İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | İKİ ŞEHVETTE (Yeme-içme ve Cinsellikte) AŞIRIĞIN MAHZURLARI

 Giriş

Giriş

Azamet ve kibriyâsında celâl sıfatıyla tek olan, hamd, takdis, tesbih ve tenzihe müstehak olan, hükmettiği ve takdir ettiği konularda adaletle kaim olup, nimet olarak verdiğinde ve kullarına ihsân ettiğinde illetsiz hareket eden ve kulunu korumayı üzerine alan Allah'a hamdolsun! O Allah ki nimetlerle kuluna ihsan ederHatta kulunun bütün emellerini karşılayacak şekilde kuluna ihsan ederKulu irşâd ve hidayete erdiren O'durKulunu öldüren ve dirilten O'durHastalandığı zaman kula şifa veren, zayıfladığı zaman takviye eden, kulunu ibâdetine, tâatına ve rızasını gerektiren işlere muvaffak kılan O'durYediren ve içiren O!. . . Helâktan koruyan ve muhafaza eden O!. . . Kulu helâk edici şeylerden yemek ve içmekle koruyan O'durAzığın azıyla kanaat etmeye kulunu muvaffak eden O'durKulların düşmanı olan şeytanın yollarını daraltsın diye kullarını az yemeye muvaffak kılan O!. . . . Kendine düşmanlık yapan nefsinin şehvetini az yemekle kırması ve nefsin şerrini defederek rabbine ibadet etmesi için kulu bu yola sevkeden O!. . . Bütün bunları, kul için lezzete vesile olan, iştahını kabartan nimetleri çokça verdikten, bu nimetlere karşı teşvik edici isteklerini harekete geçiren sebepleri yarattıktan sonra yapmıştır. . . Bütün bunları, kulu imtihan etmek ve denemek için vermiştirKulun hevâ-i nefsinde nasıl tesir meydana getirip, ona ne gibi bir seçim yaptıracağını görmek için yaratmıştırKulun O'nun emirlerine nasıl itaat edeceğine, yasaklarından nasıl sakınacağına, tâat ve ibâdetlerine nasıl devam edeceğine ve günahlardan nasıl kaçınacağına bakmak için bunları bu şekilde yapmıştırSalât ve selâm, şerefli kulu, değerli rasûlü Hazret-i Muhammed'e olsun! Öyle bir salât ki Hazret-i Peygamber'i ona yaklaştırır, nasibdâr eder, derecesini de yüceltirAynı zamanda salât ve selâm Hazret-i Peygamber'in nesline, akrabalarına, ashâb ve tâbiinin hayırlılarına da olsun!

Âdem oğlu için helâk edicilerin en büyüğü midesinin şehvetidirBu şehvetten ötürü Âdem ve zevcesi Havva Dâr'ul-Karar'dan (Cennet'ten) çıkarıldılar ve kendilerini 'Zillet ve iftikar evi' olan dünyada buldularÇünkü onların ikisi şecere'den (ağaçtan) yememekle emrolunmuşlardıFakat şehvetleri galebe çaldı ve o ağaçtan yedilerÇirkin yerleri kendilerine göründüHakîkat noktasından bakıldığında mide, şehvetlerin pınarı, hastalık ve âfetlerin kaynağıdırZira mide şehvetini, tenâsül uzvunun şehveti ve kadınlara karşı heyecanın şiddeti takip eder. Sonra yemek ve evlenme şehvetini, dünya mertebeleri ile mala karşı olan rağbetin şiddeti takip ederDünya mertebesi ve mal, fazla evlenmeye ve fazla zevk ve sefâya dalmaya vesiledirler. Sonra fazla mal ve rütbeyi, kara câhilliğin çeşitleri, münakaşalar ve çekememezlikler takip eder. Sonra bu iki şehvetten, riya ve böbürlenmenin felaketi, zenginlikten gelen felaket ve azamet afeti doğup meydana gelir! Sonra bunlar insanoğlunu kindar ve hasedci olmaya, düşmanlık gütmeye ve buğzetmeye davet ederler. Sonra bu durum, sahibini zulmetmeye, münkeri işlemeye ve fuhşiyatta bulunmaya sürükler! Bütün bunlar, midenin ihmal edilmesinin sonuçlarıdırBunlar, mideden doğan oburluk ve mideyi tıkabasa doldurmanın kötü neticeleridirEğer kul, açlıkla nefsini terbiye eder, şeytanın yollarını daraltırsa, muhakkak ki nefsi Allah'ın ibadetine yönelir, serkeşlik ve mütecavizlik yolunda yürümezKendisini dünyaya dalmaya, geçici dünyayı âhirete tercih etmeye ve bu şekilde dünyaya yapışmaya sürüklemez.

Mide şehvetinin âfeti bu dereceye kadar vardığı zaman, onun tehlike ve âfetlerini açıklamak farzdır ki ondan sakınılsın! Yine onunla mücahede etmenin yolunu izah etmek, bu mücahedenin faziletine dikkati çekmek, bütün bunları o mücahedeye insanları teşvik ve tergib için yapmak farzdırTenâsül organının şehvetini izah etmek de gerekirÇünkü tenâsül uzvunun şehveti mide şehvetine tâbidirBiz Allah'ın inayetiyle bu durumu birkaç fasılda izaha çalışacağızBu fasılları meydana getiren konular şunlardır: Açlığın faziletinin beyanı, sonra faydalarının, sonra mide şehvetinin kırılmasında takip edilen riyazet yolunun az yemek ve geç yemek sûretiyle temin edilmesinin beyanı, sonra insanların durumlarına göre açlık hükmünün ve faziletinin değişmesinin beyanı. . Sonra şehvetin terkindeki riyazetin beyanı. . . Sonra tenâsül organının şehveti hakkındaki söz. . . Sonra evlenmenin terki veya yapılması hususunda müride düşen vazifenin beyanı. Sonra gözünün, tenâsül uzvunun ve midesinin şehvetine muhalefet eden bir kimsenin faziletinin beyanı.

23-1

Açlığın Fazileti, Tokluğun Zemmi

Hadîsler

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Nefislerinize karşı açlık ve susuzluk (silahlarıy) la mücahede ediniz, çünkü buradaki sevap, Allah yolunda mücahede eden kimsenin sevabı gibidirAllahü teâlâ nezdinde açlık ve susuzluktan daha sevimli bir amel yoktur.

İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakleder:

Karnını tıkabasa dolduran kimse gökler âlemine giremez!1

Hazret-i Peygamber'e insanların hangisinin daha faziletli olduğu sorulduğunda, şöyle buyurmuştur:

Yemesi ve gülmesi az olup avret mahallini örten bir elbiseyle yetinerek lükse ve sükseye kaçmayan kimse (insanların en faziletlisidir) 2

Amellerin efendisi (en hayırlısı) açlıktırNefsin zilleti ise yün elbiseler giymektir3

Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi rivâyet eder:

Giyiniz, yeyip içiniz, fakat karınlarınızı yarısına kadar (doldurunuz) ; çünkü bu, peygamberliğin bir parçasıdır4

Hasan-ı Basrî Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Düşünce, ibâdetin yarısıdır; az yemekse ta kendisidir5

Yine Hasan-ı BasrîHazret-i Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Kıyâmet günü Allahü teâlâ nezdinde derece bakımından en üstününüz, en fazla aç kalanınız ve Allah'ın sıfatları hakkında en fazla düşüneninizdirAllah nezdinde en sevilmeyeniniz ise çok uyuyan ve çok yeyip içeninizdir!6

Hazret-i Peygamber, kendi arzusuyla ve zaruret olmaksızın aç kalır, açlığı tokluğa tercih ederdi7 Nitekim kendileri şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ, meleklere karşı dünyada az yeyip içen kimselerle iftihar ederek şöyle buyurur: 'Ey melekler! Kuluma bakınız! Ben onu dünyada yemeye ve içmeye müptelâ kılmışım; o ise sabretmiş ve onları terketmiştirEy melekler! Şâhid olun ki (benim için) terkettiği her yiyeceğin yerine kuluma cennette birçok dereceler vereceğim'8

Kalpleri, çok yeyip içmekle öldürmeyiniz; çünkü kalp, ekin gibidirEkinler çok sulandıklarında ölür!9

Âdem oğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmuş değildir! Âdem oğluna, belini doğrultmasını sağlayacak birkaç lokma yeterEğer mutlaka yemek istiyorsa karnının üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de nefes alıp verme için ayırsın10

Usâme bZeyd ile Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği uzun bir hadîste açlığın fazileti şöyle zikredilmiştir:

Kıyâmet gününde insanların Allah'a en yakın olanları, dünyada O'nun için uzun süre aç, susuz ve mahzun kalmış olan kimselerdirBunlar, şöhretsiz muttakîlerdir ki bir yerde bulunduklarında tanınmazlar, yokluklarında ise aranmazlarOnları ancak yeryüzünün bölgeleri tanırGöklerin melekleri onların etrafını çepeçevre kuşatırHalk dünyadan, onlar ise Allah'a ibâdet ve tâattan zevk alırlar. . . Halk, altlarına yumuşacık döşekler sererken, onlar alınlarını ve dizlerini sermiştir. . . Halk, peygamberlerin fiil ve ahlâkını zayi etmiştir, onlar ise korumaktadırlarYer küresi onlardan birini kaybettiği zaman ağlarCebbâr olan Allahü teâlâ, içerisinde bu kullarından bulunmayan memlekete gazap ederOnlar köpeklerin leşlere daldığı gibi dünyaya dalmazlar; az yerler ve yamalı elbiseler giyerlerÜst ve başları toz toprak içerisindedirİnsanlar onları gördüklerinde hasta zannederler; oysa onlarda hastalık yokturOnlar için, akıllarını kaybetmiş deniliyor; oysa onlar akıllarını kaybetmiş değildirFakat kalpleriyle kendilerini dünyadan uzaklaştıran ilâhî emre baktıklarından dünya ehline göre akılsız gezerlerOysa halkın aklı başlarından gittiği zaman, onların akılları başlarında olacaktırÂhirette şeref onlara aittirEy Usâme! Kendilerini herhangi bir memlekette gördüğün zaman bil ki, onlar o memleketin ahalisi için emniyet sübabıdırlarAllahü teâlâ, onların içinde bulunduğu bir kavme azap etmezYer küresi, onlarla sevinmekte,

Cebbâr olan Allah onlardan razı olmaktadır. . . Bu bakımdan sen onları kendine arkadaş edin! Umulur ki onların yüzü suyu hürmetine kurtulmuş olasınElinden geldiğince karnın aç ve ciğerin susuz olduğu halde ölmeye çalış; çünkü bu şekilde konak ve derecelerin en şereflisini elde eder, peygamberlerle birlikte olursun ve ruhunun gelişiyle melekler sevinir, Cebbâr olan Allah da sana rahmet deryâlarını coşturur11

Hasan-ı Basrî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yün elbise giyiniz; fakat bol olmasın! Yediğiniz zaman da midenizin yarısını dolduracak kadar yeyin. (Böyle yaptığınız takdirde) gökler âlemine dahil olursunuz12

Hazret-i isa havârilerine şöyle demiştir:

Ey havâriler! Nefislerinizi aç, bedenlerinizi (lüks ve süslü elbiseler giymemek sûretiyle) çıplak bırakınız ki kalpleriniz Allah'ı (O'nun cemâlini) müşâhede edebilsin!

Bu söz, aynı zamanda bizim peygamberimizden de (Tâvus kanalıyla) rivâyet edilmektedir.

Tevrat'ta şöyle bir ifadenin yazılı olduğu söylenir: Allahü teâlâ şişman âlime buğzeder.

Çünkü şişmanlık, gaflete ve çok yemeye delâlet eder; bunlar ise çirkin şeylerdirHele âlim için daha da çirkin olurNitekim İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Allahü teâlâ şişman kurra'ya (Kur'ân okuyucusuna) buğzeder.

Mürsel bir hadîste Hazret-i Peygamber'den şöyle vârid olmuştur:

ŞeytanÂdem oğlunun kanının dolaştığı yerlerde dolaşırBu bakımdan siz şeytanın dolaşma yollarını, açlık ve susuzlukla daraltınız.

Tok karnına yemek, beras (alacalık) denilen deri hastalığına yol açar.

Mü'min bir mideyle, münâfık ise yedi mideyle yer!13

Yani münafık, Mü'minin yedi mislini yer veya şehveti, Mü'minin şehvetinden yedi kat fazla olurBu bakımdan hadîsteki, mide mânâsına gelen mia kelimesi, şehvetten kinâyedir; çünkü yemeği kabul eden mide olduğu gibi, yemeğe yakışan da şehvettirYoksa hadîsin mânâsı münâfığın midesinin sayısı Mü'mininkinden fazladır demek değildir.

Hasan-ı Basrî'nin Hazret-i Aişe'den rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

-Cennetin kapısını çalmaya devam ediniz! Bunu yaptığınız takdirde size açılacaktır.

-Cennetin kapısını ne ile çalalım?

-Açlık ve susuzlukla!14

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, huzurunda geğiren Ebû Cühayfe'ye15 şöyle buyurmuştur:

Az geğir; çünkü kıyâmet gününde en çok aç kalacak olanlar dünyada fazlasıyla doyanlardır16

Hazret-i Âişe şöyle der: Hazret-i Peygamber, hiçbir zaman doyasıya yeyip de karnını doldurmadı! Aç olduğu bir gün kendisine karşı şefkat ve merhametimden ağladım ve mübarek karnını elimle sıvazlayarak şöyle dedim:

- Canım sana fedâ olsun! Dünyadan, seni kuvvetlendirecek ve açlığını giderecek kadarını alsaydın ne olurdu?

- Ey Âişe! Benim ulu’l-azm arkadaşlarım, bundan daha şiddetli durumlara sabrettiler ve kendi halleriyle geçip gittiler; rablerinin huzuruna vardılarRableri onlara ikramda bulundu, sevaplarını artırdıBu bakımdan -eğer geçimde lükse ve refaha kaçarsam- bu durumun yarın (âhirette) derecemi onlarınkinden küçük düşürmesinden utanırımO halde birkaç gün sabretmek, bana, yarın kıyâmette nasibimin azalmasından daha sevimli gelirNezdimde arkadaşlarıma ve kardeşlerime yetişmekten daha sevimli birşey yoktur17

Hazret-i Âişe, sözünü şöyle tamamladı: 'Allah'a yemin ederim ki bu sözlerinin üzerinden bir hafta geçmeden Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'in ruhunu kabzeyledi'.

Enes'ten şöyle rivâyet edilir: Bir gün kızı Fâtıma Hazret-i Peygamber'e bir parça ekmek getirdiHazret-i Peygamber 'Bu nedir?' diye sorduğunda Fâtıma 'Kendi ellerimle pişirdiğim bir ekmektirCanım yalnız yemeye razı olmadığından bu parçayı da sana getirdim' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Şunu bil ki, bu ekmek üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir18

Ebû Hüreyre şöyle der: 'Hazret-i Peygamber hiçbir zaman aile efradına, buğday ekmeğinden üç gün üst üste doyasıya yedirmemiştirDünyadan ayrılıncaya kadar da bu durum böyle devam etmiştir'.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Âhirette doya doya yiyecek olanlar, dünyada açlık çekenlerdirİnsanların Allah nezdinde en sevilmeyeni, karınlarını tıkabasa doldurup mideleri ekşiyenlerdirCanının istediği bir yemeği terkeden hiçbir kul yoktur ki onu terkedişi kendisi için cennette bir derece olmasın!

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Tıkabasa yemekten sakınınız; çünkü çok yemek, hayatta ağırlık, ölümden sonra ise kokuşmaktır'.

Şakîk Belhî şöyle der: İbâdet bir sanattırBu sanatın dükkanı halvethane, aleti ise açlıktır'.

Lokman Hakîm, oğluna şunları söylemiştir: 'Ey oğul! Mideyi doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşirAzalarsa ibâdetten bıkıp otururlar!'

Fudayl bIyâz nefsine şöyle derdi: 'Acaba neden korkuyorsun? Yoksa aç kalacağından mı korkuyorsun? Sakın korkma; çünkü sen Allahü teâlâ nezdinde bu dereceye erişecek kadar değerli değilsinBu dereceye ancak ve ancak Hazret-i Peygamber ile arkadaşları erişebilmiştir'.

Kehmes bHasan20 şöyle derdi: 'İlâhî! Sen beni aç ve elbisesiz bıraktın!Gecelerin karanlığında lambasız oturttun! Acaba beni bu dereceye hangi vesile ile yükselttin?'

Feth el-Mevsılî, hastalığı ve açlığı şiddetlendiğinde şöyle derdi: 'Yârab! Beni hastalık ve açlığa müptelâ eyledinOysa sen bunları velî kullarına (sevdiklerine) verirsinBu bakımdan bana verdiğinin şükrünü hangi amelimle eda edebilirim?'

Mâlik bDinar, Muhammed bVâsi'e şöyle dedi: 'Ey Ebû Abdullah! Hem azığı olacak ve hem de kendisini insanlara muhtaç olmaktan kurtaracak kadar yiyeceğe sahip olanlara ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!' Buna karşılık o da şunları söyledi: 'Ey Ebû Yahya! Allahü teâlâ kendisinden razı olduğu halde (aç karnına) sabahlayıp akşamlayan kimselere ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!'

Fudayl bIyâz şöyle derdi: 'Yâ rabbî! Beni ve aile efradımı aç, gecelerin karanlığında çırasız bıraktınOysa sen bunu velî kullarına bahşedersinAcaba ben bu makama hangi derecemle lâyık oldum?'

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Râğıbların (Allah'ı isteyenlerin) açlığı uyarıcıdırTevbe edenlerin açlığı deneme, müctehidlerin açlığı da keramettirSabredenlerin açlığı siyaset, zâhidlerin açlığı ise hikmettir'.

Tevrat'ta şöyle yazılıdır: 'Allah'tan kork ve karnını doyurduğun zaman açları hatırla!'

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle der: 'Akşam yemeğinden bir lokmayı terketmek benim için bütün bir geceyi sabaha kadar ibâdetle ihyâ etmekten daha sevimlidirAçlık Allah nezdinde onun hazinesindendirOnu ancak sevgili kuluna verir'.

Sehl bAbdullah et-Tüsterî, bazen yirmi küsür gün birşey yemezdiBu zatın bir senelik yiyeceğine bir dirhem kâfi gelirdiKendisi açlığa çok büyük değer verip bu konuda çok mübalâğalı hareket eder ve hatta şöyle derdi: 'Kıyâmet gününde -Hazret-i Peygamber'e uyma bakımından- çok yemeyi terketmekten üstün sevap yoktur'.

Yine bu zat şöyle demiştir: 'Akıllılar, gerek din ve gerek dünya için açlıktan daha faydalı birşey görmemişlerdirÂhireti isteyenler için çok yemekten daha zararlı birşey bilmiyorum'.

Yine şöyle demiştir: Hikmet ve ilim açlıkta, mâsiyet ve cehâlet ise, tokluktadırHelâli terketme hususunda Allah'a, nefsin isteklerine muhalefet etmekten daha üstün birşey ile kulluk yapılmış değildirNitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Midenin üçte biri yemek içindirBundan fazlasını yiyen kimse ancak sevaplarından yemiş olur.

Sehl'e, fazlasının alâmeti ve ne olduğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: 'Kişinin nezdinde yemeği bırakmak, yemekten daha sevimli olduğu ve bir gece aç kaldığında Allahü teâlâ'dan bu geceyi iki geceye çıkarmasını istediği zaman fazlasını bulmuş demektir'.

Yine bu zât şöyle demiştir: 'Abdallar bu makamı ancak karınlarını aç, gözlerini uykusuz ve dillerini konuşmasız bırakmak ve halvete çekilmekle elde etmişlerdir'.

Yine şöyle buyurmuştur: 'Gökten yere inen her sevabın başı açlıktırGök ile yer arasındaki her fısk u fücurun başı da toklukturNefsini aç bırakan kimse vesveselerden kurtulurAllahü teâlâ kullarına açlık, hastalık ve belâ ile yönelirAncak kullarından diledikleri, bunlarla müptelâ olmadıkları halde Allah'ın yönelişine mazhar olabilirBiliniz ki şu zamanda nefsini açlık, uykusuzluk ve mücahede ile öldürmeyen kimse kurtuluşa eremezYeryüzünde hiçbir kimse geçmemiştir ki şu sudan kana kana içip de içirmesine karşılık Allah'a şükretse bile günahlardan kurtulabilmiş olsunSuyun durumu bu olursa, tıkabasa yemenin durumunu varın siz düşünün'.

Bir hakîm 'Nefsimi hangi bukağı ile bağlıyayım?' diyen birisine şöyle buyurmuştur: 'Nefsini açlık ve susuzlukla bağla. . . Nam u şânı terketmek ve azizliği bırakmak sûretiyle de onu Allah'a karşı zelil et! Âhiret evlâtlarının ayakları altına sermek sûretiyle küçült! Kurraların (âlimlerin) zâhirî elbiselerini ve süslerini terketmek sûretiyle kır! Kendisine karşı daima sû-i zanda bulunmak sûretiyle onun âfetlerinden kurtul! Onunla, hevâsına aykırı hareket etmekle arkadaşlık yap!'

Abdülvâhid bZeyd şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın hiçbir kulunu açlık çekmeksizin safâvete erdirmediğine yemin ederim. (Allah'ın bu sevgili kullarının) su üzerinde yürümeleri ve yeryüzünün kendileri için dürülmesi de ancak açlık sayesinde olmuşturAllahü teâlâ onlara ancak açlığın yüzü suyu hürmetine yardımcı olmuştur'.

Ebû Tâlib el-Mekkî de şöyle demiştir: 'ınide Muzhir'e benzerMuzhir içi boş ve üzerinde teller bulunan ud (saz) demektirBunun sesi, hafif ve ince olduğundan ve içi de tıkabasa dolu olmayıp boş bulunduğundan dolayı güzel çıkarMide de böyledirBoş olduğu zaman okuma, ibâdet ve uyku için daha istekli olur'.

