İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | HELÂL VE HARÂM 2

 

14-13

Araştırmak, Sormak, Hücum, İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler

Sana bir yiyecek veya bir hediye takdim edenin veya kendisinden birşey satın almak istediğin veyahut da hibesini kabullendiğin herkesin halini tedkik ve teftiş etmeye ve onlara 'Bana verdiğin bu malın helâl olduğuna dair, kanaatim tam değildir; bu bakımdan almam' demeye yetkin yokturDiğer taraftan tedkik ve tahkiki tamamen bırakmaya, kesinlikle haram olduğunu bilmediğin şeyi almaya da yetkili değilsinSorup tedkik etmek bazen farzdır; bazen haram veya mendup ve bazen de mekruhturO halde bunun açıklanması gerekir:

Bu konuda sadra şifa verici söz şudur: Sorunun zannedildiği yerler, şüphe yerleridir; şüphenin menşe' ve kaynağı ise ya mal ile ya da mal sahibiyle ilgilidir.

I. Mal Sahibinin Durumu

İnsanın bilgisine göre mal sahibinin üç durumu vardır:

a) Meçhul olması.

b) Meşkûk ve şüpheli olması.

c) Delile istinad eden bir nevi zan ile mâlûm olması.

Birinci durum, meçhul olmasıdırMeçhul, üzerinde paralı askerlerin giysisi gibi, fâsıklık ve zulmüne delâlet eden herhangi bir karîne ve delil bulunmadığı gibi, sâlih olduğuna delâlet eden herhangi bir delil de bulunmayan kimsedirSalih olduğuna delâlet eden delil; tasavvuf ehlinin, ticaret erbabının, ilim sahibinin ve benzerlerinin giyim kuşamı gibi şeylerdirBu bakımdan yabancı bir köye girdiğinde orada ilk defa gördüğün ve durumu sence mâlûm olmayan ve aynı zamanda kendisinin salih veya fâsık olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet de bulunmayan kişi sence meçhuldürAynı şekilde garip bir memlekete veya bir pazara girdiğin zaman orada gördüğün, fırıncı, kasap veya başka bir sanatla iştigal eden ve fakat kendisinin şüpheli veya hain olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet-i fârika bulunmadığı gibi, öyle olmadığına dair de bir alâmet bulunmayan kişi de meçhuldür; hâli senin tarafından bilinmemektedirBiz böyle bir kişinin şüpheli olduğunu söyleyemeyiz; çünkü şüphe, iki zıt ve karşılıklı sebepleri olan inanç ve itikaddan ibarettirOysa fakihlerin çoğu, bilinmeyen ile hakkında şüphe edilen arasında fark bulunduğunu idrâk edememektedirlerSen ise bu söylediklerimizden anladın ki, bilinmeyenin terki takvaya daha yakındır.

Yûsuf bEsbat şöyle der: 'Otuz seneden beri kalbimde azıcık bir şüphe uyandıran şeyleri hemen terkederim'.

Ulemadan bir cemaat, âmellerin en zorunun hangisi olduğunu müzakere etmişler ve sonunda bunun takva olduğunu söylemişlerdirBunun üzerine Hasan bEbî Sinan onlara şöyle demiştir'Bence takvadan daha kolay birşey yoktur; çünkü ne zaman kalbimi kurcalayan birşey olsa onu terkederim'.

İşte bu, takvanın şartıdırBiz ise, şimdilik yalnızca zâhirin hükmünden bahsederek şöyle deriz: Meçhul kimse sana herhangi bir yiyecek maddesi takdim eder veya bir hediye verirse veya onun dükkânından birşey satın almak istediğinde sorman ve tedkik etmen gerekmezAksine malın onun elinde bulunuşu ve onun da müslüman oluşu, o malı almanı mübah kılmaya yetecek iki delildirSen, İnsanlarda fısk, zulüm ve fâsıklık galiptir' demeye yetkili değilsinÇünkü böyle demek, vesveseden ve o müslüman hakkında su-i zanndan ibarettirOysa zannların bir kısmı günahtırMüslüman olduğu için onun hakkında su-i zannda bulunmaman gerekirEğer onun hakkında tayin ederek su-i zannda bulunur ve bunu da başkasından görmüş olduğun ahlâksızlığa dayandırırsan, o zaman ona karşı suç işlemiş olursunBir de onu herhangi bir şüphe bulunmaksızın tenkid ettiğin için günahkâr olursunEğer böyle yapmayıp da ondan o malı almış olsaydın, yalnızca o malın haram olup olmadığı şüpheli olurdu. (Böyle şüpheli bir malı almak, ortada hiçbir şey yokken muayyen bir şahıs hakkında su-i zannda bulunmaktan daha ehven olsa gerektir) Bunun böyle olduğuna ashâb-ı kirâmın gazâ ve sefer esnasında haramın mevcut olduğu muhakkak olmasına rağmen köylere indiklerinde kendilerine yapılan ikramı reddetmemeleri, memleketlere girdiklerinde, oralardaki pazarlardan alış-veriş yapmaktan sakınmamaları delâlet eder.

Yine bu duruma rağmen onların ancak şüpheli olan şeylerin durumunu sordukları hakkında gelen nakiller de buna delâlet ederÇünkü Hazret-i Peygamber, kendisine getirilen herşeyin durumunu sormazdıMedine'ye ilk gelişinde kendisine getirilen şeylerin durumunu 'Bu zekât mıdır, yoksa hediye mi?' diye sorardıÇünkü o zamanki durumun karînesi, getirilen şeyin zekât olma ihtimaline delâlet etmekteydiBu karîne de, muhacirlerin fakir oldukları halde Medine'ye akın etmeleridirBu bakımdan muhacirlere ikram edilen şeylerin zekât olma ihtimali büyüktüVerenin müslüman olması ve malın onun elinde bulunması, o malın zekât olmayışına delâlet etmezHazret-i Peygamber çağrıldığı ziyafetlere icabet eder ve o ziyafetin sadaka olup olmadığını sormazdı; çünkü zekâtı ziyafet olarak vermek âdet değildir.

Ümmü Süleym67 Hazret-i Peygamber'i davet etmiştir; nitekim bu durum Enes b. Mâlik'in rivâyet ettiği hadîste vardırYine bir terzi, Hazret-i Peygamber'e içinde kabak bulunan bir yemek takdim etmiştir68

Bir keresinde de Fârisî asıllı bir kişi Hazret-i Peygamber'i dâvet etmiştiHazret-i Peygamber ona şöyle demişti:

Âişe ile beraber mi geleyim?

- Hayır!

- O halde ben de gelmem!

Sonra adam Hazret-i Peygamber'i tekrar dâvet ettiHazret-i Peygamber ile Âişe validemiz, adamın evine giderken yolda yarış ettilerAdam onlara eritilmiş iç yağı ikram etti Hazret-i Peygamber'in bu dâvetlerin hiç birinde 'Acaba bize takdim edilen yemek, zekât mıdır, hediye midir?' diye sual sorduğu nakledilmemektedir.

Hazret-i Ebû Bekir, kölesinin durumundan şüphelendiği zaman, kazancını sormuşturHazret-i Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kişinin durumundan şüpheye düştüğü zaman, o sütün nereden getirildiğini sormuşturÇünkü o sütün tadının daha önce içirilen sütlerin tadından değişik olduğunu farketmiştiİşte bunlar şüphenin sebepleridirMeçhul bir kimsenin ziyafetine rastlayıp da tedkik etmeksizin ona icabet eden kimse âsî olmaz, Eğer o adamın evinde fazla süs ve çok mal gördüğünde 'Helâl azdır, bu ise çokturBütün bunlar helâldan nasıl böyle derlenebilir?' diyemezİhtimal ki bu şahıs malı miras yoluyla veya çalışıp kazanmak suretiyle edinmiştir.

Bu bakımdan böyle bir şahıs hakkında hüsnü zann etmek gerekirBen bu hükme ilâve yaparak derim ki, kişinin, o malın nereden geldiğini sorma yetkisi yokturEğer takva sebebiyle midesine, nereden geldiği belli olmayan birşeyi sokmak istemiyorsa bu güzel bir harekettirAncak bunu, şüphelendiğini sezdirmeden, güzel bir yolla yapmaya çalışmalıdırEğer mutlaka yemesi gerekiyorsa 'Sen bu malı nereden aldın?' demeksizin yemelidir; zira sormak, mal sahibine eziyet verip onun nefretine sebep olurHerhangi bir müslümana karşı böyle hareket etmek ise, şeksiz şüphesiz haramdır.

Eğer 'Belki adamcağız böyle bir sualden alınmaz' dersen, cevap olarak deriz ki: ('Belki alınmaz' ihtimali olduğu gibi) 'Belki alınır' ihtimali de mevcutturSen belki'den sakınarak soruyorsunEğer belki ile ikna olursan (deriz ki) belki de malı helâldirSonuç olarak herhangi bir müslümana eziyet vermek, günah bakımından, şüpheli veya haram birşeyi yemekten daha az birşey değildir! İnsanların çoğu, karşısındaki adamın, sahip olduğu malları tedkik ve teftiş ettiğini sezer sezmez ürker ve böyle bir hareket nefretini mucib olurMal sahibinin durumunu onun haberi olduğu halde başkasından sormak caiz değildirÇünkü mal sahibi, böyle bir durumda daha fazla incinir ve ürkerEğer mal sahibinin durumunu onun haberi olmadığı halde, başkasından sorarsa, o vakit de mal sahibi hakkında su-i zannda bulunup onun perdesini yırtmış olurAynı zamanda böyle bir harekette mal sahibinin durumunu araştırmak sözkonusu olduğu gibi her ne kadar ortada açıkça bir gıybet yoksa da gıybeti benimsemek de sözkonusudurBütün bu durumlar, Allahü teâlâ'nın şu ayetinde yasak olarak ilân edilmiştir:

Zannın çoğundan sakınınız; çünkü zannın bazısı günahtırSakın tecessüs etmeyin; (insanların ayıplarını araştırmayın, gizliliklerini açığa çıkarmayın) ve sakın bir kısmınız diğer kısmınızı gıybet etmesin. (Hucurât/12)

Nice cahil zâhid vardır ki, başkasının gizli taraflarını sözde dindarlığın icabı imiş gibi araştırmak suretiyle kalpleri kendisinden nefret ettirirMuhâtabına kırıcı, katı bir şekilde konuşurŞeytan onun bu hareketini kendisine, 'Helâl yiyorum' şeklinde şöhretinin yayılmasına taraftar olduğu için güzel göstermektedir! Eğer onu hareket ettiren şey hakîkaten dinin katıksız duygusu olsaydı, herhangi bir müslümanın kalbini kırmak kendisine, nereden geldiğini bilmediği birşeyi yemekten daha korkunç gelecekti. . .

Çünkü bilmediği birşeyi yemekten dolayı muâheze edilmezZira ortada sakınmasını gerektirecek herhangi bir belirti ve alâmet yoktur.

Takva yolu, yemeyi tecessüs etmeksizin terketmektir; yemenin gerekli olduğu zaman da, yemek ve sahibi hakkında hüsn-ü zannda bulunmaktırİşte ashâb-ı kirâmın bilinen durumu böyleydiTakvada ashâb-ı kirâmdan daha ileri gitmeye çalışanlar, sapıtan birer bid'atçıdırlar! Bunlar hiç de selefe tâbi olmuş kimseler değildirlerYeryüzünde bulunan herşeyi Allah yolunda infak etse bile, hiç kimse ashâb-ı kirâmın Allah için verdiği bir avuç veya yarım avuç sadakasının sevabını dahi elde edemezAshâb-ı kirâmın durumu nasıl böyle olmasın? Çünkü Hazret-i Peygamber, Berîre'nin (veya Büreyre) yemeğinden yemiş; 'Bu yemek zekâttandır' denildiği zaman da şöyle buyurmuştur:

O Büreyre için zekât, bizim içinse (Büreyre'nin malı olması dolayısıyla) hediye sayılır69

Görülüyor ki, Hazret-i Peygamber 'O zekâtı Büreyre'ye kim verdi?' diye sormamıştırZekâtı veren kendisinin meçhulü olduğu halde Hazret-i Peygamber o maldan yemekten çekinmemiştir.

İkinci durum: Şüphe uyandıran bir sebepten dolayı meşkûk olmasıdırBiz önce şüphenin suretini, sonrada hükmünü zikredelimŞüphenin sureti, herhangi bir delilin adamın elindeki malın haram olduğuna delâlet etmesidirBu delil, adamın ya yaratılışından, ya elbisesinden, ya giyinişinden, ya fiilinden ya da sözünden olabilirYaratılışından olan delil, zulmedenlerin ve göçebelerin tipinde olmasıdır; çünkü bunlar, zulüm ve yol kesmekle şöhret bulmuşlardırAyrıca bıyığının uzun veya saçlarının, ehl-i fesâdın yaptığı gibi sağa sola dağınık olmasıdırElbiselerle ilgili delile gelince; bu, aba ve kalansuve (fes) giymek, hükümdarların yardımcılarından olan zulüm ve fesad ehlinin kisvesine bürünmektirFiil ve kavl ile ilgili delile gelince; bu da kişinin helâl olmayan şeyleri mülk edinmesini müşahede etmektirAdamın böyle hareket etmesi, onun malda müsahaleci olduğuna ve helâl olmayanı da edindiğine delâlet eder.

İşte bu saydıklarımız şüphe yerleridirBu bakımdan kişi böyle bir kimseden herhangi birşeyi satın almak istediği veya hediye aldığı veya o kimsenin ziyafetine gittiği zaman, adam tanıdık değil ve hali de kişinin nezdinde meçhulse ve saydığımız alâmetlerden herhangi biri de yoksa malın kendi elinde bulunması, onun mülkü olduğuna delâlet eder denilme ihtimali olabilirFakat bu delâletler zayıftırBöyle bir malı satın almak, kabul etmek ve yemek caizdir; terketmek ise takvadandırİhtimal ki, şöyle denilsin: 'malın adamın elinde bulunmasının onun mülkü olmasına delâlet etmesi zayıftırDiğer taraftan bu zayıf delile karşılık olarak bunun benzeri zayıf bir delil karşı çıkmış ve böylece şüphe uyandırmıştırO halde, onu tedkik ve tahkik etmeksizin kabullenmek, caiz değildir'Zaten biz de bunu tercih etmekteyiz ve bu şekilde fetva vermekteyiz; çünkü Hazret-i Peygamber 'Seni şüpheye düşüreni bırak; şüpheye düşürmeyene sarıl!' buyurmuşturBu hadîsin zâhiri, Hazret-i Peygamber'in şüpheli şeyleri bırakmayı emrettiğini ifade eder; her ne kadar bu emrin istihbabî bir emir olma ihtimali varsa da. . .

Çünkü Hazret-i Peygamber daha önce geçtiği gibi başka bir hadîsinde 'Günah, kalpleri şüphelendiren şeydir buyurmuşturBöyle bir mal ise, kalpte, inkâr edilemeyecek derecede şüphe uyandırırÜstelik de Hazret-i Peygamber malı getirene şöyle sormuştur: 'Getirdiğin zekât mıdır, yoksa hediye midir? Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk da hizmetçisine 'Bu sütü nereden getirdin?' diye sormuşturAynı soruyu Hazret-i Ömer de daha önce geçtiği gibi sormuşturBütün bu sualler, şüphe yerinde tevcih edilen suallerdirBunu takva üzerine hamletmek mümkün ise de, bu ancak hükmî bir kıyas ile olabilirKıyas ise, böyle bir malın helâl olduğuna şahidlik edemez; çünkü malın adamın elinde bulunması ve adamın da müslüman olması, yalnızca o malın kendisine ait olduğuna delâlet ederBöyle bir delile karşılık olarak, söylediğimiz deliller çıkıp şüphe uyandırdılar, Bu bakımdan deliller karşı karşıya gelip çarpıştığı zaman, malın ille de haram olmasına herhangi bir dayanak kalmaz.

Malın adamın elinde olmasının ve istishabın hükmü, herhangi bir alâmete dayanmayan bir şüphe ile terkedilemezŞöyle ki, bozulmuş bir suyun bu bozukluğunun orada uzun zaman durmasından ileri gelme ihtimali vardırAncak o suyun içine bir geyiğin işediğini görürsek bu bozulmanın ondan ileri gelme ihtimali de ortaya çıkarBöylece biz de istishabı (birşeyi eski durumunda bırakmayı) terkederizBizim bu istishabı terkedişimizle elimizdeki misal birbirlerine çok yakındırlarAncak bu delâletler arasında tefavüt ve ayrılık vardırÇünkü bıyıkların uzatılması, kebâ denilen elbisenin veya zâlimlerin yardımcılarının kıyafetinin giyilmesi de malı zulmen aldığına delâlet eder.

İlâhî nizama muhalif düşen fiil ve söze gelince; eğer bir mal ile zulmedilmekle ilgili iseler, bunlar da zâhir delil olurlarNitekim başkasının malını gasbetmeyi ve zulmetmeyi emrettiğini veya riba akdini yaptığını adamın kendisinden dinlediğimiz gibiAdamın öfkeli olduğu bir anda başkasına küfrettiğinin veya yanından geçen bir kadına devamlı olarak baktığının görülmesinin onun elindeki malın haram olmasına delâlet etmesi pek zayıftırÇünkü nice insan vardır ki, malı ararken kılı kırk yarar ve yalnızca helâl şeyleri kabul ederBununla beraber öfkelendiği zaman ve şehveti kabardığı an nefsine hâkim olamazBu bakımdan bu farka dikkat etmek gerekirBu durum, kolayca zabt u rapt altına alınamazO halde kul, böyle durumlarda kalbinden fetva istemelidirBen derim ki, bu durum meçhul bir kimsede görüldüğünde hükmü ayrıdırEğer Kur'ân okumasında, namaz ve abdestinde muttakî bilinen bir kimsede görüldüğünde de ayrı bir hükmü vardırMala nisbetle iki delil çarpıştığı zaman, ikisi de düşerKişi, durumu meçhul bir kimse gibi olur; zira iki delilden ikisi de malla özel olarak ilgili değildirMal hususunda takvaya kaçan nice kimseler vardır ki, başka hususlarda hiç de dikkatli davranmazlar ve yine namaz, abdest ve Kur'ân okumak hususunda iyi hareket eden nice kimseler vardır ki ele geçirdiklerini sormadan yutarlarBu bakımdan bu yerlerde hüküm, ancak kalbin doğruluğuna meylettiği şekildedirÇünkü bu, kul ile Allah arasında bulunan bir emirdirAllah'tan başka hiç kimsenin bilmediği gizli bir sebebe bağlı olması da uzak bir ihtimal değildirBu, kalbin elem duymasının hükmüdür. Sonra başka bir inceliğe dikkat etmelidir.

Bu delillerin delâleti, ancak malın çoğunun haram olduğuna delâlet etmesi halinde nazar-ı itibara alınırMeselâ, kişinin zâlimlere yardım eden askerlerden veya sultanın memurlarından olması veya matemlerde matem havasını idare etmek veya şarkı söylemek suretiyle para kazanan kadınlardan olmasıdırEğer delil, adamın malında haramın az olduğuna delâlet ederse, o vakit adamla herhangi bir iş yapan müslümana sormak, 'Bu mallar helâlinden midir, haramdan mıdır?' şeklinde izahat istemek farz olmazAncak böyle bir durumda sormak takvadan sayılır.

Üçüncü durum: Bir nevi tecrübe ve temas neticesinde durumun mâlûm olmasıdırŞöyle ki, malın helâl veya haram olmasının bilinmesini gerektirecek derecede bir temas ve deneme vardırMeselâ zâhirde adamın âdil, dindar ve salih bir kimse olduğunu bilmek gibi. . . Bu adamın, iç âleminde görünüşünden apayrı bir durumda olması mümkündürİşte böyle bir kişinin malını sormak gerekmez ve caiz de değildir; tıpkı durumu meçhul olan kimse bahsinde olduğu gibi. . . En uygunu; böyle bir durumda bu adamla her sahada çekinmeden alıp vermek ve muamelede bulunmaktırHatta böyle biri ile çekinmeden muamelede bulunmak, durumu meçhul bir kimsenin yemeğini çekinmeden yemekten daha doğru ve şüpheden de daha uzaktırÇünkü meçhul bir kimsenin yemeğini çekinmeden yemek, haram değil ise bile takvadan uzaktırSalih kimsenin yemeğini yemek ise, peygamberlerin ve velîlerin âdetidir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Sadece muttakîlerin yemeğini ye ve senin yemeğinden de sadece muttaki kimseler yesin.

Adamın zâlimlerin yardımcısı veya sesi, oyunu ve çalgısıyla kazanan biri veya faizci olduğu; heyetine, şekline, elbisesine bakmaya lüzum kalmaksızın, tecrübe ile bilindiği zaman şüphe yerinde olduğu gibi burada sormak da farz olup kaçınılmaz bir hale gelirHatta bu, şüphe yerinde sormaktan daha evlâdır.

14-14

II. Malın Durumu

Bu kaynakta şüphe, mal sahibinin durumuna değil, malın durumuna dayanırŞöyle ki, helâl ile haram birbirine karışmıştırMesela herhangi bir çarşı esnafının, çarşıya gelen birkaç yük gasp malından satın almaları gibi. . .

Bu durumda bu hâdisenin cereyan ettiği memlekette alıcıların, satın aldıkları malın durumunu sormaları farz değildirAncak satıcıların elindeki malın çoğunun haram olduğu anlaşılırsa sormak farz olurEğer malın en çoğu haram değilse, sormak farz olmaz; fakat takvadandırBüyük çarşılar memleket hükmünde gibidirMalın çoğu haram olmadığı takdirde sormanın ve tedkik etmenin farz olmadığının delili şudur: Ashâb-ı kirâm, pazarlarda riba parası, ganimetten çalınmış ve benzerleri paralar ve mallar bulunduğu halde alış-veriş yaparlar ve hiçbir akidde sormazlardıSatın aldığı malın durumunu sormak, pek nadir olarak ve sadece sahabenin bazılarında görülmüştürBu da muayyen şahıslar hakkında ve şüphe yerlerinde olurduAshâb-ı kirâm daha önceden müslümanlarla muharebe edip onların mallarını alan kâfirlerle savaşır ve bu savaştıkları kâfirlerin mallarını da ganimet olarak alırlardıBöylece ganimet olarak aldıkları malların daha önce müslümanlardan alınan mallar olması ihtimali vardırBöyle bir malın meccanen alınması bütün ulemanın ittifakıyla helâl değildirHatta İmâm-ı Şâfiî'ye göre, sahibine geri verilirEbû Hanîfe'ye göre sahibinin, fiyatını vererek onu geri alması daha evlâdırFakat buna rağmen ashâb-ı kirâmın böyle bir mal hususunda tedkikte bulundukları nakledilmiş değildir.

Hazret-i Ömer, Azerbaycan'a (oradaki orduya) şöyle yazmıştır: 'Siz murdar olmuş hayvanların da kesildiği bir memlekette bulunuyorsunuzBu bakımdan kesilen malı murdarından ayırdetmeye dikkat edin!'

Böylece Hazret-i Ömer, orada bulunan orduya bu hususta sormaya izin verip bunu emretmiştirFakat o malların karşılığı olan paraların nereden geldiğim sormayı emretmemiştir; çünkü o memlekette yaşayanların paralarının çoğu murdar hayvan derilerinin karşılığı değildir; her ne kadar orada murdar hayvan derileri satılmakta ve hatta satılan derilerin çoğu murdar hayvanların derileri ise de. . . İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Siz, kasaplarının çoğu ateşperest olan bir memlekette bulunuyorsunuzBu bakımdan kesilenle kesilmeyen hayvanı ayırdedin!'

İbn Mes'ûd, bu emriyle, sormayı çokluğa bağlamış olmaktadır.

Bu bölümün iyice anlaşılması için, birçok misaller vermek ve âdetlerde vukû bulan birçok meseleleri ortaya koymak gerekirBu bakımdan bu meseleleri ortaya koymaya çalışacağız:

I. Mesele

Muayyen bir şahıs vardır ki malına haram karışmıştırHerhangi bir dükkânda, gasbedilen yiyecek maddelerinin veya yağma edilen malların satılması; kadının, reisin, valinin veya fakîhin maaşının zâlim bir sultandan gelmesi gibiBu adamın babasından kendisine miras olarak kalan veya çiftçilikten, ticaretten elde ettiği veyahut sahih muamelelerle alış-veriş yaparak kazandığı bir miktar malı da vardırBu durumlarda, eğer kişinin malının çoğu haram ise, onun ziyafetinden yemek caiz olmadığı gibi hediyesini ve sadakasını da ancak tedkik ve teftişten sonra kabul edebilirEğer alınan malın, helâl bir yönden elde edilmiş olduğu anlaşılırsa alınır; aksi takdirde terkedilirEğer haram daha az ve malın haram olup olmadığında da şüphe varsa; böyle bir durumda biraz düşünmek gerekir; çünkü bu, iki rütbe arasında bir rütbedirBiz daha önceden 'Eğer kesilmiş bir hayvan meselâ on tane murdar hayvana karışsa hepsinin etini yemekten sakınmak farzdır' demiştikİşte bu mesele, bir taraftan tıpkı ona benzerŞöyle ki; tek kişinin malı mahsur ve sayılıdırHele malı sultanlarınki gibi çok değilse, sayılı oluşu daha da bariz bir şekil alırBu mesele, aynı zamanda o meseleye bir yönden de ters düşmektedirZira ölü hayvanın şu andaki varlığı yakînen bilinmektedirHelâl mala karışan haramınsa halihâzır da adamın elinden çıkmış olma ihtimali vardırEğer mal az ve haram kısmın el'an adamın elinde bulunduğu da kesinlikle bilinirse, bu mesele ile murdar olmuş hayvanlara karışan kesilmiş hayvanın meselesi bir olurEğer mal çok ve haram kısmın da el'an olmaması ihtimali varsa, bu durumda mesele murdar hayvanlara karışan kesilmiş hayvan meselesinden daha hafif olurFakat çarşılar ve memleketlerde benzeyiş vardırAncak murdar hayvanlar meselesi bu meseleden daha (ceza bakımından) şiddetlidir; çünkü orada muayyen bir şahsın malı olma meselesi vardırAsla şüphe edilmeyecek bir nokta vardır ki burada sakınmamak takvadan cidden pek uzaktırFâsıklık olduğunu düşünmekse adâlete ters düşer.

Bu durum, mânâ bakımından çözülmez ve girift bir durumdur; çünkü iki tarafta benzeyişler olması ve birinin diğerini çekip cezbetmesi ihtimali çok büyüktürNakil hususunda da çözülmezdir; çünkü sahabe-i güzînin ve tâbiîni kirâmın bu hususta rivâyet edilen imtinâ ve çekinmeleri kesin olarak haram olduğuna hamedilemezTakva üzerine hamledilmesi de imkân dâhilindedir ve burada haramı ifade eden bir nassa (kesin emre) da tesadüf edilmemektedirAshâb-ı kirâmın, böyle bir maldan yediklerine dair meselâ Ebû Hüreyre'nin, Muaviye'nin malını yemesi gibi rivâyetlere gelince, eğer yemek sahibinin elinde bulunan mal içerisinde haram olduğu bilindiği halde ashâb-ı kirâmın o maldan yemesi, ihtimal ki, tam tedkik yaptıktan ve yediği malın helâl bir kaynaktan geldiğine dair kanaat hasıl ettikten sonra olmuştur.

Fiillerin bu hususa delâlet etmeleri pek zayıftırMüteahhirîn-i ulemanın mezhepleri ise değişiktirHatta bazıları 'Eğer sultan bana birşey verirse onu çekinmeden alırım' demek suretiyle elindeki malın çoğu haram olan bir kimseden alınan malın, aynısı bilinmediği ve helâl olma ihtimali olduğu takdirde mübah olduğunu savunmuşlar ve delil olarak da selef-i sâlihînden bazılarının (sultanların malları bahsinde geleceği gibi) sultanlardan caizeler ve hediyeler almalarını göstermişlerdir.

