İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | HELÂL VE HARÂM


Giriş

İnsanları yumuşak ve kurumuş çamurdan yaratıp, sonra en güzel ve en mutedil bir surette meydana getiren Allah'a hamd olsun!

O Allah ki, daha sonra insanoğlunu, ters ile kan arasından süzüp çıkarttığı tatlı ve soğuk su gibi bir süt ile gıdalandırmıştırDaha sonra onu temiz ve helâl rızıkla zayıflık ve fersûdelikten korumuş; düşmanı olan şehvetini saldırganlık ve hücumdan alıkoymuşturO şehveti insanoğluna farz kıldığı helâl rızık talebiyle zapt u rapt altına almış, onu kırmak suretiyle de insanoğlunu idlâl ve ifsâd etmek için fırsat kollayan şeytanın ordusunu hezimete uğratmıştırŞeytan Âdem oğlu'nun damarlarında kanın cereyan etmesi gibi cereyan etmektedirHelâl rızkın zorluk ve galebesiyle Allahü teâlâ cereyan yollarını ve fırsatını şeytan için daraltmış ve zorlaştırmıştır; zira şeytanı, damarların derinliklerine götüren rehber, galebe ve başıboşluğa meyyal bulunan şehvetten başka birşey değildirBu bakımdan şehvet, helâl rızık elde etme gemiyle gemlendiği zaman, şeytan mahrum olarak yerinde sayarArtık onun yardımcısı kalmaz.

Salât ve selâm, dalâletten hidayete götüren Hazret-i Peygamber'e ve âline olsun!

İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Helâli talep etmek ve aramak her müslüman için farzdır1

Farzlar arasında anlaşılması en zor olan, yapılması âzalara en ağır gelen farz, işte bu farzdırBunun içindir ki bu farz, vazifeden, ilmen ve amelen tamamen ortadan kaldırılmış bulunuyorBu farizanın ilmi muğlâk olduğundan amelî kısmının da yok olmasına sebep olmuşturZira cahiller artık helâlin yok, helâle vardıran yollarınsa kapalı olduğunu ve helâl olarak yalnızca tatlı su ile sahipsiz sahralarda biten otların kaldığını zannetmişlerdirBunun dışında kalan ne varsa zâlim ellerle kirlenmiş ve fâsık muamelelerle ifsad olmuşturBu bakımdan bitkilerle kanaat etmek zorlaştığında haram olanlarda biraz daha geniş (müsamahakâr) davranmaktan başka çare kalmazBöylece bu cahiller dinin bu esasını temelinden söküp atmışlardırOnlar mallar arasındaki ayırımı idrâk etmekten âcizdirlerBunların bu zanları hakikatten çok uzaktır.

Zira helâl de, haram da apaçık bilinmektedirBunların arasında (birçok kimse tarafından bilinmeyen) şüpheli emirler vardırDurum ne olursa olsun, bu üç şey daima ayrılmaz bir şekilde yürüyeceklerdirFakat yukarıda izah edilen zan, kötü bir bid'attırDindeki zararı umumî ve halk arasına saçılan kıvılcımları tahripkâr olduğundan, helâl, haram ve şüpheli arasındaki farkı irşad suretiyle bu bid'atın çirkin yüzünü göstermek ve maskesini yırtmak farz olmuşturHem de bu maske tahkik ve izâhı yapılmak suretiyle yırtılmalıdırZira bu hususların ayırt edilmesindeki darlık ve hassasiyet, onu imkân dairesinden çıkarmaz. (Yani bunu idrâk etmek zor da olsa mümkündür) Biz bunu yedi bölümde izaha çalışacağız:

Birinci Bölüm: Helâl rızkın aranmasının fazileti, haramın kötülenmesi ve helâl ile haramın dereceleri

İkinci Bölüm: Şüphelilerin mertebeleri, şüpheli şeylerin kaynakları ve bunları helâl ile haramdan ayırmak

Üçüncü Bölüm: Tetkik, sarma, hücum etme ve ihmalkârlığın helâl ve haramdaki yerleri

Dördüncü Bölüm: Tevbe eden kimsenin, malî zulümlerden nasıl kurtulabileceği

Beşinci Bölüm: Sultanların verdiği maaş ve hediyelerle bunların helâl ve haram olan kısımları

Altıncı Bölüm: Sultanların meclislerinde bulunmak ve onlarla oturup kalkmak

Yedinci bölüm: Çeşitli meseleler

1) Zekât bölümünde geçmişti.

Helâlin Fazileti Haramın Rezaleti, Helâlin Beyânı ve Dereceleri, Haramın Beyânı

Helâlin Fazileti Haramın Rezaleti, Helâlin Beyânı ve Dereceleri, Haramın Beyânı ve Bu Husustaki Takvânın Dereceleri

Âyet-i Kerîmeler

Ey Rasûller! Helâl şeylerden yeyiniz ve salih ameller işleyiniz! (Mü'minûn/51)

Bu ayette salih amelden önce helâlinden yenmesi emredilmiştirSalih amelden gayenin helâlinden yemek olduğunu söyleyenler de vardır.

Aranızda birbirinizin mallarını, (hırsızlık, kumar ve gasb gibi) haksız sebeplerle yemeyin! (Bakara/188)

Yetimlerin mallarını zulmen (haksız olarak) yiyenler karınlarına ancak ateş doldururlar. (Nisâ/10)

Ey Mü'minler! Allah'tan korkun! Eğer gerçek Mü'minler iseniz (cahiliyede işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın; (almayın) ! (Bakara/278)

Böyle yapmazsanız (bu faizi bırakmazsanız) , Allah'a ve peygamberine karşı savaşa girdiğinizi bilin! (Bakara/279)

Eğer faiz (den vazgeçer de) tevbe ederseniz (ana paranız) sizindir ve böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olursunuz. (Bakara/279)

Kim (haram olan bu ribayı helâl diye yemeye ve faizciliğe geri) dönerse, işte onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalacaklardır. (Bakara/275)

Görülüyor ki, Allahü teâlâ, önce faiz yiyen kimseyi kendisine ve Râsûlü'ne karşı harbetmekle vasıflandırıyor ve sonra da faiz yemekte ısrar edenleri ateşe mâruz bırakıyorHelâl ve haram hakkındaki ayetler sayılamayacak kadar çoktur.

Hadîsler

İbn Mes'ûdHazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmiştir:

Helâli talep etmek ve aramak her müslümana farzdır! Hazret-i Peygamber başka bir hadîslerinde de şöyle buyurmuştur:

İlmi talep etmek ve aramak her müslümana farzdır.

Hadîs âlimlerinin bir kısmı, bu hadîsî şöyle te'vil etmişlerdir: 'Arayıp elde edilmesi her müslümana farz olan ilimden gaye; helâl ve haramı bildiren ilimdir'Böylece bu âlimler, bu iki hadîsin hedefini bir saymaktadırlar.

Hazret-i Peygamber yine bu hususta şöyle buyurmaktadır:

Çoluk çocuğunun nafakasını helâlinden temin etmek için çırpınan kimse, Allah yolunda cihad eden kimse gibidir, iffetini koruyarak dünyayı helâlinden elde etmeye çalışan kimse de şehidler derecesinde olur2

Kim kırk gün helâl rızık yerse, Allahü teâlâ onun kalbini nûrlandırır ve kalbindeki hikmet pınarlarını fışkırtarak dilinden akıtır3

Diğer bir rivâyette de Allahü teâlâ böyle bir kimseyi dünyada zâhid kılar' buyurulmuştur.

Sa'd b. Ebî Vakkas 'Ya Rasûlallah! Dua et de Allah dualarımı kabul eylesin' diye dua talebinde bulunduğu zaman, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Helâlinden ye! Böyle yaptığın takdirde duan kabul olunur4

Hazret-i Peygamber, dünyaya pek düşkün olan kimseyi kötülerken şöyle buyurmuştur:

Saçı sakalı birbirine karışmış, rengi solmuş, bir yerden diğer bir yere kovulup duran; yiyeceği ve giyeceği haram olan ve haram ile gıdalanan kimseler vardır ki ellerini kaldırarak 'Yâ rabbî! Yâ rabbî diye dua ederlerBöyle bir kimsenin duası nasıl kabul olunur?5

İbn-i Abbâs'ın Hazret-i Peygamber'den rivâyet ettiği bir hadîste şöyle buyurulmuştur:

Allah'ın Kudüs-ü Şerif üzerinde duran bir meleği vardırBu melek her gece şöyle bağırır: 'Kim haram yemişse onun ne sarfı (farzı) ve ne de adli (nafilesi) kabul olunur'6

Hadîsteki 'sarf kelimesinin 'nafile ibadet', 'adl' kelimesinin ise 'farz' demek olduğu da söylenilmiştir.

Kim içerisinde haramdan gelen bir dirhemin de bulunduğu on dirheme bir elbise satın alırsa, sırtında o elbiseden birşey kaldıkça Allah onun hiçbir namazını kabul etmez7

Haramdan oluşan et için ateş herşeyden daha evlâdır8

Kim malı nereden kazandığına önem vermezse, Allahü teâlâ da onu cehenneme nereden sokacağına önem vermez9

İbâdet on parçadan müteşekkildirBu on parçanın dokuzu helâl rızkın aranmasındadır10

Helâl rızık teinin etme uğrunda yorgun ve bitkin olarak akşamlayan kimse, günahları affolunduğu halde akşamlamış ve Allahü teâlâ kendisinden razı olduğu halde sabahlamış olur11

Kim haramdan birşey kazanır ve sonra da bununla sılayı rahim yapar veya sadaka verir, yahut da onu Allah yolunda infakta bulunursa, Allahü teâlâ onun yapmış olduğu bütün bu amelleri toplayıp ateşe atar12

Dininizin en hayırlısı takvadır13

Allahü teâlâ huzuruna takva ile gelen kimseye İslâm'ın bütün sevabını ihsan eder14

Rivâyet edildiğine göre Allahü teâlâ, peygamberlerine gönderdiği kitaplarından birinde şöyle buyurmuştur: 'Takva sahiplerini hesaba çekmekten utanırım'15

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah nezdinde faizin bir dirhemi (günah bakımından) İslâm dininde yapılan otuz zinadan daha şiddetlidir16

Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:

Mide, bedenin havuzudurDamarlar, bu havuza akmaktadırBu bakımdan mide sıhhatli olursa damarlar da oradan sıhhat alıp aktarırlarMide hasta olduğu zaman damarlar da hastalığı aktarırlar. (Sıhhattan gaye, helâlden; hastalıktan gaye, haramdan yemektir) 17

Yeme'nin dindeki mevkii binaların temeline benzerBinaların temeli sağlam ve kuvvetli olursa, üzerindeki bina da müstakim olup yükselirTemel, zayıf veya yamuk olursa bina yıkılır ve mahvolur! Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

O halde (dininin) binasını sağlam bir temel (olan Allah korkusu ve rızası) üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa çökecek bir yar kenarına kurup da onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan mı? Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe/109)

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Haramdan herhangi bir mal kazanan kimse bu malı sadaka olarak verse, sadakası kabul olunmaz; vermeyip de yanında alıkoy sa kendisini cehenneme sürükleyen bir azık olur18

Biz, çalışıp kazanma âdâbını anlattığımız bölümde bir grup hadîs zikretmiştikO hadîsler helâl çalışmanın faziletini de ortaya koyarlar.

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hazret-i Ebû Bekir bir gün kölesinin getirdiği sütü içti. Sonra da ona 'Bu sütü nereden aldın?' diye sorduKöle 'Bir kavme kâhinlik yaptımOnlar da bana bu sütü verdiler'19 dediBunu duyan Hazret-i Ebû Bekir, parmaklarını mübarek ağzına soktu ve kusmaya başladı; öyleki neredeyse ölecekti. Sonra da 'Damarlarımda kalan ve bağırsaklarıma karışan kısımdan dolayı senden af dilerim ya rabbi' dedi.

Hazret-i Ebû Bekir'in bu hareketi nakledildiği zaman Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Siz onun, midesine helâlden başkasını sokmadığını bilmiyor musunuz?'

Hazret-i Ömer de bir gün yanlışlıkla zekât devesinin sütünden içer ve ardından parmağını ağzına sokarak istifra eder.

Hazret-i Âişe şöyle buyurmuştur: 'Sizler, ibadetin en faziletlisi olan takvadan gafilsiniz'.

Abdullah b. Ömer şöyle buyurmuştur: 'Siz, yay gibi oluncaya kadar namaz kılsanız, tamburun telleri gibi incelinceye kadar oruç tutsanız Allahü teâlâ sizin bu ibadetinizi ancak sizinle haram arasına gerilen takva ile kabul eder'.

İbrahim b. Edhem şöyle buyurmuştur: 'İdrâk edilebileni, ancak midesine gönderdiği şeyleri bilen kimse idrâk eder'.

Fudayl b. İyaz şöyle buyurmuştur: 'Kim içine gideni (yediği şeyleri) bilirse, Allah onu sıddîk olarak tescil ederBu bakımdan ey miskin! Kimin yanında iftar ettiğine dikkat et!'

İbrahim b. Edhem'e 'Neden zemzem suyundan içmiyorsun?' denildiği zaman 'Su çekecek kabım olsaydı içecektim' cevabını verir.

Süfyân es-Sevrî şöyle buyurmuştur: 'Haramdan infakta bulunan kimse, tıpkı pis bir elbiseyi sidikle yıkayan kimseye benzerOysa böyle bir elbiseyi ancak su temizlerAynı şekilde günahlar da ancak helâlinden infakla temizlenir'.

Yahya b. Muaz şöyle buyurmuştur: 'Tâat, Allah'ın hazinelerinden bir hazinedirOnun anahtarı duadırBu anahtarın dişleri de helâl lokmalardır'.

İbn-i Abbâs, şöyle buyurmuştur: 'Allah, karnında haram bulunan kimsenin namazını kabul etmez'.

Sehl et-Tüsterî şöyle buyurmuştur: 'Kendisinde şu dört haslet bulunmayan kimse, îmanın hakikâtine varamaz:

1Farzları, sünnet-i seniyye şeklinde edâ etmek,

2Takvaya riayetle helâlinden yemek,

3Yasakların gizli ve açıklarından kaçınmak,

4Bu hasletler üzerinde, ölüme kadar ısrarla sabır göstermek.

Yine buyurmuşlardır ki: 'Kim sıddîkların alâmetleriyle bilinmek istiyorsa, ancak helâlinden yesin ve sünnet-i seniyye'den ayrılmasın'.

'Kırk gün şüpheli şeylerden yiyen kimsenin kalbi kararır' denilmiştirBu söz, aynı zamanda şu ayetin de te'vilidir:

Hayır! Doğrusu onların kazandıkları (günahlar) kalplerinin üzerinde pas olmuştur. (Mutaffifîn/14)

İbn Mübarek 'Şüpheli bir dirhemi geri çevirmek, bence toplam altıyüzbine ulaşmak üzere yüzer bin dirhem sadaka vermekten daha üstündür' buyurmuştur.

Seleften biri şöyle der 'Bazen yediği bir lokma yüzünden kulun kalbi ters çevrilir; böylece tabaklanmamış deri gibi çekilir ve kolayca da eski haline dönemez'.

Sehl et-Tüsterî şöyle buyurmuştur: 'Haramdan yiyen kimsenin âzaları isyan ederİster bilsin, ister bilmesin; haramdan yemeyi ister dilesin, isterse dilemesin, durum değişmezKimin yiyeceği helâlinden olursa, âzaları ona itâat eder ve o kimse hayırlar yapmaya muvaffak olur'.

Seleften biri 'Kulun helâlinden yediği ilk lokma ile geçmiş günahları affolunurKim helâli talep etme hususunda zillete katlanırsa, günahları, tıpkı yapraklar gibi dökülür' buyurmuştur.

Bir kimse va'z etmek üzere kürsüye çıkınca, âlimler şöyle derlerdi: 'Onun üç şeyini araştırın:

1Eğer bid'atlara inanıyorsa, onu dinlemeyiniz; çünkü bu durumda o şeytanın lisanıyla konuşmaktadır.

2Eğer yedikleri kötü ve şüpheli ise, biliniz ki o hevâ-i nefisten konuşmaktadır.

3Eğer aklı tam değilse biliniz ki, yaptığı konuşmanın tahribi, tamirinden çok fazladırBu nedenle onunla oturmayın.

Hazret-i Ali'den ve diğer sahabîlerden şöyle rivâyet ediliyor: 'Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır'Başkaları bu söze şunu da eklemişlerdir: 'Dünyanın şüpheli kısımları ise, itabdır'.

Salihlerden biri, abdallardan birine bir yiyecek verirFakat abdal, onun verdiği yiyeceği yemezSalih kimse yemeyişinin sebebini sorunca da şöyle der:

-Biz ancak helâl olanı yeriz ve bunun içindir ki, kalbimiz müstakim, halimiz devamlı olmuştur, yine bu sayede melekût âlemini keşfederek, âhiret âlemini de müşahede etmekteyizEğer sizin yediklerinizden kırk gün yemiş olsaydık, artık İlm-i yakînin hiçbir şeyine dönüş yapamazdık; korku ve Allah'ın cemâlinin müşahedesi de kalbimizden silinip giderdi.

- Ben de bütün sene oruç tutar, her ay da Kur'ân'ı otuz defa hatmederim.

- Geceleyin gözünün önünde içtiğim o bir yudum süt var ya, işte o (onun sevabı) benim nezdimde üçyüz rek'at namazda indirmiş olduğun otuz hatm-i şeriften daha üstündürAbdalın içtiği süt, vahşi geyik sütüydü.

Ahmed bHanbel ile Yahya bMain20 bir keresinde uzun bir sohbette bulundularBu sohbet esnasında, Yahya'nın 'Ben hiç kimseden birşey istemem; fakat sultan bana birşey verirse onu da yerim' dediğini işiten İmâm-ı Ahmed onun arkadaşlığını terkettiHatta Yahya, İmâm-ı Ahmed'den özür dilemeye mecbur oldu ve 'Ben bunu şakayla söyledim' dediBunun üzerine İmâm-ı Ahmed şunları söyledi: 'Sen dinle şaka mı ediyorsun? Bilmez misin ki Allahü teâlâ helâlinden yemeyi salih âmelden daha önce tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:

Helâl ve tayyiblerden yeyin ve salih ameller işleyin! (Mü'minûn/51)

Tevrat'ta şöyle yazılı olduğu rivâyet olunmuştur: 'Kim yiyeceğinin nereden geldiğinin kaygısını çekmez ve buna önem vermezse, Allahü teâlâ da onu cehenneme, hangi kapısından sokacağına önem vermez'.

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Ali, Hazret-i Osman'ın öldürülmesinden ve evinin yağma edilmesinden sonra ancak ağzını mühürlediği kaplardaki yiyecekleri yerdiBunu şüpheye bulaşmamak için yapardı.

Fudayl b. İyazSüfyân bUyeyne ve Abdullah bMübârek bir gün Mekke'de, Vuheyb b Verd'in evinde toplandılarSöz dönüp dolaşıp yaş hurmaya geldiBunun üzerine Vuheyb şöyle dedi:

- Yaş hurma bence yemeklerin en güzelidir, ancak Mekke'nin hurmaları, Zübeyde'nin hurmalarıyla ve başka bostanlarla karıştığı için çok sevdiğim halde yaş hurmayı yemez oldum.

- Eğer sen böyle şeylere bakarsan ekmek de bulamazsın.

- Neden?

- Çünkü üzerinde ziraat yapılan araziler hazine mallarıyla karışmıştır.

Bu sözü işiten Vuheyb, derhal düşüp bayıldıOlup biteni gören Süfyânİbn-i Mübârek'e şöyle hitap etti:

- Onu öldürdün!

- Allah'a yemin ederim ki, ben meseleyi kolaylaştırmak istedim.

Vuheyb gözünü açtığı zaman şöyle dedi:

- Artık ölünceye kadar ekmek yemeyeceğim.

Vuheyb o günden sonra süt içmeye başladıBir gün annesi kendisine süt getirdiOna sütü nereden aldığını sordu; o da, bir kabilenin koyununun sütü olduğunu söylediBunun üzerine Vuheyb, o koyunun neyle satın alındığını ve o kabileye nereden geldiğini sorduAnnesi bu soruların da cevabını verince sütü ağzına götürdü; fakat içmeden önce kabı ağzının yakınında durdurarak şöyle dedi:

- Bu koyunlar nerede otluyorlar?

Bunun üzerine annesi (omuzlarını silkerek) sustu ve o da sütü içmedi; çünkü koyunlar, bütün müslümanlara ait bir yerde otluyorlardıOnun sütü içmediğini gören annesi şöyle dedi:

- İç oğlum! Allah seni affeder.

- İçtikten sonra Allah'ın beni affetmesini ve böylece Allah'ın affına günah ile nail olmayı istemiyorum21

Bişr bHaris el-Hafî, 'Sen nereden yiyorsun?' diye sorulunca şöyle demiştir: 'Bizde sizin yediğiniz yerden yiyoruzFakat ağlayarak yiyen kimse, gülerek yiyen kimse gibi değildir'. Sonra da şöyle dedi: 'Bir el vardır ki diğerinden daha kısadırBir lokma vardır ki diğerinden daha küçüktür'.

İşte selef-i salihîn şüpheli şeylerden bu şekilde kaçınırlardı.

2) Taberânî, Evsat

3) Ebû Nuaym,Hilye

4) Taberânî, Evsat

5) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

6) Bu hadîsin aslına rastlanılmamıştırSadece şöyle bir hadîs vardır: 'Haramdan bir lokma yiyen kimsenin kırk gece namazı kabul olunmaz'; Deylemî, (İbn Mes'ûd'dan) Bu hadîs münkerdir. (Irakî)

7) İmâm-ı Ahmed(İbn Ömer'den zayıf bir senedle)

8) Tirmizî, (Ka'b'dan)

9) Deylemî, (İbn Ömer'den)

10) Deylemî, (Enes'ten)

11) Taberânî, (İbn Abbâs'tan)

12) Ebû Dâvud(mürsel olarak)

13) Kitab'u1-İlim' de geçmişti.

14) Aslına rastlanılmamıştır.

15) Tirmizî, (İbn-i Abbâs'tan)

16) İmâm-ı Ahmed, Dârekutnî, (Abdullah b. Hanzale'den) Hadîsin senedinde zaaf vardır.

17) Taberânî ve Ukaylî, ed-DııafâUkaylî'ye göre hadîsin aslı yoktur.

18) İmâm-ı Ahmed(İbn Mes'ûd'dan zayıf bir senedle)

19) Kâhinlik, gaybdan haber vermek demektirİslâm dini kâhinliği yalancılık kabul ettiği için kehanet karşılığı alınan mal ve ücret haramdırBuhârî, (Hazret-i Âişe'den)

20) Künyesi Ebû Zekeriyya olup RağdadlıdırCerh ve ta'dil ilminde meşhur bir imamdır.

21) Ebû Nuaym, Hilye

14-1

Helâl ve Haramın Çeşitleri ve Yolları

Helâl ve haramın tafsilâtı, fıkıh kitaplarının vazifesidirÂhireti isteyen kimsenin helâl olduğu fetva ile bilinen yiyeceklerden başkasını yemedikçe, bu hususları uzun uzadıya bilmesine gerek yokturRızkını çeşitli yönlerden kazanan ve fazla yemeye çalışan kimse ise, helâl ve haram ilmini, fıkıh kitaplarında beyan edildiği gibi bilmekle mükelleftirBiz ise bu kitapta taksim bâbında derleyici kaidelerine işaret edeceğizŞöyle ki; mal, kendisinde bulunan bir mânâdan veya kazanıldığı cihette olan bir eksiklikten ötürü haram olur.

Birinci Kısım

Kendisinde bulunan bir sıfattan ötürü haram olan içki, domuz ve benzerleri gibi şeylerdirBunun tafsilâtı ve izahı şöyledir: Yeryüzünde yenilen âyinler üç kısımdan fazla değildirler:

a) Madenlerden olanlar; tuz, çamur (kil) ve benzerleri gibi.

b) Bitkilerden olanlar,

c) Hayvanlardan olanlar.

a) Mâdenler

Bunlar yerin parçaları olup yerden çıkan diğer şeyler gibidirler; bu bakımdan bunlar ancak yiyene zarar verdikleri takdirde haram olurlarBunların bir kısmında zehir yerini tutan maddeler vardırZarar verici olduğunda ekmeğin de yenmesi haram olurYenilmesi âdet olunan çamur ise, ancak zarar vermesi bakımından haramdırYenilmeyen maddelerin haram olmadığını söylememizin faydası şudur: Eğer bu maddeden bir parça bir çorbanın veya sıvı bir yiyeceğin içine düşse o çorba ve yemek onunla haram olmaz.

b) Bitkiler

Bunların ancak aklı, hayatı veya sıhhati giderici olan kısımları haramdırAklı giderici kısım, benç (benk) , içki ve diğer sarhoş edici maddelerdirHayatı söndürenler ise, zehirleyicilerdir; zehirin bütün nevileridirSıhhati bozan ise, vaktinde ve yerinde kullanılmayan ilaçlardırBunların tümü zarara dönüşürYani haram olmaları, zarar verici oluşlarından ileri gelirAncak içki ve sarhoş edici diğer maddeler bu hükmün dışındadır; zira onların sarhoş etmeyecek kadar az olan miktarı dahi haramdır; çünkü haramlık onun kendisinde ve fazla oynaklık veren vasfında vardır.

Zehire gelince; az olup da zarar vericilikten çıkarsa veya zehirlik vasfını gideren başka bir madde ile karıştırılırsa haram olmaz.

c) Hayvanlar

Bunlar da iki kısma ayrılırlar: Eti yenen ve yenmeyen hayvanlar. . . Bu hususun tafsilâtı Et'ıme bahsinde Allah'ın izniyle gelecektirGarip ve tanınmayan kuşlar, kara ve deniz hayvanları hakkında tafsilât vermek sözün uzamasına sebep olurBunlardan, yenilmesi helâl olanların eti ancak şer'an kesildikleri, kesen'in, kesen aletin ve mezbahanın şartları gözetildiği zaman helâl olurBu husus ileride avlanma ve kesmeler bahsinde gelecektirŞeriata uygun olarak kesilmeyen veya kendiliğinden ölen bir hayvanın eti ise haramdırÖlmüş hayvanlardan ancak şu iki kısmın eti yenebilir:

a) Balık

b) Çekirge

Elma, sirke ve peynir kurtları gibi, yiyeceklerde oluşan hayvancıklar da balık ve çekirge gibidirler; zira bunlardan korunmak mümkün değildirFakat bunlar bulundukları yiyeceklerin dışına çıktıklarında kara sinek, hamam böceği ve akrep hükmünde olurlar; (yani haramdır) .

