İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | GURURUN KÖTÜLÜĞÜ

 Giriş

Giriş

Emirlerin hazineleri elinde bulunan, hayır ve şerlerin anahtarları kudretine bağlı bulunan Allah'a hamd olsun! O Allah ki dostlarını karanlıklardan nûra çıkarırDüşmanlarını gururun felâketlerine daldırırSalât ve selâm, mahlûkatı şek ve şüphe zulmetinden çıkaran efendimiz Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), Allah yolunda şeytanın aldatmasına kurban gitmeyen ve dünya ile aldanmayan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Zamanların akıp gitmesi, saatlerin ve ayların birbirini takib etmesi müddetince devam eden bir salât. . .

Saadetin anahtarı uyanıklık ve sezgidirŞekavetin kaynağı gurur ve gaflettirBu bakımdan Allahü teâlâ'nın kulları üzerinde îman ve marifetten daha büyük bir nimeti yoktur.

Basiretin nûruyla kalbin inşiraha kavuşmasından başka Allah'a ulaştıran bir vesile mevcut değildirKüfür ve masiyetten daha büyük bir azap düşünülemezKüfür ve masiyete, cehalet zulmetinden meydana gelen kalp körlüğünden başka çağırıcı yokturBu bakımdan akıllıların ve basiret sahiplerinin kalpleri şöyledir:

Allah göklerin ve yerin nûrudurO'nun nûru, içinde lamba bulunan bir kandile benzerLamba cam içindedirCam, sanki inciden bir yıldızNe doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. (Öyle mübarek bir ağaç) ki neredeyse, ateş dokunmasa da ışık verirIşığı parıl parıldır. (Nûr/35)

Yahut (onların işleri) engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz) ki üstünü bir dalga örtüyorÜstünden bir dalga daha. . . Onun üstünde de bir bulutBirbirinin üstüne yığılmış karanlıklarİçinde bulunan kimse elini çıkarsa nerdeyse onu dahi göremezAllah bir kimseye nûr vermedikten sonra onun nûru olmaz! (Nûr/40)

Akıllılar o kimselerdir ki Allah onları hidayet etmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini İslâm'a ve hidayete açmıştırMağrurlar o kimselerdir ki Allah onları dalâlete götürmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini daracık yapmıştırSanki göğe çıkıyormuş gibi zorluk içerisindedirlerMağrur o kimsedir ki basireti, nefsinin hidayetine kefil olmasın diye durulmamıştırKörlük içerisinde kalmış, hevâ-i nefsini önder ve şeytanı rehber edinmiştir.

Kim bu dünyada kör ise o, âhirette de kördür ve yol bakımından daha sapıktır. (İsra/72)

Gurur'un bütün şekavetlerin, helâk edicilerin kaynağı olduğu bilindiği zaman, mutlaka onun giriş ve akış noktalarını ve kendisinde gurur'un meydana geldiği yerlerin tafsilâtını izah etmek gerekir ki onu bildikten sonra mürîd ondan sakınsın ve korunsunBu bakımdan muvaffak olanlar, âfetlerin ve fesadın giriş noktalarını tanıyan ve onlardan sakınan kimselerdirOnlar ki azm ve basiret üzere işlerini bina etmişlerdirBiz gururun akış merkezlerinin cinslerini, sâlihler, âlimler ve kadılardan mağrur olanların sınıflarını izaha çalışacağızO mağrurlar ki zâhiri güzel, içi çirkin olan şeylerle aldanmışlardırBiz bunlardan ötürü gurura kapılmalarının sebebine işaret edeceğiz; zira bu her ne kadar sayılmayacak kadar fazla ise de teker teker sayılmaya ihtiyaç bırakmayacak misallere dikkati çekmek mümkündür.

Mağrurların sınıfları çokturFakat onları dört sınıfta toplamak mümkündür: Birinci sınıf âlimlerden, ikinci sınıf âbidlerden, üçüncü sınıf mutasavvıflardan ve dördüncü sınıf şehvet sahiplerindendirBu sınıfların herbirinden gurura kapılan birçok fırkalar vardırOnların gurur cihetleri de değişiktirBu bakımdan onlardan kimi münkeri mâruf (kötüyü iyi) görürTıpkı haram maldan toplayıp süslenenler gibi. . . Onlardan diğer bir grup kendi nefsi için çaba sarfettiği şey ile Allah rızası için çaba sarfettiği şeyi ayırdedemezBu da gayesi, halkın nezdinde kabul edilip dünya mertebesine varmak olan vâiz gibidirOnlardan diğer bir grup en mühim vazifeyi terkeder, başka işlerle meşgul olurDiğer bir grup farzı terkeder, nafile ile meşgul olurOnlardan diğer bir grup özü terkeder, kabukla meşgul olurTıpkı namaz hususunda hedefi, harflerin mahreclerini tashih etmek olan kurrâ (Kur'ân okuyucusu) gibi. . . Bu giriş noktalarından başka birçok noktalar vardır ki bu noktalar ancak mağrurların sınıflarını açıklamak ve misaller vermek suretiyle vuzuha kavuşurlarÖyleyse biz önce âlimlerin gururunu belirtmekle işe başlayalımFakat bunu gururun zemmini, hakikatini ve tarifini beyan ettikten sonra zikredeceğiz.

30-1

Gurur'un Zemm, Hakikati ve Misalleri

Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Dünya hayatı sizi aldatmasınO aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldatmasın (Lokmân/33)

O günmünafık erkeklerle münafık kadınlar, îman edenlere derler ki: 'Bize bakın da sizin nûrunuzdan yararlanalım'Onlara 'Arkanıza (dünyaya) dönün de nur arayın!' denilirAralarına kapılı bir sur çekilir ki onun içinde rahmet vardırDış yönünde de azap! (Münafıklar) Mü'minlere şöyle bağırırlar: 'Bizler sizinle beraber değil miydik?' Mü'minler 'Evet ama siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, beklediniz, şüphelendiniz ve uzun ömür hülyası size aldattıAllah'ın emri gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz) , o çok aldatıcı (şeytan) , sizi Allah (ın affı) ile aldattı'derler. (Hadîd/13-14)

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Akıllıların uykuları ve iftarları ne güzeldir! Onlar ahmakların uykusuzluğuna ve çabasına nasıl olurda gıbta ederler? Oysa takva ve yakîn sahibinin zerre kadar (ameli) yer dolusu mağrur kimselerin amelinden daha üstündür1

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonrası için çalışmıştırAhmak o kimsedir ki hevâsının peşine takılmış, (ameli olmaksızın) Allah'ın affından büyük dereceler arzular, temenni eder!

İlmin fazileti ve cehaletin zemini hakkında vârid olan bütün hükümler, gururun kötülüğü için de delildirlerÇünkü gurur, cehalet türlerinin bir kısmından ibarettir; zira cehalet, birşeyi olduğunun hilafına görmektirGurur cehalettirAncak her cehalet gurur değildirAksine gurur, hakkında gurura kapılan özel birşey ile gururlanan kişiyi mağrur kılan birşeyi gerektirirBu bakımdan inanılan meçhul şey, hevâ-i nefse uygun birşey, cehaleti gerektiren sebep de şüphe ve fâsid bir hayal ise, kişi o şüpheyi delil olmadığı halde delil sanıyorsa, bununla meydana gelen gurura cehalet ismi verilirBu bakımdan gurur, nefsin hevasına uygun düşüp tabiatın meylettiği şeye denirBu da şeytandan gelen bir şüphe ve kandırmadan doğup meydana gelirO halde kendisinin iyi olduğuna inanan bir kimse, ya hâli hâzırda veya gelecekteki bir fâsid şüpheden öyle sanıyorsa mağrurdur ve aldanmıştırİnsanların çoğu nefisleri hakkında iyi şeyler düşünürlerOysa yanılıyorlarO hakle insanların çoğu mağrurdurlarHer ne kadar gururlarının dereceleri değişik ise de. . . Hatta bazılarının gururu diğerinin gururundan daha şiddetli ve daha açıktırO gururların en belirgini ve en şiddetlisi kâfirlerin, âsilerin ve fasıkların gururudurBu nedenle biz bu gurura, gururun hakikatini belirtmek için misaller getirelim.

I. Misal

Birinci misal kâfirlerin gururudurKâfirlerin bir kısmı vardır ki dünya hayatı onu aldatmıştırDiğer bir kısmı da vardır ki şeytan onu Allah hakkında aldatmıştırDünya hayatı kendilerini aldatanlara gelince, onlar şöyle diyenlerdir: "Hazır, borçtan daha hayırlıdırÖyle ise dünya hazır, âhiret borçturO halde dünya âhiretten daha hayırlıdırBu bakımdan onu âhirete tercih etmek gerekir'Yine der ki: 'Yakîn, şekten daha hayırlıdırDünyanın lezzetleri yakînî, âhiretin lezzetleri şüphelidirBu bakımdan biz yakîni, şüpheli için bırakmayız'Bunlar fâsid kıyaslardırİblis'in kıyasına benzer.

Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın. (Sâd/76)

Bu mağrurlara şu âyet-i celîlede de işaret vardır:

İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdirOnlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez. (Bakara/86)

Bu gururun tedavisi, ya îman tasdikiyle veya burhan ile olurMücerred îman tasdikine gelince, Allahü teâlâ'yı şu gelecek ayetlerinde tasdik etmek demektir:

Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenirAllah katındaki rahmet hazineleri ise bâkîdir. (Nahl/96)

Allah katında olan daha hayırlıdır. (Kasas/60)

Âhiret daha hayırlı ve daha bâkîdir. (Alâ/17)

Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir. (Âl-i İmrân/185)

Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın! (Lokmân/33)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu kâfirlerden birçok kişiye söylediOnlar Hazret-i Peygamber'i tasdîk ettiler, ona îman ettiler ve ondan delil istemedilerOnlardan biri 'Allah mı seni peygamber olarak gönderdi?' derdiHazret-i Peygamber 'evet' deyince, o da tasdik ederdiBu îman, halkın imanıdırBu îman, insanı gururdan çıkarırBöyle bir kimsenin îmanı, babanın çocuğuna 'Mektebe gitmek, oyun yerine gitmekten daha hayırlıdır' demesi ve neden daha hayırlı olduğunu bilmemesi gibidirBeyan ve burhanla olan mârifete gelince, kişi, şeytan tarafından, kalbine atılan yukarıdaki kıyasın fâsidliğini bilmelidirÇünkü her mağrurun gururu için bir sebep lâzımdırO sebep de delildirHer delil kıyasın bir türüdür ve nefiste tasavvur olunurO delile güvenmek hâdisesi meydana gelirHer ne kadar sahibi bunu sezmese ve âlimlerin lâfızlarıyla söylemeye gücü yetmese de böyledir.

İnsanın kalbine şeytan tarafından atılan kıyasın iki temeli vardırO temellerden birincisi "Dünya peşindir, âhiret ise borçtur!' hükmüdürBu hüküm doğrudurİkinci temel, şeytanın şu sözüdür: 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır'İşte bu hüküm şaşırtma yeridirDurum hiç de şeytanın dediği gibi değildirPeşin, miktar ve maksudunda borç gibi ise, borçtan daha hayırlı olurZira mağrur kâfir, ticareti hususunda gelecek on dirhemi elde etmek için peşin bir dirhemi verir ve bunu yaparken hiç de 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır' deyip de bu alış verişi terketmezBir de doktor, bir mağrur kâfiri meyve ve yemeklerden menederse, o derhal gelecek hastalığın korkusundan ötürü onları terkederİşte görüldüğü gibi, bu kâfir peşini terkedip borca razı olurBütün tüccarlar da deniz seferi yaparlarSeferlerde peşin olarak yorulurlarBütün bunu borç olan bir kâr ve istirahat için yaparlarEğer gelecek olan on dirhem, hâli hâzırdaki bir dirhemden daha hayırlı ise, o vakit dünya lezzetini, müddeti bakımından âhiret müddetine kıyas etÇünkü İnsan oğlunun en uzun ömrü yüz senedirBu ise âhiretin bir milyondan bir parçasının biride bir parçası bile olamaz.

Bu bakımdan âhirete îman eden bir kimse sanki bir milyonu elde etmek için biri terketmiş gibidirHatta haddi ve hesabı olmayanı elde etmek için az birşeyi terketmektedirEğer nevi bakımından bakarsa, dünya lezzetlerini bulanık ve sıkıntı ile karışık, âhiret lezzetlerini de berrak görecektirBu bakımdan şeytan 'Peşin, borçtan dahil hayırlıdır' kıyasında yanılmıştır.

Bu gururun menşei meşhur ve umumî bir lâfzın kabulüdür ki o lâfız mutlak olarak söylenilmiş fakat ondan özel bir mâna kastedilmiştirİşte mağrur bir kimse o lâfzın özel mânâsından gâfil olmuşturÇünkü 'Peşin, borçtan daha hayırlıdır' diyen bir kimse, bu sözüyle peşin olanla miktarda eşit olan bir borçtan, peşin daha hayırlıdır' mânâsını kasdetmiştirHer ne kadar bunu açıkça söylememiş ise de yine kasdı budurİnsan oğlu bunu çözdüğü zaman şeytanikinci bir kıyasa atlarO kıyas da şudur: 'Yakîn şüpheliden daha hayırlıdırÂhiret ise şüphelidir!' Şeytanın bu kıyası, fesadlık yüzünden birinci kıyasından daha fazla çürüktürÇünkü bu kıyasın iki temeli de bâtıldır; zira yakîn, ancak şeklin benzeri olduğu zaman şekten daha hayırlı olurAksi takdirde tüccar bir kimsenin yorulması yakîn, ilim rütbesine varacağı şüphelidirAvcı bir kimsenin, av mahallinde gezeceği kesindir, avı elde etmesi şüphelidirBöylece tedbir, ittifakla akıllıların âdetidirİşte görüldüğü gibi bütün bu misallerde yakîn, şek için terkedilmiştir.

Fakat tüccar şöyle der: 'Eğer ben ticaret yapmazsam aç kalırımZararım oldukça büyürEğer ticaret yaparsam yoğunluğum az olur, kârım ise çok!' Böylece hasta bir kimse tiksindirici ve mide bulandırıcı ilaçları içerHalbuki şifaya kavuşması şüpheli, ilacın acılığı ise kesindir.

Fakat hasta der ki: İlacın acılığının zararı, benim korktuğum hastalığa ve ölüm korkusuna nisbetle pek azdır'İşte tıpkı bunun gibi âhiret hususunda şüphe eden bir kimseye de tedbir hükmüyle şöyle demek farzdırSabredeceğin günler azdır, en fazla ölüme kadardırBu ise âhirete nisbeten pek kısadırEğer âhiret hakkında denilen (hâşâ) yalan ise böyle yapmakla hayatın nimeti elinden kaçarOysa sen, ezelden beri şu ana kadar yoklukta bulunuyor ve nimetleniyordunSanki sen yokluktasınEğer âhiret hakkında denilen doğru ise -ki doğrudur- bu takdirde onu tasdik etmezsen ebediyyen ateşte kalırsınBu ise güç yetmez bir durumdur.

Bu sırra binaen Hazret-i Ali Allah'ı inkâr eden bazı mülhidlere şöyle demiştir: 'Eğer senin dediğin hak ise hem sen, hem de biz kurtuluruzEğer benim dediğim hak ise, o vakit bizler kurtuluruz, sen helâk olursun'Hazret-i Ali, bu sözünü âhiret hakkında şüpheye düştüğünden dolayı söylememiştirFakat mülhidle, mülhidin aklına göre konuşmuştur ve mülhide, eğer âhiretin varlığı hakkında kesin bir imana sahip değilse aldandığını belirtmiştir.

İblis'in 'Âhiret şüphelidir!' şeklindeki sözüne gelince, bu sözü de yanlıştırAksine Mü'minlerin nezdinde âhiret kesin ve yakîndirMü'minin bu husustaki yakîne ulaşması için iki yol vardır.

Birinci Yol

Birincisi, peygamberleri ve âlimleri taklid ederek îman etmek ve tasdikde bulunmaktırBu da gururu ortadan kaldırırBu, halk tabakasının ve havassın da çoğunun yakîninin idrâk âletidirBunların durumu, hastalığının ilacını bilmeyen bir hastanın durumu gibidirOysa bütün doktorlar ve tıp sanatının ehli olanlar ittifakla o hastanın ilacı filan bitkidir demişlerdirDurum böyle olunca hasta onlara güvenirO ilacın hastalığı için faydalı olup-olmadığını tıbbî delillerle doğrulamaya çalışmazEğer bu durumda köylünün veya ahmağın birisi çıkıp da onların tevatür ve hallerini, âdet bakımından kendisinden daha fazla, fazilet bakımından daha üstün olduklarını ve tıp ilmini ondan daha iyi bildiklerini bildiği halde yalanlarsa, hiç tıp ilmini bilmeyen bu kişi, tıbbı bilmediğinden ötürü onların sözleriyle kendisinin yalancı olduğunu, kendisinin sözüyle onların yalancı olmadığını bilirİlminde herhangi bir sebebe aldanmazEğer bu kişi sözüne itimad edip, doktorların sözünü terkederse mağrur bir ahmak olurİşte aynen bunun gibi âhireti tasdîk eden ve âhiretten haber veren, takvanın, âhiretin saadetine ulaştıracak en faydalı deva olduğunu söyleyen kimselere bakan bir kimse onları, Allah'ın en seçkin kulları olarak, basiret bakımından rütbece en üstün, mârifet ve ilimce en ileri olarak görürOnlar peygamberler, veliler, hukemâ ve âlimlerdirHalk bütün sınıflarıyla bu hususta onlara tâbi olmuşturTembellerden bazıları bu tâbi olmada halktan ayrılmıştırBu ayrılan tembellere şehvet galebe çalmış, nefisleri zevklere meyletmiş, şehvetleri terketmek, cehennem ehlinden olduklarını itiraf etmek de onlara pek ağır gelmiştirDolayısıyla âhireti inkâr ve peygamberleri yalanlamışlardırNasıl ki çocuğun ve köylünün sözü, doktorların ittifakından ötürü kalpte meydana gelen itminanı ortadan kaldırmıyorsa, tıpkı bunun gibi şehvetlerin esiri olan bu ahmağın da sözü peygamberler, velîler ve âlimlerin sözlerinin doğruluğundan insanı şüpheye düşürmezİmanın bu kadarı halk tabakasına kâfidirBu, kesin bir yakîndirŞüphesiz ki insanı ibâdet yapmaya teşvik ederGurur bununla ortadan kalkar.

