Nimet'in Hakikati ve Kısımları
33-5
Korkuyu Temin Eden İlâç
Sabrın devası hakkında zikrettiklerimiz, Sabır ve Şükür kitabında şerhettiğimiz deliller, bu gaye için de kâfidir; zira sabır, ancak korku ve ümidi elde ettikten sonra mümkün olur. Çünkü dinî makamların evveli yakîndir. O yakîn ki Allah'a, son güne, cennet ve cehenneme, kesin bir şekilde inanmaktan ibarettir. Böyle bir yakîn, zarurî olarak, ateşten korkmayı ve cenneti ummayı gerektirir. Ümit ile korku insana sabretme gücü verir. Zira cennet, istenilmeyen ve yapılması nefse zor gelen şeylerle çevrilmiştir. Bu bakımdan insan ümidinin kuvvetiyle bu istenilmeyen şeylere tahammül edebilir. Ateş de şehvetlerle çevrilidir. Öyleyse ancak korkunun kuvvetiyle o şehvetleri sökmeye sabredebilir.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Cennete müştak olan bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlardan uzak durmalıdır'. Sonra kişi, korku ile ümitten istifade edilen sabır makamını mücahede makamına çıkarır. Allah'ın zikrine koyulmak, Allah'ın nimetlerini düşünmek makamına götürür. Daima Allah'ı anmak insanı Allah ile yakınlaşmaya, daima düşünmek ise, mârifetin kemâline vardırır. Mârifetin kemâli ve Allah ile yakınlaşmak da insanı muhabbete kavuşturur. Muhabbetin arkasından rıza, tevvekül ve diğer makamlar gelir. İşte dinî konakları seyredenin sülûkünde bu tertip gözetilir. Yakînden sonra, korku ve recâdan başka bir makam yoktur. Onlardan sonra da sabırdan başka bir makam yoktur.
Sabrın sayesinde, zâhir ve bâtında insan Allah için tecerrüd eder ve mücâhedede bulunur. Mücâhededen sonra kendisine yol açılan bir kimse için hidayet ve marifetten başka bir makam yoktur. Mârifetten sonra ancak muhabbet ve ünsiyet makamı vardır. Muhabbetin zarurî gereği olarak insan, mahbûbunun fiiline razı olmalıdır, O'nun ilgisine güvenmelidir. İşte bu da tevekküldür. Madem durum budur, o halde sabrın ilacı hakkında zikrettiklerimiz (delil bakımından burada da) kifayet eder. Fakat biz korkuyu, icmalî bir konuşma ile münferiden zikredelim. Korku, iki yoldan elde edilir. O yolların biri diğerinden daha üstündür.
Korkunun misâli; çocuk evde olduğunda, eve yırtıcı bir hayvan veya yılan girerse, çoğu zaman çocuk korkmaz ve çoğu zaman elini alıp oynamak için yılana uzatır. Fakat çocuğun beraberinde babası bulunduğu zaman, babası yılandan korkar ve kaçar. Bu bakımdan çocuğun babası tirtir titrerken ve yılandan nasıl kurtulacağını hesaplarken çocuk babasına bakarsa onunla beraber ayağa kalkar ve korku çocuğun üzerine de çöker. Kaçmakta babasına uyar.
Öyleyse babanın korkusu basiret ve yılanın sıfatını, zehirini, özelliğini, yırtıcı hayvanın satvetini, perva etmeksizin tuttuğunu paramparça ettiğini bilmesinden ileri gelir. Çocuğun korkusu ise, mücerred taklid olan bir inançtan ileri gelir. Çünkü çocuk babası hakkında güzel düşünür ve babasının ancak korkutucu bir sebepten ötürü korkup kaçtığını bilir. Böylece yırtıcı hayvanın korkutucu olduğunu anlamış olur. Fakat bunun yönünü keşfedemez. Bu misâli bildiğin zaman, Allah'tan korkmanın da iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri Allah'ın azabından, ikincisi O'nun zatından korkmaktır.
Allah'ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki Allahü teâlâ'nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O'nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler:
Allah sizi kendinden sakındırır. (Âl-i İmrân/28)
Ey Mü'minler! Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin! (Âl-i İmrân/102)
Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve îman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak Allah'ı hatırlamak, vaaz, kıyâmet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, âhiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir.
Eğer o insanların hallerini müşahede etmek elden kaçarsa yine de müsbet bir tesir bırakmaktan hali değildir. Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın Allah'ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, Allah'tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O'na yakın olmayı umar.
Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: 'Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!' Bu korku, âlimlerin korkusudur.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kullarından ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkarlar. (Fâtır/28)
Âlimler gibi, bütün Mü'minler için de bu korkudan bir nasip vardır. Fakat âlimlerin dışında kalanların nasibi, sadece taklidden ibarettir. Çocuğun babasını taklid ederek yılandan korkmasına benzer. Bu korku basirete dayanmaz. Şüphe yoktur ki zayıflar ve yakın bir zamanda silinip ortadan kalkar. Hatta çocuk çoğu zaman afsunlu bir kimsenin yılan tuttuğunu görünce ona bakar, aldanır, babasını taklid ederek yılanı tutmaktan sakındığı gibi, onu taklid etmek sûretiyle de yılanı tutmaya cüret eder.
Taklidden gelen inançlar çoğu zaman zayıftır. Ancak daima kendisini tekid eden sebepleri müşahade etmekle kuvvet bulduğunda ve o sebeplerin gereği olarak ibâdetlere çokça dalıp peşipeşine uzun bir müddet günahlardan sakınan kimse, zarurî olarak Allah'tan korkar. Böyle bir kimse korkuyu celbetmek için herhangi bir ilaca muhtaç değildir. Nitekim yırtıcı hayvanı tanıyan, kendi nefsini de onun pençesinde gören insanın, ondan korkmak için herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığı gibi. . . Aksine ister istemez ve zaruri olarak ondan korkar,
Allah Hazret-i Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden (kahrımdan) kork'.
Yırtıcı hayvandan korkmayı öğrenmenin çaresi, yırtıcı hayvanı tanımak ve onun pençesine düşmenin neticesini bilmektir. Bundan başka bir şeye ihtiyaç duymaz. O halde Allah'ı tanıyan, Allah'ın dilediğini perva etmeksizin yaptığını, irade ettiğiyle korkmaksızın hükmettiğini, daha önce geçmiş bir vesile olmadığı halde, melekleri kapısına yaklaştırdığını, daha önce bir suç yokken İblis'i uzaklaştırdığını bilmiş olur. Allahü teâlâ'nın sıfatı, şu sözünün (hadîs-i kudsî) tercümesidir: 'Bunlar cennettedir, perva etmem. Şunlar da cehennemdedir, pervâ etmem'.
Eğer kalbine 'Allah ancak günahtan dolayı ceza verir, ancak ibadetten ötürü sevap ihsan eder' düşüncesi gelirse, Allahü teâlâ'nın taatin sebepleriyle itaat eden bir kimseye yardım etmediğini ve o kimsenin ister dilesin, ister dilemesin itaatta bulunduğunu düşün. Asî bir kimseye de mâsiyetin istekleriyle imdad etmemiştir ki o ister dilesin ister dilemesin, isyân edebilsin; zira Allahü teâlâ gafleti, şehveti ve şehvetin yerine getirilmesine güç yetirmeyi yarattığı zaman, bunlarla zarurî olarak fiil vâki olur. Eğer İblis isyan etti diye onu uzaklaştırdıysa, o halde neden onu isyana zorladı? Onu isyana zorlaması geçmiş bir mâsiyetinden mi kaynaklanıyordu ki o da başkasından ve böylece sonsuza doğru zincirleme gitsin veya kul tarafından illeti olmayan bir öncesi üzerinde mecburî olarak dursun. Aksine ezelde ona böyle hükmetti.
Hazret-i Peygamber bu mânâyı ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Âdem ile Musa rablerinin katında tartıştılar. Sonunda Âdem Musa'yı mağlûp etti. Musa dedi ki: 'Sen o Ademsin ki Allah seni kudret eliyle yarattı. Sana ruhundan üfürdü. Meleklerine sana tâzim secdesi ettirdi. Seni cennetine yerleştirdi. Sonra sen günahınla insanları yere indirdin'. Bunun üzerine Âdem, Musa'ya şöyle dedi:
- Sen o Musasın ki Allah seni Risalet ve kelâmıyla seçti. Sana levhaları verdi. O levhalarda her şeyin beyanı vardır. Seni kurtulmuş olduğun halde kapısına yaklaştırdı. Ben yaratılmadan kaç sene önce Allah'ın Tevrat'ı yazdığını gördün?
- Kırk sene önce!
- Acaba o Tevratta 'Âdem rabbine isyan etti! Bu bakımdan hududu aştı' hükmünü gördün mü?
- Evet!
- Acaba ben daha işlemeden ve beni yaratmadan kırk sene önce Allah'ın benim üzerime yazmış olduğu bir ameli işlemiş olmamdan dolayı mı beni kınıyorsun?
Hazret-i Peygamber 'Âdem böylece Musa'yı, delil bakımından mağlûb etti' buyurdu. 77
Kim bu hususta hidayetin nûrundan sâdır olan bir mârifetle sebebi tanımış olursa, bu kimse kaderin sırrına muttali olan, âriflerin özelliği bulunan bir bilgiye sahip olmuş olur. Kim bunu dinleyip inanır ve sadece tasdik ederse o, Mü'minlerin avam tabakasındandır. Bu iki grup için de korku vardır; zira her kul, kudretin kabzasına düşer. Tıpkı zayıf çocuğun yırtıcı hayvanın pençesine düşmesi gibi. . .
Yırtıcı hayvan bazen pençesinde bulunan çocuğu bırakır. Bazen de ona hücum edip paramparça eder! Bu durum rastgeledir. Bu tevafuk için tertipli birçok sebepler vardır. Fakat bilmeyen bir kimseye izafe edildiği zaman, buna ittifak adı verilir. Eğer Allah'ın ilmine izafe edilirse, bu takdirde ittifak adını vermek caiz olmaz. Yırtıcı hayvanın pençesine düşen bir kimsenin mârifeti eğer kemâl derecesine varmışsa, bu kimse o yırtıcı hayvandan korkmaz. Çünkü o yırtıcı hayvan, Allah'ın kuvvet ve kudretine boyun eğmiştir. Eğer Allah ona açlığı musallat kılarsa onu parçalar yer. Eğer Allah o hayvana tuttuğu avdan gâfil olmayı musallat kılarsa avı bırakıp gider. Bu bakımdan ancak yırtıcı hayvanın yaradanından ve o hayvanın yırtıcı sıfatlarını yaratandan korkulur. Ben Allah'tan korkmanın misâlinin yırtıcı hayvandan korkmak olduğunu söylemiyorum. Perde kalktığı zaman bilinir ki yırtıcı hayvandan korkmak, Allah'tan korkmanın aynısıdır. Zira yırtıcı hayvan vasıtasıyla helâk eden Allah'tır. 78
Âhiretin yırtıcıları dünyanın yırtıcıları gibidir. Allah azabın ve sevabın sebeplerini yaratmıştır. Bunların her biri için de ehil olan kimseleri yaratmıştır. Ezelî ve kesin kaza'nın dalı olan kader, onun için yaratılmışsa onu sevkeder. Bu bakımdan Allahü teâlâ cenneti yarattı. Cennet için ehil olanları yarattı, cehennemini yarattı. Cehennem için ehil olanları yarattı. Onlar da ister istemez cehennem sebeplerine müsahhar oldular. Bu bakımdan nefsini, kaderin dalgaları arasında kıvranarak görüp de korkmayan hiç kimse yoktur. Aksine zarurî olarak bu kimseye korku galebe çalar. İşte bunlar kaderin sırrını bilenlerin korkularıdır. Bu bakımdan kusurun kendisini basîret makamına yükselmekten alıkoyduğu bir kimsenin çıkar yolu, haberleri ve eserleri dinlemek sûretiyle nefsini tedavi etmektir. Bu bakımdan bu kimse, ârif ve korkan kimselerin hallerini ve sözlerini incelemelidir. Onların akıl ve mertebelerini, aldanmış ve ümit beslemiş kimselerin mertebelerine nisbet etmelidir. İşte o zaman âriflere uymanın daha iyi olduğundan şüpheye düşmez. Çünkü onlar peygamberler, velî ve âlim kullardır.
Allah'ın azabından emin olanlar ise Firavunlar, cahiller ve ahmaklardır. Bizim peygamberimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) gelince, o geçmiş ve geleceklerin efendisidir. 79
Aynı zamanda korku bakımından insanların en şiddetlisi idi. 80
Hatta bir çocuğun cenaze namazını kıldığında duasında o çocuk için şöyle dediği duyuldu:
Ey Allahım! Şu ölü çocuğu kabir ve ateş azabından koru. 81
İkinci bir rivâyette 'Ne mutlu sana! Sen cennetin kuşlarından bir kuşsun' diyen bir kimsenin sözünü işitti ve öfkelenerek şöyle buyurdu:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Allah'a yemin ederim, ben Allah'ın Rasûlüyüm. Buna rağmen Allah'ın benim başıma ne getireceğini bilmiyorum. Muhakkak ki Allahü teâlâ cenneti ve ona lâyık kimseleri yarattı. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan bir kimse eksilir. 82
Hazret-i Peygamber'in bu sözü (süt kardeşi) Osman b. Maz'un'un cenazesinde söylediği rivâyet edilmektedir. Bu zat ilk muhacirlerdendir. Ümmü Seleme bu zatın cenazesine hitaben 'Cennet sana mutlu olsun!' dediği zaman Hazret-i Peygamber ona, yukarıda geçen hükmü bildirmiştir.
Ümmü Seleme, bu hâdiseden sonra şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim. Ben, Osman'dan sonra artık kimseyi tezkiye etmem!'83
Muhammed b. Havle el-Hanefiyye84 'Allah'a yemin ederim Hazret-i
Peygamber'den başka babamı bile tezkiye etmiyeceğim! dediğindeşiiler bu zata saldırdılar. Bunun üzerine babası Hazret-i Ali'nin fazilet ve menkıbelerini zikretmeye başladı.
'Suffe' ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için 'Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hazret-i Peygamber'e hicret ederek geldin. Allah yolunda öldürüldün' deyince, Hazret-i Peygamber, ona
cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi. 85
Hazret-i Peygamber, hasta olan bir ashâbının ziyaretine gitti. 'Cennet senin için mutlu olsun!' dediğini duyunca Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
- Şu, Allah namına cennet dağıtan kadıncağız kimdir?
- Ey Allah'ın Rasûlü! O benim annemdir.
Hazret-i Peygamber (o kadıncağıza hitaben) dedi ki:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Halbuki o kendisini ilgilendirmeyen konuda konuşur, kendisini zengin etmeyecek az bir şeyi cimrilik ederek vermez. 86
Müslümanlar nasıl korkmasınlar?! Allah'ın peygamberi şöyle buyurmaktadır:
Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar. 87
Âlimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir:
İyi bilin Hûd'un kavmi Ad, (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin) ! (Hûd/60)
İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler! (Hûd/68)
İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur. (Hûd/95)
Buna rağmen, Hazret-i Peygamber biliyordu ki Allah dileseydi insanların hiçbiri O'na ortak koşmazdı; zira Allah dileseydi herkese hidayet verirdi.
