İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | İLİM 2


1-5

Halkın Makbul İlimler Arasında Kabul Ettiği, Fakat Gerçekte Makbul Olmayan İlimler

Halkın Makbul İlimler Arasında Kabul Ettiği, Fakat Gerçekte Makbul Olmayan İlimler, Bir Kısım İlimlerin Mezmûm Sayılmasına Neden Olan Faktörler, Fıkıh, İlim, Tevhîd, Tezkir ve Hikmet gibi Terimlerin Anlamı ve Bugün Aslî Mânâlarına Uygun Bir Şekilde Kullanılmadıklarının Beyanı, Şer'î İlimlerin Makbul ve Mezmûm Olanları; Ne Kadarının Makbul ve Ne Kadarının Mezmûm Olduğu

Mezmûm İlimlerin Yerilmesinin Sebepleri

Şöyle demeniz mümkündür: 'İlim birşeyin hakikatini bilmek demektirBu mânâda olan ilim Allah'ın sıfatlarındandırBirşey ilim olduğu halde nasıl olur da çirkin olabilir?'

Bu soruya şu şekilde cevap vermek mümkündür: İlim, hiçbir surette salt ilim olması bakımından mezmûm/çirkin olmaz.

Fakat üç sebebe binaen bazı kullar hakkında mezmum addedilir.

1Sahibini veya başkalarını kötüye sevkeden ilimSihir ve büyü ilmi buna örnek olarak verilebilirÇünkü bu ilimler birer ilim ka bul edildiği halde kötülenmiştirBu ilimlerin var olduğunu Kur'ân tasdik etmektedirYine Kur'ân bu ilmin eşlerin arasını açtığını bile zikretmektedir. (Bkz. Bakara/102)

Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'e sihir yapıldığı ve bu sihirle hastalanarak yatağa düştüğü, bilinen gerçeklerdendir114 Bunu bizzat Cebrail söylemiş ve sihri orada bulunan bir kuyunun derin liklerindeki taşın altından çıkarmıştır.

Sihir ilmi, cevherlerin özelliğinden, yıldızların doğuş merkezlerini hesap etme inceliklerini bilmekten elde edilen bir ilimdir.

Hususiyetleri bilinen bu cevherlerden, sihre tutulması istenen kişinin şeklinde bir iskelet yapılır ve herhangi bir yıldızın hususî bir vakti gözetlenirBeklenen vakit gelir gelmez iskeletin üzerine küfürden, şeriata muhalif olan fuhşiyattan bazı kelimeler hecele nir, bu hecelenen kelimeler vasıtasıyla şeytanların yardımına mazhar olunurBütün bunlardan sonra, Allah'ın âdetleri icra ettiği hükmüne istinaden o sihir yapılan kişide garip durumlar belirmeye başlarİşte bütün bu sebepleri öğrenmek mezmum değildirFakat bu bilinenler sadece halka ve diğer insanlara zarar vermeye vesile olurŞerre vesile olan elbette şerr olur ve böylece mezmûm sayılır.

Sözgelimi biri, bir veliyi öldürmek kasdıyla tâkib ederVeli ise görünmeyecek şekilde kapalı bir yere gizlenirOnu tâkib eden zâ lim, velinin yerini sorduğu zaman, ona velinin yerini söylemek çok çirkin bir hareket olurÇünkü böyle bir hareket, zâlimin veliyi öl dürmesine sebep olabilirDolayısıyla burada zâlimi, velinin tam tersi istikamete yöneltmek vâcibdirFakat bu zâlime yardım etmek; yâni bildiği şeyi söylemek bir ilim ise de, şerre yol açtığı için mezmûm'dur.

2Sahibine kârdan fazla zarar veren ilimdirAstronomi gibi. . . Bu ilim, ilim olmak hesabıyla zararlı bir ilim değildirÇünkü ikiye ayrılır:

a) Hesab İlmi

Allahü teâlâ Kur'ân'da güneşin ve ayın bir hesab ile seyrettiğini söylemektedir.

Güneş ve ay (kendi menzillerinde yaptıkları hareketler bir hesab iledir. (Rahman/5)

Aya da menziller (miktarlar) takdir ettikNihayet kurumuş eski hurma dalı gibi oldu. (Yâsîn/39)

b) Ahkâm İlmi

Bu ilmin özeti hâdiselerin oluşunu sebeplere bağlamaktırDoktorun nabız yoklamasıyla muhtemel hastalığı keşfetmesine benzerBu ilim, Allah'ın kendi yarattığı varlıklar hakkındaki sünnet ve âdetinin cereyan tarzını bilmektirFakat bu ilmi, şeriat (bir hikmete binaen) zemmetmiştir.

Kader zikredildiği zaman, kadere dalmaktan kendinizi alıkoyunYıldızlar zikredildiği zaman, kendinizi sakınınAshâbım zikredildiği zaman (onların arasındaki hâdiseleri kurcalamaktan) sakının!115

Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum:

1İdarecilerin zulmü,

2Yıldızlara inanmak,

3Kaderi yalanlamak116

Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Yıldızlardan ancak karada ve de nizde size yarayacak kadarını öğrenin, gerisinden ise sakının'.

Hazret-i Ömer'in bizi yıldız ilminin kara ve denizlerde işimize yara yacak kısmından başkasını elde etmekten alıkoyması üç sebebe da yanır:

a) Halkın çoğuna zarar verir. Çünkü halka 'Şu olaylar falan yıldızın hareketinden meydana geliyor' dendiğinde, halkın kal binde yıldızların tesir edici ve tasarruf sahibi birer ilâh oldukları kanaati yerleşmektedirÖzellikle yıldızların semavî birer cevher oldukları hususu da bu kanaati iyice desteklemektedirBöyle olunca yıldızların tesiriyle insanların zihinleri çeliniyor ve onlara bağlanıyorlar insanlarO kadar ki hayrı ve şerri; ümit veya ümit sizliği onlardan beklemeye başlıyorlarBöylece Allah'ın zikri kalplerden siliniyorÇünkü zayıf olan kimse daima vasıtalara bakar; bir türlü o vasıtanın esas müessirine bakmaya gücü yetmezGüneşin, ayın ve yıldızların Allahü teâlâ'nın birer teshir edilmiş mahlûku olduğunu sadece ilimde derinleşmiş âlimler bilebilirler.

Zayıf bir insanın, ışıkların ancak güneş doğduktan sonra etrafı aydınlattığını görmesi, karıncanın şu hâline ne kadar benzer: Bir kâğıdın üzerinde bulunan karıncaya akıl ihsan edilse de o kâğıdın üzerindeki yazıları okuma kabiliyeti kazandırılsa; yazıların arka arkaya kâğıt üzerinde sıralanışını kalemin işi zannederÇünkü o kâğıt üzerine yazıyı yazan olarak yalnız kalemi görmüştürKalemin daha üstüne bakıp, onu tutan parmakları göremezHele hele parmakların yukarısında bulunan eli ve o eli idare eden ira deyi hiç göremezO iradeyi taşıyan yazarın varlığını, o yazara bu kabiliyet ve hassasiyeti veren hakikî kudret ve kuvvet sahibini, hiç bir şekilde idrâk edemez.

İşte tıpkı bu karınca misâlinde olduğu gibi, halkın dikkati çoğu zaman enginlerde ve yakın sebeplerde kalırBu sebepleri aşıp, se beplerin asıl müessirine varmaya muvaffak olamaz.

İşte yıldızların ilmine dalmayı yasaklayan sebeplerden biri bu dur.

b) Yıldızlara bakarak netice çıkarmak tahminden başka birşey değildirNe zan ve ne de yakîn olarak insanlar tarafından açık birşey bilinmemektedirO halde yıldızların doğuşu sebebiyle ortaya atılan hüküm, cahilâne bir hükümdür ki, böyle bir hükmün hiçbir değeri yokturCehalete yol açtığı için zemmedilmiştirYoksa mü cerred olarak zemmedilmiş değildir.

Bu ilimle elde edilen mârifetlerin Hazret-i İdris'in mucizesi olduğu kuvvetle rivâyet olunmaktadırFakat Hazret-i İdris'in meşgul olduğu yıldız ilmi, günümüzde tamamen inkiraza uğramış ve yok olup gitmiştir.

Müneccimin yapmış olduğu tahminlerin bazen doğru çıkması, sadece bir tesadüften ibarettirZira müneccim, bir kısım sebeplere muttali olurMuttali olduğu sebeplerden meydana gelen şartların arkasından bakar, birçok şartların gelmesiyle ancak müsebbeb meydana gelirBu şartların hakikatine muttali olmak beşerin kudreti dışında bir keyfiyettirKazara ve tesadüfen Allahü teâlâ'nın bütün bu sebeplerin geri kalan kısımlarını takdir ettiği bir âna, müneccimin hükmü tesadüf ederse, müneccim hükmünde doğru sayılır, tesadüf etmediği takdirde ise müneccim yanılmış sayılırMüneccimin bu durumu tıpkı bulutların toplandığını görerek, yağmurun yağacağına hükmeden bir insanın durumuna benzer.

Fakat çoğu zaman bulutlar dağılarak yağmurun yağacağı sonu cuna varan kimseleri yanıltırBazı zamanlar bunun aksi de olur ve yağmur yağarİşte nasıl sadece bulutların bir araya gelmesi yağmurun yağmasına kâfi gelmiyor ve daha bilinmeyen sebepler de gerekiyorsa; bir kaptanın esintiye bakarak bir tehlike görme mesi, bir gemicinin tecrübelerine dayanarak vermiş olduğu 'gemi batmaz' hükmü de tıpkı böyledirZira bu esintilerin daha nice ne denleri vardır ki, gemici bunlara bazan muttali olur, bazan ise olamazHele bir kısmına hiçbir zaman nüfuz edemezOnun için bazen hükümlerinde isabet eder, bazen de yanılır.

İşte bu nedenle kuvvetli insan da zayıf insan gibi bu ilimden menedilir.

c) Yıldız ilminde fayda yokturZararlarından en azı fuzulî bir iş yapmış olmaktırFuzulî bir iş yapmış olmak da en değerli ha zine olan hayatı boşa harcamaktır ki bu zararların en dehşetlisidir.