İkinci Yol

Bu yol, peygamberlere gönderilen vahiy ve velî kullara verilen ilhamdırSakın Hazret-i Peygamber'in âhiret işlerini ve dinî işleri bilmesinin Cebrâîl'den dinlemek ve onu taklid etmekle olduğunu sanmayalım! Senin mârifetin peygamberi taklid ettiğinden hasıl olmuşsa onu da öyle saymayalım ki senin mârifetinle Hazret-i Peygamber'in mârifeti arasındaki fark sadece taklid edilenin değişikliği olmasın; zira böyle olması pek uzak bir ihtimaldirÇünkü taklid mârifet değildirTaklid, sadece doğru bir itikaddırOysa peygamberler âriftirler (mukallid değildirler) , peygamberlerin mârifetinin mânâsı; onlara şeylerin hakikatinin olduğu gibi görünmesidirOnlar bâtınî basiretle eşyanın hakikatini görmüşlerdirTıpkı senin zâhirî gözünle görmen gibi. . . Bu bakımdan peygamberler kulaktan duyarak veya taklid ederek değil, aksine müşahede ederek haber verirlerOnlara ruhun hakikati keşfolunurRuhun Allah'ın emrinden olduğu görünür.

Ruhun Allah'ın emrinden olmasından gaye, nehyin (yasağın) zıddı olan emir demek değildirÇünkü nehyin (yasağın) zıddı olan emir konuşmaktan ibarettirRuh ise, konuşmak değildirBuradaki emirden gaye şan da değildir ki bu takdirde ruhtan gaye; 'Allah'ın sadece mahlûkudur' densinÇünkü sadece mahlûk olmak, bütün mahlûkatlar arasında umumî bir vasıftırÂlem iki âlemdir:

1. Emir âlemi

2. Halk (yaratma) âlemi

Emir de, halk da Allah'ındır, Kemmiyet ve keyfiyet sahibi olan bedenler halk (yaratma) âlemindendirler; zira halk (yaratma) , dil ıstılâhında takdirden ibarettirKemiyetten, miktardan uzak olan da emir âlemindendirBu husus ruhun sırrıdırOnu anlatmaya ruhsat yokturÇünkü ifşası -menedilen kaderin sırrı gibi- halkın çoğuna zarar verirBu bakımdan ruhun sırrını bilen bir kimse nefsini bilmiştir, kişi nefsini bildiği takdirde rabbini bilmiştirNefsini ve rabbini bildiği zaman, tabiatı ve fıtratıyla rabbanî bir emir olduğunu bilirCismanî âlemde gariptirCismanî âleme inişi zâtında olan tabiatının muktezası ve isteğiyle değildirAksine zatında garip, sonradan olan bir emirledirO zatında garip ve sonradan olan emir ise, Hazret-i Âdem'in üzerinde vârid olmuşturO masiyet (günah) diye tâbir olunurHazret-i Âdem'in zatının muktezası olarak ona en uygun oları cennetten Hazret-i Âdem'i çıkaran işte o günahtırÇünkü cennet Allah'ın komşuluğudurRuh rabbânî bir emirdirAllah'ın komşuluğuna meyletmesi, zâtî ve tabiî bir isteğidirAncak insanı tabiatının isteğinden uzaklaştıran, zâtına yabancı olan âlemin haricî sebepleridirDolayısıyla insan bu sebeplerin meydana geldiği zamanda nefsini ve rabbini unuturBunu yaptığı zaman da nefsine zulmetmiş olur; zira insana şöyle denilmiştir:

O kimseler gibi olmayın ki Allah'ı unutmuşlar, Allah da onları kendilerine unutturmuşturİşte bunlar fâsık olanlardır. (Haşr/19)

Yani bunlar, tabiatların muktezasından dışarı çıkmışlar, istihkakları zannedilenin hududlarını aşmışlardırNitekim (Arab dilinde fısk maddesi bunu iktiza eder. Çünkü) 'Yaş hurma kılıfından dışarı çıktığı zaman, yani fıtrî ve tabî ortamından fırladığı zaman 'Fesaketü'r-rutabetu an kumamiha' denirBu âriflerin, kokularını koklamaya can attıkları, eksiklerin de lâfızlarını dinlemekten bile tiksindikleri birtakım sırlara işarettir; zira pislik toplayan böcek, gülün kokusundan zarar gördüğü gibi, eksikler bu sırları belirten lâfızları dinlemekten bile zarar görürlerGüneşin yarasaların gözünü kamaştırdığı gibi eksiklerin zayıf gözleri de bu sırlarla kamaşırBu kapıyı açmak, kalbin melekût âlemine açılan ve adına 'ınârifet ve velayet' denilen, sahibine de Veli ve ârif adı verilen sırrındandırBu sırlar, peygamberlerin makamlarının başlangıcı, velî kulların da varacağı makamın sonuncusudur; zira velî kulların en son varacağı makam, peygamberlerin makamlarının ilkidir.

Biz matlub olan gayemize dönelimGaye şudur: Şeytanın 'âhiret şüphelidir' aldanışı, ya taklidî bir yakîn ile veya bâtın cihetinden müşahede ve basiret ile defedilirDilleri ve akideleriyle Mü'min olanlar, Allah'ın emirlerini zâyi ettikleri, salih amelleri bıraktıkları, şehvet ve günahları elbise gibi giydikleri zaman, onlar bu gururda kâfirlerin ortakları olurlarÇünkü onlar dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmişlerdir.

Evet! Onların işi, kâfirlerin işinden daha hafiftirÇünkü îmanın esası onları ebediyyen cezaya mahkûm olmaktan kurtarırOnlar uzun zaman sonra da olsa ateşten çıkarlarFakat buna rağmen onlar da mağrur kimselerdendirlerÇünkü onlar âhiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu itiraf etmişlerdirFakat dünyaya meyledip onu tercih etmişlerdirSadece îman, kurtuluşa ermeye kâfi değildir.

Bununla beraber, şüphe yok ki ben tevbe eden, îman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)

Muhakkak ki iyilik yapanlara Allah'ın rahmeti pek yakındır. (Araf/56)

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İhsan, senin Allah'ı görür gibi Allah'a ibâdet etmendir,2 Allahü teâlâ şöyle buyurur:

Asr'a andolsun ki gerçekten insan ziyandadırAncak îman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr Sûresi)

Allah'ın Kitabı'ndaki mağfiret va'di, îman ve sâlih amelin ikisine birden bağlıdırSadece imana bağlı değildirBu bakımdan dünyaya güvenen ve onunla sevinenler mağrurdurOnun nimetlerine dalanlar, onu sevip dünyanın lezzetleri elden kaçacak diye ölümü hor görenlerin tümü mağrurdurFakat ölümden sonraki dehşetten dolayı ölümü hor görenler bu hükme dahil değildirBu misal, dünyaya aldanan kâfir ve müminlerin hepsine misaldirBiz kâfirlerin ve âsîlerin Allah'ın affına aldanarak gurur göstermelerine iki misâl verelim:

Allah'ın affına aldanan kâfirlerin gururuna gelince, onun misâli bazılarının nefsinde ve dilleriyle şöyle demeleridir: 'Eğer Allah'ın insanları diriltip koyacak bir yeri olsa bile biz başkasından ona daha müstehakızHerkesten daha fazla nasip sahibi ve herkesten daha mutlu durumdayız'Nitekim Allahü teâlâ tartışan iki kişinin sözünü haber vererek şöyle buyurmuştur:

Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorumBöyle olmakla beraber eğer rabbime döndürülürsem muhakkak bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum. (Kehf/36)

Tefsirlerde nakledildiği gibi, bu iki kişinin durumu şudur: Bu ikisinin kâfir olanı bin dinara bir köşk bina ettiBin dinara bir bahçe satın aldıBin dinarlık bir hizmetkâr edindiBin dinar mehir vererek evlendiBütün bu masrafları yaparken Mü'min ona şöyle dedi: 'Fânî olup harab olacak bir köşk satın aldınNeden fânî olmayan cennet köşklerinden birini satın almadın? Harab olup yok olacak bir bahçe aldınNeden cennette yok olmayacak bir bahçe satın almadın? Ölmeyecek elâ gözlü hurilerden bir kadın edinmedin?'

Bütün bu konuşmalardan sonra kâfir, Mü'minin sözünü reddederek şöyle dedi: 'Âhiret diye birşey yokturBu hususta söylenenlerin hepsi yalandırEğer olsa bile muhakkak cennette bu dünyadakilerden daha hayırlısı bana verilir'Allahü teâlâ, As bVail'in sözünü vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'Elbette bana mal ve evlat verilecek!' diyen adamı gördün mü? (Meryem/77)

O gaybe muttali mi oldu? Yoksa rahmanın huzurunda bir söz mü aldı? (Meryem/78)

Habbab bEret şöyle anlatır: "As bVail'den alacağım vardıGelip kendisinden alacağımı istedimBana alacağımı vermeyince, ona dedim ki: 'Onu âhirette alırım'cevap olarak bana 'Ben âhirete gittiğim zaman benim orada da malım ve evladım olacak! O maldan sana vereceğim' dediBunun üzerine Allahü teâlâ şu âyeti indirdi:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'elbette bana mal ve evlat verilecektir' diyen adamı gördün mü? (Meryem/77)

Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattırırsak 'Bu benim hakkım! Kıyâmetin kopacağını zannetmiyorum? Rabbime döndürülecek olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır' der. (Fussilet/50)

Bütün bunlar, Allah'ın rahmetine mağrur olmaktan doğan hallerdirBu gururun sebebi; İblis'in kıyaslarından bir kıyastırBiz bu kıyasın şerrinden Allah'a sığınırızBu kıyas şöyledir: Onlar bir defasında Allah'ın dünyada kendilerine verdiği nimete bakarlarBunun üzerine, âhiret nimetini kıyas ederlerBaşka bir zaman da azablarının gecikmesine bakarlarÂhiret azabını, onun üzerine kıyas ederler.

Nefislerinde de 'Allah bizi söylediklerimizle azablandırsa ya!' diyorlarOnlara cehennem yeter! Oraya gireceklerArtık o ne kötü dönüş yeridir. (Mücâdele/8)

Bazen de Mü'minlere bakarlarMü'minlerin fakirlerinin yırtık elbiselerine, tozlu topraklı başlarına bakarlar ve Mü'minlerle istihza ederler, onları hakir sayarak şöyle derler:

Allah'ın aramızdan kendilerine îman ihsan ettiği kimseler şunlar mı? (Enam/53)

Eğer o (peygamberin dini) hayır olsaydı bizden önce (fakirler ve bîçâreler) ona koşmazlardı. (Ahkaf/11)

Şeytanın onların kalbine attığı kıyasın tertibi şöyledir: Onlar derler ki: 'Allah dünya nimetiyle bize ihsan etmiştirHer ihsan eden, ihsan edileni sever ve her seven gelecek zamanda da sevdiğini severNitekim şair şöyle demiştir: 'Allah geçmişte ihsan ettiGelecekte de ihsan edecektir!'

Müstakbeli (gelecek zamanı) mazi (geçmiş) zamanın üzerine kıyas etmek ancak ikram etmek ve sevmek vasıtasıyla olur; zira kişi der ki: 'Eğer ben Allah'ın katında ikrama ve sevgiye müstehak bir kimse olmasaydım Allah bana ikramda bulunmazdı'Kişinin zihnini karıştıran şey 'Her iyilik yapanın iyilik yaptığını seveceği' düşüncesidirHayır! Aksine onun zihninin altında şu yatmaktadır: Allah'ın dünyada ona verilen nimetleri ihsandır! İşte görüldüğü gibi kişi, Allah'ın nimetine aldanmıştır; zira Allah katında kerîm olduğunu zannetmiştirHem de öyle bir delille ki o delil Allah'ın ona dünyada vermiş olduğu nimetlerin Allah'ın ihsanı olduğuna delâlet etmezAksine o delil, basiret sahiplerine göre, o dünya nimetlerine mazhar olan kişinin zelilliğine delâlet ederBunun misâli şudur: Kişinin iki küçük kölesi vardırBirisinden nefret eder, öbürünü severSevdiğini oynamaktan menederMektebe gitmek mecburiyetinde bırakırMektebte alıkoyar ki edeb öğrensinOnu, meyvelerden, kendisine zarar veren yemeklerden menederOna fayda verecek ilaçları içirir.

Buğzettiği köleye gelince, o köle istediği gibi yaşasın, oynasın, mektebe gitmesin, iştahının çektiğini yesin diye onu başıboş bırakırBu başıboş bırakılan köle zanneder ki efendisinin katında sevimli ve şerefli bir kimsedirÇünkü efendisi kendisine, şehvetlerini ve lezzetlerini temin imkânı vermiş, bütün gayelerinde kendisine yardımcı olmuşturOnu menetmemiş, hürriyetini sınırlamamıştır.

Böyle düşünmek katıksız gururdurİşte dünya nimeti ve lezzetleri de böyledirÇünkü bu lezzetler helâk edici ve Allah'tan uzaklaştırıcıdırlar; zira Allahü teâlâ kulunu sevdiğinde, onu dünyadan korurNitekim herhangi birinizin hastasını sevdiğinde, o hastayı yemekten, içmekten koruduğu gibi. . . Nitekim Hazret-i Peygamber'den böyle vârid olmuştur3

Basiret sahipleri, dünya onlara yöneldiği zaman üzülürler ve şöyle derlerdi: 'Bir günah ki onun cezası acelece bize verildi'Dünyanın kendilerine yönelişini, Allah'ın buğzetmesine ve ihmal etmesine alâmet olarak görürlerdiOnlara fakirlik yönelip geldiği zaman şöyle derlerdi: 'Salih kulların alâmet-i fârikasına merhaba!' Mağrur bir kimse ise, dünya kendisine yöneldiği zaman zanneder ki bu yöneliş, onun Allah katındaki şerefidirDünya ondan uzaklaştığı zaman, zanneder ki bu uzaklık kendisi için düşüklük ve rezalettir.

Fakat insan böyledir; rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunur, ona nimet verirse 'Rabbim bana ikram etti' derAma rabbi onu imtihan edip de rızkını daraltırsa 'Rabbin beni zelil düşürdü' der. (Fecr/15-16)

Allahü teâlâ, onun bu sözünü reddetmiştirYani durum onun dediği gibi değildirBu malın verilişi veya alınışı, ancak bir denemedirBiz denemenin ve belânın şerrinden Allah'a sığınırızAllahü teâlâ'dan bizi imanda sabit kılmasını dilerizİşte bunun gurur olduğunu Allahü teâlâ beyan etmiştir.

Hasan-ı Basrî der ki: Allahü teâlâ, ayette bahsi geçen iki kısmı da 'hayır' demek suretiyle yalanladıAllahü teâlâ şöyle der: 'ınal vermek benim ikramım, mal almak da benim rezil etmem değildirAksine ibâdetimle -ister zengin ister fakir olsun- şereflendirdiğim kimse kerîmdirRezil o kimsedir ki -ister fakir olsun, ister zengin-onu bana karşı işlenen günahlarla rezil etmişimdir,

Bu gururun tedavisi, şeref ve rezaletin delillerini bilmektirBu deliller ya basiretle veya taklidle bilinirBasiretle bilmeye gelince, dünya şehvetlerine iltifat etmenin Allah'tan uzaklaştırdığını, dünya şehvetlerinden uzak olmanın Allah'a yaklaştırıcı olduğunu bilmesidirBu da ârifler ve velîler mertebelerinde ilhamla idrâk olunurBunun izahı mükâşefe ilminin içindedirMuamele ilminde bahsedilmesi uygun değildirO delillerin taklid ve tasdik yoluyla bilinmesine gelince, o bilgi şudur: Allah'ın Kitabı'na îman ve O'nun Rasûlü'nü tasdik etmektir.

Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır farkında değiller. (Mü'minûn/55-56)

Biz onları bilmeyecekleri yönden, derece derece azaba yaklaştırırız. (Kalem/44)

Kendilerine, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtıkKendilerine verilenle ferahlandıkları sırada onları ansızın yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler. (En'âm/44)

'Biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız' ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: 'Onlar ne zaman bir günah işlerlerse, biz de onlara istidrac yönünden bir nimet icad ederiz ki gururları gittikçe artsın!'

Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruzHem onlara, hor ve hakir bırakan bir azap vardır. (Âl-i İmrân/178)

Allah'ın Kitabı'nda ve Hazret-i Peygamber'in Sünneti'nde bu hususta daha nice misaller vârid olmuşturBu bakımdan ona îman eden bir kimse bu gururdan kurtulurÇünkü bu gururun menşei Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bilmemektir; zira Allah'ı bilen bir insan Allah'ın azabından emin olmazBu fasid hayallere kapılarak aldanmazFiravn, Hâman, Karun ve yeryüzünün padişahlarının durumunu tedkik eder, onların başından geçen hâdiseleri düşünürAllah başlangıçta onlara nasıl nimet vermiş, sonra onları nasıl helâk etmiş, tüm bunları tedkik eder.

Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettikŞimdi onlardan birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun? (Meryem/98)

Allahü teâlâ onları mekrinden (azabından) ve istidracından sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Ancak hüsrana düşen kimseler emîn olurlar. (A'raf/99)

Onlar hileye saptılarAllah da ona karşılık verdiAllah fenalığa karşı ceza verenlerin en kuvvetlisidir. (Âl-i İmrân/54)

Onlar bir tuzak kuruyorlarBen de bir tuzak kuruyorumHele sen o kâfirlere mühlet ver, onları biraz bırak! (Tarık/15-17)

Başıboş bırakılmış bir kölenin, efendisinin kendisini başıboş bırakmasıyla ve çeşitli nimetlere dalmasına müsade etmesiyle, efendisinin kendisini sevdiğine delil getirmesi caiz değildir, aksine efendisinin ceza vermesinden korkması uygundurOysa efendisi 'Benim kızgınlığımdan kork' diye birşey de söylememiştirTıpkı bunun gibi kullarını istidracından sakındıran Allah'ın mekrinden emin olan bir kimse aldanmıştırBu aldanışın menşei, o kişinin Allah'ın dünya nimetlerini kendisine vermesini Allah katında şerefli olduğuna delil getirmesidirOysa bu nimetlerin verilmesi zelilliğin delili olabilirFakat bu ihtimal kişinin hevâ-i nefsine uymadığı için, şeytan hevâ-i nefis vasıtasıyla onun kalbini hevâ-i nefse uygun olan ihtimale doğru kaydırırO da bu nimetin verilmesiyle Allah katında şerefli olduğunu düşünürİşte bu, gururun tarifidir.