Öldürüldüğü takdirde kanı çıkmayan, yani kanı bulunmayan hayvanların haram olması için hiçbir sebep yoktur.

Ancak bunlardaki pislik, insanın onu yemesine mânidirEğer mide kaldırabilse bu cins hayvanın yenmesinde kerahat dahi yokturAncak bu tür hayvanları pis görmeyen bir kişinin tabiatına bakılıp da bunlar pis değildir denilemezÇünkü bu tür hayvanlar artık pisliklerden sayılmış ve bunlara duyulan tiksinti umumîleşmiştirBu bakımdan bu tür hayvanları yemek mekruhtur; tıpkı sümüğü boğaza çekip biriktirdikten sonra yutmanın mekruh olduğu gibiBu kerahet onun necis oluşundan değil; aksine kalbin nefretinden neş'et ederZira bu tür hayvanlar öldüğü zaman sahih fetvaya göre necis olmaz; çünkü Hazret-i Peygamber yemeğe bir kanadı üzerine düşen sineğin tamamen batırıldıktan sonra atılmasını emretmiştir22

Yemek ise, çok zaman sıcak olur ve bu da onun ölümüne sebep olurEğer karınca veya karasinek (ateş üzerinde kaynayan) yemek çömleğine düşer de parçalanırsa, o yemeği dökmek gerekmezZira necis sayılan ancak o hayvancağızın yaptığı şeydir; dolayısıyla haricî bir necasetle haram olmadıkça, böyle bir hayvan düştüğü yemeği haram etmezBu hüküm delâlet eder ki, bu tür hayvanların haram olması, necis oluşlarından değil, aksine tabiatların istemeyişinden ileri gelirBu sırra binaen deriz ki, eğer ölü bir insanın bir parçası (ateş üzerinde kaynayan) yemek kazanma düşse, düşen parça bir danik kadar olsa dahi bütün yemek haram olurFakat bu haramlık, düşen parçanın necisliğinden değildir, zira doğru fetvaya göre insan, ölümle necis olmazAncak insanın yenmesi hürmetinden ötürü haram olduğundan o kazan haram olur ve yine tabiatların istemeyişinden de haram olmuş değildir.

Eti yenilen hayvanlara gelince; bu hayvanlar şer'an şart koşulduğu şekilde kesilseler bile yine de bütün parçaları helâl olmazKesilen hayvanın kanı, içindeki tersi ve necisliğine hükmedilen bütün parçaları haramdır.

Mutlak olarak necaseti yemek haramdırHayvanlar hariç, aynlar içerisinde hem haram ve hem de necis yoktur.

Bitkilere gelince, bunların sadece sarhoş edenleri haramdırYalnızca aklı giderip sarhoş etmeyen benç (benk) gibi bitkiler ise necis değildirlerZira sarhoş edenin necis sayılması, ancak ondan kaçınmayı daha da şiddetlendirmek içindir; çünkü sarhoş ediciler insanı fısk ve fücura sevketmektedirlerNecasetten bir damla veya bir parça katı necaset çorba, yemek veya yağ içerisine düşerse, tümü haram olurFakat bunlardan yeme dışında başka şekillerde yararlanılabilirBu bakımdan necis bir yağ ile gemileri sıvamak, hayvanları yağlamak ve başka işlerde kullanmak veya böyle bir yağı kandilde yakmak caizdirBuraya kadar saydıklarımız zatında bulunan bir sıfattan dolayı haram olanların mecmuudur.

14-2

İkinci Kısım

Üzerindeki elin isbatında (mülkiyetinde) şüphe olduğu için haram olanlardırBu husus açıklanmaya muhtaçtır.

Bu bakımdan deriz ki, malın edinilmesi ya mal sahibinin ihtiyarıyladır veya ihtiyarının dışındadır.

İhtiyarının dışında elde edilen mal, verasetle intikal eden maldırİhtiyarla elde edilen mal ise, ya cebren ya da sahibinin rızasıyla alınmış maldırCebren alınan mal da, ya mal sahibinin sahipliğini kaldırmak için alınmıştır ganimet malları gibi; ya da mal sahibinden o malın alınması gerektiği için alınmıştır zekât vermekten kaçınanların zekâtını, üzerine terettüp eden vâcib nafakaları cebren almak gibiSahibinin rızasıyla alınan mal ise, ya bir bedel mukabilinde alınan maldır alışverişte ve kadınlara mehir olarak verilen mal gibi; ya da bedelsiz olarak alınan maldır hibe ve vasiyetle elde edilen mal gibi Bu siyaktan altı kısım meydana çıkmaktadır:

1Sahipsiz mallar: Sahipsiz meralardan toplanan otlar, nehirlerden alınan su, ormanlardan kesilen odun, avlanan hayvan, değerlendirilen sahipsiz araziler ve ekle edilen madenler gibiBu mallar, mülkiyet hakkına sahip bir insanın özel hakkı olmamak şartıyla helâldirBu bakımdan yukarıda saydığımız kaynaklardan edinilen mallar, başkasının özelliğinden kurtulduğu takdirde, onu alanın mülkü olmuş olurBunun tafsilâtı, sahipsiz yerlerin değerlendirilmesi bahsinde gelecektir.

2Hürmete lâyık olmayan bir kimseden cebren alınan maldırHaraç, ganimet ve kâfir muhariblerin diğer malları gibi. . . Böyle birmal, beşte birini devlet hazinesine ödedikleri takdirde müslümanlara helâl olurAncak helâl olması için, şu şartların da bulunması gerekir: Hak sahibi olanlar arasında âdil ve eşit bir şekilde taksim edilmelidirHukukuna riayet edileceğine dair söz alan kâfirlerdende alınmış olmaması gerekirBütün bu şartların tafsilâtı, harç, ganimet,, fey ve siyer bahislerinde gelecektir.

3Üzerine düşen hakkı edâ etmekten imtinâ eden kimselerden cebren alınan maldırBu mal, sahibinden cebren alınırBöyle bir mal, istihkak sebepleri yani cebren alınmasının sebepleri tamam olup onu cebren alan hak sahibi de alınması gereken miktardan fazlasını almamışsa ve verme yetkisine sahip kimseden -kadı, sultan ve mala müstahak olanın bizzat kendisinden almışsa helâldirBunun tafsilatı sadakaların dağıtımı, vakıf ve nafakalar bahsinde gelecektirZira nafakalar bahsinde, zekâta, vakfa, nafakalara ve diğer haklara müstahak olanların sıfatları incelenmiştirBu şekilde alınan bir mal, saydığımız şartları haiz ise helâldir.

4Bir bedel mukabilinde ve iki tarafın rızasıyla edinilen maldırİki bedelin, alıcı ile satıcının ve iki tarafın lâfızlarının yani icab ve kabulün şartına riayet edildiği, şer'an sakınılması gereken ifsad edici şartlardan da uzak kalındığı zaman, bu mal helâl olurBunun tafsilâtı alışveriş, selem, icare, havale, zaman, karz, şirket, musakat, şufâ, sulh, muhalea, kitabet, sidak ve diğer bedeller bahsindedir.

5Sahibinin rızasıyla ve bedelsiz olarak alınan maldırBöyle bir mal, üzerinde akid yapılan şeyin akdi yapan vericiyle alıcınınve akdin şartları gözetilir ve aynı zamanda verenin varisine veya başkasına herhangi bir zarar dokunmazsa helâldirBunun tafsilâtı hibeler, vasiyyetler ve sadakalar bahsinde zikredilecektir.

6İnsanın ihtiyarı olmaksızın elde edilen maldır; miras malı gibi. . . Bu mal, ölüp de varislere bırakan kimse tarafından daha önce bahsi geçmiş olan beş cihetin bazılarından helâl olarak kazanılmış ise ve ölünün borçları çıktıktan, vasiyetleri yerine getirildikten ve varisler arasında adâletle taksim edildikten eğer vacib olmuş zakâtı çıkarıldıktan, haccı yapıldıktan sonra helâl olabilirBu durum, vasiyetler ve ferâiz bahsinde zikredilecektir.

Buraya kadar saydıklarımız, helâl ve haramın girişidirBiz bunlara, âhireti isteyen kimsenin, eğer yiyeceği dağınık olup muayyen bir cihetten gelmiyorsa, bu saydığımız emirlerin ilimlerini muhakkak bilmesi gerektiği için kısaca değindikBu bakımdan âhireti isteyen, belirttiğimiz cihetlerden herhangi birisinden yediği zaman, hakkında mutlaka ilim ehlinden fetva istemeli ve onu bilmeksizin yapmamalıdırÇünkü kişiye 'Neden cehaletinden ayrılmadın ve öğrenmedin?' denir! Bütün bunlar sana ilim talep etmek her müslümanın boynuna farzdır' denildikten sonra düşünülen durumlardır.

22) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

14-3

Helâl ve Haramın Dereceleri

Haramın tamamı habis olmakla birlikte bir kısmı diğerlerinden daha habistirHelâl da bütünüyle tayyibdir; fakat bir kısmı diğer kısmından daha tayyib ve daha saftırNitekim doktor da her tatlının hararet verdiğine hükmeder:

Ancak bazısı şeker gibi» birinci derecede,

Bazısı da fanit (peynir şekeri) gibi ikinci derecede hararet vericidir;

Bazısı da pekmez gibi üçüncü derecede. . .

Bal gibi olanlar da dördüncü derecede hararet vericilerdir.

Bunun gibi:

Haramın da bazısı birinci,

Bazısı ikinci,

Bazısı da üçüncü veya dördüncü derecede habis ve pistir.

Aynı şekilde helâlin sıfatlarının dereceleri de değişiktirTayyiblik ve güzelliği çeşitli derecelere taksim edilirBu bakımdan biz ıstılah hususunda tıb ehline uyarak en azından dört dereceye taksim etmiş olalımHer ne kadar ince tedkik ve tahkik bu şekildeki bir hasrı kabul etmese deEvet, tedkik ve tahkik bu şekilde bir hasrı kabul etmezÇünkü her derecenin de hadde hesaba sığmayacak kadar değişikliklere mâruz kalacağı tabiîdirZira şekerin bir kısmı diğer bir kısmından daha fazla hararet vericidirBaşka maddeler de aynen şeker gibidirİşte bunun için biz de deriz ki:

14-4

Haramdan sakınmak (takva) dört derecedir:

IAdil kimselerin takvasıdırBu şayet dikkate alınmayıp, aksiişlenildiğinde, insanın fasıklığını gerektiren takvadır ki buna riayet edilmediğinde adalet sıfatı düşerBu durumda kişi, isyan etmiş ve ateşe müstahak olmuş olurBu takva, fukahanın fetvalarıyla haram edilen herşeyden kaçınmak demektir.

IISalihlerin takvasıdırBu takva, haram ihtimali olan herşeyden kaçınmaktırFakat zâhire göre fetva verenler, böyle şeylere ruhsat verirlerHülasa; bu, şüpheli şeylerden sayılırBu bakımdan biz böyle birşeyden kaçınmaya salihlerin takvası adını verdikBu takva, ikinci derecede gelir.

IIIKişinin, ne fetva ile haram kılınmış ve ne de helâlliğinde şüphe bulunan şeyleri, yaptığı takdirde kendisini harama sürükler korkusuyla terketmesidirBu, yapılmasında herhangi bir beis olmayanı, zararlı olanın korkusundan terketmek demektirBuna muttakîlerin vera'ı denir.

Hazret-i Peygamber bir hadîs-i şerîfinde bu dereceye işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Kul, yapılmasında beis ve zarar olmayanı, beis ve zararlı birşeye yolaçması korkusuyla terketmedikçe, muttakîler derecesine ulaşamaz; yani harama girmek korkusuyla helâli terketmedikçe, ehl-i takvadan sayılmaz23

IVYapılmasında hiçbir beis olmayan ve yapılması zararlı bir fiile yol açma korkusu da bulunmayanı terketmektirFakat buna rağmen kişi, bu işi Allah için değil, başka bir niyetle; Allah'ın ibadetine yardımcı olsun diye değil, başka bir maksadla icra eder veya bu işi yapmayı kolaylaştıran sebeplerden herhangi birine kerahiyet veya mâsiyet musallat olmuştur; işte böyle birşeyi yapmamak ve bundan kaçınmak sıddîkların takvasıdırBuraya kadar saydıklarımız, helâlin hülâsa olarak dereceleridirBu dereceleri misaller ve delillerle tafsil edinceye kadar bu özetle iktifa edelim.

14-5

Birinci derecede zikrettiğimiz harama gelince; adâlette (adâlet sıfatının varlığında) ondan sakınmak şart koşulmuşturYine fasıklık alâmetini ve ismini atmakta, bu haramdan sakınmak şarttırBu haram, habislik ve pislik bakımından birkaç dereceye ayrılırMeselâ, fasid bir akidle alınan mal (icab ve kabul gerektiren bir malın icab ve kabul kullanmaksızın satın alınması gibi) haramdırFakat bu, zorla gasbedilen derecesinde değildirGasbedilen malın haramlığı daha şiddetlidir; çünkü malın bu şekilde elde edilmesinde şer'î yol terkedildiği gibi, başkasına da eziyet edilmektedirAma bir malın, icap ve kabul olmaksızın sadece mutad şeklinde satın alınmasında ise, herhangi bir kimseye eziyet sözkonusu değildirAncak malın bu şekilde alınışında alış verişin bir hükmü olan icab ve kabul bulunmadığı için, taabbüdî yol terkedilmiştir. Sonra taabbüdî yolu mutad şekliyle terketmek, bu yolu faizden ötürü terketmekten daha kolaydırBu iki şeklin arasındaki ayrılık, ancak şeriatın bir kısım yasaklardaki teşdid, vaîd ve te'kidiyle anlaşılabilirNitekim Tevbe kitabında büyük ve küçük günahların ayırımını yaparken bu husus belirtilecektirBir fakirden, salih bir kimseden veya bir yetimden zulmen alınan mal, kuvvetli bir kişiden, zenginden veya fasık bir kimseden zulmen alınan maldan daha habis ve günah bakımından da daha kötüdür; çünkü eziyet görenlerin derecelerinin değişmesi, eziyet derecelerinin de değişmesine tesir eder.

İşte buraya kadar söylediklerimiz, habis nesnelerin açıklanması makamında yapılan inceliklerdirBu inceliklerden müslümanın gâfil olmaması gerekirEğer günahkârların dereceleri değişik olmasaydı, ateşin dereceleri de farklı olmazdıAzabın ve haramın nerelerde daha şiddetli olduğunu bildiğin zaman, artık bunları üç veya dört dereceye hasretmeye gerek kalmazZira buna rağmen bunları üç veya dört dereceye hasretmek, tahakküm ve keyfî bir hareket olmuş olurBu, dondurulması mümkün olmayan birşeyi dondurmak demektirHaramın çeşitli dereceleri olduğunu gösteren delillerden birisi mahzurların hepsinin bir olmaması ve birinin diğerine tercih edilmesini açıklayan ve ileride gelen mevzudur.

Mahzurların bir kısmı diğerine tercih edilirHatta murdar etten veya başkasının malından ya da Harem-i Şerîf hududları dahilinde yakalanan av etinden yeme durumunda kalındığında, bunların bir kısmı diğerinden önce yenir24

Biz bu kısımların bazısının diğerlerinden daha önce yenmesi gerektiğini kabul ediyoruz.

23) İbn Mâce, Tirmizî ve Hâkim, (Atiyye b. Urve'den hasen ve garib olarak)

24) Burada 'Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar' kaidesi sözkonusudurİbn Hubeyre, el-İfsad adlı eserinde şöyle der: 'Fukahâ, herhangi bir hayvan ölüsü ile sahibinin yanında olmadığı yiyecek maddeleri bulunduğu takdirde zaruret halinde bu sahibinin yanında bulunmadığı maldan mı, yoksa murdar olmuş hayvanın etinden mi yenilmesi gerektiği hakkında ihtilâf etmişlerdirİmâm-ı Mâlik ve Şâfiîlerin çoğu ve Hanefîlerin bir kısmı; murdar etten değil, başkasının hakkı bulunan yiyecek maddelerinden ileride tazminat ödemek şartıyla yiyebileceğini; İmâm-ı Ahmed ve diğer Hanefî uleması ise murdar etten yiyebileceğini söylemişlerdirİhramda bulunan bir hacının murdar etten veya Harem hayvanlarından avlayıp yemeye muhtaç olduğu takdirde hangisinden yiyeceği hususunda da ihtilâf edilmiştirİmâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Şâfiî'nin bir kavline ve İmâm-ı Ahmed'e göre zaruretini bertaraf edecek kadar murdar etten yiyebilir; haremin avından ise yiyemezŞâfiî'nin ikinci bir kavline göre ise kişi o avlanmış hayvanı kendi eliyle kesip, etinden yiyebilirOnun karşılığını da bilâhare öderİbn Abdilhakem aynı fetvayı İmâm-ı Mâlik'ten de rivâyet etmiştir'. (Zebîdî)

Takvâ Hakkındaki Dört Derecenin Misâl ve Delilleri

1Bu derece, adil kimselerin takva derecesidirBu bakımdan takva şudur: Fetvanın haram kabul ettiği ve gerekli şartlardan herhangi birinin olmamasından dolayı haramın daha önce zikretmiş olduğumuz altı bahsinden herhangi birine giren herşey mutlak mânâda haramdır.

Böyle bir haramı irtikâb eden kimse fasık ve günahkâr kabul edilirİşte biz mutlak mânâda haram olandan bunu kastediyoruzBunun izah ve açıklamasının misâl ve delile ihtiyacı yoktur.

2Buna misal olarak sakınılması farz olmayan bütün şüpheli şeyleri gösterebilirizFakat bu tip şüphelilerden sakınmak müstehab görülmüştürBu durum Şüpheliler bahsinde de gelecektirŞüphelilerin bir kısmından sakınmak ve kaçınmak farzdırBu bakımdan bu tip şüpheliler haram hükmündedirŞüphelilerin ikinci bir kısmı daha vardır ki, onlardan kaçınmak mekruhturBu tip şüphelilerden kaçınmak vesveseli kimselerin işidirMeselâ avlanıp mülk edinildikten sonra kaçan bir hayvanı avlamak korkusuyla avlanmaktan kaçan kimse gibi. . . Yani bu kimse Avlayacağım hayvan belki başkası tarafından avlanılıp mülk edinildikten sonra kaçmış bir hayvandır' korkusuna kapılarak avcılığı terkederİşte bu, vesvesenin ta kendisidirŞüphelilerin bir kısmı da sakınılması müstehab olanlarıdırFakat bu kısımdan sakınmak farz değildir.

Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfi bu kabil şüpheliler hakkında varid olmuştur:

Seni şüphelendireni bırakıp şüphelendirmeyene sarıl! Yani apaçık helâl olduğundan şüphe etmediğin şeylere sarıl; helâlliği bu derece açık olmayanı bırak!25

Biz Hazret-i Peygamber'in buradaki nehyini 'nehy-i tenzîhî' üzerine hamlederiz.

Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfindeki nehyi de böyledir:

Avlandığın hayvanlardan derhal öldürdüğünün etini ye! Yaralanıp da sonradan ölenin etini ise yeme!26

Hadîs-i şerifteki inma, avlanan hayvanın yaralandıktan sonra uzaklaşıp bilâhare ölmesi demektirYani avcı tarafından bilâhare ölü olarak bulunan böyle bir hayvanın etini yemek tenzîhen mekruhtur; zira bu hayvanın, yaralandıktan sonra yüksek bir yerden düşüp ölmüş veya aldığı yara ile değil de başka bir sebeple ölmüş olması ihtimali vardırİleride gelecek bahislerden de anlaşılacağı gibi, biz bu gibi hayvanların haram olmadığı kanaatindeyizFakat böyle bir hayvanın yenmemesi, salihlerin takvasındandır.

Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüphelendireni bırak!' emri, 'tenzihî emir'dir; zira bazı rivâyetlerde şöyle varid olmuştur: 'Yaraladığın hayvanı bulduğunda onun gövdesinde okunun yarasından başka bir yara göremezsen, senden uzaklaşıp kaybolsa dahi onun etinden ye!'

Bunun için Hazret-i PeygamberAdiyy b. Hâtem'e27 eğitilmiş köpek hakkında şöyle demiştir:

Eğer köpeğin avdan yemiş ise, o avlanan hayvanın etinden yeme! Zira korkarım ki, o (köpek, henüz) avlanan hayvanın etinden yememek hususunda nefsine hakim olamamıştır28

Bu hadîs-i şerifteki nehy, nehy-i tenzihidir ve bu yasak, hayvanın nefsine hakim olamaması korkusundan ileri gelir; zira Hazret-i Peygamber Ebû Salebe el-Huşenî'ye29 şöyle demiştir:

- Avladığın hayvanın etini ye!

- Köpek ondan yemiş ise de mi yiyeyim?

- Evet, köpek ondan yemişse bile yine ye!30

Bunun hikmeti şudur: Fakir ve çalışmaya muhtaç olan Ebû Sa'lebe'nin hali bu şekildeki takvayı götüremezdiHazret-i Adiyy'in durumu ise bunu kaldırırdı.

Anlatıldığına göre, İbn Sîrîn ortağına dört bin dirhem bırakır; bu parayı almayışının ve ortağına bırakmasının hikmeti de birşey hakkında şüphelenmiş olmasıdırOysa ulema ittifakla şüphenin zarara yol açmamasına taraftardırBu bakımdan bu derecenin misallerini şüphenin derecelerini teker teker saymaya başladığımızda zikredeceğizKendisinden sakınılması farz olmayan her şüpheli şey bu derece için misaldir.

3Bu derece, ehl-i takvanın derecesidir.

Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfi buna delâlet etmektedir.

Kul, yapılmasında beis ve zarar olmayanı, zararlı bir şeye yol açması korkusuyla terketmedikçe, muttakîler derecesine ulaşamaz.

Hazret-i Ömer şöyle der: 'Biz harama düşme korkusuyla helâlin onda dokuzunu terkederiz?' Bu söz, İbn-i Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir.

Ebu'd Derda şöyle der: 'Haram olmasından korkarak helâlin bir kısmını terketmek ve şüpheli şeylerin zerre kadarından dahi sakınmak kulun takvasının tamam olmasındandırBu şekildeki bir takva kul ile ateş arasında perde olur'.

Selef-i sâlihînden birisinin bir kişide yüz dirhem alacağı vardıAdamcağız borcunu getirip verdiğinde o zat, bu paranın doksan-dokuz dirhemini aldı; fazla olur korkusuyla tamamını almaktan çekindi.

Seleften bazıları çok sakınırdıBu bakımdan her aldığını bir tane az alır ve her verdiğini de mutlaka bir tane fazla verirdi ki, bu az aldığı ve fazla verdiği tane kendisiyle ateş arasına perde olsun.

Umumiyetle halk tarafından müsamaha gösterilen şeylerden kaçınmak da bu dereceye dahildir; zira umumiyetle halk tarafından alınmasına ve verilmesine müsamaha gösterilen şeyler, fetvaya göre helâldirFakat muttakî bir kimse, başka kapıların açılmasına yol açar ve böylece başıboşluğa alışarak takvayı terkeder korkusuyla bu kapıyı açmaya çekinir.

Bu cümleden olarak Ali bMa'bed şöyle buyurmuştur:

Ben kiralık bir evde oturuyordumBirgün bir mektup yazdımMektubu bitirdiğimde duvarın toprağından bir miktar alıp mektup üzerindeki mürekkebi kurutmak istedim. Sonra da kendi kendime 'Bu duvar benim değildirNasıl olur da toprağını alabilirim? dedimBu meyanda nefsim şu karşılıkta bulundu; 'Duvardan aldığın toprağın kıymeti nedir ki ondan sakınıyorsun?' Bu vesvese üzerine oradan ihtiyacım kadar toprak aldımDaha sonra da uykuya daldım.

Bu sırada bir rüya gördüm; rüyamda yanıbaşımda duran bir şahıs şöyle diyordu: "Ey Ma'bed'in oğlu! Yarın (kıyâmet gününde) 'Duvardan alınanın kıymeti nedir?' diyen onu bilecektir".

Bu sözün mânâsı; o kimse, bu kadarcık bir toprağın, kendisinin cennetteki derecesinin ne kadarını eksiltip düşüreceğini görecektir demek olabilir; zira takvânın bir derecesi vardırMuttakînin sakınmasının fevt olmasıyla o da fevt olurYoksa o kimse yaptığından dolayı ceza çekecektir mânâsına gelmezHazret-i Ömer'den rivâyet edilen şu hâdise de bu dereceye örnektir:

Hazret-i Ömer'e Bahreyn'den misk gelmişti'Keşke bir kadın bu miski tartsa da ben de müslümanlar arasında taksim etsem' dedi.

Bunun üzerine orada bulunan zevcesi Atike 'Ben güzelce tartabilirim' dediHazret-i Ömer cevap vermeyerek sustu. Sonra Hazret-i Ömer sözünü, Atike de cevabını tekrarladıSonunda Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: "Hayır, bu miski tartmanı istemiyorum çünkü bu işi yaparken 'terazide misk tozu var' diyerek alıp boynuna sürersin de bundan dolayı müslümanlardan fazla kullanmış oluruz".

Ömer b. Abdülâziz'in huzurunda müslümanların ortak malı olan misk tartılırken onun kokusunu duymamak için burnunu tıkamış ve sonra da 'Miskin koklanmasından başka bir yararı var mıdır?' buyurmuştur.

Bu sözleri, burnunu tıkamasını yerinde bulmayarak itiraz eden bir kimseye söylemiştir.

Hazret-i Peygamber, henüz çocuk olan Hazret-i Hasan'ın sadaka (zekât) hurmalarından bir tanesini ağzına aldığını gördüğünde ona 'O 'hurmayı at, at!' buyurmuştur31

Bu derecenin örneklerinden biri de şu rivâyettir: Seleften birisi can çekişen birisinin yanıbaşında oturuyorduAdamcağız geceleyin öldüBunun üzerine, seleften olan o zat, 'Artık lambayı söndürünüz; çünkü şu andan itibaren bu yanan yağda varislerin hakkı vardır' dedi.