Bir gün Allah'ın Rasulü (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir kişinin yanından geçerken, halkın o kişinin başına toplandığını görür ve 'Bu ne top lantısı?' diye sorarHalk 'Bu büyük bir âlimdir, onun için et rafında toplandık' derBu cevabın üzerine Allah'ın Rasûlü 'Hangi meselede âlim?' diye sorar'Şiiri ve Arabın ensabını çok iyi bilir' derlerBu cevabı alan Allah'ın Rasûlü şöyle bu yurur: 'Bu ilmin (şiir ve ensab hakkındaki ilmin) ne bilin mesinde bir fayda, ne bilinmemesinde bir zarar vardır!'117

İlim ancak bir ayet veya kâim (nesh edilmemiş) bir sünnet veya (mirasçılar arasındaki taksim ile ilgili) adaletli bir far izadan ibarettir118

Astroloji ve benzeri ilimlere dalmak tehlikeli olduğu gibi faydasızdır ve bu ilimle meşgul olmak vakit kaybetmekten başka birşey değildirAllah'ın takdir ettiği şeyden kaçınmak hiç kimsenin elinde değildirAma tıb ilmi böyle değildir, çünkü o ilme in sanların ihtiyacı vardırTıb ilminin delillerinin bir çoğuna insan vakıf olabilirTıb ilmi gibi rüya tâbiri ilmi de her ne kadar tahmine dayalı bir ilim ise de; yıldız ilminden farklıdırRüya tâbirinde de faydalar vardırZira tâbir ilmi, nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır ve bu ilimde herhangi bir tehlike yoktur.

3. Üçüncü sebep ise, faydasız bir ilme dalmaktırFaydasız ilme dalmak zemmedilmiştirİlimlerin açığını bilmeden inceliklerine, esaslarını öğrenmeden de gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak ve ilimlerin açık taraflarını bilmeye çalışmadan kapalı taraflarını bilmeye gayret etmek ve ilâhî ilimlerin sırlarını araştırmak gibi. . . Felsefeciler ve kelâmcılar bu ilimlere her ne kadar vakıf olmak is temişlerse de; tek başlarına bu ilimleri kavramaktan uzaktırlarBu ilimlere tek başına vakıf olmak ve bir kısım yollarını elde etmek sadece peygamberlere ve onların izinden giden velilere mahsusturO halde insanların böyle ilimlerden sakınması ve bütün bunları şeriatın ölçülerine irca etmesi gerekirZira şeriatta Allah'ın tevfi kine mazhar olan kimseler için ikna edici deliller mevcutturNice kişiler vardır ki, ilimlere dalmışlar, fakat dalmış oldukları ilimlerden çok zararlı çıkmışlardırŞayet bu ilimlere dalmamış olsalardı, dinî durumları çok daha iyi olurduBu kısım ilimlerin bazı kimselere zarar verdiği açık gerçeklerden biridirNitekim kuşların etinin ve bir kısım tatlıların süt çocuklarına zarar verdiği malûmdur.

Birçok kimsenin, bazı hususları bilmemeleri, bilmelerinden daha hayırlıdır.

Rivâyet olunduğuna göre, halktan biri doktara giderek hanımının çocuk yapma özelliğinin olmadığından (kısır olduğundan) şikayet ederDoktor, kadının nabzını yoklayarak şöyle der: 'Tedavi edilmeye muhtaç değil; zira kırk gün sonra vefat edecekNitekim nabzının durumu buna işaret ediyor'.

Doktorun ağzından çıkan bu sözleri dinleyen kadın dehşete kapılır, hayatı perişan olurVarını yoğunu fakir fukaraya vererek vasiyetini yazarKırk gün yemek yiyemez su içemezKırk gün dolduktan sonra adam, doktora gelerek karısının ölmediğini bildirirBunun üzerine zekî doktor 'Ölmeyeceğini biliyordumHemen eve git ve karınla cinsi münasebette bulun, derhal gebe kalacaktır' derDoktorun bu cevabına hayret eden koca 'Bu nasıl olur?' diye sorarDoktor meseleyi şöyle izah eder: 'Muayene neticesinde kadının şişman olduğunu ve bu sebeple rahim ağzının kapalı bulunduğunu gördümBu yağları ancak ölüm korkusu eritebilirdiBunun için onu böyle bir korkuya sokmak gerekiyorduBen de öyle yaptımŞu anda maksat hasıl olmuş, eşinin rahim ağzını kaplayan yağlar erimiştirOnun için çocuk yapmaya hazır bir vaziyete gelmiştir'.

İşte bu hikâye sana bazı ilimlerin tehlikesini haber vermekte, hatta sadece bunu haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda Allah'ın Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafa'nın (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu sözünün mânâsını da açıkça ve eksiksiz bir şekilde bildirmektedir:

Payda vermeyen ilimden Allah'a sığınırız119

İşte bu hikâyeden ibret alŞeriatın zemmettiği ilimlere dalma ve onlardan şiddetle kaçınAshâbın eteğine yapışSünnet-i Seniyye yolundan bir an olsun ayrılmaZira din ve dünyanın selâmeti an cak sahabe-i kirâmın yolundan gitmeye bağlıdır.

Tehlike ise, kendi başına birtakım şeyleri araştırmak ve saha benin görüşünden ayrılıp müstakil bir görüşe sahip olmaktadırSakın zannmla, delilinle, aklınla ve kişisel görüşünle inat göstere rek insanlarla çokça tartışma!

'Ben bazı şeyleri bilmek için araştırıyorumÖyleyse ilmi düşünmekte ne zarar vardır?' deme; zira müstakil şekilde, olur olmaz ilmî meselelere dalışının zararı, kârından fazladırÇok şeyler vardır ki, ona vakıf olduğun zaman elde ettiğin şey, seni teh likelere sürükler ve âhiretini berbat ederAllah'ın rahmeti sana yetişmediği takdirde bu felâketten kurtulamazsın ve helâk olur gi dersin!

Bilmiş ol ki, nasıl ehliyetli bir doktor tedavi usûllerinde kimsenin kestiremediği ince usûllere müracaat etmesini biliyorsa; kalplerin hekimi sayılan, âhiret hayatının vesilelerini bilen peygam berler de aynı şekilde bu sahada başkalarının bilmediği usûllere vâkıftırlar.

Bu bakımdan, sen kendi aklına güvenerek onların mesleği üzerinde düşünüp mesleklerini değiştirme durumuna düşmeBöyle yaparsan seni felâketten hiçbir şey kurtaramazBirçok kim seler vardır ki, parmakları yaralandığı zaman kendi kendilerine o yarayı birtakım merhemler sürerek iyi etmeye çalışırlarHalbuki hekim, merhemin elin başka tarafına sürülmesi icabettiğini söyle yebilirDamarların bedene yayılışını, köklerini ve bedeni nasıl çev relediklerini bilmeyen kimseler doktorun bu tavsiyesini akla yakın bulmaz; 'Nasıl olur da yaranın üzerine değil de başka tarafa sürü lür' diyerek itiraz ederler, işte âhiret yolunda şeriatın incelikle rinde, âdâbında, insanların bilmekle mükellef oldukları inançlarında ve lâtifelerinde de durum böyledir.

Akıl bu meseleyi tek başına halletmeye muktedir değildir ki kendi gücüyle bunu ihâta edebilsinNitekim madenlerin yapılarında birtakım acâip özellikler vardır ve bu özellikler sanat erbabının bilgisi dahilinde değildir.

Sözgelimi hiçbir sanat erbabı; demirdeki mıknatıs çekiminin mahiyetini bilmezBunun gibi inanç ve amellerdeki gariplikler de kalplerin saffeti, temizliği, tezkiyesi ve ıslahı için kulların, Allah'ın manevî komşuluğunda yükselmelerini temin ederKalplere Allah'ın yüce faziletinden, maddî ilâçlardan daha fazla ve daha büyük faydaların teminine vesile olduğu bir hakikattirNasıl akıllar, ilâçların faydalarını birdenbire çözemez ve hangi ilâcın hangi hastalığa iyi geleceğini kestiremez ve bunu ancak bir takım deneylerden sonra anlayabilirse; aynı akıllar, âhirette in sana fayda verecek şeyleri de kendi başlarına bulmaktan âcizdirler.

Bu âcizliklerini bu konuda deneme yoluyla telâfi imkânı da yokturKeşke bazı ölüler dünyaya dönselerdi de, bizlere Allah'a nasıl yaklaşılır, hangi fiillerin Allah'a yaklaştırıcı ve hangilerinin Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu söyleselerdi.

Çünkü ancak onlar amellerin ve inançların hangisinin insana yararlı olduğunu bile bilir ve açıklayabilirlerFakat bir ölüden bütün bu soruların ce vabını almak hiç kimsenin harcı değildir.

Hazret-i Peygamberin (aleyhisselâm) doğruluğuna ve işaretlerinin hakî katına vâkıf olmak bakımından aklın rehberliği ve menfaati sana yeterOndan sonra aklın vazifesi biter ve kendisi için en yararlı yol;

Hazret-i Peygamberin yolunu tâkip etmektirSen ancak bu yolu tâkip ettiğin zaman selâmete erersinBu konu özet olarak bu kadar an latılabilir.

Bunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İlmin bir kısmı cehalettir, sözün bir kısmı da yorgunluk tur120

İlmin hiçbir zaman cehalet olmayacağı herkesin bildiği bir gerçektirFakat burada 'Bazen zarar vermek hususunda cehaletin tesirine benzer bir tesir gösterir' anlamında kullanılmıştır.

Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:

Tevfîkin azı, ilmin çoğundan daha hayırlıdır121

Ulû'l-Azm peygamberlerden olan Meryem oğlu isa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Nice ağaçlar vardır ki meyveleri yoktur, nice meyveler vardır ki güzel ve hatta yenecek gibi değildir ve nice ilimler vardır ki insana hiçbir faydası dokunmaz'122

Değiştirilen Bazı Terimler

Çirkin ilimlerin şer'î ilimlerle karışması, güzel kelimelerin mânâlarının değiştirilmesiyle mümkün olmuşturKavram kargaşası, ard düşüncelerle selef-i sâlihînin ve birinci neslin kas tettiği mânâlardan başka mânâlara çevrilen terimlerden doğmaktadır.

Asıl anlamı değişen ve başka mânâlar alan terimler beş tanedir.