Olacak vâkı olduğu (kıyâmet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir. : (Vâkıa/1-3)
Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyâmet kopmuştur. Bu kıyâmet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir.
Tekvir sûresinde kıyâmetin şiddetleri ve İnsan oğlunun sonunun inkişafı vardır.
Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir. (Tekvîr/12-14)
O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: 'Ah! Keşke ben toprak olaydım!' (Nebe/40)
Rahman'ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir. (Nebe/38)
Kur'ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur'ân'da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi:
Ve ben, tevbe eden, îman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)
Zira Allahü teâlâ burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir:
Ama kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o kurtuluşa erenlerden olabilir. (Kasas/67)
(Böyle yaptık) ki (Allah) , o doğrulara doğruluklarından sorsun! (Ahzâb/8)
Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz) ! (Rahmân/31)
Allah'ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından emin olmaz! (Araf/99)
İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O'nun yakalaması çok acı ve çok çetindir. (Hûd/102)
Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân'a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün) . . . (Meryem/85-86)
İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür, (Meryem/71)
Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir. (Fussilet/40)
Kim âhiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat âhirette bir nasibi olmaz. (Şûrâ/20)
Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. (Zilzâl/7-8)
Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir. (Furkan/23)
Asr'a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak îman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna! (Asr Suresi)
İşte bunlar zarardan kurtulmanın dört şartıdır. Peygamberlerin üzerine feyezan eden nimetlere rağmen korkuları şundandır: Çünkü onlar Allah'ın mekrinden (azabından) emin değildirler; zira ancak ziyan eden bir kavim Allah'ın azabından emin olabilir.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber ile Cebrâîl Allah korkusundan ağladılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ vahiy göndererek şöyle sordu:
- Sizi emin kıldığım halde naden ağlıyorsunuz?
- Senin azabından kim emin olabilir!
Sanki bu iki zat, Allah'ın gaybın âlimi (allâm'ul-guyûb) olduğunu ve işlerinin neticesine vâkıf olmadıklarını bildikleri için Allah'ın 'Ben ikinizi de emin kılmışım' sözünün imtihan ve mekr olduğundan emin olamadılar. Hatta korkuları durduğu takdirde Allah'ın azabından emin oldukları sanılır ve sözlerini yerine getirmemiş olurlar gibi düşündüler.
Nitekim Hazret-i İbrahim mancınık'a konulduğu zaman 'Allah bana kâfidir' dedi. Hazret-i İbrahim'in bu sözü büyük dualardandır. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim imtihan edildi. Ateşe atılırken Cebrâîl önüne çıktı 'Senin bana ihtiyacın var mıdır?' dedi. Hazret-i İbrahim 'Sana ihtiyacım yoktur!' dedi.
İbrahim'in böyle söylemesi 'Allah bana kâfidir' sözünü yerine getirmesi demektir.
Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'den haber vererek şöyle buyurmuştur:
Ve çok vefalı İbrahim'in. . . (Necm/37)
Yani 'Allah bana kâfidir' sözünün gereğini yerine getiren İbrahim'in. . .
Allahü teâlâ bunun benzerini Hazret-i Mûsa'dan da haber vermiştir:
Dediler ki: 'Rabbimiz onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz'. 'Korkmayın' dedi; 'ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm'. (Tâhâ/45-46)
Sihirbazlar sihirlerini ortaya koydukları zaman, bu ilahî teminata rağmen Musa korkuya kapıldı. Zira Musa Allah'ın azabından emin değildi. Musa için iş karıştı. Hatta Allah yeniden emniyet verdi ve şöyle buyurdu:
Korkma dedik, üstün gelecek sensin sen!
Bedir gününde müslümanların gücü zayıfladığı zaman Hazret-i Peygamber şöyle dua etti:
Ey Allahım! Eğer bu topluluk helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz! Bunun üzerine Ebû Bekir, Hazret-i Peygamber'e 'Kendini bu kadar harap etme! Çünkü Allah sana va'dettiğini yerine getirecektir'88 dedi.
Hazret-i Ebû Bekir'in makamı, Allah'ın va'dine güvenme makamı idi. Hazret-i Peygamber'in makamı ise, Allah'ın azabından korkma makamıdır. Şüphe yok ki Hazret-i Peygamber'in makamı, Ebû Bekir'in makamından daha mükemmeldir. Zira korku, Allah'ın sırlarını, gizîli fiillerini ve mekr ile ifade edilen ve bazı neticeler doğuran sıfatlarının mânâlarını tanı olarak bilmek ve anlamaktan kaynaklanır. Peygamberler de dahil hiç kimse Allah'ın sıfatlarının künhüne ve hakikatine vâkıf olamaz. Kim mârifetin hakikatini, işlerin künhünü idrak etmekten âciz olduğunu bilirse, bu kimsenin korkusu oldukça büyür. Bu sırra binaen Hazret-i Îsa'ya şöyle söylemiştir:
Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsa, sen mi insanlara 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilâh edinin' dedin?"
Buna karşılık Hazret-i Îsa şöyle demiştir:
Haşa! Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde oları herşeyi bilirsin. Fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen yalnız sensin sen! (Mâide/116)
Sonra Hazret-i Îsa şöyle demiştir:
Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin! (Mâide/118)
Hazret-i Îsa, durumu Allah'ın meşiyyetine havale etti. Nefsini tamamen ortadan çıkardı. Çünkü elinde hiçbir şey olmadığını ve bütün işlerin Allah'ın isteğine bağlı olduğunu biliyordu. Bu bakımdan o işler hakkında ne kıyas, ne tahmin ve ne de zan ile bir hüküm vermek bile mümkün değildir. Kesin hüküm vermek nerede kalır?
Ariflerin kalplerini paramparça eden bu durumdur; zira en büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır:
Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden 'muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağını' sözü çıkmıştır. (Secde/13)
Rabbinin 'Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım' sözü tam yerine gelmiştir. (Hûd/119)
Ezelde tahakkuk eden bir bir hükümden nasıl korkulmaz! Böyle bir hükmü geri çevirmek hevesine nasıl kapılınır? Eğer hüküm yeni tahakkuk etseydi onu çevirme çareleri aranabilirdi. Fakat burada ancak teslimiyet ve kalp ile azalar üzerinde beliren zâhirî sebeplerden ezelde geçen gizli sebepleri araştırmak vardır. Kimin için şerrin sebepleri kolaylaşmış, o kimse ile hayrın sebepleri arasında perde girmiş, dünya ile bağlantısı artmış ise, sanki o kimseye kesin olarak şekavetiyle sebkat eden kaderin sırrı keşfolunmuştur; zira herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olur.
Eğer hayır müyesser olursa, kalp de tamamen dünyadan kesilmiş, zâhir ve bâtını ile Allah'a yönelmiş ise, bu durum korkunun azaltılmasını gerektirir. Eğer kişi bu durumun daimî olacağına güveniyorsa korkusunu azaltmalıdır. Fakat sonucun tehlikesi ve bu durumun daima durmasının çetinliği, korku ateşini daha da alevlendirir. O ateşi söndürmek kişinin gücü haricine çıkar. Bu durumda kişi halin bozulmasından nasıl emin olabilir? Mü'minin kalbi, Rahman olan Allah'ın kudret parmaklarından iki parmağının arasındadır. Oysa kalp, kaynayan kazandan daha şiddetli sarsılır ve değişir.
Çünkü rablerinin azabına güven olmaz! (Meâric/28)
Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki 'Allah'ın azabından emin olmaktan sakın!' dendiği halde o, Allah'ın azabından emin olur. Eğer Allah ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, Allah'ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur.
Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Eğer benimle elli seneden beri Tevhîd ehlidir' diye tanıdığın bir kimsenin arasına bir direk girse ve o da ölürse, onun Tevhîd üzere öldüğüne kesinlikle hüküm veremem. Çünkü ben, o direği dolaşırken, kalbinin ne gibi bir değişikliğe uğradığını bilemem!'
Bir kişi şöyle demiştir: 'Eğer şehidlik evin kapısında ise, İslâm üzerine ölmek de ev içindeki odanın kapısında ise muhakkak ki odanın kapısında İslâm üzerine ölmeyi seçerim. Çünkü ben odanın kapısı ile evin kapısının arasında kalbimde ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini bilmiyorum!'
Ebu'd Derda 'Bir kimse ölüm anında imanının kendisinden alınmayacağından emin ise, mutlaka onun îmanı kendisinden alınır' diye yemin ederdi.
Sehl derdi ki: 'Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar'. Sıddîklar o kimselerdir ki Allah onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler. (Mü'minûn/60)
Süfyân es-Sevrî, ölüm döşeğinde iken ağlayıp sızlandı. Kendisine denildi ki: 'Ey Ebû Abdullah! Recâ makamına yapış! Zira Allah'ın affı senin günahından daha büyüktür'. Karşılık olarak şunları söyledi: 'Ben günahlarım için mi ağlıyorum? Eğer Tevhîd üzere öleceğimi bilseydim, dağlar kadar günahlarla Allah'a mülâki olmaktan korkmazdım'.
Korkanların birinden hikâye ediliyor ki arkadaşlarının bazısına vasiyet ederek 'Ölüm çağma girdiğimde başımın ucunda otur! Eğer Tevhîd üzerinde öldüğümü görürsen benim bütün servetimi al! Onunla badem ile şeker satın al. Memleketin çocuklarına benim sevabıma dağıt! Bu, kurtulmuş adamın düğün bahşişidir. Eğer Tevhîd üzere ölmezsem, halka bu durumu bildir ki benim cenazemde hazır bulunmakla mağrur olmasınlar. Beni seven cenazemde hazır bulunsun ki ölümden sonra riya yakama yapışmasın!'
Arkadaşı dedi ki: 'Senin Tevhîd üzerine ölüp ölmediğini nasıl bileceğim?'
Allah'tan korkan zat ona bir alâmet söyledi. Böylece o, ölüm anında o Tevhîd alâmetini gördü, dolayısıyle emrettiği gibi şeker ile bademi satın aldı ve çocuklara dağıttı.
Sehl et-Tüsterî derdi ki: 'mürid, günahlarla mübtelâ olmaktan korkar. Arif ise, küfürle mübtelâ olmaktan korkar'.
Ebû Yezîd der ki: 'Mescide yöneldiğimde belime bir zünnar bağlı olduğunu düşünüyorum ve o zünnarın beni kiliseye veya ateşgedeye götürmesinden korkuyorum. Bu korku camiye girinceye kadar devam ediyor. Camiye girer girmez, belimde bağlı hissettiğim zünnar çözülüyor. İşte günde beş defa bu durumla karşı karşıya gelirim'.
Hazret-i Îsa 'Ey havariler! Siz günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler ise, küfürden korkuyoruz' demiştir.
Peygamberlerin haberlerinden rivâyet ediliyor ki o zevât-ı kiramdan biri, Allahü teâlâ'ya, açlık, bit ve çıplaklıktan uzun seneler şikayet etti. Elbisesi yündendi. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, o peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Kulum! Senin kalbini beni inkâr etmekten koruduğuma razı değil misin ki benden dünyayı istiyorsun?' Bu ilâhî hitap üzerine, o peygamberi zîşân, yerden toprak alıp başına saçıyor ve diyordu: 'Evet yarab! Razı oldum. Beni küfürden koru!'
Arifler ayaklarının yerleşmesine ve imanlarının kuvvetine rağmen kötü sonuçtan bu kadar korkarlarsa acaba zayıf kimseler nasıl korkmazlar? Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok sebepleri vardır: Bid'at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi. . . Bu sırra binaen, ashâb-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan-ı Basrî der ki: 'Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur'.
Ashâb-ı kirâm bu nifaktan îman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; îmanın esasıyla bir arada olan nifaktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık, hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Dört haslet vardır. O hasletler kimde bulunursa, o kimse katıksız bir münafıktır; isterse o kimse namaz kılsın, oruç tutsun ve 'ben müslümanım' desin. Eğer kişide o hasletlerden bili bulunursa, o kişide nifaktan bir şûbe var demektir ki o hasleti bırakıncaya kadar bu durum devam eder. O hasletler şunlardır: Kim konuştuğu zaman yalan söylerse, söz verdiğinde sözünde durmazsa, emin sayıldığı zaman hainlik yaparsa ve başkasıyla iddialaştığı zaman, yalan söylerse işte münafık odur. 89
Hadîsin başka bir lâfzında 'Söz verdiği zaman hile yaparsa' diye varid olmuştur.
Ashâb ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan-ı Basrî 'Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır' demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir? Hatta Hasan-ı Basrî'nin nifaktan saydığı durumlar bugün insanlar arasında normal ve âdet haline gelmiştir ve bu durumun münker olduğu unutulmuştur. Hatta bu durum, peygamberlik zamanına yakın olan bir zamanda bile cereyan etmiştir. Madem o zamanda cereyan etmiştir, o halde bizim zamanımızda neler olduğunu düşün! Hatta ashâb-ı kirâmdan Huzeyfe (radıyallahü anh) 'Hazret-i Peygamberin zamanında kişinin konuşup dolayısıyla münafık olduğu kelimeyi sizlerden bugün günde yirme defa işitmekteyim' demiştir.
Hazret-i Peygamberin ashâbı şöyle derlerdi: 'Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hazret-i Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Nifakın alâmeti, yapmış olduğun bir şeyi halk yaparsa, çirkin görmendir. Zulümden birşeyi sevmen, hakka buğzetmendir'.
Şöyle denilmiştir: 'Kişi kendisinde bulunmayan bir sıfattan dolayı övüldüğünde, bu hoşuna giderse bu yaptığı münafıklıktandır'.
Bir kişi İbn Ömer'e dedi ki:
- Biz şu emirlerin huzurlarına giriyoruz! Onların dediklerini tasdik ediyoruz. Onların yanından çıktığımızda aleyhlerinde konuşuyoruz.
- Biz bu durumu Hazret-i Peygamber döneminde münafıklıktan sayıyorduk!
Daha şiddetlisi şu rivâyettir: Birkaç kişi Huzeyfe b. Yemân'ın (radıyallahü anh) kapısında oturup onun çıkışını bekliyorlardı. Bunlar Huzeyfe'nin hakkında bir şeyler konuşuyorlardı. Huzeyfe onların yanına çıktığında ondan utanarak sustular. Bu manzara karşısında kalan Huzeyfe 'Konuştuğunuz konuyu devam ettirin!' dedi. Fakat onlar sustular. Bunun üzerine Huzeyfe 'Biz sizin bu davranışınızı, Hazret-i Peygamber'in zamanında nifak kabul ediyorduk!' dedi.
İşte bunu söyleyen Huzeyfe münafıkları ve nifakın sebeplerini bilmekle meşhur olmuştur.
