden biri kalktı ve dedi ki: 'Bu hadîs bana kâfidir. Onu hazmedeyim de sonra başkasını dinleyeyim'. İşte gururdan sakınan akıl sahiplerinin hadîs dinlemesi böyle idi.
Başka bir grup vardır; nahiv, lûgat, şiir, lügatin garib maddelerinin ilmi ile meşguldürler. Bununla mağrur olmuşlardır. Allah'ın kendilerini affettiğini ve dinin ayakta Kitab ve Sünnet'le, Kitab ve Sünnet'in de lûgat ve nahiv ilmiyle ayakta durduğunu zannederler. Kendilerini de ümmetin âlimlerinden sanırlar. Bu kimseler hayatlarını nahvin incelikleriyle, şiirle, lûgatin gariblerini araştırmakla geçirdiler. Bunların misâli, bütün hayatını yazıyı öğrenmek, harfleri tashih etmek ve güzelleştirmekle geçiren bir kimsenin misali gibidir. Bu kimseler, ilimlerin ancak yazma ile ezberlenmesinin mümkün olduğunu idda ederler ve dolayısıyla yazıyı öğrenmek ve tashih etmek gerekir derler. Eğer bu kimse düşünse bilir ki yazının esasını öğrenmek kâfidir. İster güzel olsun, ister olmasın okunması mümkün bir vaziyette öğrenmesi yeterlidir. Bundan fazlası yeterli miktardan fazla olanıdır. Edîb bir kimse de böyledir. Eğer düşünürse anlar ki Arap dili de Türk dili gibidir, Arap dilini öğrenmek için ömrünü zâyi eden, tıpkı Türk ve Hind dillerini öğrenmek için ömrünü zâyi eden bir kimse gibidir. Arap dili ancak Allah'ın şeriatı onunla nazil olduğu için diğer dillerden ayrılır (ve ehemmiyet kazanır) . Bu bakımdan Arap dilinden, hadîslerin ve Kur'ân'ın garib kelimelerinin çözülebilecek kadarı kâfidir. Nahiv ilminden Hadîs ve Kitabla ilgili miktar kâfidir. Sonsuz derecelere kadar nahivde derinleşmek ise fuzulî bir uğraştır. Sonra eğer kişi bu ilimle iktifa edip şeriatın mânâlarının marifetinden ve şeriatle amel etmekten yüz çevirirse, bu kişi mağrurdur. Hatta bu kişinin misâli, Kur'ân'daki harflerin mahreçlerini tasrih etmek hususunda ömrünü zâyi ederek sadece bununla iktifa etmiş bir kimsenin misâli gibidir; zira harflerden gaye mânalardır. Harfler, ancak zarflar ve edatlardır. Safra denilen hastalığı bertaraf etmek için 'sekencebin' denilen maddeyi içmeye muhtaç olan bir kimse bütün vakitlerini sekencebin içmekte kullanılan kadehin yapılmasına sarfederse, aldanmış cahillerdendir. Nahiv, lûgat, edeb, kırâat, meharic-i hurufatı tedkik etme gururu da böyledir. Bunlarda ne kadar derinleşirse, bunlar için herşeyi bırakıp ne kadar meşgul olursa, farz-ı ayn olan ilimlerden fazla bunların üzerine düşerse, yaptığı gururdur. En üstün olan şey öz ameldir. Onun üstündeki şey amelin mârifetidir.