Süleyman et-Teymî'nin rivâyet ettiğine göre Naime el-Attâre32 şöyle anlatır: Hazret-i Ömer, hanımına, satması için beytülmalin kokularından verdiHanımı da kokuyu bana sattıSatış sırasında ölçüsünü ayarlayabilmek için artırıp, eksiltiyor ve dişleriyle kırıyordu; bir ara da miskten parmağına bulaşanları başörtüsüne sürdü.

Hanımı eve döndüğündeHazret-i Ömer 'Bu koku nereden geliyor?' diye sorduKadın, hâdiseyi Hazret-i Ömer'e anlattı; bunun üzerine Mü'minlerin emîri 'Sen müsümanların kokusundan alırsın ha!' dedi ve sonra da zevcesinin başörtüsünü çekip aldıEline bir testi alarak bir taraftan su döküyor bir taraftan da kokluyorduBöylece başörtüsünü, koku kalmayıncaya kadar yıkadı.

Koku satan hatun şöyle anlatıyor: Hazret-i Ömer'in hanımından beytülmalin kokusunu satın almak için ikinci bir defa daha geldimKokuyu tartarken yine parmağına birşeyler bulaştı; bu sefer parmağını ağzına sokup ıslattı ve sonra da kokuyu giderinceye kadar toprakla ovaladı.

Hazret-i Ömer'in bu yaptığı, takvadırBunu, başkasına sirayet etmesin diye yapmıştırAksi takdirde başörtüsünün yıkanması, ona bulaşan kokuyu müslümanlara iade etmezFakat Hazret-i Ömer bu işi, hanımının bir daha böyle yapmaması ve bunun başkasına da sirayet etmemesi için yapmıştırBu derecenin misallerinden biri de şudur:

Sultanlar için ûd (kokulu madde) ile camii buhurlandıran kişinin durumu sorulduğunda Ahmed bHanbel böyle bir kimsenin camiden çıkarılması gerektiğini söylemiştirZira ûd'un, yalnızca kokusundan yararlanılırBu ise harama yaklaşır; çünkü kişinin elbisesine bulaşan koku bazen ikram edilir, bazen da ikram edilmezAynı zamanda sahibinin buna müsamaha gösterip göstermeyeceği de bilinmemektedir.

İmâm-ı Ahmed'e 'Herhangi bir kimsenin elinden (çantasından veya cebinden) , içinde hadîs yazılı kağıt düşse, kağıdı sahibine teslim etmeden önce ondaki hadîsleri yazabilir mi?' diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

Hayır! O kağıtta bulunan hadîsleri yazamazSahibinden izin aldıktan sonra yazmalıdır'.

Burada, sahibi razı olur mu olmaz mı şeklinde bir şüphe vardırBu bakımdan şek ve şüphe mahallinde bulunan, fakat esasında haram olması gereken birşey haramdırOnu terketmek fetvanın birinci derecesine girerSüsten kaçınmak da bu derecedendir; çünkü süslenmek her ne kadar mübah ise de, diğer bir süslenmeye sebep olmasından korkulur.

Ahmed bHanbel'e tabaklanmak suretiyle kılları giderilmiş ayakkabının giyilmesi hakkında sorulduğunda şöyle buyurmuştur: 'Ben böyle bir ayakkabıyı giymemEğer çamurdan korunmak için giyiliyorsa, ümit ediyorum ki bir mahzuru yokturSüs için giyenlere gelince, onlara müsamaha gösterileceğini sanmam'.

Bu derecenin misallerinden biri de şudur: Hazret-i Ömer, halife seçildiği zaman, bâtıl bir davada şefaatçi olabilir, sevgisinden dolayı onun dileğini kabul edebilir korkusuyla, çok sevdiği bir hanımını boşamıştırİşte bütün bu misaller, zararsız bir şeyi zararlı bir şeye yol açma ihtimali olduğundan dolayı terketmek kabilindendir.

Mübahların çoğu insanoğlunu mahzurluları yapmaya davet ederFazla yemek ve bekârların koku sürünmesi de böyledirÇünkü koku şehveti tahrik etmekte, şehvet de insanı (cinsî ilişkiler hakkında) düşünmeye davet etmektedirDüşünce kadınlara bakmaya; bakmak ise, başka şeye yol açmaktadır.

Zenginlerin süslerine ve evlerine bakmak da esasında mübah olduğu halde böyledirZenginlerin süsleri her ne kadar mübah ise de harisliği kamçılamakta ve insanları o süslere benzer diğer bir süse davet etmekte ve edinilmesi helâl olmayan şeylere teşvik etmektedirİhtiyaç anında ve ancak ihtiyaç nisbetinde edinilmediği takdirde bütün mübahlar böyledir, insanoğlu, mübahların tehlikelerinden ancak ihtiyacının miktarını önceden bilmek ve ikinci derecede de sakınmakla kurtulabilirZira mübahların neticesi, çoğu zaman tehlikeden hali değildirAhmed bHanbel duvarların alçı ile badanalanmasını kerih görmüştür'Zeminin sıvanması, toprağın kalkmasına mânî olduğundan mübahtır; duvarların alçılanması ise faydasız bir süstür' demiştirHatta İmâm-ı Ahmed mescidlerin sıvanmasını ve süslenmesini de caiz görmemiştirBu görüşüne dayanak olarak da Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen şu vakâyı göstermiştir: Hazret-i Peygamber'e mescidin sürmelenmesi (boyanması ve badanalanması) hakkında sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur:

Süslemeyiniz; fakat Musa'nın (aleyhisselâm) arîşi (çardağı) gibi bir arîş (kurunuz) !

Buradaki sürme, gözlere vurulan sürmeye benzer ve kendisiyle binaların boyanıp badanalandığı bir çeşit boyadırGörülüyor ki Hazret-i Peygamber, böyle bir boya kullanmaya ruhsat vermemiştir.

Selef-i sâlihîn ince elbisenin giyilmesini kerih görmüş ve 'Elbisesi ince olanın dini de incedir' demişlerdir.

Bütün bunlar, mübahlardaki şehvetlerin insanları mübah olmayan vadilere sürüklemesinden korkulduğu içindirÇünkü nefis mübah ile mahzurlu olanı aynı şehvetle istemektedirNefsi sürükleyen şehvet, müsamaha görmeyi âdet edindiği zaman, başıboşluğa alışır! Bu bakımdan takva korkusu, bütün bunlardan sakınmayı gerektirmektedirO halde, bu gibi aykırılıkların benzerinden ayrılan her helâl, üçüncü derecede bulunan güzel ve tayyib helâl demektirBöyle bir helâl, insanı günaha sürüklemesinden korkulmayan bir helâldir.

4Bu derece, sıddîkların takvasıdırSıddîklara göre helâl, sebeplerinde herhangi bir günah bulunmayan ve herhangi bir günaha yardımcı olmayan şeylerdirSıddîklar nezdindeki helâlden, ne halihazırda ve ne de gelecekte herhangi bir ihtiyacın giderilmesi kastolunmaz; aksine sadece ve sadece Allah'ın rızası, O'nun ibadetine kuvvetle dalmak ve hayatın Allah rızası için idâme ettirilmesi kastolunurSıddîklar şu ayete uyarak, Allah için olmayan herşeyi haram ilan ederler:

Allah de! Sonra onları bırak, bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar. (En'am/91)

Bu dördüncü derece, nefsin bazlarından tecerrüd etmiş, hedefleri sadece Allah olan muvahhidlerin (ehl-i tevhîd'in) rütbesidir.

Şek ve şüphe yoktur ki, harama veya günaha yol açan şeylerden sakınan kimse elde edilmesinde günah bulunan şeylerden elbette sakınırBu kabilden olarak şöyle rivâyet ediliyor:

Yahya bEbî Kesir bir gün ilaç içmiştiHanımı kendisine 'Keşke ilacın tesir edebileceği zamana kadar evin içinde gezinseydin (iyi olurdu) ' dediBunun üzerine Yahya 'Böyle bir gezintinin (Hazret-i Peygamber'in sünnetinde yeri nedir) bilmiyorumOysa ben otuz seneden beri nefsimi hesaba çekmekteyim' karşılığını verdi.

Yahya böyle bir gezintiye, din ile ilgili herhangi bir niyeti bulunmadığı için cesaret edememiştir.

Sırrî es-Sakatî şöyle anlatır: Bir gün bir dağda bulduğum bir bitkiden yedim ve aynı dağdan çıkan bir kaynaktan su içtim. Sonra içimden şunlar geçti: 'Eğer ben herhangi bir günde tam mânâsıyla helâl birşey yemişsem o gün, mutlaka bugündür'Bunun üzerine gaipten bir ses 'Seni buraya kadar getiren enerji nereden temin edildi?' dediBunu duyunca pişman olarak döndüm.

Zünnûn-i Mısrî tutuklu idi ve acıkmıştıSaliha bir kadın, kendisine gardiyanla yemek gönderdiFakat o, bu yemekten yemediBilâhare yemeği gönderen hanıma karşı şöyle özür beyan etti: 'O yemeği, zâlim bir kimsenin tabağı üzerinde geldiği için yemedim'Zünnûn bununla 'Onu bana getiren kuvvet güzel bir kuvvet değildi' demek istiyorBu derece, takvanın aşılmaz olan derecesidirBu cümleden olarak Bişr el-Hafî, emîrlerin açmış olduğu kanallardan su içmezdiSuyun kullanılması haddi zatında mübah ise de onu Bişr'e, zâlimler eliyle açılan kanallar getirmektedirBu bakımdan bu suyu kullanan kimse ücretini tam olarak alamayan amelelerin gücüyle açılan kanallardan faydalanmış olurKaldı ki, almış oldukları ücreti de haramdan almışlardırBunun içindir ki, selefin bir kısmı helâl bağdan edinilen helâl üzümleri bile yemekten imtina ederek sahibine şöyle demişlerdir: 'Eğer zâlimler eliyle kazılmış nehirlerden akan su ile sulamış isen, bu üzümleri ifsad etmişsin demektir'Bu su ile sulanan üzümlerden yememek insanı onun zulmünden suyun kendisini içmemekten daha çok uzaklaştırırÇünkü bu hareket, üzümün o sudan yardım istemesinden de sakınmak demektir.

Seleften bazıları hac yolculuğu sırasında, zâlim sultanlar tarafından yapılan sarnıçlardan su içmezlerdi! Buralardaki su mübah olduğu halde, haram mal ile yapılan sarnıçlarda korunduğundan içmezlerdiÇünkü böyle bir suyu içmek, adeta o haram maldan yapılmış sarnıçtan yararlanmak demektirZünnûn-i Mısrî'nin gardiyanın elinden yemeği alıp yememesi, takva bakımından bütün bunlardan daha büyük bir hâdisedirZira gardiyanın eline, haram denilemez; fakat gasbedilen bir tabak, o elin üzerinde getirilirse, o zaman mesele değişirLakin yemeğin böyle bir tabakta gelmesi, sözkonusu değildirAksine yemek Zünnûn-i Mısrî'ye enerjisini haramdan sağlayan biri eliyle gelmiştirYine bu sırra binaendir ki, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk içtiği (kölesinin fal açarak kazandığı) sütü geri çıkarmıştırBunu da o sütün kendisinde herhangi bir enerji meydana getirmesinden korktuğu için yapmıştırOysa o sütü, bilmeden içmiş bulunuyordu ve dinen onu geri çıkarmak da kendisine farz değildiFakat karnını pislikten temizlemek sıddîkların takvasındandır.

Camide elbise dikmek suretiyle helâlinden kazanan bir terzinin malından kaçınmak da bu cümledendirİmâm-ı Ahmed, terzinin camide çalışmasını kerih görmüştürİmâm-ı Ahmed'e 'Yün eğiren bir kimsenin yağmurdan korktuğu zaman, mezarlıkta bulunan herhangi bir kubbeye sığınması caiz midir?' diye sorulduğunda, 'Mezarlar âhiret işi olduğu için orada oturulması mekruhtur' demiştir.

Seleften bazıları, hizmetçisi tarafından, mallarının helâlliğinden şüphe ettiği kimselerin çırasından yakılan çırasını söndürmüştür. Bazıları da içinde haram mı helâl mi olduğu şüpheli odun yanan tandırda ekmek pişirilmesini menetmiştirÂhiret sâliklerince bu dereceler takvanın en ince dereceleridir.

Bu hususta ki tedkik ve tahkik şudur: Takvanın evveli vardır; bu da fetva ile haram olan şeylerden imtinâ etmektirBu tür takva, adil kimselerin takvasıdırBu da (daha önce söylenildiği gibi) şehvetle edinilen veya herhangi bir mekruhu edinmeye vesile olan veya bir mekruha yol açan ve Allah için olmayan herşeyden imtina etmektirBaşlangıç ve sonuç dereceleri arasında ihtiyattan ötürü herhangi bir mekruha yol açan ve Allah için olmayan şeyler gibi birçok dereceler vardırBu bakımdan kul, dünyada nefsine karşı ne kadar titiz davranırsa, âhirette yükü o nisbette hafifler ve köprüden o nisbette hızlı geçer ve yine terazinin günah kefesinin sevaplar kefesine ağır basmasından o nisbette uzak olurZâlimlerin cehennemdeki derecelerinin habasete dalmak bakımındaki haram derecelerine göre ayarlandığı gibi. . . Emrin hakikatini bildiğin zaman, artık seçme sana aittir, istersen daha fazla ihtiyatlı davran, istersen de ruhsatlara kaç! Fazla ihtiyatlı davranman da senin içindir, ruhsatları kullanman da. . .

25) Nesâî, Tirmizî ve Hâkim, (Hasan b. Ali'den)

26) Taberânî, Evsat, (İbn-i Abbâs'tan) ve Beyhakî, (mevkuf olarak)

27) Adiyy, meşhur Hâtem-i Tâî'nin oğludurDedesinin ismi Abdullah bSa'd bHaşrec'dir, Kendisi de ashâb-ı kirâmdan meşhur bir zattırHazret-i Peygamber'in vefatından sonra irtidad edenler arasında imanını muhafaza etmiş, Irak'ın fethine ve Hazret-i Ali'nin savaşlarına katılmıştırH68 senesinde 130 yaşında iken vefat etmiştir.

28) Sünen sahipleri, (Hemmam b. Hars'dan, o da Adiyy b. Hâtem'den)

29) Bu zatın ismi hakkında ihtilâf vardır. Bazılarına göre Cürsüm veya Cürsüme veya Cürhüm'dürŞam'da H52 senesinde, secde halindeyken vefat etmiştir.

30) Ebû Dâvud

31) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

32) Zebîdî'de Naime el-Attâre yerine Nuaym bAbdullah el-Attar ibaresi vardırEbû Talib el-Mekkî'nin Kut'ul-Kulûb adlı eserinde Naime el-Attâre ibaresi geçmekte ise de Zebîdî tarafından hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. (Bkz. İthaf 'us-Saade, VI/27)

14-6

Şüphelerin Mertebeleri, Kaynakları ve Şüpheli Şeyleri Helâl ve Haramdan Ayıran Hususlar

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Helâl de, haram da açıktır (ve bilinir) Bu ikisi arasında iki» sine de benzer birçok durumlar ve haller vardır" ki bunları insanların çoğu bilmezBu bakımdan kim şüphelilerden sakınırsa, o hem namusunu hem de dinini (şer'î tenkidden) istibra ederek uzak tutmak istemiştirŞüphelere giren kimse ise, haram ile boğuşmaktadır ve tıpkı sürüyü korunun etrafında otlatan çobanın koruya girme ihtimalinin pek yakın oluşu gibi (onun da harama düşme ihtimâli pek yakındır) ,33

Bu hadîs-i şerif üç kısmın isbatı hakkında kesin bir hükümdürBu üç kısımdan (helâl-haram ve şüpheli) , birçok kimseler tarafından bilinmeyen ortanca kısım (şüpheli) müşkildirOrtanca kısımdan gaye, şüpheli emirlerdirBu bakımdan şüphelileri izah etmek ve üzerlerindeki perdeyi kaldırmak gerekirZira halkın çoğu tarafından bilinmeyen bir şeyi az da olsa bilenler vardırO halde deriz ki, mutlak mânâda helâl olan şey şudur: Zatı, aynısında haramlığı icab ettiren sıfatlardan uzak ve sebepleri de haram veya kerahiyetin arız olabileceği şeylerden uzak olanlardır.

Bunun misali, insanoğlunun yağmurdan edindiği sudurİnsan bu suyu, herhangi bir kimsenin arazisine düşmeden önce, kendi mülkünde yahut da mübah olan (hiç kimsenin olmayan) bir arazide ayakta durup havadan edinir.

Katıksız haram, kendisinde, haramlığında şek ve şüphe olmayan bir sıfatın bulunduğu şeylerdir: İçkideki sarsıcı kuvvet ve bevldeki (sidikteki) necaset gibi; veya varlığında, kesinlikle yasaklanan bir sebebin rol oynadığı şeyler: Zulüm, faiz ve benzeriyle alınan mal gibiHaramın bu iki kısmı, herkesçe bilinen ve apaçık kısımlarıdırHaramlığı tahakkuk eden, fakat bilâhare bozulması ihtimal dahilinde bulunan şeyler de bu iki kısma iltihak etmiştirFakat bu ihtimalin varlığına delâlet eden sebep şimdilik bahis konusu değildir.

Meselâ kara ve deniz avı helâldirAvlanan bir geyikte başka bir avcı tarafından avlanmış ve sonra o avcının elinden kaçmış olma ihtimali vardırBaşkasının eline düşüp, onun ağına girdikten sonra yakalayanın elinden kayıp denize düşme ihtimali bulunan balık da böyledirİşte böyle bir ihtimal, havadan edinilen yağmur suyunda sözkonusu değildirFakat bunlar da, yağmur suyu mânâsındadırlarO halde avlanmış geyik ve balıktan sakınmak, vesveseden başka birşey değildirBu bakımdan biz böyle bir takvaya Vesvesecilerin takvası' adını verdikBuna benzer misaller de bu kabilden sayılırÇünkü bu, delilsiz ve mücerred bir vehimdirAncak balığın kulağında bulunan bir halka veya avlanan geyikte bulunan eski bir yara gibi kesin bir delil varsa iş değişirBu yara, daha önce bir avcı tarafından ve avlandıktan sonra yapılan bir dağlama olabildiği gibi, başka bir yara da olabilirİşte böyle bir durumda takva için sebep vardırHer cepheden deliller yok olduğu zaman, delilleri yok olan ihtimal, bizzat yok olan ihtimal gibidir.

Herhangi bir kimseden bir evi ödünç olarak alan bir kişinin, ev sahibinin kaybolmasıyla, 'Belki de ölmüş, ev varislerin hakkı olmuştur' gibi bir zehâba kapılıp o evden çıkmak da bu kabilden bir vesvesedir! Zira ortada evi kendisine ödünç olarak veren adamın öldüğüne dair kesin bir sebep veya insanı şüpheye düşürecek bir illet yokturOysa insanoğluna zarar veren şüphe, şekten kaynaklanan şüphedirŞek ise, ayrı ayrı iki sebepten neş'et eden iki zıt inançtan ibarettirBu bakımdan sebebi olmayan birşey, insanın nefsinde karar kılmaz ki, yerleşik karşı bir inanca eşit olup şekke dönüşsünBunun için deriz ki, üç veya dört rek'at kıldığında şüpheye düşen kimse üç rek'at kıldığını kabul edecektirÇünkü asıl fazla olmamaktırEğer bir insana bundan on sene önce kılmış olduğu öğle namazın üç rek'at ını yoksa dört rek'at mı kıldığı sorulsa kesinlikle dört rek'at olduğunu kestiremezBunu kesin bir şekilde kestiremediği için, o namazın üç rek'at olması muhtemeldirOysa böyle bir ihtimal, şekke dönüşmez.

Zira bu kimsede o namazın üç rek'at oluşunu icab ettiren bir sebep mevcut olmamıştırBu bakımdan şekkin hakikati ve ne demek olduğu bilinmelidir ki, sebepsiz ihtimal ve vehim ile karıştırılmasınBu ise mutlak mânâda helâl olanlar grubunda mütâlaa edilirMutlak mânâda haram olanlar grubuna bilâhare helâl olmasını sağlayacak bir sebebin bulunması ihtimâli sözkonusu olsa bile haramlığı muhakkak olan herşey dahil olurFakat böyle bir sebebin varlığına herhangi bir delil delâlet etmiş değildirMesela bir adamın elinde, kendisinden başka varisi bulunmayan herhangi bir kimseden emanet olarak aldığı bir yiyecek maddesi bulunur ve onun asıl sahibi kaybolurBöyle bir durumda kaybolan kişinin ölüp de o maddenin emanetçiye miras yoluyla intikal etmesi ihtimali de sözkonusudurAncak emanetçinin bu maddeyi yemesi, kelimenin tam mânâsıyla haram olan birşeyi yemesi demektirÇünkü mal sahibinin ölmesi ve dolayısıyla emanetinin miras yoluyla kendisine intikal etmesi, mücerred ve delilsiz bir ihtimaldir.

Bu bakımdan bu tarzdaki şeyleri, şüpheler kısmından saymamız uygun bir hareket değildirŞüpheden gayemiz; durumu bizim için müşkil olan ve kendisi hakkında iki zıt inanç doğuran iki sebebe sahip nesne demektir.

14-7

Şüphenin Kaynakları beştir

Birinci Kaynak

Eşyayı helâl veya haram kılan sebep hakkında şek ve şüpheye düşmektirBu kısımda, iki zıt ihtimal, ya eşit veya birisi diğerinden daha kuvvetli olacaktırEğer iki ihtimal eşitse, hüküm daha önce bilinene göre verilir ve önceki durum olduğu gibi devam eder; şüphe ile terkedilemezEğer ihtimallerden biri galip gelirse meselâ galip gelen hüküm, itibar edilen bir delilden doğarsa bu takdirde hüküm gâlibe göre verilirBunun hakikati ancak misaller ve deliller vermek suretiyle anlaşılır.

Bu bakımdan biz bunu dört kısma ayırıyoruz:

a) Birinci kısım, daha önceden haram olduğu mâlum iken sonradan kendisini helâl edici sebeplerin varlığı hakkında şüphe vâki olan kısımdırBöyle bir şüpheden sakınmak farz, bunu çiğnemekse haramdırMesela adam, avlamak istediği hayvana ok atar ve onu yaralarHayvan da suya düşerOnu sudan çıkardığında ölmüş olduğunu görürBu hayvanın boğularak mı öldüğünü yoksa aldığı yaradan dolayı mı öldüğünü bilemezİşte böyle bir hayvan haramdır; çünkü burada asıl olan haram olmasıdırAncak hayvan belli bir yolla öldüğü ve o yol hakkında da şüphe vâki olduğu zaman, yakîn, şüphe için terkedilmezHadesler, necasetler, namazın rek'atları ve benzeri gibi. . .

Hazret-i Peygamber'in Adiyy bHâtem'e söylediği şu söz de bu mânâya hamledilir:

Sakın onu yeme; çünkü belki de onu, senin köpeğinden başkası öldürmüştür34

Bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber, kendisine birşey getirildiği zaman, onun sadaka mı, hediye mi olduğu hususunda şüphelendiğinde, hangisinden olduğunu öğrenmek için sorardı35

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber bir gece sabaha kadar uyumazO gece hücresinde kaldığı hanımının 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu gece niçin uyumadın?' diye sorması üzerine de şöyle buyurur:

Evde bir hurma bulmuştumOnun sadaka hurmalarından olmasından korktuğum için uyuyamadım36

Başka bir rivâyette hadîs şöyle devam eder:

Bulduğum o hurmayı yedim; sonra da onun sadaka hurmalarından olmasından korktum.

Bu cümleden olarak seleften şöyle rivâyet edilir: Hazret-i Peygamber'le beraber seferdeydik ve acıkmıştıkDebab (keler) denilen hayvanın çok bulunduğu bir yerde konakladıkBizim o hayvanlardan doldurduğumuz çömlekler ateşin üzerinde kaynarken Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Zamanında İsrâiloğulları'ndan bir topluluk mesholunmuştu. (başka bir sûrete sokulmuştu) Şu hayvancağızların onlar olmasından korkarım37

Bu söz üzerine biz çömleklerimizin içindekileri yere döktükDaha sonra Allahü teâlâ, peygamberi zîşânına bir kavmi meshettikten (suretini başka surete soktuktan) sonra onlara zürriyet vermediğini bildirdi.

Hazret-i Peygamberin bu hayvanların etini yememesi, başta bunların helâl olup olmadığı hususunda şüpheye düşmesindendir.

b) İkinci kısım, helâli bilip haram edici sebepler hakkında şüpheye düşmektirBu durumda esas olan helâl olmaktır ve burada hüküm 'helâlliğe' göre verilirMeselâ iki arkadaş evlenirlerBir gün uçan bir kuş görürler; biri 'Eğer bu kuş karga ise, hanımım boş olsun'; diğeri de 'Eğer karga değilse, benim hanımım boş olsun' derO kuşun karga olup olmadığı bilinemediği takdirde, bunların ikisi için de haram ile hüküm verilmez ve dolayısıyla bunların, hanımlarından sakınmaları gerekmezFakat takva, iki adamın da sakınması ve hanımlarını boşamalarını gerektirirMekhûl, bu meselede sakınmayı emretmiştirŞa'bî, münakaşa edip biri diğerine 'Sen hasedçisin' diyen iki kişiden biri 'İkimizden hangisi daha fazla hasedçi ise, hanımı üç talak ile boş olsun'; öbürü de 'Evet, öyle olsun' dediği takdirde hangisinin daha fazla hasedçi olduğu müşkil olacağından ikisinin de hanımlarından sakınmaları ve boşanmaları gerektiği hakkında fetva vermiştirEğer Şa'bî, bu fetvasında takva cihetinden korunmayı irade ediyorsa, fetvası doğrudurYok kesinlikle haram olduğunu kasdediyorsa, elinde hiçbir delil yokturZira sular, necasetler, hadesler ve namazlar bahsinde sabit olduğu gibi yakîni şek yüzünden terketmek vacib değildirŞa'bî'nin fetvası da bu kabildendir.