Huzeyfe derdi ki: 'Kalbin üzerine, bir an gelir ki kalp imanla dolup taşar. Kalpte iğne ucu kadar nifaka yer kalmaz. Başka bir an ise kalp îman için bir iğne ucu kalmayacak kadar münafıklıkla dolup taşar'.
İşte bununla anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid'at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü 'Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir' denilmiştir.
Ariflerden biri diğerine dedi ki: 'Ben nefsim için nifaktan korkuyorum'. O da cevap olarak 'Eğer sen münafık olsaydın nifaktan korkmazdın!' dedi.
Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mü'min kul iki korku arasındadır: Allah'ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile Allah'ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur. 90
Yardım edici Allah'tır.
78) Bazı nüshalarda 'aynısı' yerine 'gayrisi' geçmektedir. Fakat illet ile ma'lûl bu ikinci tabire göre uyuşmaz. Şârih der ki: 'Düşünüldüğünde bu misâl, hiçbir yönden mümesselün bih'e mutabık değildir!' En yüce misâl Allah içindir. Allah temsil ve teşbihden yüce ve münezzehtir, (ithaf us-Saade,IX/224) .
79) "Ben Ademoğullarının efendisiyim dememde böbürlenmek yoktur". (İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce)
80) 'Allah'a yemin olsun, içinizde en fazla Allah'tan korkanınız benim!' (Müslim)
81) Taberâni
82) Müslim, (Hazret-i Âişe'den)
83) Buhârî, (Ümm'ül-Ulâ el-Ensârîye'den)
84) Künyesi
85) Beyhakî ve Ebû Ya'lâ.
86) Daha önce geçmişti. 77) İmâm-ı Ahmed, Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den) ; İbn Humeyd, Ebû Ya'la
87) Tirmizî, Hâkim
88) İbn Şahin, Şerh'üs-Sünne
89) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr'dan)
90) Beyhakî, Şuab
Sû-i Hâtime'nin Manası
Soru: Bu söylemiş olduklarının çoğu, "kötü son"dan korkmaya dönüşür. Peki "sû-i hatime"nin mânâsı nedir?
Cevap: Su-i hâtime, iki derecelidir. Biri diğerinden daha korkunçtur.
Korkunç ve dehşetli olan derece, ölümün dehşetleri anında ve korkularının belirdiği çağda, kalbe ya şüphenin veya inkârcılığın galip gelmesidir. Bu bakımdan ruh, ya inkârcılığın galebe çaldığı halde veya şüphe halinde kabzolunur. Dolayısıyle kalbe galebe çalan inkârcılık düğümü, İnsan oğlu ile Allah arasında, ebedî bir perde olur. Bu ise, daimî bir uzaklık ve sonsuz bir azabı gerektirir. Daha hafif olan mertebe ise, ölüm çağında kalbe dünya işlerinden birisinin, şehvetlerinden bir şehvetin sevgisinin galip gelmesidir.
Dolayısıyle kişinin ruhu, o halde iken kabzolunur. Bu bakımdan kalbinin bununla müstağrak olması, başının dünyaya dönük ve yüzünün dünyaya müteveccih olduğunu gösterir. Ne zaman kişinin yüzü Allah'tan çevrilirse, Allah ile arasına perde gerilir. Perde gerildiği zaman, azap iner; zira Allah'ın alev alev yanan ateşi ancak Allah'tan mahcup olanları çepeçevre sarar. Kalbi dünya sevgisinden selîm olan ve himmeti Allah'a yönelen bir Mü'mine ise, ateş şöyle haykırır: 'Ey Mü'min! Geç çünkü senin nûrun benim alevlerimi söndürecek'. Bu bakımdan ne zaman Mü'minin ruhu dünya sevgisinin galebe çaldığı bir halde kabzolunursa, durum tehlikelidir. Çünkü kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, onun üzerinde ölür. Ölümden sonra kalp için ölüm çağında galebe çalan sıfatın zıddı olan bir sıfatı kazanmak mümkün değildir; zira kalplerde ancak azaların amelleriyle tasarruf edilir. Oysa ölümden ötürü azalar iptal olunmuşlardır.
Dolayısıyle ameller de iptal olunmuştur. Bu bakımdan herhangi bir ameli ölümden sonra ümit etmek boşunadır. Dünyaya gelip telâfi etmek de hayaldir. Bu durumda üzüntü oldukça artar. Ancak îmanın aslı ve Allah sevgisi kalpte uzun bir müddet kökleştiğinde ve salih amellerle de kuvvet bulduğunda bu durum ölüm çağında kalpte beliren bu hali siler. Eğer kişinin îmanı zayıf ise kişi, uzun zaman ateşte kalır. Eğer bir habbe miktarından fazla olmasa bile, binlerce sene sonra olsa dahi elbette onu ateşten çıkarması umulur.
Soru: Senin söylediklerin ölümden sonra hemen ateşin gelip kişinin gırtlağına sarılmasını gerektirir. Acaba neden Allah onun azabını kıyâmete kadar geciktirir ve ona uzun müddet mühlet verir?
Cevap: Kabir azabını inkâr eden bir kimse bid'atçı, Allah'ın nûrundan perdelenmiş, Kur'ân ve îman nûrundan mahrum olmuş bir kimsedir. Sıhhatli hüküm basiret sahipleri nezdinde, hadîslerle sabit olan hükümdür.
Kabir, ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir. 91
Bazen azap gören bir kimsenin kabrine cehennemden yetmiş kapı açılır! 92
Nitekim bu husus hakkında hadîsler vârid olmuştur. Bu bakımdan onun ruhu, eğer son nefesi kötülükle kapanmış ise, üzerine belâ indiği halde ondan ayrılır. Azabın çeşitleri vakitlerin çeşitlerine bağlıdır.
Bu bakımdan Nekir ve Münker'in sorgusu, kabre konulduğu zamandır. Azap da bundan sonradır. Azaptan sonra hesaptaki münakaşa gelir. Kıyâmet gününde bütün bunlardan sonra, şahidlerin huzurunda, rezil olmak gelir. Ondan sonra da köprüyü geçmek tehlikesi vardır. O da şudur: Zebanilerin tutuşu ve azaba doğru sürükleyerek götürmeleri ve hadîslerde vârid olan diğer durumlar. . .
Öyleyse şakî bir kimse, durmadan bütün hallerinde azabın çeşitleri arasında kıvranmaktadır. O, bütün hallerde azap görmektedir, meğer ki Allah'ın rahmetiyle korunmuş ola! İmanın merkezini toprağın yiyip bitirdiğini sanma, toprak va'dedilen zaman gelinceye kadar sadece âzâları yer bitirir. İşte o zaman da dağılmış parçalar toplanır, îmanın merkezi olan ruh, o parçalara döner, ölüm çağından yeniden o bedene dönünceye kadar o ruh, ya arşa asılı yeşil kuşların havsalalarında eğer said iseler veya eğer şâkî ise bu durumun tam tersi bir durumda olurlar.
Soru: İnsanı kötü sona sürükleyen sebep nedir?
Cevap: Bu işlerin sebeplerini tafsilâtlı bir şekilde saymak mümkün değildir. Fakat onların derleyici noktalarına işaret etmek mümkündür. Şek ve inkâr üzerinde kötü sona ermenin sebebi iki şeye inhisar eder:
Birincisi
Birincisi takvanın, zâhidliğin ve amellerdeki salâhın bütünüyle beraber düşünülen bir sebeptir. Zâhid olan bid'atçı gibi; zira zâhid olan bid'atçının sonu gerçekten tehlikelidir. Amelleri salih olsa bile durum değişmez. Ben burada herhangi bir mezhebi kasdetmiyorum ki onun bid'at olduğunu söylemiş olayım; zira bunun beyanı oldukça uzar. Bid'attan gayem; kişinin Allah'ın zati, sıfatları ve fiileri hakkında hakikatin hilâfına inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bunlara bâtıl bir şekilde ya kendi reyiyle, aklının verdiği istikametle böyle inanıp hasmını susturmak için kullandığı görüşe dayanır. Ona aldanarak davranır veya hali böyle olan bir kimseyi taklid ederek böyle inanır. Bu bakımdan ölüm yaklaştığında, ölüm meleğinin alnı göründüğünde kalp, içindeki vesveselerden ötürü sarsıldığı zaman, çoğu kez ölümün o dehşetleri anında daha önce cahilce inandığı şeylerin bâtıl olduğu kendisine görünür; zira ölüm hali, perdenin kalkma halidir. Ölümün dehşetlerinin başlangıçları da ölümdendir. Bu bakımdan bazen bunlarla birtakım şeyler inkişaf eder.
Öyleyse onun nezdinde daha önce inandıkları bâtıl çıktığı zaman ki bunlara kesinlikle inanır ve bu inançlar nefsinde yakîn derecesine gelmiştir o zaman sadece bu inancında nefsinin kendisini yanılttığını ve bu yanıltmanın bozuk düşüncesi ile kısa aklının mahsulü olduğunu sanmayarak daha geniş ufuklara açılır. İnandığı herşeyin temelinin çürük olduğunu zanneder. Zira bu zavallının nezdinde Allah ve onun Rasûlüne inanmak ve diğer sıhhatli akidelerle bozuk akidesinin arasında bir fark yoktur! Bu bakımdan cehaletinden neşet eden birtakım inançlarının bozuk olmasının o anda kendisine keşfolunması diğer itikatlarının da bozuk olduğuna inanmasına veya en azından onlardan şüpheye düşmesine sebep olur. Eğer kazara ruhu bu durumda iken kabzolunursa, akidesi kalbinde sabit olmazdan ve imana dönmezden önce ölüp giderse, böyle bir kimsenin hayatı kötülükle sonuçlanmış ve ruhu şirk üzerinde çıkmıştır. Allahü teâlâ bizi korusun! İşte şu ayetlerden kastolunan ancak böyleleridir:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır. (Zümer/47)
De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacakları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de güzel bir iş yaptıklarını sanan kimseleri? (Kehf/103-104)
Nasıl ki rüya âleminde, istikbalde vakî olacak hadiseler uyku sebebiyle dünya meşgaleleri hafiflediği için inkişaf ediyorsa, aynen onun gibi ölüm dehşetlerinde birtakım şeyler inkişaf eder; zira dünyanın meşgaleleri, bedenin şehvetleri, kalbi melekûta bakmaktan alıkoyan yegâne sebeplerdir. Dolayısıyle kişi levh-i mahfuzda olan şeyleri mütalaa eder. Böylece ona işlerin hakikati inkişaf eder. Bu bakımdan bu halin benzeri, keşfin sebebi olur. Keşfte de diğer inançlarda da şüphenin sebebi olur. Kim Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleri hakkında bâtıl birşeye inanırsa, onun bu inancı taklidden veya reyinden ve aklî görüşünden ileri geliyorsa, o kimse bu tehlikenin içindedir demektir. Zâhidlik ve salihlik bu tehlikeyi bertaraf etmeye kâfi değildir. Bu tehlikeden katıksız ve hak olan inanç kurtarır. Bülh (saf) bir kimse ise bu tehlikeden uzaktır. Bülh ile icmâlen fakat sarsılmaz bir şekilde Allah'a, Rasûlüne ve son güne îman eden bedevileri, köylüleri ve halk tabakasını kastediyorum. O halk tabakaları ki tedkik ve tahkike girişmezler. Tek başlarına dinî konuları kurcalamazlar. Kelâmcıların sınıflarına da değişik sözlerini taklid etmek hususunda kulak vermezler. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinin çoğu, bülh (saf) olan kimselerdir.
Yine bu sırra binaen selef, halkı dinî konuları tedkik ve kelâm ilmine dalmaktan ve bu işleri kurcalamaktan menetmiştir. Halka, Allah'ın indirmiş olduğu hükümlere, âyet ve hadîslerin zâhirlerine, Allah'ı herhangi bir şeye benzetmeyi reddederek inanmayı emretmişlerdir. Onları tevillere dalmaktan menetmişlerdir. Çünkü sıfatları tedkik etmekteki tehlike oldukça büyüktür. Boğazlar geçilmez bir vaziyettedirler. Yollar patika yollarıdır. Akılların Allah'ın celâlini idrâk etmekten yoksun oldukları da malûm. . .
Yakîn nûruyla Allah'ın hidayeti kalplerden ancak, o kalplerin üzerine teraküm eden dünya sevgisinden dolayı uzaklaşmıştır. Müdekkiklerin akıllarının sermayesiyle söyledikleri şeyler karışık ve biri diğerini nakzedicidir. Kalpler ise, neşenin başlangıcında onlara ilka edilen bir şeye yakınlık duyar ve ona bağlanır. Halk arasındaki kabaran taassublar ise ecdaddan irsî olarak kalan veya işin başında muallimlerden hüsn-i zan ile öğrenilen akideleri perçinleştiren çivilerdir.
Sonra tabiatlar dünya sevgisine meftundurlar, ona yönelirler. Dünyanın şehvetleri onların gırtlaklarına sarılmıştır. Onları düşünceden alıkoyarlar. Allah ve sıfatları hakkında reyle, akılla konuşma kapısı açıldığı zaman, insanların fikirleri ayrılır, tabiatları değişir ve onlardan her cahil kemâl iddia eder veya hakkın künhünü ihâta edememesine rağmen her biri aklına geleni söyler. Bu durum, onları dinleyenlerin kalplerini de tesir altına alır. Uzun beraberlikten dolayı bu durum onlarda kökleşir. Kurtuluş kapısı tamamen kapanır. Bu bakımdan halk tabakasının selâmeti salih amellerle meşgul olmalarındadır. Güçlerinin haricinde olan şeylere burunlarını sokmamalarındadır. Fakat şu zamanda dizgin oldukça gevşek bırakılmış, hezeyan alabildiğine yayılmıştır. Her cahil zannından ve tahmininden ötürü tabiatına uygun geleni seçmekte ve bunun ilim ve yakîn olduğuna, imanının katıksız olduğuna inanmaktadır. Bununla vukû bulan tecrübe ve tahminin 'ilm'el-yakîn' ve 'ayn'el yakîn' olduğunu zanneder. Oysa gelecek bir zamanda gerçeği görecektir. Böyle kimseler hakkında perde kalktığında şu şiirlerin söylenilmesi uygundur:
Günler iyi göründüğünden dolayı onların hakkında hüsn-ü zanda bulundun.
Kaderin getireceğinin kötülüğünden korkmadın. Geceler seninle geçici olarak sulh ettiler, ona aldandın. Oysa gecelerin safaveti nezdinde bulanıklık peyda oldu.
Her kim Allah'a, Rasûlu ne ve kitablarına olan katıksız îmandan ayrılırsa, araştırma denizine dalarsa, o kimse bu tehlikeler ile karşı karşıyadır. O kimsenin misâli, denizin dalgaları arasında olduğu halde, gemisi parçalanan bir kimsenin misâlidir. Dalgalar onu birbirinin kucağına atarlar. Sahile çıkması pek nâdir olur, bu ihtimal de uzaktır. Helâk, böyle bir kimse hakkında daha galiptir!