1Fıkıh

2İlim

3Tevhîd

4Tezkir

5Hikmet

İşte gördüğünüz bütün bu terimler güzel anlamlara sahip idilerBu terimlerin ifade ettiği mânâlara vâkıf kimseler dinî kıymetlere sahip kimselerdiFakat günümüzde bütün bu terimler mânâlarını kaybetmişler ve yanlış anlamlarda kullanılmaya başlamışlardır.

Saf ve sade kalpler; bu terimler kötü ilimlerde kullanıldığı için, bu terimlerin sahiplerini gördükleri zaman nefret edip kaçmak tadırlar.

Birincisi Fıkıh terimidirBu terimi aslî mânâsından başka mânâlara çevirmemiş ve başka mânâlarda kullanmamışlardır; ancak bu terimi bazı ayrıntılara hasretmişler, kelimenin ihâta ettiği geniş sahaları ihmal etmişlerdirÖrneğin bu terimi fetva ilminin garip dallarının, ince illetlerinin anlaşılmasında ve o dallar hakkında inceden inceye yapılan konuşmalarda ve onlarla ilgili tartışmalarda kullanmışlardırZamanımızdaki ilim erbabına sorsanız, fetva veren kimseleri en büyük fakihler olarak takdim ederlerKim en çok fetva konusu üzerinde durmuşsa, o en kuvvetli fakih sayılmıştır.

Sahabe zamanındaki fıkıh ilmi ise, âhiret yolunun, nefse mu sallat olan âfetlerin inceliklerini bilmeyi; fâsid amelleri ve dün yanın sevilmeye lâyık bir meta olmadığını tam mânâsıyla idrak etmeyi; ayrıca âhiret nimetlerinin bilinmesi ve Allah korkusunun kalbi doldurması gibi ilimleri ifade ediyordu, Fıkıh ilmi ancak bu bilgiler dairesinde kullanılırdıFıkhın bu mânâda kullanıldığı hususunda en bariz delil, Allahü teâlâ'nın şu buyruğudur:

İnananların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdiAma her kabileden bir grubun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldikleri zaman (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi? (Tevbe/122)

İnsanların kendisiyle uyarıldıkları ve kalplerine Allah korku sunu yerleştiren, ilimin adı fıkıh ilmi idi, Talâk, Lian, Selem ve İcare gibi meseleler ise fıkıhla alâkalı değildiÇünkü bütün bunlarla kalbin korkutulması mümkün değildirTam tersi bu meselelerle uğraşanların kalpleri büsbütün katılaşmakta ve zamanımızda müşahede ettiğimiz gibi Allah kor kusu kalplerinden silinip gitmektedir.

Yemin olsun ki cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattıkOnların kalpleri vardır, fakat bu kalpler ile gerçeği anlamazlarGözleri vardır, fakat onlarla görmezler. (İbret almazlar) Kulakları vardır, fakat onlarla nasihat din lemezlerİşte banlar hayvanlardan daha şaşkındırlarGâfil olanlar da işte bunlardır! (A'raf/179)

Ayette geçen 'Bu kalpler ile gerçeği anlamazlar' ifadesiyle fetva değil, îman kastolunmaktadır.

Burada, fıkıh ile fehim kelimeleri aynı anlama geliyorsa da, bu kelimelerin biri eskiden kullanılmış, diğeri de yeni olarak kul lanılmaktadır.

Herhalde onların (münâfıklarla yahudilerin) yüreklerinde size karşı hissettikleri korku Allah'ınkinden daha fazladırBu, onların anlayışsız bir kavim olmalarındandır. (Haşr/13)

Dikkat edilecek olursa, Allahü teâlâ bu ayette onların Allah'tan az korkmalarını ve buna mukabil mahlûkatın gücünü büyütmele rini, kıt olan anlayışlarına bağlamaktadır.

Peki o halde bu, fetva ilminin ayrıntılarını bilmemekten mi kaynaklanıyor? Yoksa daha önce de beyan ettiğimiz gibi fıkhın ha kikî mânâlarını idrâk etmemenin neticesi mi?

Dini meseleleri görüşmek için kendisine gelen bir heyet hakkındaki Hazret-i Peygamberin şu buyruğuna bakalım:

(Bu gelenler) âlim, fakih ve hakimdirler123

Zührî'ye124 'Medineliler içinde en fakih kişi kimdir?' diye sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: 'Allah'tan en çok korkanı, en iyi fakihtir'.

Burada Sa'd (Zührî) , Fıkh'ın meyve ve neticelerine dikkati çekmektedirTakvâ ise, fetvaların ve hükümlerin değil, bâtın ilmi nin meyvesidirÖyleyse fıkıh, bâtın ilminin adı olabilir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

'Size gerçek fakihi haber vereyim mi?' Sahabe-i kirâm 'Evet yâ Rasûlüllah! Bize gerçek fakihi bildiri' dedilerBunun üzerine Allah'ın Rasûlü şöyle cevap verdi: 'İnsanları Allah'ın rahmetinden ümitsiz etmeyen ve Allah'ın azabından emin kılmayan ve Allah'ın geniş rahmetinden onların ümitlerini kesmeyen; Kur'ân'ı bırakıp başka kitapların arkasına takılmayan kimse gerçek fakihtir'125

Şafak zamanından güneşin doğuşuna kadar Allah'ı zikre den kimseler ile oturmam, bana dört köle azâd etmemden daha sevimli gelmektedir126

Enes b. Mâlik Hazret-i Peygamberin bu hadisini rivâyet ettiğinde, arkadaşları Zeyd bEban Rakkaşı ve Ziyâd bAbdullah Numeyrî'ye dönüp şöyle dedi: 'Allah Rasûlü'nün sözünü ettiği zikir meclisleri, sizin bugünkü meclislerinize benzemezdiSizin meclislerinizde biri va'z ve nasihatta bulunurken sözünü uzattıkça uzatıyorFakat Hazret-i Peygamber'in zamanında biz biraraya geliyor, îman konusunda müzakereler yapıyor, Kur'ân ayetleri üzerine dikkatle eğiliyor, dinde fıkıh sahibi oluyor ve fıkhımızdan dolayı Allah'ın bize olan nimet-i ilâhîsini inceden inceye düşünüyorduk'.

Dikkat edildiği takdirde görülecektir ki Hazret-i Enes (radıyallahü anh) Kur'ân üzerinde düşünmeyi, anlayarak Allah'ın nimetlerini saymayı, fıkıh olarak adlandırmaktadır.

Kul, Allah için insanlara buğzetmedikçe ve Kur'ân'ın birçok yönlerini anlamadıkça tam olarak fakih olamaz.

Bu hadîs-i şerif, Ebu'd Derda'dan mevkuf olarak şöyle bir ilâveyle rivâyet edilmektedir:

Bütün bunlara buğzettikten sonra Allah için nefsine yönel meli ve her şeyden daha çok ona buğz etmeli.

Sencî, Hasan-ı Basrî'ye bir sual sorarHasan sorusunun ce vabını verdikten sonra kendisine şu itirazda bulunur: Fakihler senin verdiğin cevaba muhaliftirlerOnların verdiği cevap senin verdiğin cevaba uymamaktadır'Bunun üzerine Hasan hiddetle bağırır: 'Ey anası matemini tutasıca! Acaba sen hiç fakih gördün mü? Elbette görmedinÇünkü fakih dünyaya sırt çevirip, âhirete yönelip, rabbine ibadet etmeye devam eden, nefsini müslümanların şerefini ihlâl etmekten alıkoyan; müslümanların malını haksızlıkla almaktan kaçınan ve müslüman cemaata Allah'ın emirlerini hiç hatır gönül dinlemeden haykıran insandır'.

Dikkat edilecek olursa Hasan-ı Basrî hiçbir şekilde fetva vermek ten bahsetmemekte, fakillin fetvaları hıfzeden biri olduğunu söy lememektedir.

Ben, Fıkıh teriminin zahirî ahkâmın fetvalarını bilen kişilere şâmil olmadığını söylüyor değilimFakat Fıkıh tâbiri, başlı başına bu fetva ehlini ifade etmemekte; ancak tâli derecede bu hususu da içine almaktadırDemek istediğim sadece budurÇünkü selef âlimleri, bu terimi Fetva ilminden daha fazla, Âhiret İlmine ıtlak etmişlerdir.

Bu açıklamadan sonra anlaşılmış olmalı ki, insanların iyi ve kötü ilimleri birbirine karıştırması, Fıkıh teriminin sonradan sa dece fetva ilmiyle ilgili görülüp, âhiret ilmine ve kalplerin ah kâmına dair konularla ilgili görülmemesine yol açmıştır,

Tahrifçiler bu terimi istedikleri mânâda kullanmak için nefsin de yardımını görmüşlerdirÇünkü bâtın ilmi zordurOnunla amel etmek ise daha zordurBunun için insan tabiatı, bâtın ilminden kaçarBâtın ilmine sahip olmakla; insan valilik, kadılık, rütbe ve servet elde edemezİşte bu fırsatı ganimet bilen şeytan, esasında güzel bir şer'î terim olan Fıkıh terimini teferruata tahsis ederek kalplere güzel göstermeye çalışmıştır.

İkincisi İlim terimidirBu terim asr-ı saâdette Allah'ı, ayetle rini ve kulları hakkındaki fiillerini bildirmek için kullanılırdıHatta Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) vefat ettiği zaman ashâbın büyük âlimlerinden olan İbn Mes'ûd şöyle demişti: 'İlmin onda dokuzu öldü'.

Bu terime karşı koyanların hiddetini durdurmak için İbn Mes'ûd, harf-i târifle birlikte kullanılan el-İlim terimini İlm-i Billah olarak yorumlamıştır.

Zamanımızın insanları bu terimi tıpkı birinci terimde olduğu gibi, fâsit bir daireye tahsis etmişlerdirHatta o kadar ki, fıkhî veya gayr-ı fıkhı konularda hasımlarıyla tartışanlar hakkında bile bu terim kullanılabilmektedirÖrneğin fıkhî konularda hasımlarıyla iyi ve inandırıcı bir şekilde tartışan, hakikî âlim ve ilimde aşılmaz bir büyük olarak görülmekte, fakat fıkhı meselelerde tetebbuu ol mayan, tartışmayan ve münazaradan kaçman kimseler çok zayıf kimseler olarak kabul edilmektedir.