Eğer haram kısım, malın en azıysa ve el'an mal sahibinin elinde bulunmama ihtimali de varsa, böyle bir maldan yemek haram değildirEğer yüzde yüz haram olan şeyin el'an mal içerisinde bulunduğu tahakkuk ederse tıpkı murdar hayvanların leşlerine karışan kesilmiş hayvanın meselesinde olduğu gibi bu mesele, hakkında ne diyeceğini bilemediğim ve müftüyü şaşırtacak şüpheli meselelerdendirÇünkü bu mesele, sayısı belli olanla belli olmayanın benzeyişi ve müşabeheti arasında dönen bir meseledir.

Kendisine süt emziren kadının, on kadınlı bir köyün kadınlarıyla karışması halinde kişinin bunlardan hiçbirini nikâhlamaya yanaşmaması ve bundan kaçınması farzdırEğer onbinlerce kadının bulunduğu bir memleketin kadınlarıyla karışmışsa, çekinmeden evlenebilirOn ile onbin arasında bir sürü sayı vardır.

Eğer ben, bunlar hakkında sorguya çekilirsem; bu, hakkında ne söyleyeceğimi bilemediğim bir mevzû olacaktırUlema bundan çok daha açık meselelerde dahi durmuşlar, olur veya olmaz dememişlerdirAhmed bHanbel'e 'Bir adam bir av hayvanına ok atar ve isabet alan hayvan da gidip başkasının arazisinde düşerse, acaba bu yaralı hayvan ok sahibinin midir, yoksa arazi sahibinin midir?' diye sorulduğunda 'Bilemem' demiştirAynı mesele hakkında birkaç defa müracaat edildiği halde İmâm-ı Ahmed 'Bilemem'den başka bir cevap vermemiştirBiz bunların çoğunu ilim bahsinde seleften nakletmiştikBu bakımdan müftü, bütün bu suretlerde hükmü idrâk edeceğinden ümidini kesmelidir.

İbn-i Mübârek'e, Basralı bir arkadaşı şöyle sorar:

- Sultanlarla alışveriş edenlerle alışveriş edebilir miyim?

- Eğer sultanlardan başkasıyla alışveriş etmiyorlarsa, onlarla alışveriş yapma! Yok eğer hem sultanlarla ve hem de başkalarıyla alışveriş ediyorlarsa onlarla alışveriş yapabilirsin.

Bu fetva, elinde bulunan malın azı haram veya şüpheli olan kimselerle muamelede bulunmanın müsamahalı olduğuna delâlet ederYine malın çoğunun haram olması halinde de müsamaha etme ihtimali vardırKısacası, ashâb-ı kirâm kasaplarla, fırıncı ve tüccarlarla fâsid akid yaptıkları veya sultan ile bir defa muamelede bulundukları için muamelelerini tamamıyla terketmemişlerdirBunu takdir etmek ise gayet zordurMesele esasında oldukça problemlidir.

Soru: Hazret-i Ali sultandan mal almaya ruhsat vererek 'Sultanın sana verdiğini al; o sana helâlinden verir; çünkü onun malında, helâlinden alınan, haramdan alınandan daha fazladır' buyurmuşturİbn Mes'ûd'a 'Benim bir komşum varKendisini kötü olarak tanırımBazen bizi dâvet ediyor. (Biz de komşuluk sebebiyle icabet ediyoruz) Bazen de muhtaç olup kendisinden borç para alıyoruzNe dersiniz?' diye sorulduğunda, şöyle buyurmuştur: 'Seni çağırdığı zaman dâvetine icabet etMuhtaç olduğun zaman kendisinden borç para alabilirsin; çünkü bunda senin için kolaylık, onun içinse günah vardır'Selman-ı Fârisî de buna benzer bir fetva vermiştir, Hazret-i Ali, sultanın malının çoğu helâl olduğu için alınmasına ruhsat vermiştirİbn Mes'ûd da işaret yoluyla 'O bildiği için mesul ve günahkâr olur; sen de bilmediğin için âfiyetle yiyebilirsin' demek suretiyle illete temas etmiştirRivâyet edildiğine göre adamın biri İbn Mes'ûd'a gelerek 'Faiz yiyen bir komşumuz bizi yemeğe davet ediyorOnun davetine icabet edelim mi?' diye sorarİbn Mes'ûd da 'Evet!' cevabını verirİmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Mâlik de mallarına haram karıştığını bilmekle beraber halifelerin ve sultanların hediyelerini kabul etmişlerdir.

CevapHazret-i Ali'den nakledilen yukarıdaki rivâyet, onun tam bu söylenenin aksiyle şöhret bulmuş olan takvasına zıt düşmektedirÇünkü Hazret-i Ali, devlet hazinesinden mal almaktan imtina ettiği için kılıcını satmaya mecbur kalmış bir zattırOnun gusül zamanında giyebileceği bir iç gömleğinden başka bir elbisesi yoktuBen bunu söylemekle, Hazret-i Ali'nin yukarıdaki ruhsatının, böyle bir malın alınmasının caiz oluşuna açık bir ruhsat olduğunu, fiilininse takvaya hamledilmesinin muhtemel olduğunu inkâr etmiyorumFakat eğer Hazret-i Ali'nin böyle dediği doğru ise, sultanın malının başka bir hükmü vardır; çünkü sultanın malı çokluk hükmüyle nerde ise hasr altına alınmaz bir mala (hüküm bakımından) yaklaşmaktadırBunun tafsilâtı ileride gelecektirAynı şekilde İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Mâlik'in yaptıkları da, sultan malıyla ilgilidirBunların hükmü de ileride gelecektirBiz ise burada fertlerin haklarından bahsediyoruzFertlerin malları ise, hasra (adedinin belli olmasına) yakındır.

İbn Mes'ûd'un sözüne gelince, onun bu sözünü sadece Cevvab et-Teymî nakletmiştir ki bu zatın hıfzı zayıftırKendisinden nakledilen meşhur rivâyete göre, İbn Mes'ûd şüphelilerden kaçınırdıŞöyle ki; o "Sakın hiçbiriniz 'Ben Allah'tan korkuyorum, bunun yanısıra O'nun rahmetinden de ümidimi kesmiyorum' demekle iktifa etmesin; çünkü helâl de haram da apaçıktırBu ikisi arasında şüpheli birtakım işler vardırBu bakımdan seni şüpheye düşüreni bırak, düşürmeyeni yap!" derdiYine İbn Mes'ûd şöyle buyurmuştur: 'Kalbinizi rahatsız eden şeylerden kaçının; çünkü onlarda günah vardır'.

Soru: Siz neden 'malın çoğu haram olduğu zaman o maldan almak caiz değildir' dediniz? Oysa o maldan alınan şeyin haram olduğuna özel olarak delâlet eden bir alâmet de yokturElde bulunmak ise sahibinin mülkiyetine delâlet ederBunun için de, bu maldan çalan kimsenin eli kesilirMalın çoğunun haram olması, böyle bir zannı, ayn hakkında değil, aksine o zamandaki malların umumu hakkında gerektirir.

Bu bakımdan buradaki hüküm, çarşıların çamuru hakkındaki ve çoğu haram olduğu halde sayısı belli olmayan bir mal ile karışma hakkındaki zann-ı galib gibi olsunBu hükmün doğruluğuna 'Seni şüpheye düşüreni bırak, düşürmeyeni yap' hadîsinin umumî oluşunu delil göstermek doğru değildir; çünkü ulemânın ittifakıyla bu hadîs-i şerîf, umumî değil, bilakis bazı yerlere mahsusturŞöyle ki, mülkün kendisinde şüphelenmeyi gerektiren bir alâmet vardır; yani az olan bir mal, sayısı belli olamayan bir mala karışmıştırBöyle olması, şüpheyi icab ettirirBuna rağmen siz haram olmadığını kesinlikle ifade ettiniz. . .

Cevap: Malın elde bulunması, istishab gibi zayıf bir delildir ve ancak kuvvetli bir delil ile muâraza etmediği takdirde tesirli olurBu bakımdan helâl ile haramın karıştığını ve karışan haramın el'an mevcut olduğunu kesinlikle bildiğimiz; malın o haramdan hali olmayıp çoğunun haram olduğunu kesinlikle anladığımız vakit ki bu da muayyen ve malının sayısı belli olan bir şahıs hakkında sabittir elin isteğinden yüz çevirmek, yani elde bulunması helâl olduğunu gösterir demeyip onunla muameleyi bırakmak vacib olur.

Eğer Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüpheye düşüreni bırak, şüphesiz olanı yap' hadîs-i şerîfi buna da hamledilmezse, artık hamledilecek hiçbir yer kalmazÇünkü bu hadîsin, sayısı belli olmayan bir helâle karışan az haram üzerine hamledilmesi mümkün değildirZira bu şekildeki mal Hazret-i Peygamber zamanında da mevcuttuOysa o alış verişi ve ziyafetleri terketmemiştirHülâsa, hadîs hangi mevzua hamledilirse edilsin, her hâlukârda yukarıdaki sûret, hadîsin mânâsına dahildirHadîsteki yasağı tenzih üzerine hamletmek ise muteber bir kıyas olmadığı halde hadîsi zahirinden uzaklaştırmak demektir; çünkü böyle bir malın haram olması, alâmetlerin ve istishabm kıyasından uzak değildirZannın oluşmasında çokluğun tesiri olduğu gibi, malın miktarının belli olmasının da tesiri vardırBurada ise bu iki tesir ve etki eden diğer sebepler biraraya gelmişlerdirHatta Ebû Hanîfe 'Temiz olan fazla olmadıkça, kaplar meselesinde sakın ictihad etme!' buyurmuşturİşte görüldüğü gibi, Ebû Hanîfe, istishab ile ictihad'ın birleştirilmesini alâmet ve çokluktan gelen kuvvet ile şartlandırmıştır'Kişi istediği kabı ictihadsız olarak ve yalnızca istishaba dayanarak alabilir' diyen kimse, bu kaplardan içmeyi de caiz görürBu sözü söyleyenin aynı zamanda malın sadece elde bulunmak alâmetiyle caiz olmasını da kabul etmesi gerekirOysa bu kaide, su ile iltibas edilen bevl (sidik) meselesinde geçerli olmaz; çünkü orada istishab yokturBiz bu kaideyi, kesilmiş hayvanlarla karışıp onlara benzeyen murdar hayvan meselesinde de devamlı bir kıyas olarak ileri süremeyizÇünkü murdar olan hayvanda istishab yokturEl ise, onun murdar olmamasına delâlet etmezFakat mübah yemekte el, onun mülk olduğuna delâlet eder.

Bu bakımdan burada dört mütaallâk vardır:

1İstishab

2Karışılmışın az veya çok olması

3Karışılmışın mahsur (adedi belli) veya geniş olması

4İctihad yapılabilmesi için şeyin aynısında (kendisinde) özel bir alâmetin bulunması

Bu bakımdan bu dört şeyin toplamından gâfil olan kimse çoğu zaman yanlışlık yapar! Birçok meseleleri, aralarında benzerlik olmadığı halde başka meselelere benzetir, O halde bizim söylediklerimizden şu hakîkat meydana çıkar:

Bir şahsın karışık malının ya en çoğu ya da en azı haram olacaktırBu iki ihtimalin her biri ya yakînen bilinecek veya bir alâmetten yahut da herhangi bir vehimden doğan bir zann ile bilinecektirBu bakımdan şu iki yerde sormak farzdır: Haramın a) kesinlikle, b) zann ile çok olduğu bilinirse, mesela malının tamamının ganimetten gelme ihtimali bulunan ve durumu meçhul olan bir Türk'ü gördüğü zaman. . . 70 Eğer malının en azının haram olduğu yakînen bilinirse, burası tevakkuf yeri olurSelef-i sâlihînin çoğunun sîreti ve hallerin zarureti ruhsata meyletmeyi işaret ederDiğer üç kısma gelince; bunlarda sormak asla ve kat'a farz değildir.

II. Mesele

Eline zâlim bir sultandan aldığı haram bir maaşın veya başka bir haram kaynaktan gelen bir malın geçtiğini bildiği ve o haram malın şu anda elinde bulunup bulunmadığını bilmediği bir kimsenin yemeğinden yiyebilirBu hususta tedkik ve teftişte bulunması gerekmezAncak böyle bir mal hususunda tedkik yapmak takvadandırEğer o haram maldan birşeyin kaldığını biliyor, fakat bunun, malın en azını mı yoksa en çoğunu mu teşkil ettiğini bilmiyorsa, haram kısmın, malın en azı olduğunu kabul ederek o yemekten yiyebilirDaha önce de en azı haram olduğu takdirde durumun müşkil olduğunu beyan etmiştikBu ise ona yakın bir meseledir.

III. Mesele

Vasiyetlerin, evkaf veya hayırların mütevellisi olan bir kimsenin elinde iki mal varsa, o da gereken sıfatlara sahip olmadığı için onların birisinde hak sahibi fakat diğerinde değilse, acaba böyle bir kimsenin vakıf sahibi tarafından kendisine teslim edilen malı alabilme yetkisi var mıdır? İşte bu hususta düşünmek gerekirEğer o sıfat (o maldan yemeyi gerektiren nitelik) , onun (mütevellinin) bildiği açık bir sıfatsa ve kendisi de zâhirde âdil bir kimse ise, mütevelli o malı tedkik etmeksizin alabilirÇünkü mütevelliye ancak müstahak olduğu maldan verilir, mütevelli de ancak o maldan sarfederEğer o malın mütevelliye verilmesini gerektiren sıfat ve nitelik gizliyse; mütevelli de helâl ile haramı karıştıran ve yaptıklarına dikkat etmeyen bir kimse olarak biliniyorsa, o zaman tedkik etmek ve sormak gerekirÇünkü burada mülkiyet ve istishab yoktur ki, ona itimad edilsin.

Bu tıpkı Hazret-i Peygamber'in sadaka ve hediyeyi sorup, bunlar hususunda tereddüt etmesine benzerÇünkü el, hediyeyi sadakadan ayırmazİstishab da yokturBu bakımdan burada ancak sormak ve tedkik etmek kurtarırMadem ki biz, meçhul bir mal hakkında sormayı iskat edip, tedkik gerekmez dedik, o halde mal bir kişinin elinde bulunduğu ve o da müslüman olduğu zaman da sormayı iskat etmiş oldukHatta kişinin, müslüman olduğunu bilmediği ve ateşperest olma ihtimalinin de sözkonusu olduğu bir insanın kestiği hayvanın etinden, onun (kesenin) müslüman olduğunu bilmedikçe alması caiz değildirÇünkü el (bir kişinin elinde bulunması) , ölü hayvanın murdar olmadığına, kişinin sureti de, onun müslümanlığma delâlet etmezAncak o memleketin ahâlisinin çoğu müslüman ise, üzerinde küfür alâmeti bulunmayan bir kimsenin müslüman olduğunu zannetmek caizdir; her ne kadar yanılmak mümkün ise de. . .

Bu bakımdan el ve durumun şahidliğinin geçerli olduğu yerlerle geçerli olmadığı yerleri karıştırmamak gerekir.

IV. Mesele

Kişi, içerisinde gasbedilen evlerin bulunduğunu bildiği bir şehirden ev satın alabilirÇünkü gasbedilen evler, sayısı belli olmayan evlerle karışmıştırAncak burada sormak, ihtiyat ve takvaya daha uygundurEğer bir sokakta on ev varsa ve içlerinden birisi gasb veya vakfedilmişse onu ayırdetmeksizin o on evden birisini satın alması caiz değildirBu durumda tedkik etmek farz olurKişi, içerisinde muayyen mezheplerin sâliklerine vakfedilmiş hanlar ve imarethanelerin bulunduğu bir şehre girdiğinde eğer kendisi de o mezheplerden birisinin sâliki ise, istediği evde oturamazAncak kendi mezhebinin sâliklerine vakfedilen bir evde oturabilirAma aynı memleketin vakfından sormaksızın yiyebilir; çünkü mezheplere göre vakfedilen evlerin karışması, adedi belli olan şeylerin karışmasıdırBu bakımdan mutlaka kendi mezhebine vakfedileni diğerlerinden ayırması gerekirMübhem olsa bile hemen rastgele yerde konaklayamaz; çünkü herhangi bir şehirde medrese, tekke ve imaretlerin adedi muhakkak bellidir ve olması da lâzımdır. . .

V. Mesele

Tedkik ve teftişin takvadan olduğunu söylediğimiz durumlarda, yemek veya mal sahibinin öfkelenmeyeceğinden emin olmadığı takdirde sormamalıdırAncak malının en çoğunun haram olduğu sabit olursa, tedkiki ve sormayı farz görürüzBöyle bir durumda mal sahibinin öfkelenip öfkelenmemesine aldırmaksızın sormalıdırHatta zâlimi bundan daha fazlasıyla tâciz etmek gerekirZaten bu gibi kimseler çoğu zaman sormaktan da öfkelenmezlerMalı, adamın vekilinin, hizmetçisinin, talebesinin veya gözetimi altında bulunan aile efradının bir ferdinden alıyorsa, şüpheye düştüğü takdirde onun durumunu sorabilirÇünkü bunlar, onun sualinden öfkelenmezlerBir de, onlara helâlin yolunu göstermek için sorması gerekir.

Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk hizmetçisine, Hazret-i Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kimseye bunun kaynağını sormuştur.

Yine Hazret-i Ömer, Bahreyn'e vali olarak atadığı Ebû Hüreyre'ye 'Allah sana rahmet eylesin! Bu malın tamamı helâl midir?' buyurmuştur.

Hazret-i Ali de şöyle buyurmuştur: 'Allah nezdinde, devlet başkanının adâlet ve şefkatinden daha sevimli birşey olmadığı gibi, onun zulmünden ve katılığından da daha menfur birşey yoktur'.

VI. Mesele

Hâris bEsed el-Muhasibî şöyle buyurmuştur:

Eğer kişinin bir dostu veya kardeşi olur ve kendisine sorduğunda öfkelenmeyeceğinden emin bulunursa takva için ona malının durumunu sormamalıdırÇünkü bazen bilmediği yeni şeyler meydana çıkıp o adamın perdesinin yırtılmasına; perdenin yırtılması da birbirlerine buğzetmeye sebep olabilir.

Hâris el-Muhasibî'nin bu sözleri çok güzeldir; çünkü sormak farzdan değil, takvadan geliyorsa böyle durumlarda takva, adamın perdesini yırtmaktan sakınmaktırAdamın kin ve nefretini kabartmamak, takvaya riayet etmemekten daha ehvendirHâris el-Muhasibî bu sözlerine şunları da eklemiştir:

Eğer dostunun veya kardeşinin malının bir kısmı hakkında şüpheye düşerse yine sormaması; bilakis 'O bana malın helâlinden yedirir ve beni korur' zannında bulunması gerekirEğer buna rağmen kalbi mutmain olmazsa, yemekten, ince ve zarif bir şekilde kaçınsın; yemekten imtina etsin, adamın perdesini, sormak suretiyle yırtmasın. . .

Muhasibi şöyle devam eder: 'Çünkü ben ulemadan bunun aksini yapan bir kimseyi görmedim'Bu bakımdan şöhret bulmuş zühd ve takvasına rağmen Hâris el-Muhasibî'den böyle birşeyin sâdır olması delâlet eder ki, mala az haramın katılması halinde müsamaha göstermek caizdir; ancak bu hüküm tevehhüm ve zann anında böyledirTahakkuk anında (yani mal'a kesinlikle haram katıldığı bilindiğinde) ise mesele değişirÇünkü şüphe mânâsına gelen rebeh kelimesi tevehhüme delâlet eder; yakîni icab ve ifade etmezBu bakımdan sorma anında bütün bu incelikler nazar-ı itibara alınsın.

VII. Mesele

İtiraz: Malının bir kısmı haram olan kimseden sormanın ne faydası vardır? Oysa haram malı helâl sayan kimse çoğu zaman yalan söylerBu bakımdan onun emin olduğuna güvenilirse helâl hususundaki dindarlığına da güvenilsin?

Cevap: Malına haram katıldığı bilinen, ziyafetinde hazır bulunmanda veya hediyesini kabul etmende bir gayesi olan kimsenin sözüne itimad edilemezBu bakımdan ona sormakta da hiçbir fayda olmazO halde onun malının helâl olup olmaması hususu kendisinden değil, başkasından sorulmalıdırSatıcı olduğu ve kâr için alış-verişinin teşvikini istediği zaman da durum böyledirOnun 'Bu mal helâldir' demesine güvenilmez ve kendisine, 'Bu mal haram mıdır, değil midir?' diye sormanın da hiçbir faydası yokturBöyle bir malın durumu başkasından sorulurMal sahibi itham edilmiş bir kimse değilse, kendisinden malının durumu sorulabilirMalın mütevellisine 'Bu malı hangi cihetten alıyorsun?' diye sorulduğu veya Hazret-i Peygamber'in kendisine mal getiren kişiye 'Bu mal hediye midir, yoksa sadaka mıdır?' diye sorduğu gibi. . . .

Zira böyle bir sual, mal sahibini rahatsız etmediği gibi, soranı da itham etmezAynı şekilde adamı helâl kazancın yolunu bilmemekle itham ettiği ve doğru kazancın yolunu gösterdiği zaman da bu söylediklerinden ötürü itham edilemez.

Adamın kazanç yolunu bilmek için, onun kölesinden ve hizmetçisinden de sormalıdır; çünkü burada sormak fayda verirMal sahibi itham edilen bir kimse olduğu zaman onun durumunu başkasından sormalıdırSorularına âdil bir kimse cevap verirse, onun sözünü kabul etmelidirEğer fâsık bir kimse cevap verirse ve halinden de yalan söylemediği anlaşılırsa; yani yalan söylemek için hiçbir gaye ve garazı (sebebi) yoksa onun sözünü de kabul etmek caiz olurÇünkü fâsıklık onunla Allah arasında bir durumdurOndan istenilen, nefsinin şâyân-ı itimad olmasıdırBazen fâsığın sözünden gelen güven, birtakım ahvalde âdilin sözünden temin edilemezHer fâsık yalan söyler diye bir kaide olmadığı gibi, zahirde adil görünen herkes de doğru söyler diye bir kaide de yokturŞâhidliğin geçerli olmasının zâhirî adâlete bağlanması, ancak zaruretten ötürüdür; çünkü insanların iç âlemlerine muttalî olunamazKaldı ki, Ebû Hanîfe fâsığın şâhidliğini kabul etmiştirNice şahıs vardır ki, kendisini tanır ve günah işlediğini bilirsin; fakat herhangi birşey hakkında sana haber verdiğinde ona güvenirsinAynı şekilde güvenilir olarak bildiğin ve erginliğe yaklaşmış bir çocuğun haber vermesi de güvenmeyi gerektirir ve sözüne itimad edilirHali hiç bilinmeyen bir meçhul haber verdiği zaman, biz böyle bir kimsenin elinden yemenin caiz olduğunu daha önce zikretmiştik; çünkü malın elinde bulunması, zâhirde mülkün kendisine ait olduğuna delâlet eder.

Çoğu zaman, zâhirde müslüman olması kişinin doğruluğuna delâlet eder; fakat bu söz üzerinde biraz düşünmek gerekirAma böyle bir kimsenin sözü nefiste, az da olsa mutlaka bir tesir bırakırHatta bu tipten bir cemaatin bir araya gelmesi kuvvetli bir zannı ifade ederAncak cemaatten bir tek kişinin sözü gayet zayıf bir tesir bırakırBu bakımdan onun kalpteki tesirinin haddine bakılmalıdır; çünkü böyle durumlarda asıl fetvayı veren kalptirKalbin, ibarelere sığmayacak kadar gizli karinelere iltifatı vardırO halde kalp hakkında engin düşünmelidirKalbe iltifat etmenin farz olmasına, Ukbe bHâris'ten gelen şu rivâyet delâlet etmektedir: Bu zat Hazret-i Peygambere gelerek şöyle der: "Ben bir kadınla evlendim. Sonra siyah bir cariye gelip 'İkinizi bir arada emzirdim' dediOysa o kadın (cariye) yalancının biridir"Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'O halde evlendiğin kadını bırak; ondan ayrıl!' der Ukbe bu sözü söyleyen kadının kıymetini gözden düşürmek üzere 'Ama o siyah bir kadın?' derO zaman Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: 'Nasıl olur? O ikinizi bir arada emzirdiğini iddia etmiyor mu? O halde artık eşinde senin için hayır yokturOnu bırak'Başka bir ibare şöyledir: 'Nasıl olur? Oysa bu söz söylenilmiştir!'

Meçhul kimsenin yalanı bilinmedikçe ve sözünde herhangi bir gaye güttüğüne dair bir emare görülmedikçe onun sözü şüphesiz ki kalbe tesir ederİşte bunun içindir ki bu durumda sakınmak daha ihtiyatlı olurEğer kalp onun sözüne tam olarak güvenirse, o zaman sakınmak farz olur.

VIII. Mesele

Sormanın farz olduğu yerde iki âdilin ifadeleri çelişirse, ikisinin de şâhidlikleri itibardan düşerİki fâsığın şâhidliği de böyledirKişinin kalbinde âdillerden veya fâsıklardan birinin kavlinin daha racih ve kuvvetli gelmesi; yani çoklukla veya mârifet ve denemeden gelen özellikle taraflardan birisinin tercihi caizdirBu mesele, tasviri çeşitli dallara ayrılan bir meseledir.

IX. Mesele

Başkasına mahsus bir mal yağma edildiği zaman herhangi bir insanın elinde o mal çeşidinden görülüp satın alınmak istenildiğinde, onun gasbedilen maldan olmaması muhtemel ise (dikkat edilir) ve satan kişi de salih bir kimse olarak biliniyorsa, ondan satın almak caizdirAncak almamak takvadandırEğer satan kişinin durumu meçhul ve ahvali alıcı tarafından bilinmiyorsa o zaman dikkat edilir; eğer o mal, yağma edilmiş mal çeşidinden olmasına rağmen aynı maldan piyasada çok bulunuyorsa, müşteri onu tereddüt etmeksizin alabilirEğer o mal o bölgede az bulunuyor ve piyasada çok bulunması da yağma edilen mallardan ileri geliyorsa o zaman ortaya adamın elinde bulunmasına karşılık olarak malın şeklinden ve nev'inden özel bir alâmet çıkmış olur; yani bu özel alâmet, elinde bulunmasıyla tezat teşkil ederBu bakımdan onu almaktan kaçınmak, mühimsenecek derecede takvadandırFakat alınmamasının farz olduğu hususunda duraklamak gerekir; çünkü özel alâmet, başka bir delil ile çarpışmaktadırBen bu hususta herhangi bir hüküm vermeye muktedir değilimBu meseleyi fetva isteyenin kalbine ve vicdanına havale etmekle yetiniyorum ki fetva isteyen, nefsinde hangi tarafın daha kuvvetli olduğunu düşünsünEğer en kuvvetlisi, bu satılan malın yağma edilmiş maldan olduğu şeklinde ise, onu terketmek gerekir; diğer şekilde onu satın almak, kendisi için helâl olurBu hâdiselerin çoğu hakkında hüküm vermek müşkildirBu bakımdan bu mesele birçok insan tarafından bilinmeyen şüpheli meselelerdendirBu meselelerden sakınan bir kimse, hem namusunu, hem de dinini korumuş olur! Bu meselelere uluorta dalan kimse ise, korunun etrafında gezip nefsini tehlikelere atmış olur!

X. Mesele

Soru: Hazret-i Peygamber kendisine takdim edilen sütün durumunu sorduKendisine sütün bir koyundan alındığı söylendiğinde de koyunun nereden geldiğini sorduKoyunun menşei de söylendikten sonra sormaktan vazgeçtiBu duruma göre malın kaynağını sormak gerekmez mi? Eğer kaynağını sormak gerekirse, acaba bir göbek geçmişini mi yoksa iki veya üç göbek geçmişini mi sormak gerekir? Bu husustaki genel kaide nedir?