İkinci Misal

İkinci misal, Mü'minlerin günahkârlarının 'Allah kerîmdir, biz O'nun affını ümit ederiz' demekle aldanmalarıdırBuna güvenip amelleri ihmal etmeleridirBunu güzelleştirmek, temenni ve aldanışlarına ümit ismini vermekle olurÜmidin dinde güzel birşey olduğunu zannetmekle meydana gelir.

'Allah'ın nimeti geniştirRahmeti kapsayıcıdırKerem ve lütfû umumîdir' zannıyla 'Kullarının günahları Allah'ın rahmet denizlerinde ne kıymet teşkil eder? Oysa biz eh-i Tevhîdiz, Mü'miniz, îman sebebiyle Allah'tan ümidimiz vardır' zanlarıyla olur.

Bazen de ümitlerinin dayandığı nokta ecdadlarının salih kimseler olduklarıdırHazret-i Ali'nin soyundan gelen alevîlerin nesebleriyle aldanıp takva hususunda ecdadlarının sîretine muhalif hareket etmeleri gibi; zira cedleri korku ve takvanın zirvesinde oldukları halde yine de Allah'tan korkarlardıBunlarsa fısk ve fücurun son haddine varmalarına rağmen yine emindirlerBu ise Allah'a güvenerek aldanmanın en son noktasıdır.

Şeytanın Hazret-i Ali'nin soyundan gelenlere kıyasi şudur: 'Herhangi bir insanı seven kimse, onun evlatlarını da severAllah sizin atalarınızı sevmiştirBu bakımdan sizi de severSiz ibâdet yapmaya muhtaç değilsiniz!'

Aldanmış kişi, Hazret-i Nûh'un (aleyhisselâm) oğlunu gemiye almak istediğini fakat oğlunun bunu istemediğini ve boğulanlardan olduğunu unuturHazret-i Nûh (aleyhisselâm) rabbine şöyle seslendi:

Yârab! Elbette oğlum benim ailemdendirSenin va'din haktırSen hâkimlerin hâkimisin.

Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'a

cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Ey Nûh! O senin ailenden değildir, o (nun yaptığı) yaramaz bir iştirBilmediğin birşeyi benden istemeSeni cahillerden olmaktan menederim. (Hûd/45-46)

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) babası Azer için af talep etti, fakat bu talebi fayda vermediBizim peygamberimiz annesinin mezarını ziyaret edip af talep etmek hususunda izin istediAllahü teâlâ ona ziyaret etme iznini verdi, fakat af talebinde bulunma iznini vermediBunun üzerine Hazret-i Peygamber, annesinin mezarının başında oturarak yakınlıktan gelen şefkatinden dolayı ağladıHatta etrafındaki arkadaşlarını da ağlattıEvet! Soya sopa güvenmek de Allah'a güvenip mağrur olmaktandırBunun illeti şu: Allah itaat edeni sever, isyan edenden nefret ederNasıl âsi çocuktan nefret ettiği için itaat eden babadan nefret etmiyorsa, tıpkı onun gibi itaat eden babayı sevdiğinden dolayı da isyan eden çocuğu sevmezEğer sevgi babadan evlâda sirayet etseydi, buğzun da sirayet etmesi gerekirdiHak olan şudur: 'Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü taşımaz'.

Babasının takvasıyla kurtulacağını sanan bir kimse, babasının yemesiyle doyacağını, içmesiyle kanacağını, öğrenmesiyle âlim olacağını, gitmesiyle Kâbe'ye varıp onu müşahede edeceğini sanan bir kimse gibidirBu bakımdan takva farz-ı ayındırBu hususta baba evladına, evlat da babasına zerre kadar bir fayda sağlayamazKişinin kardeşinden, annesinden ve babasından kaçtığı bir günde Allah katında takvâ'nın başkalarına faydalı olması, Allah'ın şefaat iznine bağlıdırŞefaat de Allah'ın gazap etmediği bir kimse için yapılırKibir ve Ucub kitabında geçtiği gibi, böyle bir kimse için Allahü teâlâ, salih kuluna şefaatte bulunma iznini verir.

İtiraz: Âsilerin ve fâcirlerin 'Allah kerîmdirBiz Allah'ın rahmet ve mağfiretini ümit ederiz' demelerinin neresinde yanlışlık vardır? Oysa Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: 'Ben kulumun, zannı üzereyim'Öyleyse bu konuşma sıhhatli bir konuşma, zâhirde ve kalplerde makbul bir konuşmadır!

CevapŞeytan insanı ancak zâhirde makbul, bâtında merdud bir konuşma ile aldatırEğer konuşmanın zahirî güzelliği olmasaydı, kalpler onunla kanmazlardıFakat Hazret-i Peygamber bunu keşfederek şöyle buyurmuştur: 'Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonraki hayatı için çalışmıştırAhmak o kimsedir ki nefsinin hevasına kapılmış, Allah hakkında (amelsiz olduğu halde) yanlış zan'da bulunmuştur'İşte günahkârların bu sözü de ibâdetsiz olarak Allah'tan temennide bulunmaktırFakat şeytan onun ismini değiştirmiş, ona 'ümid' ismini vererek cahilleri onunla kandırmak istemiştirOysa Allahü teâlâ ümidi izah ederek şöyle buyurmuştur:

Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlarAllah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Bakara/218)

Yani böyle kimselerin Allah'ın rahmetini ummaları daha uygundurÇünkü Allahü teâlâ başka bir ayette âhiret sevabının amellerin karşılığı olduğunu beyan buyurmuştur:

(Bütün bunlar cennetliklerin) işledikleri amellere mükâfat olarak (o Mü'minlere bahşedilmiştir) . (Vâkıa/24)

Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz (mükâfatlarınız) kıyâmet günü size eksiksiz verilecektirKim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa, işte o kurtuluşa ermiştir. (Âl-i îmran/185)

Acaba birtakım kapları tamir etmek için kiralanan ve o tamire karşılık kendisine bir ücret verilecek kimse, kap sahibinin söz verdiği zaman, sözünü yerine getiren şerefli bir kimse olduğunu ve sözünden dönmediğini bildiği halde, o tamirci gelip tamir edeceği kapları kırdıktan sonra oturup, 'Kapların sahibi şerefli bir kimsedirHer ne kadar ben böyle yapmış isem de benim ücretimi verecektir' diye ücretini beklerse, bu kimseyi, akıllı kimseler, mağrur bir temennici mi veya haklı bir ümit eden olarak mı görürler? İşte bu durum, ümit ile gururun arasındaki farkı bilmemezlikten ileri gelir.

Hasan-ı Basrî'ye "Amellerim zâyi ettikleri halde 'Biz Allah'tan ümit ederiz' diyenlere ne dersin?" diye sorulduCevap olarak 'Bunlar ümitten pek uzaktırO, onların bâtıl temennileridirOnun içinde kıvranıp dururlar! Çünkü bir şeyi ümit eden bir kimse onu ararBir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar' dedi.

Müslim b. Yesar der ki: 'Ben geceleyin ön dişlerim düşünceye kadar secde ettim'Bunun üzerine biri ona cevap olarak 'Biz ise Allah'tan ümidimizi kesmiyoruz' dediMüslim, cevap olarak 'Sizin böyle yapmanız ne işe yarar! Kim bir şeyi ümit ederse, onu arar, kim birşeyden korkarsa ondan kaçar' dedi.

Nasıl ki daha evlenmeden önce veya evlenip cinsî münasebette bulunmadan önce veya cinsî ilişki kurup suyu akmadan önce bir çocuk talep eden bir kimse ahmak ise, tıpkı onun gibi, daha îman etmeden önce veya îman edip salih amel işlemeden önce veya amel ettiği halde günahı terk etmeden önce Allah'ın rahmetini ümit eden bir kimse de mağrurdurNasıl ki kişi, evlendiği, cinsî münasebette bulunduğu ve suyu aktığı halde çocuğun olup olmaması hususunda mütereddid ve çocuğun yaratılması hususunda hem korkuyor, hem de Allah'ın rahmetini ümit ediyorsa, âfetleri ana rahminden ve anneden doğum tamam oluncaya kadar defetmeyi umuyorsa ve ancak o zaman akıllı bir kimse oluyorsa, kişi de îman ettiği, salih amellerde bulunduğu, günahları terkettiği ve ümid ile korku arasında bulunduğu, ibâdetin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korktuğu, ibâdete devam etmediği için endişe ettiği, son nefesinin kötü bir şekilde çıkıp gitme ihtimalinden dehşete kapıldığı, sabit söz ile (imanla) Allahü teâlâ'nın kendisini sabit kılmasını umduğu zaman ve kendisini dinin dehşetli şimşeklerinden korumasını, Tevhîd üzere ölmesini, kalbini hayatı boyunca şehvetlere meyletmekten sakındırmasını ve günahlara meyletmemesini Allah'tan istediği takdirde akıllı olurBunların dışında kalanlar, Allah'a güvenerek aldanmış kimselerdir.

Onlar azabı gördükleri zaman kimin yol bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir. (Furkan/42)

Onun haberlerinin (doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız. (Sad/88)

Allahü teâlâ onların durumunu şöyle anlatmıştır:

Yârab! Gördük, işittik bizi dünyaya geri çevir ki salih amel yapalım; artık biz kesinlikle inandık. (Secde/12)

Yani bildik ve anladık ki çocuğun, cinsî ilişki olmadan meydana gelmediği, ekinin nadas yapılmadan, tohum ekilmeden oluşmadığı gibi, âhirette de sevab ve ecir ancak salih amelle olurO halde bizi dünyaya döndür ki salih amelde bulunalım; zira şu anda senin 'Hakîkaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur ve muhakkak onun çalıştığının karşılığı da gelecek zamanda görülecektir' (Necm/39) sözün doğrudur.

Her topluluk cehennemin içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere 'Size bir uyarıcı gelmedi mi?? diye sordularŞöyle dediler: "Evet bize uyarıcı geldi ama biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmemiştirSiz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik". (Mülk/8-9)

Yani biz size Allah'ın kulları hakkında tatbik ettiği sünnetini anlatmadık mı? Size 'Her nefis yaptığının karşılığını görecektir ve her nefis yaptığının rehinidir(Müddessir/38) diye haber vermedik mi? Bu bakımdan bunları işitip anladıktan sonra sizi Allah'a güvendirip aldatan ne idi? Onlar

cevap olarak şöyle dediler:

'Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!' Böylece günahlarını itiraf ederlerO halde kahrolsun o cehennemlikler! (Mülk/11)

Eğer 'Reca ve ümidin zannedildiği ve güzel olduğu yer neresidir?' diye sorarsan cevap olarak deriz ki: 'Reca ve ümit iki yerde güzeldir:

1Günaha dalan günahkâr hakkında, tevbe etmek kalbine geldiği zaman ve şeytan kendisine 'Senin tevben kabul edilmez?' deyip kendisini Allah'ın rahmetinden ümitsiz ettiği zaman, ümide kapılması güzeldirBu takdirde ümitle günahı kalbinden sökmesi, Allahü teâlâ'nın bütün günahları affedeceğini hatırlaması, Allah'ın kerîm olup kullarından tevbeyi kabul ettiğini ve tevbenin de günahların kefareti olan bir ibâdet olduğunu hatırlaması farzdır.

De ki: 'Ey (günah işlemekle) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlarŞüphesiz ki O gafurdur, rahimdirBaşınıza azap gelip çatmadan (tevbe edip) rabbinize dönün! Ona halis ibâdet edin. Sonra size yardım edilmez. (Zümer/53-54)

İşte burada görüldüğü gibi Allahü teâlâ insanlara tevbe etmek suretiyle dönmeyi emretmektedir.

Ve ben, tevbe eden, îman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)

Kişi tevbe ile beraber mağfireti umarsa, reca ve ümit vardırEğer günaha devam etmekle beraber mağfireti beklerse, mağrur ve aldanmıştırNitekim bir kimse daha çarşıda iken cum'a vaktinin daraldığını gördüğünde kalbine cum'a namazına gitmek gelirse, şeytan ona 'sen cum'aya yetişemezsin, yerinde dur' dese, o da şeytanı reddedip koşar adımlarla cum'aya giderse ve cum'aya yetişmeyi ümit ederse, o ümit edicidirEğer bu kimse ticarete devam ettiği halde 'İmâm benim hatırım için cum'a namazını vaktin ortasına tehir eder veya başkası için tehir eder veya bilmediğim başka sebeplerle tehir eder' ümidinde ise, bu kişi mağrurdur.

2Nefsinin, amellerin faziletlerini elde edemeyeceği düşüncesiyle gevşemesi ve sadece farzlarla iktifa etmesidirBu bakımdan nefsine Allah'ın nimetini ve salih kullarına va'dettiğini ümit etmelidirBu ümit, güzeldirAncak bu ümitle ibadetlere, faziletlere yönelmeli ve Allahü teâlâ'nın şu ayetini hatırlamalıdır:

Muhakkak Mü'minler zafer bulmuşturO Mü'minler ki namazlarında tevazu ve korku sahibidirlerOnlar ki boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirlerOnlar ki zekâtlarını verirlerOnlar ki ırzlarını korurlar, ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadırÇünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar, kim de bu helâlden başkasını ararsa işte onlar mütecavizdirlerOnlar ki emanetlerine, verdikleri söze riayet ederlerOnlar ki namazlarını gereği üzere devamlı kılarlarİşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır ki onlar Firdevs cennetine varis olacaklardırOnlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn/1-11)

Birinci reca (ümit) , tevbeye mâni olan ümitsizliğin kökünü, ikinci reca ise, neşeye ve gönülden ibâdete yönelmeye mâni olan gevşekliğin kökünü kazırBu bakımdan insanı tevbeye veya ibâdetteki neşeye teşvik eden her ümit, meşrû ve güzel olan ümittirİbâdette gevşekliğe ve tembelliğe götüren her ümit aldanıştırNitekim kişinin kalbine günahı terketmek ve ibâdetle meşgul olmak fikri geldiği zaman şeytan kişiye der ki: 'Senin ne hakkın var ki nefsine eziyet verip, onu tâzib ediyorsun? Oysa senin kerîm, gafur ve rahîm olan bir rabbin vardır'.

Dolayısıyla kişi bu yapmacık ümitten ötürü tevbe ve ibâdetten gevşerİşte bu, aldanıştırBöyle bir ümit anında kulun, Allah'tan korkmayı kalbine yerleştirmesi farzdırNefsini Allah'ın gazabıyla, ikabının büyüklüğüyle korkutup şöyle demelidir: 'Allah günahı af ve tevbeyi kabul edici olmakla beraber şiddetli ikab ve ceza sahibidirKerîm olmasına rağmen kâfirleri cehennemde ebediyyen bırakacaktırOysa onların küfrü ona zarar da vermemiştirAzabı, meşakkati, hastalıkları, illetleri, fakirliği ve açlığı, dünyada birtakım kullarına musallat kılmıştırOysa bunları silip süpürmeye kâdirdirBu bakımdan kulları hakkında âdeti bu olan bir zat, beni azabıyla korkuttuğu halde ben ondan nasıl korkmam ve O'nun rahmetiyle nasıl aldanırım?'

Korku ile ümit, insanları amel ve ibâdete sevkedici iki unsurdurBu bakımdan ibâdete sevketmeyen şeyler yapmacık temenni ve aldanıştırİnsanların gevşemesinin ve dünyaya yönelmelerinin, Allah'tan yüz çevirmelerinin, âhiret için çalışmayı ihmal etmelerinin sebebi ümittirBu ise gururun ta kendisidirNitekim Hazret-i Peygamber bundan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Gurur, bu ümmetin son gelenlerinin kalplerine galebe çalacaktır4

Hazret-i Peygamber'in dediği gibi olmuştur; zira halk geçmiş zamanlarda ibâdetlere devam ederlerdiKalpleri rablerinin huzuruna döneceklerinden ötürü tir tir titreyerek ibâdetleri yaparlardıGece gündüz Allah'ın ibâdetinde oldukları halde nefisleri için korkarlardıTakvaya, şüphe ve şehvetlere dalmaktan uzaklaşmaya özen gösterirlerdiTenha yerlerde nefisleri için ağlarlardıŞu zamanımızda ise halkı, emin, sevinçli, mutmain, korkusuz görürsünBununla beraber günahlara dalmış, dünyaya sonuna kadar batmış, Allah'tan yüz çevirmiş olarak görürsünAllah'ın keremine, fazlına güvendiklerini, affını ümit ettiklerini iddia ederlerSanki bu iddiaları ile şunu demek isterler: 'Selef-i salihînin, ashâb-ı kirâmın ve peygamberlerin bilmedikleri ilâhî fazilet ve keremi biz biliyoruz!'

Eğer bu iş, temenni ile idrâk olunup hevâ-i (nefse tâbi olmak) ile elde edilseydi selef-i salîhin ağlamazdıKorku ve üzüntüleri olmazdıBiz bu işlerin izahını havf ve reca bölümünde zikretmiştikHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Me'kal bYesar'ın kendisinden rivâyet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur:

Bir zaman gelecektirO zamanda Kur'ân, kişilerin kalplerinde, bedenler üzerinde elbiselerin eskimesi gibi eskiyecektirO zaman ki insanların bütün işleri kuru bir ümitten ibaret olacaktırOnunla beraber korku olmayacaktırEğer onlardan biri iyilik yaparsa der ki: 'Benim bu iyiliğim Allah katında kabul edilir'Eğer kötülük yaparsa der ki: 'Benim bu kötülüğüm affedilir'5

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, onların ümidinin cehaletlerinden, Kur'ân'daki korku ve diğer hükümleri bilmediklerinden ötürü olduğunu haber vermektedirAllahü teâlâ aynen bunun benzerini hristiyanlardan da haber vererek şöyle buyurmuştur:

Onların ardından, yerlerine geçip Kitab'a vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar. (A'raf/169)

Yani onlar âlimdirlerŞu en yakın olan dünyanın şehvetlerini -ister helâl olsun ister haram- edinirler.

(Hesap için) rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır. (Rahman/46)

Bu, makamımdan ve tehdidimden korkana va'dimdir. (İbrahim/14)

Kur'ân, başından sonuna kadar, tahzir (sakındırma) ve tahvif (korku) dirKur'ân hakkında düşünen bir kimsenin -eğer Kur'ân'ın içindeki hükümlere îmanı var ise- düşündükçe üzüntüsü çoğalır, korkusu büyürFakat sen halk tabakasını görürsün ki Kur'ân'ı uzattıkça uzatıyorlar, harfleri mahreçlerinden çıkarıyorlarHarfin esresi, ötresi ve üstünü hususunda münakaşaya giriyorlarSanki Arap şiirlerinden bir şiir okuyorlarKur'ân'ın mânâlarına iltifat etmek onları ilgilendirmezKur'ân'daki hükümle amel etmek onları ilgilendirmezAcaba yeryüzünde bundan daha büyük bir gurur var mıdır?