Bu, ibâdet etmek için önce kabul etmek gibidir. Amelin üstündeki şeye nisbeten öz gibidir. Onun üstünde olan şey, lâfızları dinlemek ve rivâyet yoluyla hıfzetmektir. Bu da mârifete nisbet etmek yoluyla kabuktur. Üstündekine nisbeten özdür. Bunun üstündeki ise lûgat ve nahvi bilmektir. Bunun üstündeki en üst kabuktur. Bunun üstündeki en üst kabuk, harflerin mahreçlerini bilmektir. Bütün bu derecelerle kanaat edenler aldanmışlardır. Ancak bu dereceleri konak edinen, bu derecelere ancak ihtiyacı kadar yükselen ve her birini geçip ötesine giderek amelin özüne varan kimse amelin hakîkatiyle kalbini ve azalarını sorumlu tutar. Hayatını, amellerinin tashihine, riya ve âfetlerden kurtulmaya sarfeder. İşte şer'î ilimlerden olan ve hizmeti yapılması gereken hedef budur. Diğer ilimler ise, bunun hizmetkârı, vesileleri, kabukları ve buna nisbeten konaklardır. Kim maksada ermemiş ise o mahrum olur. İster yakın konakta bulunsun, ister uzak konakta olsun farketmez. Bu ilimler, şer'î ilimlerle ilgili olduklarından ötürü, bu ilimlerin sahipleri bunlarla aldandı. Tıp, hesap, sanatlar ve şer'î ilimlerden olmadığı bilinen ilimlere gelince, bunların sahipleri, bunlar vasıtasıyla ve sadece ilim olduklarından ötürü mağfirete nâil olacaklarına inanmazlar. Bu bakımdan bu ilimlerle gurura kapılmak, şer'î ilimlerle gurura kapılmaktan daha azdır. Çünkü şer'î ilimler, güzellikte şeriatla ortaktırlar. Nitekim kabulün, güzel olmak hususunda öze ortak olduğu gibi. . . Fakat buradaki esas güzel ve son varılacak noktadır. Diğeri ise en yüce maksuda vardırdığı için güzeldir. Bu bakımdan kim kabuğu maksud edinirse ve onun üzerine çıkarsa onunla aldanmıştır.
Başka bir grubun da fıkıh ilmiyle gururları büyümüştür. Kul ile Allah arasındaki hükmün, mahkeme huzurundaki hükme tâbi olduğunu zannederler ve bu bakımdan hakların defedilmesi hususunda çeşitli hileler düzerler. Mübhem lâfızların tevillerini kötü yaptılar.
Zâhirlerle aldandılar ve yanıldılar. Bu hareket, fetvada yanılmak ve gurura kapılmak türündendir. Fetvada yanılmak, çok vâki olan bir hâdisedir. Fakat bu, sadece akıl sahipleri hariç herkesi kapsamaktadır. Bu bakımdan biz bu hususa birkaç misalle işaret edelim: Onların 'Kadın mehrinden kocasını affettiği zaman, kocası kendisi ile Allah arasında da o mehirden affolunur' fetvaları da bu türdendir. Bu kesinlikle yanlıştır. Koca, bazen hanımına tazyik yapar. Kötü ahlâkıyla onu bunaltır. O da bu baskıdan kurtulmak için mecburen yol arar. Kocasını, bu ahlâksızlığından kurtulmak için affeder. Bu gönülden yapılan bir af değildir.
Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin! Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarlarsa onu âfiyetle yeyin! (Nisa/4)
Görünüşte seve seve vermesi, kalbin seve seve vermesinden farklıdır. İnsan bazen nefsinin sevmediğini kalbiyle ister. İnsan kalbiyle kan aldırmayı ister. Fakat nefsi bundan tiksinir. Nefsin seve seve bağışlaması, karşılıklı bir zaruretten değil de kendiliğinden bağışlamaya müsamaha göstermesidir. Hatta nefis, iki zararın arasında bulunduğu zaman en kolayını seçerse bu, hakikatte bâtını icbar etmekle bir müsaderedir.
Evet! Dünyadaki kadı, kalplere ve gayelere muttali olamaz. O zâhirî duruma bakar. Oysa kadın zâhir bir sebeple mehrini hibe etmeyi kerih görmez. Kalbin ikrahına ise, insanlar muttali olamaz. Fakat ne zaman ki ahkem'ul-hâkimîn kıyâmet günü hükmetmek için hazırlanırsa, bu dünyadaki hüküm ne hesaba katılır, ne de kadının mehrini bağışlaması fayda verir. Bunun için herhangi bir insanın malını almak, ancak o insanın rızasıyla helâl olur. Eğer bir cemaatte birinden mal istenirse, o da halktan utandığı için, dedikodudan çekindiği için vermek zorunda kalırsa -eğer tenhada istenseydi vermezdi- ve mal vermenin zorluğunu, ayıplanmaya tercih ederek istenen malı verirse bu yolda alman mal ile müsadere edilen mal arasında fark yoktur. Çünkü müsaderenin mânâsı; kamçı ile döverek almaktır ki bunun acısı, mal vermekten gelen kalp acısından daha fazla olduğu için nefis en hafif elemi seçer.