Kim araştırmacıların akıllarının sermayesi olarak çıkardıkları bir inancın üzerine, ya onların kör taassubları içerisinde yazmış oldukları delilleriyle veya o deliller olmaksızın inerse böyle bir kimse, inancı bozuk bir kimsedir. Eğer buna güveniyorsa, bu kimse Allah'ın azabından emin olan bir kimse olur! Eksik aklına aldanmış demektir. Araştırmaya dalan herkes, bu iki durumdan kurtulamaz. Ancak kulun hududunu geçip velayet ve nübüvvet âleminde doğan mükâşefe nûruna vardığı zaman bu tehlike sözkonusu olmaz. Oysa bu makama varmak da 'kibrit-i ahmer' gibi pek enderdir. Nerede elde edilir? Bu tehlikeden ancak avam tabakasının Allah'a, peygamberine ve kitablarına sâfi bir şekilde inananları veya ibadet ve ateşin kendilerim meşgul ettiği kimseler selâmet kalabilirler. Bu kimseler, bu fuzulî işe dalmazlar. İşte neticenin kötü olmasına tesir eden tehlikeli sebeplerden biri budur.
İkincisi
İkinci sebebe gelince, o aslında îmanın zâfiyetidir. Sonra dünya sevgisinin kalbi istilâ etmesidir. Ne zaman îman zayıf düşerse Allah sevgisi zayıflar. Dünya sevgisi kuvvet bulur. Öyle bir vaziyete gelir ki kalpte Allah sevgisinin yeri kalmaz. Ancak söz olarak kalır ve nefsin muhalefetinde müsbet bir rolü görünmez. Şeytanın yolundan dönmekte herhangi bir etki yapmaz. Bu bakımdan bu durum, şehvetlerin arkasında gitmeyi ve alabildiğine dalmayı gerektirir.
Hatta kalp kararır, katılaşır, simsiyah kesilir. Nefislerin zulmeti kalbin üzerinde birikir. Kalpte bulunan îman nûru söner. Öyle ki bu durum, kalbin üzerinde bir mühür ve pas meydana getirir. Ne zaman ki ölümün dehşetleri gelirse, dünya sevgisi daha da artar ve dünyadan ayrılmanın ürpetileri görülür. Tek sevgilisi dünya olduğu için kalp, dünya ayrılığından gelen ürpertiden dolayı elem duyar ve bunu Allah'tan görür. Böylece Allah tarafından kendisine takdir edilen ölümü hoş görmemekle kalbi hoplar ve bunu hoş görmemesi de Allah'tan geldiği içindir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin kalbine, sevgi yerine Allah'tan nefret etmek yerleşir. Nitekim zayıf bir şekilde çocuğunu seven bir kimsenin çocuğu kendisinden daha sevimli ve babasının kalbini daha yakıcı olan mallarını aldığı zaman, babanın o zayıf sevgisi nefrete dönüşür. Eğer adam o sırada ölürse, ameli kötülükle sonuçlanmış demektir! Ebedî bir helâk ile yok olmuştur. Bu tür sonuca götüren sebep, dünya sevgisinin galebe çalması ve dünyaya meyletmesidir. İmanının zâfiyetine rağmen dünya ile sevinmesidir. Tabiîdir ki îmanın zâfiyeti, Allah sevgisinin zâfiyetini gerektirir.
Bu bakımdan kalbinde, Allah'ın sevgisini dünya sevgisinden daha galip gören bir kimse velev ki dünyayı da seviyorsa bu tehlikeden daha uzaktır. Dünya sevgisi her hatanın başıdır. O müzmin bir hastalıktır. O sevgi halk tabakalarını tesiri altına almıştır. Bütün bu felâket Allah'ın mârifetinin az bilinmesinden ileri gelir; zira Allah'ı ancak tanıyan bir kimse sever.
De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Rasûlünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgilisi ise, artık Allah'ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe/24)
Öyleyse kimin, kalben Allah'ı inkâr tehlikesi halinde ve kalbiyle Allah'ın fiilini hoş görmeyip kendisiyle aile efradının, malının ve diğer sevdiklerinin arasını ayırdığından dolayı nefretini gösterir bir durumda ruhu cesedinden ayrılırsa, bu kimsenin ölümü, sevmediğinin huzuruna varmak ve sevdiğinden ayrılmaktır! Bu bakımdan bu kimse efendisini sevmeyen ve ondan kaçan bir kulun efendisinin huzuruna varışı gibi Allah'ın huzuruna varır. Bu kimse cebren efendisinin huzuruna getirilirse, karşılaşacağı mahcubiyet ve azap hiç kimse için gizli değildir.
Sevgi üzerinde ölene gelince o, mevlâsının cemâline müştak, emrine itaatkâr bir kölenin mevlâsının huzuruna varışı gibi varır. Öyle bir köle ki çalışmaların zorluklarına katılır, mevlâsının huzuruna varmak için yolculuğun zorluklarına göğüs gerer. Bu kölenin sadece mevlâsının huzuruna varmakla ne kadar sevineceği herkesin malûmudur. Bir de mevlâsının ikramına, nimetlerin gariplerine müstehak olması vardır ki o da ayrı. . .
Birinci sonuçtan daha az tehlikeli olan ikinci sonuca gelince ki bu sonuç kişinin ebediyyen ateşte kalmasını gerektirmez bu sonucun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri îman ne kadar kuvvetli olursa olsun günahlarının çokluğudur.
İkincisi günahlar ne kadar az olursa olsun îmanın zâfiyetidir. Bu kötü sonuç şundan ileri gelir: Günahları işlemenin sebebi; şehvetlerin galebe çalması, âdet ve ülfiyetin çokluğundan dolayı kalpte yerleşmesidir. İnsan oğlunun hayatı boyunca sevdiği herşey ölüm anında onun kalbine yeniden gelir! Eğer onun meyli ibadetlere ise; ölüm anında onun üzerine Allah'ın taatinin zikri galebe çalar. Eğer onun meyli günahlara daha fazla ise, günahların zikri ölüm anında kalbe galip gelir. Bu bakımdan çoğu zaman ruhu, dünya şehvetlerinden bir şehvetin veya günahlardan bir günahın galebe çaldığı anda kabzolunur. Böylece kalbi onunla bağlanır ve Allah'a karşı mahcup olur.
Ancak zaman zaman günah işleyen kimseye gelince, o bu tehlikeden daha uzaktır. Hiç günah işlemeyen bir kimse ise, bu tehlikeden daha da uzaktır. Kendisine günahların galebe çaldığı ve günahları ibâdetlerinden daha fazla oları, ibâdetlerden daha çok günahlarla kalbi sevinen bir kimse ise, bu tehlike onun hakkında oldukça belirgindir.
Biz bunu bir misalle anlatalım: Malûmdur ki insan rüyasında hayatı boyunca bildiği hallerden bir kısmını görür. Hatta insan rüyada ancak uyanık iken gördüklerinin benzerini görür. Hatta erginlik çağına yaklaşan bir kimse eğer uyanık iken cinsî münasebette bulunmamış ise cima ettiğini görmez. Eğer uzun bir müddet bekâr kalsa, ihtilâm olduğu zaman yine cima ettiğini görmez. Sonra malûmdur ki hayatını fıkıh ilmine sarfeden bir kimse, ilimle ve âlimlerle ilgili hallerden, ömrünü ticarette sarfedip de ticaretle ilgili halleri gören bir kimseden daha fazlasını rüyasında görür. Tüccar bir kimse ticaret ve sebepleriyle ilgili olan halleri, doktorun veya fakîhin gördüklerinden daha fazla görür. Çünkü uyku halinde, ülfiyetin uzunluğundan dolayı, kalple münasebeti olan şey veya sebeplerden bir sebeple meydana gelen şey zuhur eder. Ölüm de uykuya benzer. Fakat ölüm uykudan daha üstündür. Fakat ölümün dehşetleri, ölümden önce İnsan oğlunda me'lûf olan bir şeyin hatırlanmasını ve onun kalbe düşmesini iktiza eder. Onun zikrinin kalpte hasıl olmasını sağlayan sebeplerden biri de uzun zaman ona ülfîyet vermektir. Bu bakımdan günah ve ibâdetlere uzun zaman ülfiyet vermek de müreccih bir sebeptir. Böylece salih kimselerin rüyaları da bozuk kimselerin rüyalarına zıttır. Öyleyse ülfîyetine galebe çalması, kişinin kalbinde fâhiş bir zaruretin temessül etmesine sebeptir. O sûrete nefis meyleder ve çoğu kez ruh bu halde kabzedilir ve bu da kötü sona sebep olur. Her ne kadar îmanın esası baki ve dolayısıyla kötü sondan kurtulmak bu kimse için umulursa da. . .
Nasıl ki uyanıklık halinde, tehlikeli olan ancak Allah'ın bildiği özel bir sebepten dolayı tehlikeli oluyorsa, aynen onun gibi rüyaların da Allah katında sebepleri vardır. Biz o sebeplerin bir kısmını bilmiyoruz. Nitekim kalbe gelen bir şeyin ya benzerlikten veya zıtlıktan veya beraberlikten dolayı o şeye uygun düşen başka birşeye intikal ettiğini bildiğimiz gibi. . .
Benzerlikten temin edilen uygunluk, bir güzele bakıp, başka bir güzeli hatırlamaktır. Zıtlıkla temin edilen uygunluk ise, bir güzele bakıp bir çirkini hatırlamak ve bu iki zıddın arasındaki korkunç uçurumu düşünmektir. Beraberlikle meydana gelen uygunluğun ise tasviri şöyledir: Daha önce bir insanın beraberinde görmüş olduğu bir ata bakar, o insanı hatırlar, bazen de düşünce, bir şeyden diğer bir şeye intikal eder. Fakat bu şeylerin arasındaki münasebetin yönü bir türlü çözülmez. Bu ancak bir veya iki vasıta ile hasıl olur. Meselâ; bir şeyden ikinci bir şeye, o ikinci şeyden de üçüncü bir şeye intikal, etmek gibi. . . Sonra ikinci şey unutulur. Böylece üçüncü ile birinci arasında münasebet olmaz. Fakat ikinci ile üçüncü arasında münasebet yardır. İkinci ile birincinin arasında da münasebet vardır. İşte bunun gibi uykuda da hâtıraların intikali için bu cinsten sebepler vardır ve ölüm dehşetleri anında da durum böyledir.
Bu duruma binaen ilim Allah'ın nezdindedir terziliğin bütün zamanını meşgul ettiği kimsenin ölüm anında başına işaret ettiğini, sanki iğnesini alıp onunla dikmek istediğini, yüzük ve aleti olan parmağını ağzına götürüp ıslattığını, izan üzerinde tuttuğunu, onu ölçtüğünü, sanki onun tafsilâtını veriyormuş gibi yaptığını, sonra elini makasa uzattığını görürsün. Kim kalbine gelenlerin günah ve şehvetlerden intikal edip ibâdetlere yönelmesini istiyorsa, bu kimsenin çıkar yolu, nefsini günah ve şehvetlerden kesmek için hayatı boyunca mücâhede etmektir, şehvetleri kalpten sökmeye çalışmaktır. İşte elden gelen bu kadardır. Hayıra uzun zaman devam etmek, düşüncesinden şerri tahliye etmek de ölüm dehşetlerinin hali için zahiredir. Çünkü kişi dünyada neyin üzerinde yaşamış ise onun üzerinde ölüp, onun üzerinde haşrolunur.
Bir bakkala ölüm çağında şehâdet kelimeleri telkin edilir. O da beş, altı, dört derdi. Çünkü onun nefsi, ölümden önce uzun zaman uğraştığı hesapla meşgul idi.
Selef âriflerinden biri şöyle demiştir: 'Arş, nûr olarak pırıl pırıl parlayan bir cevherdir. Bu bakımdan kul hangi hâl üzerinde olursa, onun üzerinde bulunduğu suretin benzeri arşta halkedilir. Ne zaman ki bu şahıs ölüm dehşetlerine girerse, o sûret arştan ona gösterilir. Bu bakımdan çoğu kez nefsini günah üzerinde görür. Böylece kıyâmet gününde de bu durum ona keşfolunur ve dolayısıyle nefsinin hallerini görür. Kelimelerle vasıflandırılmayacak derecede korkar ve mahcup olur'.
Arifin söylediği doğrudur. Doğru rüyanın sebebi de buna yakın bir şeydir; zira uyuyan bir kimse, müstakbelde, levh-i mahfuz'dan bazı şeyleri idrâk eder. Bu, peygamberliğin parçalarından bir parçadır. Madem durum budur, kötü sonuç kalbin hallerine ve kalbe gelen şeylerin ihtilâcına dönüşmüştür. Kalpleri evirip çeviren ancak Allah'tır. Düşüncelerin kötülüğünü isteyen tesadüfler ise, tamamen kulun iradesine dahil değildir. Her ne kadar uzun alışkanlığın orada bir tesiri varsa da. . .
Bu bakımdan onunla âriflerin kötü sonuçtan korkuları artar; zira eğer insan, rüyada salihlerin ibâdet ve taatlerinin ahvâlinden başkasını görmek istemiyorsa, bu durum onun için çetindir. Her ne kadar salihliğin ve salihliğe devam etmenin çokluğunun bu istekte müsbet bir tesiri varsa bile yine de hayalin dalgalan tamamen kontrol altına girmez. Her ne kadar galip, uykuda belirenin uyanıklık halinde kişide galip olan, olan da halin münasebeti ise de. . .
Hatta ben şeyh Ebû Ali el-Farmedî'den93 dinledim. Bana müridin şeyhine karşı edepli olmasının vâcib olduğunu ve müridin kalbinde şeyhin bütün söylediklerine karşı bir inkârın olmaması, diliyle şeyh ile mücadele etmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu esnada dedi ki: 'Ben şeyhim Ebû Kasım el-Kirmanî'ye94 bir rüyamı hikâye ederek dedim ki: "Seni rüyamda gördüm. Bana birşey için 'şöyledir' dedin. Ben de 'Neden öyle olsun!' diye sordum". Bunun üzerine şeyh Ebû Kasım, beni bir ay bırakıp benimle konuşmadı ve dedi ki: 'Eğer senin içinde (şeyhinden) delil istemenin caiz olma fikri ve sana söylediğimi inkâr etme düşüncesi caiz olmasaydı uyku halinde senin dilinden bu çıkmazdı. '95
Gerçek şeyhin dediği gibiydi; zira İnsan oğlu rüyada, uyanıklık halinde kalbine galebe çalan şeyin zıddını çek az görebilir. İşte kötü sonuç sırlarından muamele ilminde zikredilmesi müsamaha edilen miktar budur. Bunun ötesi ise mükâşefe ilmine dahildir. Anlaşıldı ki kötü sondan emin olmak ancak şöyle mümkün olabilir: 'Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve bütün ömrünü günah işlemeksizin Allah'ın ibadetine sarfetmektir'.
Eğer bunun muhal veya çetin olduğunu biliyorsan, elbette ariflerin kalbine galebe çalan korku, sana galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin.