Ebû Bekir bAbdullah el-Müzenî şöyle demiştir: Allahü teâlâ şu üç sınıf insanı sever:

1Az uyuyanlar

2Az yiyenler

3Allah'ın ibâdetini bırakıp az istirahat edenler'.

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i isa, altmış sabah hiçbir şey yemeksizin Allah'a münâcaat ettiSonunda kalbine yemek geldi ve münâcaatı o anda kesiliverdiMünâcaatı kesildiğinde de yanına bir ekmeğin konulmuş olduğunu gördüBunun üzerine (münâcaatı kesildiği için) ağlamaya başladıTam o sırada bir ihtiyarın kendisine bakmakta olduğunu farketti ve ona 'Ey Allah'ın velî kulu' Allah'ın bereketi üzerine olsun! Benim için Allahü teâlâ'ya dua et; çünkü münâcaat halinde iken kalbime yemek arzusu geldi ve dolayısıyla münâcaatım birden kesiliverdi' dediBu dilek üzerine ihtiyar şöyle dedi: 'Ey Allahım! Seni tanıdığımdan beri kalbime ekmek yemek gelmişse, beni affeyleme! Bilakis ben düşünmeden ve kalbimden geçirmeden, bana kendiliğinden verilen şeyleri yiyorum'.

Rivâyet edildiğine göre; Allahü teâlâ, münâcaat için kendisine yaklaştırdığı zaman Hazret-i Mûsa önce otuz, sonra da on gün olmak üzere toplam kırk gün yemeyi terketmiştiNitekim Kur'ân'da da böyle vârid olmuştur; çünkü Hazret-i Mûsa'nın geceleyin niyet etmeksizin geçirdiği bir gün, on gün arttırıl

1) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

2) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

3) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

4) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

5) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

6) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

7) Beyhakî

11) Hatib, Zühd, (Said b. Zeyd'den)

12) Deylemî

13) Buhârî, Müslim

14) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

15) İsmi Vehb b. Abdullah es-Süvâî'dir. Hazret-i Peygamber'in vefatında erginlik çağına yaklaşmıştı.

16) Beyhakî

17) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır

18) Hâris b. Ebî Usâme

19) Taberânî, Ebû Nuaym

20) Âbid ve zâhid bir kimse olup Hasan-ı Basrî'nin çağdaşıdır

Açlığın Faydaları, Tokluğun Zararları

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Nefislerinize karşı açlık ve susuzlukla mücâhede ediniz; çünkü ecir buradadır21

Soru: Açlık için bu büyük fazilet nereden geliyor ve sebebi nedir? Oysa açlıkta sadece mideyi boş tutma ve eziyetlere katlanma vardırEğer sebebi bu ise, insanoğlunun kendi kendisine vurması, etini kesmesi, zahmetli şeyleri yapması ve bunlara benzer hareketlerde bulunması gibi eziyet verici herşeyde büyük ecir bulunması gerekir!

Cevap: Bu söz, tıpkı içtiği bir ilâçtan fayda görüp de bu faydanın, ilâcın acılığından ve zahmet verişinden geldiğini zannederek acı ve hoşuna gitmeyen herşeyi yutan kimsenin davranışına benzerOysa bu davranış yanlıştır; çünkü görülen fayda, ilacın acılığından değil, içerisinde bulunan bir özellikten gelmektedirBu özelliği de ancak ve ancak doktorlar bilirBunun gibi açlığın faydalarının gerekçelerini de ancak âlimlerin yetişkinleri bilirŞeriatın açlık hakkındaki medh u senâsına uyarak nefsini aç bırakıp da bunun faydasını gören kimse -bu faydalanmanın illet ve gerekçelerini bilmese dahi- ilâç içip de ondan fayda gören kimse gibidir; çünkü böyle bir kimse ilâcın faydasının nereden geldiğini bilmese de fayda bulmuşturEğer îman derecesinden ilim derecesine yükselmek istiyorsan, sana bu hususu izaha çalışacağız. . .

'Kalkın!' denilince kalkıverin ki Allah îman edenlerinizi ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsinAllah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücadele/11)

Bu bakımdan deriz ki açlıkta on fayda vardır:

Birinci Fayda

Kalbin saflık kazanması, tabiatın nûrlanması ve basiretin açılmasıdırÇünkü tokluk, hamâkata (ahmaklığa) yol açar, kalbi köreltir, beyindeki buharlaşmayı çoğaltır ve sarhoşluğa benzer haller meydana getirirBu buhar, fikrin kaynaklarını istilâ ederBu yüzden kalp, fikirlerde cereyan etme bakımından ağırlaşır; çabuk anlama ve kavrama özelliğini kaybederBir çocuk, çok yediği zaman hâfızası dumûra, zihni fesada uğrar ve kıt anlayışlı olur.

Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Elinizden geldiğince midenizi aç bırakmaya çalışınız; çünkü açlık, nefsi uysallaştırır ve kalbi inceltirBunun sonucunda insana, kesbî olmayan, semâvî ve vehbî ilim bahşedilir'Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kalplerinizi az gülmek ve az yemekle diriltiniz; açlıkla temizleyinizBu sayede kalpleriniz saflaşır ve incelir22

'Açlık, çakan şimşeğe, kanaat ise buluta benzer. . . Hikmet ise yağmur gibidir' denilmiştir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Karnını aç bırakan kimsenin düşüncesi büyüdükçe büyür; kalbi uyanık olur23

İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Kim tok olarak yatarsa, onun kalbi katılaşırHerşeyin zekâtı vardır; bedenin zekâtı da açlıktır24

Şiblî şöyle demiştir: 'Ne zaman nefsimi Allah için aç bırakmışsam mutlaka kalbimde, daha önce olmayan bir hikmet ve ibret kapısı açılmıştır'.

İbâdetlerden gayenin; Allah'ın marifetine ulaştırıp, hakkın tecellilerini gösterecek düşünce olduğu açıktırTokluk ise buna mânidirMarifet cennet kapılarından bir kapıdır, anahtarı da açlıktırBu bakımdan açlığa yapışmanın cennetin kapısını çalmak olduğu bilinmelidir.

Bu sırra binaendir ki Lokman Hakîm oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğul! Mideyi tıkabasa doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşirAzalarsa ibâdetten bıkıp otururlar'.

Ebû Yezid el-Bistâmî de 'Açlık bulutturKul ne zaman aç kalırsa kalp hikmet yağmuru yağdırır' demiştir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Açlık, hikmetin nûru, tokluk ise Allah'tan uzaklaşmadırFakirleri sevmek ve onlara yaklaşmak da Allah'a yakınlaşmadırSakın tıkabasa yemeyiniz ki kalbinizdeki hikmetin nûru sönmesin! Çünkü az yiyerek yatıp uyuyan kimsenin etrafında huriler sabahlar25

İkinci Fayda

Kalbin incelip yumuşaması ve saflaşmasıdır ki insanoğlu bu sayede münâcaattan zevk almaya ve zikirden etkilenmeye hazırlanır; zira kalbin huzuruyla birlikte sadece dil üzerinde cereyan eden nice zikir vardır ki kalp bundan ne zevk alır ve ne de etkilenirHatta sanki onunla kalp arasına, kalbin katılığından oluşan bir perde gerilmiştirBu perde bazı durumlarda incelirO zaman kalp zikirden daha çok etkilenir ve münâcaattan da daha fazla zevk alırBu incelmeyi sağlayan en büyük ve en açık etkense midenin boş olmasıdır.

Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Nezdimde ibâdetin en tatlı olduğu zaman, karnımın belime yapıştığı zamandır'.

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Bir insan, kendisiyle göğsü arasına bir yemek torbası asar ve buna rağmen münâcaatın tadına ermek ister!'

Yine Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Kişi acıktığı ve susadığı zaman kalbi saflaşır ve incelirDoyduğu zamansa körleşir ve katılaşır'.

Bu bakımdan kalbin münâcaattan zevk alıp etkilenmesi, fikrin müyesser olmasının ve marifetin elde edilmesinin ötesinde bir hakikattir ki bu da ikinci faydadır.

Üçüncü Fayda

Şehvetin ve serkeşliğin kırılması, nefsin uysallaştırılması, fazla sevinç ve neşe hâlinin bertaraf edilmesi ve oburluğun sökülüp atılmasıdırOburluk, Allah'tan gâfil olmanın ve haddi aşmanın kaynağı ve başlangıcıdırBu bakımdan nefis, açlıkla uysallaşıp kırıldığı gibi hiçbir şeyle uysallaşıp kırılmazAç kalan nefis, sahibine karşı sakinleşir ve ondan korkarAcizliğini ve zelilliğini anlar; zira kuvveti zayıflamış, elinden kaçan birkaç lokma yüzünden hileleri oldukça daralmış, içemediği bir yudum sudan dolayı da dünya kendisine zindan kesilmiştirİnsanoğlu nefsinin zelilliğini ve âcizliğini anlamadıkça mevlâsının izzet ve kahrını göremezİnsanoğlunun saadeti ancak daimi olarak nefsinin zillet ve acziyetini anlayıp, mevlâsının izzet, kudret ve kahrını bilmesindedirBu bakımdan insanoğlu daima aç, mevlâsına muhtaç ve mecbur olduğunu bilmeli ve bundan zevk almalıdırBunun içindir ki kendisine dünya ve hazineleri sunulduğunda Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Hayır, istememBilakis bir gün aç, bir gün tok olmak isterimAç kaldığım zaman sabreder, mevlâma yalvarırımTok olduğum zaman da Allah'a şükrederim26 (veya Hazret-i Peygamber'in dediği gibi. . . ) 27

Mide ile tenasül organı, cehennem kapılarından birer kapıdırlarBunun esası da toklukturNefsi zelilleştirip şehveti kırmaksa cennet kapılarından bir kapıdırBunun esası da açlıktırCehennem kapılarından birini kapatan kimse, zorunlu olarak cennet kapılarından birini açmıştır; çünkü bu ikisi, tıpkı batı ile doğu gibi karşıttırBu bakımdan onların birine yaklaşmak, diğerinden uzaklaşmak demektir.

Dördüncü Fayda

Allah'ın belâ ve azabını ve bunlara düçar olanları unutmamaktır; çünkü tok olan kimse açları ve açlığı unuturZeki bir kul, insanların başına gelen belalardan âhiret azabını, bu dünyadaki susuzluğundan halkın mahşer yerindeki susuzluğunu, açlığından da cehennemliklerin açlığını hatırlarCehennemlikler darı (kuru diken) ve zakkum (cehennemde biten bir ağaç) yeyip, derilerinden akan sarı sularla erimiş bakır içerlerBu bakımdan kulun, âhiret azabını ve elemlerini bir saniye dahi aklından çıkarmaması gerekir; çünkü korkuyu harekete geçiren etken, bu zihniyettirO halde zillet, illet ve kıllet (açlık ve fakirlik) çekmeyen ve belâlara düçar olmayan kimse, âhiret azabını unuturÂhiret azabı korkusu, böylelerinin nefsinde etkisini gösteremez ve kalbine galip gelemezBu bakımdan kul, şiddetli belâlara düçar olmalıdır ki âhiret azabını hatırından hiç çıkarmasın! Bu belâların en iyisi de açlıktır; çünkü açlıkta, âhiret azabını hatırlamanın dışında birçok faydalar vardır. . . İşte belâların peygamberlere, velî kullara ve derece bakımından onları takip eden kimselere verilmesinin sebeplerinden biri de budur.

Bu sırra binaen âhiret azabını hatırından hiç çıkarmasın! Nitekim hazineleri elinde bulunduğu halde 'niçin aç duruyorsun?' denildiğinde Hazret-i Yûsuf şöyle buyurmuştur: 'Karnımı doyurduğumda açları unutmaktan korkuyorum'Aç ve muhtaç kimseleri hatırlamak, açlığın birçok faydalarından sadece biridir; zira bu hatırlama, insanoğlunu sakat ve yoksullara yedirmeye, Allah'ın kullarına merhamet göstermeye teşvik ederTıkabasa yiyen kimse ise aç insanın neler çektiğini bilmez.

Beşinci Fayda

Faydaların en büyüklerinden olan bu beşinci fayda, bütün günahların şehvetini kırmak, kötülüğü emreden nefse hâkim olmaktır; çünkü bütün günahların menşei şehvet ve kuvvettir.

Kuvvet ve şehvetlerin aslı (kaynağı) ise hiç kuşkusuz yiyeceklerdir, Bu bakımdan yemeklerin azaltılması her türlü şehvet ve kuvveti zayıf düşürürAsıl saadet, kişinin nefsine hâkim olmasıdırŞekâvet (bedbahtlık) ise, nefsin kişiye hâkim olmasıdırHuysuz bir bineğin ancak aç bırakılmak sûretiyle zayıf düşürülüp zaptedildiği, doyurulduğu zamansa kuvvet alıp ürktüğü ve huysuzluk yaptığı gibi, nefis de kuvvetli olduğunda huysuzlaşır, zayıf olduğunda ise uysallaşırNitekim bir ihtiyar, kendisine İhtiyarlığına rağmen kendine (vücuduna) niçin bakmıyorsun?' diyenlere şöyle cevap vermiştir: 'Çünkü nefis çabucak şımarıp azarOnun huysuzluğu ve gururu çok kütüdürBu yüzden, huysuzluk yaparak beni bir tehlikeye düşürmesinden korkuyorumBu bakımdan onu çeşitli sıkıntılara sokmam, bana onun beni kötü şeylere zorlamasından daha sevimli gelmektedir'.

Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Ne zaman doymuşsam ya isyan etmişimdir ya da isyan teşebbüsünde bulunmuşumdur'.

Âişe vâlidemiz şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'den sonra icad edilen ilk bid'at, doyasıya yemektir'.

Doyasıya yiyen kimselerin nefisleri dünyaya meylederAçlık, bir tek faydadan ibaret değil, bilakis faydalar hazinesidirİşte bunun içindir ki 'Açlık Allah'ın hazinelerinden biridir' denilmiştirAçlık sayesinde en azından konuşma ve tenâsül uzvu şehvetleri bertaraf edilir; çünkü aç olan bir kimsenin fuzulî konuşma şehveti harekete geçmezBöylece kişi dilin gıybet, kötü ve çirkin konuşmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak ve benzerleri gibi âfetlerinden kurtulurAçlık onu bütün bu âfetlerden korurKişi doyduğu zaman meyve yeme ihtiyacı hisseder ve bunu da halkın namuslarına dil uzatmak sûretiyle giderirİnsanları burunları üzerine ateşe ancak dillerinin mahsulleri atıverir.

Tenâsül uzvu şehvetinin tehlikeleri apaçık ortadadırOnun şerrinden insanı ancak açlık korurKişi, doyduğu zaman tenâsül uzvuna sahip olamazTakvâsı buna mâni olsa bile, bu kez de gözüne sahip olamaz; zira tenâsül uzvu gibi göz de zina ederKapatmak sûretiyle gözlerini de tasarrufu altına alsa, bu defa da düşüncelerine sahip olamazŞehvet yüzünden kalbi kötü fikirlerden, nefsin vesveselerinden bir türlü kurtulamaz Kalbe hâkim olan vesveseler kişinin münâcaatını bozar ve huzurunu kaçırır.

Hatta çoğu zaman kişi namazın tam ortasında bu tür vesveselere mâruz kalır!

Biz burada dilin ve tenâsül uzvunun afetlerini, sadece bir misal olarak söyledik; yoksa yedi azanın bütün günahlarının sebebi, tokluktan hasıl olan kuvvettirBir hakîm şöyle demiştir: 'Siyasete karşı sabrederek bir sene yavan ekmekle yetinen ve şehvetlerden herhangi birini karıştırmaksızın midesinin yarısını dolduracak şekilde yiyen her müridden, Allahü teâlâ kadın zahmetini (ihtiyacını veya fitnesini) kaldırır'.

Altıncı Fayda

Uykunun defedilip uykusuzluğa alışılmasıdır; zira tok olan kimse çok su içerÇok su içen kimse ise çok uyurBunun içindir ki şeyhlerden bazıları yemeğe oturduğu zaman müridlerine şöyle derdi: 'Ey müridlerim! Fazla yemeyiniz ki fazla su içmiş ve dolayısıyla fazlasıyla zarar etmiş olmayasınız'Yetmiş sıddîk, fazla uykunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda ittifak etmişlerdirFazla uyku ömrün zâyi olmasına, teheccüd namazının kaçmasına, tabiatın ahmaklaşmasına ve kalbin katılaşmasına sebep olurOysa ömür, cevherlerin en âlâsı ve aynı zamanda kulun sermayesidirKul onunla ticaret yaparUyku ise bir çeşit ölümdür ki çokluğu ömrü azaltır. Sonra teheccüdün fazileti de ortadadırOysa uykuda teheccüdü kaçırmak vardır! Uyku galip geldikçe, kul kalkıp teheccüd namazını kılsa dahi ibâdetin zevkine eremez. Sonra bekâr insan, tok karnına uyursa, ihtilâm olurİhtilâm olmak da onu teheccüd namazına kalkmaktan alıkoyarYıkanmaya muhtaç ederBu durumda ya soğuk su ile yıkanacak ve hastalanacaktır veya hamama gitmeye mecbur olacaktırÇoğu zaman da geceleyin hamama gidemezBöylece teheccüd namazıyla birlikte kılmak üzere ertelemişse, vitir namazını da kaçırırHamama gittiğinde ise bir ücret ödemesi gerektiği gibi, gözü başka bir insanın avret mahalline de takılabilir; çünkü Tahâret bölümünde zikrettiğimiz gibi, hamamlarda birçok tehlikeler vardırİşte bütün bunlar doyasıya yemenin kötü sonuçlarıdır.

Ebû Süleyman Dârânî 'İhtilâm olmak bir cezadır' demiştirO bunu ihtilâm olmanın, kişiyi ibâdetten alıkoymasından dolayı söylemiştir; zira her hâlükârda yıkanmak zordurGörüldüğü gibi uyku afetlerin kaynağı, doyasıya yemek de uykuyu celbeden bir vasıtadırAçlık ise, uykunun kökünü kesen bir vesiledir.

Yedinci Fayda

İbâdetlere devam etmenin kolaylaştırılması ve sağlanmasıdır; zira çok yemek, insanı çok ibâdet etmekten alıkoyar; çünkü yemek için bir zamana ihtiyaç vardırÇoğu zaman insan, yemeği satın almak ve pişirmek, sonra da elini yıkamak ve dişlerini temizlemek için zamana muhtaç olurSonuçta ise çok su içmek ve dolayısıyla helâya fazla gitmek zorunda kalırEğer bütün bu yerlere sarfedilen vakitler zikre, münâcaata ve diğer ibâdetlere sarfedilmiş olsaydı, kişinin kârı çoğaldıkça çoğalırdı.

Sırrî es-Sakatî şöyle anlatıyor: Ali Cürcânî'nin, kavutu çiğnemeksizin, nefesle çekerek yuttuğunu gördümKendisine 'Seni, kavutu bu şekilde yemeye zorlayan şey nedir?' diye sorduğumda şöyle cevap verdi: "Ben, kavutu çiğneyerek yemek ile çiğnemeksizin yutmak arasında yetmiş tesbih çekilebileceğini hesapladımBu bakımdan ben, kırk seneden beri kavutu çiğnemeksizin yutmaktayım".

Bu zatın vakte ne kadar önem verdiğine dikkat edilsin ki onu ekmek çiğnemekle bile zâyi etmemiştirÖmürden olan her nefes, paha biçilmez bir cevherdirBu bakımdan onunla, bâki ve sonsuz olan âhiret hazinesini elde etmeye çalışmak en uygun harekettirBu da o nefesi Allah'ın zikrine, ibâdet ve tâatine sarfetmekle hâsıl olurAbdestli durmak ve camiye sık gitmek de çok yemekle zorlaşan şeylerdendir; çünkü çok yiyen kimse, fazla su içeceğinden, küçük tahâret yapmak ve sık sık camiden çıkarak abdesti bozmak mecburiyetinde kalırOruç da bunun gibidir; çünkü oruç ancak açlığı âdet edinen kimseler için kolaydırBu bakımdan oruç tutmak, itikâfa devam etmek, devamlı abdestli olmak, yemeğin hazırlanması ve yenilmesi için sarfedilen vakitleri ibâdetlere sarfetmek, haddi hesabı olmayan kârlardırBu kârları ancak gaflete dalarak dinin kıymetini bilmeyen, dünya hayatına razı olup da ona bel bağlayan kimseler hakir görürler.

Onlar yalnızca dünya hayatının dış görünüşünü bilirlerÂhiretten ise tamamen gafildirler.

(Rûm/7)

Ebû Süleyman Dârânî doyasıya yemekten doğan altı âfete işaretle şöyle demiştir: "Doyasıya yiyen kimseye altı âfet musallat olur:

1Münâcaat zevkini kaybeder.

2Hikmeti koruması zorlaşır.

3Halka karşı şefkati azalır; çünkü karnı tok olduğu zaman bütün halkın da kendisi gibi tok olduğunu zanneder.

4İbâdet kendisine ağır gelir.

5Şehvetleri artar.

6Diğer Mü'minler mescidlerin etrafında dönerlerken, o tok olduğundan mezbeleliklerin etrafında dönüp durur".

Sekizinci Fayda

Vücudun sıhhatli olması ve hastalıkların ortadan kalkmasıdır; çünkü hastalıkların sebebi, çok yemekten dolayı mide ve damarlarda meydana gelen karışıklıktırHastalıklar, insanı ibâdetlerden, zikir ve fikirden alıkoyar, kalbi bozar ve hayatı zehir ederİnsanı kan aldırmak, ilâç kullanmak ve doktora gitmek mecburiyetinde bırakırBütün bunlarsa birtakım malî külfetlere yol açarİnsan günahların ve şehvetlerin yorgunluğunun yanısıra bunlardan da kurtulamazAçlıkta ise bütün bunları önleyici bir özellik vardır.