İşte buraya kadar söylediklerimiz, Allah'a güvenerek gurura kapılmanın ve ümit ile gurur arasındaki farkın misalleridirBu gurura, bir kısım ibâdet ve günahları olan bazı grupların gururu yakındırAncak bu grupların günahları ibâdetlerinden daha çokturOnlar mağfiret umarlar ve zannederler ki terazilerinin hayır kefesi daha ağır basacaktırOysa günah kefesindekiler daha fazladırBu, cehaletin son derecesidirHelâl ve haramdan birçok dirhemleri sadaka veren birini görürsünOysa müslümanların mallarından ve şüpheli kaynaklardan kazandığı servet bundan kat kat fazladırHaram olan her bin dirhemin karşılığında, haramdan veya helâlden on dirhem sadaka vermenin yeterli olduğunu zanneder.

Bu ancak şöyle bir kimseye benzer: Terazisinin bir kefesine on dirhem koymuşturDiğer kefesinde bir dirhem vardır ve ister ki ağır kefe, hafif kefenin karşısında yukarı kalksınBu istek, cehaletin en koyusudur.

Onlardan olan diğer bir grup, ibâdetlerinin günahlarından daha fazla olduğunu zannederÇünkü ne nefsini hesaba çekmiş, ne de günahlarını tedkik etmiştirBir ibâdeti işlediği zaman, o ibâdeti saklar ve ona önem verirTıpkı diliyle Allah'tan af talep eden veya günde yüz defa Allah'ı tesbih ve takdis ettikten sonra müslümanların gıybetinde bulunan, namuslarını yırtan, hadde hesaba gelmeyecek kadar bütün gün Allah'ı kızdıran konuşmaları yapan bir kimse gibi! Bu kimse tesbihinin danelerine bakıp yüz defa af talebinde bulunduğunu dikkate alırBütün gün kustuğu hezeyanlardan gâfil olurÖyle hezeyanlar ki eğer yazmış olsaydı, yüz defa veya bin defa onun tesbihi kadar olurduOysa o hezeyanları 'Kirâmen Kâtibîn' melekleri kaydetmiş, Allah da her kelimeye karşı ceza vereceğini va'detmiştir.

(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, söylediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kaf/18)

Bu kişi daima tesbihlerin ve tehlillerin faziletleri hakkında düşünürGıybetçi, yalancı, kovucu ve kalplerinde olmayanı söyleyen münâfıkların hakkında vârid olan hükümlere iltifat etmezDilin diğer âfetlerine pek önem vermezBu ise gurur ve aldanmanın ta kendisidirYemin olsun, eğer 'Kirâmen Kâtibîn' melekleri, yazmış oldukları hezeyanlarının yazı ücretini kendisinden istemiş olsaydılar, o vakit birçok mühim meselelerinden bile dilini tutar, hiçbir zaman hesap etmedikçe meleklerin yazma ücreti tesbihten fazla olmasın diye tesbihleriyle konuşmalarını tartmadıkça konuşmazdı.

Nefsini hesaba çeken, yazı ücreti fazla olmasın diye korkusundan ihtiyatlı hareket eden, en yüce Firdevs'in ve Firdevs'teki nimetin elinden gideceği korkusundan ötürü ihtiyatlı hareket etmeyen kimseye hayret etmemek mümkün değildirBu, ancak düşünen bir kimse için büyük bir musibettirBiz sözü öyle bir şeye kaydırdık ki eğer o şeyde şüphe edersek Allah'ı inkâr eden kâfirlerden oluruzEğer onu tasdik edersek aldanmış ahmaklardan oluruzBu bakımdan bunlar Kur'ân'ın getirmiş olduğu hükümleri tasdîk eden bir kimsenin ameli değildirBiz küfür ehlinden olmaktan Allah'a sığınırızBu beyanla beraber bizi uyanmaktan ve yakînden alıkoyan Allah ortaktan münezzehtirBu tür gaflet ve gururu kalplerin üzerine musallat kılmaya gücü ve kuvveti yeten zat, kendisinden korkmaya ve sakınmaya pek lâyıktırKişi böyle bir zata temenninin bâtıllarına dayanarak, şeytanın ve hevâ-i nefsin mânâsız illetlerine güvenerek mağrur olmamalıdır

Allah en doğrusunu bilir.

1) İbn Eb'id-Dünya

2) Müslim, Buhârî

3) Tirmizî, Hâkim

4) Ucub bölümünde geçmişti.

5) Deylemî, Müsned'ül-Firdevs

30-2

Mağrur Olan Dört Sınıf ve Her Sınıfın Fırkaları

Birinci sınıf: İlim Ehli

İkinci sınıf : ibâdet ve amel erbâbıdır.

Üçüncü sınıf : mutasavvıflardır

Dördüncü sınıf: servet sahipleridir.

1- İlim Ehli

Bunlardan aldanan bir çok grup vardırBir grubu şer'î ve aklî ilimleri öğrenmişler, bu ilimlerde derinleşmişler ve onunla meşgul olmuşlardırÂzaları kontrol etmeyi, günahlardan korumayı ve ibâdetlere has kılmayı ihmal edip ilimleriyle mağrur olmuşlardırAllah katında büyük bir dereceye, ilimde büyük bir mertebeye ulaştıklarını ve bundan ötürü de Allah'ın onlar gibilerine azap etmeyeceğini zannederlerHatta Allah'ın halk hakkındaki şefaatlerini kabul edeceği fikrine kapılmışlardırAllah katında şerefli oldukları sebebiyle günah ve hatalarından dolayı Allah'ın kendilerini hesaba çekmeyeceğini sanmışlardırBunlar mağrur ve aldanmışlardırÇünkü bunlar basiret gözüyle dikkat etseydiler, bileceklerdi ki ilim iki kısımdır: Biri muamele, diğeri mükâşefe ilmidirAllah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bildiren ilim -ki âdeten bu ilme mârifet ismi verilir- mükâşefe ilmidir.

Muamele ilmine gelince, helâl ve haramın bilinmesi, nefsin kötü ahlâklarının tedavisinin keyfiyeti ve ondan kaçmanın bilinmesi gibi şeylerdirBu ilimler, ancak amel etmek için istenirEğer amel etmeye ihtiyacı olmasaydı bu ilimlerin hiçbir kıymeti olmazdıBu bakımdan amel etmek için istenilen ilmin, amelsiz hiçbir kıymeti yokturBu hakikatin misali şudur: Hasta birisi vardırOnun hastalığını ancak birçok maddeden yapılmış bir ilaç giderebilirO maddeleri de ancak doktorların hâzıkları tanırBu kimse doktoru aramak için memleketinden ayrılır. Sonra hâzık bir doktora rastlarDoktor ona o ilacı öğretirİlacın karışımını, nevilerini, miktarlarını ve maddelerini tafsilâtlı bir şekilde öğretirBu karışımların nasıl dövüleceğini, nasıl katıştırılacağını, nasıl hamur yapılacağını öğretirDolayısıyle o da bunu öğrenmiş olurGüzel bir yazı ile bundan bir nüsha yazar, evine dönerYazmış olduğu yazıyı durmadan tekrar eder, başka hastalara öğretir.

Fakat o ilacı içmekle ve kullanmakla bir türlü meşgul olmazAcaba senin kanaatine göre, bu adamın bu şekildeki çabası kendisinde bulunan hastalığına hiçbir fayda verir mi? Heyhat fayda ne gezer? Eğer bu adam o tarifin bin nüshasını yazsa, onu bin tane hastaya öğretse ve hepsi de şifa bulsa, onu bin gece tekrar etse, yine de hastalığına bir fayda vermezParayı verip ilacı satın alıncaya kadar bu durum değişmezÖğrendiği gibi karıştırıp, içmeyince ve acılığına tahammül göstermeyince ve içmesi de belli olan vaktinde, korunma ve şartların hepsini yerine getirdikten sonra olmayınca hiçbir fayda sağlamazBütün bunları yaptığı zaman da şifa bulup bulmaması hususunda yine tehlikededirNerde kaldı ki hiç içmesin? Hiç içmese şifa bulması nerde kalır? Ne zaman o ilacın formülünü öğrenmesinin ve tekrar etmesinin kendisine kâfi geleceğine ve şifa vereceğine inanırsa, o zaman mağrur olduğu belli olurİşte ibâdet ve taatlerin ilmini güzelce öğrenip o ilimle amel etmeyen fakih de aynen böyledirGünahların ilmini güzelce öğrenip ondan korunmayan kötü ahlâkın ilmini iyice öğrenip onlardan nefsini temizlemeyen, iyi ahlâkın ilmini temelinden öğrenip onunla sıfatlanmayan bir âlim mağrurdurÇünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Muhakkak (nefsini küfür ve isyandan) temizleyen kurtulmuştur. (Şems/19)

Allahü teâlâ 'Nefsin tezkiyesinin nasıl yapıldığını öğrenen ve bu husustaki ilmi yazan ve halka öğreten felâha kavuşmuştur' dememiştirBunun yanında şeytan insana der ki: 'Bu misal seni aldatmasın; zira davayı bilmek, hastalığı ortadan kaldırmazSenin gayen Allah'a ve sevabına yaklaşmaktırSevabı celbeden ilimdir'Bundan sonra ilmin fazileti hakkında vârid olan hadîsleri okurEğer bu miskin adam, ahmak ve mağrur bir kimse ise, şeytanın bu sözleri hevasına uygun düşerO da şeytanın sözünü dinler ve ameli bırakırEğer akıllı bir kimse ise şeytana der ki: 'Sen bana ilmin faziletlerini hatırlatır da ilmiyle amel etmeyen fâcir âlimin hakkında vârid olanları unutturur musun?'

Onun misali, köpeğin misali gibidir. (Araf/177)

Kendilerine Tevrat'la amel teklif edildikten sonra onunla amel etmeyenlerin hali ciltlerle kitap taşıyan eşşeğin haline benzer. (Cum'a/5)

Acaba köpeğe ve eşşeğe benzemekten daha büyük bir rezalet var mıdır?

Kim ilim yönünden gelişir, hidayet yönünden gelişmezse o gittikçe Allah'tan uzaklaşır6

İlmiyle amel etmeyen âlim ateşe atılır, barsakları delinirDeğirmende eşeğin döndüğü gibi, ateşte o barsakların etrafında döner!7

İnsanların en şerlisi kötü âlimlerdir8

Ebu'd Derda'nın şu sözü de böyledir: 'Bilmeyene bir defa veyl olsun! Eğer Allah dilerse ona bildirirBilip de amel etmeyene yedi defa veyl olsun!' Yani ilim kişinin aleyhinde delildir; zira kişiye denilir ki: 'Bildiğinle nasıl amel ettin! Allah'ın şükrünü nasıl îfa ettin?'

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet gününde azap bakımından insanların en şiddetlisi, Allah'ın ilminde fayda vermediği âlimdir9

Bu ve Kitab'ul-İlim'in Âhiret Alimlerinin Alâmeti bölümünde zikrettiğimiz benzeri hadîsler sayılmayacak kadar çokturAncak bunlar, facir bir âlimin hevâ-i nefsine uygun düşmeyen şeyler hususunda vârid olan hadîslerdirİlmin fazileti hakkında vârid olanlar ise, onun hevâ-i nefsine uygun gelirDolayısıyla şeytan onun kalbini hevâ-i nefsine meylettirirBu ise gururun ta kendisidir; zira eğer kişi fazilet gözüyle bakarsa, onun misali yukarıda zikrettiğimiz gibidirEğer îman gözüyle bakarsa, ona ilmin faziletini ve kötü âlimlerin zemmini haber verirOnların halleri Allah'ın katında cahillerin hallerinden daha şiddetlidirAllah'ın onun aleyhindeki delili kuvvet kesbetmesine rağmen hâlâ kendisini hayır üzerinde zannederse, bu gururun son derekesidirAllah'ın sıfat ve isimlerinin ilmi gibi, mükâşefe ilimlerini bildiğini iddia eden ve bununla beraber ameli bırakan, Allah'ın emrini ve hududlarını çiğneyen bir kimsenin durumu daha şiddetlidirBunun misâli, padişaha hizmet etmek isteyen bir kimsenin misali gibidirBu kimse sultanın ahlâkını, sıfatlarını, zenginliğini, rengini, şeklini, uzunluğunu, genişliğini, âdetini, meclisini tanımış, fakat sultanın sevdiğini, sevmediğini, kızdığını veya razı olduğunu tanımamıştır veyahut da bunları da tanımıştır, fakat sultanı aleyhinde kışkırtacak bütün hareketleri yaptığı halde ona hizmet etmek isterSultanın sevdiği giyim şeklini, konuşma, hareket ve oturmasını muattal bıraktığı halde padişaha hizmet etmek isterSultanın bütün sevdiklerini bıraktığı, kızdığı herşeye bulaştığı halde, sultanın huzuruna gelip ona yaklaşmak ve onun özel hizmetkârlarından olmak isterBütün bu hususlarda sultanı tanıması, sultanın soyunu, ismini, memleketini, suretini, şeklini, hizmetçilerini sevk ve idare ettiği şeyler hususundaki âdetini, milleti hakkındaki muamelesini vasıta kılarBu gerçekten kötü bir gururdur; zira eğer bilmiş olduklarını bıraksaydı, sadece sultanın hoşuna gitmeyen ve gidenlerin bilgisini elde etmek için uğraşsaydı, onun bu meşguliyeti sultana yaklaşmasına ve özel hizmetkârlarından olup maksadına nail olmasına daha yakın olurduKişinin takva hususunda kusurlu oluşu ve şehvetlerinin arkasına takılması delâlet eder ki onun için Allah'ın mârifeti hususunda mânâlar değil de sadece isimler ve tâbirler keşfolunmuştur; zira eğer o, Allah'ı gerektiği gibi tanımış olsaydı muhakkak Allah'tan korkar ve çekinirdiBu bakımdan akıllı bir kimsenin aslanı bildikten sonra aslandan çekinmeyip korkması düşünülemezOysa Allahü teâlâHazret-i Dâvud'a 'Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi (en azından o derecede) benden kork' emrini vahyetmiştir.

Aslanın rengini, şeklini, ismini bilen bir kimse, bazen aslandan korkmazO âdeta aslanı tanımıyordurBu bakımdan Allah'ı bilen bir kimse, Allah'ın âlemleri helâk edip perva etmemesinin Allah'ın sıfatlarından olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki öyle bir ilâh kudretinin altında bulunuyor ki, eğer onun gibi binlercesini helak etse, ebediyyen azabı onların üzerine yüklese, böyle yapmak O'nda zerre kadar tesir yapmaz ve bundan dolayı rikkate gelmez.

Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar. (Fâtır/28)

Zebûr'un başlangıcında şu ibare vardır: 'Hikmetin başı Allah korkusudur'.

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'İlim yönünden Allah'ın korkusu kâfidirCehâlet yönünden Allah'a güvenerek mağrur olmak kâfidir'.

Hasan-ı Basrî'den bir mesele hakkında fetva sorulduO da cevap verdiBunun üzerine ona denildi ki: 'Bizim fakîhlerimiz senin dediğin gibi demezler'.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Sen hiç fakih gördün mü? Fakih o kimsedir ki gecesinde âbid, gündüzünde oruçlu, dünyasında zâhid olur!'

Bir defasında da şöyle dedi: 'Fakîh ne yağcılık yapar, ne de mücadele!' Allah'ın hikmetini yayar, eğer yaymış olduğu hikmeti halk kendisinden kabul ederse, Allah'a hamd ederEğer yaymış olduğu hikmet gerisin geriye çevrilirse yine Allah'a hamdederO halde fakîh o kimsedir ki Allah'tan gelen emri ve yasağı anlamış, Allah'ın sıfatlarından, Allah'ın hoşuna gideni ve Allah'ın kerih gördüğünü öğrenmiştirBöyle âlim hakkında şöyle denmiştir: 'Allah kime hayrı irade ederse onu dinde fakih yapar'Kişi bu nitelikte değilse mağrurlardandır.

Başka bir grup vardır, ilim ve ameli muhkemce edinmişlerdirZahirî ibâdetlere devam ve günahları terketmişlerdirAncak kalplerini kontrol etmemişlerdir ki kendilerinden Allah katında kötü olan kibir, hased, riya, reislik ve yücelik talebi, akran ve emsale kötüyü istemek, memlekette ve halk arasında şöhret talep etmek gibi sıfatları sıyırıp atsınlarBazen de onların bazıları bunların kötü olduğunu dahi bilmez ve bunlara devam eder! Bunlardan yakayı bir türlü sıyıramazHazret-i Peygamber'in şu sözlerine de iltifat etmez:

Riyanın en azı şirktir!10

Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez!'11

Ateşin odunları yediği gibi, hased de hayırları yer12

Suyun baklayı bitirdiği gibi, şeref ve mal sevgisi nifakı bitirir.

Bunlardan başka daha nice haberler vardır ki biz onları Kötü Ahlâk ile Mühlikât bölümünde zikretmiştik.

Bu bakımdan bu kimseler zâhirlerini süslemiş, bâtınlarını ihmal etmiş ve şu hadîs-i şerifi unutmuşlardır:

Elbette Allah sizin sûret ve mallarınıza değil, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar14

Onlar amellerini kontrol ettiler, kalplerini kontrol etmedilerOysa kalp asıldır; zira ancak sağlam bir kalp ile Allah'a gelen kurtulur.

Bunların misali, lağım kuyusu gibidirZâhiri badanalı, içi pislik doludur veya ölülerin kabirleri gibidirZâhirleri süslü, içleri leşle doludur veya içi karanlık bir ev gibidir ki çıra onun dış tarafına bırakılmış, dışını aydınlatmıştırİçi ise kapkaranlıktır veya bir kişi gibi ki sultan onun evinde misafir olmak isterO da evinin kapısını badanalamış, fakat evin en üst köşesinde pislikleri bırakmıştırBu hareketin, gurur olduğu gizli değildirBuna en yakın olan misal, şöyle bir kişidir ki ekin ekmiş, ektiği çıkmış ve onunla beraber onu ifsad edici otlar ela çıkmış, o da ekini ottan ayıklamak için otu temelinden kaldırmakla görevlendirilmiştirBuna rağmen o, otun başını ve kenarlarını keser, otun kökü ise kuvvetini muhafaza eder ve büyümeye devam eder; zira günahların serpildiği yerler kalpteki kötü ahlâklardırKalp onlardan temizlenmedikçe kalbin zâhirî ibâdetleri ancak birçok âfetlerle beraber tamamlanırBöyle bir kimse, bir hasta gibidir ki onun bedeninde uyuz başgöstermiş, ona bedenine ilaç sürmesi, ilaç içmesi tavsiye edilmişBedene ilaç sürmek, tenindeki şeyleri silmek içindirİçmesi emredilen ilaç ise, uyuzun içteki maddesini kökünden sökmek içindir.