Utanılacak bir yerde birinden mal istemek, bedene olmasa bile kalbe kamçı vurmaktır. Allah katında zâhir ve bâtın kamçılamanın arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü bâtın, Allah katında zâhirdir. Dünya hâkimi ancak kişinin 'Hibe ettim' sözünün zâhirine bakar, hibe edilenin mülkü olduğuna hükmeder. Çünkü dünya hâkiminin kalptekine muttali olması mümkün değildir. Dilinin şerrinden korunmak için veren bir kimse veya zâlimlere ihbar etmesinden korktuğa için veren bir kimsenin verdiği de alan kimseye haramdır. Bu yönden alınan her mal haramdır.
Hazret-i Dâvud'un kıssasında vârid olana bakmaz mısın? Nitekim Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) affedildikten sonra şöyle demiştir: 'Ya rabbî! Ben hasmımı nasıl râzı ederim?' Bunun üzerine Allahü teâlâ ona helâllik dilemesini emretti. Oysa hasımı ölmüş bulunuyordu. Bunun üzerine Kudüs'ün muallâk taşından onu çağırması emredildi ve Dâvud (aleyhisselâm) dedi ki:
-Ey Urya!
-Buyur! Beni cennetten çıkardın. Benden ne istiyorsun?
-Sana bir işte kötülük yaptım. Onu bana bağışla!
-Dediğin gibi yaptım!
Hazret-i Dâvud da bundan mutmain oldu. Bunun üzerine Cebrâîl Hazret-i Dâvud'a 'Sen Urya'ya yaptığını açıkladın mı?' dedi. Dâvud (aleyhisselâm) 'Hayır!' dedi. Cebrâîl 'O halde dön ve ona yaptığını açıkla!' dedi. Bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) dönüp yine Urya'ya seslendi.
-Buyur, ey Allah'ın Rasülü!
-Sana karşı zelle işledim.
-Ben sana onu bağışlamadım mı?
-Niçin o günahın ne olduğunu sormuyorsun?
-O günah nedir?
-Şöyle şöyle idi!
Böylece kadınla olan macerayı zikretti ve bunun üzerine Urya'nın sesi kesildi.
-Ey Urya! Bana cevap vermeyecek misin?
-Peygamberler böyle yapmadı. Seninle Allah'ın huzuruna varıncaya kadar bu meseleyi erteledim.
Bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) ağladı ve dövündü. Ta ki Allahü teâlâ, âhiret'te Urya'nın kendisini affetmeyi talep edeceğini Dâvud'a va'd edinceye kadar bu durum devam etti. 22
İşte bu kıssadan sana anlaşılıyor ki kalbin isteği olmayan hibe fayda vermez. Kalbin isteği de ancak mârifetle hâsıl olur. Böylece kalbin isteği, ibrası, hibe ve benzeri muamelelerde ancak insan tercihinde serbest kaldığı zaman tahakkuk eder ki istekler onun nefsinden gelsin! Onu hilelerle ilzam etmek suretiyle isteklerini harekete geçirmek makbul değildir. Zekâtı düşürmek için kişinin zekât senesinin sonunda malını zevcesine hibe etmesi, zevcesinin de malı kendisine hibe ettirmesi bu kabildendir. Fâkih der ki: 'Bu hile-i şeriyye ile zekât iskat olmuştur'. 23
Eğer fâkihin bu sözünden gayesi, 'Artık sultan böyle bir kimseden zekât isteyemez. Zekât memuru bu durumda zekâtı alamaz' ise doğru söylemiştir. Çünkü sultanın ve zekât toplayıcıların baktıkları nokta mülkün zâhiridir. Mülkün zâhiri de ortadan kalkmıştır. Eğer fâkih 'Bu zekâtın sahibi kıyâmette kurtulacaktır ve malı olmayan bir kimse gibi veya zekâtı düşürmek maksadıyla değil de ihtiyacını gidermek maksadıyla malını satan bir kimse gibi olacaktır' zannına kapılırsa, dinin hikmetini ve zekâtın sırrını bilmek hususunda pek büyük bir cehalete sahiptir; zira zekâtın sırrı, kalbi cimrilik rezaletinden temizlemektir. Çünkü cimrilik helâk edicidir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Üç şey vardır helâk ederler; İtaat edilen cimrilik, arkasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin nefsini beğenmesi!