İşte tıpkı birinci terim de olduğu gibi el-İlim terimi de hakikî mânâsının dışında birtakım tâli meselelerde kullanılmaktadırFakat ilim ve onunla iştigal eden âlimler hakkında vârid olan fazi letlerin çoğu; Allah'a, O'nun emirlerine ve sıfatlarına vâkıf olan âlimler hakkındadırZamanımızda ise şer'î ilimlerden ancak ce del ve hilâfiyâtı bilen ve bunları bilmekle de ulemadan sayılanların arasına karışan kimselere âlim denmektedirHalbuki bu insanlar ayrıca tefsir, hadîs, mezheb v.s ilimleri bilmemektedirler.

Sonuçta bu terimin anlamının bozulması, ilim talebinde bulu nan birçok kimselerin helâk olmasına sebep teşkil etmiştir.

Üçüncüsü ise, Tevhîd terimidirBu terim, zamanımızda kelâm ilmini bilen, mücadele yolunu kavrayan ve hasımlarının tenkid yo lunu kapayacak sualler sormasını bilen, insanları kendisinden şüpheye düşüren, hasmı durduracak değerde deliller bularak, hasmı tasfiye eden kimselerin sanatı için kullanılmaktadırHatta bu kişilerden bazıları kendilerini ehli Tevhîd ve'l-adl olarak tanıtmaktadırlar.

Kelâmcılara Tevhîd âlimleri adı verilmiştirOysa kelâm sa natının bütün malzemesi asr-ı saadette bilinmemekteydiBilinmemesi bir yana, şayet asr-ı saadeti meydana getiren o müba rek insanlar, cedel ilminin kapısını açanları görseydiler, belki de onları şiddetle kınarlardı.

Kur'ân'ın ihtiva ettiği zâhirî delillere gelince, duyar duymaz insan aklının onları hemen kabul edeceği malûm bir hususturDemek ki Kur'ân'ı bilmek, bu ilmin tamanını bilmek demektir.

Asr-ı saadette yaşayan büyükler, Tevhîd teriminden günümüz kelâmcılarının çoğunun anlamadığı şeyleri anlıyorlardıÜstelik günümüz kelâmcıları bu mânâları anlasalar da, anladıkları bu mânâlarla muttasıf olamazlarOnların anladığı mânâlar şunlardı:

'Herşey Allah'tan gelir' inancına hiçbir sebep ve vasıtaya başvurmaksızın bilip bağlanmak, hayrın tamamının Allah'tan olduğuna kat'î bir şekilde kanaat getirmektirBu makam çok şerefli bir makamdır.

Tevekkül, rıza ve Allah'ın hükmüne teslim olmak, bu mertebe nin meyvelerindendirDiğer bir meyvesi ise, Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) kendisini ebediyet âlemine götürecek olan hastalığı sırasında 'Sana doktor getirelim mi?' diye sorulduğu zaman, 'Beni hasta düşüren doktordur' şeklindeki sözüdür.

Başka bir hastaya 'Bu hastalığın hakkında doktor sana ne söyledi?' denildiğinde, hasta 'Doktor bana dedi ki: Ben istediğimi en iyi şekilde yapan bir zâtım' cevabını vermiştir.

Bu konular Tevhîd ve tevekkül ilmine ait kitaplarda, bütün de taylarıyla ve delillere dayanılarak izah edilecektirŞimdilik tafsılâtı burada kesip, geniş izahı ilerdeki sayfalara bırakalım ve asıl meselemize dönelim!

Tevhîd, paha biçilmez bir cevherdir ve bu cevheri koruyan iki kabuk vardır:

1Özden en uzak olan kabukHalkTevhîd kavramını özünden çekip almış, bu ismi kabuğa ve o kabuğu koruyan sanata vermiştirÖzü ise bütünüyle ihmal etmiştir

Birinci kabuk dille 'Lâ ilâhe illâllah' demektirBu kabuğa Tevhîd ismi verilmiştirBu kabuk esasında hristiyanların açıkça izhar ettikleri teslis inancını yıkan bir kabukturFakat bu keli meyi, özünü reddettiği halde söyleyen münafıklar da vardırBu münafıklar da Tevhîd kelimesini dilleriyle söylemekte ve insanları kandırmaktadırlar.

2Kalpte, dil ile söylenen bu söze hiçbir muhalefetin bulunma ması ve bu kelimenin bütün anlamının olduğu gibi kabul edilmesidirKalp, zâhirde zikredilmiş olan bu kelimenin bütün mânâ ve medlûlünü kesin olarak tasdik etmeli ve bu inanç Allah inancının bütününe şâmil olmalıdırBu mertebe, halk tabakasının Tevhîd mertebesidirİşte kelâmcılar bu kabuğu bid'at ehlinin taarruzundan korurlarBu hakikate daha önce işaret edilmişti,

3ÖzYâni bütün vasıtalara sırt çevirmek, her şeyin Allah'tan olduğuna tam mânâsıyla inanmak ve Allah'a hiçbir varlığı ortak koşmaksızm kulluk yapmaktırNefsinin hevasına uyan insan, Tevhîd anlayışının dışında kalırBu bakımdan arzularına tâbi olan, nefsini kendisine ilâh edinmiş demektir,

Gördün mü o kimseyi ki he vasini kendisine ilâh edinmiş, Allah da bir ilim üzere onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiş! Artık onu Allah'dan başka kim yola getirebilir? Hâlâ düşünmez misi niz? (Câsiye/23)

Allah nezdinde yeryüzünde kendisine ibadet edilen ilahların en buğz edileni hevâ-i nefistir127

Düşünen bir insan puta tapanların, aslında o puta değil, kendi hevalarına tapmakta olduklarını hemen anlar.

Zira onu, ecdadının dinine bağlayan hevasıdırO da nefsin bu meyline tâbî olunan mânâlardan birisidirHalka kızmak veya onlara iltifat etmek bu Tevhîd anlayışına aykırı düşerZira herşeyi Allah'tan bilen bir insan katiyyen kızmazNasıl olur da 'Herşeyin müsebbibi Allah'tır' diyen bir insan, başka insanlara kızar? Tevhîd teriminden daha öncekilerin anladıkları mânâ bu idiBu yüksek makam, Sıddîk'ın makamıdır.

Bu terimin ifade ettiği mânânın ne hâle geldiğine ve zamanımızdaki insanların bu terimin hangi kabukta kalan mâ nâsıyla iktifa ettiklerine iyi dikkat edilmelidir! Bu kelimenin ifade etmiş olduğu geniş mânâyı bir kabuk mânâya inhisar ettirenler böyle yaptıkları için nasıl da böbürlenebilmektedir? Bu kelimeyi kabuklaşmanın vasıtası kılmışlar ve onunla övünmeye çalışıyorlarHalbuki övülmeye lâyık tarafı kırpılmış olduğundan, ona yapışmış olanlar müflis duruma düşmüşlerdir; nerede kaldı ki kendi durumlarıyla iftihar edeler. . .

Bunların iflâsı aynen kıbleye yönelerek 'Şüphesiz ben sadece hak dine (Tevhîde) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim' (En'am/79) meâlindeki ayeti okuyan, fakat bu okuduğu ayetin mânâsına inanmadığı için Allah'a karşı hergün yalanını tekrarlayan bir kimsenin iflâsına benziyorEğer bu kişi, ayetteki yüz (vech) tâbirinden zâhiri anlamdaki yüzü kasdederse, o zaman kişi zâhirî yüzüyle Kâbe'ye yönelmiş olurFakat o bu durumda yü zünü başka cihetlerden çevirip Kâbe istikametine yöneltmiş olmak tadırKâbe, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın istikameti değildir ki, oraya her yönelmiş olan, Allah'a yönelmiş sayılsınCihetlerin ve bütün dünyanın yaratıcısı, oralara sığmaktan münezzehtir, o bütün bunlardan çok yücedir Mahlûk, hâlikını ihâta edemez!

Eğer namaz kılan kimse, ayette geçen yüz terimiyle kalp yü zünü irade ederse ki ibadette matlub olan kalp ile yapılan ibadettirKalbi tereddüt içinde olan insanın aklı, dünya ihtiyaçlarında olduğu için; böyle bir kişinin sözü nasıl doğru olabilir? O yalnız sözle yüzünü Allah'a çevireceğim söylemektedirHalbuki kalbi, türlü türlü hileleri, mal toplamayı, dünya mertebeleri elde etmeyi ve bütün bunlara götürecek vesileleri düşünen ve kendisini yalnız bunlara veren bir kişinin Allah'a dönmesi mümkün müdür? Bu adamın kalbi bu takdirde asla yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan yüce Allah'a yönelmiş olmaz.

Bu kelime, Tevhîdin hakikatini ifade eden bir kelimedirBu ne denle muvahhid bir kimse, tek varlık olan Allah'tan başka hiçbir şey görmeyen ve ancak kalp yüzü ile Allaha yönelendir.

Böyle bir durum Allahü teâlâ'nın aşağıdaki ayetinde ne güzel açıklan maktadır: (Ey Rasûlüm!) Sen Allah de! Sonra onları bırak, bâtıl sözleri içerisinde oynayadursunlar. (En'am/91)

Bu ayeti celîledeki 'Sen Allah de' hükmünden maksad dille söylemek değildirÇünkü dil, kalbin tercümanıdırDil bazen doğru ve bazen de yalan söylerAllahü teâlâ’nın nazar ettiği yer ise, dilin tercüman olduğu kalptirTevhîd'in mâdeni ve kaynağı sadece kalptir.

Dördüncüsü ise Zikir, Tezkir terimidirAllahü teâlâ şöyle bu yurmaktadır:

Sen Kur'ân ile öğüt ver, çünkü öğüt Mü'minlere fayda verir. (Zâriyat/ 55)

Zikir meclislerini metheden birçok hadîs-i şerif vârid olmuştur.