Hârun Reşid birgün biri Hindli, biri Romalı, biri Iraklı ve biri de Irak'ın köylerinden olan dört doktoru bir araya getirerek bunlara 'Her biriniz bana, içerisinde hastalık bulunmayan bir deva (ilaç) söyleyecek!' diye emrettiBunun üzerine Hindli doktor 'Bana göre içerisinde hastalık bulunmayan ilâç, siyah İhleç'tir', Iraklı doktor 'Beyaz Reşşad tanesidir', Romalı doktor da 'Benim kanaatime göre de sıcak sudur' dediEn mâhirleri olan köylü doktorsa şöyle dedi: 'İhlileç mideyi buruşturur, beyaz Reşşad tanesi mideyi kaydırır, sıcak su da mideyi gevşetirBütün bunlarsa birer hastalıktır'Onların 'O halde sence içerisinde hastalık bulunmayan ilaç nedir?' diye sormaları üzerine de şöyle cevap verdi: 'Bence içerisinde hastalık bulunmayan ilâç, yemeğe acıkmadan oturulması ve sofradan da yeme isteği olduğu halde kalkılmasıdır'Onun bu cevabı karşısında diğerleri 'Doğru söyledin!' dediler.

Ehl-i Kitab'dan bir hakîm Hazret-i Peygamber'in, 'ınidenin üçte biri yemek, üçte biri de teneffüs içindir' hadîs-i şerifini işittiğinde, şaşkınlığa düşerek 'Az yeme hakkında bu sözden daha kuvvetli bir söz işitmiş değilimBu sözleri ancak bir hakîm söyleyebilir' demiştir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur;

Karnı tıkabasa doldurmak, hastalığın; bundan korunmak ise ilâcın esasını teşkil etmektedirVücutlarınızı, mümkün olduğunca perhize ve kanaatle yaşamaya alıştırınız28

Sözü edilen hakimi hayrete düşüren hadîs daha önceki değil, bu ikinci hadîs olsa gerektir.

İbn Sâlim bir keresinde şöyle demiştir: 'Âdâbına riâyet ederek yavan buğday ekmeğiyle yetinen kimse, ölüm hariç hiçbir illete müptelâ olmaz''Peki bunun âdâbı nedir?' diye sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: 'Sofraya ancak acıktıktan sonra oturmak ve doymadan kalkmaktır'.

Tabiblerin büyüklerinden biri, çok yeme hakkında şöyle buyurmuştur: 'Kişinin midesine giren en faydalı şey nar, en zararlı şey ise tuzlu yiyeceklerdirBununla birlikte tuzlu şeylerin azaltılması, çok nar yenilmesinden daha faydalıdır'Hazret-i Peygamber bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: 'Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz'Bu bakımdan vücutlar oruç, açlık ve az yemekle hastalıklardan kurtulup sıhhate kavuşurKalpler ise, saldırganlık, aşırı gitmek ve benzeri çirkin hastalıklardan kurtulmakla sıhhat bulur.

Dokuzuncu Fayda

Geçimin kolaylaşmasıdır; zira az yemeyi âdet edinen kimse için biraz mal kifayet ederTıkabasa ve doyasıya yemeyi âdet edinen kimsenin midesi ise amansız bir alacaklı kesilir ve âdeta hergün sahibinin gırtlağına yapışarak ona 'Bugün ne yiyeceksin?' derBu bakımdan ya her yere sokularak haramdan kazanır ve dolayısıyla günahkâr olur ya da helâlinden kazanmak için nefsini zelil etmek mecburiyetinde kalırÇoğu zaman da tamahkâr gözünü halkın elinde bulunan şeylere dikerBu ise zillet ve rezaletin en son derekesidirMü'min geçimi kolay ve harcaması hafif olan kimsedir.

Nitekim hakimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Ben tüm bir sene, ihtiyaçlarımı terketmek sûretiyle geçinirimBu durum, benim için, başkasına muhtaç olmaktan daha iyi ve daha huzur verici bir durumdur'.

Başka biri de şöyle buyurmuştur: 'Herhangi bir şehvet ve fazlalıktan dolayı başkasından borç almak gerektiğinde hemen kendi nefsime borçlanarak o şehveti terkediyorum; zira nefsim benim için en hayırlı alacaklıdır'.

İbrahim b. Edhem, arkadaşlarına yiyecek maddelerinin günlük fiyatını sorar; 'Gayet pahalıdır' dedikleri zaman da şöyle derdi: 'O halde terketmek (almamak) sûretiyle onları ucuzlatınız'.

Sehl et-Tüsterî şöyle buyurmuştur: 'Çok yiyen (obur) kimse üç durumda zemmedilmiştirŞöyle ki; ibâdet ehlinden ise gevşer, çalışkan bir kimse ise âfetlerden kurtulamaz; kendisine birşey teslim edilen kimselerdense Allah rızası için nefsine karşı adaletli davranmaz'.

Kısacası insanların helâk olmasının sebebi dünyaya karşı olan hırslarıdırBu hırsın sebebi de mideleri ve tenâsül uzuvlarıdırTenâsül uzvu şehvetinin kaynağı ise mide şehvetidirBütün bu durumlar, az yeme sayesinde kökünden kazınır ve bertaraf edilirBu durumlar cehennemin kapılarındandırOnların kapatılması da cennet kapılarının açılması demektir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Cennetin kapısını açlıkla çalmaya devam ediniz!

Hergün bir ekmek ile yetinen kimse diğer şehvetlerde de kanaat sahibi olacağından, insanlara muhtaç olmaksızın hür ve kalbi müsterih olarak Allah'a ibâdete yönelir ve âhiret ticaretine dalarBöylece de Allahü teâlâ'nın 'Ne ticaret, ne de alışveriş onları Allah'ın zikrinden alıkoymaz' buyurduğu kimseler zümresine dâhil olmuş olurEvet onlar bu vasfı ancak kanaat sayesinde elde etmişlerdirMuhtaç olan kimseleri ise, alışveriş ve ticaret Allah'ın zikrinden alıkoyar.

Onunca Fayda

Müslümanın, diğer müslümanları kendi nefsine tercih etme ve zaruri nafakasından artan yiyecekleri ve servetini yetimlere ve fakirlere tasadduk etme imkânı bulabilmesidirBöylece müslüman, kıyâmet gününde sadakasının gölgesinde haşrolurNitekim bu husus, bir hadîs-i şerîfte belirtilmektedir29

Kişinin yediği şeylerin deposu helâldirSadaka olarak verilen şeylerin deposu ise Allah'ın fazl u keremidirO halde kul için, servetinden ancak Allah yolunda tasadduk edip O'na emanet olarak bıraktığı veya yeyip bitirdiği ya da giyip eskittiği şeyler vardırO halde sahip olunan yiyecek maddelerinin zarurî ihtiyaçtan fazla olanlarını tasadduk etmek, tıkabasa işkembeye doldurmaktan daha hayırlıdır.

Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik; (fakat) onlar bunu yüklenmekten kaçındılarOndan (mesûliyetinden) korktular da onu insan yüklendi; doğrusu insan çok zâlim, çok cahildir. (Ahzab/72)

Bu ayet-i celîleyi okuyan Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ emaneti yedi kat göğe ve yıldızlarla süslenmiş yollara, büyük arşı yüklenen meleklere arzederek şöyle buyurmuştur: 'Emaneti, içindekilerle birlikte yüklenir misiniz?' Onların 'Emanetin içindekiler nedir?' diye sormaları üzerine de şöyle buyurdu: 'İyilik yaptığınızda mükâfat görmeniz; kötülük yaptığınızda ise cezaya çarptırılmanızdır'Bunun üzerine onlar 'Hayır! Yüklenemeyiz' dediler. Sonra Allahü teâlâ, emaneti bu tarzda yeryüzüne arzettiO da kabul etmekten kaçındıBundan sonra yüce dağlara, sarp ve yalçın kayalara arzederek 'Emaneti, içindekilerle birlikte yüklenir misiniz?' buyurduOnlar 'Emanetin içinde ne var?' diye sorunca da 'mükâfat ve ceza vardır' cevabını verdiOnlar da 'Hayır! Yüklenemeyiz!' dedilerAllahü teâlâ bu kez emaneti insana arzettiİnsan da onu yüklendiMuhakkak ki insan, nefsine çok zulmeden ve rabbinin emri hususunda çok cahil olan bir varlıktır, Yemin ederim ki bu emanet karşılığında nice servetler elde eden birçok insan gördükPeki bu servetlerle ne yaptılar dersiniz? Onunla evlerini genişletip kabirlerini daralttılarBinek hayvanlarını beslediler; buna karşılık dinlerini zayıflattılarNefislerini sabah akşam saltanat kapışma gidip gelmekle yordular ve çeşitli belâlara maruz kaldılarOysa Allah'a karşı lâkayd davranmaktadırlarBunlardan bazıları insanlara Talan yerini bana sat da sana şu kadar fazla vereyim' der ve sonra soluna yaslanarak başkalarının malını yer.

Böylelerinin konuşması istihza, malı ise haramdırBu durum midesinin ağırlığı gelip gırtlağına sarılıncaya ve mide hastalıkları kapısını çalıncaya kadar böyle devam ederBu felakete maruz kaldığı zaman hizmetçisine seslenerek 'Bana yediklerimi hazmettirecek birşey getir!' derEy obur insan! Bakalım hazmetmek istediğin yemek, senin midir? Sen yemeği değil, dinini hazmedemiyorsun! Hani fakir nerede? Dul kadın nerede? Miskin nerede? Yetim nerede? Oysa Allahü teâlâ bunlara karşı merhametli davranmanı emrediyor".

İşte bütün bu anlattıklarımız, bu faydaya işarettirFayda ise, yemeğin fazlasını, ecir kazanmak için fakirlere sarfetmektirBöyle yapmak, yeyip de boyunda günahın katmerleşmesinden daha hayırlıdır; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir gün şişman ve karnı büyük bir adama -mübarek parmağıyla karnını işaretle- şöyle buyurmuştur:

Şu (yemek veya semizlik) başka bir yerde olsaydı, senin için daha hayırlı olurdu30

Yani sen bunu (karnına doldurduğun ve seni şişmanlatan yiyecekleri) âhiretin için sarfedip, bu hususta diğer müslümanları kendi nefsine tercih etseydin, senin için daha hayırlı olurdu.

Hasan-ı Basrî şöyle der: "Allah'a yemin ederim, ben öyle bir gruba yetiştim ki onlardan herhangi biri, yanında ancak kendisine yetecek kadar yiyecekle akşamlardıEğer isteseydi onu yeyip bitirebilirdiBuna rağmen o 'Allah'a yemin ederim ki bunun tamamını karnım için ayırmayacağım; bir kısmını da Allah için ayıracağım5 derdi".

Buraya kadar saydığımız bu on fayda, açlığın faydalarıdırAyrıca bu faydaların herbirinden hadsiz hesapsız faydalar filizlenerek çıkar ki bunlar saymakla bitmezBu bakımdan açlık, âhiret faydalarını içeren büyük bir hazinedirBunun içindir ki seleften biri şöyle buyurmuştur: 'Açlık âhiretin anahtarı, zahidliğin kapısıdırTokluk ise dünyanın anahtarı ve isteğin (dünyaya düşkünlüğün) kapısıdır'Bu hakîkat daha önce rivâyet ettiğimiz hadîslerde de açıkça belirtilmiştirBu haber ve hadîslerin mânâları, tam ve basiretli bir şekilde ancak bu faydaların tafsilâtına vâkıf olmakla anlaşılabilirBunu bilmeksizin sadece açlığın faziletini tasdik eden kimse, îman hususunda, ancak taklitçilerin derecesine erişebilirAllah hakikati herkesten daha iyi bilir!

21) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır

22) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

23) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

24) İbn Mâce

25) Deylemî

26) Timizi

27) Ev kemâ kale tâbiri, hadîslerden sonra, bir yanlışlığa meydan verilmemesi için kullanılır.

28) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

29) Ukbe b. Âmir

30) Ahmed, Hâkim, Beyhakî

23-2

Midenin Şehvetini Kırmakta Riyazet Yolu

Midesi ve yiyeceği hususunda müridin dört vazifesi vardır:

Birinci Vazife

Helâlden başkasını yememesidir; çünkü haram yemekle yapılan ibâdet, denizin dalgaları üzerine inşa edilen bina gibidirDaha önce Helâl ve Haram Kitabı'nda takvânın gözetilmesi gereken derecelerini zikretmiştikBu bakımdan yemek hususunda geriye sadece üç vazife kalmaktadırBunlar da çokluk ve azlık bakımından yemeğin miktarını belirlemek, erken veya geç yeme hususunda vaktini, iştahın çektiği yiyeceklerden hangilerinin yenilip hangilerinin terkedilmesi hususunda cinsini tayin etmektir.

Az yeme hususundaki birinci vazifeyle ilgili riyazet yolu aşamalıdırBu bakımdan çok yemeyi âdet edinen kimse, bir anda az yemeye kalkışırsa bünyesi buna tahammül edemezZayıf düşüp sıhhati bozulur ve çeşitli sıkıntılara düçar olurO halde buna yavaş yavaş ve azar azar alışmak gerekirŞöyle ki, mutad olan yemeğinden azar azar eksiltmeli; mesela, günde iki ekmek yiyor da nefsini bir ekmek yemeye alıştırmak istiyorsa, hergün ekmeğin yedide birinin dörtte birini terketmelidirBu da yirmisekiz parçadan bir parçayı veya otuz parçadan birkaç parçayı terketmek demektirBöylece iki ekmeğin bir ekmeğe dönüştürülmesi bir ayda gerçekleşmiş ve kendisi de bu şekilde zarar görmemiş olurBunu da ister tartarak yapar, isterse de müşâhede ve tahminle yaparBöylece hergün, bir önceki günden bir lokma daha az yemek sûretiyle midesini istediği miktara alıştırmış olur.

Bu durumda, yani yemeğin azaltılmasında dört derece ve mertebe vardır:

Birinci Derece

Bu derecelerin en yükseği, nefsi artık daha aşağısıyla idare edemeyeceği en az miktara alıştırmaktır ki bu, sıddîkların âdetidir.

Bu, Sehl et-Tüsterî'nin seçmiş olduğu yoldur; zira o şöyle demiştir: Allahü teâlâ, mahlukatı üç şeyle kul edinmiştir ki bunlar hayat, akıl ve kuvvettirKul, hayatına veya aklına bir zarar geleceğinden korkarsa yer, oruçlu ise orucunu bozar, fakir ise, yiyecek elde etmek için çaba sarfeder ve kendisini zorlarŞayet bu ikisinden değil de kuvvetinin gitmesinden korkuyorsa, buna aldırmaması ve bundan korkmaması daha uygundur; namazı ancak oturarak kılabilecek hâle gelse bile böyledir'.

Sehl et-Tüsterî, kişinin, namazını açlıktan kaynaklanan zayıflıktan dolayı oturarak kılmasının, çok yemek sûretiyle ayakta kılmasından daha üstün olduğunu savunmuştur. (Bu, Sehl'in kendi görüşüdür. Diğer müctehidlerin ictihadı ise farklıdır) .

Sehl et-Tüsterî'ye seyru sülûkünün başlangıcı ve o zamanki gıdası sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'Benim bir senelik gıdam için üç dirhem kâfiydiBunun bir dirhemi ile pekmez, bir dirhemi ile pirinç ve üçüncü dirhemi ile de yağ satın alırdım. Sonra da bunları karıştırır; meydana gelen karışımdan üçyüzaltmış top yaparak her gece bir tanesiyle iftar ederdim'Kendisine Teki şu anda nasıl yiyorsun?' denildiğinde ise 'Hudutsuz ve vakitsiz yiyorum' demiştir.

Rivâyet olunduğuna göre ruhbanlardan bazıları nefislerini bir dirhemlik yiyeceğe alıştırmışlardır.

İkinci Derece

Riyazet vasıtasıyla nefsi bir gün ve gecede yarım müdd (avuç) yiyeceğe alıştırmaktırYarım müdd, menin dörtte biri kadar miktardan yapılan bir küsur ekmek demektirBu miktar, birçok kimseler için midenin üçte birini dolduracak miktardırNitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu zikretmiştirBu birkaç lokmadan biraz fazladır; çünkü hadîste geçen Lükaymat terimi, cemî'de (çoğulda) azlık için ve on'dan aşağı olan sayılar için kullanılırHazret-i Ömer birşey yediği zaman yedi veya dokuz lokma yerdi.

Üçüncü Derece

Nefsi bir avuç miktarı yiyeceğe alıştırmaktırBu da ikibuçuk ekmek yaparBu birçok kimsenin karnının üçte birinden fazlasını doldururHatta neredeyse üçte ikisini doldurmaya yaklaşırGeri kalan üçte biri de su içindir; zikir için ise hiçbir şey kalmazHadîsin bazı lafızlarında 'Karnın üçte biri teneffüs içindir' yerine 'zikir içindir' diye geçmektedir.

Dördüncü Derece

Bir avuçtan bir men'e kadar arttırılmasıdırMen'den fazlası israf sayılır ve birçok kimse için Allahü teâlâ'nın İsraf etmeyiniz' (A'raf/31) emrine muhâlif olurÇünkü ihtiyaç duyulan yemek miktarı yaşa, şahsa ve yapılan işe göre değişir.

Burada beşinci bir yol daha vardır ki bunda herhangi bir takdir ve tahdid yokturFakat burası yanıltıcıdırMüslüman gerçekten acıktığı zaman yemeli ve henüz iştahı olduğu halde yemekten elini çekmelidirNefsi için bir veya iki ekmeği tayin ve tahdid edemeyen bir kimse doğru acıkmanın hududunu da bilemezBöylelerinin doğru acıkması, yalan şehvetle karışırDoğru acıkmanın birçok alâmetleri vardırBunlardan biri de nefsin katık istememesi ve hangi çeşit olursa olsun, önüne getirilen ekmeği iştahla yemesidirNefsin, muayyen bir ekmek ve yanısıra katık istediği acıkma, doğru acıkma değildirDoğru acıkmanın alâmetlerinden biri de tükürüldüğü zaman karasineklerin tükrüğe konmamasıdır; yani tükrükte yağımsı maddelerin kalmamasıdır ki bu da midenin boş olduğuna delâlet ederBu bakımdan mürid için yemek hususunda en doğru yol, nefsiyle yapmakta olduğu ibâdetlerde kendisini zayıf düşürmeyecek miktarı tayin ve takdir etmesidirBu miktara ulaştığında ise, iştahı olsa bile durmalıdırKısacası yemeğin takdir ve tahdidi mümkün değildirBu, durumlara ve şahıslara göre değişirAshâb-ı kirâmın bir kısmının bir haftalık gıdası, bazen bir sa' (dört avuç) buğday; yahut birbuçuk sa' hurma olurduBuğdayın birsa'ı dört avuçturBu duruma göre, her güne yaklaşık olarak yarım avuç düşmektedir ki bu da söylediğimiz gibi midenin üçte birini dolduracak miktardırÇekirdekleri düşürüldüğü için hurmadan birbuçuk sa' hesaplanmıştır.

Ebû Zer Gıfârî (radıyallahü anh) şöyle derdi: 'Hazret-i Peygamber zamanında bir haftalık yemeğim, bir sa' arpadan ibarettiAllah'a yemin ederim ki Hazret-i Peygamber'e kavuşuncaya kadar da bunu artırmayacağım; çünkü ben onun şöyle dediğini duydum:

Kıyâmet gününde meclis (derece) bakımından bana en yakın olanınız ve nezdimde en sevimliniz, bugün (asr-ı saâdette) üzerinde bulunduğu hâl üzere ölüp Allah'a kavuşanınızdır31

Ebû Zer Gıfârî, ashâb-ı kirâmdan bazılarını kınayarak şöyle buyurmuştur: 'Siz Hazret-i Peygamber zamanındaki hâlinizi değiştirdinizBakıyorum da sizin için arpa unu eleniyorOysa Hazret-i Peygamber zamanında unun elenmesi diye birşey yoktuSiz ince ekmekler pişiriyor, sofranızda iki katık bulunduruyorsunuzSizin için çeşit çeşit yemekler hazırlanıyor. Bazılarınız sabahleyin bir elbise, akşam başka bir elbise giyiyorOysa siz Hazret-i Peygamber zamanında böyle değildiniz'.

Ashâb-ı Suffe'den iki kişinin bir günlük gıdası, bir avuç hurma idiBuradaki avuç, bir tam ve üçte bir Bağdad batmanı demektir. (Bu batman, yirmisekiz küsur dirhemdir) Bu hurmalardan çekirdekler de düşürülürdü.

Hasan-ı Basrî şöyle derdi: 'müslüman, koyun ve keçi gibidir; bir avuç basit hurma, bir parça kavut ve bir yudum su ona kâfi gelirMünâfık ise yırtıcı hayvan gibidirÇok yer ve midesini tıkabasa doldururKarnını komşusu için aç bırakmaz ve zarurî ihtiyacından fazla olan malları hususunda müslüman kardeşini nefsine tercih etmezEy îman edenler! Zarurî ihtiyacınızdan fazla olanı, azık olarak önden gönderiniz'.

Sehl et-Tüsterî de şöyle buyurmuştur: 'Dünya tamamen kan olsa, müslümanın yedikleri yine de helâl olurdu; çünkü müslüman zaruret anında ancak hayatını devam ettirebilecek kadar yer'.