Cevap:Burada herhangi bir genel kaide, tahdid ve takdir yokturSuale sebep olan şüpheye bakılır; bu şüphe suali ya farz kılar veya takva yönünden gerektirirSualin sonucu ancak kendisini gerektiren şüphenin sona ermesine bağlıdır; yani şüphe nerede sona ererse, sual de orada kesilirBu da durumların değişmesiyle değişirEğer töhmet ve şüphe, mal sahibinin helâl kazanç yolunun bilinmemesinden neş'et ediyorsa, o vakit dikkat edilirMal sahibi 'Ben bu malı satın aldım' dediğinde bir sualle iktifa edilirEğer 'O benim koyunumdandır' derse o zaman koyunu hakkında şüphe vârid olur'Ben o koyunu satın aldım' dediğinde sual yine kesilir.

Eğer şüphe zulümden kaynaklanıyorsa ki bu da göçebe Arapların elinde bulunan mallarda vardırGaspedilen mal, onların ellerinde üremek suretiyle çoğalır, bu durumda kişinin 'O benim koyunumdandır' veya 'O koyunu benim koyunum doğurdu' demesiyle şüphe sona ermezAncak babasından kalan mirasa dayanır ve babasının hali de bizce mâlûm değilse, o zaman sorma sona ererEğer babasının malının tamamının haram olduğu bilinirse, o zaman bunun da haram olduğu gün gibi âşikâr olurBabasının malının çoğunun haram olduğu bilinirse, çok üremesi, zamanın değişmesi ve mirasın el değiştirmesi bu hükmü değiştirmezBu bakımdan bu mânâlara dikkat edilmelidir.

XI. Mesele

Bana, sûfîlere mahsus tekkede duran bir cemaatin durumu sorulduOnlara yemek veren görevlilerin elinde bu tekkeye ve başka cihetlere vakfedilen çeşitli vakıf malları vardırBu kişiler bütün bu vakıf mallarını karıştırıp sözkonusu tekkede oturan sûfîlere ve öbür taraftaki insanlara yedirir.

Bu sûfîlerin o hizmetçinin yemeğini yemeleri helâl mi, haram mı veya şüpheli mi?

Cevap olarak dedik ki: Bu hüküm yedi asıl etrafında döner:

1. Asıl

Bu sûfîlere takdim edilen yemeği, çoğunlukla hizmetçi (görevli) alış-verişte kullanılması gereken tabirleri (sattım, satın aldım) kullanmaksızın sadece örf ve adet yoluyla satın alırBiz daha önce tercih ettiğimiz fetvaya göre, bu şekildeki bir alışverişin sahih olduğunu söylemiştik; özellikle de yiyecek maddeleri ve ehven sayılan şeylerde. . . Bu bakımdan burada ancak ihtilâf şüphesi vardır.

2. Asıl

Hizmetçi (görevli) bu yemeği haram malın kendisiyle mi satın alıyor yoksa borca mı alıyor? Bu duruma dikkat etmek gerekirEğer hizmetçi bu yiyecek maddelerini haram malın kendisiyle satın alıyorsa yemeği haramdır! Yani sûfîler, o yemekten yememelidirlerEğer hizmetçinin satın aldığı şekil bilinmezse, genellikle hizmetçi bunu borca alıyor diye düşünülecektirBu galip zanna sarılmak caizdirBu durumda o yemeğin haram olması değil; aksine uzak bir ihtimal olarak şüpheli olması sözkonusu olurBu uzak ihtimal de, onu haram malın kendisiyle satın alma ihtimalidir.

3. Asıl

Hizmetçinin (görevlinin) o malı nereden satın aldığına dikkat etmek gerekir: Eğer hizmetçi onu, malının çoğu haram olan kimseden satın alıyorsa, yemek caiz değildirYok eğer satın aldığı kimsenin malının azı haramsa, daha önce geçtiği gibi bu durumda biraz duraklamak gerekirMalı satanın durumu bilinmediği zaman 'Hizmetçi bu malı helâlinden satın almıştır' veya 'Durumu meçhul olan şahıs gibi, hali yakînen bilinmeyen bir kimseden satın almıştır' diyerek yemesi caiz olurDaha önce de durumu meçhul olan bir kimseden herhangi bir malın alınmasının caiz olduğu hükmü geçmişti; çünkü meçhul kimsenin malının helâl olması galiptirBu bakımdan bundan da haramlık değil, bilakis şüpheli bir ihtimal doğar.

4. Asıl

Hizmetçinin (görevlinin) satın aldığı malı, kendisine mi yoksa tekkehanedeki sûfîlere mi satın aldığına dikkat etmek gerekir; çünkü vakfın mütevellisi ve hizmetçisi, vakfedenin vekili gibidirKendi nefsine de, vakıf sahibine de satın alabilirBu, ancak niyetle veya açık ibare ile mümkündürEğer alış-veriş mutad şeklinde (ibaresiz bir şekilde örf ve adete dayanarak) yapılıyorsa, elbetteki burada lâfız cereyan etmez ve büyük bir ihtimalle adam mutad şeklinde satın aldığı zaman niyet etmezKasap, fırıncı ve onunla muamelede bulunan diğer kimseler de ona güvenip alış-verişi onunla yaparlar; tekkede hazır olanlardan değil. . . Bu bakımdan onun cihetinden bu alış-verişi yapılmış olup, alanın mülküne dahil olur, Bu dördüncü asılda malın haram veya şüpheli olması diye birşey sözkonusu değildirAncak onların hizmetçinin mülkünden ve malından yedikleri sabit olmuş olur.

5. Asıl

Hizmetçi (görevli) onlara yemeği takdim eder; fakat bu yemeği, onun karşılıksız ziyafeti veya hediyesi telâkki etmek mümkün değildir; çünkü hizmetçi buna razı değildirHizmetçi, bu yemeği ancak vakıfta bulunan karşılığına güvenerek takdim ederBu bakımdan bu yemek karşılıklı olarak verilirFakat bu ne satış ve ne de karz (borç verme) olabilir; çünkü hizmetçi kalkıp bunlardan yemeğin parasını istese, tahsil etmesi çok uzak bir ihtimaldirZaten halin karinesi de buna delâlet etmezBu bakımdan bu durumda en uygun asıl, sevap (ivez) kazanmak amacıyla hibe etmektirBununla, konuşmadığı halde halinin karinesi sevap umduğuna delâlet eden bir şahıstan gelen hediyeyi kastediyorumBu sahihtirSevap da lâzımdır ve bu tür hediyeden ayrılmazBurada ise, hizmetçi onlara takdim ettiği yemekten sevap ummazO ancak vakıftan alınan haklarını ummaktadır ki bunlarla fırıncıya, kasaba ve bakkala olan borçlarını ödemiş olsunBunun böyle olduğunda hiç şüphe yokturÇünkü lâfız, yemeğin takdiminde şart olmadığı gibi, kendisinden sevap beklenen hediyede de şart değildirVerilen hediyeden sevap ummayı doğru bulmayan kimsenin fetvasına kulak asılmaz.

6. Asıl

Burada gereken sevap (ivez) ve karşılık hakkında ihtilâf vardır; bazıları, mal sayılan en az şey kadardır; bazıları da kıymetinin tam karşılığıdır demişlerdir. Bazıları ise hibe edenin razı olduğu kadardır demiştirHatta hibe eden kıymetin birkaç misline dahi razı olmayabilirDoğru fetvaya göre bu, hibe edenin rızasına tâbidir; razı olmazsa kendisine iade edilirBu meselede hizmetçi, tekkede duranların vakıftaki haklarını almakla razı olmuşturEğer onların hakları yediklerine denk gelirse, mesele tamamdırEksikse ve hizmetçi de eksikliğine rağmen ona razı olmuşsa, yine sıhhatli olurEğer hizmetçinin başka bir vakfın elinde bulunan bir malı bu tekkede bulunanlar yüzünden aldığı için razı olduğu ve bu olmadığı takdirde yalnızca onların haklarına razı olmayacağı anlaşıldığı zaman, hizmetçi âdeta sevap hususunda bir kısmı haram, diğer kısmı helâl bir miktara razı olmuş olurHaram ise, tekkede duranların eline girmemiş farzedilecektirBu tıpkı mal bahsinde ortaya çıkan helâl gibidirBiz bunun hükmünü daha önce zikretmiştikMalın ne zaman haram olduğunu ve ne zaman şüpheyi gerektirdiğini de beyan etmiştikBu durum, daha önce tafsilâtıyla söylediğimiz gibi, malın haram olmasını icab ettirmezBu bakımdan verildiği kimse kendisi vasıtasıyla haramı elde ettiği için hediye haram olmaz, harama dönüşmez.

7. Asıl

Hizmetçi (görevli) fırıncının, kasabın ve bakkalın borcunu iki vakfın hasılatından öderEğer tekkede oturan sûfîlerin hakkı onlara yedirdiklerinden azsa, kasapla fırıncı da ister haram isterse helâl olsun verilen herhangi bir paraya razı olurlarsa, bu bir eksikliktir ve yenilen şeyin borcuna ârız olmuşturBu bakımdan borca satın alma hususunda daha önce zikrettiğimiz hükme, sonra da bedelini haramdan verme bahsine bakılmalıdırBütün bunlar, onun, borcunu haramdan ödediği bilindiği zaman böyledirEğer bu da, bunun tersi de ihtimal dahilinde ise, o zaman şüphe daha da uzaklaşırSonuç olarak bu yemeğin yenilmesi haram değildir; fakat şüphelidirŞüpheli yemek ise, takvadan uzaktır; çünkü bu esaslar çoğaldığı ve her birine bir ihtimal ârız olduğu zaman, nefiste haram ihtimali çokluğu yüzünden daha kuvvetlenir; tıpkı senedi uzadığı zaman, hadîsin yalan ve yanlış olma ihtimalinin daha da kuvvetlendiği gibiSenedi pek uzun olmayan bir hadîs hiç de böyle değildirİşte hâdisenin hükmü budur ve bunlar fetva ile alâkalı hükümlerdendirBurada bunu zikretmekten gayemiz; dolaşık ve karışık vakaların çıkış keyfiyetini ve asıllarına nasıl irca edilebileceklerini göstermektiÇünkü bu tür vakaları asıllarına irca etmek, birçok müftünün âciz kaldığı ve çözemediği hususlardandır.

67) Enes b. Mâlik'in annesidir. Esas ismi Sehle veya Rümeyle'dir. Kadın sahabîlerdendi. Hazret-i Osman'ın hilâfeti döneminde vefat etmiştir. Müslim ve Buhârî, (Enes'ten)

68) Müslim ve Buhârî, Tirmizî, Şemâil. İsmi zikredilmemekle beraber bu terzinin Hazret-i Peygamber'in âzadlılarından olduğu rivâyet edilmiştir,

69) Müslim ve Buhârî, (Enes'ten)

70) Bazı nüshalarda 'malının tamamının ganimet malı olmama ihtimali vardır' şeklinde vârid olmuştur.

14-15

Sultanların Verdikleri Maaşlar ve Hediyeler ile Bunlardan Helâl ve Haram Olan Kısımlar

Sultandan mal alan bir kimse üç noktaya dikkat etmelidir.

a) Malın sultanın eline nereden geçtiğine. . .

b) Sultanın malı hangi sıfatla aldığına. . .

c) Aldığı miktara müstahak olup olmadığına; yani kendi hâline ve o işte çalışanların hâline aldığı miktar nisbet edilirse müstahak olduğundan fazla alıp almadığına. . .

Birincisi

Malın sultanın eline nereden geçtiğine dikkat etmelidirSahipsiz araziyi ihyâ etmek hariç, sultan için helâl olan ve bütün raiyenin sultan ile ortak bulunduğu mal iki kısma ayrılır:

Birinci kısım: Kâfirlerden alınan maldırBu da (düşmanı) mağlûp etmekle alınan ganimet ve savaşsız sultanın eline geçen faydalı mal ile şartlar ve akidlerle alınan musalâha ve haraç malıdır.

İkinci kısım: Müslümanlardan alınan maldırMüslümanlardan alınan malın ancak iki kısmı helâldir:

a) Miras olarak alınan veya belli bir sahibi olmayıp zâyi olan sair mallar ve mütevellisi bulunmayan vakıf mallarıdırSadakalara gelince, onlar şu zamanda bulunmaz.

b) Bunların dışında kalan, müslümanlardan alınan haraç, müsadere edilen mallar ve alınan rüşvetin çeşitleri, bütün bunlar haramdır.

Sultan, bir fakihveya başka birine maaş, hediye, sıla-i rahim veya bir hilatı herhangi bir cihetten verilmesini yazdığı zaman bu mal sekiz durumdan birine girer:

1Bu malın haraçtan verilmesi

2Miras yoluyla gelen mallardan ödenmesi

3Vakıflardan ödenmesi

4Sultanın ihya ettiği bir araziden ödenmesi

5Satın aldığı bir mülkten verilmesi

6Müslümanların haracını toplamaya memur bir kimseden tahsil edilmesi

7Tüccarlardan bir satıcının ödemesi

8Devlet hazinesinden ödenmesi

Birincisi: HaraçtırHaracın beşte dördü müslümanların umumi menfaatlarına tahsis edilmiştirBeşte biri ise, belirli cihetlere sarfedilirBu bakımdan o cihetlere sarfedilen haracın beşte birinden veya geri kalan beşte dörtten müslümanların maslahat ve menfaati olduğu için ödenmesini yazmış ve verilen maaş miktarında ihtiyatlı hareket etmişse, bu maaş helâldirAncak haracın meşru bir şeklide tayin edilmesi, alman haraç da bir veya dört dinardan fazla olmadığı şartıyla helâl olurÇünkü haraç da ictihad yeridir. (Yani haracın tayini hususunda fukaha çeşitli ictihadlara sahip olmuşlardır) .

Sultan için, ictihad yoluyla bir şeyi yapmak selâhiyeti vardırBir de haraçtan ödenen maaşın helâl olması için şu şart ileri sürülmüştür: Kendisinden haraç alınan zimmî o malı haram bir kaynaktan kazanmamış olmalıdırBu bakımdan o zimmî, zâlim bir sultanın memuru, içki satan bir kimse, çocuk ve kadın olmamalıdırZira çocuk ve kadınlardan haraç alınmazİşte zımmîlere haraç konulduğu zaman, gözetilen hususlar bunlardırGözetilen miktar ve o haracın sarfedildiği kimsenin sıfatı ve ona ne kadar sarfedileceği bövlece dikkate alınmalıdırBu bakımdan bütün bu hususları tedkik etmek farzdır.

İkincisi: Miraslar ve müslümanların umumî maslahat ve menfaatine tahsis edilen zâyi olmuş mallardan maaşın verilmesidirBu takdirde o malı bırakan bir kimsenin durumu tedkik edilmelidirAcaba bıraktığı mal tamamen mi haramdır, yoksa çoğu veya azı mı haramdır? Bu hususların hükmü daha önce geçti, Eğer bıraktığı mal haram değilse, maaşı alan kimsenin maaşı hakettiği sıfata bakılırYani kendisine maaş verilmesine sebep olan sıfat bütün müslümanların faydasına olan bir sıfat olmalıdırBunu tedkik ettikten sonra maaşın miktarı hakkında inceleme yapmak gerekir!

Üçüncüsü: VakıflardırBöylece miras malı hakkında cereyan eden incelemeler vakıflar hakkında da cereyan ederBuna fazla olarak bir husus daha eklenirŞöyle ki: O malı vakfedenin şartı da dikkate alınır ki, alınan mal bütün şartlarında vakfedenin isteğine uygun olsun.

Dördüncüsü: Sultanın ihya ettiği sahipsiz arazidirBu hususta hiçbir şarta itibar olunmazZira sultan, mülkünden dilediği kadarını dilediğine verebilirAncak bu konuda şu husus incelenebilirSultanın ihya ettiği sahipsiz araziler, çoğu zaman işçileri zorla çalıştırmak veya çalıştırdığı işçilerin ücretini haramdan vermek suretiyle ihya edilirÇünkü bir araziyi ihya etmek onun kanallarını açmak, su yollarını temizlemek suretiyle olurOnun duvarlarını yapmak, topraklarını tesviye etmek şekliyle ihya edilirSultan ise, bu vazifeleri bizzat yapmazEğer bu vazifelerde çalıştırdığı kimseler zoraki çalıştırılmışsa, sultan bu arazinin mülkiyetine sahip olamaz ve bu arazi haramdırEğer burada çalıştırdığı kimseleri ücretle çalıştırmışsa, sonra ücretleri haramdan ödemişse, bu da daha önce kerahiyeti bedellere bağlamak hususundaki şüpheyi getirir.

Beşincisi: Sultanın zimmetinde olan şey satın aldığı arazi veya hilat elbisesi veya at veya başkasıdırBunlar sultanın mülküdürSultan istediği şekilde bu mülkte tasarruf edebilirFakat eğer onun ücretini daha sonra haramdan ödüyorsa, hem haram olasını, hem de şüpheli olmasını icabettirirBunun tafsilâtı daha önce de geçmişti.

Altıncısı: Müslümanların haracını toplayan memurun üzerine veya taksimat ve müsadere edilen malları toplayanın üzerine o maaşı yazıp ondan ödetmesidir! Böyle bir maaş, içinde zerre kadar şek ve şüphe bulunmayan katıksız haramdırBu zamanın birçok maaşları böyledirAncak Irak arazisinin gelirinden ödenen maaşlar müstesnadırÇünkü o araziler, İmâm-ı Şâfiî'ye göre, bütün müslümanların menfaati için vakfedilmiş arazilerdir78

Yedincisi: Sultan ile alış veriş yapan bir satıcıya yazıp ödetmesidirEğer bu satıcı sultandan başka hiç kimse ile alış veriş yapmıyorsa, onun malı sultanın hazinesinde bulunan mal gibidirEğer sultanlardan başkasıyla daha fazla alışveriş yapıyorsa, onun, sultanın emriyle maaş olarak verdiği sultan üzerine borçturO borcunun bedelini bilâhere sultanın hazinesinden alırBu takdirde şüphe, verilen maaşın bedeline sıçramış olurDaha önce haram sermayenin hükmü geçmişti.

Sekizincisi: Hazine üzerine veya yanında helâl veya haramdan mal biriken bir memur üzerine yazılan maaştırEğer sultanın haramdan başka bir gelir kaynağı olduğu bilinmezse, sultandan bu şekilde alınan maaş katıksız haramdırEğer kesinlikle sultan hazinesinde helâl ve haram malların bulunduğu bilinirse ve maaşları dağıtan kimseye teslim edilen maaşın helâlden olma ihtimali var ise, haramdan olma ihtimali de varsa ki bu da galip ihtimaldirÇünkü bu asırda sultan mallarının çoğu haramdandırOnların ellerinde helâl, ya hiç yok veya pek azdır bu takdirde ulema bu hususta ihtilâfa düşmüşlerdirBir grup kesinlikle haram olduğunu bilmediğim herşeyi almak benim için caizdir demişlerdir.

Diğer bir grup, 'Aldığı malın kesinlikle helâl olduğunu bilmeden alması helâl değildirBu bakımdan hiçbir şekilde şüpheli mal helâl olmaz' demişlerdirBu iki grup da aşırı hareket etmiştirNormal hareket ise, daha önce zikrettiğimizdirŞöyle ki malın çoğunun haram olduğuna hükmettiğimiz zaman alınan haramdırÇoğunun helâl olduğuna fakat içinde haramın kesinlikle bulunduğuna hükmettiğimizde de daha önce zikrettiğimiz gibi burada duraklamamız gerekir.

Sultanların mallarında helâl ve haram olduğu zaman, o mallardan almayı caiz görenler eğer alınan haramın tâ kendisi olmazsa sahabenin bir grubundan rivâyet edilen şu hâdiseyi delil olarak göstermişlerdir:

Sahabe, zâlim imamların zamanlarına yetişmişler ve onlardan mal almışlardır.

Bunlardan Ebû Hüreyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Zeyd bSâbit, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Cerir bAbdillah, Câbir, Enes b. Mâlik ve Misver bMahreme zikredilebilirBu bakımdan Ebû Saîd el-Hudrî ile Ebû Hüreyre, Mervan ve Yezid'den ve Abdülmelik'ten de mal almışlardırİbn Ömer ve İbn-i Abbâs da Haccâc-ı Zâlim'den mal almıştır.

Şâ'bîİbrahim en-NehaîHasan-ı Basrî, İbn Ebî Leyla gibi tâbiînden birçok kimse zâlim sultanlardan mal almışlardırİmâm-ı Şâfiî defalarca Hârun er-Reşid'den bin dinar almıştırİmâm-ı Mâlik, zâlim sultanlardan birçok mal almıştır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sultanın sana verdiğini al! Çünkü o ancak helâlinden sana verirOnun helâlden aldığı daha fazladır'.

Bütün bunlara rağmen sultanların hediyelerini kabul etmeyenler sadece takvâ bakımından ve helâl olmayan birşeyi yüklenmek hususunda dinlerinden korkarak almamışlardırEbû Zer-i Gıfârî'nin Ahrıef bKays'a söylediğini görmez misin? 'Helâl oldukça sultanların atiyyelerini alınEğer o atiyyeler dininize karşılık olursa, o zaman terkedin'.

Ebû Hüreyre der ki: 'Bize verildiği zaman kabul ederizBize verilmediğinde de istemeyiz'.

Said bMüseyyeb'den rivâyet ediliyor ki, Ebû Hüreyre, Muaviye kendisine verdiği zaman susardıEğer Muaviye kendisinden mal esirgerse onun aleyhinde atıp tutar, 'ınaaşımı geciktirdi' şeklinde konuşurdu.

Şa'bî'den, o da Mesruk'tan79 şöyle rivâyet ediliyor: 'Sultanların hediyeleri o hediyeleri kabul edenlerin yakasını tutup onları cehenneme sokuncaya kadar yakalarını bırakmaz'.

Nâfî (İbn Ömer'in âzâd edilmiş kölesidir) İbn Ömer'den şöyle rivâyet ediyor: Muhtar bEbî Ubeyd es-Sakafî, İbn Ömer'e mal gönderirdiİbn Ömer de gönderilen malı kabul ederdi. Sonra derdi ki: 'Ben kimseden birşey istememFakat Cenâb-ı Hakk'ın rızık olarak bana gönderdiğini de geri çevirmem'.

Muhtar, bir ara İbn Ömer'e deve hediye ettiO da bu hediyeyi kabul etti ve o deveye 'Muhtarın Devesi' adı verildiFakat Nâfî'in bu rivâyeti, İbn Ömer hakkında 'Hiç kimsenin hediyesini geri çevirmedi, ancak Muhtar'ınki hariç' şeklinde rivâyet edilen hadîse ters düşmektedirMuhtar'dan gelen hediyeyi reddettiği hakkındaki sened, daha kuvvetlidir.

Nâfi'den rivâyet edildiğine göre, İbn Muammer (Ömer b. Ubeydullah) İbn Ömer'e altmışbin dirhem gönderdiİbn Ömer o altmışbin dirhemi fakir fukaraya dağıttıPara bittikten sonra bir dilenci gelip İbn Ömer'den birşey istediBunun üzerine İbn Ömer para dağıttığı bir kimseden borç alarak o dilenciye verdi.

Hazret-i Hasan Muaviye'ye geldiği zaman, Muaviye kendisine şöyle dedi: 'Sana öyle bir hediye vereceğim ki, senden önce hiçbir Arab'a öyle hediye vermiş değilim ve senden sonra da hiçbirine onu vermeyeceğim'.

Râvî diyor ki: Muaviye, Hazret-i Hasan'a dörtyüz bin dirhem verdi ve Hazret-i Hasan da bunu kabul etti. (Ebû Talib el-Mekkî) .

Habib bEbî Sâbit'den şöyle rivâyet ediliyor: Ben Muhtar bUbeyd es-Sakafî'nin İbn Ömer'e (Muhtar'ın enşitesidir) ve İbn-i Abbâs'a hediye gönderdiğini, onların da kabul ettiğini gördümBunun üzerine Habib'ten 'O hediye neydi?' diye sorulduHabib 'O hediye mal ile giyecek maddeleriydi' dedi.

Zübeyr bAdiyy'den rivâyet edildiğine göre, Selman-ı Fârisî şöyle demiştir: 'Senin memur veya tacir bir dostun varsa, aynı zamanda o dostun muamelelerinde faizden sakınmıyorsa, bu dost seni yemeğe veya benzerine dâvet ederse veya sana herhangi birşey verirse, onun teklifini kabul etZira kolaylıkta senin için lezzet vardırGünah ise, onun boynundadır'Eğer faiz ile muamele yapan bir kimse hakkında hüküm böyle olursa, zâlim bir kimse de bunun gibidir.

Câfer'den, o da babasından şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh) Muaviye'den gelen hediyeleri kabul ederlerdik Hâşim bCâbir der ki: Said b. Cübeyr'in yanından geçtikKendisi Fırat'tan aşağı da bulunan memleket öşrünü toplamakla vazifelendirilmiştiÖşür toplayan memurlara şöyle bir haber gönderdi: 'Sizin yanınızda bulunan yemekten bize de gönderiniz'Memurlar yemek gönderdilerKendisi yediği gibi biz de onunla beraber yedik.

Ulâ bZüheyr el-Ezdî dedi ki: İbrahim en-Nehaî babam Züheyr'e geldiBabam da o zaman (Irak) ın Hilvan kasabasının öşrünü toplamakla görevli memurduBabam kendisine hediye verdi ve İbrahim de babamın hediyesini kabul etti.

İbrahim en-Nehaî şöyle demiştir: Âmillerin (zekât toplayanların) hediyelerini kabul etmekte sakınca yokturÇünkü âmillik vazifesini yürütmek için bir nafaka ve maaş vardırAynı zamanda âmilin bütçesine haram ile helâl mal birden girerSana verdiği helâl maldandırBu bakımdan bütün bu büyükler zâlim sultanların hediye ve atiyyelerini almışlardır ve yine de Allah'a isyan etmek hususunda bu zâlimlere itâat edenlere de şiddetle hücum etmişlerdirBu grup der ki: Selefin bir cemaatinden zâlim sultanlar ve emirlerden hediye kabul etmeyişleri hakkında nakledilen rivâyetler bu kabil hediyelerin haram olduğuna delâlet etmezAksine bu kabil hediyeleri kabul etmemenin takvâdan olduğuna delâlet ederHulefa-i Râşidin, Ebû Zer-i Gıfârî ve diğer zâhidlerin yaptıkları gibi.

Çünkü bu insanlar, zühd ve takvâ yönünden mutlak mânada helâl olan şeylerden bile kaçınmışlardırYine takvâ yönünden harama sürüklemesinden korkulan helâli de bırakmışlardırBu bakımdan bu son gelen grubun sultanlar ve emirlerden çekinmeden hediye kabul ettiği gibi, öbürlerinin kabul etmeyişi de haram olduğuna delâlet etmezSaîd bMüseyyeb'in maaşını almayıp hazine de biriken maaşlarının otuz bin küsür dirheme ulaştığı, Hasan-ı Basrî'nin 'Ben sarraf bir kimsenin testisindeki sudan vakit daralsa dahi abdest almamÇünkü onun malının esasını bilmemekteyim' dediği şeklinde gelen nakillerin tamamı takvâdan ibarettir ve inkâr edilemezAncak selefe bu gibi takvalarında tâbi olmak, geniş hareketlerinde tâbi olmaktan daha evlâdırFakat genişlikte de onlara tâbi olmak, haram değildirİşte zâlim sultanın malını almayı caiz gören bir kimsenin şüphelendiği nokta budur.

Cevap şudur: Bunların bu hediyeleri kabul etmeleri hakkında naklolunan rivâyetler, kabul etmediklerine ve kabul edenlere hücum ettiklerine nisbet edilirse, az ve belirli kalmış olurEğer kabul etmeyişlerinde takvâ ihtimâli sözkonusu ise, kabul edenlerin kabullenmelerinde de üç ihtimal vardırBu ihtimaller, onların takvâ hususundaki değişikliklerine göre değişir!

14-16

Çünkü sultanlar hakkında takva için dört derece vardır:

1Birinci derece, selefin muttakîlerinin yaptığı gibi sultanların malının zerresini bile almamaktırNitekim hulefa-i raşidin de böyle yaptılarHatta Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) devlet hazinesinden bütün aldıklarını hesap etmiş, altı bin dirhem çıkmıştıKendisini hazineye altıbin dirhem borçlu saymıştır.