Eğer 'Bununla onun arasında nasıl bir ilgi vardır' dersen, bil ki, bu benzetmenin böyle bir ilgiye ihtiyacı yoktur; çünkü bazı durumlarda benzetme, münasebet ve ilgi olmaksızın da lazımdırZira suyun temizliği kesinlikle bilindiğinde, sonradan necis ve pis olup olmamasında şüphe edilse bile bu su ile abdest almak caizdirMadem abdest almak caizdir, içilmesi neden caiz olmasın? İçilmesi caiz olduğu zaman da yakînin şek ile bertaraf edilmediği kabul edilmiş olurAncak burada ince bir nokta vardır. (Buna dikkat etmek gerekir) Şöyle ki: Daha önce bahsettiğimiz su misalinin benzeri, adamın hanımını boşayıp boşamaması hususunda şüphe etmesidirBu bakımdan böyle bir durumda boşamaması esastır ve boşamamış sayılırDaha önce geçen kuş misalinin benzeri ise, birinin necis olduğu kesin olan iki su kabından hangisinin necis olduğu hususunda şüphe edilmesidirBöyle bir durumda ictihad etmeksizin bu kaplardan herhangi birini kullanmak caiz değildir; çünkü burada temizlik ve taharetin kesinliğine, necasetin kesinliği karşı çıkmıştır.

Bu bakımdan burada istishab (birşeyi eski durumunda bırakmak) iptal olunurİşte bunun içindir ki burada da iki hanımdan biri kesin olarak boşanmıştır; fakat hangisinin boşanması gerektiği kesin olarak bilinememiştirO halde deriz ki, İmâm-ı Şâfiî'nin arkadaşları, iki kap meselesinde üç görüştedirler: Bir grup 'Adam ictihad etmeksizin, kaplardan birinin eskiden temiz olmasına itibar ederek kullanır'; başka bir grup da 'Temizlik karşılığında necasetin varlığı da kesin olduğuna göre kapların hiç birisini kullanmamalı ve burada ictihad dahi fayda veremeyeceğinden kullanmayı terketmelidir' demiştirBu iki grubun ifrat ve tefriti arasında daha normal hareket edenler de 'Kişi bu iki kaptan birisinin temizliğini tesbit etmek için ictihad eder' demişlerdirDoğru fetva da budurBunun misali de iki karısı olan bir kişinin 'Eğer uçan kuş karga ise Zeyneb adlı hanımım; değilse Umre adlı hanımım boştur' demesidirŞüphe yoktur ki, böyle bir durumda istishaba dayanarak onların ikisiyle de cinsî ilişki kurması caiz değildirBelirtisi olmadığı için burada ictihad da caiz değildirBiz bu durumda iki karısını da kendisine haram buluyoruzÇünkü hangisi ile cinsî münasebette bulunursa bulunsun mutlaka harama girmiş olurEğer ikisinden biriyle cinsî münasebette bulunur da 'Ben sadece bununla cinsî münasebeti devam ettiririm' derse, birini delil olmaksızın, kendiliğinden boşanmamış kabul etmiş olurBu meselede bir veya iki şahsın hükmünde ayrılık vardır; çünkü burada, bir şahıs için haram olması muhakkaktırAma iki şahıs için mesele değişir; zira her biri ancak kendi nefsi için haram olup olmadığından şüphe etmiş olur.

Eğer o iki kap, iki şahsa ait olsa onların her biri ictihad etmeksizin kendi kabıyla abdest alabilir; çünkü kabının temiz olduğuna kesinlikle inanırAncak bu durumda onun hakkında şüpheye düşmüştür denilirse, cevap olarak deriz ki, bu mesele fıkıhta ihtimalli bir meseledirFakat benim zannıma göre en râcih ve kuvvetlisi bunun olmamasıdır; burada müteaddid şahıslar, bir şahıs gibidir; çünkü abdestin sahih olması için abdestte kullanılan suyun, abdest alanın mülkü olması şart değildirAksine insanın başkasına ait bir su ile abdest alması, tıpkı kendi nefsine ait olan su ile abdest alması gibi, abdetsizliğini ortadan kaldırırBu bakımdan mülk değişikliğinin veya birliğinin herhangi bir tesiri yokturBaşkasının zevcesiyle cinsî münasebette bulunmaksa bunun hilâfınadır; zira helâl değildirBir de alâmetlerin ve belirtilerin necasetlerde müdahaleleri vardırBunun için de bunlar hakkında ictihad etmek mümkündür; fakat talak (boşanma) bunun hilâfınadırBu bakımdan temizliğin kesinliğine karşı çıkan, necasetin kesinliğini bertaraf etmek için istishabı takviye eden bir alâmet ve belirtinin bulunması gerekirİstishab ve tercih bahisleri, fıkhın ince meselelerindendirBiz bunları fıkıh kitaplarında inceden inceye sayıp dökmüş bulunduğumuzdan, şu anda kaidelerine dikkat çekmekle iktifâ ediyoruz.

c) Üçüncü kısım, haram olması asıl ve esas olan kısımdırFakat sonradan galib bir zan ile helâl olmasını icab ettiren bir sebep ortaya çıkmıştırBu bakımdan böyle birşey hakkında şek ve şüphe edilirGalib zan ise, bunun helâl olmasıdır; işte böyle birşey hakkında düşünülürEğer bunun helâl olmasını gerektiren galib zan, şer'an muteber sayılan bir sebebe dayanırsa bizim tercih ettiğimiz fetvaya göre helâl olurFakat bundan sakınmak takvadandırBuna şu misali verebiliriz: Adam bir ava ok atar ve av kaybolur. Sonra onu ölü olarak bulur ve gövdesinde kendi okunun yarasından başka da herhangi bir yara ve bere görmezFakat buna rağmen bu hayvanın yüksek bir yerden düşmek suretiyle veya başka bir sebeple ölmüş olması ihtimali vardırEğer bu hayvanın üzerinde başka bir yere çarpma izi veya başka bir yara bulunursa, birinci kısma girmiş olur, Bu kısım hakkında İmâm-ı Şâfiî'nin fetvası ihtilâflıdırTercih edilen fetvaya göre bu helâldir; çünkü yara görünür bir sebeptir ve tahakkuk etmiştirAsıl da, bu yaradan başka ölümünde rol oynayan herhangi birşeyin bulunmamasıdırBu bakımdan bu yaradan başka ölümünde rol oynayan bir şeyin var olup olmaması şüphelidirO halde yakîn, şüphe ile bertaraf edilemez.

İbn-i Abbâs 'Vurup derhal öldürdüğün avın etini ye! Sonradan attığın darbe ile ölenin etini bırak!' buyurmuştur.

Hazret-i Âişe38 de şöyle rivâyet eder:

Adamın biri Hazret-i Peygamber'e bir tavşan getirerek şöyle der:

- Bu benim ok ile vurduğum bir hayvandırOnda okumu tanıdım. (Ne dersiniz, yiyeyim mi, yemeyeyim mi?)

- Onu derhal mi öldürdün, yoksa bilâhare attığın ok ile ölmüş olarak mı buldun?

- Bilâhare isabet aldığı darbe ile ölmüş olarak buldum.

- Geceler, Allah'ın mahlûkâtından bir mahlûkturOnun takdirini ancak onu yaratan bilirBu bakımdan belki de o hayvanın ölmesine başka birşey yardım etmiştir.

Nitekim Hazret-i Peygamber, Adiyy bHâtem'e de eğitilmiş köpeği hakkında şöyle demiştir: Eğer o yemişse sen yeme; çünkü korkarım ki, köpek o avı kendisi için tutmuş olsun! Oysa eğitilmiş köpeğin ahlâksızlık yapmayacağı ve avladığı hayvanı sahibi için avlayacağı galib bir ihtimaldirBununla birlikte Hazret-i Peygamber, Adiyy'i avlanan hayvanı yemekten nehyetmiştirBunun tedkik ve tahkiki şöyledir: Helâllik, ancak sebebin tamamlanmasıyla tahakkuk ederSebebin tamamlanması da avlanan hayvanın, herhangi bir illetin ârız olmasıyla değil, sadece avcının darbesiyle ölmesidirOysa bu meselede şüphe edilmiştirO halde bu şüphe, sebebin tamamlanması hususunda vâki olan bir şüphedirHatta bu avın ölümünün helâl üzerine mi, yoksa haram üzerine mi olduğu hususunda da şüphe edilmiştirBu bakımdan ölümü helâl üzere tahakkuk eden, sonradan ârızî sebebinde şüphe edilen av mânâsında olmazBütün bunlara karşılık deriz ki: Gerek İbn-i Abbâs'ın ve gerek Hazret-i Peygamber'in nehyi (yasaklaması) , takva ve tenzihe hamledilir. (Tahrîmî nehy değildir) .

Buna delil olarak bir kısım haberlerde rivâyet edilen Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini gösterebiliriz:

Avladığın hayvanda okunun yarasından başka bir yara görmediğin takdirde kaybettikten sonra bulsan dahi etiniye!39

Bu hüküm, dikkatleri daha önce zikrettiğimiz mânâya çekmek demektirŞöyle ki: Eğer kişi, avladığı hayvanda okunun yarasından başka bir yara veya bere görürse, o zaman zannın muarazası (çarpışması) yüzünden ölümün iki sebebi de çarpışırEğer kendi okunun açtığı yaradan başka bir yaraya rastlamazsa, zann-ı galib hasıl olur ve böylece istishab ile hükmedilir; tıpkı , haberi vâhid, maznûn kıyas, maznûn umumlar ve başkalarıyla istishab üzerine hükmedildiği gibi. . .

İtirazcının 'Onun helâl üzerine öldüğü tahakkuk etmediği için, ölüm sebebinde şüphe olmuş olur' itirazına gelince, bu yerinde bir itiraz değildir; çünkü sebep tahakkuk etmiştir; ölümün sebebi yaradırYaradan başka ölümde rol oynayan birşeyin bulunması ise şüphelidirBu fetvanın doğruluğuna ulemanın şu icmâ ve ittifakı delâlet etmektedir: 'Bir kimse yaralandıktan sonra kaybolur ve bilâhare ölü olarak bulunursa, onu yaralayana kısas vacib olur'Halbuki böyle bir kimse kaybolmasaydı, ölümüne belki de fazla heyecanlanması sebep olacaktı; nitekim bazı insanlar, aniden düşüp ölmektedirBu bakımdan böyle bir durumda ancak boynunu kesmek veya ölüme sebep olacak derecede derin yaralar açmak gibi haller kısası icab ettirmeli idiZira insanın içinde bulunan öldürücü illetlerden hiçbir zaman emin olunamaz ve bu illetler yüzündendir ki sapasağlam görünen bazı insanlar aniden düşüp ölürlerBurada kısas şüphe üzerine bina edilmekle beraber, hiç kimse böyle dememiştirAynı şekilde kesilmiş bir hayvanın karnındaki yavrusu da helâldirOysa bu yavrunun, annesinin kesilişinden önce ölmüş olma ihtimâli vardırKesiliş sebebiyle ölmemiş olsa da veya henüz anne rahminde ruh üfürülmemiş olsa da durum değişmezBunun gibi ceninin diyeti de vacibdirBelki de henüz kendisine ruh üfürülmemiştir veya cinayetten önce başka bir sebepten ölmüştürFakat bütün bunlara rağmen, hüküm zâhirî bir delile dayanmadığı takdirde vehim ve vesvese kısmına girmiş olurNitekim bu durumu daha önce de belirtmiştikİşte burada da durum böyledir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Korkarım ki, o avı kendisi için tutmuş olsun.

İmâm-ı Şâfiî'nin bu meselede iki fetvası vardırBizim tercih ettiğimiz fetvaya göre, burada haram olmasına hükmetmektir; çünkü sebepler çatışmaktadırEğitilmiş köpek, alet ve vekil gibidirSahibi için tutar ve bu durumda da tuttuğu helâl olurEğer talimli köpek kendiliğinden avlanırsa, tuttuğu helâl değildir; çünkü kendi nefsi için avlandığı düşünülebilirSahibinin işaretiyle gidip sonra da avlandığı hayvandan yiyen eğitilmiş köpeğin işaretle gitmesi, başlangıçta alet yerinde ve sahibinin vekili olduğuna; yemesi ise, avlandığı hayvancağızı sahibi için değil, kendisi için tuttuğuna delâlet ederBu bakımdan delâlet eden sebep böylece muâraza etmiş olurDolayısıyla ihtimal de çarpışırAsıl ise, haram olmaktır ve bu asıl devam etmektedirŞüphe ile ortadan kalkmazBu durum tıpkı şuna benzer: Adamın biri kendisine bir cariye satırı alması için birini vekil eder; vekil edilen adam da gidip bir cariye alırO cariyeyi kendisi için mi yoksa müvekkili için mi aldığını açıklamadan da düşüp ölürBöyle bir durumda müvekkilin (vekil gönderen kimsenin) cariyemdir diyerek onunla cinsî münasebette bulunması helâl değildirZira vekil ettiği kimse o cariyeyi müvekkili için satın almış olabileceği gibi, kendi nefsi için de satın almış olabilirOrtada, müvekkili için satın aldığını gösteren bir delil de yokturAsıl ise, böyle bir cariye ile cinsî münasebet kurmanın haram olmasıdırBu bakımdan bu mesele üçüncü kısma değil, birinci kısma dahil olmuş olur.

d) Dördüncü kısım ise, helâlliğin mâlum olmasıdırFakat sonradan şer'an zann-ı galible muteber sayılan bir sebepten ötürü kendisini haram edici bir durum ortaya çıkmıştırBu bakımdan bu durumda istishab (yani eski durumda bırakmak) ortadan kalkmış olur ve haram olmasına hükmedilir; çünkü daha önce de gördüğümüz gibi istishab zayıftır; zann-ı galib karşısında hiçbir kıymeti kalmazMisali ise şudur: Adamın ictihadı, kapların birisinin necis olduğunda karar kılarBu ictihadı zann-ı galib gerektiren belli bir alâmete dayanmaktadırBu bakımdan bu kimsenin o kaptaki suyu içmesi ve onunla abdest alması haramdırBöylece kişi 'Eğer Zeyd, tek başına Amr'ı veya herhangi bir avı öldürürse hanımım boş olsun' demiş olsa ve Zeyd de Amr'ı veya bir hayvanı yaralasa ve orda kaybolduktan sonra, ölü olarak bulunsa, bu kimsenin hanımı kendisine haram olmuş olurÇünkü daha önce geçtiği gibi zâhirde onu Zeyd tek başına öldürmüştürİmâm-ı Şâfiî kesinlikle buyurmuştur ki: Bir kimse, göllerdeki, orada uzun zaman durmasından veya içerisine necaset düşmesinden dolayı bozulmuş olma ihtimali bulunan suyu kullanabilirEğer o suya bir geyiğin işediğini ve suya vardığında onun bozulmuş olduğunu müşahede ederse ve bu bozukluğun aynen yukarıdaki gibi hayvanın sidiğinden veya uzun zaman durmasından ileri gelmiş olma ihtimali bulunsa bile bu suyu kullanması caiz değildirÇünkü bu durum, necaset ihtimalini kuvvetlendiren bir delildirBu, bizim önceden zikrettiğimizin misalidirBu hüküm, birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmete dayanan bir zann-ı galibin hükmüdür.

Birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmet cihetinden gelmeyen zann-ı galibe gelince, burada İmâm-ı Şâfiî'nin fetvası ihtilâflıdırAcaba aslı helâl olan şey, bu zann-ı galib ile ortadan kalkar mı, kalkmaz mı? İmâm-ı Şâfiî'nin; müşriklerin (putperestlerin) ve daima içki içenlerin kaplarından abdest alma, eşilmiş mezarlar arasında namaz kılma, korunulması mümkün olmayan miktardan fazla çarşı ve sokakların çamurlarıyla namaz kılma hakkındaki fetvası ihtilaflı olduğu zaman, elbetteki bunun hakkındaki fetvası da ihtilaflı olacaktırŞâfiî'nin arkadaşları onun bu görüşünü şöyle ifade etmişlerdir: Asıl ile zann-ı galib çarpıştıkları zaman, hangisine itibar olunur? Bu durum daima içki içen ve puta tapanların kaplarından su içmek haram mıdır, değil midir meselesi hakkında câridir; zira necis birşeyin içilmesi helâl olmazBu durumda necaset ve helâlin kaynağı bir olurHerhangi birinde tereddüt etmek, diğerinde de tereddüt etmeyi gerektirir.

Benim tercih ettiğim fetva şudur: Burada itibar asl'adırAlâmet, yenen veya kullananın aynısıyla ilgili olmadığı sürece aslın ortadan kalkmasını icab ettirmezBunun beyanı ve delili, şüphenin ikinci kaynağında gelecek olan karıştırma şüphesidirBu söylediklerimizle, bilâhare haram olduğu veya zann bulunduğu hususunda şüphe edilen helâlin ve aynı durumda olan haramın hükmü anlaşıldıBirşeyin aynısındaki alâmete dayanan zann ile herhangi bir alâmete dayanmayan zannın arasındaki fark da böylece anlaşıldı.

Bu dört kısımda helâl olduğuna hükmettiğimiz herşey, birinci derecede olan helâldirAncak ihtiyat ve takva bunları terketmektedirO halde bunları yapan kimse, muttakî ve salihler zümresinden olmazBöyleleri şer'î fetvada fasıklığına, asi olmasına ve cezaya müstahak görülmesine hükmedilmeyen adiller zümresine dahildirAncak vesvese derecesinde mütalaa ettiğimiz kısım, bu hükmün dışındadır; zira böyle bir kısımdan kaçınmak, hiç de takvadan değildir.

İkinci Kaynak

Menşei karışıklık olan şektirŞöyle ki; haram helâle karışıp iş şüpheye düşer ve ayırdetme güçleşirKarışma, her iki taraftan veya yalnızca bir taraftan ve sayısı belli olmayacak yahut da belli olacak şekilde olurEğer adedi belli olanla karışırsa, bu karışmada iki kısma ayrılırİşaret etmek suretiyle ayırt edilemeyecek derecede karışma sıvı maddelerin karışması gibi veya ayinlerin ayrılması mümkün olmakla beraber ayinlerin bilinemeyeceği bir şekilde karışmadır kölelerin, evlerin ve atların karışması gibiBirbirlerine çok benzedikleri için karışanlar da, ya aynısı kastedilen şeylerden ticaret malları gibi ya da aynısı kastedilmeyenlerden olacaktır paralar gibi.

Bu bakımdan bu taksimattan üç kısım meydana çıkar:

1Birinci kısmı, belli bir adet ile birbirine karışmasıdırMeselâ murdar bir hayvanın leşi, kesilmiş bir veya on hayvanın gövdesiyle karışır ya da süt emzirmiş bir kadın on kadına karışır veya iki kızkardeşten hangisiyle evlendiği belli olmazİşte bu şüphe, ümmetin icmaıyla sakınılması gereken bir şüphedir; zira bu şüphede ictihadın yeri olmadığı gibi, haramı belirten alâmetler de yokturMuayyen bir adetle karıştığı zaman, hepsi bir şeymiş gibi olurBu durumda kesin haramlık ile kesin helâllik karşı karşıya gelmiş olurBu suretle helâlle haramın, helâlin tesbit edilmesinden sonra karışması meselâ uçan kuş meselesinde hanımlardan birisinin boş olması gibi ile tesbit edilmesinden önce karışması emzirmiş bir kadın (veya emen bir kadın) yabancı bir kadınla karıştırıldığında kişinin birini kendisine helâl etmesi gibi arasında hiçbir fark yokturBu durum, haramın bilâhare ortaya çıkması hususunda bazen müşkil bir şekle girer: İki hanımdan birinin, geçmiş istishaba dayanarak boş olması gibiBiz bu husustaki cevabın vechine daha önce dikkat çekmiştikŞöyle ki; haramın kesin olması, helâlin kesin olmasına tekabül etmiş (yani karşı karşıya gelmiş) ; bu bakımdan istishab, zayıflamış ve şeriat nazarında tehlike tarafı daha galib gelmiştir ve bunun için de tehlikeli olan taraf tercih edilirBu durum, belli bir helâl, adedi belli olan bir haramla karıştığı zaman böyledirO halde, adedi belli olan bir helâl, adedi belli olmayan bir harama karıştığında bundan sakınmanın daha evlâ olacağı açıktır.

2İkinci kısım sayısı belli bir haramın, sayısı belli olmayan bir helâle karışmasıdırMeselâ süt emziren (veya emen) bir kadın veya süt emen (veya emziren) on kadın büyük bir memleketin kadınlarıyla karışabilirBu durumda o memleketin hanımlarıyla evlenmemek gerekmezAksine kişi o memleketin hanımlarından istediğiyle evlenebilirBu hükmün illetini, 'Burada helâl daha fazladır' şeklinde göstermek caiz değildirÇünkü böyle bir illet kabul edildiği takdirde bir haram dokuz helâl ile karıştığında kişinin onlardan biriyle evlenmesinin caiz olması gerekirOysa ulemadan hiç kimse böyle birşey söylemiş değildirBilakis buradaki evlenmenin caiz olmasının illeti galiplik ile birlikte adamın, evlenmeye muhtaç olmasıdırYani ikisi birden illet olurlarZira herhangi bir kimsenin bir sebepten dolayı bir mahremi kaybolsa, böyle bir kimse için evlenme kapısını kapamak mümkün değildirAynı şekilde kişi, dünya malına kesinlikle haram katılmış olduğunu bilse bile kendisine dünya malını satın almak ve ondan yemek yasak olmaz; çünkü böyle yapmak güçlüktürDinde ise, güçlük yokturHazret-i Peygamber, asr-ı saâdetinde bir kalkan çalındığında ve adamın biri ganimet malından bir abâ aşırdığında hiç kimseyi kalkan ve abaları satın almaktan menetmemiştir.

İşte her çalınan malda da hüküm budur40 Yine o devirde, insanlar arasında dirhem ve dinarlarla faizcilik yapanlar vardıOysa gerek Hazret-i Peygamber, gerek ashâb-ı kirâm, dirhem ve dinarları ne tamamıyla ve ne de kısmî olarak terketmemişlerdir41 Dünya, ancak bütün halk günahlardan masum kılındığı zaman, haramdan ayrılabilirBütün halkın masum olması ise muhaldirMadem böyle birşey dünya için şart koşulmamıştır; o halde herhangi bir memleket için de şart koşulamazAncak adedi belli bir cemaat arasında mümkün olabilirDünyada böyle bir hâdise vardır diye sakınmak vesvesecilerin takvasına dahil olur; zira böyle bir takva, ne Hazret-i Peygamber'den ve ne de ashâb-ı kirâmın herhangi birinden nakledilmiş değildir ve böyle bir takvayı yerine getirmek, hiçbir asırda ve hiçbir ümmet için tasavvur edilemez.

Eğer 'Herşeyin adedi Allah'ın ilminde bellidirO halde sayısı belli olan adedin târifi ve haddi nedir? Herhangi bir memleketin ahâlisini saymak isteyen kimse, kendisine bu şekilde hareket etme imkânı verildiği takdirde bunu yapabilir' dersen, bil ki bu gibi şeylerin benzerlerini tahdid etmek mümkün değildirBunlar ancak yaklaşık olarak zapt u rapt altına alınabilirBir yerde toplandığı zaman, bakan kimsenin sadece bakmakla sayması zor olanlara bin veya ikibin gibi sayısı belli olmayan aded denirOn veya yirmi gibi sayılması kolay olanlara ise, adedi belli olan denirBu ikisi arasında iki tarafa da benzeyen durumlar vardır ki, zan ile iki taraftan birisine ilhak edilirler.

Şüpheye düştüğün adet hakkında kalbinden fetva iste; zira günah, kalbi ısırırBöyle bir makamda Hazret-i Peygamber, Vâbise bMa'bed'e şöyle buyurmuştur: 'Onlar sana fetva verseler de, fetva verseler de, fetva verseler de, sen yine kalbinden fetva iste!'42

İşte böylece, şüphenin birinci kaynağında zikrettiğimiz dört kısmın dördünde de karşılıklı taraflar vâkî olur ki bunlar olmak ve olmamakta apaçıktırlarAralarında taraflardan birine benzeyen hâdiseler vardır.

Müftü zannıyla fetva verir; fetvayı isteyen kimseye ise kalbinden fetva istemek vazifesi düşerEğer müftünün fetvasına rağmen kalbinde ısırıcı birşeyler varsa, bilsin ki Allah ile arasında günahkâr olan kendisidirMüftünün fetvası kendisini âhirette kurtaramaz; çünkü müftü zahire göre fetva verirAllah ise gizlilerin de hâkimi ve idarecisidir. (Açıkların hakimi ve idarecisi olduğu gibi) .

3Üçüncü kısım, adedi belli olmayan haramın, adedi belli olmayan helâlle karışmasıdır: Zamanımızdaki malların hükmü gibi. . . Bu bakımdan hükümleri suretlerden alan kimse, adedi belli olmayanın, kendisi gibi adedi belli olmayana nisbet edilmesinin, tıpkı adedi belli olanın adedi belli olana nisbet edilmesi gibi olduğunu zannederOysa biz orada haram olduğuna hükmetmiştik; bu bakımdan burada da aynı şeyle hükmedelim.

Oysa bizim tercihimiz bunun tam tersidirBu şekildeki bir karışmadan ötürü herhangi birşeyi edinmek ki o şeyin haram olması da, helâl olması da ihtimal dahilindedir haram değildirAncak alınan şeyin aynısıyla birlikte haram olduğuna delâlet eden bir alâmet ve belirti de bulunursa, o zaman haram olurAncak aynın haram olduğuna delâlet eden bir belirti ve alâmet yoksa bile onu terketmek takvadırOnu almak helâl olduğu gibi, yiyen kimse de yediğinden dolayı fasık olmazBir malı zâlim bir sultanın elinden (onun verdiği malı) almak, o malın haram olmasının alâmetlerindendirİleride zikredeceğimiz daha nice alâmetler vardırBunun üzerine de eser ve kıyaslar delâlet etmektedir.

Esere gelince; bu, Hazret-i Peygamber'in ve ondan sonra gelen hulefâ-i râşidînin zamanlarında bilinen durumdur; zira içki paraları ve faiziyle alınan dirhemler zimmîler eliyle, tedavülde bulunan mallara karışmıştıAynı şekilde çalınan, hile ile elde edilen ve ganimetten haksız olarak aşırılan mallar da tedavüldeki mallara karışmaktaydıHazret-i Peygamber'in faizi yasakladığı ve 'İlk kaldırdığım faiz, amcam Abbas'ın faizidir'43 dediği andan itibaren bütün halk, faizi terketmiş değildi; tıpkı içkiyi ve diğer günahları da tamamen terketmedikleri gibi. . .