İkinci Vazife

Yemeğin vakti ve tehir süresi hakkındadırBunda da dört derece vardır:

Birinci Derece

Bu derecelerin en büyüğü üç gün veya daha fazla aç kalmamasıdırBazı müridler riyazeti, takdir ve tahdid etmeksizin aç kalma şekline dönüştürmüştürHatta içlerinde otuz-kırk gün aç duranları olmuşturÂlimlerden de büyük bir cemaat bu dereceye ulaşmıştırMuhammed bAmr el-Karânî, Abdurrahman bİbrahim Rühaym, İbrahim et-TeymîHaccâc bFerasife, Hâfız Âbid Misisî, Müslim bSaid, Züheyr, Süleyman Havvas, Sehl bAbdullah et-Tüsterîİbrahim bAhmed el-Havvas bunlardandırEbû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) altı gün aç dururduAbdullah bZübeyr ile İbn-i Abbâs'ın arkadaşı Ebû'l-Cevza da yedi gün birşey yemezdiRivâyet edildiğine göre, Süfyân es-Sevrî ile İbrahim b. Edhem'in karnına üç gün üstüste hiçbir şey girmezdiBu zatlar âhiret yolunda yürüme hususunda açlıktan yardım umarlardı.

Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Kırk gün Allah rızası için açlık çeken kimse için melekût âleminin kapıları açılır; yani ilâhî sırların bir kısmı ona âyân olur'Sûfînin biri, bir rahib'e müslüman olarak, içinde bocalayıp durduğu gururu terketmesini teklif etti ve bu hususta onunla uzun uzadıya konuştuSonunda rahib kendisine 'Mesih (aleyhisselâm) kırk gün aç kalırdıBu ise ancak bir peygamberin veya bir sıddîkîn mucizesi olabilir' dediBunun üzerine sûfi râhib'e şöyle dedi:

- Eğer ben elli gün aç kalırsam, şu anda üzerinde bulunduğun dini terkedip İslâm'a girer misin? İslâm dininin hak ve üzerinde bulunduğun dînin de bâtıl olduğuna inanır mısın?

-Evet

Bu söz üzerine sûfî oturdu; elli günü bu şekilde dolduruncaya kadar ancak râhibin görebileceği yerlere gidip geldiElli günden sonra 'Bundan daha fazlasını da yapabilirim' dedi ve böylece altmışa tamamlayıncaya kadar açlığa devam ettiBunun üzerine râhib çok şaşırdı ve 'Hiç kimsenin bu hususta Hazret-i isa'yı geçeceğini sanmazdım' diyerek müslüman olduBu büyük bir derecedirBuna ancak keşfe mazhar olan sabırlı kimseler erişebilirBöyle kimseler, tabiat ve âdetinden kestiği şeylerin müşahedesiyle meşgul olup nefsine açlığını ve ihtiyacını unutturmuştur.

İkinci Derece

İkinci derece, mideyi iki ya da üç gün aç bırakmaktırBu ise görülmemiş birşey değildirCiddiyet ve mücahede ile bu dereceye varmak mümkündür.

Üçüncü Derece

Bu üçüncü derece, derecelerin en aşağısı olup yirmidört saatte bir defa yemekle yetinmektirBu derece, açlık çekme hususundaki en küçük derecedirBunu geçen miktarsa israf ve oburlukturÖyle ki böyle yapan kimseler artık açlık diye birşey bilmezBu ise zevk ve safâya dalan kimselerin fiilidir, kimselerin fiilidirBöyle bir kimse Sünnet'ten uzaktır; çünkü Ebû Said Hudrî'nin rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber, kahvaltı ettiği gün akşam yemeği yemez; akşam yemeği yediği zaman da kahvaltı etmezdi32 Selef-i Sâlihîn de hergün bir defa yerlerdiHazret-i Peygamber bir keresinde Aişe vâlidemize şöyle buyurmuştur:

İsraftan kaçın! Günde iki öğün yemek israf; iki günde bir defa yemek ise cimriliktirGünde bir öğün yemek, bu ikisi arasındaki normal durumdurAllah'ın Kitabı'nda övülen durum da budur33

Günde bir öğün yemekle yetinen kimsenin, fecrin doğuşundan önce (sahur vaktinde) yemesi müstehabdırBu şekilde yemek, teheccüd namazından sonra ve sahab namazından önce yenilmiş olurBöylece gündüzleyin çekilen açlık, oruç için; geceleyin çekilen açlık ise, ibâdet ve kalp huzuru ve midenin boş olmasından dolayı fikrin incelmesi, gayretin artması, nefsin bildiği şeylere ısınması için çekilmiş olurHem nefis de artık vakti gelmezden önce insan ile çekişmez.

Âsım bKüleyb'in babasından rivâyet ettiğine göre Ebû Hüreyre şöyle demiştir:

Hazret-i Peygamber'in gece ibâdeti sizinki gibi değildiO geceleyin kalktığı zaman iki ayağı şişinceye kadar ibâdet ederdiYine o sizin gibi geceli gündüzlü iftar ederek oruç tutmazdıAncak (bazı zamanlar) iftarını sahur vaktine kadar ertelerdi34

Aişe vâlidemiz de Hazret-i Peygamber (bazen) orucunu sahur vaktine kadar devam ettirirdi' demiştirBu bakımdan eğer akşam namazından sonra canı yemek isteyecek ve bu durum da teheccüd için gereken kalp huzurunu bozacaksa en iyisi oruçlunun, yemeğini ikiye ayırmasıdırMesela günde iki ekmek yiyorsa, birini iftar, diğerini de sahur vaktinde yemelidir ki nefsi sükûnet bulsun ve teheccüd ibâdetinde bedeni hafifleşsin; gündüz de sahurda yediğinden dolayı çok fazla acıkmasınBöylece birinci ekmekle gece ibâdetine, ikinci ekmekle de gündüz tuttuğu orucuna yardım etmiş olurBir gün oruç tutup bir gün iftar eden kimsenin, oruç tutmadığı gün öğle vaktinde, oruç tuttuğu gün de sahur vaktinde yemesinde herhangi bir beis yokturBuraya kadar belirtilen yollar; yemeğin vakitleri ve bu vakitler arasındaki uzaklık ya da yakınlık hakkındaki yollardır.

Üçüncü Vazife

Üçüncü vazife, yemeğin Çeşidi, katığın terkedilmesi ve yemeklerin en âlâsının buğday özü olduğu hakkındadırBuğday özünün elenmesi ise israfın son haddidirOrtancası elenmiş arpa ekmeği; normali ise elenmemiş arpa ekmeğidirKatıkların en âlâsı da et ve tatlı maddelerdirEn düşüğü de tuz ile sirkedirOrtancası ise etsiz, yağlı maddelerdirÂhiret yolcularının âdeti, daimî olarak katık yemekten ve şehvetlerden kaçınmaktır; çünkü insanoğlunun iştahının çektiği herşey, mutlaka onu baştan çıkarmaya yöneliktirBunlar insanın kalbini katılaştırır ve onun dünya lezzetlerine alışıp dalmasına yol açarBöylece kişi artık ölümden ve Allah'ın huzuruna gitmekten hoşlanmazBöyle bir kimse için, dünya bir cennet, ölüm ise hapishane olurNefsini şehvetlerinden ve zevklerinden mahrum bırakan ve ona lezzet yollarını daraltan kimse içinse dünya bir hapishane ve daracık bir zindan kesilirBöylelerinin nefsi dünyadan bir an önce kurtulmak ister; zira ölüm onun için hürriyetine kavuşmak demektir.

Yahya b. Muaz er-Râzî'nin şu sözleri de buna işaret etmektedir: 'Ey sıddîklar! Firdevs-i âlânın velimesine (ziyafetine) konmak istiyorsanız dünyada nefislerinizi aç bırakınız; çünkü yemeğe karşı duyulan iştah, nefsin aç bırakılmasıyla orantılıdır'.

Tıkabasa yemenin ve tokluğun, saydığımız bütün âfetleri, şehvetlerin, tadılan zevk ve lezzetlerin hepsi için geçerlidirBu bakımdan onları yeniden sayarak sözü uzatmak istemiyoruzMübah olan şehvetlerin terkinde çok büyük sevap olduğu gibi onları yapmakta da çok büyük tehlikeler sözkonusudurHatta Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ümmetimin en kötüleri, buğday özü yiyenleridir35

Bu hadîs, buğday özü yemeyi haram kılmış değildirBilakis buğdayın özünden bir veya iki defa yiyen kimse âsi olmadığı gibi, devamlı olarak yiyen kimse de âsi olmazFakat nefsini nimetle besleyerek dünyaya ve lezzetlere alıştırmış olur! Bunun sonucunda nefis, lezzetleri elde etmek için çaba harcar ve bu çaba da onu günaha sokarDolayısıyla onlar ümmetin en kötüleridirler; çünkü buğdayın özü, onları birtakım şeylere zorlar ki bunlar günahlardırNitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ümmetimin en kötüleri, çeşit çeşit yiyecekler yemek suretiyle vücutlarını semizletenleridirBunların çeşit çeşit yiyecekler yemekten ve çok çeşitli elbiseler giymekten başka gayeleri yokturKonuştuklarında da avurtlarını yırtarcasına bağırıp çağırırlar36

Allahü teâlâHazret-i Mûsa'ya şöyle vahyetmistir: 'Kabre gireceğini düşün! Bu seni şehvetlerin birçoğundan alıkoyacaktır'.

Selef-i sâlihîn yemeklerin lezzetini tadmaktan ve nefsi bunlara alıştırmaktan sakınma hususunda çok titiz davranırlardıSelef böyle yapmayı şekâvet alâmeti, Allahü teâlâ'nın kulunu böyle yapmaktan alıkoymasını da saadetin zirvesi olarak görmekteydi.

Vehb bMünebbih şöyle anlatır: "Dördüncü gökte karşılaşan iki melekten biri diğerine 'Nereden geliyorsun?" diye sorar, ikinci melek 'Filan yahudinin (Allah'ın laneti onun üzerine olsun) canı balık yemek istemiştiBen de denizden balığı sürmekle emrolundumŞimdi oradan geliyorum' cevabını verirBunun üzerine soru soran melek 'Ben de filan âbidin canının çektiği zeytinyağını dökmekle emrolundum' der".

Bu kıssa, şehvetlerin sebeplerinin kolaylaştırılmasının hayır alâmetlerinden olmadığına dikkat çekmektedirİşte bunun içindir ki Hazret-i Ömer, soğuk bal şerbetini içmekten kaçınarak 'Bunun hesabını benden uzaklaştırınız!' buyurmuşturBu bakımdan Allah için, şehvet ve zevklerin terki hususunda nefse muhalefet etmekten daha büyük bir ibâdet yapılmış değildirBunu Nefsin Riyazeti kitabında da zikretmiştik.

Nâfî şöyle anlatıyor: İbn Ömer (radıyallahü anh) hastalanmıştıCanı taze balık yemek istediBunun üzerine çıkıp Medine-i Münevver'nin çarşılarında balık aradım; ama bulamadımAradan bir müddet geçtikten sonra bir yerde balığa rastladım ve bir buçuk dirhemlik balık aldımBalığı ateşte kızartıp bir ekmekle birlikte İbn Ömer'e götürdümO esnada kapıya bir dilenci geldiBunun üzerine İbn Ömer, hizmetçisine "Balığı ekmeğe sar ve şu dilenciye ver!' dediHizmetçi 'Allah senden razı olsun! Bunca günden beri canın balık istiyorOnu zor buldukBulduğumuz zaman da bir buçuk dirheme satın aldıkDilenciye balığı değil de parasını verelim' karşılığını verdiİbn Ömer'se 'Onu ekmeğe sar ve dilenciye ver!' diye emrettiİbn Ömer'in bu emrinden sonra hizmetçi, dilenciye dönerek 'Sana bir dirhem vereyim de bunu götürme, razı mısın?' dediDilenci de razı olduBunun üzerine hizmetçi, dilenciye bir dirhem verdiKızartılmış balığı alarak geri getirdi ve İbn Ömer'in önüne bırakarak 'Dilenciye bir dirhem vererek bunları kendisinden geri aldım!' dediBu söz üzerine İbn Ömer hizmetçiye şunları söyledi: 'Balığı ekmeğe sar ve yine o dilenciye ver! Vermiş olduğun dirhemi de alma; çünkü ben Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:

Canının çektiği herhangi bir şey hususunda başkasını nefsine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ affeyler37

Açlık köpeğini (şehveti) bir ekmek ve bir testi berrak su ile yola getirdiğin zaman, dünya içindekilerle birlikte helâk olsa dahi perva etmezsin!38

Hazret-i Peygamber bu hadîsiyle yemekten maksadın açlığın ve susuzluğun elemini gidermek ve zararlarını defetmek olup, dünya lezzetlerini tatmak olmadığına işaret etmektedir.

Yezid bEbî Süfyân'ın (Muaviye'den önce Şam valisiydi) çeşit çeşit yemekler yediğini haber alan Hazret-i Ömer, kölesine 'Yezid akşam sofrasını hazırlattığında gel bana haber ver!' dediKöle haber verdiğindeHazret-i Ömer Yezid'in yanına girdiSofraya önce tirid getirildiHazret-i Ömer, Yezid'le birlikte bundan yedi. Sonra kızartılmış et getirildiYezid elini ete uzattığında Hazret-i Ömer onun bileğinden tutarak 'Ey Ebû Süfyân'ın oğlu Yezidî Allah'tan kork Allah'tan! Yemekten sonra yemek olur mu? Ömer'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer selefin sünnetinden aynlırsanız, bu ayrılık sizi O'nun yolundan da saptırır' buyurdu.

Yesar b, Umeyr şöyle diyor: 'Hazret-i Ömer için ne zaman un elemişsem bunu mutlaka ondan habersiz yapmışımdır',

Utbet'ül-Gulâm, ununu bizzat kendisi hamur yapar ve sonra da bunu güneşte kuruturduBundan yediğindeyse 'Âhiretin o güzel kebapları ve yemekleri hazırlanana kadar bir parça (kuru) ekmekle az bir tuz kâfidir' derdiYine o su testisini, bütün gün güneş altında kalmış bir küpe daldırarak doldururduCariyesi kendisine 'Ey Utbe! Ununu bana versen de sana ekmek yapsam, suyunu soğutsam olmaz mı?' dediğindeyse 'Ey cariye! Ben açlık köpeğini (şehveti) kendimden uzaklaştırdım' karşılığını verirdi.

Şakîk bİbrahim şöyle anlatıyor: Bir gün Mekke'nin Leyl çarşısında, Hazret-i Peygamber'in doğduğu evin civarında İbrahim b. Edhem'e rastladımKendisi yolun kenarına oturmuş ağlıyorduGidip yanma oturdum ve 'Ey Ebû İshak! Niçin ağlıyorsun?' diye sordum'Hayırdır!' karşılığını verdiBen ısrar edince de 'Ey Şakîk! Ayıbımı örteceğine dair bana söz verir misin?) ' dediBen de 'Ey kardeşim! İstediğini söyle! (İfşâ etmem) ' dedimBunun üzerine şunları söyledi: "Nefsim otuz seneden beri yayla çorbası istemekteydiBen de dün geceye kadar onu bu isteğinden alıkoydumDün akşamsa oturuyordum, bir ara uyku bastırdıBu sırada bir genç gördümElinde yeşil bir tabak vardı; tabaktan buğular yükseliyor ve yayla çorbası kokusu geliyorduBunun üzerine bütün gayretimle ondan uzaklaştımGençse bana yaklaşarak 'Ey İbrahim! Ye!' dedi'Hayır yemem; çünkü ben onu Allah için terkettim'dedimGenç Allahü teâlâ bunu sana yedirirYe!' diye üstelediBu ısrar karşısında ağlamaya başladımFakat o tekrar ve ısrarla 'Allah sana rahmet eylesin, ye!' dediBunun üzerine ona 'Biz midemize ancak nereden geldiğini bildiğimiz yiyecekleri almakla emrolunduk' dedimO da bana şunları söyledi: "Allah sana afiyet versin, ye! Bu bana verildi ve 'Ey Hızır! Bunu götür! İbrahim b. Edhem'in nefsine yedir; çünkü Allahü teâlâ ona uzun zamandır nefsini isteğinden alıkoyma hususunda göstermiş olduğu sabırdan dolayı merhamet etmiştir' denildiEy İbrahim! Ben meleklerin 'Kendisine birşey verildiğinde almayan kimse sonunda isteyecek, fakat bu kez de verilmeyecektir!' dediklerini duydum"Bu ısrar karşısında ' (Ey Hızır) ! Eğer durum böyle ise, ben senin huzurunda Allah ile yapacağım akid için bulunmaktayım' dedim. Sonra dönüp baktığımda Hızır'ın yanında başka bir gencin durmakta olduğunu gördümBu yeni genç, Hızır'a birşey uzatarak 'Ey Hızır! Sen İbrahim'in ağzına lokmaları koy!' dediBu söz üzerine, hapşırıp uyanıncaya kadar Hızır ağzıma lokmaları koymaya devam ettiUyandığımda tadı hâlâ damağımda idi.

Şakîk şöyle anlatıyor: "Bir gün İbrahim b. Edhem'e 'Bana avucunu göster!' dedimAvucunu gösterdiğinde de onu tutup öptüm ve 'Ey şehvetleri aç olanları -dürüst bir şekilde şehvetlerinin gereğinden çekildikleri zaman- doyuran Allah! Ey kalplerde yakîn nurunu parlatan Allah! Ey kalplere, muhabbeti ile şifa bahşeden Allah! Acaba Şakîk'in de senin yanında bir kıymeti var mıdır?' dedim. Sonra da İbrahim'in avucunu göklere doğru kaldırarak şunları söyledim: 'Şu avucun ve sahibinin, nezdindeki kıymetinin hürmetine, -her ne kadar müstehak değilse de- senin faziletine, ihsanına ve rahmetine muhtaç olan şu kuluna (bana) ihsanda bulun!' Sonra İbrahim yerinden kalktıKâbe'ye kadar birlikte yürüdük".

Rivâyet edildiğine göre Malik b. Dinar, iştahı çektiği halde tam kırk sene süt içmemiştirBir gün kendisine yaş hurma hediye edildiArkadaşlarına 'Siz yeyiniz; ben tam kırk seneden beri yaş hurma yemedim' dedi.

Ahmed bEbû'l-Havarî şöyle anlatıyor: "Ebû Süleyman Dârânî'nin canı tuzlu, sıcak ekmek yemek istemiştiKendisine böyle bir ekmek götürdüğümde ondan bir lokma aldı. Sonra bunu atarak ağlamaya başladı ve 'Uzun sûre mücâhededen sonra hemen şehvetime yapıştımEy şekâvetim (bedbahtlığım) hazır ol; zira zamanın gelmiştirEy Allahım! Ben bu yaptığımdan tevbe ettimBundan dolayı beni affeyle!' dediBu olaydan sonra onun ölünceye kadar tuz yediğini görmedim".

Mâlik bDeygam şöyle anlatıyor: "Bir gün Basra çarşısından geçiyordumSebzelere bakan nefsim bana 'Keşke, bu gece bu sebzelerden bana yedirsen' dediBunun üzerine kırk gece sebze yemeyeceğime dair yemin ettim".

Mâlik bDinar Basra'da elli sene kaldıBu zaman zarfında Basra ahalisinin ne yaş ve ne de kuru bir tek hurmasını yemediBir gün çıkıp şöyle dedi: 'Ey Basralılar! İçinizde elli sene yaşadımBu arada ne yaş ve ne de kuru bir tek hurmanızı yemedimBu bakımdan benden eksilen sizi artırmadı; sizden artan da beni eksiltmediElli seneden beri dünyayı boşamışımdırNefsim kırk seneden beri süt istemektedirYemin ederim ki Allah'a kavuşuncaya kadar da ona süt içirmeyeceğim'.

Hammad bEbî Hanîfe şöyle anlatıyor: "Bir keresinde Davud Tâî'nin evine gitmiştimKapı kapalıydı ve içerden ses geliyorduDinlediğimde Davud'un şöyle dediğini duydum: 'Ey nefsim! Havuç istedin, sana yedirdim. Sonra hurma istedinYemin ederim ki artık sana ebediyyen hurma yedirmeyeceğim'Bu sözlerden sonra selâm vererek içeri girdimKendisi tek başına oturuyordu".

Ebû Hâzım (Seleme b. Dinar) bir gün çarşıdan geçerken bir meyve görüp canı çektiBunun üzerine oğluna 'Şu dalından koparılmış ve ambalajlanmış meyveden bize biraz al! İnşaallah dalından kopmayan ve hiç kimseye yasaklanmayan meyvelere de kavuşuruz' dediOğlu meyveden alıp kendisine getirdiği zaman nefsine şöyle hitab etti: 'Ey nefis! Beni aldattınDolayısıyla o meyveye baktım ve ondan iştahım çektiOnu satın alıncaya kadar da bana galebe çaldınAllah'a yemin ederim ki onu tadamayacaksın!' Sonra o meyveyi fakir yetimlere gönderdi.

Musa el-Eşec şöyle demiştir: 'Yirmi seneden beri nefsim öğütülmüş tuz istemektedir'.

Ahmed bHalife ise 'Nefsim yirmi seneden beri istekli olduğu halde benden kana kana su içmekten başka birşey istememiştirBuna rağmen ona kana kana su içirmedim' demiştir.

Utbet'ul-Gulam'ın canı tam yedi sene et yemeyi arzuladı. Yedi seneden sonra kendi kendisine 'Yedi seneden beri her sene nefsimi bir sonraki seneye havale etmeye utanır oldum' diyerek bir parça et satın aldıBunu kızartıp bir ekmeğin içerisine koyduTam o sırada bir çocuğa rastladıOna 'Sen ölen falan adamın oğlu değil misin?' diye sorduÇocuğun 'Evet! Ben onun oğluyum' demesi üzerine de eti ona verdiBu olayı anlatan Utbet'ul-Gulâm sonunda hüngür hüngür ağlamaya başlayarak şu ayet-i celîleyi okumuştur:

'Yoksula, yetime, esire sevdikleri yemekleri yedirirler'. (İnsan/8) Bu olaydan sonra, Utbet'ul-Gulâm bir daha et yememiştir.