Nitekim biz ileride peygamberlerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun! Sen bununla ömrün, bütün amellerinin eğer ruhun teslim edildiği son nefeste sağlam kalmazsa, zâyi olacağını anlamış oldun ve yine anladın ki bu son nefesin, düşünce dalgalarının sürülmesiyle beraber selâmet kalması gerçekten zordur.
Mutarrıf b. Abdillah 96 şöyle demiştir: 'Ben, helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmiyorum. Fakat kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulduğuna hayret ediyorum!'
Hâmid el-Leffaf da şöyle demiştir: Melekler Mü'min kulun ruhunu huzur-u ilâhî'ye yüceltip götürürken, melekler o ruha hayret ederler ve derler ki 'Bu kimse, içinde bizim hayırlılarımızın bile fesada uğradığı şu dünyadan nasıl kurtuldu?'
Süfyân es-Sevrî bir gün ağlıyordu. 'Neden ağlıyorsun?' denildi.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Bir zaman günahlar için ağladım. Şimdi İslâm için ağlıyorum'.
Kısacası; gemisi denizin enginliğine düşen, üzerine dehşetli rüzgârlar hücum eden, dalgaların kendisini kucaktan kucağa attığı bir kimse için kurtuluş uzak bir ihtimaldir! Oysa Mü'minin kalbi, ızdırap bakımından, denizin dalgalarından daha büyüktür. Ölüm çağında kalbe gelen korkutucu, kötü bir düşüncedir ki sadece kalbe o gelir.
O da öyle bir düşüncedir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onun hakkında şöyle demiştir:
Muhakkak kişi cennet ehlinin ameliyle elli sene amel eder. Öyle ki onunla cennet arasında ancak bir devenin iki sağımı arası kadar mesafe kalır. Daha önce hakkında verilen ilâhî karardan ötürü sonucu tehlikeli olarak kapanır.
Devenin iki sağımı arası, o kişinin şekavetini gerektirecek amelleri işlemeye yetmeyecek kadar kısa bir zamandır. Hatta onlar, gelip geçen ve şimşeğin çakması gibi hızlı olan düşüncelerdir.
Sehl et-Tüsterî şöyle anlatıyor: "Rüyamda cennete girdim ve orada üçyüz peygamber gördüm. Onlara 'Dünyada en fazla neden korkuyordunuz?' diye sordum, onlar 'Kötü sonuçtan korkuyorduk dediler". İşte bu büyük tehlikeden dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek bir ölümdür.
Anî ölüm şundan ötürü istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahyeti ve istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir.
Şehâdet mertebesi ise, kalpte Allah sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal, evlât ve bütün şehvetlerin sevgisinin kalpten çıktığı halde ruhun kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme hazırlayarak hücum etmek, ancak Allah'ın sevgisini, rızasını talep etmek, düyasını verip ahiretini satın almak ve Allah ile yapmış olduğu alış verişe razı olmak halinde o mertebeye ulaşılır.
Allah, Mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. (Tevbe/111)
Satıcı bir kimse, şüphesiz ki sattığı malı gözünden çıkarır, sevgisini kalbinden atar. Sadece karşılığının sevgisi kalpte kalır. Böyle bir hâl bazı durumlarda kalbe galebe çalar. Fakat ruhun kabzolunması, bazen bu hallere tesadüf etmez. Fakat savaşmak ruh'un böyle bir halde çıkışma sebep teşkil eder. Bu durum, kahramanlıkla düşmana galip gelmeyi, ganimet elde etmeyi ve güzel şöhret elde etmeyi kasdetmeyen bir kimse içindir; zira yukarıda saydığımız menfî (olumsuz) niteliklerden uzak olmayan bir kimse, savaş meydanında öldürülse bile, hadîslerin delâlet ettiği gibi, şehâdet mertebesinden uzaktır! Sana kötü sonucun mânâsı ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, Allah'ın zikrine devam et, kalbinden dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. "Fikrini ve düşüncelerini ona meylettir. Sakın işi geciktirip 'Ben gelecekte, sonuç gelip çattığı zaman buna hazırlanacağım' deme; zira senin nefeslerinin her biri senin sonucundur. Çünkü o nefeste ruhunun uçup gitme ihtimali vardır. Bu bakımdan her göz açıp kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir. Uyuduğun zamana gelince, ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu!
Allah'ın zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak uykudan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur. Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, senin hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi. . .
Eğer sen yakîn gözü ve basiret nûruyla bunu müşahede edecek bir kimse değilsen, kalbin inancıyla tasdik ederek buna inan! Nefeslerini murâkebe et. Bir göz açıp kapayıncaya kadar Allah'tan gâfil olmaktan sakın; sen bütün bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan acaba durumun nasıl olur?
Bütün insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler. 97
Dünyadan zarurî ihtiyacın kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur kalan bir kimsenin yediği gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet, kalbini meşgul edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın Allah'ın ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde. . .
Vakte gelince, vaktin en azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs oruca devam eder.
Miktarına gelince, midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır.
Cinsine gelince, mümkün ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır. Eğer bu üç duruma gücün yetiyorsa, lezzetlerin şehvetinin zorluğu omuzundan düşerse bundan sonra şüphelileri terketmeye gücün yeter ve ancak helâlden yeme imkânına sahip olursun. Çünkü helâl azdır ve bütün şehvetlere yetmez.
Elbisene gelince, elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun. Bu bakımdan başından soğuğu defeden bir şeyden velev ki bir danik karşılığında (para birim) satın aldığın bir kalensüve (külâh) olsun başkasını istemen fuzulî bir istek olur. Zamanın orada zâyi olur. Ona bir defa tamah etmek yüzünden çalışıp zahmet çektiğinde daimî meşguliyet yakana yapışır. İkinci bir defa tamah etmek haram ve şüphedendir. Sıcak ve soğuğu bedeninden defedecek diğer şeyleri buna kıyas et! Bu bakımdan giyinme ihtiyacını yerine getiren şeyle eğer cinsinin kötülüğünden ötürü iktifa etmezsen, ondan sonra senin dönecek bir yerin yok demektir. Hatta sen karnı ancak toprak ile dolan kimselerden olursun. Mesken de böyledir. Eğer o meskenin maksadıyla iktifa edersen, tavan olarak gök, taban olarak yer sana kâfidir. Eğer sıcak yeya soğuk sana galebe çalarsa camilere sığın. Eğer özel bir mesken talep ediyorsan, bu oldukça uzar. Ömürünün çoğu buna sarfedilir! Oysa ömrün senin sermayendir. Sonra özel bir mesken elde edilirse bile duvardan, seninle başkalarının gözü arasında perde olmasından başka birşey, tavandan da senden yağmurları defedici olmaktan başka birşey talep edersen, duvarları yükseltmek, tavanları süslemek hevesine kapılırsan bu takdirde öyle bir çukura düşmüş olursun ki ondan çıkman uzak bir ihtimal olur!
İşlerin zarurî kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, Allah'a kulluk yapmak vaktini bulursun. Âhiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede helâk edeceğine Allahü teâlâ perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et!
Tedbir, azıklanma ve ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Onu tehir ettiğinde veya gaflet ettiğinde iraden olmadan ânî olarak götürülürsün. Dolayısıyla hasret ve pişmanlık senden ayrılmaz. Eğer korkunun zafiyetinden ötürü ve sonucun hakkında niteliğini belirttiğimiz mesele korkmana kifayet etmediğinden dolayı irşad olunduğun bu yola devam etmezsen, sana korkanların hallerinden, kalbinden katılığı az nisbette de olsa gideren bir miktarını zikredeceğiz. Muhakkak sen peygamberlerin, velîlerin ve âlimlerin (radıyallahü anh) akıl, amel ve Allah'ın nezdindeki derecelerinin, senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış, bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü gâfillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır!
Çünkü öyle taşlar var ki içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki Allah korkusundan aşağı düşer. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir! (Bakara/74)
91) Tirmizî
92) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.
93) Tam adı Ebû Ali Fâdıl b. Muhammed b. Ali el-Farmedî'dir. Farmid, Tûs'a bağlı bir köydür. H. 377'de Tûs'. da vefat etmiştir.
94) Künyesi Ebû Kasım Abdurrahman b. Ali el-Kirmânî et-Tûsî'dir. Horasan'a bağlı bu beldenin asıl adı Gürcan'dır. Araplar Kirman okurlar. Bu zat, Farmedî'nin şeyhidir, Nisbeti Ebû Yezid el-Bistâmî'nin ruhaniyyetinden almıştır. Tarikat-ı Aliyye-yi Nakşibendiye'nin büyük simalarındandır.
95) Bu cevaz ve vücûb şer'î değil, tarîkat âdâbındandır.
96) Basralı olan bu zat tâbiîn-i kiramdandır.
97) Sehl et-Tüsteri'nin sözüdür, hadîs-i şerîf değildir. (İthâfu's-Saâde, IX/243)
Peygamberlerin ve Melâikenin Korku Karşısındaki Halleri
Aişe (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediyor: Hava bozulduğu ve şiddetli rüzgâr estiği zaman, Hazret-i Peygamber'in yüzü mosmor kesilir, kalkar odada gezinir, girer çıkardı. Bütün bunları Allah'ın azabının korkusundan yapıyordu. 98
Hazret-i Peygamber Vakıa sûresinden bir âyet okudu, çığlık attı. Musa da bayılarak yere düştü. (A'raf/143)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) el-Ebtah'da (bir kere) Cebrâîl'in esas sûretini gördü. Çığlık atarak düşüp bayıldı.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber namaza başladığı zaman göğsünden fıkır fıkır kaynayan çanağın sesi gibi bir ses işitiliyordu. "
Cebrâîl bana her geldiğinde Cebbâr olan Allah'tan korktuğundan tir tir titriyordu!100
Şöyle denilmiştir: İblis, mâruz kaldığı felâkete uğradığı zaman, Cebrâîl ile Mikâil ağlamaya başladılar. Allahü teâlâ onlara vahiy göndererek şöyle dedi:
- Siz ikiniz neden ağlıyorsunuz?
- Yarab! Biz senin azabından emin değiliz.
- İşte böyle olunuz! Benim azabımdan emin olmayınız.
Tâbiînden Muhammed b. Münkedir'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Ateş yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerinden oynadı. Ademoğulları yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerine geldi!'
Enes'ten şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber Cebrâîl'e sordu:
- Neden ben Mîkâil'i gülerken hiç görmüyorum?
- Ateş yaratıldığından bu yana Mikâil gülmemiştir. 101
Deniliyor ki Allahü teâlâ'nın bir kısım melekleri vardır. Ateş yaratıldığından beri hiçbiri gülmemiştir. Bu korkulan, Allah'ın kendilerini azap edeceği korkusundan değildir.
İbn Ömer şöyle dedi: Hazret-i Peygamber ile beraber çıktım. Ensardan birinin bahçesine gelinceye kadar yürüdük. Hurmalardan alıp yemeğe başladı ve dedi ki:
- Ey Ömer'in oğlu! Sen neden yemiyorsun?
- Ey Allah'ın Rasûlü! İştahım çekmiyor.
- Fakat banim iştahım çekiyor. Bu dördüncü günün sabahıdır ki yiyecek bir yemek bulamadım! Eğer rabbimden isteseydim bana Kayser ile Kisrâ'nın mülkünü verirdi. Ey Ömer'in oğlu! Sen, bütün senelik rızkını derleyen ve kalplerinde yakının zayıf olduğu bir kavmin içinde kaldığın zaman durumun ne olacaktır?
İbn Ömer der ki: Allah'a yemin olsun! Biz daha yerimizden kalkmadan şu âyet indi:
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah besler. O semi'dir, alîm'dir! (Ankebût/60)
Enes der ki: Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah size malı yığmayı emretmediği gibi, şehvetlerin arkasına kapılmayı da emretmemiştir. Kim fânî hayat için paraları istif ederse (bilsin) ki hayat; Allah'ın kudret elindedir. İyi bilin ki ben ne dinar ve ne de dirhem istif etmem ve yarın için de bir rızık saklamam. 102
Ebu'd Derda der ki: 'Allah'ın dostu İbrahim namaza kalktığı zaman, kalbinin sesi bir milden işitiliyordu. Bu da rabbinin korkusundan ileri geliyordu'.
Mücâhid diyor ki: Hazret-i Dâvud, kırk gün secdede kalıp başını kaldırmadan ağladı. Öyle ki onun göz yaşlarından otlar bitip, başını kapladı. Sonra 'Ey Dâvud! Sen aç mısın ki sana yedirilsin veya susuz musun ki sana içirilsin? Çıplak mısın ki sana giydirilsin?' diye seslenildi. Bunun üzerine Hazret-i Dâvud bir çığlık attı. Ud aleti heyecana gelip korkusundan yandı. Sonra Allahü teâlâ, Davud'un üzerine tevbe ve mağfiretini indirdi. Bunun üzerine, Dâvud şöyle yalvardı: "Yarab! Benim hatamı elime yazdır!' Bu dilek üzerine, Dâvud'un hatası (zellesi) eline yazdırıldı. Elini bir yemeğe, bir suya veya başka birşeye uzattığı zaman, hatasını görür, ağlardı. Dâvud'a üçte ikisi su dolu bardak götürülürdü. Bardağı ağzına götürdüğü zaman, hatası gözüne çarpardı. Bardak göz yaşlarından dolar, taşardı. Hazret-i Dâvud ölünceye kadar başını kaldırıp göklere bakmamıştı. Allah'tan haya ettiği için böyle yapıyordu. Münâcâtında şöyle diyordu: İlâhî! Hatamı hatırladığım zaman, yeryüzü genişliğine rağmen bana dar geliyor. Senin rahmetini hatırladığım zaman, ruhum bana geri geliyor. İlâhî! Seni tenzih ediyorum. Senin doktor kullarına, hatamı tedavi ettirmek için gittim. Hepsi de bana seni gösterdiler. Senin rahmetinden ümitsiz olanlara yazıklar olsun!'
Fudayl b. İyaz der ki: Kulağıma Hazret-i Dâvud'un, bir gün hatasını hatırlayıp elini başına koyup bağırdığı halde, yollara koyulup, dağa çıktığını, yırtıcı hayvanların etrafında toplandığını, onlara 'Ben size sizin için değil hatalarıma çokça ağlamak için geldim. Bu bakımdan o beni ancak ağlamakla istikbal etsin. Hata sahibi olmayan bir kimseyi hatalı Dâvud neylesin!' dediği geldi. Davud çok ağladığından dolayı kınandığında şöyle diyordu: 'Bırakın da ağlama günü gelip çatmadan önce, kemikler yırtılmadan, yürekler alev alev yanmadan ve rabbim bana şiddetli, katı, Allah'ın emrine isyan etmeyen ve kendilerine verilen emri harfiyyen tatbik eden melekleri musallat kılmadan önce ağlayayım!'
Hazret-i Dâvud hataya düştüğü zaman, sesi kısıldı. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu: Yarab! Sıddîkların seslerinin safâveti içinde sesim kalınlaştı'.