Hatta rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber'in ashâbından biri şarap satmıştıBunu duyan Hazret-i Ömer 'Allah, filân adama (içkiyi satana) lânet etti; çünkü o, (yasak olduktan sonra) içki satmayı ilk âdet eden kimsedir' dediBu kişi içkiyi, satışının da tıpkı içkinin kendisi gibi haram olduğunu anlayamadığından satmıştır.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kişi aşırdığı abayı ateşte çekmektedir44

Bir savaşta müslümanlardan birisi öldürüldüOnun eşyaları arasında, iki dirhem kıymetinde bile olmayan ve bir yahûdîye ait birkaç tane boncuk bulundu ki, bunları aşırmıştı45 Hazret-i Peygamberin mübarek ashâbı, zâlim emîrlerin vaktine erişmişler ve hiçbiri de Medine-i Münevvere yağma edilmiş diye pazarlarda alışveriş yapmaktan çekinmemişlerdirOysa Medine, Yezidin adamları tarafından üç gün üç gece yağma edilmişti46 O mallardan sakınan kimseler, takva hususunda parmak ile gösterilmekteydilerAma çoğunluk alışverişten kaçınmamıştırOysa ihtilât ve zâlimler zamanında yağma edilmiş mallardan piyasada çok vardıSelef-i sâlihînin gerekli görmediği birşeyi gerekli gören kimse, 'onların şeriattan anlamadığını ben anlıyorum' iddiasında bulunan bir zavallı, vesveseye kapılmış bir budaladan başka birşey değildir.

Eğer böyle meselelerde ashâb-ı kirâmdan daha ileride hareket etmek caiz olsaydı, onların icmâlarından başka dayanağı olmayan birçok meselede de kendilerine muhalefet etmek caiz olurdu'Annanenin (ninenin) nikâhlanmasının haramlığı tıpkı annenin nikâhlanmasının haramlığı gibidirOğlun oğlu (torun) , öz oğul gibidirDomuzun kılı ve yağı da Kur'ân'da haram olarak ilân edilen eti gibidirHadîs-i şerîfte zikredilen altı şeyden başka şeyler de faize girer' dedikleri gibi. . . Oysa onlara böyle şeylerde muhalefet etmek, muhaldir; çünkü onlar, Allah'ın şeriatını herkesten daha iyi anlamışlardı47

Kıyasa gelince. . . Kıyas şöyledir: Bu kapı açıldığı takdirde bütün tasarrufların kapısı kapanacak ve âlem harap olacaktır; zira fasıklık, insanlara galip gelmektedirFasıklıktan ötürü de insanlar şeriatın akidler için ileri sürdüğü şartlarda müsahele ve lâübalilik göstermektedirlerBu ise, şeksiz şüphesiz karışıklığa meydan verir.

Eğer "Siz, daha önce Hazret-i Peygamber'in düb (keler) denilen hayvanın etini yemeyi menettiğini ve 'Onun Allah'ın meshettiği insanlardan olmasından korkuyorum' buyurduğunu naklettinizOysa bu hüküm, adedi belli olmayan bir ihtilâttır" derseniz, biz de şöyle deriz: Bu, kerahet-i tenzîhiye ile takva üzerine hamledilirHem düb, garip bir şekle sahiptirOnun şekli çoğu zaman insandan mesholunduğuna delâlet ederBu delâlet ise yenilmesi istenen hayvanın aynısında mevcuttur.

Eğer 'Bu durum her ne kadar Hazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın zamanında faiz, hırsızlık, yağmacılık, ganimet ve başka mallardan aşırmak sebebiyle mâlum ise de, helâle nisbetle pek cüz'î ve azdıPeki bizim zamanımıza ne demeliyiz? Şöyle ki, halkın elindeki malların çoğu haramdır; zira zâlim sultanların malları ve faiz çoğalmıştırMuameleler, şartları ihmal edildiği için fasid olmuşturBu bakımdan herhangi bir kimse, aynısında haram olduğuna dair belirli bir alâmet bulunmayan bir malı alırsa, acaba bu mal haram mıdır, helâl mıdır? (Bu mal hakkında ne demeli?) ' denilirse, buna karşılık şöyle deriz: Bu mal haram değildirAncak onu terketmek takvadandırBuradaki takva, böyle bir malın az olduğu zamanlardaki takvadan daha mühimdirFakat bunun asıl cevabı şudur: İtirazcının 'Zamanımızda malların çoğu haramdır' demesi, kesin bir hatadır ve bu gafletin kaynağı da itirazcının çok ile en çok arasındaki farkı bilmemesidirİnsanların çoğu hatta fukahânın da çoğu, nadir olmayan birşeyin en çok olduğunu, bunların karşılıklı iki kısım olup, aralarında üçüncü bir kısım bulunmadığını zannederlerOysa bu zanlarında yanılıyorlarAksine kısımlar üçtür:

a) Az ki buna nâdir denir.

b) Çok

c) En çok

Misal olarak, halk arasında, hünsâ48 olan kimse, nadirdirHünsaya nisbetle hastalık çokturSefer de böyledirHatta sefer ile hastalığın umumî özürlerden olduğu söylenirİstihaze (hastalık) kanı, nadir özürlerdendirHastalığınsa nadir olmadığı herkesin mâlumudurFakat hastalık en çok değil; aksine çokturFakih bir kimse, gevşeklik gösterip 'Hastalık ve yolculuk' galiptir; bu ise umumî bir özürdür' dediği zaman şunu kastetmektedir: Bu özür nadir bir özür değildirEğer gayesi bu değil ise, en fazladırSeferî ve hasta olan ise, fazladırİstihazeli olan kadın ile hünsâ olan insan nadirdirİşte bu fark anlaşıldığı zaman, deriz ki: 'Haram daha fazladır' sözü, asılsız bir sözdürÇünkü böyle söyleyen kimsenin dayanağı, ya zâlimlerin ve makam sahibi saltanat yardımcılarının çok olmasıdır ya da faizli, fasid muamelelerin çoğalmasıdırYahut da İslâmiyet'in başlangıcından zamanımıza kadar bu malların esasları üzerinde değişen ellerin çok mükerrer olmasıdır.

Birinci dayanağı bâtıldır; zira zâlim çoktur, fakat en çok değildirBunlar, sultanların avanesi ve mansıb sahipleridir; çünkü galebe ve şevket sahibi olmayan zulmedemezBu zâlimler bütün âleme nisbet edildikleri zaman, âlemin onda birinin onda biri bile olmazlar (veya onda biri olmazlar) Bu bakımdan mesela her sultanın yüzbin avanesi vardırHalbuki o sultan bir milyon kişiyi ve hatta daha fazlasını barındıran bir ülkeye sahiptirBelki de memleketinin şehirlerinden birisinin ahalisi dahi adet bakımından onun bütün askerinden daha fazladırEğer saltanat sahiplerinin adedi, halkın adedinden daha fazla olursa hepsi helâk olurlarZira bu durumda halkın her bir ferdinin (meselâ) onların on tanesine hizmet etmesi gerekirdiOysa saltanat sahipleri refah içerisinde yaşarlarFakir bir ferdin on kişiyi refah içerisinde yaşatması ise tasavvur dahi edilemeyecek kadar imkansızdırSaltanat sahiplerinden birinin ihtiyacı halktan bin veya daha fazla kişiden ancak derlenebilirHırsızlar hakkında da böyle diyebiliriz; zira koskoca bir şehirde pek az hırsız bulunur.

İkinci dayanağı ise 'ribâ ve fasid muamelelerin çoğalması'dırBu da çoktur, fakat en çok değildirZira müslümanların en çoğu muamelelerinde şeriatın şartlarını gözetirlerBu bakımdan bunların adedi en çokturFaiz veya başkasıyla muamele yapanın eğer onun tek başına olan muameleleri birkaç tane ise muamelelerinden doğru olanların adedi, fâsid olanlardan daha fazladırKişinin kendi vehmiyle şehirde delilik, pislik ve dinsizlikle ün almış birini arayıp da fâsid muameleleri daha çoktur diyebileceği kimselerin varlığı, pek nadirdirEğer çok ise bile, en çok değildirİnsanın bütün muameleleri nasıl fasid olabilir? Oysa fasid muamelelerine denk gelecek veya daha fazla olacak sahih muameleleri de olacaktırBiraz düşünen bir kimse için bu durum kesindirBöyle bir korkunun nefislere galebe çalması, nefislerdeki fesadın çoğalmasından ve nefislerin doğru muameleyi uzak görüp, adeta az da olsa doğru muamelenin imkân dahilinde olmadığını sanmalarından ileri gelirHatta çoğu zaman kişi zinanın ve içkinin tıpkı haramlar gibi yaygınlaştığını zanneder ve böylece zinacılarla içkicilerin daha çok olduklarını hayal ederBu hayal ise, yanlıştır; çünkü zinacılar ve içkiciler en azdırlarHer ne kadar onlarda çokluk varsa da. . .

Üçüncü dayanağına gelince ki bu dayanakların en hayalî olanıdır bu şöyledir: Mallar, maden, bitki ve hayvanlardan hasıl olurlarBitki ve hayvanlar da üremek suretiyle meydana gelirlerBu bakımdan meselâ sahip olduğumuz bir koyunun ki koyun her sene doğurur asıllarının adedi, Hazret-i Peygamber zamanına varıncaya kadar yaklaşık olarak beşyüze ulaşırBu asıllarından herhangi birinin gasbedilmiş veya fâsid bir muamele ile elde edilmiş olması ihtimali uzak değildirBu bakımdan bu koyunların asıllarının bizim zamanımıza kadar bâtıl bir tasarruftan sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Aynı şekilde hububatın sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Çünkü hububatın ve meyvelerin tohumları da beşyüz veya şeriatın ilk başlangıcına gidinceye kadar bir asla ve köke muhtaçtırlarBöylece aslı ve aslının aslı, ta nübüvvet zamanına kadar helâl olmadıkça bunlar da helâl olmaz.

14-8

Madenlere gelince, bunların ilk elde edinilmesi mümkün değildirBu, malların en azıdırBunlardan en çok dirhem ve dinar (para birimleri) yapılmaktadırBu dirhem ve dinarlar da ancak darphaneden çıkarDarphane de tıpkı madenler gibi zâlimlerin elindedirOnlar halkı buralardan menederlerBu madenleri ağır şartlar altında fakirlere çıkarttırıyorlar ve sonra da gasb yoluyla ellerinden alıyorlarBiz buna baktığımız zaman biliriz ki, bir tek dinar dahi yoktur ki, ona fâsid bir akit sirayet etmemiş olsun veya edinme sırasında bir zulüm karışmasın veya darphanede basıldığı vakitte veya daha sonra sarf ve faiz muamelelerinde haramdan uzak olsunBu bâtıl tasarruflardan uzak bir dinarın bulunması nadir veya muhaldirBu durumda helâl olarak ancak avlanan bir hayvan veya sahipsiz çöllerden elde edilen bitkiler ve sahipsiz odunlar kalmış olur. Sonra bunları da elde eden bir kimse yalnızca bunlarla yetinme imkânından mahrumdurBöyle bir kimse bunları satıp karşılığında yiyecek maddeleri, hububat ve hayvanlar almak mecburiyetindedirBu hububat ve hayvanlar da ancak ekilmek veya üretilmek suretiyle elde edilirlerBu bakımdan böyle bir kimse helâlini verip haramı satın almış olurBu yol, hayal bakımından yolların en aşılmaz ve en şiddetlisidir.

Cevap: Bu zann-ı galib, helâle karışan haramın çokluğundan neş'et etmiş değildirBu bakımdan bahsettiğimiz tarzın dışına çıkıp, daha önce asıl ile galib zannın çarpışması diye bahsettiğimiz kısma dahil olmaktadırZira bu mallarda asıl olan, tasarruflardan ötürü kabul edilmesidir ve alışverişte mutlaka iki tarafın rızası vardırŞimdi ise bu malı yiyecek ve tasarruf etmekten çıkaracak bir galip sebep çatışmaktadırBu tıpkı İmâm-ı Şâfiî'nin necasetler hükmündeki iki kavlinin (fetvasının) mahalline benziyorBize göre sahih olanı, necaset bulunmadığı zaman çarşılarda namaz kılmanın caiz olmasıdır; çünkü çarşıların çamuru tâhirdirPutperestlerin kaplarından abdest almak ve alt üst edilmiş mezarlarda namaz kılmak caizdirBu bakımdan biz önce isbat ve sonra da içinde bulunduğumuz mevzuu bu isbat ettiğimize kıyas edelimHazret-i Peygamber'in müşrik bir kadının testisinden, Hazret-i Ömer'in de hristiyan bir kadının testisinden abdest alması buna delâlet ederOysa müşrik ve hristiyanların içtikleri şarap ve yedikleri domuz etidirOnlar bizim şeriatımızda pis olanlardan sakınmazlar.

Bu bakımdan onların ellerinde bulunan kaplar, nasıl olur da bu pisliklerden korunabilir? Şurası kesindir ki, onlar (selef-i sâlihîn) tabaklanmış hayvan derilerini, çeşitli boyalarla boyanmış ve necis sularla yıkanmış elbiseleri giyerlerdiTabakçıların, kassarcıların ve boyacıların durumlarını iyice düşünen kimse, bunlarda işleri icabı pisliğin galip olduğunu anlarBunların elbiselerinde temizlik muhal veya nadirdirHatta onların buğday ve arpa ekmeğini yediklerini, bu ekmeklerin sığır ve hayvanlarla harman edildiğini ve bu hayvanların harman üzerine pislediklerini ve dolayısıyla bu buğdayların ve arpaların bu pislikten çok nadir kurtulabildiğini biliyoruzYine onların terleyen hayvanlara binip onların sırtını necasetler içerisinde yattıkları halde yıkamadıklarını biliyoruz; hatta her hayvanın anasının karnından çıktığından beri üzerinde rahim necasetleri bulunur, bazen o necasetleri yağmur siler, bazende silmezBuna rağmen bundan da sakınmazlardıOnlar yollarda yalın ayak ve nalınlarla yürürler, nalınlarıyla namaz kılarlardıToprak üzerinde otururlardıMecbur olmadıkları halde çamur içerisinde yürürlerdiAncak sidik ve insan pisliği üstünde yürümez ve bunlar üzerinde oturmazlar; bunlardan sakınırlardıAcaba köpeklerin ve diğer hayvanların çokça geçtiği, pislediği halde çarşıların çamurları necasetten nasıl salim kalabilir? Asırların veya bölgelerin bu durumlarda değişik hükümler arzettiğini zannetmek uygun değildir ki, çarşılar onların zamanında yıkanıyordu veya hayvanlardan korunuyordu zannına kapılalım! Zira bunun âdet bakımından muhal olduğu mâlumdurBu bakımdan bu durumlar selef-i sâlihînin ancak gözle görünen necasetten korunduklarına veya necasetin aynısına delâlet eden bir delilin bulunması halinde kaçındıklarına delâlet eder.

Vehim ve hayalin reddinden hallerin mecrasına sıçrayan zann-ı galibe ise itibar etmemişlerdirBu, İmâm-ı Şâfiî'ye göre böyledirİmâm-ı Şâfiî, suya düşen az nesne, suyu bozmazsa dahi o suyun necis olduğunu kabul etmektedir; çünkü sahabîler daima (Şam ve Acem diyarını fethettikten sonra) hamamlara gider ve oradaki havuzcuklar da abdest alırlardıHalbuki bu su az idi ve içerisine birçok el girip çıkmaktaydıAshâb-ı kirâmın bu hareketleri bu hedefin kesin bir delilidirMademki hristiyan bir kadının testisinden abdest almanın caizliği sabit oldu, o halde bu suyun içilmesinin caizliği de sabit oldu demektirBöylece helâlin hükmü necasetin hükmüne iltihak etmiş oldu.

Soru: Helâli necasetle kıyaslamak caiz değildir; çünkü selef-i sâlihîn taharet meselelerinde çok müsamaha gösterip geniş hareket ederlerdiFakat haramın şüphelerinden, gayet sakınırlardıO halde haramın şüpheleri nasıl olur da taharet meselelerindeki necasete kıyas edilebilir?

Cevap: Eğer bu sözle Selef-i sâlihîn necasetle namaz kılarlardıNecasetle namaz kılmak ise isyandır; çünkü namaz dinin direğidir' mânâsı kasdedilirse, bu zan çok kötü bir zandırAksine selef-i sâlihîn hakkında, kendisinden korunmak gereken her necasetten korunurlardı inancında olmalıyızOnlar ancak korunulması vacib olmayan yerlerde müsamaha göstermişlerdirİşte aslın galib ile çarpıştığı bu suret de, selefin müsamaha gösterdiği yerlerden biridirBu bakımdan hakkında düşünülen şey aynısıyla irtibatı olan bir alâmete dayanmayan zann-ı galibin terkedilip kendisiyle amel edilemeyeceği ortaya çıkmıştırSelefin helâl hakkındaki takvalarına gelince; onların bu takvaları, adından da anlaşıldığı gibi takva yoluyla olmuşturBu da zararlı olmayanı, zararlı olanın korkusundan terketmek demektir; çünkü malların durumu korkutucudurNefis ise eğer zapt u rapt altına alınmazsa mal edinmeye meyyaldirTaharet emri ise, böyle değildir; çünkü selef-i sâlihînden bir grup, kalplerini meşgul edecek korkusu kesinlikle helâl olanlardan dahi çekinmişlerdirAcaba onların herhangi birinden deniz suyuyla abdest almaktan sakınmadığı rivâyet edilmiş midir? Oysa bu da kesinlikle temizdirBu bakımdan bu husustaki ayrılık, hakkında ittifak halinde bulunduğumuz gayeye bir zarar getirmemektedirKaldı ki, biz bu dayanak hakkında da daha önce geçen iki dayanak hakkında vermiş olduğumuz cevap üzerinde ısrar etmekteyiz.

"Malın en çoğu haramdır" sözleri kabul edilemez bir iddiadır; çünkü malın esasları her ne kadar çoksa da bu esaslarda haram bulunması gerekmezAksine bugün mevcut mallar, bir kısmına zulüm sirayet etmiş, bir kısmına ise etmemiş olan mallardırNasıl ki bugün başkasının malını gasbeden kimselerin elindeki mal, gasbedilmeyen ve çalınmayan mala nisbetle en az ise, her asırda ve her malın durumu da budur ve her asılda da bu hakîkat geçerlidir.

Bu bakımdan dünya malından gasbedilen ve her asırda fâsid yollarla edinilen mallar, gasbedilmeyen ve meşru yollarla elde edilen mallara nisbetle en azdırlarBiz elde edilen bu malın aynısının bu iki kısmın hangisinden olduğunu bilememekteyizO halde 'galib bunun haram olmasıdır' iddiasını da kabul etmeyiz; çünkü gasbedilen mal üremek suretiyle çoğaldığı gibi, gasbedilmeyen mal da aynı yolla çoğalmaktadırO halde, en çok bulunan malın mahsulü şüphesiz ki her asır ve her zamanda daha fazladırÜstelik gasbedilen daneler ekilmek için değil yemek için gasbedilirGasbedilen hayvanlar da böyledirBunların çoğu yenir; yoksa üretip çoğaltmak için gasbedilmezlerO halde nasıl olur da haramın mahsulleri daha çoktur denir? Oysa helâlin esasları her zaman için, haramın esaslarından daha fazladırDoğru yolu arayan kimse bundan, en fazlanın bilinmesinin yolunu anlamalıdır; çünkü bu, ayakların kayma yeridirBu konuda âlimlerin dahi çoğu yanılmıştır; kaldı ki halk nasıl yanılmasın! Bunlar, üreyen hayvanlar ve bitkiler hakkındadır.

Madenlere gelince. . . Madenler, sahipsiz olup bütün müslümanlar için mübahtırTürkistan ve başka memleketlerde madeni isteyen çıkarabilir. (Bu durum müellifin zamanına aittir) Fakat sultanlar, bazen çıkarılan madenlerin bir kısmını çıkaranın elinden alırlar; ancak en çoğunu değil, en azını alırlarSultanlardan herhangi biri bir madeni elde ettiğinde, insanları o madenden menetmek suretiyle zulmeder ve hiç kimseyi oraya yaklaştırmazSıhhatli fetvaya göre, mübah mallardan zi'l yed'i (tasarrufu) isbat için vekil edinmek caizdir.

Bu bakımdan sulama için ücret ile tutulan kimse suyu tasarrufu altına aldığı zaman, o su, ücreti veren ve arazisini sulatmak isteyen şahsın mülküne girmiş ve çalışan da böylece ücret almaya hak kazanmış olurİşte madeni elde etmek de böyledirBiz bunun üzerine birşey bina etmek istediğimiz zaman o madenden çıkan altının aynısını haram sayamayızHaramlık ancak çalışanın ücretinde yapılan zulüm, kısıntı ve eksiklik nisbetinde takdir edilirBu ise, nisbî olarak azdırBu da o altının aynısının haram olmasını da icab ettirmezYalnızca çalışanın ücretini kesen zâlim olmuş ve o ücret onun zimmetinde kalmış olurDarbhane meselesine gelince. . . Oradan çıkan altın, sultanın gasbettiği veya halktan zulmen aldığı altının aynısından değildirAksine tüccarlar onlara külçe altın veya karışık paralar getirirler ve onu yeniden eritip sikke vurmak karşılığında ücret verirlerOnlara teslim ettikleri külçe altının karşılığını tartarak alırlarAncak çalışmalarının ücreti olarak az birşeyi onlara bırakırlarBu ise caizdirEğer sikkeli bazı dinarlar sultanın dinarlarından farzedilse bile, bunlar tüccarın malına nisbet edildiği takdirde şüphesiz ki pek az ve cüz'î kalırEvet, sultan, darbhaneyi kiralayanlardan vergi almak suretiyle zulmetmektedir.

Bu ücreti de, darphaneyi, halk arasından sadece onlara tahsis ettiği için alırHatta darbhaneyi onlara tahsis etmesinden dolayı sultanın nüfuzuyla her tarafta onlar kazanmaktadırlarO halde sultanın aldığı, burada kullandığı nüfuzunun karşılığıdırBu ise zulme girerAncak bu alman miktar darphaneden çıkana nisbetle azdırŞöyle ki; darbhane idarecilerine ve sultana darbhaneden çıkan miktarın yüzde biri bile verilmezBu bakımdan onun aldığı onda birinin onda biri sayılırO halde nasıl olur da onun aldığı en fazlası olabilir? İşte bunlar vehim ile kalplere üşüşen birtakım yanlışlıklardırDini zayıf olan bir grup bunları süslemek için âdeta kolları sıvamış çalışmaktadırHatta bu grup, takvayı bile kötülemekte ve takva kapısını kapatmakta, nereden gelirse gelsin mallar arasında fark gözetenleri hor göstermektedirBunların bu yaptıkları, bid'at ve dalâletin ta kendisidir!. .

Soru: Farzedelim ki, haram helâle galib gelmiştir ve sayısı belli olmayan mallar yine sayısı belli olmayan mallarla karışmıştırO halde alınan şeyin aynısının durumunu belirten özel bir alâmet yoksa, bu konuda ne diyorsunuz?

Cevap: Bizim görüşümüze göre, böyle birşeyi terketmek takvadırFakat alınması hiçbir zaman haram değildir; çünkü aslolan helâl olmaktırHelâllik ancak belli bir alâmetle ortadan kalkar.

Nitekim çarşıların çamurları ve benzerleri hakkındaki hüküm böyledirAncak ilave ederek deriz ki, eğer haram bütün dünyayı kaplasa, dünyada hiçbir helâl kalmadığı muhakkak bilinse, şartların yeniden tesisine başlarız ve bugünden başlamak üzere, geçmişin tamamını affedip üzerine sünger çekeriz. (Yani bugünden itibaren hayatımızı İslâmî usûllere göre tanzim ederiz ve daha önceki haramlar da bizi bundan alıkoymaz) Haddini aşan birşey, tam zıddına ve tersine dönerBu bakımdan herşey haram olduğu zaman, herşey helâl olurBunun delili şudur: (Allah korusun) Bu hâdise vukua geldiği zaman beş ihtimal ortaya çıkar:

14-9

1İnsanlar, en son fertleri de ölünceye kadar yemeyi terketmeleridir.

2Ancak zarurî ve sedd-i ramak (kuvvetini muhafaza edebilecek) kadarını yeyip, ölünceye kadar birkaç gün bu şekilde tahammül etmeleridir.

3Her ne şekilde olursa olsun ister hırsızlık, ister gasp, ister sahibinin rızası ile olsun, isterse olmasın hiçbir mal arasında fark ve hangi cihetten geldiğini gözetmeksizin, ihtiyaçları kadarını almalarıdır.

4Şeriatın şartlarına tâbi olup, yalnız ihtiyaç miktarıyla yetinmeyip (helâlinden kazanmak için) yeniden şeriat kaideleriyle amel etmeye başlamalarıdır.

5Şeriat şartlarına riayetle birlikte ihtiyaç miktarı ile iktifa etmeleridir.

Birincisinin bâtıl olduğunda hiç şüphe yoktur.

İkincisi de kesinlikle bâtıldır; çünkü eğer halk ölmeyecek kadarıyla iktifa edip vakitlerini tedricî bir zafiyete hasrederlerse, şiddetli bir ölüme mahkûm olurlarÇalışmalar ve sanatlar dumûra uğrarAynı zamanda dünya da temelinden harap olurDünyanın harap olması durumunda dinin de harap olması sözkonusudur; çünkü dünya, âhiretin tarlasıdırHilâfet, kaza, siyaset, hatta fıkhın birçok ahkâmının gayesi; dünyanın maslahatını korumaktırDolayısıyla dünya maslahatları yüzünden dinin maslahatları da korunmuş olur.

Üçüncüye gelince, bu, ihtiyaç ile iktifa etmektirİhtiyaç miktarından fazlasını almamakla birlikte hiçbir fark gözetilmeksizin ister gasp veya hırsızlık yoluyla isterse de sahibinin rızasıyla alınmış mal olsun her türlü malın alınmasıdırBu da şeriatın, müfsitler ile fâsidlikler arasına çekmiş olduğu şeddi ve perdeyi kaldırmaktırBu durumda gasp, hırsızlık ve çeşitli zulüm yollarıyla eller harama uzanır! Çünkü o zaman 'malı elinde bulunduran bizden daha iyi değildir' denilir ve arkasından da 'Zira o mal hem ona hem de bize haramdırMalı elinde bulunduran, bu maldan ancak ihtiyacı kadarını kullanabilirEğer mala muhtaç ise, biz de muhtacızEğer aldığım mal ihtiyacından fazlaysa ben onu günlük ihtiyacından çalmış olurumO, günlük ve senelik ihtiyacını gözetmezse biz niçin gözetelim' diye ilave edebilirPeki bu durum nasıl zapt u rapt altına alınabilir? Diğer taraftan bu durum şer'î siyasetin ortadan kalkmasına yol açtığı gibi, fâsid kimseleri de fâsidliğe kışkırtırBu bakımdan ancak dördüncü ihtimal kalmış olur.