Utbet'ul-Gulâm'ın canı, uzun seneler hurma yemek istediBir gün bir kıratlık hurma satın aldı ve bunu iftar için akşama kadar bekletmeye karar verdiBu arada şiddetli bir rüzgar esmeye başladıÖyle ki dünya kapkaranlık kesildiHalk dehşete kapıldıBunun üzerine Utbet'ul-Gulâm kendi nefsine şöyle dedi'Bu, dünyayı kasıp kavuran rüzgar, sana karşı gösterdiğim cüretten ve aldığım o bir kıratlık hurmadan ileri geliyor! Kanaatime göre bütün insanlar senin günahından dolayı cezalandırılmaktadırO halde andolsun ki bu hurmadan tadmayacaksın'.

Dâvud et-Tâî, yarım fülüslük sebze ile bir fülüslük sirke satın aldığı bir günün gecesinde kendi kendisine 'Ey Dâvud! Yazıklar olsun sana! Kıyâmet gününde senin hesabın çok uzun olacaktır' deyip durduO günden sonra da sadece katıksız ekmek yedi.

Utbet'ul-Gulâm bir gün Abdülvahid bZeyd'e 'Filan adam kendisini o şekilde vasıflandırıyor ki ben bu vasıfları kendi nefsimde göremiyorum' dediAbdülvahid de ona 'Çünkü sen ekmeğinle birlikte hurma da yiyorsunO ise yavan ekmekle yetiniyor' karşılığını verdiUtbet'ul-Gulâm 'Eğer ekmekle birlikte yediğim hurmayı terkedersem o mertebeye erişebilir miyim?' dediğinde de Abdülvahid 'Evet! Hatta daha ilerisini de elde edebilirsin' cevabını verdiBu söz üzerine Utbet'ul-Gulâm hüngür hüngür ağlamaya başladıArkadaşlarından birinin ona 'Allah seni ağlatmasın! Hurmayı terkedeceğin için mi ağlıyorsun?' demesi üzerine de Abdülvahid şöyle dedi: 'Utbe'yi kendi haline bırakın; çünkü nefsi onun birşeyi terketme hususundaki azminin kuvvetini daha önceden bilmektedirO herhangi birşeyi bir defa terketti mi artık bir daha ona dönmez'.

Câfer bNasr39 şöyle anlatıyor: Cüneyd Bağdâdî, bana kendisi için vezir inciri satın almamı emrettiİstediği inciri satın aldımİftar vaktinde bunlardan birini ağzına aldı. Sonra da çıkarıp atarak ağlamaya başladı ve bana 'Al bunları götür!' dediKendisine 'Niçin yemiyorsun?' diye sorunca da şöyle dedi: "Gaibden bir ses bana 'Utanmıyor musun? Hani incir yemeyi benim hatırım için bırakmıştınŞimdi ise sözünden cayıp yemeye yelleniyorsun!' diye seslendi".

Sâlih el-Murrî şöyle anlatıyor: Birgün Atâ es-Sülemi'ye 'Eğer geri çevirmezsen sana bir ikramda bulunacağım' dedimO da kabul ettiBunun üzerine oğlumla kendisine kavut, yağ ve baldan yapılmış bir şerbet gönderdim; oğluma da 'Bu şerbeti içinceye kadar onun yanından ayrılma!' diye tembihledimErtesi gün de yine aynı şerbetten gönderdimFakat bu sefer geri çevirdi, içmediBen de kendisini kınayarak 'Sübhânallah! Sen nasıl olur da benim ikramımı geri çevirirsin?' dedimGerçekten kırıldığımı anlayınca bana şöyle dedi: 'Sakın bu yaptığım seni üzmesin! İnan ki böyle bir şerbeti hayatımda ilk defa içiyorumNefsimi ikinci defa içmesi için zorladıysam da olmadıHer içmek istediğimde aklıma şu ayet-i celîle geldiğinden yapamadım:

Onu yutmaya çalışır; fakat boğazından geçiremezHer taraftan kendisine ölüm geldiği halde yine ölemezBunun arkasından da şiddetli ve ağır bir azab (cehennemde ebedî kalış) vardır.

(İbrahim/17)

Bunun üzerine ağlayarak kalbimden şöyle dedim: 'Sen bir vadide, bizse ayrı bir vadide bulunuyoruz'.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Otuz seneden beri nefsim benden pekmeze batırılmış havuç istemektedirHâlâ da onun bu isteğini yerine getirmiş değilim'.

Ebû Bekir Celâ (veya Cilâ) şöyle demiştir: "Ben bir kişi tanıyorum ki nefsi kendisine 'Ben on gün senin emrini dinleyip açlık çekeyim; sen de bu on günden sonra bana canımın çektiği birşeyi yedir' demekte; o ise nefsine 'Ben senden on gün aç kalmanı değil, açlık çektiğinde isteyeceğin şeyi terketmeni istiyorum!' karşılığını vermektedir".

Bir âbid, bazı arkadaşlarını davet ederek onlara ekmek ikram ettiArkadaşlarından biri seçmek için ekmekleri evirip çevirmeye başladıBunu gören âbid, bu arkadaşına 'Yavaş ol! Ne yapıyorsun?' diye çıkıştı ve devamla şunları söyledi: 'Beğenmediğin ekmekte ne kadar hikmet bulunduğunu ve onun bu hale gelmesi için kaç kişinin çalıştığını biliyor musun? Suyu (yağmuru) getiren bulut, buğdayı bitiren toprak, sulayan su, rüzgar, toprak, çalıştırılan hayvanlar ve (çalışan) insanlar; bunların hepsi ekmeği bu hâle getirmek için çalışmışlardırBütün bunlardan sonra sen hâlâ onu evirip çeviriyor, beğenmiyorsun'.

Bir haberde geçtiğine göre ekmek, sofraya gelinceye kadar otuzaltı sanatçının elinden geçer ki bunların ilki Mikâil'dirMikâil, yağmuru rahmet hazinelerinden ölçülü olarak göndermekle görevlidir. Sonra bulutları sevk ve idare eden meleklerle güneş, ay, felekler, hava melekleri ve yeryüzündeki hayvanlar gelir, En sonuncusu ise fırıncıdır.

Eğer Allah'ın bunca nimetim teker teker saymaya kalkarsanız sayamazsınızGerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür.

(İbrahim/34)

Seleften biri şöyle anlatıyor: Kasım Cûî'ye40 'Zühd nedir?' diye sordumO da bana Peki sen zühd hakkında neler duydun?' diye sorduKendisine zühd hakkında duymuş olduğum şeyleri söylediğimde sustu'Sen ne dersin?' diye ısrar etmem üzerine de şunları söyledi: 'Bilmiş ol ki mide, kulun dünyasıdırBu bakımdan kul midesinin ne kadarına sahip ise, zühdün de o kadarını elinde bulunduruyor demektirDiğer taraftan midesi onun ne kadarını tasarrufu altına almışsa, dünya da o nisbette kendisine hâkim sayılır'.

Bişr el-Hafî hastalanmıştı; meşhur doktor Abdurrahman'a gidip uygun yiyecekleri sorduBunun üzerine Abdurrahman kendisine şöyle dedi:

-Sen benden ilâç istiyorsunFakat söylersem kabul etmezsin.

-Söyle bakalım neymiş?

-Sekencebin (sirke ve baldan yapılan bir macundur) ilâcını içecek; ayva emeceksinOndan sonra da izfidbac yiyeceksin.

-Acaba sekencebinden daha hafif ve onun yerini tutacak bir macun biliyor musun?

-Hayır!

-O halde ben söyleyeyim.

-Nedir?

-Sirke ile hindiba. . . Ey doktor! Ayvanın yerini tutacak ve ondan daha hafif birşey biliyor musun?

-Hayır!

-Ben biliyorum!

-Nedir?

-Harnub-i Şami (Keçiboynuzu) . . . Peki izfidbacdan daha hafif ve onun yerini tutacak birşey biliyor musun?

-Hayır!

-Ben biliyorum!

-Nedir?

-İnek yağı ile kavrulmuş nohut unu. . .

-Sen tıb ilmini benden daha iyi biliyorsunO halde benden ne soruyorsun?

Bütün bu anlattıklarımızdan anlaşılmıştır ki bahsi geçen kimseler, nefsin şehvetlerinden tıkabasa yeyip midelerini doldurmaktan kaçınmışlardırBunu da zikrettiğimiz faydaları temin için yapmışlardırAncak bu durum daimi değil bazı vakitlerde olmuştur; çünkü bu kişiler her vakit helâli elde edemezlerdiBundan dolayı da zaruri miktarla yetinmişlerdirŞehvetler ise, zaruri miktara dahil değildir.

Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: Tuz şehvettir; çünkü yavan ekmekten fazladırEkmeğin dışındaki şeyler şehvete dahildir'. (Bu bakımdan böyle şeyler ancak helâlden olursa alınır) Bu hâl takvânın en son haddidirO halde buna gücü yetmeyen kimse nefsinden gâfil olmamalı ve ulu orta şehvetlere dalmamalıdırKişinin her bulduğunu yemesi ve nefsinin her isteğini yerine getirmesi, israf olarak yeter de artar bileBu bakımdan kişinin devamlı olarak et yememesi en uygunudurNitekim Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Kırk gün et yemeyenin ahlâkı ve çehresi kötüleşir (bozulur) ; kırk gün üst üste et yemeye devam edenin de kalbi katılaşır!'

'Et, devamlı yiyenlerde tıpkı şarap gibi alışkanlık yapar' denilmiştirAç olduğu halde helâliyle cinsî münâsebette bulunmak isteyen kimsenin, her iki (yeme ve cinsî münâsebette bulunma) isteğini de yerine getirmek suretiyle nefsini takviye etmesi doğru değildir; çünkü nefis, çoğu zaman daha fazla cinsî ilişkide bulunmak için yemeyi arzulamaktadır! Tok olarak uyumamak müstehabdırBöyle yapıldığı takdirde iki gaflet bir araya getirilmiş olurDolayısıyla insan gevşekliğe alışır ve kalbi de bundan dolayı katılaşırO halde karnı tok olan kimse ya namaz kılmalı veya oturup Allah'ı anmalıdır; çünkü bu, nimetin şükrünü eda etmeye en yakın olan durumdurBir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Yediklerinizi zikir yapmak ve namaz kılmakla eritinizTok karnına da uyumayınız ki kalbiniz katılaşmasın!41

Yemeği hazmetmek için en azından dört rek'at namaz kılmalı veya yüz tesbih çekmeli ya da yemeğin akabinde Kur'ân'dan bir cüz okumalıdır.

Süfyân es-Sevrî doyasıya yediği gün namaz üzerine namaz kılar ve vaktini zikirle geçirirdiKendisi şöyle derdi: 'Siyah köleyi doyur ve sonra da çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür!' Başka bir zaman da şöyle demiştir: 'Merkebi doyur; arkasından da çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür'.

Canı, yemekle birlikte güzel bir meyve isteyen kimse, ekmeği bırakıp onun yerine canının çektiği meyveyi yemelidir ki o şey kendisine azık olsun, çerez olmasın! Böylece de nefsi için âdet ile şehveti biraraya getirmemiş olur.

Sehl et-Tüsterî, elinde ekmekle hurma bulunan İbn Sâlim'e42 şöyle demiştir: 'Önce hurmayı ye! Eğer bu, ihtiyacına kâfi gelirse ne âlâ! Aksi takdirde ondan sonra ihtiyacın kadar ekmek yersin'.

Farklı iki yemeğe sahip olan kimse önce lezzetli olandan başlamalıdır; çünkü lezzetli bir yemekten sonra gelen kaba bir yemek, artık iştahı çekmezKaba yemeği önce yiyen kimse ise lezzetli yemeği açlıktan değil, lezzetinden dolayı yer.

Bazı zâtlar arkadaşlarına şöyle derlerdi: " (Nefsin zaruri gıdadan başka istediği şeyleri) yemeyinizYeseniz bile aramayınızEğer ararsanız sevmeyinizEkmeğin bazı çeşitlerini aramak şehvettir".

İbn Ömer şöyle diyor: 'Irak'da bize ekmekten daha sevimli gelen bir meyve yoktu'Dikkat edilirse görülür ki İbn Ömer, ekmeği meyve yerine koymaktadırKısacası nefsi, mübah şehvetlerde ve her durumda o şehvetlerin peşinde gitmek hususunda ihmal etmeye yol (ruhsat) yokturKul, şehvetinden ne kadarını elde ederse, kıyâmet gününde ona 'Sen zevkleri dünya hayatında yaşamış ve hayatını onunla geçirmişsin' denilmesinden korkulurKişi âhiret zevklerinden ve nimetlerinden, nefsiyle mücâhede edip şehvetleri terkettiği nisbette yararlanır.

Basra ahalisinden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Nefsim benden pirinç unundan yapılmış ekmekle balık isteyip durmaktadırBen de onun bu isteğini yerine getirmedimOnun isteği şiddetlendikçe benim de mücâhedem şiddetlendiBu durum tam yirmi senedir böyle devam ediyor'.

Bu zatın ölümünden sonra âriflerden biri onu rüyasında görür ve Allahü teâlâ sana nasıl davrandı?' diye sorarO da şöyle cevap verir: Allahü teâlâ’nın bana ihsan etmiş olduğu nimet ve ikramları kelimelerle anlatamamFakat şu kadarını söyleyeyim ki Allahü teâlâ bana ilk olarak pirinç ekmeği ile balık ikram ederek şöyle buyurdu: "İşte bugün hesapsız ve sorgusuz olarak nefsinin dünyadaki arzusunu yerine getir!"

Yeyin, için! Afiyet olsun! (Dünyadaki) geçmiş günlerde yaptığınız sâlih amellere karşılık olarak. . . (Hâkka/24)

Zira onlar dünyada iken şehvetleri terketmişlerdiBu sırra binaendir ki Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Şehvetlerden birini terketmek, kalp için bir sene oruç tutup ibâdet etmekten daha yararlıdır'Allahü teâlâ bizi kendisini razı edecek ameller işlemeye muvaffak eylesin!

31) Ahmed, Ebû Nuaym

32) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

33) Beyhakî, Şitab 'ul-Îman

34) Bu hadîsi 'Hazret-i Peygamber'in fiili olarak' görmüş değilim. Ancak Hazret-i Peygamber'in sözüdür. (Buhârî, Ebû Said'den) , [Irâkî

35) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır

36) İbn Adiyy, Kâmil

37) İbn Hıbbân

38) Deylemî

39) Bu zat Bağdadlıdır ve Hicrî 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir

40) Dimeşkli Osman'ın oğludur. Çoğu zaman aç kaldığından dolayı kendisine Cûî mahlası verilmiştir.

41) İbn Sinnî, Taberânî

42) Ebû Hasan Ali b. Sâlim. Basralı olup Ebû Tâlib el-Mekkî'nin şeyhidir

Açlığın Hükmü, Fazileti ve Açlık Konusunda İnsanların Farklı Tutumları

Her işte ve her ahlâkta en yüce hedef normal ve orta yoldur; zira işlerin en hayırlısı ortanca olanlarıdırNormalin her iki tarafı da (ifrat da, tefrit de) yerilmiştirAçlığın faziletleri hakkında söylediklerimizden, açlıkta ifrata kaçmak gerektiği anlaşılabilirOysa böyle değildirFakat insan tabiatının en uzak şeyleri istediği ve aynı zamanda bu istekte bozukluk olduğu herşey için ilâhî nizamın onu menetmek hususunda mübalâğalı bir şekilde inmesi şer'î hikmetin sırlarındandırÖyle bir tarzda gelmiştir ki, câhil bir kimse bile buradaki amacın, imkân nisbetinde tabiatın isteğinin tam zıddına göre hareket edilmesi gerektiğine işaret edildiğini anlarÂlim ise, buradaki amacın mûtedil davranmak olduğunu bilirÇünkü tabiat, aşırı yemek istediği zaman, şeriat da engelleyici olmalı ki böylece karşılıklı mücadele yapılabilsin ve normal durum tahakkuk etsin! Çünkü nefsini tamamen susturacak kimse çok azdırBiliniyor ki böyle bir kimse zirveye varamazZira eğer israfçının birisi, tabiatın zıddına israf ederse, bunun da kötülüğüne delâlet eden delil, Allah'ın nizamında mevcutturNitekim Allah'ın nizamı gece ibâdetini ve orucu şiddetle övmüştürÖyle ki Hazret-i Peygamber, ashâb-ı kirâmın bir kısmının bütün sene oruç tuttuğunu ve bütün gece kalkıp ibâdet ettiğini öğrendiği zaman böyle yapmayı yasaklamak zorunda kalmıştır43

Bu hakikati kavradığın zaman bil ki; mûtedil bir tabiata göre, en faziletli davranış, midenin ağırlığını hissetmeyecek ve açlığın elemini duymayacak derecede yemektirÖyle bir derecede yemelidir ki karnını unutmalıdırAçlık kendisine asla tesir etmemelidirÇünkü yemenin hedefi; hayatı devam ettirmek ve ibâdet için kuvvet temin etmektirMidenin ağırlığı ise, insanı ibâdetten menederAçlığın elemi de kalbi meşgul eder ve dolayısıyla ibâdetten menederBu bakımdan öyle bir şekilde yemelidir ki yenilen maddenin kendisinde menfî tesiri kalmamalıdırBöylece meleklere benzemiş olurÇünkü melekler hem yemeğin ağırlığından, hem de açlığın eleminden uzaktırlarİnsanın gayesi ise, meleklere uymak olmalıdırİnsanoğlunun yemekten ve açlıktan kurtuluşu olmadığı zaman bu iki taraftan da uzak olan mûtedil bir şekilde davranması gerekir.

Âdem oğlunun orta yolu seçmek sûretiyle karşılıklı taraflardan (ifrat ve tefritten) uzaklaşmak istemesi bir ateş çemberi içerisine düşen bir karıncanın haline benzerŞöyle ki; karınca, kendisini çepeçevre kuşatan ve içinden çıkılması mümkün olmayan ateşin hararetinden kaçarÇemberin odak noktasına varıncaya kadar da bu kaçışı devam ederEğer karınca ölürse, mutlaka bu (orta) noktada ölür; çünkü bu nokta karıncayı çevreleyen ateşin hararetinden en uzak olan yerdirİşte şehvetler de böyledir; ateşin karıncayı kuşatması gibi insanoğlunu kuşatmıştırMelekler ise bu çemberin dışında bulunmaktadırlarİnsan hiçbir zaman bu çemberin dışına çıkamazMeleklere benzemek istese bile buna muvaffak olamazBu bakımdan insanoğlunun meleklere en fazla benzediği hali, ifrat ve tefritten uzaklaşma hâlidirTaraflardan en uzak olan yer ise, orta noktadırO halde karşılıklı hallerin tamamında orta nokta -ki buna merkez denilir- en uygun olanıdırHazret-i Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle bunu ne güzel anlatmıştır:

İşlerin en hayırlısı ortancalarıdır44 Şu ayette de buna işaret vardır:

Yeyiniz, içiniz; (fakat) israf etmeyiniz. (A'raf/31)

Açlık ve tokluğu hissetmediği zaman insanoğlu için ibâdet ve düşünce kolaylaşırNefsi hafîfleşirNefsin hafîfleşmesiyle birlikte çalışma azmi de artarFakat bu durum ancak tabiatın normale dönmesinden sonra mümkün olurİşin başlangıcında, yani nefsin huysuz ve şehvet aşığı olduğu, ifrata meylettiği zamanda itidal (normallik) fayda vermezBu durumda nefsi şiddetli bir şekilde açlıkla terbiye etmek gerekirNitekim eğitilmemiş huysuz bir hayvanı normale döndürebilmek için aç bırakmak, vurmak ve benzeri hareketlerle mübalâğalı bir şekilde uğraşmak gerekirHayvancağız uysallaşır ve normale döndüğünde artık cezalandırılması ve aç bırakılması gerekmez.

İşte bundan dolayıdır ki şeyh, müridine kendi nefsinde tatbik etmediği şeyleri emrederŞöyle ki; kendisi açlık çekmediği halde müridine aç kalmayı emreder ve yine kendisi meyve yediği ve şehvetlerini helâl yollardan tatmin ettiği halde müridini bunlardan meneder; çünkü kâmil bir şeyh nefsini terbiye etmiştirBu yüzden de artık onu cezalandırmasına gerek kalmamıştırOburluk, şehvet, huysuzluk ve ibâdetten kaçınma gibi hallerde en uygunu, nefsi aç bırakmaktırAçlık, nefsin bütün bu hallerinde kendisini gösterir ve elemini hissettirirMaksat, normale dönünceye kadar nefsi kırmaktırNefsi normale döndükten sonra kişi de gıdasında normale dönerÂhiret yolcularından ancak ya sıddîk olanlar ya da ahmak gururlular açlığa devam etmekten kaçınırlarSıddîklar, nefislerinin dosdoğru yolda bulunmasından ve açlık kamçısıyla hakka doğru sürülmeye gerek kalmamasından dolayı açlığa devam etmekten kaçınırlarMağrur ise kendisini, nefsini terbiye edip yola getirmesine gerek kalmayan bir sıddîk zannettiğinden dolayı açlıktan kaçınırBunun da nefsi hakkında hayırlı olduğunu sanır! Fakat bu, tehlike bakımından en büyük ve en ağır gururdurÇünkü nefis, nâdiren tam olarak terbiye edilir; çoğu zaman da aldanırMağrur kimse, sıddîklara ve onların, nefislerine karşı gösterdiği müsamahaya bakar ve kendi nefsine müsamaha göstermeye kalkışırBu tıpkı sıhhatli bir kimseye bakarak onun yediklerini yiyen bir hastanın durumuna benzerBu hasta kendisinin de sıhhatli olduğunu zanneder ve sonuçta bu yediklerinden dolayı helâk olur.

Yemeği az bir miktar ile sınırlamanın ancak hususi bir vakitte ve hususi bir çeşit için olduğuna, aslında istenilenin bu olmadığına, bununsa ancak haktan uzak ve kemâle erememiş bir nefsin mücâhedesi olduğuna Hazret-i Peygamber'in yemeği için bir vakit takdir ve tayin etmemiş olması delâlet eder.