Bu kimse, bedene sürülen merhemle kanaat ederek içilen ilacı terketmiştirUyuz maddesini geliştiren yemeklere devam ederDışını merhemler, içinde uyuz devam ederİçteki maddeden durmadan doğup çıkarBaşka bir grup vardır ki, bâtınî ahlâkların şeriat açısından kötü olduğunu öğrenmişlerdirAncak nefislerini beğendiklerinden ötürü, bu ahlâklardan kurtulduklarını zannederler ve sanırlar ki Allah katında bu ahlâklara müptelâ edilmeyecek kadar yüce bir makama sahiptirlerOnlar kendileri gibi ilimde büyük makama yetişenleri değil de halk tabakasını bu kötü ahlâklara müptelâ kılar kanaatindedirlerOnlar ise (kendi kanaatlerine göre) böyle bir felâkete düçar olmaktan pek uzaktırlar. Sonra onların üzerinde kibrin, reisliğin, yücelik ve şeref talebinin belirtileri göründüğü zaman, onlar 'Bu kibir değildir, ancak dinin izzetini talep etmek, ilmin şerefini izhar etmek, Allah'ın dinine yardım etmek, bid'atçilerden muhalif olanların burnunu kırmaktırEğer ben kirli elbiseleri giyseydim, kirli meclislerde otursaydım din düşmanları benimle alay eder, böyle yaptığıma sevinirlerdiBenim zilletim İslâm'ın zilletidir!' derler.

Aldanmış kişi unutmuştur ki mevlâsı tarafından sakındırılmış olduğu düşmanı şeytandırŞeytan da onun yaptığıyla sevinir ve bundan dolayı onunla istihza eder ve Hazret-i Peygamber'in ne ile dine yardım ettiğini, ne ile kâfirlerin burunlarını kırdığını unutmuşturSahabe-i kirâmdan rivâyet edilen tevazu, eski elbiseleri giymek, fakr u zaruretle kanaat etmek hususunda nakledilenlerin hepsini unutmuşturÖyle ki halife Ömer, Şam'a vardığı zaman yırtık elbiselerinden dolayı karşılamaya gelenler tarafından kınandığında

cevap olarak şöyle demiştir: 'Biz öyle bir kavimiz ki Allah bizi İslâm'la aziz etmiştirBu bakımdan biz İslâm'ın gayrisinde azizlik aramayız'.

Sonra bu mağrur, kaseb (ince bez) , diba, ve erkeklere haram olan ibrişimden olan ince elbiselerle dinin izzetini talep ederBesili at ve mümtaz bineklerle İslâm'ın azizliğini arar ve bununla ilmin izzetini, dinin şerefini aradığını iddia eder.

Böylece akran ve emsâlinin aleyhinde veya sözüne karşı çıkan bir kimsenin aleyhinde hasedden dolayı konuştuğu zaman, bu konuşmasının hasedden ileri geldiğini anlamazFakat der ki: 'Bu kızmam hak için olan bir kızmadırBâtıl yolda olan bir kimsenin düşmanlığı ve zulmü hususunda karşılık vermektir'.

Nefsinden hasedin çıkacağını sanmadığı için bilmez ki başka bir ilim ehlinin aleyhinde konuşulursa veya başka bir âlim reislikten menedilirse ve bu hususta kendisiyle tartışılırsa onun o zamanki öfkesi ve düşmanlığı şu andaki öfkesi gibi olacak mıdır -ki öfkesi Allah için olsun- veya başka bir âlimin hakkında konuşulursa, başka âlim riyasetten menedilirse öfkelenmeyecek midir? Aksine çoğu zaman bununla sevinir ki bu takdirde öfkesi, nefsinden ve emsalinden nefret ettiği için olsun! İşte böylece amelleriyle ve ilmiyle riyakârlık yaparKendisi için riya tehlikesi başgösterdiği zaman der ki: 'Ben nerede, riya nerede? Benim ilmi ve ameli izhar etmekten gayem halkın bana uyması, Allah'ın dinine hidayet olunmaları, Allah'ın azabından kurtulmaları içindir.

Mağrur, halkın kendisine uymalarıyla sevindiği gibi, ayarında olan başka bir âlime uymalarına sevinmediğini düşünmezEğer gayesi, halkın ıslahı olsaydı başkasının eliyle de ıslah olmaları kendisini sevindirirdiTıpkı hasta köleleri olan ve o hastaları tedavi etmek isteyen bir kimse gibiBu kimse o hasta kölelerinin kendi eliyle veya başka doktorun eliyle şifa bulmaları arasında bir fark gözetmez.

Çoğu zaman, mağrur adama böyle söylenirFakat yine de şeytan yakasını bırakmaz ve şöyle der: 'Onların benim vasıtamla hidayet bulmalarına sevinmem şu hikmetten dolayıdır: Onlar benim vasıtamla hidayete geldikleri takdirde ecir ve sevap benim olurBu bakımdan ben ancak Allah'ın sevabından dolayı sevinirimHalkın sözümü kabul ettiği için değir.

İşte o mağrur nefsi hakkında böyle düşünürOysa Allah kalbine muttalidir ki eğer bir peygamber kendisine 'sevab, namsız ve nişansızlıkta, ilmi gizlemekte, ilmi açığa vurmaktan daha fazladır' dese ve hapse tıkılıp zincirlerle bağlansa, yine hapishaneyi yıkmak, zincirleri kırmak için desiselere başvurur ki ders okutmak, vaaz ve benzeri vazifelerden ötürü edinilen reisliğe konsun! Böylece sultanın huzuruna girerOna yağcılık yapar, över, tevazu gösterirKalbine, zâlim sultanlara tevazu göstermenin haram olduğu geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Neden haram olsun? Haram olması sultanların malına tamah edildiği zamandırSenin gayen müslümanlar için onun yanında şefaat etmek, onun zararını müslümanlardan ve düşmanlarının şerrini de nefsinden uzaklaştırmaktır! Oysa Allah onun içinden geçenleri bilir ki eğer o sultanın katında onun bazı akran ve emsâli kabul edilse ve onlar her müslüman hakkında sultanın yanında şefaat etseler, hatta sultanın şerrini (zulmünü) bütün müslümanlardan uzaklaştırsalar, onların böyle yapması kendisine ağır gelirdiEğer bu arkadaşının aleyhinde konuşmak ve iftira atmak suretiyle sultanın yanında kötü göstermeyi becerirse, muhakkak onu kötülerBöylece gurur bazı insanları halkın malını pervasızca alacak dereceye getirirO malın haram olduğu aklına geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Bu sahipsiz bir maldırBu mal müslümanların sosyal hizmetleri içindirSen ise müslümanların önderi ve âlimisinDin, sayende ayakta dururDurum bu iken acaba ihtiyacın kadar bu maldan alamaz mısın?'

Böylece kişi, şeytanın vesevesesiyle üç noktada aldanır: Birincisi şeytanın 'ınalın sahibi yoktur' sözüdür; zira kişi bilir ki sultan bu malı müslümanlardan alınan haraçtan (vergiden) temin etmiştirKendilerinden mal alman müslüman ve köylüler hayattadırlar veya evlatları ve vereseleri hayattadırOlsa olsa malları (sultanın yanında) karıştırılmıştırOysa yüz dinar değerindeki malı on kişiden gasbeden bir kimse o malı birbirine karıştırırsa, o malın haram bir mal olduğunda şüphe yoktur'Bu sahibi olmayan bir maldır' denilemezO mal, on kişi arasında taksim olunup her birine on dinar verilmelidirHer ne kadar malları birbirine karışmış ise de. . .

İkincisişeytanın 'Bu mal müslümanların sosyal hizmetlerine sarfedilen bir maldırSen de onların imamı ve âlimisinDin seninle kaimdir' sözüdürBu gibi kimseler yüzünden dinleri fesada gitmiş, saltanat erbabının mallarını helâl saymış, dünyaya rağbet göstermiş, riyasete yönelmiş ve dolayısıyla âhiretinden yüz çevirmiş insanlar; dünya hakkında zâhid olmuş, dünyaya tapmamış ve Allah'a yönelmiş kimselerden çok daha fazladırlarÖyle ise bu kişi hakikatte dinin deccalı, şeytanların mezhebinin ayakta durmasını sağlayan kişidirDinin imamı değildir; zira İmâm o kimsedir ki -peygamber (aleyhisselâm) , sahabe ve selef âlimleri gibi- dünyaya tapmamak ve Allah'a yönelmek hususunda önder olur.

Deccal o kimsedir ki, Allah'tan yüz çevirmek ve dünyaya yönelmek hususunda örnek olurBöyle bir kimsenin ölümü, müslümanlar için, yaşamasından daha hayırlıdırBu âlim dinin direği olduğunu iddia ederOysa misâli, Hazret-i Îsa'nın dediği gibidir: 'Kötü bir âlim, derenin ağzını kapatan bir kaya gibidirNe kendisi suyu içer, ne de suyun ekinlere akıp gitmesine izin verir!'

Son asırlarda ilim ehlinde görülen gurur çeşitleri haddi hesabı aşmıştırBizim söylediğimiz, az ile çoğa dikkat çekmektirMağrurların bir grubu da ilmi güzelce öğrenmiş, âzalarını tertemiz yapmış, ibâdetlerle süslemiş ve dışlarını günahlardan korumuşturNefsin ve kalbin riya, hased, hıkd, kibir ve yücelik talebi gibi sıfatlar ve ahlâklarını tedkik etmişler, bu ahlâklardan uzaklaşmak hususunda nefisleriyle mücadele etmişler, o ahlâkların kuvvetli köklerini kalplerinden söküp kaldırmışlardırFakat bu grup, hâlâ mağrur ve aklanmıştırlar; zira kalplerinin köşelerinde, şeytanın gizli hilelerinden, nefsin gizli desiselerinden, idrâk edilmesi pek güç olan birşeyler kalmıştırBunları sezemedikleri için ihmal etmişlerdirBunun misâli, ancak ekinini otlardan ayıklamak isteyen ve ekin içinde gezip ot arayan, her gördüğünü kökünden söken bir kimsenin misâline benzerAncak bu kimse, daha başı toprağın altından çıkmayan otları aramaz ve bütün otların dışarı çıktığını zannederOysa, otların köklerinden ince dalcıklar bitmiş ve toprak altında yayılmıştır, kişi de onu kökünden söküp attığını zannederek ihmal etmiştirKişi gaflet içerisinde iken bir de ne görsün: O otlar bitmiş, kuvvet bulmuş ve haberi olmaksızın ekinin köklerini ifsad etmiştir.

Âlim kişi de böyledirBütün saydıklarımızı yapar, fakat gizli desiselerin murakabe ve kontrolünden gâfil kalırOnu, geceli gündüzlü ilimleri toplayıp tertip etmek için çalışır görürsünLâfızları güzelleştirmekle ve teliflerini o lâfızların kalıbında toplamakla meşgul olduğunu müşahade edersin! O, kendisini bu çalışmaya sevkedenin, Allah'ın dinini anlatmak, şeriatını neşretmek olduğunu söylerFakat onu, bu yola iten gizli teşvikçisi nam ve nişanının etrafa yayılmasını istemesi, her taraftan ziyaretçilerin kendisine gelmesi isteği, çeşitli insanların zühd, takva ve ilmini övmelerini istemesidirMühim meselelerde öne geçirilmesi, gayelerde herkese tercih edilmesi, istifade etmek için etrafında toplanılması, güzel lâfız ve konuşma ânında güzelce dinlenme zevki, konuşması karşısında başların sallanıp gözlerin ağlaması ve hayranlıkla seyredilmesini istemesidir.

Arkadaşlarının çokluğuyla sevinmek, takipçilerinin ve istifade edenlerin çokluğu ile böbürlenmek, takipçilerinin ve akranlarının arasında ilim, takva, zühdün zâhirini toplama özelliğiyle sevinmek, dolayısıyla dünyaya dalanların hepsine dinî bir musibetten dolayı değil de keyfî bir şekilde ta'n etme imkânını elde etme isteğidir.

Bu mağrur miskin, içinde âmirlik, azizlik, itâatkârlık, tâzim edilme ve övünmek ile mağrurdur! Eğer kalpler aleyhine dönerlerse, yaptığı amellerinin hilâfına zâhidliğine inanırlarsa, kalbi bu durumdan müşevveş olur, virdleri ve dinî vazifeleri karmakarışık olurBu zavallı o anda nefsini mazur göstermek için her hileye başvurur, ayıbını gizlemek için çoğu zaman yalan söylemeye kendisini zorlar ve yine, hakkında zâhidlik ve takva inancına sahip olan bir kimseyi, bu inanca sahip olmayan kimselere her hususta tercih edip daha iyi görürZavallı 'Bu adam haddimden fazla bana kıymet vermiştir!' demezKalbinin fazilet ve takvasını olduğu gibi bilip inanan bir kimseden nefret ederİsterse bu adam gerçek kıymetinden daha fazla kıymeti kendisine verse bile. . . Bu zavallı insan arkadaşlarının bazısını diğerine tercih eder ve bu tercihin de fazilet ve takvadan geldiğim söylerOysa, o kişiyi daha önce değil de ancak bu tercihini tercih ettiği kişi daha itâatkâr, isteğine uyup, kendisini daha fazla övdüğü ve sözüne daha fazla kulak verdiği ve hizmetine daha fazla koştuğu için yaparEtrafındaki insanlar kendisinden istifade etmek için ilmine rağbet gösterirlerO da zanneder ki onların kendisine göstermiş oldukları hüsn-ü kabul, ihlâsı, doğruluğu, ilmin hakkını yerine getirdiği içindirDolayısıyla Allahü teâlâ'ya kullarının faydalarını diline kolay getirdiğinden ötürü hamd ve senâ ederYapmış olduğu bu hamd ve senânın günahlarının kefareti olduğunu sanırNefsiyle beraber burada niyetin doğruluğunu aramazZavallıya nam ve nişansızlığı seçmesi, halktan uzaklaşması ve ilmini gizlemesi hususunda bu kadar sevap va'dedilse, bu sevaba talib çıkmazÇünkü uzlete ve gizliliğe çekilmekle halkın yanında kabul olunma zevkini ve baş olma izzetini kaybeder.

Umulur ki şeytanın şu sözüyle bu gibi bir kimse kastedilmiştir: 'Ademoğullarından bir kimse, ilmiyle benden uzaklaştığını iddia ederse, o, cehaletinden ötürü, benim ağıma girmiştir!'

Bu zavallı kitab yazar, çalışırHem de Allah'ın ilminden fayda- lanmak için o ilmi derlediğini zannederOysa bu çalışması ve kitap yazmasından ötürü isminin yayılmasını isterEğer bir kimse çıkıp yazmış olduğu kitabının yazarı benim deyip, onun ismini o kitaptan siler ve o kitabı kendi nefsine nisbet ederse, bu hareket ona ağır gelirBuna rağmen bilir ki yazılmış kitaptan edilen istifadenin sevabı ancak hakikî yazarına aittirAllahü teâlâ da bilir ki kitabın yazarı iddia sahibi değildir, aksine kendisidir.

Yazmış olduğu kitabında nefsini övmekten kurtulamaz. Ya uzun duaları açıkça yapmak suretiyle veya başkasına ta'netmenin zımnında bunu yapar ki başkasını tenkid etmesinden, kendisinin daha üstün olduğu ve ilmen ondan daha büyük olduğu açığa çıksın! Halbuki başkasını tenkid etmeye hiç de mecbur değildirZayıf göstermek istediği görüşten pasajlar (parçalar) alır, sonra yazarına nisbet ederek onun ilmî kıymetini düşürmek ister.

Bir de hoşuna giden parçaları alır ve bu parçaları sahibine nisbet etmez ki okuyucular tarafından o parçaların kendisine ait olduğu zannedilsin! Başkasının cümlelerini aynen alırTıpkı onları çalanlar gibi veya biraz değiştirerek alırTıpkı bir iç gömleği çalıp da aba yapan bir kimse gibi ki çalınmış mal olduğu bilinmesin! Bu zavallı, lâfızlarının süslü, seci'li ve güzel nazımlı olması hususunda çaba sarfeder ki rekakete (çirkin/kötü konuşmaya) nisbet edilmesin!

Bütün bunları yaparken gayesinin hikmeti tervic etmek, güzelleştirmek ve süslendirmek olduğunu sanırİnsanların daha çok yararına olacağını düşünürBu zavallı şu rivâyetten gafildirHukemâdan biri hikmet konusunda üçyüz kitap yazdıAllahü teâlâ, onun zamanındaki peygambere vahiy göndererek şöyle dedi: 'Ona de ki: Sen yeryüzünü nifakla doldurdunAllah senin nifakından hiçbir şeyi kabul etmez!'

Bu mağrur sınıftan bir cemaat bir araya geldikleri zaman her biri kendi nefsinin kalbin ayıplarından ve gizliliklerinden selâmet kaldığını zannederEğer birbirlerinden ayrılıp da her birine arkadaşlarından bir grup tâbi olursa arkasına takılanların çokluğuna bakar ve 'Acaba benim arkama takılanlar mı yoksa başkasının arkasına takılanlar mı daha fazladır' diye düşünür ve arkadaşları daha fazla ise, sevinirHalbuki başkalarına tâbi olsaydılar kendisinden daha fazla onlardan istifade edeceklerini bilse bile yine kendi yanında olmalarına sevinir. Sonra o mağrurlar ayrıldıkları ve halka faydalı oldukları zaman, biri diğerini kıskanır ve hased ederler.