Dördüncü ihtimal de şudur: Her mülkiyet sahibi elinde bulunan mülkün tasarrufuna herkesten daha evladırOnun malını ne hırsızlık ve ne de gasb yoluyla elinden almak caiz değildir; ancak rızasıyla verirse başkaRızasıyla almak, ilâhî nizamın yoludurMadem kişinin malı ancak rızasıyla alınabilir; o halde, rızanın olması için de şer'an bir yol vardır ki umumî maslahatlar ve ahkâm o yola bağlıdırEğer o yola itibar edilmezse, rızanın esası tayin olunamadığı gibi tafsilatı da dumûra uğramış olur.

Beşinci ihtimal, servet sahiplerinden ihtiyacı kadarını ancak şer'î yollarla edinmektirBiz âhiret yolunun yolcuları için, takvaya uygun olan bu şıkkı benimsemekteyizFakat bu yolu bütün müslümanlara lüzumlu kılmaya gerek olmadığı gibi avam-ı nâs için verilen fetvaya dahil etmek için de herhangi bir sebep yoktur.

Çünkü bu durumda zâlimlerin zulüm elleri, insanların elinde ihtiyaç miktarından fazla olana uzanır; hırsızlar da böyle yaparlarBu bakımdan kuvvet ile galip gelen herkes, kuvvetçe kendisinden zayıf olanı soyarFırsat bulan herkes çalarBöyle bir kimse kendisini haklı çıkarmak için de şöyle der: 'Bu adamın ancak ihtiyacı kadar mal edinmeye hakkı vardırBen de muhtacım!' O halde sultana düşen görev, ihtiyaçtan fazlasını mülk sahiplerinin elinden alıp ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktırSultan gün be gün veya sene be sene malları bütün halka dağıtmalıdır.

Bu şekilde hareket etmesi sultan için büyük bir zorluk olup aynı zamanda malların zâyi edilmesi demektirBüyük ve korkunç bir tekellüf (zorluk) olduğuna gelince. . . Halkın çokluğuyla birlikte sultan bunu yapmaya muktedir değildirHatta sultanın bunu yapması tasavvur bile edilemez49

Malın zâyi edilmesine gelince. . . İhtiyaçtan fazla olan meyvelerin, etlerin ve hububatın denize atılması veya çürüyünceye kadar anbarlarda saklanması gerekir; zira Allahü teâlâ'nın yaratmış olduğu meyveler ve hububat halkın bol bol sarfetmesine rağmen yine de fazladırBu bakımdan nasıl olur da bu gibi maddeler halka ancak zarurî ihtiyaç kadar verilsin denilebilir? Bir de bütün bu tehlikelerden sonra ihtiyaçtan fazlasını almak, hac ve zekât farîzalarının, malî kefaretlerin ve zenginliğe bağlı olan bütün ibadetlerin düşmesine sebep olurİnsanların ancak ihtiyaçları kadar mal edinebildikleri bir zamanda malî ibadetlerden bahsetmek fuzulî olur! Bu ise çirkinliğin son derecesidir; sağlam düşünen bir tabiat bundan nefret ederBilakis deriz ki (farz-ı muhal) bu zamanda bir peygamber gönderilmiş olsaydı, kendisine emre yeniden başlaması farz olacağı gibi, rıza yoluyla edinilen mülklerin sebeplerinin izahını ve yollarını göstermek ve bu bütün malları helâl veya haram gördüğü takdirde yapacaklarını zerre kadar ayırım yapmaksızın yapmakla da vazifeli olurdu'Ona farz olurdu' sözümden şunu kasdediyorum: Peygamber, halkın din ve dünyasındaki maslahat ve menfaatini korumak için gönderilenlerden olduğu için böyle bir vazife kendisine Allah tarafından vacib olurZira herkesi zarurî ve muhtaç olduğu miktar ile mecbur tutmak, umumun maslahat ve menfaatini tamamlayıcı bir durum değildirEğer peygamber halkın din ve dünyasının maslahat ve menfaatini ıslah için gönderilmemişse (ki bu tasavvur edilemez) , o zaman yukarıda belirttiğimiz vazife kendisine farz kılınmaz.

Biz, Allahü teâlâ tarafından bütün insanları yok edici bir sebebin yaratılmasını aklen mümkün görmekteyizBöyle olunca dünyaları ellerinden gider ve dinlerinde de dalâlete düşerler; çünkü Allahü teâlâ dilediğine hidayet verir, dilediğini de dalâlete götürürO dilediğini öldürür, dilediğini diriltirFakat biz emrin, peygamberlerin din ve dünyanın ıslahı ve menfaati için gönderilmelerindeki ilâhî sünnet üzerine câri olmuş ve olacağını takdir etmekteyiz.

Bunu böyle takdir etmek kimin haddine! Oysa bu (yaratan tarafından) zaten takdir olunmuşturÇünkü Allahü teâlâ, peygamber-i zîşânını, peygambersiz kalan bir zamandan sonra göndermiş ve bu arada Hazret-i isa'nın getirdiği şeriat üzerinden yaklaşık olarak altıyüz sene geçmiştirİnsanlar birçok gruba ayrılmıştıKimi yahûdî olarak Hazret-i isa'yı yalanlıyor; kimi de putlara tapıyorduKimileri ise Hazret-i isa'yı doğrulamakta oldukları halde aralarında tıpkı şu anda bizim aramızda yayıldığı gibi fâsıklık yayılmıştı.

Bütün kâfirler şeriatın fer'î meseleleriyle mükellef ve muhatabdırlar50 O zamanda mallar Hazret-i isa'nın şeriatını yalanlayanlarla doğrulayanların elindeydiYalanlayanlar, Hazret-i isa'nın şeriatının gayrısıyla muamele yaparlar; doğrulayanlarsa Hazret-i isa'nın şeriatının aslını tasdik etmekle birlikte şeriatı tatbik hususunda ihmalkârlık ederlerdi; tıpkı günümüzde müslümanların ettikleri gibi. . .

Oysa günümüzde şeriatın başladığı tarih, o zamandan daha yakındırŞeriatın başlangıcında malların tamamı veya en çoğu veyahut da çoğu haram idiHazret-i Peygamber, geçmişi affeyledi ve kurcalamadıKimin elinde ne bulunuyorsa, onu o kişinin malı olarak kabul ettiŞeriatın temellerini kurduOysa şer'an haram olması sabit olan bırşey, herhangi bir peygamberin gönderilmesi için helâl olamazHaramı elinde bulunduran kimse müslüman oldu diye onun elindeki haram helâla dönüşmezÇünkü biz müslümanlar, zımmîlerden haraç aldığımız zaman, herhangi bir paranın aynısı, şarap parası veya faiz ile elde edilen bir mal olduğunu bildiğimizde onu almayızBu bakımdan onların o zamandaki malları, bizim şu andaki mallarımız gibiydiArapların durumu ise daha da berbattı; çünkü Arap yarımadasında yağmacılık ve saldırganlık alabildiğine yaygındıO halde fetva hususunda dördüncü ihtimalden başka bir çare olmadığı anlaşılmıştır.

Beşinci ihtimal ise, takva yoludurHatta takvanın kemâli mübah mallarda dahi ihtiyaçtan fazlaya kaçmamaktır; dünyada geniş adımlar atmayı tamamen terketmektirBu ise âhiret yoludurBiz şu anda halkın maslahatıyla ilgili fıkıh hakkında konuşuyoruzZahirî fetvaların, maslahatlara uygun yolu ve hükmü vardırDinin yolunda ise, ancak fertler yürüyebilirEğer bütün halk dünyayı terkedip onunla meşgul olursa, nizam bozulur; âlem harap olurÇünkü dinin yolu âhirette büyük bir mülkü aramak demektirAynı şekilde bütün halk, dünya saltanatı peşinde koşup kıymet bakımından biraz düşük olan sanatları terketse yine nizam bozulurNizamın bozulmasıyla mülk de bozulmuş olurBu bakımdan, sanatçılar sanatlarına, saltanat sahiplerinin mülkü nizam ve intizama girsin diye bağlanmışlardırEğer bu olmasaydı, dindarların dinleri de sağlam kalamazdıO halde dinin sağlam kalması, halkın çoğunun dindarların yolundan yürümesine ve dünya emirleriyle meşgul olmasına bağlıdırBu ise ezelî irade ile geçmiş bir taksimdir ve Allahü teâlâ bu taksime şu ayetle işaret buyurmaktadır:

Onlar mı rabbinin rahmetini taksim ediyorlar? Onların bu dünya hayatındaki rızıklarmı aralarında biz paylaştırdıkBir kısmını da derecelerle diğerine üstün kıldık ki, biri diğerine iş gösterebilsin. (Zuhruf/32)

İtiraz: Haramın, helâl kalmayacak derecede umumîleştirilmesinin takdir edilmesine gerek yokturÇünkü bu olmuş bir hâdise değildir ve bunun olmayacağı da mâlumdurŞüphe yoktur ki, malın bir kısmı haramdırBu haram olan kısmı en azı veya en çoğudurFakat malın en çoğunun haram olması hususunda biraz düşünmek gerekirSiz, tamamına oranla malın en azı haramdır dedinizSizin bu hükmünüz açıktırFakat mesâlih-i mürsele'den olmayan ve bu malın edinilmesinin caiz olduğuna delâlet eden bir delil olması gerekirOysa sizin daha önce zikretmiş olduğunuz taksimlerin hepsi mesâlih-i mürsel' dendirGetirilen delil ulemanın ittifakıyla makbûl olmalıdırÇünkü birtakım âlimler mesâlih-i mürsele' yi (delil olarak) kabul etmemektedirler51

Cevap: Eğer malın en azının haram olduğu kabul edilirse, Hazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın asr-ı sâadetleri delil olarak bize kâfidirOysa bu mübarek asırda faizle, hırsızlıkla, ihânetle ve yağmacılıkla elde edilen mallar da vardıEğer malın en çoğunun haram olduğu bir zaman takdir edilse, yine de o zamanın malından edinmek helâldirBunun delili ise şu üç emirdir:

1Birinci delil daha önce saydığımız taksimattır ki bu taksimatın dört kısmını iptal, beşinci kısmını isbat etmiştikZira bu durumun, yeryüzündeki bütün malların haram olduğu zamanda icra edilmesi, malın en fazlasının veya en azının haram olduğu zamanda icra edilmesinden daha uygundurİtirazcının, bu mesâlih-i mürseledir şeklindeki sözü, hevesten başka bir kıymet taşımamaktadır; zira bunun böyle olmasını, ancak zannî emirler hakkında hayalî düşüncelere dalan bir kimse tahayyül etmiştirBizim söylediğimiz ise kesindir; çünkü biz din ve dünyanın ıslah edilmesinin, ilâhî nizamın hedefi olduğunda zerre kadar şüpheye düşmemekteyiz ve bu zarurî olarak bilinen bir husustur; zann ve hayal değildirŞek ve şüphe yoktur ki, bütün insanları zaruret veya ihtiyaç kadarına icbar etmek veya sahradaki otların, dağdan avlanan hayvanların etlerini yemeye zorlamak önce dünyayı, dolayısıyla ikinci derecede de dini târumar ederBu bakımdan varlığında şüphe edilmeyen birşeyin, varlığına şehadet edecek bir asla ihtiyacı yokturAncak şahıslarla ilgili zann ve hayaller için şahid ve delil getirmeye ihtiyaç vardır.

2, İkinci delil, cüz'î kıyaslara aşina olan fakihlerin ittifak ettikleri mazbut bir asla reddedilmiş ve tahrir olunmuş bir kıyas ile illetlendirmektirHer ne kadar haramın bütün dünyayı kapladığı bir zamanda gönderilen peygamberin zarurî vazifesi olan ve daha önce zikrettiğimiz küllî emrin benzerine nisbet edildiğinde tahsil ehlinden kemâle eren kimselerce cüz'î kıyaslar hakir görülse dahi. . . Hatta böyle bir zamanda gönderilen peygamber, belirttiğimizin dışında hükmetse, âlem alt üst olurCüz'î ve muharrer (tahrir ve tesbit edilmiş) kıyas şudur: Sayılı olmayan emirlerden olup muayyen alâmetlerden yoksun birşey hakkında bir asıl ile bir galip çarpışmaktadır. . .

Bu bakımdan burada, çarşı çamuruna, hristiyan kadının testisine ve putperestlerin kaplarına kıyaslanarak galip ile değil, asıl ile hükmedilirBiz bunu daha önce sahabenin fiiliyle ispatlamıştık'Muayyen alâmetler kesilmiştir' sözümüz, hakkında ictihad edilebilecek kapları tarifin kapsamı dışına çıkarır'Sayısı belli olmayan' sözümüz ise, kesilmiş hayvan ile karışan murdar hayvanı ve ecnebi (nikâh düşen) kadınla karışan süt anneyi tarifin dışına çıkarır.

İtiraz: Suyun temiz olması, kesin ve asıldırOysa mallarda aslın helâl olduğunu kabul eden kimdir? Aksine mallarda asıl olan haram olmaktır.

Cevap: Domuz ve içki gibi, kendisinde bulunan bir sıfattan dolayı haram olmayan mallar, tıpkı suyun abdest almaya uygun yaratıldığı gibi, muamelelerin tarafların rızasıyla kabul edilmesi kabiliyetini taşıyan bir özellikte yaratılmıştırOysa ikisinden de, bu kabiliyet ve uygunluğun yok olması hususunda şüphe vâki olmuşturO halde ikisi arasında herhangi bir ayırım yoktur; çünkü böyle bir mal, ancak zulüm sebebiyle, tarafların rızası olmasına rağmen muamele kabul edilmekten çıkmış olurTıpkı suyun, necasetin düşmesiyle abdest için kullanılmaktan çıktığı gibi. . . Öyleyse ikisi arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.

İkinci cevap şudur: Malın elde bulunması, onun mülkiyetine açıkça delâlet eden bir delil olup istishab yerine geçerHatta istishabdan daha kuvvetlidirBunun delili, şeriatın eli istishaba ilhak etmesidir; zira bir kimsenin borçlu olduğu iddia edildiği takdirde, söz alacaklının değil, borçlu olduğu iddia edilenindirÇünkü asıl, onun borçtan uzak olmasıdırİşte bu istishabdırBir kimsenin elinde bulunan bir mülkün başkasına ait olduğu iddia edilirse, sözmalı elinde bulunduran kişinindirÇünkü el, burada istishab yerine geçerBu bakımdan, herhangi bir insanın elinde bulunan birşeyde asıl, onun el sahibinin (yani kimde bulunuyorsa onun) mülkü olmasıdırAncak muayyen bir alâmet, bunun hilâfına delâlet ederse, o zaman iş değişir.

Üçüncü delil şudur: Adedi belli olmayan bir cinse delâlet edip muayyen birşeye delâlet etmeyen herşey, kesin bile olsa nazar-ı itibara alınmazBu bakımdan zann yoluyla delâlet ettiği zaman, itibara alınmaması daha uygundurŞöyle ki; Zeyd'in mülkü olduğu bilinen birşeyin hakkı, onun izni olmaksızın başkasının tasarrufundan menedilmektirSahibinin var olduğu bilinen fakat onu veya varisini bulmaktan ümit kesilen bir mal müslümanların umumî menfaatine sarfedilmek üzere hazırlanan maldırBöyle bir malda maslahat hükmüyle tasarruf etmek caiz olurSahibinin on veya yirmi kişi gibi, adedi belli olan bir kitlenin içinde bulunduğu anlaşılan bir malda ise maslahat hükmüyle dahi olsa tasarruf etmek yasaktırBu bakımdan elinde bulunduğu kişiden başka sahibi var mıdır, yok mudur diye şüpheli olan bir mal, sahibinin olduğu kesinlikle bilinip fakat aynısı bilinmeyen maldan hükmen daha fazla olamaz; yani en fazla o mal kadar bir hükmü olabilirO halde umumî menfaat ve maslahat için böyle bir malda da tasarruf caiz olur.

Böylece maslahatı beş kısımda zikrettikBu bakımdan bu asıl onun delili olur; nasıl olmasın? Oysa sahibi kaybolmuş her malı sultan, müslümanların maslahat ve menfaatine sarfedebilirFakirler ve benzerleri bu maslahatların cümlesindendirBu bakımdan eğer o mal bir fakire verilirse, fakir onu mülk edinirFakirin o maldaki tasarrufu da geçerli sayılırEğer o mal fakirden çalınırsa, çalanın eli kesilirO halde, fakirin, başkasının mülkündeki tasarrufu nasıl geçerli sayılır? Demek ki bu tasarrufun geçerli sayılması, ancak bizim 'ınashalat gereği kendisine intikal eden mal fakire helâldir' hükmümüze binaen olurİşte görüldüğü gibi, biz maslahatın gereğiyle hükmetmiş oluyoruz.

Eğer 'Böyle bir malda ancak sultanın tasarruf hakkı vardır' denilirse buna şöyle cevap veririz: Sultan dahi sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etme salâhiyetini haiz' değildirOna böyle bir tasarrufu, maslahattan başka bir sebep caiz kılamazMaslahat da şudur: Sultan, sarfetmediği takdirde mal zâyi olacaktır, Bu bakımdan mal, sultanın tasarruf edip mühim bir yere sarfetmesiyle zâyi olup gitme arasında bulunmaktadırMühim bir noktaya sarfedilmesi ise, zâyi olmasından daha iyi ve daha uygundurO halde hüküm; malın mühim noktaya sarfedil mesine ric'at etmiştirHakkında şüphe edilen ve haram olduğu bilinmeyen mal hakkında maslahat, elin delâletiyle hükmetmektedirBöyle bir mal, kimlerin elinde bulunuyorsa, onlara terkedilirZira şüphe sebebiyle onu ellerinden almak ve kendilerine 'Siz ancak ihtiyacınız kadarını sarfedebilirsiniz' şeklinde zorluk çıkarmak bizim daha önce zikrettiğimiz zararlara yol açar.

Maslahat yönleri değişiktirZira sultan, bazen o mal ile bir köprü yapmayı maslahata uygun görür; bazen de İslâm ordusuna sarfetmeyi, ya da fakirlere dağıtmayı. . . Hülâsa sultan, maslahat neyi gerektiriyorsa onun etrafında dönüp dolaşmak mecburiyetindedirBöylece bu gibi mallar hakkında fetva da maslahat noktası etrafında dönerBundan şu hüküm çıkar: Halk, aynıların mülkiyetinde hususî bir delile istinad etmeyen zanlardan dolayı malların aynılarında tasarruf etmekten sorumlu değildir; tıpkı malın sahibi olduğunu bilip de onun kimliğini ve kendisine işaret edilerek 'İşte budur' denilecek keyfiyetini bilmedikleri takdirde o malda tasarruf eden sultanın ve o maldan alan fakirlerin sorumlu olmadıkları gibi. . . Bu mânâda, mülklerin aynısıyla mülk sahibinin aynısı arasında hiçbir fark ve ayrılık yoktur.

Karışma şüphesinin beyan ve izahı budurBurada yalnızca sıvı maddeler, paralar ve aynı adamın elinde bulunan ticarî eşyaların karışması hakkında düşünme keyfiyeti kalmıştırBunun açıklaması ise zulmen alınmış şeylerden kurtulma bahsinde gelecektir.

Üçüncü Kaynak

Malı helâl kılan sebebe herhangi bir günahın ârız olmasıdırBu günahın ârız olması, ya o sebebin karinelerinde veya levâhıklarında (gelecekte ona iltihak edenlerde) veya sevâbıklarında (önceden geçenlerde) veyahut ivazındadırBu günahlar, akdin fâsid olmasını ve malı helâl kılan sebebin iptal edilmesini icab ettirmeyen günahlardandır.

Malı helâl kılan sebebin karinelerinde bulunan günahın misali; cuma ezanı vaktinde alış veriş yapmak, hayvanı gasbedilen bıçak ile kesmek, yine gasbedilen keser (ve balta) ile meşeden odun kesmek, başkalarının alış-verişine karşı çıkıp ikinci bir alış-veriş yapmak, başkasının pazarına karşı çıkmak (gibi haller) dirBu bakımdan akidlerde varid olan ve akdin fâsid olduğuna delâlet etmeyen her yasaktan (ki bunun misalidir) kaçınmak takvadırBu yollarla elde edilen malın haram olduğuna hükmedilmezse bile, böyle bir mala şüpheli adını vermekte müsamaha vardırÇünkü şüphe çoğu zaman cehalet ve iştibah için kullanılırOysa burada iştibah (karıştırma) yokturAksine başkasının bıçağı ile kesmenin günah olduğu ve yine o bıçakla kesilen hayvanın etinin helâl olduğu herkesin mâlumudurFakat şüphe kelimesi, bazen müşâbehet kökünden gelir. (Bundan dolayı da bu tarzdaki hareketlere ıtlak olunmuştur) .

Bu yollarla elde edilen malı almak mekruhturKerahet ise harama benzer. (Bunun için de bu kısma şüphe ismi verilmiştir) Eğer şüpheden bu kastediliyorsa, bu kısma şüphe ismini vermek yerinde olurAksi takdirde buna şüphe değil, kerahet ismi vermek gerekirMânâ bilindiğinde isimler hakkındaki münakaşa yersiz olurFakihlerin âdeti, isimlerde müsamaha göstermektir.

Bu kerahetin üç derecesi vardır:

Birinci derece, harama yakındır ki böyle birşeyden kaçınmak mühimdirSonuncu derece, bir nevi mübalağaya varır ve neredeyse vesvesecilerin takvasına iltihak ederBu iki derece arasında iki tarafa da kayan ortalar vardır52 Bu bakımdan gasbedilen bir köpekle avlanmaktaki kerahet, gasbedilen bıçakla kesmekteki kerahetten veya gasbedilen ok ile öldürülen avdaki kerahetten daha şiddetlidir; çünkü köpeğin ihtiyari vardırBu köpeğin avlandığı hayvanın köpek sahibine mi yoksa avcıya mı ait olduğu hususunda ulema değişik fikirler ileri sürmüşlerdirBundan sonra, gasbedilen bir araziye ekilen tohum hakkındaki şüphe gelir; zira burada ziraat tohum sahibinindirAncak bunda şüphe vardırEğer biz, arazi sahibinin ziraatı hapsetme hakkı vardır dersek, o zaman bu tıpkı haram fiyat gibi olurAncak kıyas, böyle bir hapis hakkının bulunmamasını gerektirir.

Nitekim gasbedilen el değirmeninde öğütülen unda ve gasbedilen ağla avlanan balıklarda da durum böyledir; zira ağla elde edilen şeylerde ağ sahibinin herhangi bir hakkı yoktur.

Bundan sonra, gasbedilen keser (veya balta) ile kesilen odunların keraheti gelirDaha sonra da kendi malını gasbedilmiş bıçakla kesme keraheti gelir; zira hiç kimse böyle bir bıçakla kesilmiş hayvanın haram olduğunu iddia etmemiştir.

Bundan sonra cum'a ezanı vaktinde yapılan alışverişin keraheti gelir; zira bunun akid hedefiyle ilgisi pek zayıftırHer ne kadar bir kavme göre böyle bir akid fâsid ise de. . . Zira bu durumda, alışverişle yalnızca kendisine vacib olan başka bir vazifeyi yapmamış olurEğer böyle bir hareketle alışveriş fasid olacak olursa bir dirhem zekât borcu olan veya vaktinde kılınması farz olan bir namaz kazası bulunan veya kendisinde bir danik zulüm malı bulunan kimselerin alışverişinin de fâsid olması gerekirÇünkü alışverişle iştigal etmek, bu vacibleri yerine getirmeye mânidir.

Bu bakımdan cum'aya gitmenin vacib olması, ancak ezandan sonradırBöyle bir fetva zâlimlerin çocuklarının nikâhının sıhhatli ve doğru olmadığına da delâlet ederYine zimmetinde bir dirhem bulunan kimsenin nikâhının da fâsid olması gerekir; çünkü adam, bu alışverişle meşgul olursa, yapılması vacib olan bir fiilden geri kalmış olurAncak cum'a günü için özel bir yasak vârid olmuşturBundan dolayı, zihinlere cum'anın ayrı bir özelliği olduğu gelebilirBu bakımdan, cum'a günü ezan vaktinde yapılan alışverişin, bütün bu saydıklarımızdan daha şiddetli mekruh olması sözkonusu olurBöyle bir şeyden sakınmakta beis yokturAncak böyle şeylerin nazar-ı itibara alınması bazen insanı vesveseye sürüklerHatta zalimlerin kızlarıyla evlenmekten ve onlarla insanî ilişkilerde bulunmaktan çekinmeye sebep olur. (Bu ise, tehlikeli bir durum arzeder) .

Anlatıldığına göre muttakî bir zat, adamın birinden birşey satın alırAncak daha sonra onun o şeyi cum'a günü satın aldığını işitince 'Belki bunu cum'a ezanı okunduğu zaman satın almıştır' korkusuyla aldığı şeyi geri verir.

Böyle yapmak, mübalağanın son haddidir; çünkü adam malı, bir şekten ötürü geri veriyorBu vehmin benzeri, yasakların ve ifsad edenlerin takdiri aynı şekilde cumartesi ve sair günlerde de mümkündürTakva güzeldir; bu husustaki mübalağa ise, daha güzeldirFakat bütün bunlara rağmen bunun da bir sınırı olmalıdır.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Toslaşanlar (mübalağa edenler) helâk oldular53

Bu bakımdan bu mübalağaların benzerlerinden sakınmalıdır; zira bu mübalağalar sahibine zarar vermese bile, başkalarına böyle yapmanın mühim birşey olduğu vehmini vermektedir. Sonra o başkaları da bundan daha kolay olanı bile yapmaya çekinirBöylece takvanın esası terkedilmiş olurZamanımızda birçok kimsenin dayanağı budurZira önlerindeki yol karartılmıştırOnlar da bunu hakkıyla yapmaktan ümitsizliğe düşerek hepsini atmışlardırBu bakımdan nasıl ki taharet hususunda vesveseli olan kimse, taharetten aciz kalıp sonunda onu terkediyorsa, helâl hususunda vesveseleri olan bazı kimselerin zihnine de dünya malının tamamının haram olduğu vehmi kaçarBöylece oldukça geniş hareket ederek helâl ile haram arasındaki farkı kaldırırlarBu ise, sapıklığın ta kendisidir!