Hazret-i Aişe şöyle der: 'Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) öyle oruç tutardı ki biz artık orucunu bozmayacaktır derdik ve oruca öyle ara verirdi ki biz artık oruç tutmayacaktır derdik'45

Hazret-i Peygamber eşlerinden birinin odasına girer ve 'Sizin yanınızda yemem için birşey var mıdır?' diye sorardıEğer onlar Vardır' derlerse yerdiEğer onlar 'yoktur' derlerse, o halde 'Ben oruçluyum' derdi46

Hazret-i Peygamber'e birşey ikram edildiğinde 'Ben oruç tutmaya niyetlenmiştim' der ve sonra da ikram edilen şeyden yerdi47

Bir gün Hazret-i Peygamber çıkıp 'Ben oruçluyum' dediHazret-i Âişe 'Bize Hîs denilen yemekten hediye geldi' dediHazret-i Peygamber 'Ben oruç tutmaya niyet etmiştimFakat gelen yemeği bana getir' dedi48

Sehl et-Tüsterî'ye 'Başlangıçta nasıldın?' diye sorulduO birçok riyazet şekilleri anlattıKendisi Nebk (Sedr) denilen ağacın yapraklarıyla karnını doyururmuşO riyazetlerden diğer biri de üç sene boyunca incirlerin kırıntılarını yemiş olmasıymış. Sonra üç sene boyunca üç dirhem ile aldığı şeylerle idare etmişKendisine 'Şimdi nasılsın?' diye sorulduğunda cevap olarak şöyle demiş: 'Ben sınırsız ve vakitsiz yiyorum'Sehl'in sınırsız ve vakitsiz demekten gayesi 'ben çok yiyorum' değildirAksine ben 'yediğimi bir miktar ile ölçmem' demektir.

Mârûf Kerhî'ye yemeklerin en lezzetlileri hediye edilir, o da bunları yerdiKendisine 'Senin âhiret kardeşin Bişr, böyle yapmıyor' denildiğinde şöyle dedi: 'Kardeşim Bişr'i takvâ yakalamıştırBeni ise marifet serbest bırakmıştır'. Sonra da 'Ben mevlâmın evinde misafirimYedirdiği zaman yer, aç bıraktığı zaman da sabrederimİtiraz etmek ne haddime!' diye ekledi.

İbrahim b. Edhem birgün ihvânından birine birkaç dirhem vererek 'Bu paralarla bize kaymak, bal ve havari ekmeği al!' dediKendisine 'Ey Ebû İshak! Bütün bunları alsın öyle mi?' denildiğinde şöyle cevap verdi: 'Allah sizden razı olsun! Biz bulduğumuz zaman erkekler gibi yer, bulamadığımız zaman da yine erkekler gibi sabrederiz'.

İbrahim, birgün birçok yemek hazırlatarak arkadaşlarından küçük bir grubu davet ettiGelenlerin içinde Evzâî ve Süfyân es-Sevrî de bulunuyorduSüfyân es-Sevrîİbrahim'e 'Ey Ebû İshak! Sen bu yemeğin israf olmasından korkmuyor musun?' diye sorduİbrahim de 'Yemekte israf yoktur! İsraf ancak, elbise ve ev eşyalarında olur' cevabını verdi.

İlmi, işitmek ve nakil yoluyla öğrenmiş olanlar, bir İbrahim Edhem'in sözüne bakar, bir de Mâlik bDinar'ın 'Yirmi seneden beri evime tuz girmedi' sözüyle, Sırrî es-Sakatî'nin 'Kırk seneden beri bir havucu pekmeze daldırıp yemeyi istediğim halde hâlâ yapmış değilim' sözüne bakar da bu durumların birbirine ters düştüğünü görür ve şaşıp kalır veya kesinlikle bunların birisinin yanlış olduğu hükmünü verirSözün sırlarını basiretle bilen bir kimse ise, bütün bunların hak olduğunu bilirFakat bunlar, hallerin değişik olmasına göre haktırlar. Sonra bu değişik halleri ihtiyatlı ve zeki bir insan, mağrur veya ahmak bir kimse dinlerİhtiyatlı kişi 'Ben âriflerden değilim ki, nefsime müsamaha edeyimBu bakımdan benim nefsim Sırrı es-SakatîMâlik bDinar'ın ve şehvetlerden kaçan bu büyük insanların nefsinden daha itaatkâr değildir' der ve onlara uyarMağrur kimse ise şöyle der: 'Benim nefsim Mâruf Kerhî'nin, İbrahim b. Edhem'in nefsinden daha âsi değildirBu bakımdan ben kendilerine uyar ve yiyeceğimdeki ölçü ve sınırı kaldırırımBen de mevlâmın evinde misafirimBen nerede, itiraz etmek nerede!' Sonra, eğer başkası onun hakkına tecavüz eder ona hürmet etmezse, onun başına kıyâmeti koparır, çeşitli itirazlara başvurur.

İşte bu saha, şeytanın, ahmaklarla beraber cirit oynadığı geniş bir sahadırYemekte, oruç ve şehevî şeylerde ölçüyü kaldırmak, ancak velayet (velilik) veya nübüvvet (peygamberlik) penceresinden bakan bir kimse için mümkün olurBu kimse ile Allah arasında nefsi serbest bırakmak veya tutmak hususunda bir alâmet vardırBu ise nefsin, hevâ ve âdetlere uymaktan tamamen kurtulmasından sonra mümkün olurNefsi bu kayıttan öyle kurtulur ki yediği zaman yemesi niyetle olurNitekim yemediği zaman da niyetle olduğu gibi. . . Bu bakımdan bu kişi yemesinde de orucunda da Allah'a ibâdet etmiş olur.

Hazımlı olmayı ve tedbiri Hazret-i Ömer'den öğrenmek uygundurHazret-i ÖmerHazret-i Peygamber'in balı sevdiğini ve balı yediğini gördüğü halde kendi nefsini Hazret-i Peygamber'in nefsine kıyas etmediHatta bal ile karıştırılmış soğuk şerbet kendisine takdim edildiği zaman bal kabını elinde evirip çevirdi ve 'Ben bunu içersem tadı geçecektirMesuliyet ve sorumluluğu kalacaktırBunun hesabını benden uzaklaştırınız' deyip onu bıraktıBu sırları şeyhin müridine söylemesi caiz değildirAksine şeyh, müridinin yanında açlığı övmelidirMüridini normal yemeye davet etmemelidirÇünkü mürid, şeyhinin söylediğinde mutlaka kusur ederBu bakımdan şeyhin müridi devamlı açlığa davet etmesi gerekir ki bu sayede normal davranabilsinMüridine 'kâmil ârif, nefsin riyazetlerinden müstağni olur' dememelidirÇünkü şeytan, bu takdirde müridin kalbinde bir ilgi görür ve her saat kalbine 'sen kâmil bir ârifsin' vesvesesini ilka eder ve 'ınârifet ve kemâlden elde etmediğin ne kaldı?' der.

Hatta İbrahim-i Havass'ın âdeti, müridine emrettiği her riyazeti, müridle beraber çekmekti ki müridin kalbine 'şeyhim, yapmadığını bana emretti' vesvesesi gelip riyazet çekmekten ürkmesin! Kuvvetli bir mürşidin, riyazet ve başkasını ıslah etmekle meşgul olduğu zaman zayıflara benzemek ve onları saâdete ulaştırmak için son derece merhametli olup, onların seviyesine inmesi lâzımdırBu hâl, Peygamber ve velilerin en büyük ibtilâlarından biridirİtidâl derecesi her şahıs hakkında gizli olduğuna göre, en doğrusu ve ihtiyatlısı her durumda ihtiyatı bırakmamasıdır ve bunun içindir ki Hazret-i Ömer, oğlu Abdullah'ı yağda kavrulmuş et yerken görünce kamçısıyla Abdullah'ı kamçıladı ve 'Böyle yapma! Bir gün ekmekle et, başka bir gün ekmekle süt, başka bir gün ekmekle yağ, başka bir gün ekmekle zeytin, başka birgün ekmekle tuz, diğer bir gün yavan ekmek ye!' dediİşte normal yol budurEt yemeye ve şehvetlere devam etmeye gelince, bu israf ve ifrattırEti, tamamen terketmek ise yasaklanmış cimriliktirHazret-i Ömer'in gösterdiği yol ise, ifrat ve tefrit tarafları arasında dosdoğru ve normal yoldurAllah herkesten daha iyi bilir!

43) Buhârî, Müslim

44) Beyhakî

45) Buhârî, Müslim

46) Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî

47) Beyhakî

48) Müslim

23-3

Yemeği Azaltan ve Şehvetleri Terkeden Bir Kimseye Ansızın Gelen Riya'nın Âfeti

Şehveti terkedenin kalbine iki büyük âfet girebilir ki ikisi de tehlike yönünden her istediğini yemekten daha tehlikelidir.

Birinci Afet

O âfetlerin birincisi, nefsin bir kısım yemekleri terketrneye gücünün yetmemesi ve iştahı onlara çekmesidirFakat buna rağmen canının bunları çektiğinin bilinmesini istemezBöylece şehvetini gizlemeye çalışırİnsanların yanında yemediklerini tenhada yer.

İşte gizli şirk budurÂlimlerin birine bir zâhidin durumu sorulduO âlim sustuKendisine denildi ki:

-Onun bir kötülüğü olduğunu mu biliyorsun?

-Cemaatle beraber yemediğini tek başına kaldığında yemektedir.

Bu ise büyük bir âfettirAksine kulun yapması gereken şey, yemeden vazgeçemediği ve yemeklere duyduğu arzuyu, müptelâ olduğu ve şehvetlerin sevgisinde bulunduğu zaman açığa vurmaktırÇünkü böyle yapması durumunun doğruluğunu gösterirBu ise amellerle yapılan mücâhedelerin karşılığıdırÇünkü kusurunu gizleyip, olgun olduğunu göstermek, katmerli iki noksanlıktır; gizlemekle beraber iki defa yalan söylemektirBu bakımdan böyle olan bir kimse iki azaba müstehak olur ve Allah böyle bir kimseden ancak iki sadık tevbe yaparsa razı olurBu sırra binaen Allahü teâlâ, münâfıkların hakkında şiddet göstererek şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. (Nisâ/145)

Çünkü kâfir, küfredip küfrünü açıklarMünâfık ise kâfir olduğu halde küfrünü gizlerKüfrünü gizlemesi de ikinci bir küfürdürÇünkü böyle yapan bir münâfık, Allah'ın, kendisinin kalbini bildiğini hafife almakta, insanların kendisini bilmesini ise büyütmektedirİşte bunun için küfrünü gizlerÂrif kimseler ise şehvetlere, hatta günahlara müptelâ olurlarFakat riya, hile ve kusurlarını gizlemeye müptelâ olmazlarHatta ârifin kemâli, Allah için şehvetleri terketmek ve içinden şehvete taraftar olması keyfiyetini açıklamaktırBunu da halkın kalbinden mertebesini düşürmek için yapmalıdırÇünkü selef-i sâlihînden biri, yiyecekleri satın alır ve evine asardıOysa kendisi onları yeme iştiyâkını öldürmüştüO halde, bunları satın alıp asmaktan gayesi, halini gizlemektir ki gâfillerin kalbi kendisinden uzaklaşsın, gâfiller hallerini bozmasınlarZâhidliğin son noktası, zâhidlikte zâhid olmak, onun zıddını göstermek sûretiyle bunu başarmaktırBöyle yapmak, sıddîkların amelidirÇünkü böyle yapmak, iki doğruyu bir araya getirmek demektirNitekim daha öncekinin, iki yalanı bir araya getirmek olduğu gibi. . . Bu kimse, nefsine iki ağır yük yüklemiş, nefsine sabrın acısını iki defa; arzu ettiği şeyden nefsini alıkoyarak ve nefsinin hoşuna giden gösterişten uzak durarak tattırmıştırŞüphe yok ki sabrettiklerinden dolayı onlara iki defa ecir verilirBu, kendisine verilen sadakayı açıkça alıp ve gizlice o sadakayı geri götürüp verene iade eden ve açıkça almak sûretiyle nefsini zilletle, gizlice geri vermek sûretiyle de nefsini fakirlikle kıran kimselerin yoludur.

Bunu yapamayan hiç olmazsa yemeklere duyduğu arzuyu ve eksikliğini açığa vurmak ve bu hususta doğru hareket etmek fırsatını kaçırmasınŞeytanın 'Sen eğer bunu açığa vurursan başkası da sana uyarBu bakımdan başkasının ıslahı için bu durumunu gizli tut!' demesine sakın aldanmasınÇünkü kendi nefsinin ıslahı, başkasının ıslahından daha önemlidirBu bahane ise katıksız riyadırŞeytan onu bu riyaya başkasının ıslahı kisvesi altında teşvik eder ve bu sırra binaen de kusurunun açığa çıkması kendisine gayet ağır gelirHer ne kadar kusurunu bilen kimsenin, fiiline uyulacak bir kimse olmadığını veya kendisinin bunları terketmesine inanmasından dolayı aksini görse de, ürkmeyeceğini bilse de yine durum değişmez!

İkinci Âfet

Şehvetleri terketmeye gücü yetmesine rağmen bunları terkettiğinin bilinmesine sevinirBöylece şehvetlerden çekinmekle şöhret bulurBöyle kimse zayıf bir şehvet olan yemek şehvetine engel olabilir, fakat daha şerli olan rütbe şehvetine boyun eğerGizli şehvet ise, zaten bu ikincisidirNe zaman kişi, böyle bir şehvete taraftar olduğunu hissederse, bu şehveti kırmak, yemek şehvetini kırmaktan daha önemlidirBu bakımdan yemesi daha evlâdır.

Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Sana hoşuna giden bir yemek ikram edildiği zaman -sen de onu daha önce terketmişsen- ondan az bir şey al! Fakat nefsine son derecesine kadar arzusunu vermeBöyle yaptığın takdirde, nefsinin arzusunu gidermiş olursun ve aynı zamanda onun arzusunu tam olarak kendisine vermediğinden dolayı onu perişan etmiş olursun'.

Câfer-i Sâdık (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bana bir yemek hediye edildiği zaman nefsime bakarımEğer arzu duyarsa o takdim edilen şeyden ona yediririm ve yedirmek onu menetmekten daha üstündürEğer arzusunu gizlerse, o takdim edilen şeyden çekindiğini belirtirse, ona vermemek sûretiyle cezalandırırım ve ona yedirmem'.

İşte bu yol, bu gizli şehvetten dolayı nefsin cezalandırılma yoludurKısacası, yemek şehvetini terkedip de riyâ şehvetine düşen kimse, akrepten kaçarak yılana sarılan kimse gibidir; çünkü riyânın şehveti, yemeğin şehvetinden çok daha zararlıdırTevfîk ve hidayet Allah'tandır!

23-4

Ferc'in (Tenasül Uzvu'nun) Şehveti

Cinsî ilişkinin şehveti, iki faydadan ötürü insanoğluna verilmiştir.

Birinci Fayda

Cima'nın zevkini anlayıp âhiret zevklerini ona kıyas etsin diye verilmiştirÇünkü cima'nın zevki, eğer devam ederse bedenlerin en büyük zevki olurNitekim ateşin eleminin, bedenin en büyük eleminden olduğu gibi. . . Teşvik etmek ve korkutmak ise, insanları saadete sevk ederBu sevketmek ameliyesi ancak hissedilir bir elem, hissedilir ve idrak edilir bir zevk ile mümkündürÇünkü zevk ile idrak edilmeyen birşeye karşı insanın iştiyakı kabarmaz.

İkinci Fayda

Neslin bekâsı ve varlığın devamıdırİşte bu da cima'nın faydasıdırFakat cinsî ilişkide din ve dünyayı yok eden âfetler vardırO âfetler eğer kontrol altına alınmaz ve normal hâle getirilmezse bu tehlike sözkonusudurNitekim

'Ey rabbimiz! Güç yetiremiyeceğimiz şeyi bize yükletme!' (Bakara/286) ayet-i celîlesinin tevilinde, bunun mânâsının şehvetin serkeşliği olduğu söylenmiştir.

İbn-i Abbâs 'Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden' (Felâk/3) ayetinin tefsirinde 'tenasül uzvunun intişarıdır' demiştirBazı râviler bu sözü Hazret-i Peygamber'e isnad etmişlerdirAncak Hazret-i Peygamber 'İzâ vekabe' ayetinin tefsirinde ibareyi 'Tenasül uzvu girdiği zaman' şeklinde tefsir etmiştir.

'Kişinin tenasül uzvu intişar ettiği zaman, aklının üçte ikisi gider' denilmiştirHazret-i Peygamber duasında derdi ki:

Ey Allahım! Kulağımın, gözümün, kalbimin, (tenasül uzvumun) ve menimin şerrinden sana sığınıyorum49

Kadınlar şeytanın tuzaklarıdırEğer bu şehvet olmasaydı kadınların erkekler üzerindeki saltanatı olmazdı50

Rivâyet ediliyor ki, Musa (aleyhisselâm) bir mecliste oturuyorduAnsızın İblis çıkageldiSırtında renkli bir bornoz vardıMusa (aleyhisselâm) ona şöyle sordu:

-Sen kimsin?

-Ben İblisim!

-Allah seni yaşatmasın! Niçin geldin (işin nedir?)

-Allah nezdindeki yüksek derece ve makamından ötürü sana selâm vermek için geldim.

-Senin sırtında gördüğüm nedir?

-Bir bornozdurOnunla Âdem oğullarının kalplerini çelerim.

-İnsanoğlu ne gibi bir fiilde bulunursa sen ona galebe çalarsın?

-Kendini beğenir, amelini çok görür ve günahını unutursa, ona galebe çalarım.

(Ya Musa!) Seni üç şeyden sakındırırım:

1Nikâhı sana düşen bir kadınla tek başına kalmaÇünkü nikâhı düşen bir kadınla başbaşa kalan bir erkeğin arkadaşı benimOnu o kadınla, o kadını da onunla kötülüğe sevkedinceye kadar arkadaşlığıma devam ederim!

2Allah'a verdiğin bir sözü mutlaka yerine getir.

3Ayırdığın sadakayı, muhakkak verÇünkü, kişi ayırdığı sadakayı vermediği zaman yanına sokulur, kendisiyle sadaka arasına girer, ona engel olurum.

Bunları söyledikten sonra İblis, dönüp giderken şöyle dedi: 'Eyvah! Musa insanoğlunu sakındıracak şeyleri bulmuş oldu'.

Said bMüseyyeb der ki: Allahü teâlâ, ne zaman bir peygamber göndermişse, İblis onu kadınlar vasıtasıyla helâk etmekten ümidini kesmemiştir ve benim nezdimde kadınlardan daha korkunç bir tehlike yokturMedine-i Münevvere'de kendi evimle kızımın evi hariç hiçbir eve girmemKızımın evinde cuma günü yıkanır, sonra cumaya giderim'.

Seleften biri şöyle diyor: Şeytan, kadına şöyle der: 'Sen benim askerimin yansısın! Sen, atıp da yanılmayan okumsunSen sırrımın yerisinSen ihtiyaçlarım için gönderdiğim elçimsin'Bu bakımdan şeytanın ordusunun yarısı şehvet, yarısı da öfke ve gazabdırŞehvetlerin en büyüğü ise kadın şehvetidir! Bu şehvetin de ifrat, tefrit ve normal diye (üç) derecesi vardırİfrat derecesi, aklı mağlûp edip erkeklerin himmetini kadınlar ve cariyelerle zevk sürmeye yöneltirBöylece kişiyi âhiret yolunun yolculuğundan mahrum eder veya dinini zayıflatırSonunda insanı fuhşiyatları yapmaya sürüklerŞehvetin ifrat derecesi, bazen bir grubu iki kötü şeye sevkeder.

Bir

Cinsî gücünün artması için şehvetini takviye edici şeyleri almaya sevkederNitekim insanların bir kısmının midenin takviyesi için birtakım ilâçlar aldığı gibi. . . Bu ilâçları, midenin yemeğe karşı arzusu artsın diye alırlar! Bunun misâli, yırtıcı canavar ve yılanlarla karşı karşıya kalan bir kimsenin misâline benzerBu adam bazen uyuyup kendisini parçalamaktan veya sokmaktan gâfil olan o yırtıcı canavarı ve yılanları yeniden ürkütür sonra onları yatıştırmak ve ellerinden kurtulmak için uğraşır dururYemek ve cinsî ilişkinin şehveti, bir hastalıktır ki insan onlardan kurtulursa büyük bir zevk duyarEğer Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu konuda Cebrail'e sorduğu şu hadîsi hatırlatacak olursan;

Cebrâil'e, cinsî ilişkideki zâfiyetimden şikayet ettimBana herîse denilen yemeği yememi tavsiye etti51

Bil ki Hazret-i Peygamber'in nikâhı altında dokuz kadın vardı ve onların zevkini tatmin etmek sûretiyle iffetlerini muhafaza etmek Hazret-i Peygamber'in görevi idiOnları boşasa bile, başkasının onlarla evlenmesi haram olduğu için Hazret-i Peygamber'in bu hususta kuvvet araması zevk için değil, bu durumun düzelmesi içindir.