Hazret-i Ömer bir gün hazineden mal dağıtıyorduO sırada küçük kızı içeriye girerek bir dirhem aldı ve gittiÖmer kızının arkasından koştuHatta omuzlarındaki abası düştüKızı ağlayarak eve koştu ve dirhemi ağzına soktuHazret-i Ömer parmağını kızının ağzına sokarak dirhemi çıkardıktan sonra şöyle dedi: 'Ey İnsanlar! Ne Ömer'in, ne de Ömer'in ailesinin, uzak yakın hiçbir müslümandan fazla bir hakkı yoktur'.

Ebû Musa (Beytülmalin içindeki serveti dağıttıktan sonra) , hazineyi süpürdü ve süpürürken yerde bir dirhem bulduO esnada Hazret-i Ömer'in küçük oğlu oradan geçtiEbû Musa, o dirhemi Hazret-i Ömer'in oğluna verdiDirhemi oğlunun elinde gören Ömer, bunu nereden aldığını çocuktan sorduBunun üzerine çocuk 'Ebû Musa bana verdi' dediHazret-i Ömer Ebû Musa'nın yakasına yapışarak haykırdı: Yâ Ebâ Musa! Acaba Medine'de senin yanında Ömer'in aile efradından daha ehven (rütbece daha düşük) bir ev halkı yok muydu? Ümmet-i Muhammed'den bir tek kişi kalmayıncaya kadar herkesin zulmettiğimizden dolayı bizim yakamıza yapışmasını mı istedin?' Bu sözleri söyledikten sonra dirhemi Beytülmal'e geri verdiİşte mal, helâl olduğu halde Hazret-i Ömer'in durumu bu olduFakat Hazret-i Ömer bu kadar mala müstehak olmayacağından korktuDinini ve diyanetini şüpheden korumak için Allah Rasûlü'nün 'Seni şüpheye düşüreni bırakŞüpheli olmayanı yap' ve 'Kim şüpheliyi bırakırsa, o namusunu ve dinini töhmetten kurtarmıştır'80 hadîs-i şeriflerine uyarak en az ile yetiniyorduBir de saltanat mallarının hakkında Allah Rasûlü'nün ağzından işittiği tehditlerden kaçınarak böyle yapıyordu.

Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ubâde bSâmit'i zekât malını toplamak üzere gönderdiği zaman şöyle buyurmuştu:

'Ey Ebû Velîd! Allah'tan kork! Kıyâmet gününde bağıran bir deveyi veya böğüren bir sığırı ya da meleyen bir koyunu ensene (veya omuzuna) aldığın halde Allah'ın huzuruna gelme!' Bunun üzerine Ubâde (radıyallahü anh) Allah'ın Rasûlü'ne 'Durum böyle mi olacaktır yâ Rasûlüllah?' diye sorduRasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Evet! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim durum böyle olacaktırAncak Allah'ın rahmet ettiği bir kimsenin durumu hariç'81

Bu söz karşısında kalan Ubâde şöyle demiştir: Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki? artık hiçbir zaman hiçbir hususta memur olmayı kabul etmeyeceğimBenden sonra sizin için Allah'a ortak koşacağınızdan endişelenip korkmuyorumAncak, sizin için korktuğum şey dünyaya dalmanızdır82

İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber dünyaya dalmaktan korkmuşturBunun içindir ki, Ömer (radıyallahü anh) uzun bir hadîste hazine malından bahsederken şöyle demiştir: 'Ben nefsimi, o maldan ancak yetimin malına velâyet eden bir kimsenin nefsi gibi gördümZengin olduğum takdirde o malı yemekten çekmiyorumEğer fakir olursam mâruf (normal) bir şekilde ondan yiyorum'.

Rivâyet ediliyor ki: Tâvus'un oğlu (Abdullah b. Tâvus) , babasının ağzından bir mektup uydurarak Halife Ömer b. Abdülaziz'e götürdüHalife kendisine üçyüz dinar verdiBunun üzerine Tâvus (radıyallahü anh) bir gayr-i menkulünü satarak onun parasından üç yüz dinarı Ömer b. Abdülâziz'e geri gönderdiİşte Ömer b. Abdülâziz gibi bir kimseye karşı Tavûs böyle hareket ettiBu derece, takvâda en yüce derecedir.

2İkinci derece, sultanın malını almaktırFakat aldığı malın helâl bir kaynaktan geldiğini bildiği zaman alabilirO halde sultanın elinde başka bir haramın bulunması zarar vermezİşte daha önce nakledilen eserlerin tamamını veya bir çoğunu veyahut da sahabenin büyüklerine mahsus olan ve onların muttakîleriden İbn Ömer gibi, çünkü bu zat takvâda çok ileride hareket edenlerdendi hareket edenlerin durumları bu şekilde değerlendirilmelidirMuttakîlerin hepsinden daha şiddetli ve daha fazla sultanlara hücum eden ve mallarını zemmeden İbn Ömer (radıyallahü anh) nasıl olur da sultanın malından geniş bir şekilde istifade edip tasarrufta bulunur?

İbn Ömer'in sultanlara ve mallarına herkesten daha fazla hücum ettiğine gelince, sahabe ölüm hastalığında bulunan İbn Amir'in evinde bir araya gelmişti, Bu esnada İbn Âmir vâlilik kabul ettiğinden ötürü nefsini kınadıAllah nezdinde bu memuriyetten dolayı sorumlu olacağından korktuğunu belirttiKendisini teskin etmek bakımından orada bulunanlar şöyle dediler: 'Biz senin için hayır ummaktayızÇünkü sen (Basra'dan Mekke'ye gelen yolda) kuyular açtınHacılara su içirdinŞunu şunu yaptın'Orada hazır bulunan İbn Ömer (radıyallahü anh) sükût edip dinliyorduBunun üzerine yatağında bulunan İbn Âmir, İbn Ömer'e hitâben 'Ey İbn Ömer, sen ne diyorsun?' diye sorduİbn Ömer 'Eğer kazancın helâl ve nafakan temiz ise, bende arkadaşlarımın demin söylediklerine iştirâk ederimSen (kıyâmet gününde) Allah'ın huzuruna vardığında güzel neticeyi göreceksin' demiştirYine İbn Ömer şöyle demiştir: 'Haram (veya habis) mal, haram (veya habis) malın kefareti olamazSen ise (yâ İbn Âmir) Basra valiliği yaptınSanmam ki sen şerre bulaşmadan o vazifeyi yürütmüş olasınBunun üzerine İbn Amir dedi ki: 'Acaba sen benim için duâ etmez misin?' Bu suâle karşılık İbn Ömer şu cevabı verdi: "Allah'ın Rasûlü'nden dinledim: 'Abdestsiz namaz ile hırsızlıktan verilen sadakayı Cenâb-ı Hak kabul etmez'83 Oysa sen Basra valiliğinde bulunan bir kimsesin!"

İşte İbn Amir'in hayır yollarında harcadığı mal hakkında İbn Ömer'in görüşü bu idi.

İbn Ömer Haccâc-ı Zâlim'in devrinde şöyle demiştir: 'Medine-i Münevvere'de Hazret-i Osman'ın öldürülüp, evi yağma edildiği günden itibaren bugüne kadar doyasıya yemek yemedim'.

Hazret-i Ali kapalı bir kaptan kavut şerbeti içerdiBunun üzerine kendisine 'Siz nimeti bol olan Irak'ta bulunduğunuz halde yine de böyle mi yapıyorsunuz?' diye sorulunca cevap olarak şöyle demiştir: 'İyi bilin ki ben cimrilikten dolayı kabın ağzını mühürlenmiyorumFakat ben onun içine birşey karışmasından korktuğum için böyle yapıyorumKarnıma helâl olmayanın girmesini kerih görüyorum' İşte selef-i sâlihînde görülen durum buydu.

İbn Ömer (radıyallahü anh) hoşuna giden bir şeyi elinden çıkarırdıKendisinden kölesi Nâfi otuz bin dirhem karşılığında istenilince şöyle dedi: 'İbn Amr'in dirhemlerinin beni fitneye sevkedeceğinden korkuyorum'Kölesi Nafi'nin müşterisi İbn Amr idiKölesine 'Ey Nâfî! Seni âzâd ediyorum' dedi.

Ebû Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh) der ki: 'Bizden bir kimse yok ki, dünya onu kendine çekmesinİbn Ömer müstesnâ'İşte bu söz açıkça gösterir ki, İbn Ömer ve onun mertebesinde olan sahâbîlerin helâl olduğunu bilmedikleri bir malı aldıklarından ötürü onları kınamak uygun bir davranış değildir.

3Üçüncü derece sultandan aldığını ancak şu niyetle almaktır: Fakirlere sadaka vermek veya hazinede bulunan malda hakkı olan kimselere dağıtmaktırZira sahibi belli olmayan bir malın hakkında şer'î hüküm budurEğer sultanın verdiği kişi, sultandan o malı kabul etmezse, sultan da o malı hak sahiplerine vermeyip onunla zulme yardım ederse, o zaman deriz ki: Bu adamın sultandan birşey alıp, fakirlere dağıtması, o malı sultanın elindebırakmasından daha evlâdır.

İşte bazı âlimler böyle fikir yürütmüşlerdirBu fikrin gereği ileride gelecektir ve selefin sultandan aldıkları da böylece tefsir edilmelidirBunun içindir ki İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Bizim zamanımızda sultanların hediyelerini kabul edip İbn Ömer ye Hazret-i Aişe'nin aldığını delil gösterenler, hiç de İbn Ömer ile Hazret-i Âişe'ye uymamaktadırlarÇünkü İbn Ömer, aldığını dağıtmıştırHatta altmış bin dirhemi dağıttığı mecliste otururken kendisinden sadaka isteyen bir fakir için biraz önce mal verdiği bir kimseden borç istemiştirÂişe validemiz de aynı şeyi yapmıştır'.

Câbir bZeyd'e (radıyallahü anh) bir mal geldiOnu kabul ederek sadaka verdikten sonra şöyle demiştir: 'Şunu kabul edip sadaka olarak dağıtmayı onların elinde bırakmaktan daha uygun gördüm'İmâm-ı Şâfiî de (radıyallahü anh) Hârun er-Reşid'den kabul ettiği hediyeyi böyle yapmıştırZira rivâyet edildiğine göre, onu hemen Kureyş fakirlerine dağıtmış hatta kendisi için bir habbe (para birimidir) dahi bırakmamıştır.

4Dördüncü derece, sultandan aldığı malın helâl olduğunu kesinlikle bilmemek ve alınanı fakirlere dağıtmamaktırFakat malının çoğu helâl olan sultandan almaktadırİşte sahâbe ve tâbiin zamanında hulefa-i râşidinden sonra halifelerin durumu bu idiOnların malının çoğu haram değildiBöyle olduğuna Hazret-i Ali'nin sözü de delâlet ederZira Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Onun aldığı helâl mal, haramdan daha fazladır'Bu şekilde almayı âlimlerden bir cemaat caiz görmüştürBu cemaatin mesnedi ise, malın çoğunun helâl olmasına dayanmaktadırBiz ise, fertler hakkında bu meselede tevakkuf ederek herhangi bir hükme varmadıkSultanın malı ise, had ve hesabı olmayan bir mala daha fazla benzemektedirBu bakımdan herhangi bir müctehidin o malın haram olduğunu bilmediği zaman helâlin fazla olmasına dayanarak o malın alınmasının caiz olduğuna dair ictihad etmesi, uzak bir ihtimal değildirBiz malın çoğu haram olduğu zaman böyle bir hükme varmayı menettik.

Sen bu dört dereceyi anladığın zaman kesinlikle bileceksin ki, zamanımızdaki zâlimlerin verdiği maaşlar o zaman alınan malların yerine geçmez, O zamankiler zamanımızdaki maaşlar ve atiyyelerden iki kesin cepheden ayrılmaktadır:

1Zamanımızdaki sultanların mallarının tamamı veya çoğu haramdırNasıl haram olmasın? Oysa helâl mal, sultanlar için fey ve ganimetten gelen mallardırBöyle bir malın varlığı ise, bu zamanda sözkonusu değildirBu malların bir çoğu sultanın eline geçmezBu bakımdan sultanların elinde haraçtan başka birşey kalmamıştırBu zamandaki haraç ise, çeşitli zulüm yollarından alınırOysa böyle alınan haraç da helâl değildirZira haraç alanlar, alınan miktar ve haracı verenin hakkındaki dini çizgiyi aşmaktadırlarHaraç karşılığında haracı verene va'dedilen yatırım yerine getirilmemektedirBütün mallardan sonra sen bu alınan haracı, müslümanlardan tahsil edilen vergi, müsadere edilen mallar, alınan rüşvet ve zulmün çeşitlerine nisbet ettiğin zaman, bu haraç onların binde biri olmaz.

2Geçmiş asırdaki zâlimler, raşid halifeler zamanına yakın olduklarından ötürü zulmettiklerini idrâk edip ondan korkmaktaydılarZâhir ve bâtında sahâbe ve tâbiinin kalplerini kazanmaya gayret sarfederlerdi Sahâbe ve tâbiînin kendilerinden atiyye ve hediyeler kabul etmelerine âzamî gayret gösterirlerdiSahabe ve tâbiîn istemeden ve boyun eğmeden, o zamanki yöneticiler kendiliğinden onlara hediyeler gönderirdiHatta sahâbîler ve tabiin hediyelerini kabul ettiğinden dolayı yöneticiler onlara minnettar olur, bu duruma sonsuz bir şekilde sevinirlerdiSahâbî ve tâbiîn de yöneticilerden aldıkları hediyeleri fakirlere dağıtır, yöneticilerin fâsid hedeflerinde yöneticilere yardımcı olmaz, onların meclislerine gitmez, etraflarındaki topluluğu, katılmak suretiyle çoğaltmazlardı ve onların saltanatlarının devam etmesini sevmez ve istemezlerdiAksine aleyhlerinde bedduâ ederlerdiAleyhlerinde alabildiğine tenkid savurarak konuşurlardıYöneticilerin yaptığı kötülükleri açık ve sert bir şekilde reddederlerdiBu bakımdan yöneticilerden aldıkları hediyeler karşılığında, yöneticiler için dinlerinden tâviz vereceklerinden korkulmazdıOnların idarecilerden hediye kabul etmelerinde hiçbir zaman sakınca yoktuŞimdi ise, sultanlar ancak kullanabilecekleri ve kendilerine yağcılık yapabilecek karakterde olup çirkin amellerine yardımcı olanlara, meclislerinde kaypaklık gösterenlere daima yapmacık bir şekilde duâ, medh ve senâda bulunanlara huzurlarında ve gıyablarında kendilerini tezkiye edip ifrat derecesinde övenlere atiyye ve hediye verirlerEğer sultanın hizmetine koşmazsa, onu övüp duâda bulunmazsa, idareye yardım etmezse, onun yaptığı kötülükleri, kabahatlerini ve zulmünü örtmezse, sultan ona bir tek dirhem dahi vermezHatta o adam İmâm-ı Şâfiî'nin âyârında bir kimse olsa dahi. . .

Bu bakımdan şu zamanda bu mahzurlara götürdüğü için sultanların malının kesin olarak helâl olduğu bilinmediği takdirde onlardan hediyeler kabul etmek câiz olamazAcaba haram olduğu bilinen veya haram olduğu hakkında şüphe edilen bir mal nasıl helâl olur? Bu bakımdan onların hediyelerini alıp kendisini sahâbe ve tâbiîne benzeten bir kimse, âdeta melekleri demircilere benzetmiş olur! O halde, onlardan mal almak, onlarla haşr ü neşr olmaya, onların isteklerini gözetmeye, hizmetlerine koşmaya, zilletlerini kabullenmeye, kendilerini övmeye, kapılarına sık sık gidip gelmeye yol açıp muhtaç etmektedirOysa bu bölümden sonra beyan edeceğimiz gibi, bütün bunlar günahkârlıktan başka birşey değildirO halde, daha önce söylediklerimizden sultanların mallarının durumu, helâl olan ve olmayan kısımları anlaşıldıFaraza bîr insanın, müstehak olduğu ve evinde oturduğu halde o malın kendiliğinden ona geldiğini, o malı elde etmesi için herhangi bir memuru aramadığını ve onun hizmetinde bulunmadığını, onu övmediğini ve onun yardımına koşmadığını tasavvur edersek, o zaman böyle bir insanın bu kabil malı alması haram değildirFakat gelecek bölümde belirteceğimiz mânâ ve sebeplerden ötürü böyle bir malı kabullenmek dahi mekruhtur!

İki

Biz alınan malı müminlerin faydasına sarfedilen maldan farzedelimFey malının beşte dördü ve miras malları gibi. . . Zira bu malların dışında kalan mallardan hak sahipleri için tâyin edilmiş kısımlar eğer vakıftan veya sadakadan veya feyin beşte birinden veya ganimetin beşte birinden, sultanın ihya ettiği sahipsiz araziden veya satın aldığı maldan edindiği özel mülkiyetinden olursa sultan bunların dilediği miktarını dilediği kimseye verebilirAncak zâyi olan ve toplumun yararına sarfedilen mallar hakkında düşünmek gerekirBu gibi malların ancak kendisinde umumî maslahat bulunan ve çalışmaktan âciz bulunduğundan ötürü muhtaç olan bir kimseye sarfedilmesi caizdirKendisinde maslahat olmayan zengine gelince, ona devlet hazinesinin malını sarfetmek caiz değildirHer ne kadar âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerse de doğru olan fetva budurHazret-i Ömer'in sözünde, her müslümanın müslüman olduğundan ve müslümanların sayısını çoğalttığından beytülmal'de hakkı bulunduğuna işaret eden delil vardırFakat bununla beraber Hazret-i Ömer, bütün müslümanlara beytülmal'ı taksim etmiyorduAksine birtakım özel sıfat ve niteliklere sahip olanlara veriyordu.

Bu bakımdan bu sabit olduğu zaman hükmü şöyledir: Bir zât ki, herhangi bir işle görevlendirildiğinde o görevi yerine getirir, onun faydası bütün müslümanların olur, bu zat nafakası için çalıştığı takdirde yüklendiği görevi yerine getiremeyecektirİşte böyle kimse için, yetecek kadar beytülmâl'de hak (maaş) vardır. . Bütün ulema bu durumun içine dahildirUlemadan gayem dinin maslahatlarıyla ilgili bulunan fıkıh, hâdis, tefsir ve kırâat ilimlerini bilenlerdirHatta muallimler, müezzinler ve bu ilimlerin öğrencileri de bu târifin içine girerlerÇünkü bu kimselerin nafakaları beytülmal'den karşılanmadığı takdirde ilmî gelişmeye imkân bulamazlarBir de bunun altına ummallar da girerUmmallar, o kimselerdir ki, dünyanın maslahatları onların çalışmalarına bağlıdırOnlar paralı askerlerdirMemleketi kılıçlarıyla düşmanın, zâlimin ve İslâm düşmanlarının saldırganlıklarından koruyan askerlerdir.

Kâtibler, muhâsibler, vekiller ve haraç divanının tertibinde kendisine ihtiyaç olan herkes bu târife dahildir ve beytülmâl'den yetecek kadar nafakasını almalıdırHaraç divanını (devletin gelir ve gider kaynaklarını) tertip ve tedvir etmekte kendisine ihtiyaç duyulanlardan gaye; helâl mallar üzerine çalışan ve geliştirenlerdirHaram mallar üzerinde çalışanlar ise, bu kayda dahil değildirlerZira beytülmâl'in serveti müslümanların menfaat ve maslahatı içindirBu ise ya din veya dünya ile ilgilidirBu bakımdan âlimlerle din korunur askerlerle dünya korunur.

Din ile idare ikizdirlerBirisi diğerinden müstağni değildirYâni biri diğeriyle korunurDoktor da buna dahildirHer ne kadar doktorun ilmine dinî bir iş bağlı değilse de, onun ilmine bedenin sıhhati bağlıdırDin ise, bedene bağlıdırBu bakımdan doktor için ve bedenlerin maslahatı veya memleketin maslahatı için muhtaç olunan ilimlerde doktorun yerine geçecek bir kimse için, bu mallardan maaş ayırmak caizdir ki, bunlar müslümanların tedavisinde tam mânâsıyla imkân sahibi olsunlarBenim gayem; müslümanları ücretsiz tedavi eden doktordur. (Yâni devlet kasasından maaş alan doktor) Bu kimselerin devlet hazinesinden istifade etmeleri için ihtiyaç sahibi olmaları şart koşulmazAksine zengin olsalar bile kendilerine maaş vermek caizdirÇünkü Hulefâ-i Râşidîn, muhacirlere ve ensara verirlerdiOysa muhacirler ve ensar ihtiyaç sahibi de değildiler.

Bu kimselerin muhtaç olmaları şart olmadığı gibi, kendilerine verilen miktarın sınırı da yokturO miktarın tahdid ve takdiri devlet başkanının ictihadına bağlıdırDevlet başkanı fazla verip onları zengin edebildiği gibi, kısıtlama da yapabilirKısıtlama yapıp sadece günlük yaşantılarının gereğini verebilir ve bütün bu durumlarda hazinenin fakirlik ve zenginliğini de hesaba katmak mecburiyetindedirHazret-i Hasan, Muaviye'den bir defada dörtyüz bin dirhem para almıştır.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , bir cemaate senede eritilmiş hâlis gümüşten yapılan oniki bin dirhem verirdiHazret-i Âişe (radıyallahü anh) bu oniki bin dirhem alanların defterinde kayıtlı idiBaşka bir gruba da onar bin dirhem veriyorduÜçüncü bir gruba da altışar bin dirhem veriyorduİşte böylece herkesin mertebe ve derecesine göre devlet hazinesinden maaşı dağıtılıyorduİşte bu mal, bu kimselerin malıdırBir dirhemi kalıncaya kadar onlara verilirEğer devlet başkanı içlerinden birine bol bir mal verirse, ona bu şekilde vermesinde sakınca yokturBöylece sultan da beytülmal'dan özel sıfatlar ve niteliklere (âlimler, sâlihler ve şerifler gibi) sahip bulunan kimseleri hediye ve atiyyelere garkedebilirSelef devrinde de bu yapılırdıFakat en uygunu sultan bunu yaparken toplumun yararına bakmalıdırNe zaman ki, sultan bir âlimi veya herhangi bir kahramanı bir hediye ile taltif ederse, onun bu yaptığında insanları teşvik ve o hediyeye mazhar olan kimsenin yaptıklarına tergib ve kendilerini ona benzetmeye çalışmaya sevketme vardırİşte hediye ve atiyyelerin faydası budurBütün bunlar sultanın ictihadına bağlı durumlardırAncak zâlim sultanların iki hususu dikkate alınıp, incelenmeye değer: Birincisi, zâlim sultana gereken, saltanatından vazgeçmektirO ya azledilmiş veya azli vâcibdirBu bakımdan hakikatte sultan olmayan bir kimsenin elinden hediye, atiyye, maaş gibi paraların alınması nasıl caiz olur?

İkincisi, zâlim sultan verdiği mal ile hazinede hakkı olan herkesi bu maldan istifade ettirmezBu bakımdan nasıl olur da fertlerin böyle bir sultandan hediye almaları caiz olur? Acaba bu fertlerin hisselerine düştüğü kadarını bu sultandan almaları caiz midir veya hiç almamaları mı gerekir veyahut herkes bu sultan tarafından verilen miktarı almalı mıdır? Birincisine gelince. . . Bizim görüşümüz şudur: Kişi hakkını almaktan menedilemezÇünkü zâlim ve câhil sultana taht ve taç yardım ettikçe onu saltanattan uzaklaştırması çok zordurBöyle zor oldukça onu yerinde bırakmak ve ona itâat etmek tıpkı âdil emirlere itâat etmek gibi, farz olurZira idarecilere itaatsızlık etmenin, onların yardımından el çekmenin yasak olduğunu belirten birçok emir ve yasaklar rivâyet edilmiştirBu bakımdan bizim kanatimiz şudur:

Hilâfet, Abbâsoğulları'ndan hilafeti yürütmeyi va'd eden zât için geçerli ve oluşmuşturVelâyet ise, memleketin çeşitli bölgelerinde bulunan ve halifeye biat eden sultanlar için geçerlidirBiz, Kadı Ebû Tayyib'in Bâtınîlerden olan râfızî gruplarının tamamına cevap teşkil eden Keşf'ul-Esrar ve Hetk'ul Estar kitabından özetlediğimiz (ve Abbâsî halifelerinden Müstezhirbillâh adına izafeten) el-Müstezhirî adını verdiğimiz eserimizde; maslahatın âmil ve sebebine işaret eden delilleri zikretmiştikEn öz ve kısa söz şudur: Biz, sultanlar hakkında sıfatları ve şartları dinî ve dünyevî meziyetlere bakarak gözetirizEğer zamanımızdaki velâyetlerin bâtıl olduğuna hükmedersek, o zaman maslahatların tamamı esasında bâtıl olmuş olurAcaba kâr için sermaye nasıl elden çıkarılır? Zamanımızdaki velâyetler ancak şevket ve kuvvete tâbidirlerBu bakımdan şevket (ve kuvvet) sâhibi kime bîat etmişse, halife odur ve her kim kuvvet ve şevketiyle müstakil olmuşsa aynı zamanda halifeye de itâat ediyorsa, hutbenin aslında ve sikkede bu kimse hükmü geçerli bir sultandırİslâm diyarının çeşitli bölgelerinde bulunan kadılar ise, hükümleri geçerli birer vilâyet sahibidirlerBu hususun tedkik ve tahkikini imamet hükümleri bölümünde el İktisad fi'l-İtikad adlı eserimizde zikretmiştikBu bakımdan burada onu uzatmaya ihtiyaç yoktur.

Diğer müşkilata gelince... O müşkilat şudur: Sultan, verdikleriyle bütün hak sahiplerini faydalandırmadığı zaman sultanın lûtfuna mazhar olan bir ferdin kendisine verilen malı alması caiz midir, değil midir? İşte bu mesele ulemanın dört şekilde mütalâa edip ihtilâf ettikleri bir meseledir:

1- Bazı âlimler aşırıya kaçarak demişlerdir ki; ferdin sultandan aldığı herşeyde bütün müslümanlar ortaktırFert, kendi payına düşen bir danik midir veya bir habbe midir bilemez. (Bu iki terim de para birimleridir) Bu bakımdan fert, sultanın verdiğinin hepsini terketmelidir.

2- Başka bir grup, sadece günlük nafakası kadar sultanın verdiğinden alabilirÇünkü kişi bu miktara müstehaktırİhtiyacı olduğu için bütün müslümanlara bu miktarı vermek sultana düşer demiştir.

3- Başka bir grup dedi ki: Kişi bir senelik nafakasını sultandan alabilirÇünkü hergün gidip o gün yetecek kadar nafakasını almak zor bir şeydirAynı zamanda kişinin bu malda hakkı vardırO halde kişi nasıl olur da bu hakkı terkedebilir?

4- Diğer bir grup da dedi ki: Kişiye verilen miktarı alırZulme uğramış olanlar ise geri kalanlardırBu fetva kıyasın ta kendisidirÇünkü sultanın elindeki mal, ganimet malının ganimetçiler arasında ve miras malının da vârisler arasında müşterek olduğu gibi, bütün müslümanlar arasında müşterek bir mal değildir.

Çünkü ganimet malı ganimetçilerin, miras malı da vârislerin mülkü olmuşturOysa sultanın elindeki mal ise, müslüman fertlerin mülkü olmamıştırHatta müslümanlardan Beytülmal'deki servet aralarında taksim olunmadan önce biri ölürse, hayatta iken payına düşen Beytülmal'deki malı, onun vârislerine miras olarak kalmazBeytülmal'deki hak, tayin edilmiş bir hak değildirAncak kabzedildiği takdirde tayin olunurHazinedeki mal, sadakalar gibidirNe zaman ki fakirlere sadakalardan olan payları verilirse, o zaman onların mülkü olurMal sahibi, diğer sınıflara zulmeden bir kimse tarafından hakkı verildiği takdirde, onların hakkını vermiyor diye hakkını almaktan çekinmezHüküm böyledirAdama bütün mal verilmeyip de maldan öyle bir miktar kendisine verilmiştir ki, şayet bütün sınıflara vermekle beraber kendisine tercihen verilseydi onu alması caiz olurduÇünkü vermekte tercih fazlası caizdir, Hazret-i Ebû Bekir beytülmal'den dağıtırken eşit bir şekilde verdiBunun üzerine Hazret-i Ömer kendisine müracaat ederek neden böyle yaptığını sorduğunda Hazret-i Ebû Bekir şu cevabı verdi: İnsanların fazileti ancak Allah nezdindedirDünya ise azıktır'.