Cennet bahçelerinden geçtiğiniz zaman, o bahçelerden yeyinKendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet bahçeleri ile neyi murad ediyorsunuz?' diye sorulduğunda, cevaben şöyle buyurdu: 'Zikir meclislerini. . . '128

Hak ile meşgul olan meleklerden başka, dünya yüzünde se yahat eden, Allah'ın daha nice melekleri vardırO melekler zikir meclislerini gördükleri zaman, birbirlerini çağırırlar: İşte aradığımız buradadır, geliniz!' Her taraftan o meclislere gelirler ve zikir meclislerine iştirâk ederek zikir mecli sini kuşatırlar ve dinlerlerO halde (ey ümmetim) , Allah'ı çokça zikredin! Nefislerinize de hatırlatınız129

Zikir teriminden zamanımızın birçok vâizi aşağıdaki şu dört mânâyı anlamakta ve terimi bu mânâlarda kullanmaktadırlar.

1Kıssalar

2Şiirler

3Şatâhat

4Tamat (Şatâhat ile Tamat'ın tefsiri, yeri geldiğinde yapılacaktır) .

Kıssalara gelince, bunlar bid'attırlarSelef-i Sâlihîn, kıssacıların yanında oturmayı bile yasaklamışlar, hikâyecileri katiyyen dinlememişlerdirKıssa, ne asr-ı saâdette, ne de Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer zamanında vardı130 Ne zaman fitne başgösterdi, işte o zamandan beri hikâyecilik ve kıssacılık süratle yayıldı.

Rivâyet olunduğuna göre İbn Ömer bir ara mescidden dışarı çıktıÇıkışının sebebini soranlara bu sebebi şöyle izah etti: 'Beni mescidden hikâye anlatanlar çıkardıBu hikâyeciler olmasaydı, hiçbir surette mescidi terketmeyi düşünmezdim'.

Zümre131 şöyle anlatır: Süfyân-ı Sevrî'ye, 'Biz hikâyecilere yü zümüzü çevirip bakıyoruz' dedimO şöyle mukabelede bulundu: 'Bid'atçılara yüzünüzü değil, arkanızı dönerek oturunuz'.

İbn Avn132 şöyle der: İbn Şirinin133 yanına gittiğimde şöyle buyurdu: 'Bugün ne haberler var?' Bu suale 'Emîr'ul Mü'minîn, hikâyecileri hikâye anlatmaktan menetti' diye cevap verdimO zaman İbn Şirin 'Emîr'ul Mü'minîn çok isabetli bir karar almış' dedi.

A'meş, Basra camiine girdiğinde, bir hikâyecinin şöyle dediğini duydu: 'A'meş bize böyle rivâyet etmiştir'Bu söz üzerine A'meş, cemaatin ortasına dikilerek koltuk altlarını yolmaya başladıHikâye anlatan adam, densizlik yaptığı açık olan bu adamı şöylece tekdir etti: 'Ey ihtiyar! Va'z meclislerinde koltuk altlarını yolmaktan utanmıyormusun?' A'meş 'Neden utanayım? Ben bir sünneti yerine getiriyorumSen ise yalan söylüyorsunÇünkü bahsettiğin A'meş benimSana da böyle bir hikâye anlatmış değilim'.

Ahmed bHanbel şöyle buyurmuştur: 'İnsanların en yalancısı hikâyeler anlatan ve çok soru sorandır'.

Hazret-i Ali Basra mescidinde hikâye anlatan bir adamı kovmuşturFakat aynı Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Hasan-ı Basrî'nin mescidinde yaptığı va'za mânî olmamıştır; çünkü Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) , âhiret ilmi, ölüm, nefsin ayıplarını gösterme, amellerin âfeti, şeytanın iğvaları ve bütün bunlardan sakındırmak hususunda va'z ediyorduAynı zamanda Allah'ın nimetlerini, kulun bu nimetlerin şükründe kusur ettiğini, dünyanın ayıplarını sayarak hakir ve geçici bir yer olduğunu; dünyanın hiçbir şeyinde vefa bulunmadığını, âhiretin tehlikelerini ve şiddetli azâplarını anlatıyorduİşte bütün bunlar şer'an güzel kabul edilen zikir olduğu için, bunlardan konuşmakta büyük bir fayda vardırBu tür bir zikrin gerekli olduğunu Ebû Zer Gıfârî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği şu hadîsten anlıyoruz:

Zikir (ilim) meclisinde hazır bulunmak, bin rek'ât nâfile namaz kılmaktan daha hayırlıdır. (Bir zikir meclisinde bulunmak) , bin hastayı ziyaret etmekten daha hayırlıdır. (Bir ilim meclisinde bulunmak) , bin cenaze merasiminde hazır bulunmaktan daha hayırlıdırAllah'ın Rasûlü'ne 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu meclislere gitmek, Kur'ân okumaktan da mı üstündür?' diye soranlara Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap vermiştir: 'İlim olmadan okunan Kur'ân'ın bir fay dası olur mu'?134

Atâ şöyle demiştir: 'Bir zikir meclisine iştirâk etmek, yetmiş lehviyat meclisine girmenin kefareti olur'.

Zâhirperestler bu hadîs-i şerifleri nefislerinin tezkiyesine dair bir hüccet kabul etmişler ve zikir ünvanını da, yapmış oldukları kötü hurafelere ad olarak takmışlardırOnun için güzel ve esas olan Zikr'in asıl mânâlarından uzaklaşmışlar, ihtilâflı kıssalarla meşgul olmuşlar, keyiflerine göre eksiklik veya ziyadelikler icad etmişlerdirKur'ân-ı Hakîm'de vârid olan kıssaların sebebinden uzaklaşılmış ve o kıssalara kendi hissiyatlarından doğanları eklemişlerdirKıssaların bir kısmını dinlemekte fayda varsa da; bir kısmı da doğru olmasına rağmen zararlıdırNefsi için bu kapıyı açan bir kimse, eğri ile doğruyu, yararlı olanla zararlı olanı karıştırır ve bundan ötürü tehlikeli bir duruma düşer.

Hikâyeciliğin menedilmesinin sebebi de bu tehlikeden korunmak tan başka bir şey değildir.

Yine bu sebepten dolayı Ahmed bHanbel şöyle buyurmaktadır: İnsanların, doğru hikâyeler anlatan insanlara ne kadar ihtiyacı vardır?'

Şayet bir hikâyeci peygamberlerin kıssalarından bahsediyor ve aynı zamanda kendisini dinleyenlere dinî emirleri bildiriyorsa; kısaca doğru şeyleri hikâye ediyorsa, ben böyle birinin hikâyele rinde hiçbir zarar görmemekteyimAncak yalan söylemekten, halkın anlamayacağı bir şekilde peygamberlerin hayatlarından hikâyeler anlatmaktan, çok zararlı olacağı için bu hareketlerden şiddetle kaçınmalıdırPeygamberlerden hasıl olan zellelerin ardından onların yaptıkları hasenâtı anlayamayacağı için, kendi hatâlarının da affedileceği inancına saplanarak kendisini büyük bir tehlikeyle başbaşa bırakır.

'Bir kısım meşayihten ve ümmetin büyüklerinden şöyle ve böyle rivâyet edilmiştir' diyerek kendi düşüncelerini haklı görmek ten şiddetle kaçınmalıdır insanlar. . . Hikâyeciler kendi fikirlerini delillendirmek için çoğunlukla böyle davranırlar.

Böyle yapan herkes büyük bir günah işlemiş olurÇünkü bu hareket 'Ben Allah'a isyan etmiş ve kusur işlemişsem eğer, bu kusurları benden çok daha faziletli olan büyük insanlar da işlemişler' demekten başka bir mânâ taşımazBu tür şeylerden bu şekilde bir hüküm çıkarabilirler ve bu hükümle bilmeden kendilerini Allah karşısında cüretkâr bir duruma getirirler.

Bu iki mahzurdan; yani yalan ve rezillikleri anlatmaktan sakınıldığı takdirde hikâye anlatmakta bir zarar yokturBu takdirde hikâye güzel olur ve Kur'ân'ın zikrettiği haber hâlini alırNitekim değerli kitaplarda bu tip hikâyelerin çokça yer aldığını görmekteyiz.

Bir kısım insanlar, ibadetlere teşvik edici hikâyeler anlatmayı güzel bulurlarÇünkü bu hikâyelerin amacının insanları hakka dâvet etmek olduğunu düşünmektedirlerHalbuki bu, şeytanın bir yanıltmasıdırZira doğruyu anlatmak kâfidir.

İnsanı yalana sevkedecek hiçbir sebep yokturAllah'ın ve Rasûlü'nün emirlerini an latmak kâfi olduğu için va'zlarda uydurmalara hiçbir ihtiyaç yoktur.

Söze aslında olmayan ilâveler katmak mekruh bir hareket değil midir?

Sa'd b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh) , kendini zorlayarak ve cümleleri süsle yerek konuşmaya çalışan oğlu Ömer'e şöyle demiştir: 'İşte seni bana hor gösteren hareketin, süslü cümleler kurmak için kendini zorlamandırBu huyundan vazgeçmedikçe, hiçbir ihtiyacını karşılamayacağım'Bu sözü, oğlu kendisinden bazı ihtiyaçlarını karşılamak için bir şeyler istediği zaman söylemiştir.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kelimeleri süsleyerek ve kendini zorlaya rak konuşan Abdullah bRevaha'ya hitaben şöyle buyurmuştur:

Ey İbn Revaha! Kelimeleri kâfiyeli söylemekten ve bu ko nuda kendini zorlamaktan sakın!135

Dinen mahzurlu olan seci', iki kelimeden fazla olan seci'dirBu sırra binaen ceninin diyeti hakkında 'içmeyen, yemeyen, bağırmayan ve ağlamayan bir parça et için ne diye diyet verelim? Bu, boş yere mal vermektir. . diyen kimseyi Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle azarlamıştır.

Göçebelerin kâfiyeli konuşması gibi mi konuşmak istiyorsun? 136

Şiirlere gelince, va'z ve nasihat ederken çokça şiir söylemek çirkin görülmüştür, Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Şairlere ise, sadece sapık kimseler uyarGörmez misin? O şairler, her vâdide şaşkın dolaşırlar. (Şuarâ/224-225)

Biz ona (peygambere) şiir öğretmedik, ona yaraşmaz da! (Yâsin/69)

Vâizlerin, âdet edinerek okudukları şiirlerin çoğu aşk, mâşukun güzelliği, kavuşmak ve ayrılık acısıyla ilgilidir.

Böyle va'zları dinleyen cemaatin çoğunu halkın en ahmak tabakası teşkil ederBu ahmakların şehvet duygularından başka hiçbir şeyle ilgilenmedikleri ve kalplerinin ise güzel şekillere bakmaktan başka bir işe yaramadığı bir gerçektir.