Hazret-i Dâvud, uzun zaman ağladığı halde ağlamasından fayda görmeyince, dünya kendisine daraldı, üzüntüsü arttı ve şöyle dedi:
Ya ilâhî! Ya seyyid! Ben günahımı nasıl unutayım? Oysa ben Zebûr'u okuduğum zaman, akan su akmaz, esen rüzgâr esmezdi. Kuş gelip başıma gölge yapardı. Vahşî hayvanlar benim mihrabıma yaklaşırdı. Ey rab! Ey mevlâm! Şu, benimle senin arana giren vahşet nedir?
Bu yalvarış üzerine Allahü teâlâ, ona şöyle vahiy etti:
Ey Dâvud! O söylediğin, taatin ünsiyeti, bu durum ise mâsiyetin vahşetidir. Ey Dâvud! Âdem, yaratıklardan biridir. Onu kudret elimle yarattım, ona ruhumdan üfürdüm. Meleklerimi ona secde ettirdim. Kerâmet elbisemi ona giydirdim. Vakarımın tacını onun başına koydum. O yalnızlıktan şikayet etti. Onu kulum Havva ile evlendirdim. Onu cennetime yerleştirdim. O bana isyan etti. Onu zelil ve çıplak olduğu halde, komşuluğumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvud! Benden dinle! Hakîkat benim dediğimdir. Sen bize itaat ettin. Biz de sana itaat ettirdik. Sen bizden istedin biz de sana verdik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer sen şu isyanına rağmen bize tevbe edersen senden onu kabul ederiz.
Yahya b. Ebi Kesîr şöyle anlatır: Hazret-i Dâvud okumak istediği zaman ondan yedi gün önce yemek yemez, su içmez, kadınlara yaklaşmazdı. Ondan bir gün önce Dâvud için minber sahraya çıkarılırdı. Oğlu Süleyman'a 'Memleketi, memleketin etrafındaki ormanları, tepeleri, dağları, sahraları, kiliseleri, havraları, hepsini çınlatıcı bir sesle çağır' derdi.
Bunun üzerine Hazret-i Süleymân memlekette 'Dâvud'un nefsi üzerine ağlamasını dinlemek isteyen gelsin!' diye çağırırdı. Çöllerden, tepelerden vahşî hayvanlar, ormanlardan yırtıcılar, dağlardan haşerat, yuvalardan kuşlar, perdelerin arkasından bâkire kızlar akın ederdi. Halk o gün için toplanırdı. Hazret-i Dâvud gelip minbere çıkar, İsrailoğulları onun etrafını sarar, her sınıf ayrı ayrı dururdu. Hepsi de onu çember içine alırlardı. Hazret-i Süleymân onun baş ucunda, ayakta dururdu. Hazret-i Dâvud, rabbini övmeye başlar, dinleyenler ağlayıp sızlar, bağırırlardı. Sonra Hazret-i Dâvud cennet ve cehennemi anardı. Dolayısıyle haşerat ölür, vahşî hayvanlardan, yırtıcılardan ve insanlardan da bir grup ölürdü. Sonra Hazret-i Dâvud kıyâmetin dehşetlerinden bahseder, kendi nefsi üzerindeki ağlamasına dalardı. Hazret-i Süleymân, ölenlerin çokluğunu görünce şöyle derdi: 'Ey babacığım! Dinleyenleri paramparça ettin.
İsrâîl oğulları'ndan birçok kişi öldü! Vahşî hayvanlar ve haşerattan ölenler oldu'. Bunun üzerine Hazret-i Dâvud duaya başlardı. Hazret-i Dâvud dua ederken İsrailoğulları'nın âbidlerinden biri şöyle seslendi: 'Ey Dâvud! Rabbinden mükâfatı istemekte acele ettin'.
Bunun üzerine, Dâvud bayılarak düştü.
Hazret-i Süleymân; Hazret-i Dâvud'a isabet eden zahmeti gördüğünde bir sedye getirir, onu sedyeye yükletir, sonra bir dellâle şöyle çağırmasını emrederdi: 'Kimin Dâvud'la beraber bir yakını veya akrabası varsa, o bir sedye getirip onu götürsün; zira Dâvud'la beraber olanları, cennet ve cehennemin zikri öldürmüştür'. Kadın sedyeyi getirip yakınını yükletip götürürdü ve yükletip götürürken şöyle derdi: 'Ey ateşin anmasıyla ölen! Ey Allah'ın korkusu kendisini öldüren!'. Sonra Hazret-i Dâvud kendine gelip ayıldığında kalkıp elini başına koyar ve ibâdethanesine girer, kapısını kilitler, şöyle niyazda bulunurdu: 'Ey Dâvud'un mâbudu! Sen Dâvud kuluna kızgın mısın?
Durmadan, (bu şekilde) rabbine münâcât ederdi. Süleyman gelip kapıda oturur, içeriye girmek için izin isterdi. Sonra beraberinde bir arpa ekmeği olduğu halde içeri girer ve şöyle derdi: 'Babacığım! Bununla ibâdetini yapmak için kuvvet bul!' Bunun üzerine Hazret-i Dâvud, Allah'ın dilediği kadar, o ekmekten yer, sonra çıkıp İsrailoğulları'nın arasına katılırdı.
Yezid er-Rekkaşi dedi ki: 'Hazret-i Dâvud bir gün halkla beraber çıkıp kendilerine vaaz etti ve onları korkuttu. Kırkbin kişiyle beraber yola çıktı. Onlardan otuz bin kişi öldü. Ancak onbin kişi geri geldi'.
Hazret-i Dâvud'un iki cariyesi vardı. Kendisine korku geldiğinde ve yere düşüp korkudan çırpındığında onları, göğsünün ve ayaklarının üzerine otursunlar diye ve azaları parçalanmasın, mafsalları birbirinden çıkıp ölümüne sebebiyet vermesin diye edinmişti.
İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle anlatıyor: Yahya b. Zekeriyya sekiz yaşında iken Beyt-ül-Makdis'e girdi. Âbidlere baktı ki kıl ve yünden yapılmış abalar giymişler. İbret alanlara baktı ki duvarları yarmış, zincirleri geçirmiş. 'Beyt-ül Makdis'in etrafında o zincirlerle kendilerini bağlamışlardı. Bu manzara onu korkuttu. Bunun üzerine anne ve babasının yanına döndü. Oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar ona 'Ey Yahya! Gel de oynayalım' dediler. Yahya onlara 'Ben oyun için yaratılmadım' dedi. Yahya ebeveynine geldi. Kendisine kıldan yapılmış bir kaftan giydirmelerini istedi. Onlar Yahya'nın isteğine uydular. Bunun üzerine Beyt-ül Makdis'e döndü. Yahya onbeş yaşına basıncaya kadar gündüz Beyt-ül Makdis'e hizmet eder, orada gecelerdi. Onbeş yaşından sonra çıktı. Dağlara ve derelerin enginliklerine daldı. Ailesi çıkıp onu aradılar. Onu Ürdün denizinin kenarında buldular. Ayaklarını suya daldırmıştı ve neredeyse susuzluk kendisini öldürecekti. Oysa o şöyle diyordu: 'Senin izzetin ve celâlin hakkı için, senin nezdindeki makamımın neresi olduğunu bilmedikçe soğuk su tatmayacağım'.
Bunun üzerine ebeveyni bir arpa ekmeğiyle iftar etmesini ve o sudan içmesini istediler. O da onların dediğini yapıp yeminin kefaretini verdi. Bunun için o, anne babaya itaatkârlıkla övüldü. Anne ve babası onu 'Beyt-ül Makdis'e geri götürdüler. Yahya kalkıp namaz kılmak istediği zaman, beraberinde ağaçlar ve toprak ağlayıncaya kadar ağlardı. Babası Zekeriyya, bayılıncaya kadar, onun ağlamasından ötürü ağlardı. O, gözyaşları yanaklarının etini parçalayıp, bakanlara dişleri yanaklarından görününceye kadar ağlardı. Annesi kendisine 'Ey' oğul! Eğer izin verirsen dişlerini bakanlardan gizlemek için bir örtü yapayım' dedi. Bunun üzerine annesine izin verdi. Annesi bir parça keçe aldı. Onun yanakları üzerine yapıştırdı. O, namaz kılmak üzere kalktığı zaman ağlardı. Gözyaşları yanakları üzerindeki keçe parçalarında toplandığı zaman annesi gelir o keçeyi sıkardı. Göz yaşlarının, annesinin kolları üzerine aktığını görünce şöyle dedi: 'Ey Allahım! Şu gözyaşlarımdır. Şu da annem. . . Ben kulunum. Sen erham'ür râhimînsin'.
Babası Zekeriyya bir gün kendisine şöyle dedi: 'Ey oğul! Ben ancak rabbimden seni, seninle gözlerimin kuruması için istedim'. Bunun üzerine Yahya şu cevabı verdi: 'Cebrâîl bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir düzlük vardır. O düzlüğü ancak ağlayan kimseler geçebilir'. Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: 'Ey oğul! O halde ağla!'
Hazret-i Îsa şöyle demiştir: 'Ey havâriler topluluğu! Allahü teâlâ'nın korkusu ve Firdevs cennetinin sevgisi, meşakkat üzerine sebretmeyi insana bahşeder. Dünyadan uzaklaştırırlar. Hakikî olarak sizlere derim ki: 'Arpanın yenmesi ve köpeklerle beraber mezbeleliklerde yatmak bile Firdevs için azdır!'.
Şöyle denilmiştir: Hazret-i ibrahim hatasını hatırladığı zaman bayılırdı. Kalbinin sesi bir mil uzaktan işitilirdi. Bunun üzerine Cebrâîl kendisine gelir ve şöyle derdi:
- Rabbin sana selâm ediyor ve şöyle soruyor: 'Halilinden korkan hiçbir halil gördün mü?'
- Ey Cebrâîl! Ben hatamı hatırladım. Halilliğimi unuttum. İşte bunlar peygamberlerin (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) halleridir. Bu halleri düşünmekle seni başbaşa bırakalım. Çünkü onlar Allah'ı en fazla bilen sıfatına en fazla vâkıf olan kim selerdir. Salât onlara ve Allah'a yakın olan her kulun üzerine ol sun! Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!
98) Müslim ve Buhârî
99) Bezzâr, (İbn-i Abbâs'tan)
100) Ebû Davud, Tirmizî, Nesâi
101) İbn Eb'id-Dünya
102) İbn Merduveyh, Beyhaîd
Sahâbe, Tâbiîn ve Selefin Korku Karşısındaki Halleri
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) bir kuşa hitaben 'Ey kuş! Keşke senin gibi olsaydım. Beşer olarak yaratılmasaydım!' demiştir.
Ebû Zer ve Talha 'Isınlan bir ağaç olmak isterdim!' demişlerdir.
Hazret-i Osman 'Öldüğüm zaman dirilmemek isterdim!' demiştir. Hazret-i Aişe 'Unutulmuş olmayı isterdim!' demiştir.
Hazret-i Ömer Kur'ân'dan bir âyet dinlediği zaman, korkusundan bayılarak düşerdi. Birkaç gün hastadır diye ziyaret edilirdi. Bir gün yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: 'Keşke ben bu çöp olsaydım. Keşke ben anılır birşey olmasaydım. Keşke ben unutulmuş olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı'.
Hazret-i Ömer'in yanağında göz yaşlarından iki siyah iz vardı. O şöyle demiştir: 'Kim Allah'tan korkarsa öfkesini dindirmez, tüm Allah'tan ittika ederse, her istediğini yapmaz. Eğer kıyâmet olmasaydı muhakkak sizin gördüğünüzün hilâfı olacaktı!'
Hazret-i Ömer 'Güneş durulduğu (ve ışığı söndürüldüğü) zaman' ayetini okuyup 'Defterler açıldığı zaman' (Tevkir/10) âyetine varınca bayılıp düştü. Bir gün başkasının evinin yanından geçti. Ev sahibi namaz kılıyor ve Tûr suresini okuyordu. Hazret-i Ömer durup dinledi. Kişi 'Rabbinin azabı muhakkak vukû bulacaktır. Onu geri çevirecek hiçbirşey yoktur (Tûr/7-8) âyetine gelince, merkebinden indi, duvara yaslandı. Bir zaman durduktan sonra evine dönüp bir ay hasta yattı. Halk durmadan onu ziyaret etti ve hastalığının sonucunu bilmiyorlardı.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) , sabah namazından selâm vererek çıktığında üzüntüye kapılmış bir halde mübarek elini evirip çeviriyor ve şöyle diyordu 'Ben Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm) ashâbını gördüm. Bugün onlara benzer bir kişi görmüyorum. Onlar tozlu topraklı, benizleri sapsarı ve gözlerinin arasında keçinin dizlerinde olduğu gibi izler olduğu halde sabahlardı. Onlar bütün geceyi secde ve kıyam etmek sûretiyle Allah'ın kitabını okuyarak alın ve ayakları arasında uyuklarlardı! Sabahladıkları zaman, Allah'ı anarlar, ağaçların rüzgârlı bir günde, sağa sola eğildiği gibi uzanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar gözlerinden yaşlar akardı. Yemin olsun, sanki ben şu kavmi gâfil olarak gecelemiş görüyorum!'
Hazret-i Ali bunları söyledikten sonra kalkıp meclisten ayrıldı. Artık İbn Mülcem denilen adam tarafından vuruluncaya kadar güldüğü görülmedi.
İmrân b. Hüseyin der ki: 'İstiyordum ki bir kül olaydım. Şiddetli bir günde rüzgârlar beni saçıp savursaydı!'
Ebû Ubeyde Âmir b. Cerrah (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bir koç olup ailemin beni kesip etimi yeyip suyumu içmelerini isterdim'.
Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin'in abdest aldığı zaman, beti benzi sararırdı. Ehli kendisine 'Abdest anında sende meydana gelen bu durum nedir?' diye sorunca, şöyle demiştir: 'Siz kimin huzurunda duracağımı biliyor musunuz?'
Musa b. Mes'ud der ki: 'Biz Süfyân es-Sevrî'nin yanına oturduğumuzda sanki ateş bizi çepeçevre sarmıştı. Bu da onun gözümüze görünen korku ve üzüntüsünden ileri geliyordu'.
Mudir el-Karî bir gün 'İşte kitabınız! Aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk!' (Câsiye/29) ayetini okuduğunda Abdülvahid b. Zeyd bayılıncaya kadar ağladı. Ayıldığında şunları haykırdı: 'Senin izzetine yemin olsun. Gücüm yettiği müddetçe artık ebediyyen sana isyan etmeyeceğim. Bu bakımdan tevfîkinle taatin üzerinde bana yardımcı ol!'
Onun yanında bir âyet okunduğu zaman gür bir çığlık atar ve birkaç gün ne yaptığını bilmez olurdu. Hatta 'Husâm' kabilesinden bir kişi onun yanına vardı ve kendisine 'Takva sahiplerini binek üzerinde ikram ile Rahman'ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme süreceğiz'. (Meryem/85-86) ayetini okuduğunda dedi ki: 'Ben mücrimlerdenim, muttakîlerden değilim. Ey hafız! Bu âyeti bana ikinci bir defa okur musun?' Bunun üzerine hafız âyeti ikinci bir defa okudu. Adamdan bir çığlık koptu ve âhirete iltihak etti.