Hazret-i Ömer halife olduğu zaman Âişe validemize oniki bin, Cüveyriye validemize altı bin dirhem vermek suretiyle atiyyede aralarında farklılık gözetti, Safiyye validemize de Cüveyriye validemiz gibi altı bin dirhem verdiHazret-i Ömer sadece Hazret-i Ali'ye mahsus olarak bir arazi verdiHazret-i Osman da (radıyallahü anh) Sevad'dan (Irak arazisinin bir parçası) beş cennet (veya habbat) ayırarak Hazret-i Ali'ye onları tahsis ettiHazret-i Ali de halifenin tahsisini kabul ettiği gibi ashâb da buna itiraz etmedilerBütün bunlar caizdirÇünkü bu konu ictihada bağlıdırBu, öyle ictihadlardandır ki onların hakkında 'Her müctehid musibdir' denirBu ictihadlar, hakkında belli nass olmayan her meselede olur ve aynı zamanda, o meseleye yakın diğer bir mesele yoktur ki, bu mesele açık bir kıyas ile onun mânâsını taşımış olsunBizim üzerinde durduğumuz bu mesele ile içki cezası meselesi gibi. . . Ashâb içki içene, kırk değnek vurdukları gibi seksen değnek de vurmuşlardırBütün bunlar sünnet ve haktırEbû Bekir ve Ömer'in ikisi de ashâbın ittifakıyle isabet etmişlerdirZira Hazret-i Ömer'in zamanında az alan bir kimse Hazret-i Ebû Bekir'in zamanında almış olduğu maldan, Ömer'in zamanında Fâdıl'a hiçbir şey geri vermemiştirFâdıl da Ömer'in zamanında fazlın kabulünden imtina etmemiştirBütün sahâbîler buna iştirak etmişlerdir ve bu iki görüşün ikisinin de hak olduğuna inanmışlardırBu bakımdan bu cins ictihadların isabetli olduğu ihtilâflara umumî bir düstur olmalıdırFakat hakkında belli bir nass olan meselede veya açık bir kıyas yapılması mümkün olan meselede müctehid gaflete gelerek veya kötü reyinden ötürü onun hakkındaki nasstan habersizce o nass da müctehidin hükmünü yıkacak kuvvet ve kudrette ise, biz böyle bir mesele için burada müctehidlerin hepsi isabet etmiştir' diyemeyizAksine burada hangi müctehid nassa veya nassın mânâsında bulunan delile isabet etmişse, ancak o isabetlidirBunun toplamından şu netice çıkar: Her kim, din veya dünya maslahatlarıyla ilgili sıfat ile muttasıf ve özel bir gruptan ise, aynı zaman da sultandan hediye, zekât veya haraç mallarından maaşlar almışsa, o sadece bu maaşın yüzünden fâsık sayılmaz.

Ancak zâlim sultanlara aynı zaman da hizmet edip yardımcı olursa, onların huzuruna girip çıkar, onları ifrat derecesinde över ve benzeri çirkin hareketlerde bulunursa fâsık olur! Bu çirkin hareketler ki, sultandan mal alanların çoğu ileride beyan edeceğimiz gibi onlardan kendisini kurtaramaz. (Onlar kişinin fâsık olmasına vesile olurlar. ) (78) İmâm-ı Şâfiî'ye göre Irak'ta arazileri işletenler o arazileri icar etmiş kimselerdirÇünkü Hazret-i Ömer, ganimetçilerin kalbini hoş etmek için o ara iyi icara vermiştirEbû Hanîfe'ye güre, Sevad arazisi ile cebren fethedilmiş ve ahalisi üzerinde bırakılmış her memleketin arazisi veya sulhen fethedilmiş memleketin arazisi haracı verilen arazidirÇünkü Hazret-i Ömer Sevad'ı (Irak'ı) fethettiği zaman orada yaşayanlara sahabîlerin huzurunda haraç bağlamıştırAmr b. As, Mısır'ı fethettiği zaman yine Hazret-i Ömer ve sahabe oraya haraç konmasında ittifak etmişlerdirIrak arazisi, işletenlerin mülküdürAncak onun haracı devlete verilmelidir. (İthaf 'us-Saade, VI /III)

79) el-Ecda’nın oğludurHemedanlıdırTâbiin-i kirâmdandırŞâyân-ı itima, fakih, âbid bir kimsedir.

80) Müslim ve Buhârî, (Numan b. Beşir'den)

81) İmanı Şâfiî, Müsned, (Tâvus'tan mürsel olarak)

82) Müslim ve Buhârî, (Ukbe b. Âmir'den)

83) Müslim, (İbn Ömer'den)

14-17

Zâlim Sultanlarla Oturup-Kalkmanın Helâl ve Haram Olan Kısımları, Meclislerine Katılmanın ve Kendilerine Hürmet Etmen

Bir insanın emirler, zâlim âmiller ile üç durumu vardır:

1- Bu üç durumun en şerlisi onların huzuruna girmektir.

2- Onların senin huzuruna gelmeleridirBu ikinci derece, birinci dereceden biraz daha hafiftir.

3- Onlardan uzak durup ne senin onları, ne de onların seni görmeleridirBu ise sağlam ve en tehlikesiz yoldur.

Birinci duruma gelince ki bunların huzuruna girmektirBu durum şer'an şiddetle zemmedilmiş bir durumdurBunun hakkında haberler ve eserlerde şiddetli yasaklar ve amansız hücumlar vârid olmuşturBiz ilâhî nizamın bunu nasıl zemmettiğini görmeniz için, o eserleri ve haberleri nakledeceğiz. Sonra bu oturup kalkmanın ne kadarı helâl ve hangi kısmı mübah ve hangi kısmının ilmin zâhirindeki fetvaya göre mekruh olduğunu belirtmeye çalışacağız.

Hadîsler

Allah'ın Rasûlü zâlim emirleri vasıflandırırken şöyle buyurmuştur:

Kim onlardan uzak olursa kurtulmuşturKim onların kötülüklerini benimsemediği için meclislerini terk ederse bütünfitnelerden sâlim kalır veya selâmet kalmaya yaklaşırKim onlarla beraber dünyalarına dalarsa, o kimse onlardandır!84

Hadîsin hikmeti şudur: Çünkü onların kötülüklerini benimsemeyerek meclislerini terkeden bir kimse, işledikleri günahlardan uzaklaşırFakat onlar için elîm bir azap gelirse, onlarla beraber zâhirde azaptan kurtulamayacaktırÇünkü onlarla çekişme ve muârazayı terketmiştir.

Benden sonra yalan söyleyen ve zulmeden emîrler olacaktırBu bakımdan onların yalanlarını tasdik eden ve onların zulümlerinin yardımcısı olan herhangi bir kimse benden olmadığı gibi, ben de o kimseden değilim. (Aramızda herhangi bir rabıta yoktur) ve böyle bir kimse (kıyâmet gününde) havz-ı kevsere varamayacaktır85

Ebû Hüreyre Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini rivâyet eder:

Kurra'ların Allah tarafından en çok buğzedileni o kimselerdir ki, emirleri ziyaret ederler86

Emirlerin en hayırlısı, âlimlere gelen emirlerdirÂlimlerin en şerlisi emirlerin ayağına giden âlimlerdir87

Âlimler, sultanlarla oturupkalkmadıkça, peygamberlerin Allah'ın kulları üzerindeki eminleri ve vekilleridirlerNe zaman sultanlarla oturupkalksalar, muhakkak ki peygamberlere ihânet etmişlerdirBu bakımdan onlardan sakınınız ve yaptıklarını inkâr etmek suretiyle onlardan uzaklaşınız88

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Huzeyfe bin Yeman (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Fitne yerlerinden sakınınız'Bunun üzerine kendisine şöyle soruldu: 'O yerler nerelerdir?' Şöyle cevap verdi: 'Emirlerin kapılarıdırÇünkü herhangi biriniz emirin huzuruna gittiğinde onun yalanını tasdik eder, onda olmayan vasıfları ona atfeder!'

Ebû Zer el-Gifârî (radıyallahü anh) Seleme bKays'a hitaben şöyle demiştir: 'Ey Seleme! Sakın sultanların kapılarına gitme! Çünkü sen onların dünyalığından herhangi birşey aldığın zaman, onlar onun karşılığında ondan daha fazlasını senin dininden alırlar!'

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Cehennemde bir vâdi (dere) vardırO vâdide ancak meliklerin (kralların ve emirlerin) ziyaretine giden kurra'lar dururlar!'

Evzâî şöyle demiştir: 'Allah nezdinde herhangi bir âmilin (yöneticinin) ziyaretine giden bir âlimden daha çok buğzedilen bir kimse yoktur'.

Sennun-i Abid şöyle demiştir: Âlimin meclisine gelindiğinde orada olmadığı müşahede edilir ve nereye gittiği sorulup 'Emîrin yanındadır' denildiği takdirde bilinsin ki bu âlim çok kötüdür!"

Ben meşayihten dinledimDeniliyor ki: Âlimin dünyaya bağlanıp sevdiğini gördüğünüz zaman onu dininiz hususunda itham ediniz'Ben bizzat bunu tecrübe ettimZira ben sultanın huzuruna ne zaman girdiysem çıktıktan sonra nefsimi hesaba çektimOnlara şiddetle hücum etmeme ve hevâlarına muhalefet göstermeme rağmen, yine de nefsimde bir aşağılık hissettim!

Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Âbid bir kurra'nın emirleri sevmesi nifaktırZenginleri sevmesi ise riyadır'.

Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: 'Herhangi bir kavmin sayısını çoğaltan (onlara karışan) zâlimlerdendir'.

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Kişi, beraberinde dini olduğu halde sultanın huzuruna girerÇıkarken dinsiz çıkar'Bunun üzerine İbn Mes'ûd'a 'Neden?' diye sorulduCevap olarak şöyle dedi: 'Çünkü kişi Allah'ı kızdırmak suretiyle sultanı râzı eder'.

Ömer b. Abdülâziz bir kişiyi herhangi bir vazifeye tâyin ettiBunun üzerine kendisine 'Tâyin ettiğin bu adam Haccâc-ı Zâlim zamanında tâyin edilmiş bir yöneticidir' denildiÖmer derhal onu azlettiAdam, Ömer'e (radıyallahü anh) 'Ben az birşey karşılığında Haccâc-ı Zâlim'e çalıştım' diye özür beyan ettiyse de, Ömer şiddet ve hiddetle ona 'Bir gün veya bir günün yarısı o zâlim ile sohbet etmen şer ve meymenetsizlik bakımından sana yeter de artar!' diye haykırdı.

Fudayl bIyâz (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bir kişi saltanat sahibine yaklaştığı nisbette Allah'tan uzaklaşır'.

Said bMüseyyeb, zeytinyağı ticareti yapar ve derdi ki: 'Bu ticarette şu zâlim sultanlardan müstağni olmam vardır!'

Vuheyb bVerd şöyle demiştir: 'Şu kimseler ki, meliklerin huzuruna girerlerOnlar bu ümmet için kumarbazlardan daha zararlıdırlar!'

Muhammed bSeleme (radıyallahü anh. ) şöyle demiştir: 'Pislik üzerine konan karasinek, şu adamların kapısında bekleşen kurra'lardan daha güzel ve daha hayırlıdır'.

İbn Şihab ez-Zührî sultana (Abdülmelik b. Mervan'a) arkadaşlık yapıp onunla oturup kalkmaya başladığı zaman bu zâtın dinde kardeşi olan bir kimse kendisine şu mektubu yazdı:

Yâ Ebû Bekir! Cenâb-ı Hak fitneden bize de, sana da âfiyet verip korusunSen öyle bir duruma geldin ki seni tanıyan herkese senin için Allah'tan duâ etmesi ve sana rahmet okuması gerekirSen Allah'ın nimetleri altında beli bükülen koskoca bir önder oldunÇünkü Allah sana kitabının mânasını anlamayı, Habib-i Edîbi Muhammed Mustafa'nın sünnet-i seniyyesinin ilmini ihsan buyurmuşturAcaba durum böyle değil midir? Oysa Allahü teâlâ âlimlerden söz almıştır.

Vaktiyle Allah kendilerine kitab verilenlerden (âlimlerden) şöyle teminat almıştı: Celâlim hakkı için kitabı muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınızOnu gizlemeyeceksiniz. (Âl-i İmrân/187)

Senin irtikâb ettiğin suçun ve şu anda omuzladığın yükün en hafifi şudur: Sen zâlimin vahşetini gideriyorsunHerhangi bir bâtılı işleyen, herhangi bir hakkı yerine getirmeyen bir kimseye yaklaşmak suretiyle veya seni kendisine yaklaştırdığı zaman sen ona zulmün yolunu kolaylaştırmış oluyorsunOnlar seni zulümlerinin üzerinde döndüğü eksen edinmişlerdirBelâlarına, savaşıp geçmek için seni köprü yapmışlardırDalâletlerine yükselip yetişmek için seni merdiven edinmişlerdirSenin yüzünden diğer âlimler hakkında da şüphe etmektedirlerSeninle câhillerin kalplerini çalmaktadırlarBir düşün sen, senin için tâmir ettikleri, senden tahrip ettiklerine nazaran pek az ve cüz'î bir şeydir! Senin dininden alıp ifsâd etikleri ne de çoktur? Acaba senin şu ayette zemmedilenlerden olmadığına dair elinde ne gibi bir vesika vardır?

Sonra bu peygamberlerle salih kimselerin arkalarından (kötü) bir nesil geldi ki, namazı terkettilerŞehvetlerine uydularBunlar da cenehhemdeki gayyâ vâdisini boylayacaklardır! (Meryem/59)

Unutma ki, sen hiçbir şey hakkında cahil olmayan bir zât ile muamele ediyorsunO, hiçbir zaman gaflete düşmeden seni koruyorBu bakımdan dinini tedâvi etÇünkü dinine zâfiyet düşmüştür! Azığını hazırlaZira uzun süren bir sefer baş gösteriliştir!

Ne yerde ne gökte, hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz. (İbrâhim/38)

Bu rivâyetler, sultanlarla oturup-kalkmaktan meydana gelen fitne ve fesadlara işaret etmektedirlerFakat biz bunu fıkhî yönden izaha çalışalımMahzurlu kısmını, mekruh ve mübah kısmından ayıralıİşte bu maksatla deriz ki: Sultanın huzuruna giren bir kimse ya fiiliyle veya sükûtuyla veya sözüyle veyahut da inancıyla

Allah'a isyan etmeye mâruz ve mecbur kalırBu bakımdan hiçbir zaman kişi, bu durumların birinden yakasını kurtaramaz!

Fiiliyle Allah'a isyan etmeye gelince. . . Sultanların huzuruna girmek, çoğu zaman gasbedilmiş bina ve evlerde olurOysa gasbedilen yerlere adım atıp, sahiplerinin izni olmaksızın girmek dinen haramdırİtirazcının 'Bu durum, bir hurmayı veya ekmek kırıntılarını almak gibi, halk tarafından müsamaha ile karşılanan bir durumdur' şeklindeki fetvası seni aldatmasınZira bu fetva ancak gasbedilmemiş mal hakkında muteberdirGasbedilmiş mal hakkında ise geçerli değildirÇünkü denilmiştir ki; 'Biraz oturmak, mülkü azaltmaz, o müsamaha yeridirGayr-i menkulden geçiş de böyle. . . '

Bu fetva her fert hakkında geçerli olduğu gibi, bütün toplum hakkında da geçerlidirGasb, ancak hepsini gasbetmekle tamam olmuşturAncak münferid olduğu zaman böyle bir geçiş veya oturuşta müsamaha edilirZira eğer mülkün sahibi, o âlimin girişini ve oturuşunu bilse, çoğu zaman bunu hoş karşılarFakat bu diğerleriyle ortaklaşa bütün zaman mülkü meşgul etmeye yol açtığı takdirde, haram olmanın hükmü hepsi için geçerli olurBu bakımdan 'Kişinin mülkünden her geçen kimse ancak bir adım atar, o adımla mülkte herhangi bir aşınma, azalma ve tahribat meydana gelmez' fetvasına güvenerek mülkünü yol edinmek caiz değildirÇünkü hepsinin hareketi, mülkü hakîki sâhibinin elinden çıkarmış olurBu, tıpkı tâlim ve öğretmek için çocuğa hafifçe vurmanın mübah olmasına benzerFakat bu vuruş, ancak münferid olmak şartıyla mübahtırEğer bir cemaat, çocuğun ölümünü icab ettirecek derecede hafifçe vurmada birleşirlerse, hepsinden kısas almak farz olurOysa atılan darbelerin herbiri eğer tek başına atılmış olsaydı kısası gerektirmezdiFarzedelim ki, zâlim sultan gasbedilmiş bir yerde değildirAncak sahipsiz bir arazidedirO zaman da kurmuş olduğu çadırın veya gölgeliğin malından olup olmadığı hususu dikkate alınmalıdır.

Eğer öz malından olan bir çadır veya gölgeliğin altında ise, bu haramdır. (Çünkü sultanların malının çoğu haramdır) Böylece burada onun huzuruna girmek de caiz değildirÇünkü onun huzuruna girmek, haramdan istifade etmek ve haram ile gölgelenmek demektirEğer bütün bunların helâl olduğunu farzedersek, o vakit kişinin huzura girmesiyle âsî olması sözkonusu değildirZira sadece huzura girmek, selâm vermek gibi isyanına sebep olmazEğer huzuruna girdiğinde secde ederse rüku a varırsa sen onların huzuruna giren bir kimsenin eğer eliyle engel olamıyorsa mârufu emretmesi ve münkeri nehyetmesi gerekir.

İtirazı onların huzuruna giren kişi nefsinden korktuğu için suisti. . . . mâzur sayılır

Cevap: Senin bu sözlerin haktırFakat o adamın da herhangi bir zaruret olma halde nefsini mübah olmayan bir şeyi yapmak için zorlamaya hakkı yokturZira o kişi, onların huzuruna girip, o münkerleri görmeseydi, o münkerlerden sorumlu olmazdı ve özür ile yakasını o mesuliyetten kurtarmaya da muhtaç olmazdıFırsat gelmişken derim ki; herhangi bir yerde gayr-i meşrû bir şeyin olduğunu bildiği, oraya vardığında onu kaldıracak kuvvet ve kudrette olmadığını anladığı halde oraya gitmesi câiz değildirÇünkü oraya varırısa, o gayr-i meşrû şey gözü önünde cereyan ederkendisi de susmak durumunda kalır. (Bu ise felâkettir) Aksine

Söze gelince, zâlimin huzuruna giren ona duâ ederOnu över, açık bir sözle, başını sallamak veyahut sırıtmak suretiyle onun söylediği bâtıl sözü tasdik eder ve ona sevgisini, yardımını ve huzuruna gelmesine müştak olduğunu izhar ederOnun uzun yaşamasını saltanatta kalmasını arzuladığını belirtirÇünkü saltânat sahibinin huzuruna giren bir kimse, çoğu zaman sadece selam vermekle kalmaz, aksine konuşurKonuştuğu takdirde de bu sayıp söylediklerimizden başka bırşey konuşamazZâlim sultana duâ etmeye gelince, bu gibi duâda bulunmak helâl değildirAncak 'Allah seni islah etsin' veya 'Allah seni hayırlı işlere muvaffak etsin, taatinde ömürünü uzatsın' veya buna benzer kelimelerle duâ edebilir. Allah seni korusunUzun ömürler versin ve nimetlerini senden esirgemesin gibi duâlara gelince, bu duâları 'efendim' kelimesini veya sbu kelimenin mânasını taşıyan herhangi bir hitabı kullanmakla beraber caiz değildir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Herhangi bir kimse, herhangi bir zâlimin yaşaması için duâ ederse, bu kimse yeryüzünde Allah'a karşı gelmeyi sevmiş olur!89

Eğer huzura giren adam duâyı bitirip zâlimi övmeye başlarsa, zâlimde olmayanları söylemiş olacaktırBöylece yalancı, münâfık ve bir zâlime ikram eden bir kimse olurBu üç durum da günahtır.

Fâsık bir kimsenin medh ü senası yapıldığı zaman Cenâb-ı Hak gazaba gelir 90

Herhangi bir fâsığa ikramda bulunan bir kimse, İslâm'ın yıkılmasına yardım etmiş olur!91

Eğer zâlimin huzuruna giren adam, zâlimi övmeyi geçip söylediklerinde onu tasdik etmeye başlarsa, yaptıklarını övmek sûretiyle doğru gösterirse, bu takdirde iki yönden âsi olur.

1- Zâlimi tasdik etmekten,

2- Ona yardımcı olmaktan. . . Zira zâlimin yaptığını doğru gösterip övmek, günaha yardım ve günahkârı teşvik ve tahrik etmektir.

Nitekim kişiyi yalanlamak, onun fiilini zemmetmek, yaptıklarını kötü göstermek de onu kötülükten menetmek ve isteklerini dumûra uğratmak olduğu gibi. . . Günaha yarım kelime ile dahi yardım etmek günahtır.

Süfyân es-Sevrî 'Uçsuz bucaksız bir çölde ölümle pençeleşen bir zâlime bir yudum su içirmek caiz inidir değil midir?' sorusuna karşılık olarak şu cevabı vermiştir: 'Hayır! Câiz değildirOnu ölümle başbaşa bırakmak gerekirÇünkü ona su içirmek kendisine yardım etmek demektir!'

Süfyân es-Sevrî dışındaki âlimler 'Nefes alıp verecek kadar içi» rilir, sonra tekrar bırakılır ve (böylece ölünceye kadar devam edilir) ' demişlerdirEğer zâlimin huzuruna giren bir kimse, bütün bu söylediklerimizi geçip ona karşı sevgi ve onun huzuruna gelmek için iştiyakını gösterip, onun uzun yaşamasını arzuladığını izhar ederse, buna rağmen yalan söylemiş olursa dahi yalandan ve münafıklıktan ötürü günahkâr olurEğer doğru ise zâlimi seven bir kimse, zulmünden ötürü Allah'a isyan etmiş olurBöyle bir kimsenin hakkı Allah için zâlime buğzetmektirOna karşı nefret duymaktırÇünkü Allah için buğzetmek farzdırGünahın dostu ve günaha rıza gösteren bir kimse ise, günahkârın tâ kendisidirHerhangi bir zâlimi seven kimse, eğer zulmünden ötürü onu seviyorsa sevgisinden dolayı âsidirEğer başka bir sebepten ötürü onu seviyorsa bu sefer ona buğzetmediğinden dolayı âsî olurÇünkü her durumda zâlime buğzetmesi gerekirEğer herhangi bir şahısta hayır ile şer bir araya gelirse; onu hayırdan dolayı sevmek, o şerden dolayı da buğzetmek farzdırBu konu kardeşlik ve Allah yolunda sevilenlerin buğzetmekle sevgiyi neye dayanarak bir araya topladıkları bahsinde gelecektirEğer zâlim sultanın huzuruna giren kimse, bütün bu felâketlerden sâlim ise ki sâlim olması pek uzaktır hiç olmazsa sultanın müreffeh yaşantısına, Allah'ın ona vermiş olduğu nimetlere karşı gösterdiği lâübaliliğe baktığında, kalbine herhangi bir fesad girebilirO zaman Allah Rasûlü'nün yasakladığını yapmış olur.

Çünkü Hazret-i Peygamber muhâcirîne şöyle hitap etmiştir:

Ey muhacirler! Sakın ehl-i dünyanın huzuruna girmeyinÇünkü dünya sizi rızkınızı azımsamaya ve hakir görmeye teşvik eder92

Bahsi geçen mahzurlarla beraber zâlim sultanın huzuruna giren bir kimseye başkası da bakıp girebilirZâlimlerin huzuruna girmek suretiyle onların meclisini çoğaltırHele şan ve şöhret sahibi ise, girişiyle onlar hakkında başkasının hüsn-ü zannına sebep olabilirBütün bunlar ya 'Mekruh' veya 'mahzurlu' hareketlerdir.

Said bMüseyyeb, Abdülmelik bMervan'ın oğulları Velid ile Süleyman'ın ikisine birden biat etmeye davet edildiğinde, şöyle demiştir: 'Gece ve gündüz birbirini takip ettikçe (hayatta olduğum sürece) iki kişiye birden biat edememÇünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) iki bîatı birden yapmayı yasak kılmıştır'Bunun üzerine Abdülmelik kendisine 'O halde şu kapıdan gir, arka kapıdan çık git' dediSaid bMüseyyeb 'Allah'a yemin ederim ki, bunu da yapmamHalktan hiç kimse bana bu hususta aldanıp uymayacaktır. (Buna fırsat vermeyeceğim) 'Onun bu ısrarına karşılık Abdülmelik kendisine yüz sopa attırdı ve kendisine siyah bir cübbe giydirildi ,93 Zâlim sultanların huzuruna ancak iki özürden ötürü girilir.

1- Onlar tarafından ikram edici değil, kişiyi ilzam edici bir emir verdiğinde ve kişi gitmezse kendisine eziyet vereceklerine veya halkın onlar hakkındaki itâati bozulacağına ve böylece siyaset işinin allak bullak olacağına kani ise, o zaman gitmek kendisine farz olurOnlara itâat etmek için gitmemeli, sultan bozulmasın, halkın maslahatı karmakarışık olmasın diye gitmelidir.

2- Başka bir müslümandan zulmü kaldırıp gidermek, emr-i bi'l-mâruf yapmak veya şikâyet yoluyla nefsinden zulmü kaldırmak için girmektirBöyle bir girişe ruhsat verilmiştirAncak yalan söylememek ve zâlimleri övmemek, kabul olacağını ümid ettiği va'z u nasihati bırakmamak şartıyla girerİşte zâlim sultanların huzuruna girişin hükmü budur.

İkinci derece ise, zâlim sultanın, senin ziyaretine gelmesidirOnun selâmına cevap vermek gerekirÖnünde kalkmak ve kendisine ikramda bulunmak, ikramın karşılığı olduğu için haram değildirÇünkü o zâlim, ilim ve dinin ikramında bulunduğu için övülmeye müstahak olurNitekim zulümden ötürü uzaklaştırılmaya müstahak olduğu gibiBu bakımdan ona karşı gösterilen ikram onun ikramının karşılığı, selâmına verilen cevap da selâmının karşılığı olurFakat ziyaret edilen âlim tenha bir yerdeyse sultana dinin izzetim, zulmün hakaretini göstermek için, önünde kalkmaması daha evlâdırBöyle yapmakla sultana, hâl diliyle 'Sana dinden ötürü Allah'tan yüz çevirenden yüz çevirmek için buğzediyorum Allah da senden kudret yüzünü çevirmiştir' demiş olur.

Eğer zâlim sultan, bir cemaat içerisinde âlimin huzuruna girerse saltanat erbâbının halk arasında haşmetlerini gözetmek önemli olduğundan böyle bir durumda bu niyetle kalkmakta herhangi bir sakınca yokturBuna rağmen kalkmamasından ötürü halk arasında herhangi bir fesâdın doğmayacağını ve kendisi de böyle yaptığından ötürü herhangi bir eziyete mâruz kalmayacağını biliyorsa, ayağa kalkmak suretiyle ikram etmeyi terk etmesi daha uygundurBütün bunlardan sonra zâlim sultanla bir araya gelen âlimin, sultana nasihatte bulunması vacibdirEğer saltanat sahibi, haram olduğunu bilmediği şeyleri yapıyorsa, âlim de onun yaptıklarının haram olduğunu bildiği takdirde bırakacağını biliyorsa, ona 'Senin şu yaptığın haramdır' deyip ikazda bulunmalıdırÇünkü bu tür ikâz âlim için farzdır.