Böyle bir cemaatin bu lunduğu yerlerde, yukarıda sözü edilen şiirler okunduğu zaman, bu kişilerin şehvet hislerini gıcıklamaktan başka bir sonuç elde edilmiş olmazBu insanlar, saklı ateşin alevlenmesinden dolayı bağırıp çağırarak raksetmeye çalışırlarŞiir çoğunlukla dinin ta mamına zarar verici bir fesad âleti olmaktadırBu nedenle mev'ize ve hikmetli sözleri ihtiva eden şiirler ancak istidlâl yoluyla nakle dilebilir, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Şiirin bir kısmı hikmettir137

Şayet meclisi teşkil edenler havasstan kimseler ise ve onlardan başkası da yok ise; o zaman halka zarar veren şiir türleri okunabi lir, çünkü havassa böyle şiirler bir zarar vermezÇünkü üstün de recelere ulaşmış ve kalpleri arınmış kimseler ne dinlerlerse dinle sinler, dinlediklerini kalplerindeki muhabbete malederlerBunun hakikatini Sema' adlı bölümde uzun uzun anlatacağızBu sırra binaen meşhur Cüneyd-i Bağdâdî, ancak on kişiye hitabda bulunur ve cemaat on kişiden fazla olduğunda konuşmasını keserdiCüneyd'in hiçbir zaman yirmi kişilik bir cemaata hitap ettiği gö rülmemiştir.

Bir cemaat İbn Salim'in130 kapısına giderek, kendisine 'Arkadaşların seni dinlemek için hazırlandılar, çık da onlarla konuş!' dediklerinde İbn Sâlim 'Hayır; bunlar benim arkadaşlarım değilOnlar ancak meclisin arkadaşı olabilirlerBenim arkadaşlarım havass insanlardır' diye cevap vermiştir.

Şatahat'a gelince bu terimle bir kısım sûfilerin sonradan ilâve ettikleri iki hususu kastediyoruz:

Birincisi, Allah aşkı hakkındaki uzun iddialardırYâni zâhirî amellerin yerine geçen kavuşmadırHatta bu mevzuda bir grup, Allah ile birleştiğini bile iddia etmiştirÖyle ki Allah ile aralarındaki perdelerin kalktığını, Allah'ı alenen gördüklerini ve şifahî olarak kendileriyle konuştuğunu iddia etmektedirler!

'Allah bize şöyle dedi, biz de ona şöyle cevap verdik' gibi sözler söylemek suretiyle, kendilerini daha önce bu sözleri söyleyen ve söylediği bu kabil sözlerden ötürü idam edilen Hüseyin bMansur el-Hallac'a, (Hallac-ı Mansur'a139) benzetmeye çalışırlarHallac'ın Ene'l-Hak sözüyle istişhad etmektedirler.

Beyazıd-ı Bistamî'nin140 'Subhanî, Subhanî; (ben ortaktan münezzehim, benim hiçbir ortağım yoktur) sözüne uyarak bir takım neticeler çıkarmaya çalışırlar.

Bu tür konuşmalar halka çok büyük zarar verirÖyle ki, çiftçilerin bir kısmı bu sözleri duydukları zaman çiftlerini, çubuklarını bırakarak bu kuru dâvalar arkasında koşmaya başlamışlardırÇünkü bu konuşmalar acaip oldukları için insanlara cazip gelmektedirZira böyle konuşmalardan sonra insanlar kendilerini birtakım ibadetlerden kurtulmuş sanıyorlarBu ne büyük bir felâ kettir! Nefsin yüksek makamlara çıkması ve Allah'la hallenmesi felâketi de bunun çabası. . Ahmak insanlar bu kuru dâvaları ta hakkuk ettirecek kudreti nefislerinde daima görürler ve birtakım mânâsız ve zâhiren güzel görünen içi berbad kelimeleri söylemek ten de geri kalmazlar.

Eğer onlara böyle konuştukları zaman itiraz edilirse, hemen şöyle cevap vermeye yeltenirler: 'Sizin bu itirazınız ilminizden ve tartışmaya merakınızdan geliyorİlim hakikatlerin önüne çekilen perdeden başka birşey değildirCedel ise nefsin hoşuna gittiğinden, hiçbir kıymeti yokturOysa bizim bütün söyledikleri miz bâtın hallerinin dile dökülmesidirBunları, bâtınımıza hak nûrunun keşfolunması gösteriyor ve hak, bizim bâtınımızda tecelli ediyor.

İşte bu ve buna benzer iddialar, İslâm memleketlerini tehlikeli bir yangın gibi sarmış ve bu yangın bilhassa halk tabakasını yakıp kül etmeye neden olmuşturBu gibi sözleri söyleyen bir kimseyi öl dürmek, Allah indinde on kişiyi diriltmekten daha hayırlı bir iş olur.

Beyazıd-ı Bistâmî'ye mal edilen söz, onun ağzından çıkmamıştırBöyle bir sözün ona mal edilmesi kesinlikle doğru değildirŞayet buna benzer bir söz onun ağzından çıkmış ise, o zaman bu sözü kendisine değil, Allah'a ait olarak hikâye edip konuştuğunu kabul etmek gerekirAllah'ın dininden bahseder ken, ona ait malûmat içinde böyle bir sözü de söylemiş olabilirNitekim Allahü teâlâ hakkında malûmat verirken şu sözleri söylediği gibi: 'muhakkak ben Allahım, benden başka ilâh yoktur, O halde bana ibadet edin'.

Bu bakımdan Bistâmî, bu kelâmı ancak Allah kelâmı olarak hikaye etmiş olabilirYoksa o kelâmı kendi adına söylemiş ol masını mümkün göremeyiz.

İkincisi, mânası anlaşılmayan birtakım kelimelerden ibarettirBu kelimelerin zâhiri, gayet hoş ve dehşetengiz mânâlar taşımaktadırFakat hepsi bu kadardırBunların ötesinde bir mânâ ifade etmezlerBu kelimeleri söyleyen mânâlarını bilmez, sadece aklının noksanlığından dolayı kendi içinden geçirdiği saç malıkları bu kelimelere yüklerHiçbir zaman ağzından çıkan bu kelimelerin mânâsına nüfuz edebilmiş de değildir. Bazıları bu mânâyı anlar, fakat gayesini anlatmaya muktedir olamadığı için, bu ibareleri yerli yerinde kullanamazÇünkü ilmi az olduğu için mânâların hangi terimlerle ifade edileceğini bilemezBu tür sözlerde bir fayda yokturBu gibi kelimeler kalpleri yaralar, akılları dehşete düşürür ve zihinleri hayrette bırakır ve hiç de kastedilme yen mânâların anlaşılmasına yol açar"işte böyle olduğu zaman herkes arzularının peşine takılır ve bu kelimelerden istediği gibi mânâlar çıkarmaya başlar.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

Sizden herhangi biriniz bir topluluğa anlamadıkları bir tarzda konuşma yaparsa; bu kimsenin konuşması, dinleyenler için bir fitne olur141

İnsanlara anladıkları bir tarzda hitab edinİnsanlarla an lamadıkları tarzda konuşmaktan salanınAcaba siz Allah ve Rasûlü'nün tekzib edilmesini ister misiniz?142

Allah Rasûlü'nün menettiği konuşmalar, ancak konuşanın kendisi tarafından anlaşılan, fakat dinleyenlerin anlamadığı konuşmalardırBu konuşmaları dinleyenler, anlamadıkları için konuşmayı asla zihinlerine yerleştiremezlerBir de konuşanın bile anlamadığı kelimelere ne buyurulur? Konuşan kendi sözlerinin mânâsını bilir de, yalnız dinleyenler bu mânâyı anlamasalar bile böyle bir konuşma helâl olmaz.

Hazret-i îsâ şöyle demiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere ema net etmeyiniz ki, hikmete zulmetmiş olmayasımzHikmeti, ehil olan kimselerden kıskanmayınız ki, anlayanlara, idrâk sahiple rine zulmetmiş olmayasınızŞefkatli bir hekim gibi olunuz ki, he kimler merhemi sadece yaraya sürerler'.

Hazret-i İsâ'nın (aleyhisselâm) bu sözü şöyle de rivâyet edilmiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere devretmeye çalışan bir kimse cahildirHikmeti, ehlinden saklayan bir kimse ise zâlimdirHiç kuşkusuz hikmetin bir hakkı vardır ve bir de ehli vardırÖyleyse her hak sa hibine hakkı verilmelidir'143

Tamat'a gelince, şatahat konusunun tamamı tamat ile ilgilidirBununla birlikte tamatın kendine ait hususî bir vasfı daha vardırBu hususî vasıf ise şeriata ait kelimeleri zâhirî mânâlarından ayırarak bu kelimelere zorla hiçbir faydası olmayan bâtınî mânâlar vermeye çalışmaktırTıpkı bâtınîlerin Kur'ân ve hadîs üzerine yaptıkları te'vil gibi. . . İşte bunun için tamat da, şatahat da haramdır ve zararı büyüktürÇünkü şeriat sahibinden gelen bir nakle dayanmayan ve bir zarurete binaen aklî bir delile istinad etmeyen te'vil ile kelimeleri zâhirî mânâlarından başka mânâlara çevirmek, kelimelere olan itimadı tamamen sarsar, bu durumda Allah'ın ve Rasûl'ün sözleri de anlaşılmaz bir hale gelirÇünkü artık kelimelerin bir mânâsı kalmamıştır veya daha doğru bir deyişle herkes her kelimeye kendi istediği mânâyı vermiş ve hükümler ortadan kaldırılmıştırÖyle ki artık her kelimeden bâtınî mânâlar çıkarılır olmuşturİşte en büyük felâketlerden biri budurBu zararı çok büyük olan hâl, halk arasında çok yaygın olan bid'atlerdendirBu bid'atleri icad edenler, acaiplikler ar kasında koşmak suretiyle şöhrete ulaşmak isteyen kimselerdir.

Zira insanoğlu tabiatı icabı, daima acaipliklere meyletmiş ve acaip likleri temsil ettikleri sanılan kimseleri, büyük adam olarak bilmiştirİşte insanın garip şeylerden zevk almasını, bu şarlatanlar istismar etmişler ve halkın gözünde birer kahraman kesilmişlerdir.