Levâhık'ın misaline gelince. . . Onun misali, seyrinde (cereyan şeklinde) herhangi bir günaha yol açan her muamele ve tasarrufturBunun en âlâsı içki imal edene üzüm, gulampârelikle şöhret bulana genç köleler ve yol kesenlere kılıç satmaktırUlema böyle bir satışın sıhhatli olup olmadığı ve bundan elde edilen paranın helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.

En uygunu böyle bir alışverişin sıhhatli ve alınan paranın da helâl olmasıdırAncak kişi, bu akdi yaptığından dolayı günahkâr olur; tıpkı hayvanı gasbettiği bıçakla kesen kimsenin günahkâr olduğu gibi. . . Oysa kesilen hayvan helâldirAncak kişi, günah işlenmesine yardım ettiği için günahkâr olur; zira bunların akdin kendisiyle ilgi ve irtibatı yokturO halde böyle bir alışverişten alınan mal, şiddetli bir mekruhtur; onu terketmek, mühim bir takvadırFakat haram değildirKerâhet bakımından bunun arkasında içki imal etmeyip de içene üzüm satmak, harp ve zulüm edene kılıç satmak gelirÇünkü burada ihtimaller çarpışmaktadırSelef-i sâlihîn, fitne zamanında kılıç satmayı herhangi bir zâlim satın alabilir korkusuyla kerih görmüşlerdirİşte bu, birincisinden daha üstün bir takvadırBuradaki kerahiyetse oradakinden daha hafiftirKerahet derecesinde bundan sonra mübalağa olanı gelirBu mübalağa olanı, neredeyse vesveseler grubuna iltihak edip o gruptan sayılacaktırBu da bir cemaatin 'Çiftçilere çiftçilik aletleri satmak caiz değildir; çünkü onlar bu aletlerle ziraat yapıp elde edilen mahsulü zâlimlere satabilirler, Oysa zâlimlere sığır ve çiftçilik aletleri satılamaz' fetvası ve takvasıdırBöyle bir takva, vesvesenin ta kendisidir.

Çünkü böyle bir takva tatbik edildiği zaman, çiftçiye herhangi bir yiyecek maddesinin satılmasının da caiz olmaması gerekir; zira böyle bir yiyecek maddesi ona çiftçilik yapma kuvveti verir ve aynı zamanda yine bu illetten dolayı ziraatin umumî suyla sulanması da caiz olmazBöyle bir takva, dinde yasaklanan toslaşma haddine varırHayr niyetiyle birşeye yönelen herhangi bir kimse, bir ilim tarafından frenlenmediği takdirde israfa girerBöyle bir kimse, çoğu zaman dinde bid'at olan birşeyi yapmaya yeltenirKendisinden sonra gelen insanlar da o bid'at ile zarar görürlerOysa kendisi hayırla meşgul olduğunu sanmaktadır.

İşte bunun içindir ki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Âlimin âbid'e olan üstünlüğü; benim, ashâbımın derece bakımından en küçüğüne olan üstünlüğüm gibidir54

Allahü teâlâ'nın şu ayetinin din ile toslaşanlar hakkında nâzil olmuş olmasından korkulur:

Onların, dünya hayatında yaptıkları çalışmaları boşa gitmiştirOysa kendileri güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı. (Kehf/104)

Sonuç olarak, insanın takvanın incelikleriyle uğraşması uygun bir hareket değildirYapılsa bile ancak müdekkik bir âlimin kontrolu altında yapılmalıdırÇünkü insanoğlu ilâhî nizam tarafından kendisi için çizilen sınırları aşıp ilâhî emirleri dinlemeksizin kendi kafasına göre hareket ettiği zaman, ifsad edeceği, ıslâh edeceğinden daha fazla olur.

Rivâyet olunduğuna göre, Sa'd b. Ebî Vakkas üzümünün, şarap yapan kimselere satılabileceği korkusuyla bağını yakmıştır Fakat ben bunun meşrû bir tarafını görmüyorumAncak Sa'd b. Ebî Vakkas'ın, bağının yakılmasını icab ettiren özel bir sebebi varsa o başka; zira rütbe ve derece bakımından Hazret-i Sa'd'dan daha üstün olan ashâb-ı kirâm ne üzüm bağlarını, ne de hurmalıklarını yakmışlardırEğer böyle birşey caiz olsaydı, zina korkusundan tenasül uzvunun, yalan korkusuyla dilin ve bunun gibi daha nice organların kesilmesi de caiz olurduOysa bunların hiçbiri caiz değildir.

14-10

Mukaddimelere gelince. . . Bunlar, mâsiyetin sirayet etmesi (oluşması) bakımından üç derecedir:

1Birinci derece ki kerahetin, şiddet bakımından en yüksek derecesidir şudur: Edinilen malda tesiri bulunan şeylerdir; gasbedilmiş bir yem ile beslenen veya haram merada otlayan koyunun etinden yemek gibi. . . Bu masiyettir ve masiyetin devamlılığına da sebeptir, çünkü o koyunun kalan kanı, eti ve parçaları çoğu zaman o haram yemden olurİşte bu kabil şeylerden kaçınmak, vacib değilse bile mühimdirBunun böyle olması gerektiği, selefin bir kısmından nakledilmiştir.

Ebû Abdullah et-Tûsî et-Turugandî'nin bir koyunu vardıOnu hergün omuzuna alıp sahraya götürür ve orada otlatır; kendisi de namaz kılardıOnun sütünden içerdiBir gün koyunu unuttuKoyun bir bostanın kenarında bulunan bağların yapraklarından yedi. Bunun üzerine Ebû Abdullah koyunu orada bıraktı ve götürmeyi helâl görmedi. (Bu, ihtiyat ve takva bakımından böyledir. Şeriat açısından böyle birşey sözkonusu değildir) .

İtiraz: Rivâyet edildiğine göre Abdullah b. Ömer ile kardeşi Ubeydullah bir deve satın aldılarOnu sadaka develerine mahsus koruya gönderdilerBöylece develeri orada tavlanıncaya kadar otladıBunu haber alan Hazret-i Ömer onlara 'Siz bu deveyi koruda mı otlattınız?' dediEvet demeleri üzerine de devenin yarısını (hazine için) onlardan aldıBu hareketi delâlet eder ki, Hazret-i Ömer yemden meydana gelen etin yem sahibine ait olduğu görüşündeydiÖyle ise bu kabil bir fiil tahrimi icab ettirir.

Cevap: Durum sizin söylediğiniz gibi değildir; çünkü yem, hayvanın yemesiyle değişiklik geçirip ifsad olurEt ise, yeni bir yaratıktır; yemin aynısı değildirBu bakımdan şer'an yem sahibinin o hayvanda ortak olması, sözkonusu değildirFakat Hazret-i Ömer iki oğlunu (bütün müslümanların malı olan) meranın otlarının kıymetinden mesul tutmuş ve bunun da devenin yarısı kadar olduğuna karar vermiştirBunun için de kendi ictihadıyla devenin yarısını onlardan almıştır; tıpkı valisi Sa'd bEbi Vakkas'ın -vazife yeri olan Kûfe'den döndüğünde malının yarısını aldığı gibi. . . 55

Hazret-i Ömer aynı şekilde valisi Ebû Hüreyre'nin de malının yarısını almıştır; çünkü o, vali ve memur olan kimsenin bu kadar mala hak kazandığı görüşünde değildiMemurların hakkı olarak o malın yarısını kâfi görmekteydiBunun için de ictihad olarak böylelerine ancak o malın yarısını takdir buyurmuştur.

2İkinci derece ise, Bişr bHâris'ten noklolunandır: O, zâlimler tarafından açılan kanallarda akan suyu içmezdiÇünkü bu suyu zâlimler eliyle açılan kanallar getiriyordu ve zâlimler, kazıldıkları sırada o kanallara haram mal sarfetmekle Allah'a isyan etmişlerdirBaşka biri de zulmen kazıtılmış kanallardan akan su ile sulanmış bağların üzümünü yemekten kaçınmıştırBu ikincisibirincisinden daha yüksek ve takvada da daha mübalağalıdırBaşka birisi ise yollarda sultanlar tarafından yaptırılmış olan sarnıçlardan su içmekten kaçınmıştırBundan daha üstünü, Zünnûn-u Mısrî'nin kendisine gardiyanın eliyle getirilen helâl yemekten yememesi ve 'Bu bana, bir zâlimin eli üzerinde gelmiştir' demesidirBu rütbelerin dereceleri, hadde hesaba gelmeyecek kadar çoktur.

3Üçüncü derece ise, vesvese ve mübalağaya pek yakındırŞöyle ki: Zina etmek veya başkasına iftira atmak suretiyle Allah'a isyan eden bir kişinin eliyle gelen bir helâli yemekten kaçınan kimsenin hareketidirOysa helâli böyle bir kimsenin getirmesi, haram yiyen bir kimsenin getirdiği helâli yemek kadar tehlikeli de değildirÇünkü haram yemek suretiyle helâli taşıyan bir kimse, bunu haram gıdadan kazandığı kudretle taşımaktadırZina ve iftira ise, helâli taşımaya yardım eden bir kuvvet sağlamazHatta bir kâfirin eliyle gelen helâli almaktan sakınmak dahi vesvesenin ta kendisidirAncak haramı yemek böyle değildir. (Yani haram yiyenin eliyle gelen maldan yemek mahzurludur) Çünkü küfrün yiyecek maddesinin taşınmasıyla uzaktan veya yakından hiçbir ilgisi yokturBöyle bir düşünceye sahip olmak (tehlikeli olduğu gibi) insanı, gıybet veya yalan ile Allah'a isyan eden bir kimsenin elinden de helâl mal almamaya sürüklerBu ise din ile toslaşmak demek olup israfın ta kendisidir.

Bu bakımdan Zünnûn-u Mısrî ve Bişr bHâris'in helâli getiren sebepteki masiyetten ötürü takvalarında görülen bu titizlik zapt u rapt altına alınmalıdır; zâlimler eliyle açılan kanallardan ve haram gıdadan istifade eden elin kuvvetiyle ulaştırılan helâl mal gibi. . .

Yapan sanatkâr muhakkak bir gün herhangi bir insanı dövmek veya sövmek suretiyle Allah'a isyan etmiştir diye testiden su içmekten kaçınan kimsenin bu hareketi de vesvese olurHaram yiyen bir kimsenin sürdüğü veya güttüğü koyunun etini yemekten kaçınan kimsenin takvası, gardiyanın elinden kabul edilmeyen helâl yemek hususunda gösterilen takvadan daha düşük bir takvadırÇünkü yiyecek maddesini gardiyanın kuvveti sevkederKoyun ise, kendi kuvvetiyle yürür; güden kimse yalnızca onun yoldan çıkıp sağa sola kaçmasını önlerBöyle bir takva vesveseye yakındırBizim bu emirlerin tabiî olarak yol açtığı ihtimalleri nasıl inceden inceye ve kademe kademe izah ettiğimizi dikkatle izleyin!

Bütün bunlar zâhir ulemasının fetvası dışındadır; zira fakîhin fetvası, bütün halk için teklifi mümkün olan birinci dereceye tahsis edilirEğer halk, bu fetva üzerinde ictima ederse dünya harap olmazAma bunun dışında kalan muttakîler ve salihlerin takvası gereğince hareket etmek böyle değildirBu husustaki fetva Hazret-i Peygamber'in Vâbise'ye söylediğidirHazret-i Peygamber, Vâbise'ye şöyle demişti: 'Sana fetva verseler de, fetva verseler de, fetva verseler de sen yine kalbinden fetva iste'56 Bunun böyle olduğu, Hazret-i Peygamber'in 'Günah, kalplerin elem duymasıdır' sözleriyle de bilinir.

Müridin göğsünde şüphe uyandıran herşey, bu sebeplerdendirEğer mürid, kalbinin elem duyduğu şeyi yapmaya yeltenirse, ondan zarar görmüş olur ve kalbi de hissettiği elem kadar kararırFakat Allah'ın ilminde haram olan herhangi birşeyi helâl zannederek yaparsa, bunun, kalbinin katılaşmasında menfi bir tesiri olmazAncak zâhire bakıp fetva veren âlimlerce helâl olup da kalbinde helâlliği hususunda şüphe bulunan birşeyi yapmaya yeltenirse, bu hareket kendisine zarar verirTakva hususundaki mübalağanın yasak olması hakkında zikrettiğimiz hükme gelince; biz bundan, normal ve saf bir kalbin, böyle emirlerden herhangi bir elem hissetmeyen kalp olduğunu kasdetmiştikEğer vesveseli bir kimsenin kalbi normal hareketten kayar, yapacağı iş hakkında şüphe hisseder ve bu şüphe ile birlikte yine de o işi yaparsa, bu iş kendisine zarar verirÇünkü kişi nefsi hakkında kalbinin fetvasıyla muâhaze edilirİşte böylece taharet ve namaz niyeti hususunda da vesveseye düşenin durumu şiddetlenir; çünkü böyle bir kimsenin kalbinde, suyun üç defa yıkamaya rağmen abdestin bütün cüzlerine varmadığı zannı galip gelirse ve bu zannın menşei de vesvese ise, böyle bir kimseye suyu dördüncü defa kullanmak vacib olurBöyle bir kimse haddizatında yanılmış ise de, bu dördüncü yıkayış onun için gerekli olurİşte bunlar katı hareket eden ve teşdide yönelen kimselerdirAllah da onlar hakkında şiddetli hükümler vermiştir57

Bu sırra binaen Allahü teâlâHazret-i Mûsa'nın kavmine, kesilmesi gereken inek hakkında fazla sual sordukları zaman, şiddet gösterdiEğer onlar bakara kelimesinin umumî mânâsıyla iktifa edip bu kelimenin kapsamına giren herhangi bir ineği kesmeyi kâfi görselerdi, bu kendileri için yeterliydiBu bakımdan, gerek menfî, gerek müsbet olarak tekrarlaya geldiğimiz şu inceliklerden gâfil olma! Çünkü kelâmın hakikatine muttali olmayan ve kapsayıcı yönlerini ihâta etmeyen kimsenin, kelâmın maksatlarını idrâkte aldanması yakın bir ihtimaldir.

İvazdaki günahkârlık ve mâsiyete gelince. . . Bunun da dereceleri vardırEn yüksek derecesi ki kerahiyet burada şiddetlenir şudur: Kişi bir şeyi borç ile alıp onun pahasını, gasbettiği veya çaldığı bir şeyden veya herhangi bir haram maldan öderBu bakımdan burada şöyle düşünmeli: Eğer satıcı sattığı malı, karşılığını almazdan önce kendi rızasıyla müşteriye teslim etmişse, alıcı da borcunu ödemeden önce onu yeyip tüketmişse, o mal helâldirOnu terketmesi parasını vermeden önce icmâ ile farz değildir; farz olmadığı gibi, çok kuvvetli bir takva da değildir.

Bu bakımdan yedikten sonra o malın karşılığını haramdan verirse, hiç vermemiş gibi olurO malın pahasını (ve karşılığını) hiç vermemiş sayıldığı takdirde de borca aldığı o malı zimmetine geçirmek suretiyle zulmen alınmış bir malı yüklenmiş olurBöyle olması, daha önce borç alınan malın harama inkılâp etmesini gerektirmezEğer o malın pahasını haramdan verir ve satıcı da verilen paranın haramdan olduğunu bildiği halde onun borcunun ödenmiş olduğunu kabul ederse, müşterinin zimmeti mesuliyetten kurtulurAncak zimmetinde, satıcıya vermek suretiyle haram dirhemlerde tasarruf etmesinin mesuliyeti kalırEğer satıcı ödenen paranın helâl olduğu zannıyla onun borcunun ödenmiş olduğunu kabul etse, bu durumda beraet hasıl olmazÇünkü satıcı onu, hakkını aldığı kanaatıyla tebrie etmektedirBorçlunun verdiği ise hakkın ifasına elverişli değildirİşte satın alınanın, ondan yemenin ve alıcının zimmetinin hükmü budur.

Alıcının, satan kimsenin kendi rızasıyla teslim etmediği bir malı alıp yemesi haramdırOnu ister pahasını haramdan ödemeden önce yesin, isterse de ödedikten sonra yesin, hüküm değişmez; çünkü fetvanın işaret ettiği hüküm; satılan malın hapsetme hakkının satıcıda olduğudurSatıcı, mülkiyeti, karşılığını almak suretiyle belli oluncaya kadar satılan malı hapsedebilirSatılan malın karşılığının alınmasıyla müşterinin mülkiyeti de belli olur. . . Satıcının hapsetme hakkı, ancak ibra etmekle veya karşılığını almakla düşerBu meselede, bunların hiçbiri câri olmadığı takdirde satıcı o malı yese kendi malını yemiş olurRehin olarak verdiği yiyecek maddesini rehin alanın izni olmaksızın yiyen kişi günahkâr olduğu gibi; sattığı halde henüz karşılığını almadığı için elinde bulunan malı yiyen satıcı da günahkâr olmuş olurAncak böyle bir malı yemekle başkasının malını yemek arasında fark vardır; fakat haramlığın esası hepsini kapsamaktadırBütün bu hükümler, malın, karşılığı verilmezden önce alınması ister satıcının kendi rızasıyla olsun, isterse olmasın halinde böyledirFakat önce haram karşılığı verip malı sonra alırsa (bu durumda düşünülür) Eğer satıcı karşılık olarak verilen malın haram olduğunu bildiği halde satılan malı müşteriye vermişse, kendisinin o malı hapsetme hakkı düşmüş olurAncak müşteri borcunu ödemiş sayılır; çünkü satıcının aldığı para satılan malın karşılığı değildirBuna rağmen malın karşılığının kalması sebebiyle satılan malın yenmesi haram olmazEğer satıcı o verilen karşılığın haram olduğunu bilmez ve bildiği takdirde de razı olamayacak bir tipte ve satılan malı teslim etmeyecek bir karakterde ise, bu telbis yüzünden satılan malı hapsetme hakkını kaybetmez.

Bu bakımdan satıcının böyle bir malı yemesi, ibra olununcaya kadar, rehin tutulan bir malın yenilmesinin haram olduğu gibi haramdırKarşılığı helâlden verilinceye kadar yahut da satıcı harama razı olup alıcıyı borçtan ibra edinceye kadar o malın yenilmesi tıpkı rehin tutulan bir malın yenilmesi gibi haramdırBöyle bir durumda alıcının ibrası sahih olur; fakat satıcının harama rıza göstermesi doğru olmazBu fetva fıkhî kaidelerin gereği, helâl ve haramın birinci derecesindeki hükmün beyanıdırBöyle birşeyden kaçınmak ise, çok mühim olan takva kısmındandır; çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, masiyet, insanı birşeye ulaştıran sebepte yerleştikçe daha da şiddetlenirİnsanı herhangi birşeye ulaştıran sebeplerin en kuvvetlisi ise paradırEğer bu haram para olmasaydı satıcı malını müşteriye teslim etmeye elbette razı olmazdı.

Bu bakımdan satıcının malını teslim etmeye razı olması, onu şiddetli mekruhluktan çıkaramazAncak bununla adâlet yıkılmaz; yani fert böyle birşeye rıza göstermekle âdillik sıfatını kaybetmezYalnız takva ve verâ' derecesi böyle bir muamele ile ortadan kalkarMeselâ bir sultan bir araziyi veya bir elbiseyi, fiyatını vermeden önce satıcının rızasıyla alıp sıla-i rahim veya ikram olarak herhangi bir fakihe veya başka birisine teslim etse ve alan kişi de sultanın bu malın pahasını sonradan helâlden mi yoksa haramdan mı ödeyeceği hususunda şüpheye düşse; bu durum, birinci misaldekinden daha hafiftirÇünkü şüphe, pahaya günah karışıp karışmaması hususunda vâki olmuşturHafifliğin derecesi, sultanın malındaki haramın çokluk ve azlığına ve o mal hakkındaki zann-ı galibe bağlıdırOnun bir kısmı diğerinden daha şiddetlidirBu bakımdan burada müracaat yeri, kalpte müsbet bir tesir bırakan husustur.

İkinci derece; satın alınan malın karşılığı gasbedilen birşey veya haram değildir; fakat harama zemin hazırlayıcıdırMeselâ satın aldığı malın bedeli olarak içki içen bir kimseye üzüm veya yol kesen bir kimseye kılıç vermek gibi. . .

Böyle bir hareket borca satın alınmış malın haram olmasını gerektirmezAncak gasptaki kerahiyetten daha az bir kerahiyetin varlığını iktiza etmektedirBu rütbenin dereceleri de mütefavit ve çeşitlidirDerecelerinin çeşitli ve mütefavit olması da malın bedelini alanın isyan derecesine bağlıdırPahası haram isemalı da haramdırHaram olması ihtimal dahilinde olup da herhangi bir zandan ötürü mübah kılınmışsa böyle bir malı vermek mekruhturBence hacamat yapmak suretiyle kazanılan malın yasak sayılıp kerih görülmesi, buna hamledilmelidir; çünkü Hazret-i Peygamber böyle bir kazancı bir kaç defa yasaklamış; sonunda da onunla su taşıyan develere yem almayı emir buyurmuşturBu bakımdan hacamatın yasaklanma sebebinin; necaseti ve kirli sayılan kanı ellemek olduğunu sanan kimsenin zannı fâsiddirZira eğer necaseti ellemek herhangi birşeyin yasaklanmasına vesile olsaydı, bu kaidenin, derileri tabaklamakta ve süpürgecilikte de uygulanması gerekirdi. (Çünkü tabaklama işi, necis şeylerle yapılır. Süpürgeci de kenefi temizler. Oysa bunların ücreti yasaklanmamıştır) Bu ücretin haram olduğunu söyleyen kimse yoktur.

Eğer tabakçılık ve süpürgecilik ücreti de yasaktır denirse, bu kaidenin kasaplar hakkında icrası mümkün olmazZira bu kaideye göre, nasıl olur da kasabın kazancı meşrû olur? Oysa onun kazandığı, etin bedelidirEt ise, haddi zatında mekruh değildirHal böyle iken kasap, necasete hacamat yapandan daha fazla bulaşmaktadır Çünkü hacamat yapan, kanı hacamat aletiyle alır ve pamuk ile silerHacamat ve kan aldırmanın mekruh olmasının sebebi; hayvanın bünyesini tahrip etmek ve onun kanını çıkarmak olsa gerektir; çünkü hayvanın hayatı o kana bağlıdırBu kanı almak esasında haramdırKanın aldırılmasının helâl olması ancak kesin bir zarurete bağlıdırİhtiyaç ve zaruret ise ancak tahmin ve ictihatla bilinirÇoğu zaman hacamat, faydalı zannedilir; oysa zararlı olurBu durumda Allah nezdinde haramdır; fakat zan ve rey ile helâl olduğuna hükmedilirBu sırra binaendir ki, hacamat yapanın çocuklardan, köle ve eblehten kan alması, ancak bunların velilerinin izni ve hâzık bir doktorun sözüyle caiz olur.

Eğer hacamat ücreti zâhirde helâl olmasaydı, Hazret-i Peygamber, bunun ücretini vermezdi58 Yine hacamat ücretinin haram olma ihtimali sözkonusu olmasaydı, Hazret-i Peygamber böyle bir kazanç yolunu yasaklayıp kerih görmezdiBu bakımdan bizim izaha çalıştığımız mânâyı çıkarmadıkça Hazret-i Peygamber'in bir yandan hacamat ücretini vermesiyle öte yandan onu yasaklaması arasında bir telif yapmak mümkün olmazBunun sebep ile beraber olan karineler kısmında zikredilmesi daha uygun düşerdi; çünkü bu mesele, o kısma daha yakındırEn düşük mertebenin ki bu derece vesvesecilerin derecesidir hakikati ise şudur: Bir insan, annesinin eğirdiği ipten dokunmuş elbise giymemeye yemin eder. Sonra da annesinin eğirdiğini satıp onunla kendisine bir elbise satın alırOnun bu yaptığında kerahiyet yokturBundan sakınmak vesvesedirMuğîre bŞu'be59 böyle bir vak'ada 'Bu elbiseyi giymek caiz değildir' buyurmuş ve şahid olarak da Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini göstermiştir:

Allah, yahudilere lânet etti (etsin) ; çünkü onlar haram kılındığı halde, içki sattılar ve pahasını yediler60

Oysa böyle bir şahid gösterilmesi yanlıştır; çünkü içki satışı bâtıldır ve içkilerde şer'an herhangi bir menfaat kalmamıştırBâtıl alışverişin pahası ise haramdır; fakat bizim bahsettiğimiz misâl bu kabilden değildirBunun misali şudur: Kişi süt kardeşi olan bir cariyeyi mülk edinir. Sonra da o cariyeyi verip başka bir cariye alırBu bakımdan hiç kimsenin böyle bir cariye hususunda sakınması gerekmezOnu içki satışına benzetmek ise, bu sahada ifratın zirvesine çıkmaktan başka birşey değildirBiz bütün dereceleri ve bu derecelerdeki tedricî yükselmeyi anladıkHer ne kadar bu derecelerin değişikliği üçdört veyahut herhangi bir adete münhasır değilse de. . . Ancak adet belirtmekten gaye, zihinlere yaklaştırmak ve anlaşılır kılmaktır.

İtirazHazret-i Peygamber 'Kim, içerisinde haramdan gelen bir dirhemin de bulunduğu on dirheme bir elbise satın alırsa, sırtında o elbiseden birşey kaldıkça Allahü teâlâ onun hiçbir namazını kabul etmez'61 buyurmuşturHadîsi nakleden İbn Ömer, iki parmağını iki kulağına tıkayarak 'Eğer ben, bunu Hazret-i Peygamber'den dinlememişsem bunlar sağır olsunlar' demiştir.

CevapHazret-i Peygamber'in yukarıdaki hadîsi 'Adam, o elbiseyi borca değil, muayyen on dirhemle satın alırsa' mânâsına hamledilirŞayet adam elbiseyi borca alırsa, o zaman biz borca alınan birşeyin birçok şeklinde haramlığına hükmettikBu da o şekillere hamledilmelidir. Sonra bazı mülkler vardır ki, bunlardan ötürü namazın kabul olunmayacağı tehdidi savrulmaktadır; çünkü o mülklerin edinme sebebinde akdin fâsid olduğuna delâlet etmese dahi herhangi bir günah ortaya çıkmıştırMeselâ cum'a ezanı vaktinde satın alınan mal ve benzerleri gibi. . .