İki

Bu şehvet bir kısım insanları aşk sapıklıklarına kadar vardırırBu ise, cinsî gücün verilmesinin hikmetinden son derece câhil olmak demektir ve aynı zamanda hayvanlıkta hayvanların aşağısına düşmektirÇünkü bu yapmacık aşık, şehvetini teskin etmekle yetinmezOysa bu, şehvetlerin en kötüsüdürHer şehvetten daha fazla bu şehvetten utanmak gerekir ki kişi şehvetin ancak birşeyle tatmin edileceğine inanır! Hayvan ise, şehvetini tatmin eder ve onunla yetinirBu aşık ise, belirli biriyle yetinmez, bunun için zillet üzerine zillet, kulluk üzerine kulluk yükü altına girer. Sonra bununla da yetinmez, aklı şehvetin hizmetinde kullanır! Oysa aklı, kendisine hizmet edilsin diye yaratılmış, şehvete hizmetçi olsun ve şehvetin hatırı için hilekârlık yapsın diye yaratılmamıştırAşk, şehvet ifratının kaynağıdırHiçbir hedefi olmayan ve boş olan kalbin hastalığıdırAncak daimî bakış ve bu husustaki düşünceyi terketmek sûretiyle onun önüne geçmek gerekirAksi takdirde yerleştiğinde sökülmesi zorlaşırMal, mülk, rütbe ve evlât aşkı da böyledirHatta kuşlarla oynamak, zar atmak, satranç oynamak alışkanlığı da böyledirÇünkü bütün bu şeyler, birtakım insanları öyle yakalar ki onların din ve dünyalarını perişan ederOnlar asla bunlarsız duramazlarAşkın kabarmasını ilk gelişmesinde kıran bir kimsenin misâli, bir kapıdan girmek için yönelen serkeş hayvanın dizginini tutup onu çeviren bir kimsenin misâline benzerHayvanın dizginini tutup çekerek onu istediği yere girmekten menetmek kolaydırYerleştikten sonra aşkın gücünü kırmak isteyen bir kimsenin misali de hayvanın başını kapıdan girip kapıyı geçinceye kadar bırakan, girdikten sonra hayvanın kuyruğuna yapışıp gerisin geriye çekip çıkarmak isteyen bir kimsenin misâline benzerBu iki işin -zorluk ve kolaylık hususunda- aralarındaki ayrılık çok büyüktürBu bakımdan işlerin başlangıçlarında ihtiyatlı davranmak gerekirİşin sonuna gelindiğinde, artık öldürecek derecede yorucu bir çalışma ile ancak tedaviyi kabul ettirebilirizBu bakımdan şehvetin ifratı, aklı bu şekilde mağlup etmesi demektirBöyle olması ise gerçekten çok kötüdür.

Şehvetin tefriti ise, iktidarsız olmak veya hiç evlenmemektir ki bu da kötüdürGüzel olan ve övülen ise, şehvetin mûtedil olması, frenlemesinde ve bırakmasında akla ve şeriata itaatkâr olmasıdırŞehvet ne zaman ifrata kaçarsa, onun kırılması açlık ve evlenmekledir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.

Ey gençler! Evleniniz! Evlenmeye gücü yetmeyen kimse oruç tutsun; çünkü oruç şehveti kırar52

49) Dualar bölümünde geçmişti.

50) İsfehânî

49) Dualar bölümünde geçmişti.

50) İsfehânî

51) Ukaylî, Zuafa; Taberânî, Evsat

Evlenmeyi Terketmek Hususunda İnsana Düşen Vazifeler

Müridin işin başlangıcında nefsini evlenmekle meşgul etmemesi gerekirÇünkü evlenmek, insanı meşgul eden ve müridi seyr u sülûkten alıkoyan, kadınlara yakınlaşmaya götüren bir durumdurOysa Allah'tan başkası ile yakınlaşan bir kimse Allah'tan uzaktır! Sakın Hazret-i Peygamber'in çok evlenmesi müridi aldatmasınÇünkü Hazret-i Peygamber'in kalbini dünyada olanların hiçbiri Allah'tan uzaklaştırmazdıBu bakımdan melekler hiçbir zaman demircilerle kıyas edilemez ve bu sırra binaen Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Evlenen bir kimse dünyaya meyletmiştir'Yine şöyle demiştir: Hiçbir mürid görmedim ki evlenip de eski halinde dursun!'

Bir ara kendisine şöyle denildi: 'Senin kendisiyle yakınlık kuracak bir kadına ihtiyacın var'Cevap olarak 'Hayır! Allah nasip etmesin, evlenip kadına yakınlaşmak Allah'tan uzaklaşmak demektir' demiştirYine şöyle demiştir: 'Çocuk, mal veya kadın, seni Allah'tan meşgul ediyorsa, o senin için uğursuzdur'Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'den başkası, Hazret-i Peygamber'e nasıl kıyas edilebilir? Oysa Hazret-i Peygamber'in Allah sevgisine dalması öyle bir raddeye gelmişti ki bazen sevgi içerisinde cayır cayır yandığını hissederdiÖyle bir dereceye gelmişti ki bazı durumlarda bu sevginin bedenini paramparça etmesinden korkulurduİşte bu sırra binaen Hazret-i Peygamber, elini zevcesi Âişe'nin oyluk kemiği üstüne vurarak şöyle demiştir:

Ey Âişe! Benimle konuş!53

Hazret-i Peygamber bu sözü, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin ağırlığından Âişe'nin konuşmasıyla bir zaman için -az da olsa-kurtulmak maksadıyla söylemiştiÇünkü bedeninin buna tahammül edemeyeceğini düşünüyorduHazret-i Peygamber'in tabiatı, Allah ile yakınlaşmaktıHalk ile yakınlaşmak ise geçicidirSadece bedenine acıdığı içindir. Sonra Hazret-i Peygamber, halk ile uzun zaman beraber oturmaya katlanamazdıCanı sıkıldığı zaman şöyle derdi:

Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!54

Bunu, gözünün nûru olan namaz için ezan okuması anlamında söylerdiBu bakımdan, zayıf bir kimse kendini bu şekilde ele alırsa aldanırÇünkü anlayışlar, Hazret-i Peygamber'in fiillerinin sırlarına vâkıf olmaktan âcizdirBu bakımdan müridliğin şartı, marifette kuvvet buluncaya kadar, başlangıçta bekar olmaktırTabiî bu da şehvet kendisine galebe çalmadığı zaman sözkonusudurEğer şehvet kendisine galip gelirse, şehveti uzun bir açlık ve devamlı oruçla kırmalıdırEğer şehvet buna rağmen eksilmezse ve gözünü (haramdan) koruyacak derecede değilse -tenasül uzvunu koruyacak güçte olsa bile- evlenmek böyle bir kimse için daha evlâdır ki şehveti sükûnet bulsun! Aksi takdirde gözünü korumadığı müddetçe fikrini de koruyamazBöylece himmeti dağılır ve çoğu zaman güç yetiremediği bir belâya düçar olurZaten göz zinası da küçük günahların büyüklerindendirGöz zinası, kısa bir zamanda fahiş olan büyük günaha (zinaya) götürürGözünü haramdan korumaya gücü yetmeyen bir kimse, tenasül uzvunu korumaya da güç yetiremez demektir.

Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Haram bakıştan sakının! Çünkü haram bakış kalbe şehvet tohumunu ekerFitne olarak bu durum yeter de artar bile!'

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "Hazret-i Davud için fitne, ancak haram bakıştan gelmişti ve bu sırra binaen Hazret-i Davud (aleyhisselâm) şöyle dedi: 'Ey oğul! Arslan ve yılanların arkasından git de bir kadının arkasında yürüme!' Hazret-i Yahya'ya (aleyhisselâm) şöyle soruldu: 'Zinanın başlangıcı nedir?' Cevap olarak 'Bakmak ve temenni etmektir!' dedi".

Fudayl bIyâz şöyle demiştir: "İblis der ki: 'O benim eski okumdurO benim öyle bir okumdur ki onunla attığımda hedefi şaşırmam!' İblis bununla 'haram bakış'ı kastediyor".

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Haram bakış, İblis'in oklarından zehirli bir okturKim Allah'tan korkarak onu terkederse, Allahü teâlâ ona öyle bir îman verir ki o îmanın tadını kalbinde hisseder. . . 55

Ben kendimden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım56

Dünya fitnesinden ve kadın fitnesinden sakının! Çünkü İsrail oğullarının fitnesinin başlangıcı kadınlar tarafındandı57

Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:

Mü'min erkeklere söyle: 'Gözlerini haram bakıştan kapatsınlar!' (Nûr/30)

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her insanın zinadan nasibi vardırGözler zina ederlerOnların zinası bakıştırEller zina ederlerOnların zinası tutmaktırAyaklar zina ederlerOnların zinası (harama doğru) yürümektirAğız zina ederOnun zinası öpmektirKalp himmet eder veya temennide bulunurTenasül organı ise ya kalbi tasdikler veya yalanlar58

Ümmü Seleme şöyle anlatır: İki gözü kör olan İbn Ümmi Mektum (Abdullah b. Kays) , Hazret-i Peygamber'in huzuruna gelmek için izin istediBeri ve Hazret-i Peygamber'in Meymune adlı zevcesi Hazret-i Peygamber'in yanında bulunuyordukBunun üzerine Hazret-i Peygamber ikimize 'Perdenin arkasına çekiliniz!' dediHazret-i Peygamber'e 'İbn Ümmi Mektum'un gözleri kör değil mi?' dedikHazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Siz ikiniz onu görmüyor musunuz?59

Bu hadîs-i şerîf, kadınların, âmâ olan erkeklerle matem ve düğünlerde âdet olduğu gibi beraber oturmalarının câiz olmadığına delâlet ederBu bakımdan âmâ olan bir kimseye kadınlarla tenha bir yerde bulunmak haramdırKadına da âmâ ile oturmak, ihtiyaç olmaksızın ona bakmak haramdırKadınların erkeklerle konuşması ve erkeklere bakması sadece umumî ihtiyaç için câiz kılınmıştırBu bakımdan kişi gözünü kadından tutmaya muktedir ise de tüysüz çocuklardan tutmaya muktedir olmadığından dolayı evlenmek kendisi için daha iyidirÇünkü tüysüz çocuklar için fitne daha yaygındırZira kişinin kalbi bir kadına meylederse, onunla evlenmek sûretiyle mübah bir şekilde ona ulaşabilirŞehvet ile tüysüz çocuğun yüzüne bakmak ise haramdırHatta kalbi tüysüz çocuğun suretinin güzelliğiyle etkilenip; tüysüz çocuk ile sakallı arasında fark olduğunu idrak eden kimsenin tüysüz çocuğa bakması helâl değildir.

İtiraz: Her his sahibi, şüphesiz güzel ile çirkin arasındaki farkı idrak eder ve asr-ı saâdetten bu yana da tüysüz çocukların yüzleri açık bırakılmıştır.

Cevap: Ben ayırmaktan, sadece gözün ayırmasını kasdetmiyorumKişinin aradaki farkı idrak etmesi, yemyeşil ağaçla kupkuru ağaç, saf su ile bulanık su arasındaki farkı idrak etmesi gibi olmasını kastediyorumÜzerinde çiçek ve yapraklar bulunan ağaç ile çiçekleri dökülen ağaç arasındaki farkı idrak etmeyi kastediyorumÇünkü kişi bunların birisine, hem gözü, hem de tabiatiyle meylederFakat bu meylediş, şehvetten uzak bir meyildir ve bunun için de kişi çiçeklere, güllere dokunup öpmek istemezSaf suyu öpmeyi düşünmezGüzel bir genç de böyledirBazen göz ona meylederOnunla çirkin bir yüz arasındaki farkı idrak ederFakat bu öyle bir farkediştir ki onda şehvet yokturBu, nefsin yaklaşması, dokunması ve meyletmesiyle bilinirNe zaman bu meyil kişinin kalbinde bulunursa ve kişi güzel yüz, güzel bitkiler, nakışlı elbiseler ve süslü tavanlar arasındaki farkı idrak ederse, kişinin o yüze bakması şehvet bakışıdır ve haramdırİşte bu husus, halkın gevşeklik gösterdiği bir hususturBu gevşeklik, halkı bilmedikleri tehlikelere sürükler.

Âriflerden biri şöyle demiştir: 'Ben ibâdet eden bir genç için yırtıcı bir canavarın, o gencin yanında oturan tüysüz bir çocuktan daha tehlikeli olduğunu sanmıyorum'.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi, ayaklarının parmaklarından ikisiyle şehveti irade ederek bir tüysüz çocukla oynarsa bu yaptığı livata sayılır!'

Selefin birinden rivâyet ediliyor ki şöyle demiştir: 'Bu ümmette üç çeşit lûtî olacaktır: Birincisi bakarİkincisi el sıkarÜçüncüsü de bu işi fiilen yapar!'

Durum bu iken, o halde yeni yetişen tüysüzlere bakmanın âfeti büyüktürBu bakımdan mürid, gözünü kapatmaktan, fikrini kontrol altına almaktan âciz olduğu zaman, kendisi için güzel olan, evlenmek sûretiyle şehveti kırmaktırZira bazı nefisler vardır ki onun şehveti aç bırakmakla kırılmaz.

Biri şöyle anlatıyor: "Benim şehvetim, güç yetiremiyeceğim derecede bana galebe çaldıBu esnada ben çokça Allah'a yalvardımRüyamda bir şahıs göründü, bana 'Sen neden böyle sızlanıyorsun?'dediOna durumumu anlattım'Bana doğru gel!' dediOna doğru gittimElini göğsümün üzerine koyduO elin serinliğini ciğerimin ortasında ve bütün bedenimde hissettimSabahladığım zaman bendeki şehvet kaybolduBir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra şehvet tekrar geldiYine Allah'a yalvardımRüyamda bir şahıs bana geldi ve dedi ki: 'Sendeki şehvetin gitmesini, buna karşılık senin boynunu vurmamı ister misin?' Ben 'Evet! İsterim!' dedimBunun üzerine bana 'O halde boynunu uzat!' dediBen de boynumu uzattımO şahıs, nûrdan yapılmış bir kılıcı kınından çekti ve onunla boynumu vurduSabahladığımda o şehvet benden gitmiştiBir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra o şehvet veya ondan daha şiddetlisi tekrar geldiBu sefer rüyamda bir şahıs kaburgamla göğsümün arasında durup bana hitap ederek şöyle diyordu: 'Allah senden razı olsun! Allah'ın kaldırılmasını sevmediği bir şeyi kaldırmak için Allah'a daha ne kadar yalvaracaksın'Bunun üzerine evlendim, şehvet de kesildi ve çocuğum da oldu!"

Mürid, evlenmeye muhtaç olduğu zaman, evlenirken ve evliliğin devamında müridliğin şartını terketmemelidirNikâhın başlangıcında güzel niyetle, devamında ise güzel ahlâk, yaşantının düzelmesi ve kadının haklarını yerine getirmekle müridliğin şartını terketmiş olmazNitekim biz bunları Nikâh Adabı bölümünde tafsilatlı bir şekilde zikretmiştikOnu tekrar etmekle kitabı uzatmayacağızİradenin doğruluğunun alâmeti, fakir ve dindar bir kadınla evlenmek, zengin kadın aramamaktırAdamın biri şöyle demiştir: "Zengin kadınla evlenen bir kimse beş zorluk ile karşılaşır:

1Mehrinin çok olması

2Zifafın geciktirilmesi

3Kadının kocasına hizmet etmekten kaçınması

4Nafakanın çokluğu

5Kişi zengin kadını boşamak istediği zaman, kadının malının elinden gitmesinden korkarak bunu yapamazFakir kadının durumu ise, bunun tam aksinedir".

Yine adamın biri şöyle demiştir: "Kadının dört yönden erkekten daha düşük olması uygundur, aksi takdirde kadın erkeği hakir görürBu dört şey şunlardır:

1Yaşça erkekten küçük, olmalı

2Boyca erkekten kısa olmalı

3Malca erkekten fakir olmalı

4Nesebce erkekten düşük olmalıdır.

Dört hasletle de erkekten üstün olması uygundur:

1Güzellikte erkekten daha üstün olmalı

2Terbiye açısından erkekten daha ilerde olmalı

3Takvâda erkekten daha ilerde olmalı

4Ahlâkça da erkekten daha üstün olmalıdır'"1.

Evliliğin devamında niyetin doğruluğunun alâmeti ahlâktırMüridlerden biri bir kadınla evlendiKadına o kadar hizmet etti ki kadın utanıp kocasını babasına şikayet ederek şöyle dedi: 'Ben bu kişi hakkında hayrete düşüyorumSenelerden beri evindeyimTuvalete gittiğimde mutlaka benden önce suyu tuvalete götürüp bırakıyor'.

Bir kimse güzel bir kadınla evlendiZifaf yaklaştığı zaman kadın çiçek hastalığına tutulduKadının ailesi bundan dolayı pek mahzun oldularKocasının kendisini çirkin göreceğinden korktularBunun üzerine adam onlara gözünün ağrıdığını, sonra da gözünün kör olduğunu bildirdiBöylece zifafa girdi ve onların üzüntüsü de gittiO kadın, bu kocasının yanında yirmi sene kaldı, sonra vefat ettiAdam yirmi sene kapadığı gözünü açtıKendisine 'Neden yirmi seneden beri bu zahmete katlandın?' denildiğinde şu cevabı verdi: 'Hanımımın ailesi üzülmesin diye bunu yaptım'Kendisine 'Bu ahlâkınla sen, arkadaşlarını geçtin!' dediler.

Sûfîlerden biri kötü huylu bir kadınla evlendiKadının her türlü eziyetine sabrediyorduKendisine 'Neden bu kadını bozamıyorsun?' denildiCevap olarak 'Onun eziyetlerine dayanamayacak birinin onu alarak zahmet çekmesinden korktuğum için onu boşamıyorum' dedi.

Eğer mürîd evlenirse, işte böyle olması uygundurEğer evlenmeyi terketmeye gücü yeterse, evlenmemek daha evlâdırFakat nikâhın faziletiyle, âhiret yolunun seyr u sülûkünü bir arada tutmaya imkânı olmadığını ve evlenmenin, kendisini bu durumdan alıkoyacağını anlarsa bekâr kalması daha iyidir.

Rivâyet ediliyor ki Muhammed bSüleyman el-Hâşimî'nin günlük geliri seksen bin dirhemdiBu zat Basra halkına ve âlimlerine evlenmek hususunda bir mektup yazdıBütün Basralılar, Rabiat'ul-Adevîye'nin uygun olduğuna karar verdilerBunun üzerine Muhammed, Rabia Hâtun'a şu mektubu yazdı:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım!

Allahü teâlâ beni dünya kazancından günde seksen bin dirhem gelire sahip kılmıştırPek fazla bir zaman geçmeden ben onu yüzbine çıkarırımBen bu servetin bir mislini sana vereceğimBu bakımdan bana evlenmek hususunda müsbet cevap ver!

Râbia Hâtun cevap olarak kendisine şu mektubu yazdı: Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım.

Dünya hususundaki zâhidlik, kalbin ve bedenin rahatıdırDünyaya rağbet göstermek, üzüntü ve gam getirirSana bu mektubum geldiği zaman, sen azığını hazırla, âhiret için gönderKendi kendinin vasîsi olBaşkalarını mirasını taksim etmek için vasî yapma! Devamlı oruç tut! İftarın ölüm olsun! Bana gelince, eğer Allahü teâlâ bana, sana verdiğinin birkaç mislini ve birkaç katını verse bile, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa Allah'tan başka birşey ile meşgul olmak bana zor gelir.

Râbia Hâtunun bu sözü insanı Allah'tan başka şeyle meşgul eden her şeyin noksanlık olduğuna işarettirBu bakımdan mürid, haline ve kalbine bakmalıdırEğer halinin ve kalbinin bekarlıkta daha güzel olacağını anlarsa, bekarlık kendisi için daha yaklaştırıcıdırEğer bundan âciz olursa evlenmek daha iyidir.

Bu illet ve hastalığın ilâcı üç şeydir.

1Açlık

2Gözü haramdan korumak

3Kalbi meşgul eden bir vazife ile uğraştırmak

Eğer bu üç tedavi şekli fayda vermezse, o zaman bu hastalığın kökünü kesen yegana ilâç evlenmektir ve bu sırra binaen selef erken evlenir ve kızlarını da erken evlendirirlerdi .

Said bMüseyyeb şöyle demiştir: "İblis herhangi bir kimseden ümitsiz olduğu zaman, muhakkak kadın1ar kanalı1a ona yaklaşmak ister'.

Yine Said, seksen dört yaşında iken ve bir gözü kör olduğu, diğer gözü de geceleyin görmediği halde şöyle demiştir: 'Bence şehvet yönünden kadınlardan daha korkunç birşey yoktur!'