Cimriliğine ancak yaptığından dolayı itaat olunmuştur. Yaptığını yapmadan önce cimriliğinin itaati yapılmamıştır. Bu bakımdan bu kimsenin helâk olması, kurtulmasına vesile olacağını zannettiği birşey ile tamam oldu. Çünkü Allahü teâlâ onun kalbine muttalidir. Onun mal sevgisini, mala karşı olan hırsını bilmektedir. Mal hırsından dolayı öyle bir mertebeye varmıştır ki hileleri ihmal edebilir ve böylece cehalet ve gururla cimrilikten kurtuluş yolunu nefsi için kapatmış olur!
Mesâlih-i âmme'ye (sosyal hizmetlere) tahsis edilen ihtiyacı kadar fakihe ve başkasına Allahü teâlâ'nın mübah kılması da bu kabildendir. Mağrur olan fakihler, nefsin istekleri, fuzuli şeyler, şehvetler ve zarurî ihtiyaçlar arasında ayırım yapmazlar. Hatta oburluklarının tamamlayıcısı olan herşeyi ihtiyaç olarak görürler. Oysa bu görüş katıksız aldanıştır. Dünya, kulların ibâdet ve âhiret yolculuğundaki ihtiyaçları için yaratılmıştır. Bu bakımdan kulun dinine ve ibâdetine yardım eden herşey kulun ihtiyacı sayılır, ondan başkası ise kulun fuzulî isteği ve şehvetidir. Eğer biz bu gibi meselelerde fakihlerin aldanışlarını anlatmaya devam edersek, ciltler dolusu kitaplar yazmamız gerekir. Bundan gaye bu husustaki bütün misalleri zikretmek değil, cinsleri tanıtan birkaç misale dikkati çekmektir; zira bütün misalleri zikretmek oldukça uzar.
6) Kitab 'ul-İlim'de geçmişti.
7) Daha önce geçmişti.
8) Kitab'ul-İlim'de geçmişti.
9) Daha önce geçmişti
10) Daha önce geçmişti
11) Daha önce geçmişti.
12) Daha önce geçmişti.
13) Daha önce geçmişti.
14) Daha önce geçmişti
15) İstihâze: Kadından -hayızda üç günden az ve on günden fazla- gelen ve nifasta kırk günü aşan kandır. (Nûr'ul-İzah)
16) Bu tâbirler, cedelî tabirlerdir. İzahı cedel ilmi diye bilinen münâzara ilmi'nde geçer.
17) İmâm-ı Ahmed, Tahavî, İbn Ebî Asım, Ruyanî, (Bureyde'den) ; 'Bu ümmetin en hayırlısı benim peygamber olarak gönderildiğim nesildir. Sonra onları tâkip eden ve arkalarından gelen nesildir', İbn Ebî Şeybe, Amr b. Şurahbil'den 'Sonra onları takip eden, sonra onları takip eden, sonra onları takip edenler' şeklinde rivâyet etmiştir. İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Müzeni ve İbn Mâce de aynı şekilde rivâyet etmişlerdir.
18) Kitab'ul'İlim' de geçmişti.
19) Daha önce geçmişti
20) İmâm-ı Ahmed, Buharî ve Müslim, (Usâme b. Zeyd'den)
21) Sünen sahipleri ve İbn Hıbbân, (Zeyd b. Sâbit'ten)
22) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir; İbn Ebî Hâkim, (Enes'ten zayıf bir senedle)
23) Ticaret zekâtının şartlarından biri de bir sene o malın sahibinin elinde bulunmasıdır. Eğer senenin sonunda başkasına hibe ederse o maldan zekât verme mükellefiyeti kalkar. Ancak mal yeni sahibinin elinde bir sene kaldıktan sonra, zekâtı ikinci sahibi tarafından verilir. İmâm Gazâlî böylebir hile ile zekâtın düşmesini sağlamanın haram olduğunu, sahibinin ise kıyâmette zekât vermemenin cezasını çekeceğini söylemektedir.
GURURUN KÖTÜLÜĞÜ konusunun devamı;