Bâtınîler, korkunç bâtıl telakkîleriyle şeriatın büyük temelle rini sarsmaya yeltenirler ve şeriatın zâhir olan hükümlerini te'vil ederek, (bunları yıkmak için kaleme aldığımız el-Müstezhir isimli kitabımızda da belirttiğimiz gibi) şeriatın tamamını kendi te'villerine göre bina etmeye çalışırlar.

Tamat ehlinin te'viline bir misal olarak şu ayetin te'vilini gös terebiliriz.

Haydi artık Firavun'a git, çünkü artık o çok azdı. (Nâziat/17)

Bunlar, ayet-i kerîmede geçen Firavun kelimesini, zalim Firavun'a değil de, kalbin bir hâline hamlederek 'Firavun'dan maksad, insana saldıran kalptir' demişlerdirYine bunlar Kasas sûresinin 32ayetinde geçen 'Ve asânı yere bırak' cümlesindeki asâ kelimesini, insanın güvendiği ve Allah'tan başka itimad ettiği şeylere atfetmişler ve bunları kaldırıp atmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir.

Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Sahur yemeğini yeyiniz, çünkü sahurda bereket vardır'144 sözünü şöyle te'vil etmişlerdir: 'Sahur kelimesinden murad, seher vaktinde istiğfar etmektir'.

Bu adamlar o kadar ileri gitmektedirler ki, Kur'ân-ı Kerîm'i baştan aşağıya te'vil etmeye kalkışmakta, İbn-i Abbâs'dan itibaren bütün Kur'ân müfessirlerini bir yana atarak bütün ayetleri kendi anlayışlarına göre tahrif etmektedirler. (Zaten bunu yapabilmek için böyle bir yola başvurmuştur bu sahtekârlar) .

Bâtınîlerin ve te'villerinin bir çoğunun bâtıl olduğu apaçık bi linmektedirTıpkı Firavun'u kalp ile tefsir etmeleri gibi. . .

Firavun, elle tutulan ve gözle görülen bir kişidirVarlığı teva tür yoluyla bize kadar gelmiştirGene aynı Firavun'un Hazret-i Mûsa tarafından hakka dâvet edildiği de tevatür hâlindedirFiravun kendisinden sonra yaşamış bir Ebû Leheb, bir Ebû Cehil ve sâir kâ firler gibi bir kâfirdirFiravun, asâ ve sahur; şeytan ve melek gibi hiss ile bilinmeyen şeylerden değillerdir ki onları tevile çalışalım.

Sahurun seherde istiğfar mânâsına tevil edilmesi de büyük bir hatadırÇünkü sahurun ne olduğunu bizzat efendimiz hareke tiyle bize bildirmiştirAllah'ın Rasûlü sahur zamanında yemek yer ve etrafındakilere şöyle derdi:

Bereketli gıdaya geliniz145

Tevatür, hiss ve nakil yoluyla gelen bütün ölçülere göre, bu gibi te'viller bâtılın en aşağı derecesidir.

Bu tevillerin bâtıl olduğunu bâzen zann-ı galib ile bilirizBu da hissin müdahalesinin bulunmadığı emirlerde olurBütün bu te'viller haramdır, dalâlettir, dinî halk tabakası nazarında ifsad etmektirNe sahâbeden ve ne de tabiînden bu te'villere benzer riva yetler nakledilmiştirHalkı hakka dâvet eden ve halka va'z u nasi hatta bulunan Hasan-ı Basrî'den de böyle te'viller nakledilmiş değildir. (Hasan-ı Basrî, kırk sene durmadan sahâbeyi dinleyerek ilim sahibi oldu. Bütün hayatı boyunca sahâbeden dinlediklerini nakletti. Onun dinledikleri kimseler içinde yetmiş Bedir kahra manı ve diğer üçyüz sahâbî vardı. Buna rağmen o böyle teviller yapmadı. Yaptığına dair en küçük bir rivâyet gelmemiştir. Bâtınîlerin elinde buna dair en basit bir delil bile yoktur) .

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

Kur'ân-ı Kerîm'i kendi görüşüne dayanarak (kaideleri gö zetmeden) tefsir eden kimse ateşte yerini hazırlasın146

Bu hadîs-i şerifin mânâsını, bâtınîler gibi kendi görüşleriyle tefsir edenlere hamledersek ancak açıklığa kavuşturabilirizŞöyle ki: Yukarıda bahsi geçen tevil ve tefsirlere kaçan bâtınî meşrebli bir kimsenin gayesi ve görüşü bir emrin tahkik ve tesbitidirİşte o emri bir de te'vil yoluyla Kur'ân'ın şehâdetiyle tevsik etmek isterNe lûgat ve ne de nakil olarak hiçbir delil yokken Kur'ân ayetlerini o mânâlara hamletmek isterYukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerif 'Kur'ân istihraç ve tefekkür yoluyla tefsire tâbi tutulmasın' demi yorZira birçok ayet için sahabe-i kirâm ve müfessirlerden beş-altı ve hatta yedi mânâ naklolunmuşturBiliniyor ki bu mânâların hepsi Hazret-i Peygamber'den nakledilmiş değildirZira bu mânâların bâzan biri diğerini nakzettiği için bir araya toplanmaları mümkün olmuyorDemek ki bütün bu mânâlar Hazret-i Peygamber'den işitilmiş değil, belki uzun tefekkür ve anlayış sonucunda ortaya atılmış mânâlardırİşte bu sırra binaen Allah'ın Rasûlüİbn-i Abbâs için şöyle buyurmuştur:

Ey Allahım! Onu dinde fakih kıl ve kendisine Kur'ân'ın te'vilini öğret147

Tamat ehlinden, bu te'villerin lâfızlardan kastedilen mânâlar olmadığını bildiği halde caiz gören ve bununla halkı hakka çağırdığını iddia eden bir kimse; hakikatte doğru olan bir şeyin is batı için Allah Rasülü'nün söylemediği bir sözü uydurup da söyle yen bir kimseye benzer, Bu ise zulüm ve dalâletin tâ kendisi olduğu gibi, ayrıca bu zulmü irtikâb edeni de Allah Rasûlü'nün şu müba rek sözü tehdit etmektedir:

Benim söylemediğim bir sözü bana kasden mâleden ve yalan uyduran bir kimse ateşte yerini hazırlasın!148

Bu kelimelerin tevili, bütün bu tehlikelerden daha korkunçturÇünkü bu gibi teviller, kelimelere olan itimadı sarsarBöyle olunca da hiç kimse Kur'ân'dan hiçbir mânâ çıkarma imkânı bu lamazBöylelikle Kur'ân'dan istifade etmek yolları kapanmış olur!

Şeytanın, halkı hakka dâvet edenleri memdûh ve makbul ilimlerden, mezmum ilimlere nasıl çevirdiği ortadadırBütün bu felâ ketler, terimleri hakikî mânâlarında değil, başka mânâlarda kul lanan sahtekâr âlimlerin telbisatı sonucunda meydana gelmektedirŞayet meşhur terimlere güvenerek ve asr-ı evvelde bilinen hak ikate bakmayarak bu kişilere tâbi olursan, senin durumun tıpkı hekîm denilen, fakat aslında hikmetle alâkası bulunmayan bir kimseye tâbi olup, şeref talebinde bulunan bir kimsenin durumuna benzerBöyle bir kimse sadece hikmet teriminin şerefiyle yetinmiş olmaktadır.

Zira hikmet tâbiri günümüzde tabibe, şâire ve münec cime mâledilmektedirBu kelimeleri bahsi geçen meslek erbabına mâletmek ise, kelimelerin ifade ettiği mânâları bilmemekten (gafletten) doğmaktadır.

Beşincisi ise Hikmet terimidirHakîm sıfatı tabiblere, şairlere ve müneccimlere ait bir sıfat olduHattâ yol kenarlarında kuşların pençeleriyle veya köylülerin eliyle kabak döndüren hokkabazlara dahi Hakîm sıfatıyla hitab edilmektedirHalbuki hikmet, Allahü teâlâ'nın övdüğü ilme denir.

Allah dilediğine hikmeti ihsan ederKime hikmet ve rilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştirBunu ancak akıl sahipleri düşünür. (Bakara/269)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Hikmet'ten bir kelimeyi öğrenmek, kişi için dünya ve onun içindeki varlıkların tümünden daha hayırlıdır149

Yukarıda naklettiğimiz ayet ile hadîsi dikkatle tedkik ederek hikmetin ne mânâya geldiğini düşününüz ki, sonraları hangi mânâlarda kullanıldığını anlayabilesinizDiğer terimleri de hikmet terimiyle mukayese edinizAncak böyle yaptığınız takdirde sahtekâr âlimlerin hilesinden kendinizi koruyabilirsinizZira kötü âlimlerin dine verdiği zarar, şeytanların verdiği zarardan daha dehşetlidirÇünkü şeytan, insanların kalbinden îmanı bu gibi kimseleri vesile ederek çekip alırİşte bunun için Allah'ın Rasûlune (sallâllahü aleyhi ve sellem) halkın en şerlisi sorulduğu zaman cevap vermek ten kaçınmış ve 'Allahım affet' demekle yetinmiştiAshâb, aynı suâli birkaç kere tekrarlayınca da şöyle buyurmuştu: 'Onlar, kötü alimlerdir'150

Mahmud ve Mezmum (Güzel ve Çirkin) ilimlerin ve iltibasın nereden kaynaklandığını artık öğrenmiş bulunuyorsunuzBu ne denle şimdi muhayyersiniz; ister nefsinizi selef-i sâlihîne uydurursunuz, ister gurur zincirlerine sımsıkı sarılır, halefin ar kasında gidersinizSelef-i sâlihinin kendisine meşgale olarak seçtiği güzel ilimler inkıraza uğramış olduğundan bugünün in sanını meşgul eden ilimlerin çoğu bid'attir ve dine sonradan ilâve edilmiştirBöylelikle Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu mübarek sözü de yerine gelmiş olmaktadır:

İslâm garip olarak başladı ve sonunda da başladığı gibi ga rip olacaktırGaripler için cennet vardır151

Bu hadîsi ifade buyurdukları zaman Hazret-i Peygamber'e 'Garipler kimlerdir?' diye sorulduO da şöyle cevap verdi:

Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah edip düzeltirlerHalk tarafından öldürülmüş (terkedilmiş) olan sünnetimi de ihyâ ederler152

Garipler o kimselerdir ki, sizin bugün üzerinde olduğunuz hakîkate sarılırlar153

Garipler, sayıları pek az olan sâlih kişilerdirFakat bu kişiler, sâlih olmayan, fertleri çok olan bir topluluk içinde yaşarlarYaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur154

Gerçekten de selef-i sâlihînin ilimleri bugün gariptirO kadar ki günümüzde bu ilimleri hatırlatanlar sevilmemektedirİşte bu sırra işaret etmek isteyen Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Bir âlimin dostunun çok olduğunu gördüğün zaman bilmiş ol ki, o âlim hak ile bâtılı birbirine karıştırmıştırZira hak ile bâtılı birbirine karıştırmamış olsaydı, dostu az düşmanı çok olurdu'.