Sultanın haram olduğunu bildiği halde yaptıklarını zulüm ve israf gibi sultana hatırlatmak hiç de fayda getirmezBu durumda âlime düşen vazife sultanın işlediği günahlardan ötürü eğer korkunun tesir edeceğini biliyorsa korkutmasıdırZâlim sultanı maslahat yoluna eğer ilâhî nizama uygun bir yolu biliyor ve o yolla günah olmaksızın sultanın hedefi tahakkuk edeceğini ve böylece sultanın da hedefine vardığında zulümden el çekeceğini biliyorsa irşad etmek âlimin boynunda borç ve farzdırBile bile cüretkârlık yapıp işlediği günahlarda ise, onu korkutmak âlimin vazifesidirKendisini zulümden menedip alıkoymak ve gâfil bulunduğu yollara irşad etmek de âlimin vazifesidir.

Bu bakımdan âlimin, konuşmasının herhangi bir müsbet tesirini umduğu zaman bu üç yola başvurması gereklidirİster özürle, ister özürsüz olsun kazâra sultanın huzuruna giren her âlime bu yola başvurmak lâzımdır.

Muhammed bSâlih şöyle anlatır:

Hammâd bSeleme'nin huzurunda idimBaktım ki, evinde bir hasırdan başka birşey yokKendisi o hasır üzerine oturmaktadırBir de okuduğu Kur'ân ve içinde hocalarından rivâyet ettiği hadîs kâğıtları bulunan bir dağarcık vardıAbdest aldığı bir kabı da bulunuyorduOnun yanında bulunduğum bir sırada birisi kapısını çaldıKapıyı çalanın Muhammed bSüleyman olduğunu gördükOna girmek için izin verdiMuhammed bSüleyman gelip, huzurunda oturduktan sonra ona şöyle hitap etti.

- Bana ne oluyor ki seni gördüğüm zaman kokru ile doluyorum, heybet ve dehşet içerisinde kalıyorum.

Bu soru karşısında Hammad hükümdara şu cevabı verdi:

Bunun sebebi Allah Rasûlunün (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadisi şerifidir Muhakkak âlim, ilmiyle Allah'ın cemâlini istediği zaman herşey ondan korkarEğer ilmiyle hazineleri toplamak istiyorsa o zaman kendisi herşeyden korkar.

Bu konuşmadan sonra hükümdar, Hammad'a kırk bin dirhem para teklif etti:

- Bunları al, bunlarla geçin.

- Bu parayı kimden zulmen almışsan götür onları, geri ver

- Allah'a yemin ederimSana babamdan miras olarak kalan malımdan veriyorum.

- Benim paraya ihtiyacım yoktur.

- Sen alır, fakirlere dağıtırsın!

- Umulur ki, ben onu dağıtırken adaletle hükmettiğim halde ondan nasibdar olmayan bir kimsenin Hammad onun taksiminde âdil davranınadı'deyip günahkâr olmasından korkuyorumBu bakımdan onu, benden uzaklaştır.

Üçüncü derece. . . Zâlim sultanlardan uzaklaşmak, ne onları görmek ne de onlara görünmektirBöylesi farzdırZira selâmet ancak böyle yapmaktadırBu bakımdan kişinin zâlimlere zulümlerinden ötürü buğzedileceğine inanması gerekirOnların yaşantısını sevmenden, onları övmemeli onların durumlarını sormamalı, onlarla ilişkisi olanlara bile yaklaşmamalıdırOnlara yaklaşmadığından dolayı elinden kaçırdiğı fırsatlar için hayıflanmamalıdırBütün bunlar onların durumuları kalbine fütur getirdiği zaman sözkonusudurEğer hiç onlar en güzeli de budurEğer onların nimetler içerisinde yüzdüklerini hatırlarsa,

Hatem el-Esamm'ın dediğini hatırlamalıdır: 'Benimle sultanları arasında bir gün vardır: Dünün lezzetini bir daha duymayacaklardırBen de onlar da yarın büyük bir korku ile karşı karşıyayızBu bakımdan aramızdaki fark bugündürBakalım bugün de neyin olması umulur?'

Bir de Ebu'd Derda'nın söylediğini hatırlamalıdır: 'Servet sahipleri yerler, biz de yiyoruzOnlar içer biz de içerizOnlar giyer biz de giyerizOnların fazla malı vardırOna bakarlarBizde onlara bakarızÜstelik fazla maldan onlar sorumludurlarBizim ise sorumluluğumuz yoktur!'

Bir kimse zâlimin zulmünü, günahkârın günahını biliyorsa, onların dereceleri bilenin kalbine düşmelidirBu, müslümanın vecibesidirGünah ise kişinin sevmediği şey olmalıdırÇünkü kişi ya o zâlim ve günahkârın zulüm ve günahından gâfil olacak veya ona razı olacak veya ondan tiksinti duyacaktırOnu bildiği halde ondan gâfil olmak sözkonusu değildirOna razı olmak da müsbet bir mânâ taşımazBu bakımdan ondan tiksinti duyması gerekirO halde bu zâlimlerin herhangi birisinin Allah hakkında olan tecavüzünü, senin öz hakkına olan tecavüz gibi kabul etmelisin ve böyle de olmalıdır.

Soru:duymak insanın isteğine bağlı değildirBu nasıl olurda burada tiksinmek farz olur?

Cevap:Hiç de sanıldığı gibi değildirZira aşık olan bir kimse, tabiatın bir zarureti ve icabı olarak sevgilisinin hoşuna gitmeyen ve tabiatına ters düşeni hor görür ve hoşuna gitmezÇünkü Allah'ın mâsiyet ve günah diye bildirdiğinden tiksinti duymayan bir kimse Allah'ı sevmiyor demektirAllah'ı sevmeyen kimse, ancak tanımadığından sevmezOysa tanımak farzdırBu bakımdan Allah için sevmek de farzdırKişi Allah için sevdiği zaman hor gördüğünü hor görecek, sevdiğini de sevecektir ve böyle yapmak mecburiyetindedirBunun tedkik ve tahkiki 'Muhabbet ve rıza'bahsinde gelecektir.

İtiraz:Selaf âlimler sultanların huzuruna girerlerdi.

Cevap: Evet dediğin doğrudurFakat selef âlimlerinden girmeyi öğren de öyle girNitekim hikâye edildi ki, Abdülmelik'in oğlu Hişam, hacı olarak Mekke'ye geldiMekke'ye geldiği zaman şu emri verdi:

- Ashâb-ı kirâmdan bana bir kişi getirin!

- Ashâb tamamen ölüp gittiler. . .

- O halde tâbiînden getirin.

Gidip Yemenli Tâvus bKeysan'ı getirdilerTavus, Hişam'ın huzuruna girdiği zaman, tam onun oturduğu minderin yanında ayakkabılarını çıkardı ve kendisine 'Emîr'ul-Mü'minîn' diye hitap ederek selâm vermediAksine 'Yâ Hişam! Selâm sana!' dediKendisine tâzim ifade eden künyeyi de kullanmadıTam karşısına oturdu ve 'Nasılsın ey Hişam?' dediBu manzara karşısında Hişam, o kadar kızdı ki Tavus'u öldürtmek istediFakat çevresi kendisine Allah ve Rasûlü'nün hareminde bulunduğunu hatırlattılar'Burada insan öldürmek mümkün değildir' dedilerBunun üzerine Hişam şöyle dedi:

- Ya Tavus! Seni böyle yapmaya zorlayan nedir?

- Ne yaptım?

Bu istifham karşısında kalan Hişam daha da hiddetlenerek şöyle bağırdı:

- Daha ne yapacaksın? Ayakkabılarını tam oturduğum minderin yanında çıkardınElimi öpmedinBana 'Emîr'ul-Mü'minin' diye selâm vermedinBana 'Yâ Ebû Süleyman' diye künyemle bile hitap etmedinİznim olmaksızın gelip karşıma oturdun'Ya Hişam, nasılsın?' dedin.

Bunun üzerine Tavus söz aldı: 'ıninderin yanında ayakkabılarımı çıkarmaya gelince. . . Ben hergün beş defa izzet ve celâl sahibi olan Allah'ın huzurunda ayakkabılarımı çıkarıyorumO beni ikab ve itab etmiyor, bana kızmıyorSenin 'elimi öpmedin' sözüne gelince. . Ben 'mü'minlerin emiri' Ali bEbi Tâlib'den (radıyallahü anh) şöyle dediğini işittim: 'Herhangi bir müslümana başkasının elini öpmek helâl değildirAncak şehvetinden ötürü hanımının elini ve şefkatinden ötürü çocuğunun elini öpebilir'Senin 'Bana Emîr'ul-Mü'minîn diye hitap ederek selâm vermedin' sözüne gelince. . . Bilmiş ol ki, bütün müslümanlar senin emîr olmana razı değildirlerBunun için ben yalan söylemekten hoşlanmamSenin bana 'Ebû Süleyman künyesiyle hitap etmedin' deyişine gelince. . .

Bil ki, Allahü teâlâ peygamberlerinin ve velî kullarının özel isimlerini zikrederek 'Yâ Dâvûd, Yâ Yahya, Yâ isa!' demiştirDüşmanın da künyesini zikretmek suretiyle 'Ebû Leheb'in iki eli kurusun' demiştirSenin 'Benim karşımda iznim olmaksızın oturdun' sözüne gelince (bil ki) ben Emîr'ul-Mü'minîn Ali'den (radıyallahü anh) şöyle duydum: 'Eğer sen cehennem ehlinden bir kimseye bakmak istiyorsan, kendisi oturmuş olduğu halde, etrafında ayakta duranların bulunduğu bir kimseye bak!

Bunun üzerine Hişam rikkate gelerek şöyle dedi:

- Ya Tavus! Bana nasihatta bulun!

- Emir'ul-Mü'minîn Ali'nin (radıyallahü anh) şöyle söylediğini duydum: Muhakkak cehennemde dağlar gibi yılanlar, katır gibi akrepler vardırBunlar halkına adâletli davranmayan emirleri ısırırlar'.

Bunu dinleyen Hişam, kalkıp koşarak Tavus'dan95 ayrıldı.

Süfyân es-Sevrî der ki: Ben Mina'da Ebû Cafer'in96 huzuruna götürüldümBana dedi ki: 'İhtiyacını bize bildir'Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: 'Allah'tan kork! Sen yeryüzünü zulüm ve saldırganlıkla doldurdun'.

Süfyân der ki: Bu sözüm üzerine halife başını eğdiUzun süre düşündükten sonra başını kaldırarak yine 'ihtiyacını bize bildir' dediBunun üzerine dedim ki: 'Sen Muhacir ve Ensar'ın kılıçları sayesinde bu mertebeye varmış bulunuyorsunOysa bugün bu zevatın çocukları açlıktan ölmektedirAllah'tan kork! Onların haklarını kendilerine ulaştır'Bunun üzerine halife bir hayli düşündükten sonra başını kaldırdı ve bana 'İhtiyacını söyle' dediBen devamla dedim ki: 'Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hacca giderken hazinedarına 'Biz bu seferimizde ne kadar infak ettik?' diye sordu'On küsûr dirhem' cevabını alınca, 'Oysa ben bugün şurada develerin yükleyip götürmekten âciz olduğu kadar bol mallar görmekteyim' dedi.

Sonra Süfyân Mansur'un huzurundan çıkıp gittiİşte selef âlimleri zorlandıkları zaman sultanların huzuruna girerlerdi.

Allah'ın intikamını zâlimlerden almak için canlarını dişlerine takarlardı.

İbn Ebî Şemile Abdülmelik bMervan'ın huzuruna girdiHalife kendisine 'Konuş!' dediO da halifeye şunları söyledi: 'İnsanlar kıyâmette, kıyâmetin dehşet ve acısından kurtulamazlarOradaki helâk ve felâketi görmekten emîn olamazlarAncak nefsini küstürmek sûretiyle Allah'ı razı eden kimse müstesnadır'Bunun üzerine Abdülmelik hüngür hüngür ağlamaya başlayarak dedi ki: 'Hayatta kaldıkça senin şu sözünü daima hatırımda bulunduracağım'.

Hazret-i Osman (radıyallahü anh) Abdullah bAmr'ı Basra valisi olarak tayin ettiği zaman Hazret-i Peygamber'in sahabîleri onu tebrik etmeye geldilerFakat Ebû Zer el-Gıfârî geciktiOysa Abdullah bAmr, Ebû Zer'in samimi dostuyduBunun üzerine Abdullah, Ebû Zer'e sitem ettiEbû Zer, cevap olarak şöyle dedi:

Hazret-i Peygamber'den şöyle dinlemiştim:

Kişi (zâlim sultanın emrinde) herhangi bir vazife aldığı (ve zulme yardımcı olduğu) zaman Allahü teâlâ ondan uzaklaşır97

Mâlik bDinar, Basra emîrinin huzuruna girerek şöyle demiştir: 'Ey Emîr! Semâvî kitaplardan birinde okudum; Allahü teâlâ şöyle diyordu: Acaba sultandan daha ahmak ve bana isyan edenden daha câhil bir kimse var mıdır? Acaba benden izzet bekleyen ve bana itâat edenden daha aziz bir kimse bulunur mu? Ey kötü çoban! (Zâlim sultana hitabdır) , ben sana sapasağlam, besili koyunlar teslim ettimSen ise eti yedin, yünü giydin, onları zayıflıktan ötürü ses çıkaran kemikler yığını hâlinde bıraktın'Bunun üzerine Basra valisi, Mâlik bDinar'a dedi ki:

-Seni bize saldırtan ve şerrimizden koruyanın ne olduğunu biliyor musun?

- Hayır!

- Bize ihtiyacının olmayışı ve elimizdeki servete önem vermeyisin.

Ömer b. Abdülâziz (radıyallahü anh) , Arafat'ta, Halife Süleyman b, Abdülmelik'le beraber bulunuyorduO esnada Süleyman, gök gürültüsünü işitip korktuGöğsünü, korkusundan ötürü, eğerin önüne yapıştırdıFırsattan istifade ederek Ömer, kendisine şöyle dedi: 'Bu Allah'ın rahmetinin sesidirAcaba sen onun azabının sesini dinlediğin zaman nasıl olacaksın?' Sonra Süleyman, Ömer'e şöyle hitap etti: Allahü teâlâ seni de bunlarla mübtelâ etsin'

Abdülmelik'in oğlu Süleyman, Mekke'ye gitmek üzere Medine'ye geldi, Ebû Hâzım'ı (Seleme b. Dinar) huzuruna dâvet ettiEbû Hâzım onun huzuruna geldiEbû Hâzım huzura girdiği zaman Süleyman kendisine şu suâli sordu:

- Yâ Ebû Hâzım! Neden biz ölümden hoşlanmıyoruz?

- Çünkü siz âhiretinizi tahrip, dünyanızı mamur etmişsinizBu bakımdan siz mamur bir yerden harâbe bir yere gitmeyi elbette hoş görmezsiniz!

- Yâ Ebû Hâzım! Allah'ın huzuruna gitmek nasıldır?

-Yâ emîr'ul-Mü'minin! Eğer giden sâlih bir kimse ise senelerce kaybolmuş, sonra ailesine kavuşmuş bir kimse gibidirKötü bir kimseye gelince, o da efendisinden kaçmış, sonra tutuklu olarak efendisinin huzuruna getirilmiş bir köle gibidir.

Bunun üzerine Süleyman hüngür hüngür ağlayıp dedi ki:

- Keşke Allah nezdinde durumumun ne olduğunu bilseydim!

- O halde nefsini Allah'ın Kitabı'nın mihengine vur! Çünkü

Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Muhakkak ki, ebrar (sâlih kimseler) elbette nimetler içinde yüzerlerMuhakkak ki, fâcirler (âsî ve yalancılar Cahîm'in (ateşin) içindedirler. (İnfitar/13-14)

- O halde Allah'ın rahmeti nerededir?

- Allah'ın rahmeti 'Muhsinlere' (sâlihlere) yakındır.

- Yâ Ebû Hâzım! Allah'ın kullarından hangisi daha azizdir?

- Birr ve takvâ ehli daha azizdir.

- Amellerden hangisi daha üstündür?

- Haramlardan korunmakla beraber Allah'ın farzlarını edâ etmek. . .

- Sözün hangisi işitilmeye daha lâyık ve değerlidir?

- Korktuğun ve ümit ettiğin bir kimsenin nezdinde hakkı söylemek. . .

- Mü'minlerin hangisi daha akıllıdır?

- Allah'a ibadet edip halkı da ibadete çağıran kimse. . .

- Mü'minlerin hangisi daha zararlıdır?

- Kardeşi zâlim olduğu halde o zâlimin havasına uyup da sürüklenen. . . Böyle bir kimse âhiretini başkasının dünyasına feda etmiştir.

- Bizim içinde bulunduğumuz duruma ne dersin?

- Beni affeder misin (ki bu durumu söylemeyeyim?)

- Hayır muhakkak söyleyeceksinBu senin bana söyleyeceğin bir nasihat olacaktır.

- Yâ Emîr'ul-Mü'minin! Senin ecdadın halkı kılıç ile kahredi saltanatı müslümanlarla istişare etmeksizin, onların rızasını almaksızın zorla aldılarHatta müslümanlardan bir çoğunu bu yüzden öldürdülerMüslümanlarla aralarında büyük savaşlar olduOysa onların hepsi bugün âhiret âlemine göç etmişlerdirKeşke onların dediklerini ve onlara denilenleri bir bilseydim! Bunun üzerine Süleyman'ın nedimlerinden birisi Ebû Hâzım'a sözle, saldırarak dedi ki:

- Sen çok kötü birşey söyledin!

Allahü teâlâ âlimlerden hakikati insanlara söyleyip gizlememek üzere söz almıştır. . .

- Peki biz bu fesadı nasıl ıslah edelim?

- Helâlinden alıp onu hakkıyla ehline vermelisin.

- Kimin gücü yeter bunu yapmaya?

- Cenneti isteyip cehennemden korkanın.

- Bana dua et!

- Yârab! Eğer Süleyman senin dostun ise, onun için dünya ve âhiret hayırlarını kolaylaştırEğer düşmanınsa onun perçeminden tut, sevdiğin ve razı olduğun hedefe doğru yönelt!

- Bana tavsiyede bulun!

- Sana kısa yoldan tavsiye ediyorum: Rabbini tâzim etO'nu seni yasak yerlerde görmekten tenzih et; (veya emrettiği yerde seni kaybetmekten tenzih et) 98

Ömer b. Abdülâziz, Ebû Hâzım'a şöyle dedi:

- Bana nasihatta bulun!

- Yatağına uzan! Sonra ölümü baş ucunda bulundur! Sonra o anda hangi sıfatın sende olmasını istiyorsan onu düşün! İşte o sıfatı şu anda al! O saatte sende olmasını kerih gördüğün sıfatı şimdi terket! Umulur ki, o saat yakındır.

Bir bedevî Süleyman bAbdülmelik'in huzuruna girdiHalife o bedevîye 'konuş!' dediBedevî 'Yâ Emir'ul-Mü'minîn! Ben seninle bir konuşma yapacağımHoşuna gitmese dahi tahammül etmeni isterimÇünkü eğer kabul edersen o konuşmanın arkasından hoşuna giden neticeler gelecektir'Süleyman 'Ey Arabî! Biz hilesinden emîn olmadığımız ve nasihatini ummadığımız kimseye dahi geniş müsamaha gösteriyoruz'Bunun üzerine bedevî konuşmaya başladı:

- Ya Emir'ul-Mü'minin! Etrafını, tercihlerini kötüye ve çıkarlarına kullanan kimseler sarmıştırBunlar dinlerini dünyalarına feda etmişlerdirSenin rızânı Allah'ı kızdırmakla elde etmeye çalışmaktadırlarAllah konusunda, Allah'tan değil, senden korkmuşlardır; (veya Allah konusunda sana ihânet etmişlerdir) .

Fakat seninle ilgili Allah'tan korkmuş değildirler; (veya senin hakkında Allah'a ihânet etmemişlerdir) Onlar âhiret ile savaş, dünya ile barış hâlindelerBu nedenle Allahü teâlâ'nın seni emin kıldığı vazifelerde sen onlara itimat etmeÇünkü onlar emniyeti kötüye kullanmak için ellerinden gelen çabayı sarfetmektedirlerÜmmet-i Muhammed'e her türlü zillet ve zulmü yapmaktadırlarOysa onların yaptıklarından sen sorumlusunOnlar ise senin yaptığından mesul değildirlerBu bakımdan sen onların dünyası için âhiretini zâyi etme! Çünkü zarar bakımından insanların en düşüğü, âhiretini başkasının dünyasına feda edendir.

- Sen lisanını kınından çekmiş bulunuyorsunOysa lisanın kılıcından daha fazla kesmektedir.

- Evet yâ Emîr'ul-Mü'minîn! Konuştuklarım senin aleyhine değil, lehinedir.

Hikâye ediliyor ki, Ebû Bekre" Muaviye'nin huzuruna gelerek şöyle dedi:

- Yâ Muaviye! Bil ki, senin ömründen geçen her günde ve senin üzerine gelen her gecede gittikçe dünyadan uzaklaşıp âhirete yaklaşırsınSeni öyle bir tâkip ediyor ki, onun pençesinden kurtulman mümkün değildirO, senin için bir nişan dikmiştirO nişanı geçmen imkânsızdırO nişana varman ne hızlı olur? Seni kovalayanın nerede ise yakana yapışması yakındırBiz ve içinde bulunduğumuz nimetler muhakkak gidiciyizYanına varılacak hedefimiz ise, bâkidirEğer yaptıklarımız hayır ise varacağımız yer de hayırdırEğer yaptıklarımız şer ise, şerrin karşılığı da şerdir.

Evet, işte ilim ehli bu tarzda sultanların huzuruna girerlerdiİlim ehlinden, elbette âhiret âlimlerini kastediyorum.

Dünya âlimlerine gelince. . Onlar sultanların huzuruna gözlerine girmek, kalplerine yaklaşmak için girerlerBöylece sultanları ruhsatlara muttali ederlerİnce hilelerle sultanların fâsık garezlerine uygun düşen genişlik yollarını sultanlara gösterirlerEğer bizim daha önce bir kısım âlimlerden naklettiğimiz konuşmalar gibi nasihat maksadıyla konuşsalar dahi, onların gayeleri sultanları ıslah etmek değildirAksine bu gibi konuşmalarla sultanların gözüne girip onların yanında mevki ve itibar sahibi olmaktırDünya âlimlerinin bu tür konuşmalarında iki çeşit aldatma vardırO iki çeşit aldatma ile de ancak ahmak kimseler aldanır:

1- Onların birincisi, 'sultanların huzuruna girmekteki gayem va'z ve nasihatla onları ıslâh etmektir' diyerek kendisine bir pâye vermektirÇoğu zaman adam kendisi de bu hilesine kanıp aldanmaktadırOysa onlar hiç de yöneticilerin ıslâhı için huzurlarına girmezlerAksine onları sultanların huzuruna sevkeden, gizli bir şöhretin şehveti ve yöneticiler nezdinde bilinmelerini temin etme hırsıdırYöneticilerin ıslahını istemenin doğru olduğunun alâmeti şudur: Eğer onun yerine onun gibi diğer bir âlim kimse yöneticinin huzuruna girerse, o giren âlimin va'zı yönetici nezdinde makbûle geçip yönetici de ıslah eseri görülürse, sevinmesi ve bu önemli vazifeyi başkası yerine getirerek onun zorluğundan beni kurtardı diye Allah'a şükretmesi gerekirAdetâ ölmek üzere olan bir hastayı tedavi ettiğinde sevinmesi gerekli olduğu gibi. . . Eğer kalbinde konuşmasının, başkasının konuşmasına tercih edildiği fikri doğarsa, bilsin ki aldanmış bir mağrurdur!

2- İkincisi, yöneticileri ziyaret etmekten gayem, herhangi bir müslümandan zulmü def etmektir iddiasıdırBu iddiasında da aldanır veya aldatılabilirBu iddianın doğruluğunun bilinmesi için de birinci iddiada kullandığımız ölçü kullanılmalıdır.

Mâdem ki, zâlim sultanların huzuruna girme yolu böylece belli oldu, o halde biz sultanların ihtilâfından meydana gelen ârızî durumları, onların mallarını almaktan ötürü doğan müşkilleri birkaç mesele şeklinde gösterelim.

I. Mesele

Sultan, sana fakirlere dağıtmak üzere mal gönderdiği zaman, eğer o malın sahibi belli bir kimse ise, o malı kabul etmen helâl değildirEğer sahibi belli değilse, o malın ileride de söylediğimiz gibi fakirlere dağıtılması gerekiyorsa, onu alıp fakirlere dağıtabilirsinOnu aldığın için günahkâr olmazsınAncak bir kısım âlimler, böyle olsa dahi, mâdem ki sultandan gelmiştir alması uygun değildir demişlerdirBu âlimlere göre, evlâyı ve en uy günü düşünmek gerekir.

Bu bakımdan biz deriz ki, evlâ ve en uygunu eğer üç tehlikeden eminsen o malı almandır.

Birinci tehlike: Sultan, senin o malı kabul ettiğinden ötürü malı helâl zannederek 'ınal helâl olmasaydı sen onu kabul etmezdinO malı zimmetine sokmazdın' zannına kapılırEğer böyle bir zan sözkonusu ise, sen malı alma! Çünkü mahzurludurO malı alıp dağıtmaktan elde edeceğin hayır, haram kazanmaya çalışmış olduğun cesarete denk gelmez.

İkinci tehlike: Başka âlimlerin ve cahillerin sana bakarak sultan malının helâl olduğuna inanmalarıdırBöylece onlar da sana uyarak sultanın malını kabul edecekler ve senin onu kabul etmeni onun caiz olduğuna hamledeceklerdirOysa kendileri o malı fakirlere dağıtmamaktalarİşte bu ikinci tehlike birincisinden çok daha şiddetlidirÇünkü bir cemaat, İmâm-ı Şâfiî'nin sultanların malını almasından dolayı sultanların malının alınmasının caiz olduğunu savunmuşlardırFakat İmâm-ı Şâfiî'nin o malı, fakirlere dağıtmak niyetiyle aldığını ve dağıttığını hiç de düşünmemişlerdir! Bu bakımdan önder olan ve örnek durumda bulunan bir kimse böyle bir şeyden şiddetle kaçınıp çekinmelidirÇünkü önder mevkiinde bulunan bir kimsenin yapması, birçok kimsenin dalâlete düşmesine sebep olur.

Vehb bMünebbih şöyle anlatır: Âlimin biri halkın gözü önünde bir hükümdarın huzuruna, kendisine zorla domuz eti yedirilmek üzere getirildiAdam yemediAdama bu esnada koyun eti getirildi ve kılıçla tehdid edilerek bu etten yemesi emredildiFakat yine de yemediKendisine 'Haydi domuz eti yemedin! Bu ise koyun etidir, neden yemiyorsun?" denildiği zaman, şu cevabı verdi: 'Halk benim domuz etini yemeye zorlanmak için getirildiğime inanıyorBen eti yeyip sapasağlam çıktığım zaman, onlar hangi eti yediğimi bilmediklerinden böylece dalâlete düşerler'.

Vehb bMünebbih ve Tavus, Haccâc-ı Zâlim'in kardeşi Muhammed bYûsuf un huzuruna girdilerBu adam o zaman Velid bAbdûlmelik tarafından Yemen'e genel vali tâyin edilmiştiHuzura girdiklerinde soğuk bir kuşluk zamanıydı ve açık bir mecliste bulunuyorlardıVali hizmetçisine dedi ki: 'Git, o taylasanı getir! Ebû Abdurrahman'ın sırtına at!' Tavus da o sırada bir kürsü üzerinde oturmuştuHizmetçisi taylasanı getirdi ve Tavus'un sırtına attıTavus taylasanı sırtından düşürünceye kadar omuzlarını silkmeye devam etti, Bu manzara karşısında Muhammed bYûsuf hiddetlendiOnun huzurundan çıktıktan sonra Vehb bMünebbih, Tavus'a hitaben 'Onu kızdırmayabilirdinTaylasanı alıp fakirlere sadaka verseydin daha iyi olurdu' dediTâvus "Evet daha iyi olurdu, eğer o zâlim benden sonra 'Tâvus onu aldıBenim kullandığım gibi de onu kullanmaktadır' demeseydi alırdım!" diye cevap verdi.