Onlardan birine giden bir kimse, onun yanından ayrılıp başkasına gittiği zaman, ayrılışı o büyüklük iddia edene ağır gelirBüyüklük taslayan, o ayrılan kişiden nefret etmeye başlarAyrıldıktan sonra artık içinden, o ayrılana ikram etmek, daha önce yaptığı gibi onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, daha önce onu övdüğü gibi övmek gelmezOysa o ayrılan kişinin istifade ettiğini bilirYine bilir ki ondan ayrılıp başka bir gruba katılması o ayrılan kişinin dini bakımından daha hayırlıdırÇünkü kendi grubunda kaldıkça o kişiye zarar geldiğini de bilirFakat gittiği grupta bu zarardan kurtulurBuna rağmen bir türlü ayrılan kişiye karşı nefreti kalbinden silinmez!

Onlardan birinin içinde hasedin ateşi harekete geçtiği ve onu belirtmeye gücü yetmediği zaman, bu sefer hased ettiği kişiye, onun dinine ve takvasına mümkün olduğu kadar ta'n eder ki öfke ve hasedini buna hamletsin ve 'Ben nefsim için değil de ancak Allah'ın dini için ona kızdım' diyebilsin!

O hased ettiği kişinin ayıpları meclisinde zikredildiği zaman sevinirHased ettiği kimsenin övgüsü yapıldığı zaman hoşuna gitmez ve nefret ederBazen de o hased ettiği kişinin ayıpları söylenildiği zaman (sözde) yüzünü ekşitirDolayısıyla müslümanların gıybetinin yapılmasını hoş görmediğini belirtmiş olurOysa kalbinden buna razıdır ve böyle yapmayı isterAllah da onun kalbinin böyle olduğunu bilmektedirİşte bu ve buna benzer durumlar, kalplerin gizli hastalıklarındandırBu hastalıkları ancak akıl sahipleri sezerlerBu hastalıklardan ancak dinde kahraman olanlar kurtulurBizim gibi zayıfların bu hastalıkları sezmesi mümkün değildirAncak insan, nefsinin ayıplarını bilmeli, o ayıplar hoşuna gitmemeli, onları kınamalı ve nefsini ıslah etmeye çalışmalıdırAllah bir kula hayrı irade ettiği zaman, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterirKimin sevabı hoşuna gider, günahı hoşuna gitmezse, o kimsenin hali ümitlidirOnun durumu nefsini tezkiye eden, ilim ve ameliyle Allah'a karşı minnet eden, kendisini Allah'ın yaratıklarının hayırlılarından sanan bir kimsenin durumundan Allah'ın rahmetine daha yakındırBu bakımdan biz gâfil, mağrur, gizli ayıplara rağmen ihmalkârlıktan Allah'a sığınıyoruzBu gurur, mühim ilimleri tahsil etmiş, fakat ilimle amel etmek hususunda kusurlu hareket eden kimselerin gururudur!

Biz şimdilik ilimlerden kendilerini ilgilendirmeyen kısımlarla meşgul olup, mühim kısımları terkeden ve bununla da aldanan kimselerin gururunu zikredelim: Bunların aldanışları ya o ilmin esasından müstağni olduklarından ileri gelir veya sadece o ilmi tahsil ettiklerinden. . . Bu bakımdan onlardan bir grup, halkın maslahatı için sadece halk arasında cereyan eden dünyevî işlerin tafsilâtlarını, münâzaa ve fetva ilmini tahsil ederler'Fıkıh' ismini de bunlara tahsis ederlerBuna 'fıkıh ve mezheb ilmi' adını verirlerÇoğu zaman bununla, zâhir ve bâtın amelleri zâyi etmişlerdirAzalarını kontrol etmemişler, dili gıybetten, mideyi haramdan korumamışlar, ayaklarını sultanların huzuruna girmekten ve diğer azalarını da uygun olmayan yerlere gitmekten menetmemişlerdir.

Kalplerini kibir, hased, riya ve diğer helâk edici sıfatlardan arındırmamışlardırİşte bunlar iki yönden mağrurdurlarYani hem amel, hem de ilim bakımından mağrurdurlar.

Amel: Biz amel hususundaki aldanışın sebebini zikretmiştik ve nitekim bu mağrurların misâli, tıpkı hasta birinin misâli gibidirHasta, ilacın formülünü öğrendiği, onu tekrar etme ve öğretmekle meşgul olduğu zaman bunlara benzerHasta, helâk olmak üzere ise hastalığının ilacını öğrenmek ve kullanmak mecburiyetindedirBasur ve Birsam (deliliğe benzer ve hararetli bir şişkinlik) illetine mübtelâ olmuş iken buna rağmen -hayız ve istihâze illetiyle müptela olmadığı ve bir erkek olduğunu bildiği halde-hâlâ istihâzeli15 kadının durumunu öğrenmekle meşgul olur ve gece gündüz durmadan onu tekrarlayıp durursa ve 'Bazı kere istihâze illetine mübtelâ olan bir kadında benden bu fetvayı sorabilir!' derse bu, gururun katmerlisidir.

Fakihlik iddia eden miskin de böyledirBazen dünya sevgisi, şehvetlerin arkasına takılma sevgisi, hased, kibir, riya ve diğer bâtınî helâk edici sıfatlar kendisine musallat olurlar! Çoğu zaman tevbe edip telâfi etmeden ölüm gırtlağına sarılırAllah kendisine öfkeli olduğu halde göçüp Allah'ın huzuruna giderBütün bunları terkedip, selem, İcare, zihar, lian, yaralamalar, diyetler, dâvalar, beyyineler ilmiyle, hayız meselesiyle meşgul olurOysa hayatında nefsi için hiçbir zaman bunlara muhtaç olmazBaşkaları buna muhtaç olduğunda, bununla meşgul olan birçok müfti vardırBurada riyaset ve mal olduğu için ihtirasla buna koşarlar! Şeytan bu insanı dâvet etmiş, oysa kendisinin haberi yok; zira mağrur zanneder ki nefsi dininin farz kılmış olduğu bir vazife ile meşguldürOysa farz-ı aynı yapmadan önce farz-ı kifaye ile meşgul olmanın günah olduğunu bilmezDediği gibi, eğer niyeti doğru ise, bu durum böyledirYani eğer fıkıhla Allah'ın rızasını kasdetmişse hüküm böyledir; zira kişi Allah'ın cemâlini kasdetse bile, fıkıhla meşgul olup âzaları ve kalbin farz-ı ayın olan vazifelerinden yüzçevirirse onun durumu amel bakımından gururdur.

İlim: Ne zaman sadece fetva ilmine yapışır, din ilminin o olduğunu zanneder, Allah'ın kitabının ve Hazret-i Peygamber'in sünnetinin ilmini terkederse, ilim yönünden aldanmış demektirBu kişi çoğu zaman hadîs âlimlerinin aleyhinde bulunarak şöyle der: 'Onlar incelikleri anlamadan haberleri nakleden ve kitabları yüklenenlerdir!' Bu kişi, ahlâk ilmini, celâl ve azametini idrâk etmek suretiyle Allah'tan haber veren fıkhı da terketmiştirOysa insana korku, heybet ve huşû veren ve insanı takvaya zorlayan ilim budur! Onu Allah'ın azabından emin ve Allahü teâlâ'ya güvenerek aldanmış görürsün.

'Allah elbette kendisine rahmet edecektirÇünkü kendisi Allah'ın dinini ayakta tutan bir kimsedirEğer fetvalarla meşgul olmasa, helâl ve haram hükmü tahkir olunacaktır' zannına kapılmakta ve dolayısıyla daha mühim olan ilimleri terketmektedir! Oysa gâfil ve mağrurdurGururunun sebebi ise, şeriatte -ileride geleceği gibi- 'Allah birisine hayrı irâde ederse onu dinde fakih yapar' şeklinde fıkhın tâzim edildiğini işitmesidirBilmez ki şeriatte övülen fıkıh, Allah'tan, Allah'ın korkutan ve ümit veren sıfatlarının mârifetinden haber veren fıkıhtırBu fıkıh, kalbin korkuyu sezmesi, takvadan ayrılması içindir.

İnananların tümü toptan sefere çıkacak değillerdirAma her kabileden bir topluluğun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kabilelerine geldikleri zaman, kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi? (Tevbe/122)

Kendisiyle sakınmanın meydana geldiği ilim, bu ilimden başkadır; zira bu ilimden gaye, malları korumak, katl ve yaralamayı defetmek ve mallar edinmekle bedenleri korumaktırMal, Allah yolunda kullanılan âlettirBeden ise binektirMühim olan ilim, yolu gösteren ilimdirAllah ile kul arasında perde olan ve kalbin hastalığı olan kötü sıfatları bilmektirKişi bu sıfatlarla mülevves olduğu halde ölürse, Allah'a karşı mahcup olarak giderBu bakımdan kişinin sadece fıkıh ilmi üzerinde durmasının misali, hac yolunda sadece su kabını ve ayağa geçirilen mesti dikmeyi bilmekle yetinen kimsenin misaline benzerŞüphe yoktur ki eğer çölleri katetmek için gerekli olan su kabı ve mest (ayakkabı) bulunmazsa hacca gitmek zor olurFakat sadece bunu dikmek ve yamalama ilmiyle yetinen bir kimse ne haccı yapmış, ne de haccın yoluna girmiş sayılırBiz bu hususu Kitab'u1-İlimde açıklamıştık.

Bu kimselerden bir grup vardır ki sadece hilâfiyattan (mezheblerin ihtilâflı meselelerinden) ibaret olan fıkıh ilminin ilgili bölümünü tahsil ederCedel yolunu öğrenirken karşıdaki hasmı susturmak, ilzam etmek ve galip gelmek için hakkı reddetme yolunu öğrenmekten başka kendisini ilgilendiren bir kısım yokturBu bakımdan bu kişi gece gündüz mezheb erbabının tenkidlerini tedkik ederAkran ve emsalinin ayıplarını araştırırEziyet veren sebeplerin çeşitlerinin arkasında koşarİşte bu nitelikte olanlar insanların yırtıcılarıdırTabiatları eziyet ve kıymetleri hamâkattırOnlar ilmi ancak akran ve emsallerine karşı böbürlenmek hususunda kendilerine lâzım olan zaruretten dolayı öğrenirlerBu bakımdan kötü sıfatları silmek ve onları güzel sıfatlarla değiştirmek suretiyle Allah'a giden yolun ilmi gibi akran ve emsallerine karşı böbürlenmekte kendilerine lâzım olmayan ilimleri terkederek onları hakir sayarlar! O ilimlerle istihzâ ederek onlara tezvik (fantazi) ve vaizlerin konuşması diye isim verirler! Oysa onların yanında tahkik, cedelde boğuşanların arasında cereyan eden arbedenin tafsilatını bilmektirBunlar kendilerinden önce bahisleri geçen sınıfın fetva ilmi hakkında derlediğini derlemişler, fakat daha fazlasını da eklemişlerdir; zira farz-ı kifayelerden olmayan ilimlerle meşgul olmuşlardırHalbuki cedelin bütün incelikleri fıkıhta bid'atırSelef böyle bir bid'atı tanımamıştır.

Hükümlerin delillerine gelince, onları mezheb ilmi kapsarO deliller, Allah'ın kitabı ve Hazret-i Peygamber'in sünneti ve bu iki kaynağın mânâlarını anlamaktırCedelin, kesir16, kalb, fasid va'z, terkib ve ta'diveden ibaret olan hilelerine gelince, bu hileler ancak hasmına karşı galip gelmek ve hasmını susturmak için icad edilmiştirCedel çarşısı bununla kurulmuşturBu bakımdan bunların gururu, kendilerinden önce bahsi geçen grubun gururundan daha fazla ve daha çirkindir.

Diğer bir grup da hevâları reddetmek, muhaliflerin tenkidlerini cevaplamak için kelâm ilmi ile meşgul olmuşlardırMuhaliflerle münâzara etmek, muhalifleri susturmak yollarını öğrenmekle meşgul olmuşlardırBu hususta birçok gruplara ayrılmışlardırİnanmışlardır ki herhangi bir kul için amel etmek, ancak imanla olurÎman ise, ancak cedellerini sıhhatlice öğrenmek ve akidelerin delilleri diye adlandırdıkları delilleri bilmekle doğru olurZannederler ki kendilerinden daha fazla Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bilen hiç kimse yoktur! Yine zannederler ki mezheblerine inanmayan ve ilimlerini öğrenmeyen bir kimsenin îmanı yoktur! Her fırka, halkı kendi görüşüne dâvet edip yolunu güzel göstermiştirBunlar da iki fırkadırlar: Sapıtan fırka, hak üzere olan fırka! Sapıtan fırka, öyle bir fırkadır ki halkı Sünnet'e aykırı yollara dâvet ederHak olan fırka da halkı Sünnet'e dâvet ederGurur ise, bu iki fırkayı da kapsamaktadırSapıtan fırkayı kapsamasına gelince, o fırkanın dalâlette olduklarını bilmemelerinden ileri gelirNefsini kurtulmuş sandığından kaynaklanırBu sapıtan fırka birçok küçük fırkalara ayrılırBazısı diğerine küfür damgasını vurmaktadır! Gurur, bunlara fikirlerini itham etmedikleri, her şeyden önce delillerin şartlarını ve yolunu güçlendirmedikleri için gelirŞöyle ki bunların her biri şüpheliyi delil, delili de şüpheli görür.

Hakkı savunan fırkaya gelince, bu fırkanın gurura kapılması, cedeli, işlerin en önemlisi, Allah'ın dininde insanı Allah'a yaklaştıran amellerin en büyüğü zannettiklerinden dolayıdırBu fırka 'Hiç kimsenin dini, tahkik etmeden ve araştırma yapmadan tamamlanamaz' iddiasındadırTedkik etmeden ve delili incelemeden, Allah'ı ve Hazret-i Peygamberi tasdik eden bir kimsenin Mü'min olmadığını veya kâmil imanlı bulunmadığını iddia eder! Böyle bir kimsenin Allah katında Allah'ın rahmetine yakın bir kimse olmadığını savunur! İşte bu fâsid zandan dolayı, ömürlerinin hepsini cedel, bid'atçilerin hezeyanlarını ve tenkidlerini öğrenmekle geçirmişlerdirNefislerini ve kalplerini ihmal etmişlerdirHatta günahları her taraflarını kaplamış, zâhir ve bâtın hataları kendilerini çepeçevre kuşatmıştırOnlar zanneder ki kişinin cedelle meşgul olması, Allah katında daha evlâ, daha faziletli ve daha yaklaştırıcıdırFakat bu kişi, hasmına galebe çalıp hasmını susturmaktan zevk aldığı ve riyaset zevkini duyduğu ve 'Allah'ın dinini savunuyor' diye tanınmaktan hoşlandığı için basireti körelmiştirHazret-i Peygamber'in ashâbına artık bakmazOysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , neslinin halkın en hayırlısı olduğuna şahidlik etmiştir17 Oysa bu nesil bid'atçı ve hevâ-i nefsine tâbi olan birçok kimselere yetiştilerBuna rağmen ömürlerini ve dinlerini husumet ve mücadelelere hedef kılmadılarKalplerini, azalarını ve durumlarını tedkik etmekten başlarını kaldırmadılar ki cedel ile meşgul olsunlarAksine ihtiyaç hissettikleri ve kabul edilecek alâmetleri gördükleri zaman konuşurlardıİhtiyaç kadarıyla sapıtan bir kimseyi sapıtmasına muttali kılarlar, dalâletinde ısrar eden bir kimseyi gördükleri zaman, onu terkederler, ondan yüz çevirirlerdiAllah için ondan nefret ederlerdiHayatları boyunca onlarla cedelleşmeye dalmamışlardırAksine şöyle derlerdi: 'Hak, Sünnet'e dâvet etmektirSünnet'e dâvet etmek hususunda cedeli terketmek de sünnettendir'Çünkü Ebû Umâme El-Bahilî, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) den şöyle rivâyet ediyor:

Hiçbir kavim, üzerinde bulundukları hidayetten sonra -cedele dalmadıkça- dalâlete sapmaz18

Bir ara Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ashâbının yanına çıkageldiOnlar aralarında tartışıyorlardıBunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara kızgınlığı yüzünden belli olacak derecede kızarak şöyle haykırdı: 'Siz böyle yapmakla mı emrolundunuz? Allah'ın Kitabı'nın bir kısmını diğeriyle çarpıştırmakla mı emrolundunuz? Emrolunduğunuz hususa dikkat edin ve amel yapınYasaklandığınız hususa dikkat edin ve sakının'19

İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber onları tartışmaktan menettiOysa onlar, cedel yapmak hususunda Allah'ın yaratmış olduğu halkın en hayırlısı idiler. Sonra onlar bütün milletlere peygamber olarak gönderilen Hazret-i Peygamber'i gördülerOysa Hazret-i Peygamber, onları ilzam etmek ve susturmak için hiçbir zaman onlarla mücadele etmediBir delili tedkik, bir suali cevaplandırmak ve ilzam edici bir söz söylemek için tartışmaya girişmediOnlara karşı sadece Allah tarafından gönderilen Kur'ân'la mücadele etti.

Kur'ân'dan başka birşeyi mücadele olarak söylemediÇünkü mücadele etmek kalpleri şüpheye düşürür. Sonra o şüpheleri kalplerden silmeye güç yetmezHazret-i Peygamber taksimler ve ince kıyaslar yapmak suretiyle onlarla mücadele etmekten aciz değildiAshâbına mücadele ve susturmanın keyfiyetini öğretmekten de aciz değildiFakat akıl sahipleri ve tedbir ehli, bununla aldanmadılar ve dediler ki: 'Eğer yeryüzündeki bütün insanlar kurtulsa, biz helâk olsak onların kurtuluşu bize ne fayda verir? Eğer biz kurtulur, onlar helâk olursa, onların helâk olması bize bir zarar vermez'.

Onlar cedel hususunda yahûdî, hristiyan ve diğer milletlere karşı, hayatlarını mücadele yapmak suretiyle ziyan etmedilerO halde biz neden ömrümüzü zâyi edelim? Neden ömrümüzü fakirlik zamanında bize yarayan şeye sarfetmeyelim? Neden tafsilâtında nefsimizin yanlış gitmesinden emin bulunmadığımız bir konuya dalalım? Sonra da bid'atçının kendisiyle mücadele ettiğinde terketmediği aksine arttırdığı taassub ve husumetini biz daha da artıralım? Bu bakımdan nefsimle mücadele etmekle meşgul olmam, dünyayı âhiretim için terketmem hususunda çaba sarfetmem daha evlâdırEğer ben, mücadele etmekten menedilmeseydim dahi bu yolu tercih ederdimKaldı ki ben, mücadele etmekten menedilmişimdirBen Sünnet'i terketmek suretiyle, halkı Sünnet'in ihyasına nasıl dâvet edebilirim? Bu bakımdan en evlâsı nefsimi kontrol edip, nefsimin sıfatlarından Allah'ı kızdıran ve sevdirenleri tedkik etmenidir ki Allah'ı kızdırandan uzaklaşıp, sevdirene yapışabileyim.