Yahya el-Bekka'nın103 yanında "Sen onların rablerine arzedildiklerini (hesaba çekildiklerini) göreydin' (En'âm/30) âyeti okunduğunda bir çığlık atarak bayıldı ve dört ay hasta yattı. Onu Basra'nın civarında yaşayanlar bile ziyarete geldiler.
Mâlik b. Dinar der ki: Ben Kâbe-i Muazzama 'yi ziyaret ederken ibadet eden bir cariye gördüm. Kâbe'nin örtüsüne sarılmış şöyle diyordu: 'Yarab! Nice şehvetler vardır ki lezzetleri gitti, mesuliyetleri kaldı. Yarab! Acaba ateşten başka senin vereceğin bir cezan yok mudur?' Bunu hem söylüyor, hem ağlıyordu. Fecir doğuncaya kadar bu hale devam etti.
Mâlik dedi ki: Bunu gördüğüm zaman elimi başıma koyup çığlık kopararak şöyle dedim: 'Ey Mâlik! Annen senin matemini tutsun! (İşte bu kadından ibret al) !'
Rivâyet ediliyor ki Fudayl b. Iyâz, Arefe günü, halk dua ederken, o ciğeri yanmış ve ilk evladını kaybetmiş bir anne gibi, güneş bâtıncaya kadar ağladı. Güneş battıktan sonra sakalını tutup başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: 'Eğer affetmişsen de onun (kendi nefsini kastediyor) senden duyduğu mahcubiyeti ne korkunç!' Bunları söyledikten sonra halka katıldı.
İbn-i Abbâs'a (radıyallahü anh) korkanların hali sorulunca şöyle dedi: "Onların kalpleri, korkudan ötürü yaralıdır. Gözleri yaşlıdır. Onlar 'Biz nasıl sevinelim? Zira arkamızda ölüm vardır! derler. Kıyâmet ise "bizim va'dolunduğumuz yerdir. Cehennem üzerinde yolumuz vardır. Rabbimiz olan Allah'ın huzurunda duracağımız yer vardır".
Hasan-ı Basrî, katıla katıla gülen bir gencin yanından geçip onun bir kavimle beraber bir mecliste oturduğunu gördü ve şöyle dedi:
- Ey genç! Sen sırat köprüsünü geçtin mi?
- Hayır!
- Sen cennet veya cehenneme gideceğini biliyor musun?
- Hayır!
- O halde, bu gülmek nereden geliyor?
Râvî diyor ki o genç, o günden itibaren gülerken görülmedi.
Hammâd b. Abdirabbihi, oturduğu zaman bacakları üzerinde otururdu. Kendisine 'Bağdaş kurarak otursan olmaz mı?' diye soruldu. O da 'Bağdaş kurarak oturmak, Allah'ın azabından emin olanın oturuşudur. Ben ise, emin değilim! Çünkü Allah'a isyan etmişimdir' diye cevap verdi!
Ömer b. Abdülâziz Allahü teâlâ, bu gafleti kullarının kalbine bir rahmet-i ilâhîsi olarak bırakmıştır ki kullar, Allah'ın korkusundan ölmesinler' demiştir.
Mâlik b. Dinar derdi ki: 'Ben isterdim ki öldüğüm zaman etrafımdakilere emredeyim. Beni bağlasınlar, boynuma zincirler taksınlar. Sonra kaçan kölenin efendisine götürüldüğü gibi rabbimin huzuruna götürsünler'.
Hatem el-Esamm şöyle derdi: 'Elverişlidir diye hiçbir yere aldanma! Çünkü cennetten daha elverişli yer yoktur. Oysa Âdem'in başına gelen felâket cennette geldi. İbadetin çokuğu ile aldanma! Çünkü, İblis, uzun ibadetten sonra o düçar olduğu felâkete maruz kaldı. İlminin çokluğu ile aldanma! Çünkü Bel'am b. Baûra Allah'ın "İsm-i A'zam"ını biliyordu. Buna rağmen neye uğradığını dikkatle izle! Salih kimseleri görerek mağrur olma. Allah katında Hazret-i Muhammed Mustafa'dan daha büyük dereceli bir kimse olmadığı halde, kâfir akrabalarıyla düşmanları onun mülâkatından fayda görmediler'.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'muhakkak ki ben, hergün burnuma birkaç defa bakıyorum. Bunu da yüzümün kararması korkusundan yapıyorum'.
Ebû Hafs dedi ki: 'Kırk seneden beri Allahü teâlâ'nın bana öfke nazarıyla baktığını düşünüyorum. Benim amellerim de buna delâlet eder'.
İbn-i Mübârek, bir gün arkadaşlarının huzuruna çıktı ve şöyle dedi: 'Ben dün akşam Allah'a karşı cüretkârlık yaptım. Ondan cennet istedim'.
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin annesi, oğluna dedi ki:
- Ey oğul! Ben seni küçük iken de büyük iken de iyi bilirim. Sanki sen helâk edici bir yoldasın. Gördüklerimden anladığım kadarıyla bunu da gecen ve gündüzünde yapmış olduklarından hissediyorum.
- Anneciğim! Allahü teâlâ'nın, ben günah işlerken muttali olup da benden nefret ettiğini, 'izzet ve celâlime yemin ederim seni affetmeyeceğim' dediğini işitmediğimden ben nasıl emin olabilirim?
Fudayl b. Iyâz der ki: 'Ben ne gönderilmiş bir peygamberin haline, ne de dergâh-ı izzete yakın olan bir meleğin haline ve ne de salih bir kulun haline gıpta ederim. Acaba bunlar kıyâmet gününü görmeyecekler mi? Ancak ben, yaratılmamış bir kimsenin haline gıpta ediyorum'.
Rivâyet ediliyor ki; Ensar-ı kiramdan bir gencin içine ateş korkusu girdi, durmadan ağlıyordu, bu durum onu evde hapsetti. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber gelip onun yanına girdi, boynuna sarıldı ve o genç o anda ölerek yere düştü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Arkadaşınızın cenazesini techiz edin! Ateş korkusu, onun ciğerini parçalamıştır. 104
İbn Meysere105 yatağına yattığı zaman şöyle derdi: 'Keşke annem beni doğurmasaydı'.
Bunun üzerine annesi kendisine 'Ey Meysere! Allahü teâlâ sana ihsân etmiştir. Seni İslâm dinine hidayet etmiştir' dedi.
O cevap olarak 'Evet! Fakat Allahü teâlâ bize ateşe varacağımızı bildirdi! Ateşten çıkacağımızı ise bildirmedi' dedi.
Ferkad b. Yakub es-Sebhî'ye şöyle soruldu: İsrailoğulları'ndan kulağına gelen en acaip şeyi bize haber verir misin?'
Cevap olarak şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, 'Beyt'ul Makdis'e beşyüz bakire kız girdi. Elbiseleri yün ve mesuh idi. Onlar Allahü teâlâ'nın vereceği sevap ve cezayı müzakere ettiler ve hepsi bir günde öldüler'.
Atâ es-Sülemî korkan kullardan biriydi. Hiçbir zaman Allah'tan cenneti istemezdi. Ancak Allah'tan af isterdi. Ona, hastalığında denildi ki: 'Senin canın hiçbir şey istemiyor mu?' O dedi ki: 'Cehennem korkusu, kalbimde şehvet için yer bırakmamıştır'. Deniliyor ki: Atâ ne başını kaldırıp göğe bakmış ne de kırk sene boyunca gülmüştür. Bir gün başını kaldırdı, ürktü, düştü. Karnında büyük bir kopma meydana geldi. Gecenin bir kısmında mesh olma korkusundan bedenini yokluyordu. Onlara bir rüzgâr veya bir şimşek veya bir yiyecek kıtlığı isabet ettiği zaman derdi ki: 'Bu musibet, benden dolayı, halka isabet etmiştir!'
Derdi ki: 'Eğer Atâ (yani kendisi) ölseydi halk rahata kavuşurdu'.
Atâ der ki: Utbet'ül Gulâm ile beraber yola çıktık. İçimizde ihtiyar ve gençler vardı. Bunlar yatsı abdestiyle sabah namazını kılarlardı. Uzun zaman ayakta kaldıklarından dolayı ayakları şişti. Gözleri çukurlaştı. Derileri kemiklerine yapıştı. Damarları tambur teli gibi kaldılar. Derileri kavun kabukları gibi olduğu halde sabahlarlardı. Sanki mezardan çıkmışlardı. Allah'ın itaat eden kullarına nasıl ikrâm ettiğini, âsî kullarını nasıl perişan ettiğini anlatırlardı. Yürüdükleri sırada, onlardan biri bir yerden geçerken bayılarak düştü ve arkadaşları etrafında toplanıp ağlaştılar. Şiddetli soğuğa rağmen alnından ter dökülüyordu!
Arkadaşları su getirip onun yüzünü sildiler. O, gözlerini açınca arkadaşları durumunu sordular. Dedi ki: 'Ben Allah'a fiilen isyan ettiğimi hatırladım da ondan böyle oldum!'
Salih el-Murrî der ki: Âbid kişilerden birinin yanında "Yüzleri ateşin içinde "Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik! Peygamber'e itaat etseydik' diyeceklerdir" (Ahzâb/66) ayetini okuduğumda o kişi bayıldı. Ayıldıktan sonra 'Ey salih! Bana biraz daha okur musun? Ben kalbimde üzüntü görüyorum' dedi. Bu dilek üzerine şu âyeti okudum:
Oradan (o) gamdan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve kendilerine 'Haydi tadın yangın azabını!' denir. (Hacc/22)
Bunun üzerine ölerek yere düştü.
Zurare b. Ebî Evfa106 cemaatin önünde sabah namazınıkıldırırken 'O sûr'a üfürüldüğü zaman. . . ' (Müddesir/8) ayetiniokurken vefat etti.
Yezîd er-Rakkaşî, Ömer b. Abdülâziz'in huzuruna girdi. Halife dedi ki:
- Ey Yezidî Bana nasihat et!
- Ey Mü'minlerin emîri! Sen ilk ölecek halife değilsin!
Bunun üzerine Halife ağladı ve dedi ki:
- Daha fazlasını söyle!
- Ey Mü'minlerin emîri! Seninle Âdem arasında ölmeyen hiçbir baba yoktur.
- Fazlasını söyle, ya Yezid!
- Ey Mü'minlerin emîri! Seninle cennet ve cehennem arasında bir konak yoktur. (İkisinden biridir konağın) . Bunun üzerine, halife baygın olarak yere düştü.
Meymun b. Mehram der ki: 'Şüphesiz ki cehennem onların hepsinin buluşma yeridir' (Hicr/43) âyeti nazil olduğu zaman, Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh) bir çığlık atarak elini başına koydu, çıkıp üç gün kaçtı. Bir türlü onu zaptedemediler.
Davud et-Tâî, çocuğunun mezarı başında ağlayan ve şunları söyleyen bir kadını gördü: 'Ey oğul! Keşke bilseydim. Kurtlar önce hangi yanağından başladılar?' Bunu duyan Dâvud, bağırıp yere yığılı verdi.
Süfyân es-Sevrî hastalandı. Onun bevli zimmî bir doktora gösterildi. Doktor 'Bu bevlin sahibi, korkudan ciğeri parçalanan bir kimsedir!' dedi. Sonra gelip Süfyân'ın nabzını ölçtü. Sonra 'Ben hanifler (bâtıldan hakka yönelen) içerisinde böyle birini daha görmüş değilim' dedi.
Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) der ki: "Allahü teâlâ'dan benim üzerime korkudan bir kapı açmasını diledim, açtı. Sonra aklımdan korktum ve şöyle dedim: 'Yarab! Gücüm yetecek kadar olsun!' Böylece kalbim sükûnete kavuştu".
Abdullah b. Amr b. el-Âs der ki: 'Ağlayın! Eğer ağlamanız gelmiyorsa, ağlar görünün! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer sizden biriniz ilmi bilseydi sesi kesilinceye kadar bağırırdı. Beli kırılıncaya kadar namaz kılardı'. .
Sanki o şu hadîsin mânasına işaret etti: 'Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz muhakkak az güler, çok ağlardınız',
el-Anberî dedi ki: Muhaddisler Fudayl b. İyaz'ın kapısında toplandılar. Ağladığı ve mübarek sakalı titrediği halde pencereden başını çıkarıp onlara baktı ve şöyle nasihat etti: 'Kur'ân'dan ayrılmayın! Namazdan ayrılmayın! Rahmet olasıcalar, bu zaman, hadîs zamanı değildir. Bu zaman ancak ağlamak, sızlamak, Allah'a karşı zillet göstermek, boğulmakta olan bir kimsenin duası gibi dua etmek zamanıdır. Bu zamanda ancak dilini koru, mekânını hafîfleştir, kalbini tedavi ettir. Bildiğini al, bilmediğini bırak'.
Fudayl b. İyaz birgün yürürken görüldü ve kendisine 'Nereye gidiyorsun?'diye sorulunca Bilmiyorum!' dedi. Korkudan, sersemleyerek yürüyordu.
Zerr b. Ömer, babası Ömer b. Zürare'ye107 dedi ki:
- Şu kelâmcıların durumu nedir ki konuşurlar. Hiçbiri ağlamaz. Sen konuştuğun zaman her taraftan ağlamak sesi geliyor.
- Ey oğul! İlk çocuğu ölen matemci kadın, para ile tutulan ağıtçı kadın gibi değildir!'.
Hikâye olunuyor ki bir kavim, ağlayan bir âbidi durdurup şöyle sordular:
- Rahmet olasıca! Seni ağlatan nedir?
- Beni ağlatan, korkan kimselerin kalplerinde hissettikleri bir çıbandır.
- O çıban nedir?
- O çıban, Allah'ın huzuruna arzolunmak için çağırılmam korkusudur!
el-Havvâs108 ağlayarak münâcâtındâ şöyle yalvarırdı: 'Kocadım, hizmetinden bedenim zayıf düştü. Beni âzâd eyle!'