14-11

Dördüncü Kaynak

Dördüncü kaynak, delillerde ihtilâf etmektirDelillerdeki ihtilâf, sebepteki ihtilâf gibidir; çünkü sebep, helâl ve haram hükmünün sebebidirDelil ise, helâl ve haramın bilinmesinin sebebidirDolayısıyla delil de mârifetin sebebidirAllahü teâlâ'nın ilminde cereyan etse bile, başkasının mârifetinde sabit olmayan bir şeyin, kendi nefsinde sabit olmasında herhangi bir fayda yoktur.

Delillerdeki ihtilâf:

a) Ya şer'î delillerin çarpışmasından,

b) Veya o delillere delâlet eden alâmetlerin muarazasından,

c) Ya da benzerliğin muarazasından ileri gelir.

Bu bakımdan bunlar üç kısımdır:

a) Şer'î delillerin çarpışması: Meselâ Kur'ân'dan veya hadîsten iki umumî mânâ ifade eden delilin veya iki kıyasın ya da bir kıyas ile bir umumun çarpışması gibi. . . Bütün bunlar şüpheyi uyandırırBurada istishaba (o şeyin eski haline) veya daha önceden bilinen asl'a eğer tercih bahis konusu değilse müracaat edilirEğer tehlikeli ve haram olan tercih edilirse, ona yapışmak gerekirFakat takva, onu terketmektirGerek müftünün ve gerek mukallidin ihtilâflı yerlerden sakınması, takva hususunda mühim bir adımdır; her ne kadar mukallidin, taklid ettiği kimsenin fetvasına yapışması caiz ise de. . . Mukallidin, ancak memleketinin en büyük âlimi gördüğü kimsenin fetvasıyla âmel etmesi caiz olurAynı zamanda taklid ettiği kimseyi, başkasından işitmek suretiyle de tanımalıdırTıpkı kendi o kadar da iyi olmasa dahi memleketin doktorlarının en iyisinin dinlemekle ve karinelerle bilindiği gibi. . .

Fetva isteyen kimsenin, mezhepleri karıştırıp en genişini ve tabiatına en uygun geleni seçme yetkisi yokturBilakis zannına en faziletlisi galip gelinceye kadar tatbikatını yapıp kendisine en faziletli gelene tâbi olarak bir daha ona muhalefet etmemelidirEvet; eğer imamı (taklid ettiği zat) kendisine birşey hususunda fetva verirse ve imamının da o şey hakkında muârızı varsa hilâftan icmaa kaçması, kuvvetli takvadandırMüctehid de böyledirHükmünde deliller çarpıştığı zaman, rey, tahmin ve zan ile helâllik tarafı ağır bassa bile, takva olanı bundan sakınmasıdır.

Müftüler, bazen asla yapmadıkları şeylerin helâl olduğuna dair fetva vermişlerdirO şeyi yapmamalarının sebebi ise şüpheden kaçmak ve takvaya dalmaktır.

Bu bakımdan biz bunu da üç mertebeye taksim ediyoruz:

Birinci Mertebe

Bir kısım vardır ki, ondan sakınmak kuvvetli müstehab olurO da, hakkında muhalifin delilinin daha kuvvetli olduğu şeydirAncak kişiye diğer mezhebin tercih ciheti, pek ince görülürO halde müftü helâlliğine dair fetva vermişse de, tâlimli köpek avladığı hayvandan yediği takdirde o avdan sakınmak takvanın mühim noktalarındandırÇünkü burada tercih girift ve zordurBiz daha önce de bunun haram olduğunu tercih etmiştik ki bu, İmâm-ı Şâfiî'nin iki kavlinden en kuvvetlisidirAncak müftü onun başka bir kavliyle fetva verse bile İmâm-ı Şâfiî'nin; İmâm Ebû Hanîfe'nin veya bir başka müctehidîn mezhebine muvafık yeni bir kavli ve fetvası olursa ona uygun hareket etmek gerekirBesmelesiz kesilmiş hayvanın etini yememek ve ondan çekinmek, bu cümledendir; her ne kadar İmâm-ı Şâfiî'nin bu hususta değişik fetvaları yoksa bile. . . 62

Çünkü ayet, burada besmelenin farz olduğunu açıkça göstermektedir ve bu hususta sayılamayacak kadar hadîs vardırÇünkü Hazret-i Peygamber, avlanan hayvanın durumunu soran herkese şöyle buyurmuştur:

Eğitilmiş köpeğini avına kışkırttığın zaman, Allah'ın ismini de anmışsan onun yakaladığı avdan ye!63

Bu, mükerreren naklolunmuştur ve kesim de besmele ile şöhret bulmuşturBütün bu durumlar, kesimde besmelenin şart olduğunu belirten delili takviye etmektedirFakat Hazret-i Peygamber şöyle de buyurmuştur:

Besmeleyi ister çeksin ister çekmesin, Mü'min kimse Allah'ın ismi üzerine kesmiş olur. (Müslümanın kestiği helâldir. Allah'ın ismini ister zikretsin, ister etmesin) . (Müslim)

Bu hadîs sahih olduğu için, umumî olup ayetlerin ve sair hadîslerin zâhirinden sarfetmesini gerektirme ihtimali olduğu gibi ayet ve hadîsleri, te'vil etmeksizin zâhiri üzerine bırakıp bu hadîsi, besmeleyi unutarak terkedene tahsis etme ihtimali de vardırEvet bu hadîsi, besmeleyi unutarak terkedene hamletmek mümkün olduğu gibi, unutarak terkettiği besmele hususunda mâzur sayılması için zemin hazırlayıcı olmasına hamletmek de mümkündürBunun umumîleştirilmesi ve ayetin te'vil edilmesi daha yakındırBiz bunu tercih ettik, fakat karşı ihtimalin bunu kaldırabileceğini de inkâr etmeyizBu bakımdan böyle şeylerden sakınmak birinci derecede mühimdir (Müellif burada Ahmed b. Hanbel'in mezhebine meyyal olduğunu işaret etmektedir. Çünkü terkedildiğinde de iki rivâyet vardır birine göre yenmez, diğerine göreyenir. (İthâf'us-Süade) besmeleyi kasten terkeden ile unutarak terkeden arasında sadece İmâm-ı Ahmed fark gözetmektedir) .

İkinci Mertebe

Vesvese derecesiyle muzâhamet edip aksine olan bir derecedirMisâli, insanın, kesilmiş hayvanın karnından çıkan ölü ceninin ve düb (keler) denilen hayvanın etini yemekten çekinmesidirOysa sahih kitaplarda sıhhatli olarak vârid olmuştur ki, anneyi kesmek karnındaki cenini de kesmek demektirBu hususta vârid olan hadîslerin sıhhatına hiçbir şüphe karışmadığı gibi, metin ve senedlerinde de herhangi bir zâfiyet yoktur ve katılmamıştır64

Böylece sahih bir şekilde vârid olmuştur ki; Hazret-i Peygamber'in sofrasında düb denilen hayvanın eti yenmiştirHâlid b Velid 'Ya Rasûlallah! Dübbün etini yemek haram mıdır?' diye sormuş, Hazret-i Peygamber de 'Hayır! Fakat memleketimde görmediğim için onu yemekten tiksiniyorum' buyurmuşlardırBunun üzerine Hâlid bVelid, Hazret-i Peygamber kendisine baktığı halde ondan yemiştir. (Müslim ve Buhârî)

Kanaatimce bu hadîsler Ebû Hanîfe'ye ulaşmamıştırEğer bu hadîsler kendisine ulaşsaydı, o da böyle derdiÇünkü bu durumda insaflı hareket etmeyen insaflı bir kimsenin muhalefeti yanlıştır ve nazar-ı itibara alınmazAyrıca sanki hiç muhalefet etmemiş gibi olur ve verdiği hüküm haber-i vâhid ile bilinmiş gibi şüpheye bile yol açmaz!

Üçüncü Mertebe

Mesele hakkında hiçbir muhalefet şöhret bulmuş değildir; fakat helâlliği haber-i vâhid ile bilinmektedirBöylece itiraz eden şöyle der: 'Haber-i vâhid hakkında halk ihtilâf etmiştirHatta bazıları onu kabul etmemiştirBense ihtiyatlı hareket ediyorum; zira hadîsi nakledenler, âdil kimseler olmalarına rağmen yine de yanılmaları veya gizli bir gaye için yalan söylemeleri aklen mümkündürÇünkü âdil bir kimse de bazen yalan söylerBöyle kimseler için vehim caizdir; çünkü bazen kendilerine, söylenenin tam hilâfı ulaşır ve böylece yanlış anlamış olabilirler'.

Bu takvanın benzeri sahabe-i kirâmdan nakledilmiş değildir; zira onlar, âdil ve nefislerini tatmin edici kimselerden duyduklarını tereddütsüz kabul ederlerdiÖzel bir sebepten dolayı bir şüphe ârız olduğunda, âdil dahi olsa râvî hakkında muayyen bir delilden herhangi bir şüphe meydana geldiğinde çekinmenin açık bir yönü olabilirAhadî haberlerde muhalefet edenlerin muhalefeti pek nazar-ı itibara alınmazBu tıpkı icmanın esasında muhalefet eden İbrahim Nazzam'ın65 'Aslı hüccet değildir' deyişi gibidirEğer böyle bir takva caiz olsaydı, o zaman insanın, babasının babası olan dedesinin mirasını almaktan çekinmesi gerekirdi ve Allah'ın Kitabı'nda ancak evlâtların bahsi vardır derdiTorunun öz oğul gibi kabul edilmesi ashâb-ı kiramın icmaıyla olan bir şeydirOnlar da mâsum kimseler değildir ve yanılmaları aklen mümkündürÇünkü İbrahim Nazzam da burada muhalefet etmiştir!

Bu muhalefet hevesten ve dini karıştırmaktan başka birşey değildirBöyle bir muhalefet, Kur'ân'ın umumî emirleriyle bilinen hükümlerin terkedilmesine sebep olurÇünkü kelâmcılardan bazıları 'Umumî emirlerin sîgaları yokturAshâb-ı kiram, bunlardan karîne ve delâletlerle neyi anlamışlarsa, onunla ihticac ederdi' demiştirOysa bütün bunlar vesveseden başka birşey değildirBu bakımdan hangi tarafında olursa olsun şüphede mutlaka ifrat ve haddi aşma bulunduğu anlaşılmıştır ve bu böyle bilinmelidirİş karıştığı zaman, müslüman önce o iş hakkında kalbinden fetva istemeli, takvaya yapışmalı, kendisini şüpheye sürükleyeni bırakıp şüphe vermeyeni almalıdır; kalbini rahatsız eden hususları bırakmalıdırBu ise, şahıslara ve hâdiselere göre değişirFakat şüphelere düşmeksizin hak ile hükmedebilmek için kalbini vesveseye sebep olan şeylerden muhafaza etmesi gerekirKerâhetin bulunduğu yerde her kalp kendini şüphelerden koruyamazBöyle bir kalp, pek nadirdirBunun için de, Hazret-i Peygamber herkesi kalbinden fetva istemeye sevketmemiştirAncak halini bildiğinden, bunu yalnızca Vâbise'ye söylemiştir.

b) Helâl ve harama delâlet eden alâmetlerin çarpışmasıdırŞöyle ki; çok az bulunan bir mal çeşidi yağma edilir. Sonra sâlih bir kişinin elinde o maldan görülürO kişinin sâlih olması, elindeki şeyin helâl olduğuna delâlet ederO şeyin nev'i ve yağma edilenler dışında pek nadir oluşu da haram olduğuna delâlet ederBu bakımdan bu iki emir çarpışırBunun gibi, âdil bir kimse haram olduğunu, başka bir âdil kimse de helâl olduğunu söyler veya iki fâsığın ayrı ayrı şâhidliği veyahut bir çocuk ile bir bâliğin sözü çarpışırsa, eğer tercih sebebi görülürse, onunla hükmedilir; fakat takva sakınmaktırEğer tercih sebebi görülmezse, duraklamak tevakkuf) farz olurBunun izahı tanıtma, araştırma ve sorma bahsinde gelecektir.

c) Hükümlerin bağlı bulunduğu sıfatlardaki şüphelerin çarpışmasıdırMesela fakihler için vasiyet edilen bir malda, fıkıh ilminde tam yetişenlerin hakkı vardırBir gün veya bir ay evvelinden fıkıh ilmini öğrenmeye başlayanların bu vasiyete dahil olmadıkları açıktırBu iki derece arasında sayılamayacak kadar dereceler vardır ki, bunlarda şüphe vâki olurBunlar hakkında müftü, zannına göre fetva verirTakva, onlardan sakınmayı gerektirirBu, şüphe kaynaklarının en girifti ve en çözülmezidirÇünkü bu hususta, fetva vereni içinden çıkılmaz bir şekilde şaşırtacak suretler ve ihtimaller vardırZira birbirine zıt iki derece arasında bulunan bir derecenin sıfatları ile muttasıf olan bir kimse bu karşılıklı derecelerin hangisine meyledeceğini kestiremezMuhtaçlara sarfedilen sadakalar ve zekâtlar da böyledir; çünkü hiçbir malı olmayanın muhtaç, birçok mala sahip olanın da zengin olduğu mâlumdurBu iki zıt kutup arasında birçok girift meseleler başgöstermektedir.

Meselâ bir kimsenin evi, eşyası, elbise ve kitapları vardırEğer bunları ihtiyaç olarak kabul edersek, böyle bir kimsenin muhtaçlar için vasiyet edilen maldan alması yasaklanamazBundan fazlası ise böyle bir malın alınmasına mâni olurİhtiyacın sınırı yoktur; sadece yaklaşık olarak bilinmektedirİhtiyaçlar yaklaşık olarak tesbit edildikten sonra sıra evin genişliğine, o evdeki odaların miktarına, kıymetine veya ondan başkasıyla iktifa etmek gibi hususlara bakmaya gelirBöylece evin eşyasının bakırdan veya çamurdan olması, adedi ve kıymeti de tahdid edilemez, Hergün muhtaç olduğu eşyalarla senede bir defa muhtaç olduğu kış aletleri veya ancak iki senede bir muhtaç olacağı şeylere bile herhangi bir hudut getirilemezBunların hiçbirinin muayyen bir sınırı yokturBurada en çıkar yol, Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüpheye düşüreni bırak, şüpheye düşürmeyene sarıl!' sözünü düstur edinmektirBütün bunlar şüpheye sebep olan yerlerdirEğer müftü, birşeyde herhangi bir çıkar yolu seçmeyip durursa, burada durmaktan başka çıkar yol yokturEğer müftü zan ve tahmin ile fetva verirse, takva yolu tevakkuf etmektir Bu, takva yerlerinin en mühimidir.

Akrabaların nafakası, zevcelerin giysileri, fukaha ve ulemanın, devlet hazinesinden kifayet edecek kadar verilmesi vacib olan nafakaları hakkında da durum böyledirÇünkü burada iki taraf vardırBu taraflardan biri eksik; diğeri ise, fazla ve zaiddirBu iki taraf arasında şahsa ve duruma göre değişen birtakım şüpheli haller vardırİhtiyaçlara hakkıyla muttali olansa, ancak Allahü teâlâ'dır.

14-12

Beşinci Kaynak

Beşer hiçbir zaman, ihtiyaçların hadlerini çizemezMekke batmanından az olan miktar, şişman bir adamın günlük ihtiyacından azdır; üç batmandan fazla olanı da ihtiyacından fazladırBu iki şey arasındaki durumların hudutları ise, hiçbir zaman tâyin edilemezBu bakımdan muttaki bir kimse, kendisini şüpheye sürükleyeni bırakıp şüphesiz olana sarılmalıdır.

Bu durum, Arapça ile bilinen bir sebebe bağlı her hükümde câridirZira ne Araplar ve ne de diğer dil mensupları, dillerinin mânâlarını muayyen ve karşı ihtimallere son veren bir hududla tahdid etmiş değildirler: Altı kelimesi gibi; zira altı kelimesi hiçbir zaman beş ve daha aşağısına ıtlak olunmadığı gibi yedi ve daha yukarısına da ıtlak olunamaz.

Hesap ve ölçülerin diğer kelime ve lafızları da böyledirFakat kelimeler böyle değildirGerek Allah'ın Kitabı'nda, gerek Hazret-i Peygamber'in hadîslerinde hiçbir lafız yoktur ki, karşılıklı tarafları arasındaki orta derecelerine şüphe ârız olmasınO halde, bu fenne en fazla vasiyetler ve vakıflar bahsinde ihtiyaç hissedilirMeselâ sûfîler66 için vakfedilmesi sahih olan birşeyi ele alalım: Acaba sufi teriminin mânâsına kimler dahil olur? İşte bu, girift ve çözülmesi zor bir problemdir.

Diğer terimler de böyledirBiz hususî olarak sûfi teriminin neyi iktiza ettiğine işaret edip onunla lafızlardaki tasarruf yolunu belirtmeye çalışacağızAksi takdirde bütün lafızlardaki tasarruf yolunu teker teker saymak mümkün değildirİşte bunlar, sürtüşen alâmetlerden fışkıran şüphelerdir ki ters düşen iki tarafa da çekmektedirler! Helâl tarafı zann-ı galib veya istishab ile tercihe değer bulunmadığı takdirde bunlardan sakınmak gerekirBu durumu Hazret-i Peygamber'in 'Seni şüpheye sürükleyeni bırak, şüpheye düşürmeyene sarıl!' hadîs-i şerifi ve bahsi geçen diğer deliller gerektirmektedirİşte bunlar şüphe mahalleridir ve bir kısmı diğerinden daha şiddetlidirEğer tek şeyin üzerinde birçok şüphe sırt sırta veriyorsa, o zaman iş daha da şiddetlenirMeselâ kişi helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf olan bir yiyecek maddesi alırBu madde, aynı zamanda cum'a ezanı okunduktan sonra içki yapan (zimmî) bir kimseye satılan üzümün bedelidirSatan kimsenin malı da haram ile karışıktır; fakat haram kısmı, malının çoğu değildirAncak haramın karışmasıyla malı şüpheli olmuşturİşte böylece şüphelerin sırt sırta vermesi, o şüphelileri yapmayı daha da şiddetlendirir.

Bu mertebeler, üzerinde nasıl durulacağı bizce bilinen birkaç mertebe ve derecedirFakat beşer kuvveti bunları teker teker saymaya yetmezBizim bu izahımızdan anlaşılanı tutmalı, durumu şüpheli olandan da sakınmalıdırÇünkü günah, kalbi şüpheye düşürendirBiz nerede kalpten fetva istenilmesi gerektiğini söylemişsek, mutlaka orada müftünün o şeyi mübah kılmasını irade etmişizdir; yani insan ancak müftünün, mübah olduğunu söylediği şeyleri işleyip işlememesi hususunda kalbinden fetva isteyebilirMüftü, o işin haram olduğunu söylediği zaman ise ondan mutlaka çekinmek gerekirBu durumda artık kalpten fetva istenmezBu hakikatten sonra bilinmelidir ki her kalbe güvenilemez; çünkü öyle vesveseli kimseler vardır ki, herşeyden kaçar; aynı zamanda geniş mezhepli ve herşeye yatkın nice oburlar da vardırİşte bu iki tipin kalbine itimat edilmezAncak muvaffak olan ve durumların inceliklerini murakabe eden âlimin kalbine itibar edilebilirBöyle bir kalp, gizli emirlerin imtihanında kullanılan mihenk taşıdırKalpler içinde böyle bir kalbin nadir bulunduğu besbellidirBu bakımdan kalbine güvenemeyen kimse, yukarıda zikrettiğimiz niteliklere sahip olan bir kalpten yardım istesinProblemini o kalbe arzedip ondan ilham alsınZebûr'da şöyle vârid olmuştur: Allahü teâlâ, Davud'a şöyle vahyetti: "İsrâiloğulları'na de ki 'Ben sizin namazınıza ve orucunuza bakmamSadece kişinin birşey hakkında şüphelendiğinde onu benim için terkedip etmeyeceğine bakarımEvet, ben yalnızca buna bakarım'Onu yardımımla destekler ve kendisiyle meleklerime karşı iftihar ederim".

33) Buhârî ve Müslim, (Nu'man b. Beşir'den)

34) Buhârî ve Müslim

35) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

36) İmâm-ı Ahmed

37) İbn Hıbbân, Beyhakî, (Abdurrahman'dan) ; Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce, (Sâbit b. Zeyd'den bir benzerini) Buhârî'ye göre Sâbit hadîsi daha sahihtir.

38) Bu hadîs Hazret-i Âişe'den değil, Musa bEbî Âişe'den, o da Ebû Rezin'den rivâyet etmiştirBuhârî'ye göre hadis, mürseldir.

39) Buhârî ve Müslim, (Adiyy b. Hâtem'den)

40) Buhârî ve MüslimGanimetten çalınan aba meselesi; Buhârî, (Abdullah b. Ömer'den)

41) Bu durum bellidir ve bundan sonra gelen Câbir hadîsi de buna delâlet etmektedir. (Irakî)

42) Daha önce geçmişti.

43) Müslim, (Câbir'den)

44) Buhârî, (Abdullah b. Ömer'den)

45) Ebû Dâvud, Mesâî ve İbn Hâce, (Zeyd b, Hâlid'den)

46) Bu çetenin başı Müslim bUkbe idiÖnce Medine'yi şiddetli bir şekilde muhasara etti. Sonra da üç gün üç gece yağma edilmesini; fısk ve fücur ve öldürmeyi emrettiSonunda Medinelilerle -Yezid'e tâbi olmaları şartıyla barış yapıp, onlara aman verdiOradan Mekke'ye gidip Abdullah bZübeyri muhasara altına aldıYezid'in ölüm haberini aldığı zaman Mekke'den çekildi. (İthaf 'us-Saade, VI/43)

47) Faizli altı şey Müslim ve Buhârî'nin ittifakıyla şunlardır: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz.

48) Çift cinsiyetli kimse

49) Müellifin söylediği zorluk sözkonusudur ve kabul edilirFakat 'Böyle birşey tasavvur dahi edilemez' sözü ise, yerinde bir söz değildirÇünkü örfen ve emniyet bakımından sultan her kabileye, belki her şehrin her mahallesine bazı memurlar tayin eder ve bunlar da bütün halka ayda bir kez veya gerekirse birkaç kez» muhtaç oldukları miktarı adaletle taksim edebilirlerBu, saltanat sahipleri için imkansız değildirAncak İslâmî kaideler çerçevesinde olması da gereklidir. (İthâfu's-Saâde, VI/50)

50) Bu ihtilâflı bir meseledirİmâm Ebû Hanîfe'nin ashâbı ve Mu'tezile, kâfirlerin şer'î emirlerle mükellef olmadıklarını savunmaktadırlar, İmâm-ı Şâfiî ve ashâbına göre ise kâfir, şeriatın şer'î meseleleriyle mükelleftirBir kavle göre de şeriatın yasaklarıyla mükellef, emirleriyle mükellef değildir. (İthâfu's-Saâde, VI/51)

51) Şeriat, münasib'e bazen itibar eder; bazen de onu hükümsüz sayarBazı durumlarda ise münasibin şeriattaki durumu bilinmemektedirİşte bu üçüncü kısma mesâlih-i mürsele denirBuna aynı zamanda 'münâsib-i mürsele' de denirMesâlih-i mürsele'nin delil olup olmaması hususunda çeşitli görüşler vardır.

52) İmâm Muhammed'e göre her mekruh haramdır; fakat hakkında nass olmadığı için haram ismini almamıştırİmâm Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf a göre ise kendilerinde deliller çatıştıkları için mekruhlar, haram değil, harama yakındırKerâhet-i tenzîhiye, helâle daha yakındırMekruhun harama nisbeti, vâcibin farza nisbeti gibidir. (İthâfu's-Saâde,VI/54)

53) Müslim, (İbn Mes'ûd'dan)

54) Kitab'ul-İlim'de geçmişti.

55) Hazret-i Ömer bu zatı Kûfe valisi olarak tayin etmiş, H21 senesinde de azletmiştirAmmâr bYâsir'den sonra tekrar tayin etmiş, tekrar azletmiş ve sonra da getirdiği malın yarısını elinden almıştır.

56) Bu hadîsteki müftülerden gaye, 'kalp ehli' olmayan Ehl-i Sünnet âlimleridir. (İthâfu's-Saâde, VI/60)

57) 'Şiddetli gidene şiddet gösterilir' ve 'Bu dinle güreşen ve şiddetli giden sonunda mağlup olmuştur'Bu hadisler Sahih'te varid olmuştur. (İthaf us-Saade)

58) Müslim ve Buhârî, (İbn-i Abbâs'tan)

59) Muğîre b, Şu'be bMes'ud, Sakafî kabilesine mensup meşhur bir sahabîdirÖnce Basra valiliğine, daha sonra da Kûfe valiliğine tayin edilmiştirH50 senesinde vefat etmiştir.

60) İmâm Irakî, bu hadîsi bu şekilde görmediğini söylemiş ve şöyle devam etmiştir: 'Meşhurdur ki, bu yasak iç yağları hususunda vârid olmuştur'.

Müslim ve Buhârî, (Hazret-i Câbir'den) ; 'Allah yahudileri kahretsin! Çünkü Allahü teâlâ kendilerine iç yağlarını haram kıldığı halde, onlar onu erittikten sonra sattılar ve bedelini yediler'.

61) Bir önceki bölümde geçmişti.

62) İmâm-ı Şâfiî, besmele unutularak veya kasden terkedilse bile o hayvanın etinin yenebileceğini söylemiştirİkinci bir fetvası yokturİmâm Ebû Hanîfe'ye göre kasden terkedilirse yenmez; unutularak terkedilirse yenirİmâm-ı Mâlik'e göre kesilen hayvanın hükmü avlanan hayvanın hükmü gibidirİmâm-ı Ahmed'e göre ise kasden terkedildiğinde yenmez; unutularak

63) Müslim ve Buhârî, (Adiyy b. Hâtem'den)

64) Müellif bu hükmü İmâm Harameyn'den alır. (Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Hıbbân, Hâkim ve Taberânî) Abdülhak bu hadîsin bütün senedleriyle ihticac edilemeyeceğini söylemiştir.

65) Nazzam için Mu'tezile'nin şeytanlarından olduğu söylenmiştirFelsefe kitaplarını incelemiş ve onların görüşlerini Mu'tezile'nin görüşleriyle karıştırmıştır. (İthâfu's-Saâde, VI/73)

66) O dönemde, tekkehanelerde hayatını ibadet, zikir, tesbih ve benzerleriyle meşgul olmaya vakfeden kimseler.


HELÂL VE HARÂM konusu devamı;