Başka bir grup da vaaz etmekle meşguldürlerBunların rütbece en yükseği, nefislerin ahlâkları, doğruluk, ihlas, yakîn, zühd, tevekkül, şükür, sabır, reca, korku ve benzerlerinden ibaret olan kalbin sıfatları hakkında konuşandırBu grup mağrurdurBu sıfatları halka söyledikleri ve halkı bu sıfatlara dâvet ettikleri zaman bu sıfatlara sahip olduklarını zannederlerOysa halk tarafından takip edilen bu sıfatların pek azı hariç, kendilerinde hiçbiri yokturBu grubun aldanması daha dehşetlidirÇünkü bunlar nefislerini çok fazla beğenirlerAllah'ı sevdikleri için muhabbet ilminde derinleştiklerini zannederler, muhlis oldukları için ihlâsın inceliklerini tahkik etmeye güçlerinin yettiğini zannederlerNefsin gizli ayıplarına, ancak o ayıplardan uzak oldukları için muttali olduklarını sanırlarEğer Allah'ın dergâhına yakın olmasalardı, yakınlık ve uzaklık mânâsını bilemeyecekleri kanaatini taşırlarAllah yolunda menzillerin nasıl katedildiğini ve Allah'a nasıl gidildiğini, Allah'a olan manevî yakınlıklarından ötürü bildiklerini sanırlarMiskin adam, bu zanlarla Allah'ın azabından emin olduğu halde kendisini Allah 'tan korkan kimselerden görürVaktini zâyi eden aldanmışlardan olduğu halde boş ümitlere kapılır.

Kaza ve kadere küsenlerden olduğu halde, kendisini kadere razı olanlardan görürSebeplere, mal ve mertebeye güvenenlerden olduğu halde, kendisini Allah'a tevekkül edenlerden sanarRiyakârlardan olduğu halde kendisini muhlislerden görürOysa sadece ihlâsı vasıflandırır, hepsi o kadar! Riya'yı vasıflandırarak, zikreder ve bu zikretmesiyle riyakârlık yapar ki hakkında 'Eğer muhlis olmasaydı riyanın inceliklerine vakıf olamazdı!' denilsin!

Dünya hakkında kuvvetli bir rağbeti ve şiddetli bir hırsı olduğu halde dünya hakkındaki zühdü anlatırAllah'tan kaçtığı halde, halkı Allah'a çağırırAllah'ın azabından emin olduğu halde, başkasını Allah'ın azabından korkuturAllah'ı unuttuğu halde, başkasına hatırlatırAllah'tan uzak olduğu halde sözle yaklaşmak isterMuhlis olmadığı halde, ihlasa teşvik ederKötü sıfatları tenkid eder, oysa kendisi onlarla sıfatlanmıştırBaşka kimseleri halkın ihtilâtından uzaklaştırmaya çalışırOysa kendisi halkla ihtilât etmeye şiddetle taraftardırEğer sözde Allah a davet ettiği meclisten menedilirse koskoca dünya kendisine dar gelirGayesinin halkın ıslahı olduğunu iddia ederOysa halk başkasına yönelip onun eliyle ıslah olurlarsa, üzüntü ve hasedinden patlarEğer huzuruna gelenlerden biri akranından birini överse, o öven onun gözünde Allah'ın en kötü kulu olurİşte bunlar gurur bakımından insanların en uzağıdırlarÇünkü güzel ahlâka başkalarını teşvik eden, kötü ahlâktan meneden, kötü ahlâkın tehlikelerini ve güzel ahlâkın da faydalarını bilen bir kimsedirFakat bilgisi kendisine fayda vermemiştirHalkı dâvet etmenin sevgisi onu amel etmekten meşgul etmiştirBundan sonra kendisini ne ile tedavi edecektir? Korkması hangi yolla olacaktır? Oysa korkutan, onun Allah'ın kullarına okuduğu Allah'ın kelâmıdırAllah'ın kulları onunla korkarlar, fakat kendisi korkmaz!

Evet! Eğer nefsinin bu güzel sıfatlarla mevsuf olduğunu sanırsa, imtihan yoluna muttali olması mümkündürŞöyle ki Allah'ın sevgisini iddia ederO halde Allah için nefsinin sevdiklerini ona terkettiren nedir? Korktuğunu iddia ederKendisinden korkuyu meneden nedir? Zâhidlik iddia ederKudreti olmakla beraber Allah'ın rızası için zâhidliği ona terkettiren nedir? Allah'a ünsiyetinin olduğunu iddia ederAcaba Allah ile başbaşa kalmak ne zaman onun hoşuna gitmiştir? Halkı görmekten ne zaman tevahhuş etmiştir? Hayır! Aksine müridleri etrafını çevirdikleri zaman keyiflendiğini, Allah ile başbaşa kaldığında sıkıldığını görürsün! Acaba sevgilisinden sıkılan bir âşık, sevgilisini bırakıp başkasına koşup onunla rahatlayan bir dost görebilir misin?

Akıl sahipleri, bu sıfatlarla nefislerini denerler ve nefislerinden hakikati isterlerAkıllılar zâhirde süslü görülen sıfatlarla değil, ancak Allah'tan gelen bir va'd ile ikna olurlar.

Mağrur kimseler, nefisleri hakkında güzel zanlarda bulunurlarOysa âhirette perdeler kalktığı zaman, rezil olurlar, ateşe atılırlar, barsakları delinirEşeğin değirmeni çevirdiği gibi onlar da o dökülen barsaklarının etrafında dönerlerNitekim bu husus, haberde de vârid olmuşturÇünkü onlar hayrı emrederler yapmazlar, şerri yasakladıkları halde yaparlar20

Bu kimselere gurur, ancak şu bakımdan gelmiştirOnlar kalplerinde bu mânâların esaslarından zayıf birşey görürlerO da Allah'ın sevgisi, Allah'tan korkmak, Allah'ın fiiline razı olmaktır! Bu mânâlardaki yüksek makamları vasıflandırmaya güçleri yeterDolayısıyla zannederler ki bunları vasıflandırmaya güçlerinin yetmesi, bu husustaki ilmin Allah tarafından kendilerine verilmesi ve konuşmalarıyla insanların faydalanması bu vasıfların kendilerinde bulunmasından ileri gelmiştirKabulün kelâm için, kelâmın da mârifet için, mârifetin de ilim için olduğunu unuturlarOysa bütün bunlar, sıfatla nitelenmenin dışında birşeydirBu bakımdan bu canbaz herhangi bir müslümandan sevgi ve korku sıfatıyla vasıflanmakta ayrılmazAksine vasfa muktedir olmak hususunda ayrılırHatta bazen emin olması artar, korkusu da azalırHalka meyletmesi belirirKalbinde Allah sevgisi cılızlaşır.

Onun misâli, ancak, hastalığını vasıflandıran, fesahat ve belâğatla o hastalığın devâsını, sıhhati ve şifayı anlatan bir hasta gibidirOysa o hastadan başka hastalar, sıhhat ve şifanın sebeplerini, derecelerini ve sınıflarını vasıflandırmaya muktedir değildirBu bakımdan ismi geçen hasta, diğer hastalardan hasta olmak bakımından değil, ancak vasıflandırma ve tıp ilmini bilme hususunda onlardan ayrılırBu bakımdan sıhhatin hakikatini bildiği halde, kendisinin sıhhatli olduğunu sanması katmerli cehalettirKorku, sevgi, tevekkül, zühd ve diğer sıfatların ilmi de böylece hakîkatleriyle sıfatlanmadan başka bir şeydirHakikatlerin vasfını, hakikatlerle sıfatlanmak ile karıştıran kimse aldanmıştırİşte konuşmalarında kusur olmayan, va'z ve nasihatları Kur'ân ve Sünnet'e uygun olan Hasan-ı Basrî ve benzeri âlimlerin va'zının hali de budur.

Onların diğer bir grubu daha vardır ki vaazda takip edilmesi gereken yoldan ayrılmışlardırBu zamanımızdaki vaazların hemen hepsi böyledirAncak -eğer varsa- memleketin bazı köşelerinde binde bir bulunan ve Allah tarafından korunan bir vaiz bu hükmün dışındadırBiz böyle bir vaiz tanımıyoruzZamanımızdaki vâizler, tâmat (lâf u güzâf) ve şatahat (akıl ve şeriat dışı) kelimeleri düzmekle meşguldürlerBunu yapmaktan gayeleri 'garib bir vaaz yaptı' dedirtmektir.

Diğer bir grup, nükteli sözler, derme çatma lâfızlarını secî ve birbirlerine bağlama hastası olmuşlardırSecî, visal (kavuşma) ve firak (ayrılık) şiirleriyle delil getirmeye gayret sarfeder, bundan gayeleri; meclislerinde bağırmaların ve cezbeye tutulmanın -velevki fâsid bir gaye için de olsa- çoğalmasıdırİşte bu tip vâizler, insanların şeytanlarıdırlarHem dalâlete gittiler, hem de dosdoğru yoldan halkı saptırdılar; zira daha önce bahsi geçen vaizler, nefislerini ıslah etmeseler dahi halkı ıslah ederlerdiKonuşmalarını ve vaazlarını dosdoğru yaparlardı, Bu grup ise, halkı Allah yolundan menettilerReca kelimesiyle halkı Allah'a güvendirip gurura ittilerBu vâizlerin konuşmaları günaha halkın cesaretini daha da artırmaktadırDünyaya rağbet etmeye halkı daha fazla sürüklemektedirHele vâiz, elbiselerle, besili atlarla ve kıymetli merkeblerle süslenmiş olduğu halde vaaz ediyorsa durum daha da kötü olmaktadırÇünkü böyle bir vâizin tepesinden tırnağına kadar görünüşü dünyaya şiddetle haris olduğuna şahidlik ederBu mağrurun ifsad edeceği ahlâk, ıslah edeceğinden pek fazladırHatta hiçbir zaman ıslah edemezBirçok kimseyi dalâlete götürürBunun mağrur olduğu apaçıktır.

Vâizlerden diğer bir grup daha vardırZâhidlerin konuşmalarını, Dünya'nın Zemmi hakkında vârid olan hadîsleri ezberlemekle yetinmişlerdirOnlar kelimeleri olduğu gibi hıfzederler, mânâlarını bilmeksizin savururlar! Onların bazıları bunu minberler üzerinde yaparlar, bazıları mihrablarda. . . Bazıları arkadaşlarıyla beraber pazarlarda, çarşılarda yaparlarBunların hepsi de kendilerini, halk tabakasından ve askerlerden bu kadarcık farkla, zâhid ve din ehlinin konuşmalarını ezberledikleri için refaha kavuşmuş, gayesine varmış, günahları affolunmuş, zâhir ve bâtın günahlardan korunmuş, Allah'ın azabından emin olmuş zannederlerBunların aldanması, bunlardan önce bahisleri geçen grupların aldanmasından daha açıktır.

Başka bir grup vakitlerini hadîs dinlemeye harcarlarHadîsten birçok rivâyetleri derlemeye âlî ve garîb isnadları aramaya hasrederlerBunların her birinin gayreti ve hedefi; memleketi gezmek, hadîs âlimlerini görmektir ki 'ben filan hadîs âliminden hadîs rivâyet ediyorum' diyebilsin! 'Ben filan hadîs âlimini gördümBenim nezdimde başkasının yanında olmayan hadîs isnadları vardır' diyebilsin! Bu sınıfın gururu birçok yönden kaynaklanır: Bunlar kitapları taşıyan hamallar gibidirlerOnlar inayetlerini hadîsin mânâlarına sarfetmezlerBu bakımdan ilimleri azdırBeraberlerinde nakilcilikten başka birşey yoktur ve zannederler ki nakilcilik kendilerine kâfi gelir.

Yine onlar hadîslerin mânâlarını anlamadıkları için hadîsle amel etmezlerBazı hadîslerin mânâsını anladıkları halde onunla da amel etmezlerAyrıca onlar farz-ı ayn olan kalp mârifetini terkederlerHadîs senedlerinin çoğaltılmasıyla, o senedlerin âli olanlarını aramak ile meşgul olurlarOysa bunların hiçbirine muhtaç değildirler.

O yönlerden diğer biri de şudur ki zamanımızın insanları ona üşüşmektedirler: Onlar hadîsi dinlemek şartını da yerine getirmezler; zira sadece hadîs dinlemek, her ne kadar onun için fayda temin etmezse de dinlemek, haddi zatında hadîsin ispatına götürdüğü veya ispattan sonra mânâyı anlamaya ulaştırdığı için mühimdirAmel de anlamaktan sonra olurBu bakımdan birinci basamak dinlemektir. Sonra anlamak, sonra hıfzetmek, sonra amel etmek, sonra neşretmektirOysa bu kimseler bütün bunlardan sadece dinlemekle yetinmektedirler. Sonra dinlemenin de hakîkatini terketmişlerdir; zira sen çocuğu, hadîs âliminin huzurunda hadîs dinlerken görürsünİhtiyar muhaddis uyuklar, çocuk da oynar. Sonra çocuğun ismi 'dinleyenler' defterine kaydedilir. Sonra çocuk büyüdüğü zaman hadîs kendisinden dinlenilsin diye ortaya atılırHadîs meclisinde hazır bulunan bâliğ ve âkîl bir kimse ise, çoğu zaman dinlemez, kulak vermez ve hadîsi zaptetmezBazen de bir hadîsin veya başka bir şeyin yazımı ile meşgul olurHadîs âlimi ise durmadan hadîs okurO kişi hadîsi bozsa, hadîs âlimi ondan haberdar olmaz ve bilmezİşte bütün bunlar cehalet ve aldanıştır; zira hadîste esas, Hazret-i Peygamber'den dinlemek ve dinlediği gibi hıfzetmektirHıfzettiği gibi de rivâyet etmektirBu bakımdan rivâyet hıfzdan, hıfz da dinlemekten sonra gelirEğer Hazret-i Peygamber'den dinlemekten aciz isen sahabeden ve tâbiînden dinlemelisinSenin râvîden hadîs dinlemen, Hazret-i Peygamber'den dinlemen gibi olurBu da dinlemek için kulak vermen demektirEzberlemeli ve hıfzettiğin gibi rivâyet etmelisinDinlediğin gibi de ezberlemelisinBir harfi bile değiştirmemelisinEğer başkası bir harf bile değiştirse veya yanlışlık yapsa onun yanlışını derhal farketmelisin.

Hadîsi hıfzetmen için iki yol vardır: Birincisi; hallerin mecralarında kulağına geleni hıfzettiğin gibi kalp ile hıfzetmen; zikretmekle ve tekrarlamakla devam ettirmendir.

İkincisi, dinlediğin gibi yazmandırYazdıklarını tashih edip ezberlemelisin ki başkasının bozmasına imkân kalmasınKitap senin ezberinde ve kütüphanende olmalıdır; zira kitap başkasının eline geçtiği zaman bazen bozulması mümkün olurOnu ezberlemediğin takdirde onun bozulmasını farkedemezsinBu bakımdan hadîs senin kalbinle ezberlenmiş ve senin kitabınla da korunmuş olurSenin kitabın dinlediklerini sana hatırlatmış olurBu hadîs hakkında artık tağyir ve tahriften emin olursunHadîsi ne kalp, ne de kitapla hıfzetmediğin takdirde, kulağına gaflet verici bir ses geldikten ve sen de meclisten ayrıldıktan sonra hadîsi okuyan o hadîs âliminin bir nüshasını görürsen ve o nüshadaki hadîsin tağyir edilmesi sence mümkün ise veya dinlediğin nüshadan bir harf ayrılıyorsa, bu takdirde sana 'Bu kitabı dinledim' demen caiz değildir; zira sen o kitaptakini dinlememiş olabilirsinBu bakımdan ezberlememişsen ve güvendiğin sahih bir nüsha elinde yoksa -ki okuduğunu onunla karşılaştırasın- o zaman bunu dinlediğini nereden bileceksin? Oysa Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardına düşme! (İsra/36)

Bu zamandaki hadîs şeyhlerinin 'Biz bu kitaptakini dinledik!' sözleri -eğer bizim söylediğimiz şart mevcut değil ise- katıksız bir yalandırHadîs dinlemenin en basit şartları; hadîste yapılan bozulmayı sezecek şekilde bir tür ezberleme ile beraber bütün hadîsi kulağıyla dinlemektirEğer çocuğun, gafilin ve uykuda olanın duyduklarını, onlardan alıp yazmak caiz olsaydı delinin, beşikteki çocuğun dinlediğini yazmak da caiz olurdu. Sonra beşikteki çocuk bâliğ olduğu, deli de iyileştiği zaman, daha önce dinlediklerine binaen hadîsleri dinlenirdiOysa bunun caiz olmadığında şüphe yokturEğer böyle bir kimsenin hadîsini dinlemek caiz ise, anne rahmindeki ceninin hadîsini yazmak da caiz olur, beşikteki çocuğun anlamadığı ve hadîsi ezberlemediği için dinlediği hadîs yazılmıyorsa oynayan, dalgın olan, duyduğu hadîsi anlayamayan ve ezberleyemeyen kimsenin hadîsi de yazılmazEğer câhilin biri 'beşikteki çocuğun duyduğu hadîs yazılır!' derse, bu cahil, anne rahmindeki ceninin duyduğu hadîsi de yazsın!

Eğer 'anne rahmindeki cenin sesi işitmez, beşikteki çocuk ise işitir' diye aralarında bir fark görürse, bu fark fayda vermezÇünkü sesi değil de hadîsi naklediyorBu bakımdan o çocuk erginleştiği zaman 'Ben çocukluğumda hadîs rivâyet edilen bir mecliste bulunmuşumBenim kulağıma hadîsin sesi gelmiştirFakat ne olduğunu bilmiyorum' derse, bu şekildeki bir rivâyetin sahih olmadığında şüphe yoktur ve buna birşey katmak da katıksız yalandırEğer Arapça bilmeyen bir Türk'ün, mânâsız bir ses işittiğinden dolayı hadîs dinlediğini kabul etmek caiz olsaydı, o vakit beşikteki çocuğun hadîs dinlemesinin ispatı da caiz olurduBöyle bir iddia ise katmerli cehalettirBu nereden alınıyor? Acaba hadîs dinlemenin şu hadîs-i şeriften başka istinad ettiği bir delil var mıdır?