Üçüncü tehlike, sana verdiklerinden ötürü, arkadaşlar arasında sana kıymet verdiği için kalbinin onu sevmeye doğru kaymasıdır! Eğer böyle bir durum sözkonusu ise, ondan geleni kabul etmeÇünkü bu takdirde ondan gelen, öldürücü zehir olurZâlimleri sana sevdiren şey ise gizli bir hastalıktırÇünkü sevdiğin bir kimsenin saltanatına elbette taraftar olur ona müsamaha göstermek mecburiyetinde kalırsınNitekim Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Nefisler kendilerine iyilik yapanlara sevgi göstermek temayülündedir ve bu temâyül nefislerde tabii bir haslettir'.

Nitekim Allah'ın Rasûlü de şöyle buyurmuştur:

Ey Allahım! Herhangi bir yalancının benim üzerimde bir iyiliğini kılmaKılma ki, kalbim onu sevmemiş olsun!100

Böylece efendimiz, kalbin iyilik yapanın sevgisinden menedil mesinin güç olduğunu beyan etmiştir.

Rivâyet ediliyor ki, emirlerden biri Mâlik bDinar'a on bin dirhem gönderdiMâlik bDinar da on bin dirhemin tamamını çıkarıp fakirlere dağıttıDağıttıktan sonra Mâlik'e meşhur âbid Muhammed bVâsi101 geldi ve ona emîri kastederek dedi ki:

- Şu mahlûkun sana verdiklerini ne yaptın?

- Arkadaşlarımdan sor!

- Hepsini dağıttı.

- Allah aşkına, senin kalbin şu anda mı daha fazla onu seviyor, yoksa o malı göndermezden önce mi?

- Hayır! Şu anda fazla seviyor.

- İşte ben ancak bu noktadan korkuyorum.

Muhammed doğru söylemiştirÇünkü Mâlik onu sevdiği zaman, onun emirliğinin devamını da sevecektirOnun görevden azledilmesini, felâkete uğramasını ve ölümünü istemeyecektirOnun saltanatının genişlemesini ve malının çoğalmasını isteyecektirBütün bunlar zulüm sebeplerini istemek demektirBöyle bir istek çok çirkindir.

Selman ve İbn Mesud (radıyallahü anh) şöyle dediler: 'Görmese dahi herhangi bir işe râzı olan bir kimse onu gören gibi olurNitekim Allahü teâlâ 'Zulmedenlere meyletmeyiniz' (Hud/133) buyurmuştur'

Bazı müfessirlere göre, onların amellerine rıza göstermeyinizEğer senin, onlardan mal aldığın halde onlar hakkında sevgin artmayacak derecede kuvvetli ve güçlü bir durumun varsa, o zaman onlardan mal almanda hiçbir sakınca yoktur.

Basra âbidlerinin birinden hikâye olunmuştur: Bu zat emirlerden mal alıp fakirlere dağıtıyorduKendisine 'Onlardan mal aldığından dolayı onları sevmekten korkmuyor musun?' denildiCevap olarak şöyle dedi: 'Eğer herhangi bir kimse elimden tutup beni cennete sokarsa, sonra kendisi rabbine isyan ederse, kalbim onu da sevmezÇünkü elimden tutmaya kendisini teshir eden Allah için ben ona buğzediyorumOna böyle buğzetmem, o adamı elimi tutmaya musahhar kıldığının bir nevi şükrü ve karşılığıdır'İşte bununla belli oldu kişu zamanımızda onlardan mal almak her ne kadar o malın kaynağı belli ve helâl olsa dahi mahzurlu ve kötüdürÇünkü belirttiğimiz bu üç tehlikenin biri mutlaka vardır.

II. Mesele

Soru: Sultanın malını almak ve fakirlere dağıtmak caiz olduğu zaman, acaba onun malını çalmak veya emanetini gizlemek, inkâr etmek ve halka dağıtmak caiz midir, değil midir?

Cevap: Caiz değildirÇünkü çok zaman sultanın elinde bulunan malın belli bir sahibi vardırSultan onu sahibine geri vermek niyetindedirOnun malını bu şekilde götürmek, onun kendiliğinden mal göndermesi gibi değildirÇünkü akıllı bir insan, sultanın sahibi belli olan bir malı sadaka verdiğini zannetmezBu bakımdan sultanın o malı vermesi, onun sahibini bilmediğine işaret ederEğer kişi sultanın bu gibi durumlar hakkında şüphede olduğunu biliyorsa, tam mânâsıyla onun böyle olmadığına vakıf olmadan ondan mal kabul etmesi caiz değildir. Sonra nasıl sultanın malını çalabilir? Belki sultan onu satın almıştırÇünkü sultanın elinde bulunması onun mülkü olduğuna delâlet ederBöyle bir fetvaya yol yoktur ve tevessül edilemezBiz deriz ki, eğer kaybolmuş bir malı yerde bulursa, sonra o malın, meselâ sultanın emrindeki paralı askerlere ait olduğu ortaya çıkarsa ve o askerin o malı satın aldığı veya herhangi bir kimseden haksız olarak aldığı ihtimali sözkonusu ise, bu durum karşısında o malı geri vermek farzdırBu bakımdan sultanların mallarını ne kendilerinden çalabilir, ne de emanet olarak yanına bırakılandan alabilirOnların emanetlerini inkâr etmek caiz değildirMallarını çalana hırsızlık cezasını tatbik etmek farzdırEğer hırsız, o malın onların mülkü olmadığını iddia ederse, bu takdirde iddia ile hırsızlık cezasının tatbiki düşmüş olur.

III. Mesele

Sultanlarla muamele etmek haramdırÇünkü mallarının çoğu haramdırBu bakımdan eşya bedeli olarak onlardan alınan da haramdırEğer sultan helâl olduğu bilinen bir kaynaktan o satın aldığı eşyaların karşılığını öderse, o zaman da eşyayı teslim ettiği kimselerin durumunun araştırılması gerekirEğer eşyayı teslim alanların o eşya ile Allah'a isyan edeceklerini biliyorsa, meselâ onlara ipekli satmak gibi. . . Onların ipeklinin erkeklere haram olduğunu bildikleri halde giyeceklerini biliyorsa, bu durumda onlarla alışveriş yine haramdırTıpkı üzümü şarap yapana satmak gibi. . Bu hususun haram olduğunda ulemanın ihtilâfı yokturAncak bu bey'in sahih olup olmadığında ihtilâf vardırEğer ipekliyi alanın, kendisinin de giymesi mümkün ve kadınlarına giydirmesi de mümkün ise, bu takdirde onunla alışveriş mekruh bir şüpheye dönüşürMaddesiyle Allah'a isyan edilen bir mal hakkında hüküm böyledirMânâsıyla isyan edene gelince. . . Onlara at satmak gibi. . . Özellikle müslümanlarla savaştıkları zamanda veya müslümanların malını yağma ettikleri vakitte onlara at satmak. . . Ziraat ile onlara yardımcı olmak da tehlikelidirOnlara dirhem ve dinarları, dirhem ile dinar yerine kullanılıp da bizzat maddesinde isyan olmayan, fakat isyana vesile olabilecek olan maddeleri satmak ise, mekruhturÇünkü böyle bir satışta zulümlerinde kendilerine yardımcı olmak mânâsı vardırÇünkü onlar zulümlerini icra etmek hususunda mal, binek hayvanları ve diğer sebeplerle güçlenirlerBu kerahet hükmü, onlara hediye vermek hususunda da geçerlidirOnlara ücretsiz çalışmak, hatta onlara öğretmek, onların çocuklarına yazı ve hesap öğretmek de böyledirKur'ân'ı öğretmeye gelince, mekruh değildirAncak karşılığında onlardan ücret alma meselesi değişirBu ücretin helâl bir kaynaktan ödendiği bilinmediği takdirde haramdır.

Eğer sultanlarla pazarlarda mal satın almak hususunda ücretsiz ve karşılıksız vekil tayin edilirse, onlara yardım olduğu için böyle bir vekaleti üstlenmek mekruhturEğer onlara, masiyet yolunda kullanacaklarını kesin bildiği birşeyi satın alırsa, tüysüz çocuklar, sevgi veya giymek için ipekli, zulüm ve katle gitmek için at almak gibi. . . Böyle bir alışveriş haramdırBu bakımdan satın alınan malın, günah için satın alındığı biliniyorsa haram olurBöyle bir niyetin varlığı açık değil, fakat hâlin hükmüyle olması muhtemel ise, bu ihtimalin mevcudiyetine delâlet ediyorsa, bu takdirde kerahet vardır.

IV- Mesele

Haram mal ile inşa ettikleri çarşılarda ticaret yapmak haramdırOralarda durmak caiz değildirEğer herhangi bir tüccar bu duruma rağmen orada durup dürüstçe kazanırsa, kazancı haram değildirFakat orada durması dolayısıyla günahkâr olurHalk bu gibi pazar yerlerinde alışveriş yapanlardan mal satın alabilirFakat başka pazar yerleri biliyorsa en uygunu, oralara gidip alışveriş yapmaktırBöylece helâl parayla yapılan çarşılarda oturanların çoğalması ve oradaki dükkânların kiralanması temin edilirSultanlara haraç ödemeyen bir çarşıdan yapılan alışveriş, onlara haraç ödeyen bir çarşıda yapılan alışverişten daha uygundurUlemadan bazıları, pek fazla ifrata kaçarak sultanlara haraç ödeyen arazileri süren çiftçilerle alışveriş yapmaktan dahi sakınmışlardırÇünkü bu çiftçiler, çok zaman aldıklarını haraç olarak sultanlara verirlerBöylece bu mal ile onlara yardım edilmiş olurBu hüküm, din hususunda ifrat derecede hareketten başka birşey ifade etmezMüslümanları sıkıştırmak ve yolları onlar için daraltmaktırZira haraç (vergi) hemen hemen bütün arazilerden alınırHalkı bundan menetmenin hiçbir mânâsı yokturEğer ulemânın vermiş olduğu bu fetva caiz ise, o vakit arazi sahibine arazisini kullanmak haram olması gerekir ki, onun haracını ödemesinBu fetvâ ise uzayıp giden ve maişet kapısını kapatmaya sürükleyen bir fetvâ olmuş olur!

V. Mesele

Sultanlarla yapılan muamele gibi, kadıları, memurları ve hizmetçileriyle de yapılan muamele haramdırHatta bunlarla muamele etmek, sultanla muamele etmekten daha şiddetlidir.

Kadılara gelince. . . Onlar kesinlikle haram olan maaşlar almakta, dolayısıyla zâlimlerin sayısını çoğaltmakta ve halkı kıyafetleriyle kandırmaktadırlar! Ulema kisvesine büründükleri halde zâlim sultanlarla oturup kalkmaktadırlarBu bakımdan kadılar halkın bu zâlimlere itâat etmesine vesile olurlar.

Hizmetçilerine ve askerlerine gelince. . . Onların mallarının çoğu, açık bir gasptan gelmektedirOnlara maslahat, miras, haraç gibi bir kaynaktan gelen mal düşmemektedirAncak helâl mallarıyla karışıp şüphe kat kat kabardıktan sonra düşer!

Tavus şöyle demiştir: 'Hâdiseyi bizzat görmüş olsam dahi onların huzuruna gidip şahitlik yapmamÇünkü aleyhinde şahitlik yapacağım bir kimseye zulmetmeyeceklerinden emin değilim!'

Halk tabakası ancak sultanların fâsık olduklarından ötürü ahlâksızlaşmıştırSultanların fâsık olması da âlimlerin fâsık olmasına bağlıdırEğer kötü kadılar ve ahlâksız âlimler olmasaydı, sultanların ifsadı çok azalırdıÇünkü ciddi kadı ve âlimlerden korkarlardı.

Bunun için Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Bu ümmetin kurraları (âlimleri) emirlerine dalkavukluk yapmadığı müdetçe bu ümmet Allah'ın kudreti ve himayesi altında bulunacaktır102

Allah'ın Rasûlü burada 'kurrâ'yı ancak şu hikmetten ötürü zikretmektedir: Çünkü kurra âlimlerin tâ kendisidirÂlimlerin ilmi, Kur'ân ve Sünnet'ten anlaşılan mânâlardan ibarettirBunun dışında kalan ilimler ise seleften sonra ihdâs edilmiş ilimlerdir.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sakın ne sultan, ne de sultan ile muamele edenle muamele etme! Onlarla oturup kalkmaktan çekin'.

Yine Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kalem, divit, kâğıt ve kâğıdın mühürlenmesinde kullanılan çamur sahipleri günahta ortaktırlar!' Süfyân Sevrî doğru söylemiştirÇünkü Hazret-i Peygamber içki hususunda on kimseye lânet okumuşturHatta yapana ve yaptırana bile lânet etmiştir.

İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: 'Ribayı yiyen, yediren ve riba muamelesinde şahitlik yapan şahit ve kâtip Hazret-i Muhammed'in diliyle mel'undurlar'103

İbn Sîrin şöyle demiştir: 'Sakın mektubun muhtevasını bilmedikçe sultanın herhangi bir mektubunu yüklenip getirme!'

Süfyân es-Sevrî halifeye önünde bulunan diviti uzatmaktan çekinerek şöyle demiştir: 'Onunla ne yazacağını bilmedikçe sana veremem!'

Bu bakımdan zâlim sultanların etrafında bulunan hizmetçiler, ona tâbi olanlar hepsi onlar gibi zâlimdirlerAllah rızası için hepsine buğzetmek farzdır.

Rivâyete göre, sultanın askerlerinden biri Osman bZaide'ye 'yol nerededir?' diye sorunca, susup sağır olduğunu belirttiBelki bir zulüm yapmaya gidiyor, ona yol gösterirsem ortağı olurum korkusundan yol göstermekten çekindi! Selef, fâsık tüccarlar, vurucular, haccamlar, hamamcılar, boyacılar, dökümcüler ve sanatkârlarda yalancılık ve fâsıklık açıkça görüldüğü halde yine de böyle mübalâğalı davranmamışlardırHatta zimmî kâfirlere de böyle yapmadılarAncak onların böyle yapmaları, özellikle yetimlerin ve fakirlerin mallarını yiyen, müslümanlara daima eziyet eden zâlim sultanlar hakkındadırO sultanlar ki, şeriat-ı garrâ-i Muhammediyye'nin belirtilerini kazımaya ve işaretlerini yıkmaya çalışırlardıOnların böyle yapması şu hikmete dayanır: Günah iki kısma ayrılır;

a) Kişinin kendi nefsinde kalan günah.

b) Başkasına sirayet eden günah.

Fâsıklık kişinin kendi nefsinde kalan günahtırKâfirlik de böyledirKâfirlik ve fâsıklık Allah'ın hakkına tecavüzdür ve onun hesabı ancak Allah'a aittir.

Yöneticilerin zulmettiklerinden ötürü yaptıkları günâha gelince, o başkasına sirayet eden bir günahtırİşte bundan ötürü onların durumu oldukça ağırlaşırZulümlerinin genelliği, saldırganlıklarının genişliği oranında Allah'ın nezdinde gazab ve nefret bakımından gelişirlerBu bakımdan onlardan o nisbette kaçınmak ve muamelelerinden sakınmak farzdır! Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet gününde zaptiyeye denir ki: Kamçını bırak cehenneme gir104

Ellerinde sığır kuyruğu gibi toplar bulunan kişilerin türemesi, kıyâmetin alâmetlerindendir105

İşte bu hüküm, zâlimlerin yardımcılarının hükmüdürOnlardan bu saydığımız vasıflar sayesinde bilinenler zâten bilinmiştirBilinmeyenlere gelince, onların alâmetleri, geniş abalar giymek, uzun bıyıklar bırakmak ve zâlimlere mahsus diğer meşhur hâlleri takınmaktırBu bakımdan bu kisvede görülen bir kimseden sakınmak gerekirSadece kisvesine bakılarak sakınmak, hiç de su-i zann olmazÇünkü eğer iyi bir insansa zâlimlerin kisvesine bürünmek suretiyle kendi kendine suç işlemesin! Kisvede eşitlik kalpte eşitliğe delâlet ederDeli olan ancak delilik gösterirFâsık olan ancak kendisini fâsıklara benzetir, Evet, fâsıklar bazen kendilerini, gizlemek için salah ve takva ehline benzetirler. . . Fakat sâlih bir kimse ise hiçbir zaman kendisini fâsık kimselere benzetmeye yetkili değildirÇünkü kendini onlara benzetmek, onların sayısını çoğaltmak demektir.

Nefislerine zulmettikleri halde meleklerin canlarını aldığı kimselere melekler şöyle derler: 'Ne işte idiniz?' (Nisa/97)

Bu ayet müşriklere katılmak suretiyle onların cemaatini çoğaltan bir kısım müslümanlar hakkında nâzil olmuştur: Rivâyete göre, Allahü teâlâ Yuşâ bNun'a106 şöyle vahyetmiştir:

- Ben senin kavminin iyilerinden kırk bin, kötülerinden de altmış bin kişiyi helâk edeceğim.

- İyilerin suçu nedir ki onları helâk ediyorsun?

- Onlar, benim gazabımdan ötürü gazablanmıyorlar da ondanOnlar zâlimlerle yer ve içerler.

Bununla açığa çıktı ki, zâlimlere buğzetmek ve Allah rızası için onlara karşı nefret göstermek, her müslümanın boynuna farzdır.

İbn Mes'ûd'un rivâyetine göre, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Benî İsrâil âlimleri, maişetlerinde zâlimlere karıştıkları için Allahü teâlâ onlara lânet etmiştir107

VI. Mesele

Zâlimler tarafından inşâ edilen köprüler, tekkeler, câmiler ve çeşmeler gibi yerlerde ihtiyatlı davranmak ve dikkat etmek gerekir Köprüye gelince, ihtiyaç için onun üzerinden geçmek caizdirFakat mümkün olduğu kadar zâlimin inşâ ettiği köprüden geçmekten kaçınmak gerekirEğer o köprüden başka bir geçit varsa, bu sefer ondan sakınmak daha da lüzumlu bir hâl alırBaşka bir geçit bulunduğu halde zâlimin inşa ettiği köprüden geçmeyi şu hikmete binaen caiz gördük: Köprüden geçmek isteyen bir kimse, o köprüye sarfedilen malların esas sahibini bilmediği zaman, o mallar hayırlara sarfedilmek üzere hazırlanan mallar hükmüne geçmiş olurlarBu köprü de hayırlardandırFakat köprüde kullanılan tuğla ve taşın belli bir evden veya bir kabristandan veya belli bir camiden naklolunduğunu bildiği zaman, asla o köprüden geçmek helâl olmazAncak bir zaruret varsa, o zaruretten ötürü başka müslümanların malını kullanmak kendisine helâl olursa, bu durum müstesnadırBu durumda köprüden geçtikten sonra köprüye sarfedilen malların sahibine gidip hakkını helâl ettirmelidir.

Camiye gelince. . . Eğer gasbedilmiş bir arazi üzerinde kurulup başka bir camiden veya belli bir mülkten gasbedilmiş ağaçlarla örtülürse, böyle bir camiye girmek asla caiz değildirCuma namazını kılmak için bile bu camiye girilemezEğer İmâm caminin içerisinde namaza başlarsa, o da imamın arkasında caminin dışında durarak başlasınÇünkü gasbedilmiş arazide namaza duran bir imama her ne kadar böyle bir namazın sahibi, gasbedilmiş arazide kıldığından ötürü günahkâr olursa da uymayı caiz gördükEğer cami, sahibi bilinmeyen bir maldan inşa edilmişse, takvâ başka bir camiye eğer varsa gitmektirBaşka bir cami yoksa, böyle bir camide cuma ve cemaat namazlarını terketmemelidirÇünkü camiye sarfedilen malın belli bir sahibi yoksa o zaman müslümanların yararına sarfedilmiş bir mal olurNe zaman büyük camide zâlim bir sultanın bir binası bulunursa (ona mahsus bir mahfel bulunursa) , caminin genişliğine rağmen bu camide namaz kılan takvâ babında mâzur sayılmaz.

Ahmed bHanbel'e Ey Ebû Abdullah! Cemaate iştirâk etmemeyi sana caiz kılan delilin nedir?' diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'Hasan-ı Basrî ile İbrahim et-TeymîHaccâc-ı Zâlim kendilerini ifsad edebilir korkusundan cemaate iştirak etmeyi terkettilerBen de onlar gibi fitneye girmekten korkuyorum'.

Cami duvarlarına vurulan boyalara gelince, bunlar namazda fayda vermedikleri için bir süstürlerHepsi o kadar. . . En uygunu, bunlara bakmamaktırCamiye serilen hasırlara gelince, eğer o hasırların belli bir sahibi varsa onların üzerinde oturmak haramdırEğer yoksa bütün müslümanların umumî yararına tahsis edildikten sonra camiye serilmeleri caiz olurFakat takvâ onların üzerinde oturmamaktırÇünkü şüphe yeridir.

Çeşmeye gelince, onun hükmü biraz önce zikrettiğimiz gibidirOndan abdest almak ve içmek ve ona girmek takvâdan değildirAncak, namazın geçmesinden korktuğu zaman ondan abdest alabilirMekke yolunda yapılan su sarnıçları da böyledir.

Tekke ve medreselere gelince, bunların inşa edildiği arazi gasbedilmiş bir arazi ise veya tuğla belli bir yerden nakledilmişse, onu sahibine vermek mümkünse, böyle yerlere girmek caiz değildirEğer sahibi belli değilse, bu takdirde hayır için bekletilmiş bir mal olur. (Ondan yararlanılabilir, fakat) takvâ ondan sakınmaktırYalnız oralara girmek, girenin fasıklığını gerektirmez! Eğer bu binalar sultanların hizmetçileri tarafından yapılmış, umumun faydasına arzedilmişse, bu sefer iş daha da şiddetlenirZira sultanın hizmetçileri sahipsiz malları umumî menfaatlere sarfetmezlerBir de onların ellerinde bulunan malın çoğu haramdırÇünkü onlar, umumun menfaatine tahsis edilen malı alamazlarBöyle bir malı ancak sultan, sahipleri ve idare adamları alabilirSarfetmek ancak onlar için caiz olabilir.

VII. Mesele

Gasbedilen arazi, çarşı ve cadde olduğu zaman, asla orada yürümek caiz olmazEğer o arazinin belli bir sahibi yoksa bu takdirde o çarşıdan geçmek caiz olurFakat mümkünse, başka yerden geçmek takvâya daha uygundurEğer çarşı mübah ise ve onun üstünde bir kemer varsa, o kemerin altından geçmek caizdirFakat onun altında oturmak, ancak herhangi bir tavanın altında oturuyor gibi değilse herhangi bir meşguliyetinden ötürü çarşıda durması gibi caizdirGüneşin hararetinden korunmak, yağmur veya başka bir şeyden korunmak için herhangi bir tavanın altında (sahibinin izni olmaksızın) durmak haramdırÇünkü tavanlar (kemerler) ancak böyle bir iş için yapılırlarBu bakımdan ancak sahibi izin verirse, bu durumda istifade edilirÜstü veya etrafı gasp malıyla çevrilmiş mescide veya mübah bir araziye giren bir kimsenin hükmü de böyledirBuralara giren bir kimse sadece yürümek ve adım atmakla gasbedilen maldan yapılmış duvar ve tavandan istifade edemezAncak sıcaktan ve soğuktan veya her hangi bir gözden kaybolmak veya başka bir ihtiyaçtan dolayı duvar ve tavandan istifade etmek için, oraya girmesi ve durması haram olurÇünkü haramdan faydalanmaktadır! Zira gasbedilmiş bir malın üzerinde oturmak, onunla temas etmekten ötürü haram değildirOndan faydalandığı için haramdırArazi, üzerinde durmak için, tavan ise, gölgesinden istifade etmek için istenilirBu bakımdan ikisinin arasında hiçbir fark yoktur.

84) Taberânî, (İbn-i Abbas'tan zayıf bir senedle)

85) Nesâî,Tirmizî Hâkim, (Ka'b b. Ucre'den)

86) Kitab'ul-İlim'de geçmişti.

87) Deylemî, (Hazret-i Ömer'den değişik bir tâbirle )

88) Ukayli, Duâfa

89) Daha önce geçmişti.

90) Daha önce geçmişti.

91) Daha önce geçmişti.

92) Hâkim

93) Ebû Nuaym, Hilye, (Yahya b. Said'den sahih bir senedle)

94) İbn Hıbbân, Kitab'us-S evab (Bir benzerini)

95) Tavus, H106 senesinde vefat etmiştir.

96) el-Mansurbillah Abbasî halifelerinin ikincisidir, H135 senesinde halife nasbedilmiş, yirmiiki sene hüküm sürmüş, H158 yılında vefat etmiştir.

97) Irâkî'ye göre hadîsin aslı görülmemiştir.

98) Süleyman kalkıp giderken yüz altın bıraktı ve 'Ya Ebû Hâzım! Bunu kendine infak etBunun gibi daha çok infak edilecek paralar var benim yanımda dediEbû Hâzım hiddetle paraları alıp attı ve 'Ben bunları sana dahi uygun görmüyorumKendi nefsime nasıl uygun görebilirim?'diye cevap verdi. (Bkz. ithaf us-Saade)

99) Bu zâtın ismi Nufey bHars'tırDeğerli bir sahabîdirZiyad'ın annebir kardeşidirSâlih ve muttaki bir kimseydiZiyad'ın valiliği zamanında H50 senesinde Basra'da vefat etmiştirAnnebir kardeşi olan Ziyad'dan hoşlanmazdı.

100) İbn Merduveyh, (Kesîr tu Atiyye'den) ; Deylemî, Müsned'ul-Firdevs,

101) Ezd kabilesine mensupturKünyesi Ebû Bekir veya Ebû Abdullah'tır.

102) Ebû Amr ed-Danî, Kitab'ul-Fiten

103) Müslim ve diğer Sünen sahipleri

104) Ebû Ya'lâ, (Enes'ten zayıf bir senedle)

105) Ahmed ve Hâkim, (Ebû Umame'den) Hâkim'e göre senedi sahihtir.

106) Hazret-i Mûsa ile sâlih kulu (Hızır'ı) aramaya giden gençtirHazret-i Mûsa'dan sonra peygamber olmuştur.

107) Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce

14-18

Çeşitli Meseleler

Bu meselelere insan çoğu zaman muhatap olmaktadır ve nitekim fetvalarda da bu meseleler hakkında çeşitli suâller sorulmuştur.

I. Mesele

Soru: Sûfîlere hizmet eden bir kimse çarşıya çıkıyor, yiyecek maddelerini topluyor veya para toplayıp onunla yiyecek maddelerini satın alıyorBöyle bir maldan yemek kim için helâldir? Bu mal, sadece sûfîlere mi mahsustur, yoksa başkaları da bundan istifade edebilir mi?

CevapSûfîler böyle bir yemekten yedikleri takdirde bu yemeğin onların hakkı olduğunda şüphe yokturBaşkasının yemesine gelince, ancak hizmetçinin rızası dahilinde yiyebilirlerFakat buna rağmen şüpheden de uzak değildirHizmetçinin rızasıyla o yemeğin başkasına helâl olması cihetine gelince, sûfîlerin hizmetçisine verilen mal sûfîler için verilirFakat o malı başkası hizmetçiye vermiştir, sûfîlere değilBu bakımdan o hizmetçi çoluk çocuk sahibi olan ve çocuklarından ötürü başkasının sadakasını alan bir kimse gibidirÇünkü çocuklara bakan odurOnun aldığı onun mülkü olur çocukların değil. . . O, aldığından, çocukların gayrisine de yedirebilirZira 'O mal verenin mülkünden çıkmamıştırSûfîlerin hizmetçisi o malla satın almaya ve onda tasarruf etmeye yetkili değildir' demek uzak bir fetva olurÇünkü böyle bir fetva şu neticeyi doğurur:

Muâtat yoluyla (aldım verdim) ibareleri olmadığı halde sadece memleketin örf ve âdetine göre alışveriş yapıp malı vermek kâfi değildir! Böyle bir fetva ise, zayıf bir fetvadırBöyle bir neticeye zekâtlar, sadaka ve hediyeler hususunda hiç de gidilmez.