Abdullah bEbû Veda'dan şöyle rivâyet edilir: "Ben Said bMüseyyeb'in sohbetine katılırdımBir müddet yanına gelmedimKendisine geldiğim zaman 'Sen neredeydin?' diye sordu'Ailem vefat ettiOnunla meşguldüm!' dedimSaid 'Neden bize haber vermedin ki biz onun cenazesine iştirak ederdik' dedi. Sonra kalkmak istedimBana 'Sen herhangi bir kadından söz aldın mı?' dediBen ona 'Allah senden razı olsun! Kim bana kız verirBen iki veya üç dirhem paraya sahibim!' dedimSaid 'Ben veriyorum!' dediBen 'Sen mi kızını bana veriyorsun?' dedimSaid 'Evet' dediHemen Allah'a hamdettiHazret-i Peygamber'e salât ve selâm okudu ve kızını iki veya üç dirhem mehir karşılığı bana nikahladıBen sevincimden ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette ayağa kalktımEvime gittimParayı kimden alayım ve kime borç edeyim diye düşündüm. Sonra akşam namazını kılarak evime döndüm, çırayı yaktımOrucumu açmak için akşam yemeğini getirdimYemeğim de ekmekle zeytindiBirden kapı vurulduBen 'Kimdir kapıyı çalan?' dedimÇalan 'Said'dir' dediBen Müseyyeb'in oğlu Said hariç, ismi Said olan herkesi kalbimden geçirdimÇünkü Müseyyeb'in oğlu Said, kırk seneden beri evi ile mescidin arasından başka bir yeri görmüş değildiKapıya çıkınca Said bMüseyyeb'i gördümKızı hakkında aklına birşey geldi de onu bana söylemek için geldiğini zannettim'Ya Ebû Muhammed! Keşke sen bana haber verseydin de ben sana gelseydim' dedimSaid 'Hayır! Ben sana gelmeye daha müstehakım!' dediBen 'O halde emrin nedir?1 diye sorunca, Said 'Sen yeni evlenmiş bir kimsesinBen senin bu gece tek başına sabahlamanı çirkin gördümİşte senin hanımın!' dediBaktım ki kızı arkasında ayakta duruyor. Sonra kızın elini tuttuKızı kapıdan içeri itti ve kapıyı kapattıKız hayâ ve utangaçlıktan yere düştüBen de kapıya tutundum. Sonra içinde ekmekle zeytin bulunan çömleğe gittimKız onu görmesin diye çıranın gölgesinde gizledim. Sonra evin damına çıktımKomşulara taş atarak haber verdimBana gelerek 'ne oldu?' diye sordularOnlara 'Allah sizden razı olsun! Said bMüseyyeb kızını bugün benimle evlendirdi ve benim haberim olmaksızın bu gece getirdi!' dedimOnlar Said mi sana kızını verdi?' dedilerBen'Evet!' dedimOnlar 'Kız evde mi?' dedilerBen 'Evet!' dedimKomşular kızın yanına iniverdiHaber anneme gittiAnnem gelip 'Ben kızı hazırlayıncaya dek kıza dokunursan yüzüm senin yüzüne haram olsun' dedi. Üç gün sonra zifafa girdikBaktım ki kız, bir kadın güzelidirAllah'ın Kitabı'nı herkesten daha güzel hıfzetmiş, Hazret-i Peygamber'in sünnetini herkesten daha iyi bilir, kocanın hakkını herkesten daha iyi anlar bir kadındıBir ay ne ben Said'e gittim ne de o bana geldiBir aydan sonra ona gittimDers halkasındaydıOna selâm verdimSelâmımın karşılığını verdiHalk dağılıp gidinceye kadar benimle konuşmadı. Sonra bana 'O kimsenin (kızını kastediyor) hâli nedir?' diye sorduBen cevap olarak 'Ey Ebû Muhammed! Hayırlıdır; dostu sevindirecek ve düşmanı kızdıracak bir durum üzeredir' dedimSaid bana 'Eğer onun herhangi bir şeyi seni şüphelendirme, bastona yapış!' dediBen evime döndümSaid bana yirmi dirhem gönderdi".

Abdullah bSüleyman şöyle anlatıyor: 'Said bMüseyyeb'in bu kızını Abdülmelik bMervan, oğlu Velid'i veliahd yaptığı zaman istediFakat Said, kızını Velid'e vermediAbdülmelik o günden sonra Said'in aleyhinde bir fırsat kolluyorduHatta soğuk bir günde Said'e yüz sopa vurdurup başına bir testi su döktü ve kendisine ceza olarak yünden yapılmış bir cübbe giydirdi'İşte ey okuyucu! Said'in o gece zifaf hususunda acele etmesi, şehvet felaketinin ne olduğunu sana bildirmekte ve dinde şehvet ateşini evlenmekle söndürmenin vâcib oluşunu sana haber vermektedirAllah ondan razı olsun ve onu rahmetine kavuştursun!

52) Nikâh bölümünde geçmişti

53) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.

54) Namaz bölümünde geçmişti.

55) Nikâh bölümünde geçmişti.

56) Buhârî, Müslim

57) Müslim

58) Buhârî, Müslim

59) Ebû Dâvud, Nesâî,Tirmizi

Göz ile Tenasül Uzvunun Şehvetine Muhalefet Eden Kimselerin Fazileti

İnsan için bu şehvet, şehvetlerin en zorlusudurHeyecan anında akla en fazla karşı çıkan bu şehvettirAncak neticesi çok çirkindir ve insan onun açığa çıkmasından utanır ve onu yapmaktan korkarİnsanların çoğunun o şehvetin isteğinden kaçınması ya acizliğinden, ya korktuğundan, ya utandığından veya bedenini koruduğundandırBu sebeplerin hiçbirisinde sevap yokturÇünkü böyle yapmak, nefsin isteklerinden birini diğerine tercih etmek demektirEvet! Güç yetirememek de ismet ve korunmaktandırBu bakımdan bu engellerde bir fayda vardırO da günahın defi ve ber taraf edilmesidirÇünkü zinayı terkeden bir kimseden -hangi sebeple terkederse etsin- zinanın günahı düşerAncak fazilet ve büyük sevap, zinaya gücü yettiği, engeller ortadan kalktığı ve sebepler kolaylaştığı halde terketmektedirŞehvetin -bütün imkânlar bulunduğu halde- sırf Allah rızası için terkedilmesi daha da üstün olur, Bu derece sıddîkların derecesidir ve bunun için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kim (nikâhı kendisine helâl olana) aşık olursa, iffetine bürünüp aşkını gizler ve dolayısıyla ölürse, o şehiddir60

Hazret-i Peygamber 'Yedi. sınıf vardır: Kıyâmet gününde Allah'ın arşının gölgesinden başka gölge olmadığı günde Allahü teâlâ onları arşının gölgesinden gölgelendirir'61 buyurarak bu yedi sınıftan biri olarak da, güzel ve soylu bir kadın tarafından zinaya davet edilen ve bu davete karşılık 'Ben âlemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım' diyen kişiyi saymıştırHazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) kıssası, kudreti olmasına ve Zeliha'nın davetine rağmen zinadan kaçınması çok meşhurdurAllahü teâlâ, bu durumundan dolayı Kur'ân'da Hazret-i Yûsuf'u övmektedirHazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) bu büyük şehvet hususunda şeytanla mücahede etmekte muvaffak olan herkesin önderi ve imamıdır.

Rivâyet ediliyor ki Süleyman bYesar62 yüz bakımından insan güzeliydiBir kadın onun yanına gelerek kendisini cinsî münasebete davet ettiO da bu davete icabet etmekten kaçındıEvinden çıkıp kaçtı ve kadını içerde bıraktıSüleyman diyor ki: "O gece rüyamda Hazret-i Yûsuf'u (aleyhisselâm) gördümSanki ben ona 'Sen Yûsuf musun?' diye soruyordumO da 'Evet! Ben o Yûsuf'um ki Zeliha'ya niyetlendimSen de o Süleyman'sın ki seni davet eden kadına meyletmedin' dedi"63 Hazret-i Yûsuf, bu sözüyle şu ayete işaret etmiştir.

Andolsun kadın onu arzu etmiştiEğer rabbinin burhânını görmemiş olsaydı, o da onu arzu etmişti. (Yûsuf/24)

Yine Süleyman, Medine'den hacca gitmek üzere yola çıktıBeraberinde bir arkadaşı vardıMekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ veya Iva denilen yerde konakladılarSüleyman'ın arkadaşı kalkıp yemek sofrasını aldı, bir şeyler satın almak için pazara gittiSüleyman ise çadırda oturduSüleyman, erkek güzeli ve çok muttakî bir kimseydiDağın başından bedevî bir kadın Süleyman'ı gördüDağdan inip çadırının yanına geldiÇadırın önünde durduYüzü peçeli, elleri eldivenli idiYüzünden peçeyi kaldırdıSanki ay parçasıydıSüleyman'a 'Beni rahata kavuştur!' dediSüleyman, kadının yemek istediğini zannettiSofralarından arta kalan yemeklere doğru gidip kadına vermek istediKadın 'Hayır! Ben bunu istemiyorumBen erkeğin karısıyla yaptığı şeyi istiyorum!' dediSüleyman, kadına 'Seni İblis süsleyip bana göndermiştir' dedi. Sonra başını dizlerinin arasına eğerek hüngür hüngür ağladıO, bu şekilde ağlayınca kadın peçesini kapattı ve dönüp gittiSüleyman'ın arkadaşı pazardan geldiSüleyman'ın ağlamaktan gözlerinin şiştiğini ve sesinin kısıldığını gördü ve 'Seni ağlatan nedir?' diye sorduSüleyman 'Hiçbir şey. . . Küçük kızımı hatırladım da. . ' dediArkadaşı 'Hayır! Yemin ederim ki öyle değildirSenin başından bir hâdise geçmişÇünkü sen kızından üç gün önce ayrıldın' dediBöylece, Süleyman'dan hâdiseyi öğreninceye kadar ısrar ettiBu sefer arkadaşı sofrayı yere bırakıp şiddetli bir şekilde ağlamaya başladıSüleyman, arkadaşına 'Peki! Sen niçin ağlıyorsun?' dediArkadaşı 'Ben ağlamaya daha müstehakımÇünkü ben senin yerinde olsaydım, o kadına karşı belki de sabretmezdim' dediBu sefer ikisi beraber ağlamaya devam ettilerSüleyman Mekke'ye uğradığı zaman Safa ile Merve arasında say ettiKâbe'ye ziyarette bulundu. Sonra Hicr-i İsmail'e gelerek elbisesi ile örtündüBu arada uykusu gelerek uyuduRüyasında parlak yüzlü, güzel işaretli ve güzel bir zat gördüSüleyman ona şöyle sordu:

-Sen kimsin? Yoksa sen Sıddîk olan Yûsuf musun?

-Evet! Ben Yûsuf um!

-Seninle Aziz'in hanımı arasında geçen olay çok müthiş!

-Senin Ehvâ'daki kadınla olan durumun daha müthiş! Abdullah b. Ömer Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet ediyor:

Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yola çıktı: Akşam olunca bir mağaraya girdilerO arada dağdan bir taş koparak mağaranın kapısına gelip kapattıOnlar aralarında şöyle konuştular: 'Bizi bu taştan, Allah'ı sâlih amellerimizle çağırmamız kurtarabilir!' Bunun üzerine içlerinden birisi "Ey Allahım! Sen biliyorsun ki benim ihtiyar bir annem ile ihtiyar bir babam vardıBen onlardan önce ne zevceme, ne de kölelerime yedirip içirmezdimBir gün odun peşinde koşarak geciktimAkşam dönünce onları uyur buldumOnlar için akşam sütlerini sağıp getirdimUykuya daldıklarını görünce, onlardan önce aile efradıma ve kölelerime yedirip-içirmek istemedimSüt kabı elimde olduğu halde fecr doğuncaya kadar onların uyanmasını bekledimÇocuklarım, açlıktan ağlaşmakta idilerOnların ikisi uyandılar ve sütlerini içtilerEy Allahım! Eğer ben bunu senin hatırın için yapmışsam bu taştan dolayı içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua ettiBu duadan sonra taş mağranın kapısından biraz uzaklaştıFakat o yarıktan çıkamazlardıBir diğeri "Ey Allahım! sen biliyorsun ki benim amcamın bir kızı vardıBenim nezdimde insanların en sevimlisiydiOnunla gayr-i meşrû yaşamak istedimO bundan kaçındıBir müddet sonra, kıtlık senelerinden biri gelip çattıO bana gelerek yardım istediBen de yüz yirmi dinar karşılığında nefsini bana teslim etmek şartıyla vermek istedimO da bu şarta razı olduOnunla cinsî ilişki kuracağım zaman bana dedi ki: 'Allah'tan kork! Mührü ancak hakkıyla boz (nikâh etmek sûretiyle yaklaş) 'Bu söz üzerine onunla cinsî münasebette bulunmaktan sakındım ve kendisinden uzaklaştımOysa, o benim nezdimde insanların en sevimlisiydi ve vermiş olduğum altınları da ondan geri almadımEy Allahım! Eğer ben bunu senin vech-i kerîmin için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua ettiBu dua üzerine taş biraz daha öteye kaydıAncak onlar açılan delikten yine çıkamıyorlardıBu sefer üçüncüsü şöyle dua etti: "Ey Allahım! Ben ücretle amele çalıştırır ve onların ücretlerini verirdimAncak bir kişi payına düşen ücreti bırakıp gittiBen onun parasını çalıştırdımSonunda o ücretten mallar çoğaldıO bir zaman sonra bana geldi ve dedi ki: 'Ey Allah'ın kulu! Benim ücretimi ver!' Ben ona 'Senin gördüğün herşey, deve, sığır, koyun, köle senin ücretinden meydana geldi, hepsini al, götür' dedimO bana 'Ey Allah'ın kulu! Sen benimle alay mı ediyorsun?' dediBen "Hayır! Seninle alay etmiyorumAl!

Gördüğün mallar senindir' dedim, Bu söz üzerine malları sürdü ve hepsini alıp hiçbir şey bırakmaksızın götürdüEy Allahım! Eğer ben bunu senin vechin (rızân) için yaptımsa içerisinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider!7' Bu dua akabinde taş tamamen uzaklaştı ve onlar çıkıp gittiler64

İşte bu, şehvetlerinin isteğini yerine getirme gücünde olduğu halde iffete bürünüp şehvete dalmayan kimselerin faziletidirGöz şehvetinin isteğini yerine getirmeye imkânı olduğu halde, gözünü haramdan koruyan bir kimse de buna yakındırÇünkü harama bakma, zinanın başlangıcıdırGözün muhafazası mühimdirHafif sayıldığından ve korkusu pek büyük kabul edilmediğinden dolayı korunması pek çetindirOysa âfetlerin tamamı gözden kaynaklanırBirinci bakış kasten yapılmazsa, kişi ondan sorumlu tutulmazTekrar tekrar bakmaya gelince, kişi ondan ötürü hesaba çekilirNitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.

Birinci bakış senin lehinde, ikinci bakış ise aleyhindedir65

Ebû Nasr Ulâ bZeyyad 63 şöyle demiştir: 'Gözünü kadının elbisesine dikip arkasından bakma! Çünkü nazar, kalbe şehvet tohumunu eker'Bakışında, gözü kadın ve tüysüz çocuklara ilişmeyen çok az insan vardırİnsan gördüğünün güzelliğini düşündükçe tekrar tekrar bakmayı isterİşte böyle bir anda insan nefsine şöyle demelidir: 'Tekrar tekrar bakman, cehâletin tâ kendisidir'Çünkü tekrar tekrar bakıp güzel olduğunu anlarsan şehvetin kabarırFakat birşey de yapamazsın, hasretini çekip üzülmekten başka elinde birşey kalmazEğer hoşuna gitmez, çirkin gelirse zevk almaz, güzel görmek için bakarken çirkin gördüğün için canın sıkılırBu bakımdan iki durumda da günah, elem ve hasret çekmekten kurtulamazsınNe zaman ki gözünü haram bakıştan korursan, kalbinden âfetlerin çoğu silinirHarama baktığı halde kişinin kendisini koruması, büyük bir güçle mümkün olabilir.

Ebû Bekir bAbdullah Müzenî'den şöyle rivâyet ediliyor: "Bir kasap komşularından birinin kızına tutulduKızın ailesi, ihtiyaç dolayısıyla kızı başka bir köye gönderdiKasap arkasından giderek yolda kızla cinsî ilişkide bulunmak istediKız, kasaba 'Bunu yapma! Çünkü ben, senin bana aşık olmandan daha çok sana aşığımFakat buna rağmen Allah'tan korkuyorum' dediKasap 'Sen Allah'tan korkuyorsun da ben mi korkmuyorum?' diyerek geri döndüYolda gelirken ölüm derecesinde susadıO arada İsrail peygamberlerinden birisinin elçisine rastladıElçi kendisine 'Neden böyle oldun?' diye sorduKasap 'Susuzluk beni bu hale koydu' dediElçi 'Gel Allah'a dua edelim de köye varıncaya kadar bize bir bulutla gölgelik yapsın!' dediKasap 'Benim sâlih bir amelim yok ki Allah'a dua edeyim! Bu bakımdan sen dua et!' dediElçi 'Ben dua edeyim, sen de âmin de' dediBunun üzerine elçi dua etti, kasap da âmin dedi ve böylece köye varıncaya kadar bir bulut kendilerini gölgelendirdiKöye vardıkları zaman, kasap yerine giderken bulut onunla beraber kaydıElçi 'Hani sen benim sâlih bir amelim yok diyordun? Dua eden ben, âmin diyen sendinDolayısıyla bulut bizi gölgelendirdiŞimdi seninle gelmektedirMutlaka bana durumunu haber vereceksin' dediBunun üzerine kasap başından geçeni elçiye anlattıElçi "Tevbe eden bir kimse, Allah nezdinde öyle bir mertebededir ki hiç kimse oraya varamaz' dedi".

Ahmed bSaid el-Âbid babasından şöyle rivâyet ediyor: "Kûfe'de bizim yanımızda ibâdet eden bir genç bulunuyorduBu genç cum'a namazı kılınan mescidden çıkmıyorduNeredeyse mescidi terketmez hale gelmiştiGüzel yüzlü, boyu bosu yerinde, güzel ahlâklıydıGüzel ve akıllı bir kadın ona aşık olduBu aşk uzun bir zaman devam ettiBirgün kadın bu gencin yolu üzerinde durduGenç camiye gitmek istiyorduKadın ona 'Ey genç! Seninle konuşmak istiyorum. Sonra istediğini yap!' dediBuna rağmen genç, kadını dinlemeden ve onunla konuşmadan yoluna devam etti. Sonra kadın yine evine gitmek isteyen gencin önüne çıktı ve ona 'Ey genç! Seninle konuşmak istediğim birkaç kelimeyi benden dinle!' dediGenç, başını eğerek bir müddet düşündü ve 'Bu durum itham edilme durumudurBen ise töhmete fırsat vermek istemiyorum' dediKadın, gence şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim, ben senin durumunu bilmiyor değilimÂbid kimselerin böyle bir durumu benden görmelerinden Allah'a sığınıyorumSiz âbidlerin billûr gibi olup leke kabul etmeyeceğini bilirimSana söyleyeceklerimin hulâsası şudur; Bütün azalarım seninle meşguldürBenim ve senin işinde Allah'tan kork!' Genç, evine gittiNamaz kılmak istediFakat nasıl namaz kılacağını bilemediBunun üzerine eline bir kâğıt aldı ve yazdı. Sonra evinden çıktıBaktı ki kadın hâlâ yerinde durmaktadırMektubu kadının yanına attı ve evine döndüMektupta şunlar yazılıydı:

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle başlarım! Ey kadın! Allahü teâlâ, kulu kendisine ilk isyan ettiği zaman halîm olurKulu ikinci defa günaha döndüğü zaman, kulunun kusurunu örterKul, günahın elbisesini tamamen giydiği zaman, Allahü teâlâ nefsi için öyle bir şekilde gazaba gelir ki O'nuı gazabından gökler, yer, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar korkarlarAllah'ın gazabına kim güç yetirebilir? Eğer benim söylediklerim bâtıl ise, ben sana öyle bir günü hatırlatıyorum ki gök o günde eritilmiş kurşun gibi, dağlar o günde atılmış pamuk gibi olurAzim ve Cebbâr olan Allah'ın savleti önünde ümmetler diz çökerlerYemin ederim ki nefsimi ıslah etmekten zayıf düştümNerede kaldı başkasını ıslah edeyimEğer benim söylediklerim hak ise (ki haktır) ben sana bir hidayet doktoru göstereyim ki o doktor, hasta eden yaraları ve göz kamaştıran acıları tedavi eder. . O doktor, âlemlerin rabbi olan Allah'tırDoğru istemek sûretiyle Allah'a yönel! Benden sana fayda yokÇünkü ben Allahü teâlâ'nın şu âyetiyle meşgulüm.

Onları yaklaşan güne karşı uyarZira (o gün) yürekler (korkudan âdeta yerinden sökülüp) gırtlaklara dayanmıştır; yutkunur dururlarZâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir aracıları yoktur. (Allah) gözlerin hâin bakışını da, kalplerin gizlediğini de bilir.

(Mü'min/18-19)

Acaba bu ayet-i celîlenin ifade ettiği hakikatlerden nereye kaçılır?

Birkaç gün sonra kadın tekrar geldi, yolun üzerinde durduGenç, kadını uzaktan görünce onu görmemek için evine dönmek istediKadın ona 'Ey genç Geri dönme! Artık bugünden sonra dünyada karşılaşmayacağızKarşılaşmamız yarın Allah'ın huzurunda olacaktır' dedikten sonra şiddetli bir şekilde ağladı ve devamla 'Senin kalbinin anahtarı elinde bulunan Allah'tan, çetin olan işimi kolaylaştırmasını talep ediyorum' dedi. Sonra kadın, gencin arkasından gelerek 'Bana her an gözönünde bulunduracağım ve amel edeceğim bir öğüt ver' dediGenç, kadına şöyle dedi: Sana, nefsinin şerrinden nefsini korumayı tavsiye eder ve Allahü teâlâ'nın şu ayet-i celîlesini hatırlatırım:

O'dur ki sizleri geceleri uyutarak ölü gibi yapıyorGündüz de yaptığınız işleri biliyor. Sonra takdir edilen ömür tamamlansın diye sizi gündüz uyandırıyorNihayet dönüşünüz O'nadır. Sonra O, dünyada yapmış olduğunuz işleri size haber verecektir. (En'âm/60)

Kadın başını eğerek ilk ağlayışından daha şiddetli bir şekilde ağladı. Sonra başını kaldırıp evine çekilerek, ibâdete başladıAşk ateşi içinde ölünceye kadar ibâdetten ayrılmadıBu genç, kadının ölümünden sonra kadını anar ve ağlardıKendisine 'Neden ağlıyorsun? Oysa sen kadını kendi nefsinden ümitsiz ettin!' denildiği zaman 'Ben onun isteğini işin başında kestimOndan ayrılmayı, Allah nezdinde kendime azık edindim ve Allah'tan, O'nun nezdine azık olarak gönderdiğim birşeyi geri almaya utandım!' dedi".

Allah'ın hamdi ve keremiyle bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyorBunun ardından -inşaallah- Kitabu Âfât'il-Lisan (Dilin Âfetleri) adlı bölüm gelecektir.

Evvelde ve âhirde, zahirde ve bâtında hamd Allah'a mahsusturAllah'ın salât ve selâmı, efendimiz ve insanların en hayırlısı Hazret-i Muhammed'in ve yerde ve göklerde bulunan seçkin kulların üzerine olsun! Yâ rabbî! Onlara çokça salât ve selâm eyle!