Allahü teâlâ benim sözümü dinleyip ezberleyen ve ezberlediği gibi de başkasına nakleden kimseyi sevindirsin21

Acaba dinlediğinin mânâsını bilmeyen bir kimse nasıl dinlediğini dinlediği gibi başkasına nakledebilir? Bu tür gurur, gurur çeşitlerinin en fâhişidirBu, günün insanları bu gurura müptelâ olmuşturEğer zamanımızın insanları dikkat ederlerse, çocukluğunda hadîs dinleyenlerden başka hadîs âlimi göremezlerAncak muhaddislerin bu hususta sosyal mevkileri ve makbuliyetleri olduğundan, miskinler bu şartları onların ileri sürmelerinden korkuyorlarDolayısıyla ders halkalarında hazır bulunanların azalmasından, ve sosyal mevkilerinin düşmesinden korkuyorlar! Bu şartlar kabul edilirse dinlemiş oldukları hadîslerin de azalmasından korkuyorlar! Hatta o muhaddisler bu şartlar ileri sürüldüğü takdirde çoğu zaman şarttan mahrum kalacak ve rezil olacaklardırBunun için onlar şöyle bir şart koydular: Hadîsi nakledenin kulağına sadece bir gürültünün gelmesi yeterlidirİsterse duyduğunun ne olduğunu anlamasın!

Hadîs dinlemenin sıhhatli olup olmaması muhaddislerin sözlerinden anlaşılmazÇünkü bu husus onların ilmine dahil değildirAksine bu husus, fıkıh usulünü bilen âlimlerin ilmine dahildirBizim söylediğimiz ise, usûl-i fıkıh kanunlarında kesin bir hükümdürİşte bu kimselerin gururudur bu! Eğer onlar tam şartına riayet ederek hadîs dinlemiş olsaydılar bile, yine de sadece nakille iktifa ettiklerinden, rivâyet ve isnadların derlenmesi hususunda ömürlerini çürütüp, dinin mühim meselelerinden yüz çevirdiklerinden ve hadîslerin -mânâlarının mârifetine vâkıf olmadıklarından ötürü mağrurdurlarOnların yaptıkları hiçbir şey ifade etmez, hadîsten âhiret yolunda gitmek kastedilirBazen kişiye hayatı boyunca bir hadîs kâfi gelirNitekim hadîs şeyhlerinin biri bir mecliste ilk rivâyet edilen hadîsin Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi olduğunu rivâyet ediyor:

'Kişinin kendisini ilgilendirmeyeni terketmesi İslâmının güzelliğindendir'Bunun üzerine oradakilerden biri kalktı ve dedi ki: 'Bu hadîs bana kâfidirOnu hazmedeyim de sonra başkasını dinleyeyim'İşte gururdan sakınan akıl sahiplerinin hadîs dinlemesi böyle idi.

Başka bir grup vardır; nahiv, lûgat, şiir, lügatin garib maddelerinin ilmi ile meşguldürlerBununla mağrur olmuşlardırAllah'ın kendilerini affettiğini ve dinin ayakta Kitab ve Sünnet'le, Kitab ve Sünnet'in de lûgat ve nahiv ilmiyle ayakta durduğunu zannederlerKendilerini de ümmetin âlimlerinden sanırlarBu kimseler hayatlarını nahvin incelikleriyle, şiirle, lûgatin gariblerini araştırmakla geçirdilerBunların misâli, bütün hayatını yazıyı öğrenmek, harfleri tashih etmek ve güzelleştirmekle geçiren bir kimsenin misali gibidirBu kimseler, ilimlerin ancak yazma ile ezberlenmesinin mümkün olduğunu idda ederler ve dolayısıyla yazıyı öğrenmek ve tashih etmek gerekir derlerEğer bu kimse düşünse bilir ki yazının esasını öğrenmek kâfidirİster güzel olsun, ister olmasın okunması mümkün bir vaziyette öğrenmesi yeterlidirBundan fazlası yeterli miktardan fazla olanıdırEdîb bir kimse de böyledirEğer düşünürse anlar ki Arap dili de Türk dili gibidir, Arap dilini öğrenmek için ömrünü zâyi eden, tıpkı Türk ve Hind dillerini öğrenmek için ömrünü zâyi eden bir kimse gibidirArap dili ancak Allah'ın şeriatı onunla nazil olduğu için diğer dillerden ayrılır (ve ehemmiyet kazanır) Bu bakımdan Arap dilinden, hadîslerin ve Kur'ân'ın garib kelimelerinin çözülebilecek kadarı kâfidirNahiv ilminden Hadîs ve Kitabla ilgili miktar kâfidirSonsuz derecelere kadar nahivde derinleşmek ise fuzulî bir uğraştır. Sonra eğer kişi bu ilimle iktifa edip şeriatın mânâlarının marifetinden ve şeriatle amel etmekten yüz çevirirse, bu kişi mağrurdurHatta bu kişinin misâli, Kur'ân'daki harflerin mahreçlerini tasrih etmek hususunda ömrünü zâyi ederek sadece bununla iktifa etmiş bir kimsenin misâli gibidir; zira harflerden gaye mânalardırHarfler, ancak zarflar ve edatlardırSafra denilen hastalığı bertaraf etmek için 'sekencebin' denilen maddeyi içmeye muhtaç olan bir kimse bütün vakitlerini sekencebin içmekte kullanılan kadehin yapılmasına sarfederse, aldanmış cahillerdendirNahiv, lûgat, edeb, kırâat, meharic-i hurufatı tedkik etme gururu da böyledirBunlarda ne kadar derinleşirse, bunlar için herşeyi bırakıp ne kadar meşgul olursa, farz-ı ayn olan ilimlerden fazla bunların üzerine düşerse, yaptığı gururdurEn üstün olan şey öz ameldirOnun üstündeki şey amelin mârifetidir.

Bu, ibâdet etmek için önce kabul etmek gibidirAmelin üstündeki şeye nisbeten öz gibidirOnun üstünde olan şey, lâfızları dinlemek ve rivâyet yoluyla hıfzetmektirBu da mârifete nisbet etmek yoluyla kabukturÜstündekine nisbeten özdürBunun üstündeki ise lûgat ve nahvi bilmektirBunun üstündeki en üst kabukturBunun üstündeki en üst kabuk, harflerin mahreçlerini bilmektirBütün bu derecelerle kanaat edenler aldanmışlardırAncak bu dereceleri konak edinen, bu derecelere ancak ihtiyacı kadar yükselen ve her birini geçip ötesine giderek amelin özüne varan kimse amelin hakîkatiyle kalbini ve azalarını sorumlu tutarHayatını, amellerinin tashihine, riya ve âfetlerden kurtulmaya sarfederİşte şer'î ilimlerden olan ve hizmeti yapılması gereken hedef budurDiğer ilimler ise, bunun hizmetkârı, vesileleri, kabukları ve buna nisbeten konaklardırKim maksada ermemiş ise o mahrum olurİster yakın konakta bulunsun, ister uzak konakta olsun farketmezBu ilimler, şer'î ilimlerle ilgili olduklarından ötürü, bu ilimlerin sahipleri bunlarla aldandıTıp, hesap, sanatlar ve şer'î ilimlerden olmadığı bilinen ilimlere gelince, bunların sahipleri, bunlar vasıtasıyla ve sadece ilim olduklarından ötürü mağfirete nâil olacaklarına inanmazlarBu bakımdan bu ilimlerle gurura kapılmak, şer'î ilimlerle gurura kapılmaktan daha azdırÇünkü şer'î ilimler, güzellikte şeriatla ortaktırlarNitekim kabulün, güzel olmak hususunda öze ortak olduğu gibi. . . Fakat buradaki esas güzel ve son varılacak noktadırDiğeri ise en yüce maksuda vardırdığı için güzeldirBu bakımdan kim kabuğu maksud edinirse ve onun üzerine çıkarsa onunla aldanmıştır.

Başka bir grubun da fıkıh ilmiyle gururları büyümüştürKul ile Allah arasındaki hükmün, mahkeme huzurundaki hükme tâbi olduğunu zannederler ve bu bakımdan hakların defedilmesi hususunda çeşitli hileler düzerlerMübhem lâfızların tevillerini kötü yaptılar.

Zâhirlerle aldandılar ve yanıldılarBu hareket, fetvada yanılmak ve gurura kapılmak türündendirFetvada yanılmak, çok vâki olan bir hâdisedirFakat bu, sadece akıl sahipleri hariç herkesi kapsamaktadırBu bakımdan biz bu hususa birkaç misalle işaret edelim: Onların 'Kadın mehrinden kocasını affettiği zaman, kocası kendisi ile Allah arasında da o mehirden affolunur' fetvaları da bu türdendirBu kesinlikle yanlıştırKoca, bazen hanımına tazyik yaparKötü ahlâkıyla onu bunaltırO da bu baskıdan kurtulmak için mecburen yol ararKocasını, bu ahlâksızlığından kurtulmak için affederBu gönülden yapılan bir af değildir.

Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin! Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarlarsa onu âfiyetle yeyin! (Nisa/4)

Görünüşte seve seve vermesi, kalbin seve seve vermesinden farklıdırİnsan bazen nefsinin sevmediğini kalbiyle isterİnsan kalbiyle kan aldırmayı isterFakat nefsi bundan tiksinirNefsin seve seve bağışlaması, karşılıklı bir zaruretten değil de kendiliğinden bağışlamaya müsamaha göstermesidirHatta nefis, iki zararın arasında bulunduğu zaman en kolayını seçerse bu, hakikatte bâtını icbar etmekle bir müsaderedir.

Evet! Dünyadaki kadı, kalplere ve gayelere muttali olamazO zâhirî duruma bakarOysa kadın zâhir bir sebeple mehrini hibe etmeyi kerih görmezKalbin ikrahına ise, insanlar muttali olamazFakat ne zaman ki ahkem'ul-hâkimîn kıyâmet günü hükmetmek için hazırlanırsa, bu dünyadaki hüküm ne hesaba katılır, ne de kadının mehrini bağışlaması fayda verirBunun için herhangi bir insanın malını almak, ancak o insanın rızasıyla helâl olurEğer bir cemaatte birinden mal istenirse, o da halktan utandığı için, dedikodudan çekindiği için vermek zorunda kalırsa -eğer tenhada istenseydi vermezdi- ve mal vermenin zorluğunu, ayıplanmaya tercih ederek istenen malı verirse bu yolda alman mal ile müsadere edilen mal arasında fark yokturÇünkü müsaderenin mânâsı; kamçı ile döverek almaktır ki bunun acısı, mal vermekten gelen kalp acısından daha fazla olduğu için nefis en hafif elemi seçer.

Utanılacak bir yerde birinden mal istemek, bedene olmasa bile kalbe kamçı vurmaktırAllah katında zâhir ve bâtın kamçılamanın arasında hiçbir fark yokturÇünkü bâtın, Allah katında zâhirdirDünya hâkimi ancak kişinin 'Hibe ettim' sözünün zâhirine bakar, hibe edilenin mülkü olduğuna hükmederÇünkü dünya hâkiminin kalptekine muttali olması mümkün değildirDilinin şerrinden korunmak için veren bir kimse veya zâlimlere ihbar etmesinden korktuğa için veren bir kimsenin verdiği de alan kimseye haramdırBu yönden alınan her mal haramdır.

Hazret-i Dâvud'un kıssasında vârid olana bakmaz mısın? Nitekim Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) affedildikten sonra şöyle demiştir: 'Ya rabbî! Ben hasmımı nasıl râzı ederim?' Bunun üzerine Allahü teâlâ ona helâllik dilemesini emrettiOysa hasımı ölmüş bulunuyorduBunun üzerine Kudüs'ün muallâk taşından onu çağırması emredildi ve Dâvud (aleyhisselâm) dedi ki:

-Ey Urya!

-Buyur! Beni cennetten çıkardınBenden ne istiyorsun?

-Sana bir işte kötülük yaptımOnu bana bağışla!

-Dediğin gibi yaptım!

Hazret-i Dâvud da bundan mutmain olduBunun üzerine Cebrâîl Hazret-i Dâvud'a 'Sen Urya'ya yaptığını açıkladın mı?' dediDâvud (aleyhisselâm) 'Hayır!' dediCebrâîl 'O halde dön ve ona yaptığını açıkla!' dediBunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) dönüp yine Urya'ya seslendi.

-Buyur, ey Allah'ın Rasülü!

-Sana karşı zelle işledim.

-Ben sana onu bağışlamadım mı?

-Niçin o günahın ne olduğunu sormuyorsun?

-O günah nedir?

-Şöyle şöyle idi!

Böylece kadınla olan macerayı zikretti ve bunun üzerine Urya'nın sesi kesildi.

-Ey Urya! Bana cevap vermeyecek misin?

-Peygamberler böyle yapmadıSeninle Allah'ın huzuruna varıncaya kadar bu meseleyi erteledim.

Bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) ağladı ve dövündüTa ki Allahü teâlâ, âhiret'te Urya'nın kendisini affetmeyi talep edeceğini Dâvud'a va'd edinceye kadar bu durum devam etti22

İşte bu kıssadan sana anlaşılıyor ki kalbin isteği olmayan hibe fayda vermezKalbin isteği de ancak mârifetle hâsıl olurBöylece kalbin isteği, ibrası, hibe ve benzeri muamelelerde ancak insan tercihinde serbest kaldığı zaman tahakkuk eder ki istekler onun nefsinden gelsin! Onu hilelerle ilzam etmek suretiyle isteklerini harekete geçirmek makbul değildirZekâtı düşürmek için kişinin zekât senesinin sonunda malını zevcesine hibe etmesi, zevcesinin de malı kendisine hibe ettirmesi bu kabildendirFâkih der ki: 'Bu hile-i şeriyye ile zekât iskat olmuştur'23

Eğer fâkihin bu sözünden gayesi, 'Artık sultan böyle bir kimseden zekât isteyemezZekât memuru bu durumda zekâtı alamaz' ise doğru söylemiştirÇünkü sultanın ve zekât toplayıcıların baktıkları nokta mülkün zâhiridirMülkün zâhiri de ortadan kalkmıştırEğer fâkih 'Bu zekâtın sahibi kıyâmette kurtulacaktır ve malı olmayan bir kimse gibi veya zekâtı düşürmek maksadıyla değil de ihtiyacını gidermek maksadıyla malını satan bir kimse gibi olacaktır' zannına kapılırsa, dinin hikmetini ve zekâtın sırrını bilmek hususunda pek büyük bir cehalete sahiptir; zira zekâtın sırrı, kalbi cimrilik rezaletinden temizlemektirÇünkü cimrilik helâk edicidirNitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Üç şey vardır helâk ederler; İtaat edilen cimrilik, arkasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin nefsini beğenmesi!

Cimriliğine ancak yaptığından dolayı itaat olunmuşturYaptığını yapmadan önce cimriliğinin itaati yapılmamıştırBu bakımdan bu kimsenin helâk olması, kurtulmasına vesile olacağını zannettiği birşey ile tamam olduÇünkü Allahü teâlâ onun kalbine muttalidirOnun mal sevgisini, mala karşı olan hırsını bilmektedirMal hırsından dolayı öyle bir mertebeye varmıştır ki hileleri ihmal edebilir ve böylece cehalet ve gururla cimrilikten kurtuluş yolunu nefsi için kapatmış olur!

Mesâlih-i âmme'ye (sosyal hizmetlere) tahsis edilen ihtiyacı kadar fakihe ve başkasına Allahü teâlâ'nın mübah kılması da bu kabildendirMağrur olan fakihler, nefsin istekleri, fuzuli şeyler, şehvetler ve zarurî ihtiyaçlar arasında ayırım yapmazlarHatta oburluklarının tamamlayıcısı olan herşeyi ihtiyaç olarak görürlerOysa bu görüş katıksız aldanıştırDünya, kulların ibâdet ve âhiret yolculuğundaki ihtiyaçları için yaratılmıştırBu bakımdan kulun dinine ve ibâdetine yardım eden herşey kulun ihtiyacı sayılır, ondan başkası ise kulun fuzulî isteği ve şehvetidirEğer biz bu gibi meselelerde fakihlerin aldanışlarını anlatmaya devam edersek, ciltler dolusu kitaplar yazmamız gerekirBundan gaye bu husustaki bütün misalleri zikretmek değil, cinsleri tanıtan birkaç misale dikkati çekmektir; zira bütün misalleri zikretmek oldukça uzar.

6) Kitab 'ul-İlim'de geçmişti.

7) Daha önce geçmişti.

8) Kitab'ul-İlim'de geçmişti.

9) Daha önce geçmişti

10) Daha önce geçmişti

11) Daha önce geçmişti.

12) Daha önce geçmişti.

13) Daha önce geçmişti.

14) Daha önce geçmişti

15) İstihâze: Kadından -hayızda üç günden az ve on günden fazla- gelen ve nifasta kırk günü aşan kandır. (Nûr'ul-İzah)

16) Bu tâbirler, cedelî tabirlerdir. İzahı cedel ilmi diye bilinen münâzara ilmi'nde geçer.

17) İmâm-ı Ahmed, Tahavî, İbn Ebî Asım, Ruyanî, (Bureyde'den) ; 'Bu ümmetin en hayırlısı benim peygamber olarak gönderildiğim nesildir. Sonra onları tâkip eden ve arkalarından gelen nesildir', İbn Ebî Şeybe, Amr b. Şurahbil'den 'Sonra onları takip eden, sonra onları takip eden, sonra onları takip edenler' şeklinde rivâyet etmiştir. İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Müzeni ve İbn Mâce de aynı şekilde rivâyet etmişlerdir.

18) Kitab'ul'İlim' de geçmişti.

19) Daha önce geçmişti

20) İmâm-ı Ahmed, Buharî ve Müslim, (Usâme b. Zeyd'den)

21) Sünen sahipleri ve İbn Hıbbân, (Zeyd b. Sâbit'ten)

22) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir; İbn Ebî Hâkim, (Enes'ten zayıf bir senedle)

23) Ticaret zekâtının şartlarından biri de bir sene o malın sahibinin elinde bulunmasıdır. Eğer senenin sonunda başkasına hibe ederse o maldan zekât verme mükellefiyeti kalkar. Ancak mal yeni sahibinin elinde bir sene kaldıktan sonra, zekâtı ikinci sahibi tarafından verilir. İmâm Gazâlî böylebir hile ile zekâtın düşmesini sağlamanın haram olduğunu, sahibinin ise kıyâmette zekât vermemenin cezasını çekeceğini söylemektedir.


GURURUN KÖTÜLÜĞÜ konusunun devamı;