'Sûfîlere hizmet edenin, o malı istediği anda tekkede hazır bulan sûfîlerin mülküne girmek suretiyle mülkiyeti ortadan kalkmıştır' demek de uzaktırZira o sûfîlerden sonra gelenlere de o maldan yedirmeye hizmetçinin yetkili olduğunda şüphe yokturEğer o mal toplandığı zaman, tekkede bulunan sûfîlerin hepsi ölürlerse veya onlardan biri ölürse onun payını varislerine taksim etmek farz olmazBu mal tasarruf cihetine verilmiştirOnun belli bir sahibi de yoktur demek de mümkün değildirÇünkü mülkü herhangi bir cihete vermek fertleri tasarruf etmeye zorlamazZira o mülke dahil olanların haddi hesabı yokturHatta kıyâmete kadar doğanlar ona dahil olurlarBöyle bir mülkte ancak sulta sahipleri tasarruf edebilirlerTekke hizmetçisinin ancak vakıf cihetine vekâleten o mülkte tasarruf etmesi de caiz değildirBu bakımdan, 'O, hizmetçinin mülküdür' demekten başka hiçbir çıkar yol kalmazHizmetçileri ancak tasavvuf ve mürüvvet şartını gözetmek kaydıyla onu sûfîlere yedirirEğer sûfîleri onu yedirmekten menederse, onlar da hizmetçiyi kendilerine vekil olarak tanımayacaklardır ki ölünün ailesinden kesildiği gibi, hizmetçinin de onlarla arkadaşlığı kesilir.

II. Mesele

Sûfîler için vasiyet edilen bir mal hususunda şöyle soruldu: Bu malın kime sarfedilmesi caizdir? Cevap olarak dedim ki: Tasavvuf bâtınî bir iştir, bilinmezOnun hakikatini herhangi bir zapt u rapt altına almak da mümkün değildirTasavvuf, sûfi kelimesini ıtlak etmek hususunda örf ehlinin güvendiği birtakım zâhirî işlerle bilinir: Bu husustaki umumî kaide şudur: Sûfîlerin tekkesine indiğinde oraya inmesi ve sûfîlere karışması halinde sûfîlerce münker ve hor telâkki edilmeyen bir sıfata sahip olan her müslüman sûfîlerin cemaatinden sayılırBöyle bir müslümanda beş sıfatın bulunması gerekir: a) Salâh, b) Fakirlik, c) Sûfîlerin kisvesine bürünmek, d) Herhangi bir sanatla uğraşmak, e) Fakirlik yolunda tekkede süfîlerle haşr u neşr olmak. Sonra bu sıfatların bir kısmının yok olması, sûfilik isminin de yok olmasına sebep olurAynı zamanda bir kısmı diğer bir kısmıyla cebredilirYani bu sıfatların bazıları olmadığı takdirde diğer birinin varlığı olmayanın yerine geçerMeselâ, fasıklık herhangi bir kimseyi böyle bir vasiyyetten mahrum ederÇünkü sûfi öz olarak, özel bir sıfatla salâh ve takvâ ehlinden olan bir kimse demektirBu nedenle fâsıklığı görünen bir kimse sûfîlerin kisvesinde olsa dahi sûfîler için vasiyet edilen maldan istifade etmezYalnız küçük günahları burada dikkate almayız.

Sanat ve kazanç ile meşgul olmaya gelince, onlar da kişiyi böyle bir maldan istifade etmekten menederlerO halde çiftlik sahibi, vâli, tüccar, dükkânında veya evinde sanatıyla meşgul olan, ücret mukabilinde herhangi bir hizmette çalışan kimseler sûfi ismiyle bilinen kimselere vasiyyet edilen maldan istifade ettirilemezlerKişinin böyle olması sûfîlere karışmakla veya onların kisvesine bürünmekle telâfi edilemezCildçilik, terzilik, bunlara benzer ve aynı zamanda sûfîler için yapılması uygun olan işleri dükkânında yapmak, kazanç ve sanat suretiyle değil de başka bir şekilde yapanlar sûfîler için vasiyyet edilen inaldan mahrum edilemezlerOnların bu meşguliyetleri, daha önce zikrettiğimiz diğer sıfatların kendilerinde bulunması ve sûfîlerle bir arada oturmalarıyla telâfi edilir.

Sanatkâr olduğu halde bilfiil sanatla uğraşmamak hususuna gelince, bu durum, sûfîyi vasiyetten mahrum etmezVa'z etmek ve ders okutmaya gelince, bu durum, eğer bu vazifeyi yürütende kisve, sûfîlerle beraber bir yerde kalmak ve fakirlik gibi sıfatlar mevcut ise tasavvuf ismine ters düşmezÇünkü 'kurra bir sûfi, vâiz, âlim veya müderris bir sûfî' demek, sûfîliğe ters düşmezFakat çiftlik sahibi sûfî, tüccar sûfi, vali sûfi demek, sûfîliğe ters düşer.

Fakirliğe gelince, eğer fakirlik, müfrit bir zenginlikle ki o zenginlikten dolayı kişi görünür bir servete nisbet edilir ortadan kalkmış ise, bu takdirde sûfîler için vasiyet edilen maldan almak caiz olmazEğer böyle bir kimsenin serveti bulunup geliri giderini karşılamazsa, onun hakkı iptal olunmazAncak zekât düşmeyecek kadar malı olursa ve gideri yoksa o maldaki hakkı bâkidirBu işlerin ve fetvaların delilleri âdetten başka birşey değildir.

Sûfîlerle beraber bir yerde oturup kalkmaya gelince, bunun tesiri vardırFakat onlarla bir yerde durmayıp ancak evinde veya herhangi bir mescidde onların kisvesine bürünerek duran, onların ahlâkıyla ahlâklanmış bir kimseye gelince, o kimse onların paylarına ortaktırOnlarla haşir neşir olmanın terkedilmesi, kisvelerine bürünmekle telâfi edilirEğer kişide sûfîlerin kisvesine bürünmekten başka diğer sıfatlar varsa, kişi ancak onlarla tekkede kaldığı takdirde onlar için vasiyet edilen maldan istifade edebilir.

Böyle bir kişinin onlarla kalması, kendisini onların hükmüne sokmuş olurBu bakımdan onlarla bir arada durmak ve kisvelerine bürünmek, bu sıfatların herbirinin diğerinin yerine geçtiği gibi geçerİşte sûfîlerin kisvesinde olmayan fakirin (ve fâkihin) hükmü budur, Eğer hariçse sûfîlerden sayılmazEğer onlarla beraber diğer sıfatlar kendisinde mevcut ise, onlara tâbi olmak cihetiyle onların hükmüne girmesi uzak bir ihtimal değildir.

Sûfîlerin şeyhlerinden birinin elinden hırkayı giymek meselesine gelince, sûfîler için vasiyet edilen mala müstehak olmakta şart olmadığı gibi, diğer şartlar mevcut olduğu takdirde böyle bir durumun olmaması zarar da vermezEvli olup, tekke ile evinin arasında gidip gelen bir kimse ise, bu durumdan ötürü sûfîler zümresinden çıkmaz.

III. Mesele

Sûfîlerin tekkesine ve orada kalanlara vakfedilen mal, sadece sûfîlere vakfedilen maldan daha geniş olurÇünkü vakfın mânâsı onların yararına sarfetmek demektirBu bakımdan sûfî olmayan bir kimse de sûfîlerin sofrasında bir veya iki defa onlarla beraber rızalarıyla yiyebilirÇünkü yemeklerin durumu müsamaha göstermeye bağlıdırHatta ortak ganimetlerde bile tek başına yemeklerde tasarruf etmek caizdirSûfîlere zikir halkalarında şiir okuyan bir kimse onlarla beraber o vakıf malından olan davetlerinden yiyebilirÇünkü o şair sûfîlerin maişet maslahatından sayılırSadece sûfîler için vasiyet edilen bir maldan ise, sûfîlerin şairine o maldan yedirmek caiz değildirFakat vakıf malı tam bunun tersinedirŞair gibi sûfîlerin meclisinde bulunan yöneticiler, tüccarlar, kadılar ve fakihler de vakıf malından sûfîlerin rızasıyla yiyebilirlerÇünkü bu kimselerin kalbini sûfîlere yöneltmekte sûfîlerin müsbet bir gayeleri vardırZira vakfeden bir kimse malını vakfederken sûfîlerin bu malda örf ve âdetleri cereyan edecektir inancıyla vakfediyorBu bakımdan bu malın tasarrufu örf ve âdete bağlanmış olurFakat bu daimî değildirO halde sûfî olmayan bir kimsenin daimi olarak onlarla beraber oturması, sûfîler razı olsa dahi, onlarla beraber yemesi caiz değildirÇünkü sûfîler hiçbir zaman sûfî olmayanları aralarına katmak suretiyle vakfedenin şartını bozmaya yetkili değildirler.

Fakîhe gelince, fakih, sûfîlerin kılık kıyafetlerinde ve ahlâklarında olduğu zaman, ancak onların yanına inip onların payına dahil olabilirFakih olması, sûfi olmasına ters düşmez! Çünkü tasavvufu bilen bir kimsenin nezdinde, sûfîler zümresine dahil olmak için cahil olmak şart değildirBazı ahmakların 'İlim hakikatin önüne gerilmiş bir perdedir!' şeklindeki hezeyanları dikkate alınmazÇünkü esasen hakikatin önüne gerilen perde ilim değil cehalettirBiz Kit ab'ul-İlim'de bu kelimenin te'vilini zikretmiş ve şöyle demiştik: 'Hakikatin önüne gerilen perde güzel ilim değildirAksine faydasız ilimdir'Biz orada güzel ile çirkin ilimleri açıklamalarıyla beraber zikrettik.

Eğer fakih, sûfîlerin kılık ve kıyafetlerinde ve ahlâkında değilse sûfîler onu aralarına girmekten menedebilirlerEğer buna rağmen aralarına girmesine müsâade ederlerse, onlara tâbi olmak suretiyle beraberlerinde yemesi helâldirKılık ve kıyafeti onlar gibi olmadığı takdirde yoksulluk ve fakirlik sıfatları onun yerine geçerFakat ancak kılık kıyafet erbabının rızasıyla yoksulluk onun yerine geçerBütün bu fetvaların ve işlerin şahitleri âdetlerdirBunlarda karşılıklı emirler vardırOnların olması veya olmaması arasındaki benzeyiş gizli değildirBu bakımdan şüpheli yerden çekinip uzak duran bir kimse, dinini her türlü şaibeden kurtarmış olurNitekim biz buna Şüpheler bahsinde işaret etmiştik.

IV. Mesele

Rüşvet ile hediye arasındaki farktan sorulduOysa her ikisi de verenin rızasıyla elinden çıkmış olur ve her ikisinde de verenin bir emeli ve gayesi vardırBuna rağmen birisi haram kılınmıştır, diğeri ise helâl. . . Hikmeti nedir?

Cevap: Malını veren bir kimse hiçbir zaman gayesiz ve hedefsiz vermezFakat malın verilişinden elde edilmesi beklenen hedef bazen sevap gibi gelecekteki hedef olurBazen de acil hedef olurBu acil hedef de ya mal veya fiil veya belli bir maksada yardım etmektir veya kendisine hediye verilenin kalbine muhabbetini yerleştirmek suretiyle yaklaşmaktırBu da muhabbetin ya kendisi için veya o muhabbetle ondan öte bulunan bir hedefe varmak içindirBu bakımdan bu taksimattan elde edilen kısımlar beştir:

1Birincisi, gayesi âhiretteki sevap olan kısımdırBu mal ya kendisine mal verilen şahsın muhtaç dindar ve sâlih bir kimse olduğu için verilirFakat malı alan kimse bu malın, muhtaç kabul edildiğinden dolayı kendisine verildiğini bildiği takdirde ve muhtaç ise bu mal kendisine helâl olur.

Şerefli soyundan ötürü kendisine bu malın verildiğini biliyorsa, eğer o soya mensup olduğunda yalan söylüyorsa, yine mal kendisine helâl değildirİlminden ötürü kendisine verilen mal ise, ancak verenin inandığı şekilde âlim ise kendisine helâl olurEğer veren zat onu ilimde mükemmel olarak düşündüğü için ona mal göndermek suretiyle ilmin hürmetine binaen yaklaşmak isterse ve o da mükemmel bir kimse değilse, bu mal ona helâl olmazDindarlığından ötürü kendisine verilen mala gelince, eğer iç âleminde fâsık bir kimse ise, şayet mal sahibi de onun bu gizli tarafını bilseydi ona birşey vermeyecek ise, bu mal kendisine helâl olmazÇok az sâlih kimse vardır ki, iç âlemi keşfolunup halk tarafından müşâhede edildiğinde ona meyleden kalpler kalsın! Ancak kerim ve cemil olan Allah'ın örtüşüdür ki, halka sevdirirEhli takvâ alışverişte meçhul kimseleri kendilerine vekil edinirlerdi ki, alışverişte kendilerine müsamaha gösterilmesinBütün bunu din ile dünyayı elde etmekten korkarak yapıyorlardıÇünkü din ile dünyayı elde etmek tehlikelidirTakvâ ise gizlidirİlim, neseb ve fakirlik gibi değildirBu bakımdan din ile dünyayı almaktan mümkün olduğu kadar kaçınmak gerekir.

2İkinci kısım, belli bir gayenin derhal tahakkuku için verilen bir maldırZenginin hediyesine tamah edip zengine hediye veren bir fakir gibiİşte bu karşılık şartıyla yapılan bir hibedirBöyle bir hibenin hükmü ise gizli değildirBu hibe, ancak istenilen karşılığın tahakkuku akid şartlarının varlığı ânında olur.

3Üçüncü kısım, belli bir fiil ile yardım etmek için verilen maldırSultana muhtaç olan bir kimsenin sultanın vekiline, yakınına veya sultan nezdinde sözü geçerli olan bir kimseye vermesi gibi. . İşte bu, hâl karînesiyle bilinen, bir karşılık şartıyla verilen bir hediyedirBu bakımdan karşılık için olan bu amele dikkat etmek gerekir: Eğer bu istenilen amel haram ise, haram bir maaşın tahakkuku için şefaatçı olunması istenildiği gibi bir insana veya başka bir şeye zulmetmek ise, böyle bir hediyeyi kabul etmek haramdırEğer bu amel, her kudret sahibi tarafından kaldırılması farz olan bir zulmün kaldırılması gibi bir şeyse veya yapılması gereken bir şahitlik ise, yine bu niyetle verilen hediyeyi almak haramdırİşte bu tür hediye, haramlığında şüphe olmayan rüşvettirEğer o fiil, yapılması ne vacib ne de haram, aksine mübah bir fiil ise ve tahakkukunda zorluk varsa, aldığı hediye işi yaptığı zaman helâl olurBu hediye âdeta cu'le108 yerine geçmiş olurBunun misali, 'Şu kıssayı sultanın veya filân adamın kulağına ulaştırırsan, sana benden bir dinar var' demesi gibidirİşte bunu yapmak zorluk çekmeye ve kıymet taşıyan bir çalışmaya muhtaçtır veya 'Filan adama söyle, bana şöyle bir gayenin tahakkukunda yardım etsin' veyahut 'Bana şu nimetleri versin'; (buna karşılık getirmek de uzun bir konuşmaya muhtaçtır. İşte bunun karşılığında aldığı mal cu'le olur. Cu'le ise helâldir) .

Nitekim kadı’nın huzurunda vekillik yapan bir kimsenin aldığı mal gibi helâldirBöyle bir vekil haramın tahakkuku için çalışmadığı takdirde aldığı ücret haram değildirEğer mal veren adamın isteği zahmetsiz bir kelimeyle olacaksa, o kelime ancak kadri sayılır bir kimseden veya o fiil böyle bir kimseden sadır olursa, fayda verecek olsa bile yine de karşılık alınamazKapıcıya 'Bu adamcağızın sultanın yanına sokulmasına müsaade et' demesi gibi veya sadece meseleyi sultana bildirmesi gibi. . İşte buna karşılık alınan mal haramdırÇünkü bu mal, nüfuzdan ötürü alınan maldırŞeriatta böyle bir malın caiz olması sabit olmamıştırAksine şer'an bunu yasaklayan deliller vardırNitekim sultanlara verilen hediyeler bahsinde bu husus gelecektir.

Şuf'ayı kaldırmak karşılığında, ayıplı olduğu halde satılan malı geri vermek karşılığında, bahçedeki dalların başkasının arazisinin sahasına girdiği ve birtakım gayeler karşılığında böyle bir bedel almak caiz olmadığı halde nasıl olur da nüfuz ve söz geçerliliği karşılığında caiz olabilir? Haramlıkta doktorun tek kelime karşılığında almış olduğu ücret de buna yakındırDoktor o kelime ile sadece kendisi tarafından bilinen bir ilâca işaret ederek ücret alırMeselâ herhangi bir kimse herhangi bir bitkinin bâsur has talığına veya başka bir hastalığa faydalı olduğunu bilir de onu para karşılığında söylerse, işte böyle bir kimsenin sözü bir susam tanesi kadar bile kıymet taşımazBu bakımdan buna ve bilgisine karşılık ücret caiz değildirÇünkü doktorun bilgisi başkasına intikal etmez ki, buna karşı ücret alsınAksine söylemek suretiyle onun bilgisi gibi bir bilgi karşısındaki muhataba verilir, bilgisi ise kendisinde kalırSanatta mâhir olan bir kimsenin durumu bundan biraz daha hafiftirMeselâ hastalığı güzelce teşhis ettiği için kılıcın veya aynanın eğriliğini bir vuruşta doğrultan usta gibiBu zatın bir darbesiyle sanatın erbabı olduğu için kılıcın kıymeti ve aynanın değeri çok artarİşte böyle bir kimsenin o biricik vuruş karşısında ücret almasında sakınca görmüyorumÇünkü insan böyle sanatları, yorularak onunla nafakasını kazanmak için zamanında öğrenip kendisini çok çalışmaktan kurtarmak ister.

4Hediye verilenin muhabbetini kazanmak için verilen maldırBunun dışında hiçbir hedefi yokturBütün gayesi; o hediyeyi vermek suretiyle hediye alanla arasında bir yakınlık kurup, sohbeti geliştirmek, onun kalbine muhabbetini yerleştirmektirBu hedef akıllı kimselerin hedefidirŞer'an da müslümanlar böyle bir hedefe teşvik edilmişlerdir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Karşılıklı hediye veriniz, çünkü bu tür hediyeler muhabbetin artışına vesiledirler) .

İnsanoğlu çok zaman başkasının muhabbetini de sadece muhabbet için istememektedirAksine onun muhabbetini de, bir fayda olur diye istemektedirFakat bir fayda için değil, hâli hazırda ve gelecekte kendisini hediye vermeye teşvik eden belli bir gaye kalbinde olmadığı takdirde verdiğine hediye denir ve verdiğinin alınması da helâldir.

5Verdiği mal ile alanın kalbini kazanmak, sevgisini kazanmak isteğidirFakat sevgisini, sadece sevgi ve ünsiyet bakımından kazanmak istemiyor da o sevgi vasıtasıyla belli gayelerini hediye alanın nüfuzundan istifade ederek tahakkuk ettirmek için veriyorsa, gayelerinin cinsi belli olduktan sonra aynısı münhasır olmazsa dahi beis yoktur, Kısacası, eğer mal verdiği kimsenin sözü geçerli olmayıp nüfuzu kıt olsaydı, ona bu hediyeyi vermezdiBu bakımdan dikkat etmelidirEğer nüfuzu ilimden veya soylu olduğundan neş'et ediyorsa, böyle bir kimsenin verilen malı kabul etmesi biraz daha hafifleşirFakat buna rağmen alınması yine de mekruhturÇünkü burada rüşvete benzerlik vardırFakat tam rüşvettir de denilmezÇünkü zahirde hediyedirEğer nüfuzu, işgal ettiği kadılık, memuriyet, tahsildarlık, haraç malını tahsil etmekle, devletin herhangi bir vazifesini yürütmekten yahut vakıf mütevelliği yapmaktan geliyorsa, şayet bu vazifeleri işgal etmeseydi adam da kendisine bu hediyeyi vermeyecek ise verilen hediye rüşvettirFakat hediye biçimine sokularak verilmiştirÇünkü bu hediyeden gaye hediyeyi alana yaklaşmak, onun sevgisini kazanmaktırFakat bunu da belli bir iş için verirZira memuriyetlerle (veya alâmetlerle) halledilmesi mümkün olan pekçok şeyler vardırBu adamın verdiği hediye ile alanın sevgisini değil, kim olursa olsun makam sahibinin sevgisini kazanmak istediğine dair delil şudur: Eğer şu anda hediye verilenin yerine başkası o makamı işgal etseydi hediyeyi ona verecektiİşte bu durumda ve bu şartlarla verilen bir malın şiddetle kerih olduğu ulemanın ittifakla savundukları bir hakikattirFakat haram olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdirÇünkü burada mânâ çarpışmaktadırZira bu mal, sade hediye ile belli bir gaye karşılığında sadece nüfuzdan ötürü verilen rüşvet arasında gidip gelmektedirKıyasî benzerlik çarpıştığı zaman, eğer haber ve eserler çarpışan taraflardan birini takviye ederlerse, o tarafı tercih etmenin gerekliliği meydana çıkmış olurOysa haberler bu hususta tehdidin şiddetli oluşuna delalet etmektedirler.

Nitekim Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Halk üzerine bir zaman gelecektir ki, o zamanda haram hediye ismiyle helâl kılınacaktırKatl de ibret bahanesiyle helâl sayılacaktırHalk tabakası ibret alsın diye hiçbir şeyden haberi olmayan suçsuz insanlar öldürülecektir!109

İbn Mes'ûd'dan 'haram' ile tefsir ettiğimiz suht kelimesinin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir: 'Kişi, herhangi bir kimsenin ihtiyacını yerine getirdiğinde kendisine hediye olarak verilen mal demektir'.

İbn Mes'ûd 'Kişi zahmetsiz bir kelime ile karşısındaki insanın ihtiyacını yerine getirip karşılığında hediye alır veya esasında o kelimeyi karşısındaki adamın lehinde teberru yoluyla sarfeder, herhangi bir ücret kastını taşımazsa, sonra o kelimeye karşılık olarak birşey alması caiz değildir' mânâsını kastetmiş olabilirİşte bu şekillerde alınan bir hediye 'suht'tur.

Mesruk110, herhangi bir bir kimsenin lehinde şefaatte bulunduİşi görülen adam, kendisine bir cariye hediye etmek istediBunun üzerine Mesruk cariyeyi sahibine geri çevirmekle beraber kızarak şunları söyledi: 'Eğer ben senin kalbindekini bilseydim, ihtiyacın için bir kelime dahi sarfetmezdimBundan böyle, geri kalan kısım için bir kelime dahi konuşup şefaatte bulunmayacağım'.

Tavus bKeysan'a 'Sultana verilen hediyelerin hükmü nedir?' diye sorulduğunda, 'Katıksız haramdır' diye cevap vermiştir.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) iki çocuğunun beytülmal'den borç aldıkları malın kârının yarısını onların elinden alıp 'Benim çocuklarım olduğunuz için size o mal verilmiştir!' demiştirÇünkü Hazret-i Ömer o malın kendilerine siyasî nüfuzu için verilmiş olduğu kanaatinde idi.

Ebû Ubeyde Âmir bCerrah'ın zevcesi, Roma İmparatoriçesine şişe içinde güzel bir koku hediye ettiİmparatoriçe de karşılık olarak kıymetli bir mücevheri kendisine gönderdi, Hazret-i Ömer o mücevheri Ebû Ubeyde'nin hanımından aldırıp beytulmal'ın lehine sattıOndan ancak hediye ettiği esansın parası kadarını kendisine iade ettiDiğerini beytulmal'e gönderdi.

Cabir ile Ebû Hüreyre şöyle demiştir: 'Sultanlara verilen hediyeler, ihanetle devletin ve milletin malından çalınan mallardır'.

Ömer bAbdulaziz, kendisine gönderilen hediyeyi geri çevirdiği zaman hazır bulunanlar şöyle dediler:

Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) hediyeyi kabul ediyordu. (Sen neden kabul etmiyorsun?)

- O verilen mal Allah Rasûlü için hediyeydiBizim için ise rüşvettir.

Yani o malı veren Allah Rasûlü'nün siyasî nüfuzundan istifade etmek için vermiyorduOnun peygamberlik vasfından istifade etmek ve bu yolda kendisine yaklaşmak için veriyorduFakat bize ancak siyasî nüfuzumuzdan ötürü verilmektedir.

Bütün bunlardan daha büyük olanı Ebû Humeyd111 es-Saidî'nin anlattığı şu hâdisedir: Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir valiyi Yemenli Ezd kabilesinin zekâtlarını toplamak üzere Yemen'e gönderdiGiden zat, vazifesini yapıp dönünce, getirdiklerinin bir kısmını yanında bırakarak gerisini Rasûlüllah'a teslim etti: İşte bu sizindir! Bu ise bana hediye verilmiştir!' dediBunun üzerine Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Eğer doğruysan neden babanın ve annenin evinde oturup gelecek hediyelerin kendiliğinden sana ulaşmasını beklemedin? Ne oluyor ki herhangi birinizi memur tayin ettiğimde çıkıp da 'Bu sizindir, şu ise benim için hediye edilmiş bir maldır' diyor? Acaba o adam neden annesinin evinde oturduğunda, hediyesi kendisine gelmedi? Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, içinizden biri, hakkı olmadığı halde bir şeyi alırsa, kıyâmet gününde o aldığı şeyi sırtlayarak Allah'ın huzuruna gelecektir, içinizden biri kıyâmet gününde bağıran bir deveyi veya böğüren bir sığırı veya meleyen bir koyunu sırtlayıp Allah'ın huzuruna gelmesin!112

Bunu söyledikten sonra ellerini, koltuklarının beyazlığı görünecek derecede kaldırarak şu dilekte bulundu:

Ya rabbî! Vazifemi tebliğ ettim mi?

Bu şiddet ve tehditler sabit olduğu zaman, kadı ve valiye uygun olan hareket, nefsini annesinin ve babasının evinde farzetmektirEğer vazifesinden azlolunduktan sonra annesinin evinde olduğu halde kendisine verilecek birşey el'an veriliyorsa kabul etmelidirYani valilik zamanında da bu hediyeyi kabul etmesi caiz olurFakat ancak siyasî nüfuzundan ötürü kendisine verildiğini biliyorsa, kabul etmesi haramdırDostlarının hediyelerindeki durumlarını doğru dürüst çözemediği, vazifesinden azledildiği takdirde yine verecekler mi vermeyecekler mi diye kestiremediği takdirde şüpheli olurBu bakımdan şüphelilerden sakınması gerekir.

Helâllere ve haramlara ilişkin bu bölüm, Allah'ın inayeti, hamdı, minneti ve güzel tevfikiyle tamamlanmış bulunuyorAllah herşeyi en iyi bilendir!

108) Cu'lenin misâli Zeyd'in Amr'a gidip 'Mektubumu Bekir'e verip cevabını bana getirirsen sana yüz lira vereceğim' demesi gibidirAmr, ancak bu vazifeleri gördükten sonra bu parayı hakeder.

109) İmâm Irâki bu hadisin aslına rastlamadığını kaydeder.

110) Aslen Hemedanlı olup Kûfe'de ikamet ederdi, Künyesi Ebû Âişe'dirHazret-i Aişe validemiz (radıyallahü anh) onu küçük iken evlât edinmiştiBu zat İbn Mes'ûd'un büyük talebelerinden biridirHazret-i Ebû Bekir'in arkasında namaz kılmış, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali ve Zeyd bSâbit ile görüşmüştür.

111) Ensar'dan Medineli bir zattırAshâb-ı Kiram'dandırİsmi Abdurrahman veya Münzir bSa'd bMalik’tirHazrec kabilesindendirVakidî'nin rivâyetine göre Muaviye'nin hilâfetinin sonunda veya Yezid'in saltanatının başında vefat etmiştir.

112) Buhârî