Salih b. Bişr el-Murrî der ki: Bir ara, İbn Semmak bize misafir geldi. Dedi ki: 'Abidlerinizin acaipliklerinden bana birşey göster'. Onu, kamıştan yapılmış kulübeciğinde oturan bir kişiye götürdüm. Girmek için izin istedim. Baktık ki kişi selek örüyor, kişiye şu âyeti okudum:
Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüleneceklerdir; kaynar suda. . . Sonra da ateşte yakılacaklardır. (Mü'min/71-72)
Âyeti dinleyen kişi bir çığlık kopardı ve bayılarak yere serildi. Onun yanından çıkıp onu o halde bıraktık. Başkasının yanına girdik. Aynı âyeti okudum. O da bir çığlık attı ve baygın olarak yere serildi. Biz gidip üçüncü bir kişinin huzuruna girmek için izin istedik. O 'Eğer bizi rabbimizden meşgul etmeyecekseniz, giriniz!' dedi. Ona şu âyeti okudum:
Ve onlardan sonra sizi o yurda yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir. (İbrahim/14)
Âyeti dinleyen kişi bağırdı. Burun deliklerinden kan fışkırdı. Kan kesilinceye kadar, o kanın içinde kıvrandı. Biz onu da öylece bırakıp çıktık. Havvâs'ı altı kişinin yanına götürdüm. Hepsinin yanından çıkıp onları baygın halde bırakıyorduk. Sonra onu yedincinin yanına götürdüm. İzin istedik, kulübenin içinden bir kadın 'Giriniz!' dedi. İçeri girdik. Namazgâhının üzerinde oturan bir pîr-i fânî vardı. Ona selâm verdik. Bizim selâmımızı hissetmedi. Ben yüksek bir sesle 'İyi bilin ki halk için yarın bir makam vardır' dedim. Bunun üzerine ihtiyar 'Rahmet olasıca! O makam kimin huzurundadır?' dedi. Sonra o ihtiyar ağzı açık, şaşkın bir vaziyette donakaldı. Gözlerini yükseklere dikmiş, sesli bir şekilde çağırıyordu. Zayıf bir sesi vardı 'Eyvah! Eyvah!' diyordu. Sesi kesilinceye kadar devam etti. Kadını bize dedi ki: 'Çıkınız! Artık bu saatte ondan fayda göremezsiniz!'
Sonra o kimselerin durumunu sordum. İşittim ki üç tanesi ayılmış, üçü de ölüp rabbine varmıştır. O ihtiyar ise, üç gün şaşkın ve hayretler içeresinde o halde kalmış, farz namazları bile edâ edememiş, üç günden sonra aklı başına gelmiştir.
Yezid b. Esved109 Abdallardandı. Hiçbir zaman gülmeyeceğine, yatarak uyumayacağına, yağlı yemek yemeyeceğine dair yemin etti. Bu yemin üzerinde iken güldüğü, uzanarak yattığı ve yağlı yemek yediği görülmedi. Ölünceye kadar bu durumda devam etti.
Haccâc-ı Zâlim, Said b. Cübeyr'e dedi ki: 'Kulağıma geldiğine göre sen hiç gülmezmişsin?' Said 'Ben nasıl güleyim? Cehennem alevlendirilmiş, zincirler hazırlanmış, zebaniler de hazır beklemektedir' dedi.
Bir kişi Hasan-ı Basrî'ye hitaben dedi ki:
- Ey Ebû Said! Nasıl sabahladın?
- Hayırla sabahladım!
- Halin nasıldır?
- Hâlimi benden soruyorsun. Gemiye biinip denizin ortasına varan, orada gemileri parçalanan ve her biri geminin bir tahtasına sarılan insanların halini ne sanıyorsun?
- Onlar çok tehlikeli bir haldedirler.
- İşte benim hâlim onların halinden daha tehlikelidir.
Ömer b. Abdülâziz'in bir cariyesi huzuruna vardı. Kendisine selâm verdi. Sonra efendisinin evinde bulunan mescide girip iki rek'at namaz kıldı. Uyku galebe çalıp uyuyakaldı. Uykusunda ağladı. Sonra uyandı ve şöyle dedi:
- Ey Mü'minlerin emîri! Yemin olsun, ben acaip birşey gördüm.
- Ne gördün?
- Cehennemi gördüm. Ehlinin üzerine alev dalgaları, saçıyordu. Sonra köprü getirildi. Ateş üzerine kuruldu.
- Devam et!
- Abdülmelik b. Mervan getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı, o cehenneme yuvarlandı.
- Devam et!
- Sonra Velid b. Abdülmelik getirildi. Köprüye bindirildi. Az bir mesafe gider gitmez köprü onu sarstı ve o da cehenneme doğru yuvarlandı.
- Devam et! Sonra Süleyman b. Abdülmelik getirildi. O da köprünün üzerinde az bir müddet yürüdükten sonra köprü onu kaydırdı. O da cehenneme düştü.
- Devam et!
- Sonra sen getirildin. Allah'a yemin ederim ki ey Mü'minlerin emîri. . .
(Cariye bunu söyler söylemez) Ömer (radıyallahü anh) bir çığlık koprarak bayılıp yere serildi. Cariye kalkıp onun kulağına şunları haykırdı: 'Ey Mü'minlerin emîri! Seni gördüm. Vallahi kurtuldun. Seni gördüm. Vallahi kurtuldun'.
Ravi der ki: Cariye çağırıyordu. Ömer ise, korkusundan bağırıp ayaklarını yere vuruyordu.
Hikâye olunuyor ki Üveys el-Karanî kıssacının yanına gidip onu dinleyip ağlıyordu. Ateşi zikrettiği zaman, Üveys, çığlık attıktan sonra koşarak giderdi. Halk arkasına düşüp 'deli, deli' derlerdi.
Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) şöyle der: 'mü'min bir kimse cehennem köprüsünü arkasında bırakmadıkça korkusu dinmez'. Tâvus için yatak serilir o da uzanırdı, sonra buğday tanelerinin saçta zıpladıkları gibi zıplardı. Sonra kalkıp yatağı toplar, kıbleye yönelir, sabaha kadar ibâdete devam eder ve şöyle derdi: 'Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu kaçırmıştır'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Bir kişi bin sene sonra cehennemden çıkacaktır. Keşke o kişi ben olaydım'.
O bu sözü, ebediyyen cehennemde kalmak ve son nefeste imansız gitmek korkusundan söylüyordu.
Rivâyet ediliyor ki Hasan-ı Basrî kırk sene gülmemiştir.
Ravî der ki: Ben onu oturarak gördüğüm zaman sanki boynu vurulmak için getirilmiş bir köle, bir esir gibiydi. Konuştuğu zaman sanki âhireti görüyormuş gibi onun hallerinden haber veriyordu. Sustuğu zaman sanki ateş gözleri arasında kızıştırılmıştı. Şiddetli üzüntü ve korkusundan dolayı kınandı. Bunun üzerine şöyle dedi: "Allahü teâlâ'nın bende hoşuna gitmeyen birtakım hallere muttali olup benden nefret edip 'Ey Hasan git! seni affetmiyorum' demeyeceğinden kim beni emin edebilir? Ben, garantisiz bir şekilde amel ediyorum".
İbn Semmak der ki: Bir gün bir mecliste vaaz ettim. Oradan bir genç ayağa kalkıp şöyle dedi:
- Ey Ebû Abbas! Bugün bir kelime ile vaazettin ki biz ondan başkasını dinlemeseydik perva etmezdik.
- Rahmet olasıca! O kelime ne idi?
- O kelime senin 'ya cennette veya cehennemde uzun bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etti' sözüdür.
Bunu söyledikten sonra yanımdan ayrıldı. Onu başka bir mecliste aradım, göremedim. Halini sordum. Bana hasta yattığını söylediler. Onu ziyaret etmek üzere yanına vardım kendisine şöyle sordum.
- Ey kardeşim! Senin hastalığın nedir?
- Ey Ebû Abbas! Bu hastalık senin 'Cennet veya cehennemde uzunca bir zaman durmak, korkanların kalbini paramparça etmiştir' sözünden geliyor.
Sonra vefat etti. Kendisini rüyamda gördüm ve şöyle sordum:
- Kardeşim, Allahü teâlâ sana nasıl bir muamele yaptı?
- Beni affetti. Bana rahmet etti ve cennete mazhar kıldı.
- Ne ile Allahü teâlâ seni cennete müstahak kıldı?
- O, meşhur kelime ile!
İşte bunlar, peygamberlerin, velî kulların, âlim ve salihlerin korkularıdır. Biz onlardan daha fazla korkmaya müstehakız. Fakat korku günahların çokluğundan değildir. Aksine kalplerin saflığından ve marifetin kemâlinden gelir. Aksi takdirde biz günahlarımızın azlığından ve ibâdetlerimizin çokluğundan emin olamayız. Şehvetimiz bizi çeker. Şekavetimiz bize galebe çalar. Durumumuzu mülâhaza etmekten, gafletimiz ve kalbimizin katılığı bizi menetmektedir. Göç etmenin yaklaşması bizi uyandırmadığı gibi, günahların çokluğu da müsbet olarak bizde bir hareket meydana getirmez. Allah'tan korkanların durumlarını müşahede etmek bizi korkutmuyor! Sonucun tehlikesi bizi ürkütmüyor!
Allahü teâlâ'dan dileğimiz, fazilet ve cömertliğiyle hallerimizi yed-i kudretiyle ıslah etmesidir. Tabiî eğer kalp hazır olmadan ve sadece dil ile istemek fayda veriyorsa. . .
Acaipliklerdendir ki biz dünyada servet istediğimiz zaman, tohum serpiyor, ağaç dikiyor, ticaret yapıyor, denizlerde sefer düzenliyor, çöllerin tehlikesine girişiyor, bütün bunlardan sonra serveti umuyoruz. Eğer biz ilim rütbesini istersek, fıkıh ilmini okuyor, onu ezberlemek ve tekrarlamak hususunda, yoruluyor, uykusuz kalıyoruz. Rızıklarımızın talebine var kuvvetimizle dalıyor, Allahü teâlâ'nın bize kefil olduğuna bir türlü güvenmiyor ve evimizde bu güvene dayanarak oturmuyoruz. 'Yarab! Bize rızık ver' demiyoruz. Sonra gözerimizi mukim ve daim olan mülke diktiğimizde sadece dilimizle 'Ey Allahım! Bizi affet, bize rahmet et! Allah o Allah'tır ki ümidimiz onadır. Onunla aziz oluruz' demekle iktifa ediyoruz. O zaman Allahü teâlâ bizi çağırarak şöyle der:
Hakîkaten, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. (Necm/39)
Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) Allah'ın affına güvendirmek) suretiyle sizi aldatmasın. (Fâtır/5)
Ey insan! Kerîm olan rabbına karşı seni aldatan ne? (İnfitar/6)
Sonra bütün bunlar bizi uyandırmıyor. Gurur ve boş temennilerin çukurundan bizi çıkarmıyor. Eğer Allahü teâlâ, nasûh tevbesi ile bize lütfetmezse ve tevbe-i nasûh vasıtasıyle elimizden tutup bizi o girdaptan kurtarmazsa bu dehşetli bir felakettir. Allahü teâlâ'dan dileğimiz bize tevbe nasip etmesidir. O'ndan dileğimiz kalplerimizin gizliliklerini, tevbeye teşvik etmesi, dilimizle tevbeyi bize son nasip kılmamasıdır. Aksi takdirde biz, deyip de amel etmeyen, dinleyip de kabul etmeyen kimselerden oluruz! Vaazı dinlediğimiz zaman ağlarız. Dinlediğimizle amel etme zamanı geldi mi isyan ederiz. Mahrumluk için bundan daha büyük bir alâmeti fârika yoktur!
Allahü teâlâ'dan minnet ve faziletiyle tevfîkini ve bizi hakîkate irşâd etmesini talep ederiz. Korkanların hallerini hikâye etmek hususunda verdiğimiz misallerle iktifa edelim. Çünkü bu dürten olan az birşey kabiliyetli kalpte yerleşip, tesir etmeye yeterlidir. Gâfil kalbin üzerine denizler akıtılsa yine fayda vermez!
Îsa b. Mâlik el-Hevlânî'nin sözünü ettiği rahib, rahiblerin hayırlılarındandır. Şunları söylemekle doğru söylemiştir: Îsa, rahibin Beytül-Makdis'in kapısında hayran hayran ve mahzun olarak durduğunu görür. Nerdeyse rahib fazla ağlamaktan ötürü göz yaşlarını silemeyecek durumdaydı, Îsa b. Mâlik dedi ki: Onu gördüğüm zaman görünüşü beni korkuttu ve dedim ki:
- Ey rahib! Bana ezberleyeceğim bir nasihat yap!
- Kardeşim! Ne ile sana nasihat edeyim? Eğer gücün yetiyorsa yırtıcı hayvanların ve zehirli haşeratın, kıskaca aldıkları bir kişinin yerinde olma! O kişi gaflete dalarsa yırtıcı hayvanların kendisini parçalamasından korkar! Bu kişinin kalbi ürkek ve kor kar bir vaziyettedir. Mağrur olanlar emin olurlarsa da o kişinin bütün gecesi korku içindedir. Tenbel olanlar sevinirlerse de o kişi bütün gün üzüntü içindedir.
Rahib bunları söyledikten sonra arkasını çevirip beni terketti. Dedim ki:
- Keşke bana daha fazlasını söyleseydin, belki bana fayda verirdi.
- Susamış bir kimseye az su da kifayet eder.
Rahib doğru söylemiştir. Çünkü saf olan kalp, az bir korku ile harekete geçer. Taşlaşmış kalpten ise, bütün nasihatlar kayar. Rahibin yırtıcı hayvanlar ve zehirli haşerat tarafından çepeçevre sarılmış takdirinin farazî olduğunun zannedilmesi uygun değildir. Aksine bu hakikattir; zira eğer sen basiret nuruyla iç âlemini görseydin onu yırtıcı ve zehirli hayvanların her çeşidiyle öfke, şehvet, hıkd, hased, kibir, ucub, riya ve benzerleri ile dopdolu görürdün. Oysa bu yırtıcılar durmadan seni parçalar, ciğerini sökerler, eğer bir an onlardan gâfil kalırsan sana öldürücü darbeler indirirler. Ancak senin gözün onları görmekten perdelidir. Ne zaman ki perde kalkarsa ve kabrine konulursan, o yırtıcıları görürsün. Hem de sûretler ve mânâlarına uygun şekillerine bürünerek sana görünürler. Akrep ve yılanları gözünle göreceksin! Kabrinde etrafını çepeçevre sarmışlardır. Oysa onlar senin şimdiki vasıfların niteliklerindir. Senin için onların sûretleri keşfolunmuştur. Eğer onları öldürmek ve yoketmek istiyorsan ki ölümden önce buna kudretin vardır derhal yap! Aksi takdirde kendini onların ısırması ve sokması için hazırla! Bedenine değil, kalbinin tam ortasına zehirlerini akıtacaklardır. Vesselâm!
103) Künyesi Yalıya b. Müslim veya İbn Süleym olan bu zat Basralıdır. H. 130'da vefat etmiştir.
104) İbn Eb'id-Dünya
105) Adı Amr b. Şurahbil olan bu zat Kûfelidir.
106) Kendisi Basra'nın kadısıydı. Güvenilir ve âbid bir kişidir.
107) Tam adı Zer b. Ömer b. Zürare el-Hemedanî el-Kûfî'dir.
108) Ebû İshak İbrahim b. Ahmed el-Havvâs
109) Doğrusu Esved b. Yezid'dir. Kays en-Nehaî'nin oğludur. Kûfelidir. Bu zatın yaptığı İslâmî bakımdan bir vecibe değildir. Belki zühddür. İsteyen yapar, istemeyen yapmaz; zira nimetlerden nefsin azmayacağı şekilde istifade etmek caizdir.