1-6

Mahmud (Güzel) İlimlerin Memduh Olan Miktarı

Bu itibarla ilim üç kısma ayrılır:

1Azı da çoğu da mezmum (çirkin) olan ilim

2Azı da, çoğu da mahmud (güzel) olan ilim; ne kadar fazla olursa o kadar güzeldir.

3Kifayet edecek miktarı güzel, kalan kısmı ise güzel olmayan ilim İlmin durumu aynen bedenin hâline benzerBedene ait bazı haller vardır ki azı da, çoğu da güzeldirMeselâ, sıhhat ve güzellik gibi. . .

Diğer bir kısmı ise, mûtedil davranıldığı zaman güzel, haddi aşıldığı zaman çirkindirMeselâ malını Allah yolunda vermek gibiHaddi aşarak verilen şey sadakadır, fakat güzel değildirÇünkü israftırMeselâ şecaatin bir dalı olan tehevvür gibiTehevvür, şecaatin bir bölümüdür ama güzel değildirHalbuki şecaat güzeldirİşte ilim de aynen böyledir.

Azı da, çoğu da kötü ve çirkin olan ilim, ne âhirete ve ne de dünyaya bir faydası dokunmayan ilimdiNe dünyaya, ne de ahirete yaramayan ilmin faydasından çok zararı dokunacağı herke sin kabul edeceği bir gerçektirSihir, tılsım ve yıldız ilimleri gibi. . .

Bu ilimlerin bir kısmında hiçbir fayda yokturDolayısıyla bu ilimlerle meşgul olmak insanın en kıymetli sermayesi olan öm rünü boşuna harcaması demektir ki değerli bir sermayeyi boşuna harcamak çirkin ve kötü bir harekettirBu ilimlerin bir kısmının zararı, dünyaya yaradığı zannedilen kısmından daha ağır bas maktadırZira bu kısmında geçici bir menfaat var ise de, verdiği zarara nisbetle bu menfaat hiç denecek kadar azdır.

Her tarafıyla mahmud (güzel) olan ilme gelince, bu ilim, Allah'ın sıfatlarını, fiillerini, halk arasındaki Sünnet-i ilâhîyesini ve âhireti dünyadan üstün kılmasının hikmetini beyan eden ilimdirİşte bu ilim bizâtihi istenen ilmin tâ kendisidirÇünkü ancak bu ilimle insanlar ebedî saadete ulaşırlarBu ilmi elde etmek için insanın vargücüyle çalışması bile kendisini kusurdan kurtarmazZira bu ilim idrâk edilemeyecek kadar geniş ve dibi bulunamaya cak kadar derindirHerkes kendi gücü nisbetinde ancak bu der yanın sahil ve sığ yerlerinde gezebilirBu denizin etrafında ve sığ yerlerinde ancak peygamberler, kâmil velîler ve Allah ilminde rü sûh kesbeden âlimler gezebilirlerElbette ki onlar kendi derecele rine ve Allahü teâlâ'nın kendileri için takdir ettiği derinliklere ka dar dalabilmişlerdir.

İşte kitaplarda yazılı olmayan gizli ilim budurBu ilmi insan ancak öğrenmeye çalışmakla ve âhiret âlimlerinin ahvâlini iyi bilmekle elde edebilirÂhiret âlimlerini tanıtacak alâmet-i fârikalar ilerideki bölümlerde izah edilecektirİşte bu ilmi bilmek için yapılacak iş budurÂhirette ise, bu ilmi elde etmeye çalışmak, mü cahede, kalb tasfiyesi, dünya meşgalelerinden kalbin kurtarılması ve bu dünyada peygamberlerin ve kâmil velilerin arkasında gitmek ile onları örnek almak yardım eder.

Evet, bütün bunları yapmak lâzım ki, bu ilmin peşinde olan herkes çalışması nisbetinde değil, ancak nasibi kadar bu ilme sa hip olabileceğini anlasınBu sözü, o halde gayrete gerek olmadığı mânâsına almak büyük bir hata olurZira gayret, hidayetin anah tarıdır ve hidayetin gayretten başka anahtarı da yoktur.

Bir miktarı güzel, kalanı çirkin olan ilimlere gelince, bu ilimler farz-ı kifâye bölümünde zikrettiğimiz ilimlerdirFarz-ı kifâye olan bu ilimlerin her birinde üç mertebe vardır:

1Lâzım olduğu kadarıyla yetinmek ki bu en azıdır.

2Ne ifrata ve ne de tefrite sapmaksızın normal bir miktarı elde etmek.

3Ortalama haddini aşıp ömrün sonuna değin sürekli elde etmeye çalışmak.

Bu duruma göre sen iki halden birine talip olYâni ya nefsinle veya nefsini ıslah ettikten sonra başkasıyla meşgul ol! Sakın kendi nefsini ıslah etmeyip, başkalarıyla meşgul olan kimselerden olma! Nefsinle meşgul olan bir kimse isen, sadece sana farz olan ve du rumunun şartlarına uygun düşen ilmi tahsil etmeye çalış! Namaz, taharet, oruç ve sair ibadetler gibiZâhirî amellerinle ilgili ilmi elde etmeye gayret et!

Herkesin ihmal ettiği ilim, kalbin özelliklerini ve bunların gü zelini ve çirkinini bildiren ilimdirYeryüzünde yaşayan hiçbir in san çirkin sıfatlardan arınmış değildirKötü sıfatlar; hırs, hased, riya, kibir, ucûb ve benzeri sıfatlardırBunları terk etmek ve kalp ten uzaklaştırmak vâcibdir.

Bütün bu kötü sıfatlarla malûl olduğu halde zâhirî amellerle meşgul olan bir kimsenin durumu, uyuz bir kimsenin durumuna benzerUyuz olan bir kimse, kendisini bu uyuz hastalığından kur taracak ilâçları ihmal ederek, zâhirde görünen yaralarına mer hem sürerse, hiç kuşkusuz saçma bir iş yapmış olur.

Bir meselenin dış yüzüyle ilgilenen âlimler, yol kenarında otu rarak, gelene geçene zâhirî merhem tavsiye eden doktorlara ben zerlerÂhiret âlimleri ise, ancak bâtının temizlenmesine, şerri bü tün şekilleriyle ortadan kaldırmaya ve kötülükleri kalplerden sö küp atmaya bakarlar.

Kalp amellerinin zorluğu, buna mukabil zâhirî amellerin ko laylığı birçok kimseleri ürkütmüş, onları kalbi temizlemeye çalışmaktan ise zâhirî amellere sarılmaya sevketmiştirBu gariplerin durumu, tıpkı hastalığı kökünden söküp atacak olan acı ilâçları almaktan çekinip, zâhirî yaralara merhem sürmeye rıza gös teren hastaların durumuna benzer.

Bu hastalar bir yandan dıştaki yaralara merhem sürmek için yorulurken diğer yandan o yaraların kökü daha da derinlere gitmekte ve hastalık gittikçe azmaktadırŞayet âhireti ister ve kurtulmayı murad edersen; ebediyyen helâk olmaktan kaçar saadeti elde etmeye çalışırsan, herşeyden önce hastalıkları derinliğine bildiren ve o hastalıkların ilâcını (Mühlikât bölümünde açıkça söy lediğimiz gibi) tavsiye eden ilmi öğren! Bu ilmi öğrenirsen öğrendiğin bu ilim seni Kurtarıcılar bölümünde zikrettiğimiz ma kamlara çeker ve bu şekilde kesin bir bilgiye, ebedî saadete ulaşmaya namzed olursunZira kalp kötü sıfatlardan kurtulunca, o sıfatların yerini övülmüş olan sıfatlar doldururAynen toprağın yabanî otlardan temizlenerek, fideleri ve gülleri yetiştirmeye hazırlanışı gibi. . .

Şayet kalp, kötü sıfatlardan temizlenmezse, oraya iyi sıfatların girmesine imkân kalmazBu bakımdan halk tabakası arasında farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olan kimselerin çok olduğu bir zamanda, farz-ı kifâyelerle değil, kalp ilimleriyle meşgul olZira başkasının salâhı için kendisini helâk eden kimse ahmak sayılırElbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü ya ratıklarla dolu olan kimsenin kendi hayatım düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamakat örneğidir! Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovması, kendisini akrep ve yılanların sokup öldürmesine mâni olmaz.

Eğer nefsini ıslâh ederek kötülükleri tasfiye etmiş isen, gü nahın açık ve kapalı bütün şekillerini terketmeye gücün yetiyor ise ve bu hâl sende bir tabiat hâlini almışsa ki bu sıfatın elde edilmesi çok uzak bir ihtimâldir o zaman farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olabilirsinFakat bu ilimlerde yine de tedricî bir şekilde yürümeyi unutma!

İşe önce Allah'ın Kitabı'ndan başlaAllah'ın Kitabı'nı öğrendikten sonra Rasûlü'nün sünnetini öğrenmeye çalışDaha sonra Kur'ân'ın nâsih, mensuh, mevsul, mefsul, muhkem ve müteşâbih ilimlerini öğrenAynı minval üzere sünnet-i seniyeyi de öğrenmeye çalışBütün bunları öğrendikten sonra fıkıh ilminin bir dalı olan mezheb ilminin teferruatı ile uğraşSakın üzerinde ihtilâf olan konularla meşgul olmaBunu da öğrendikten sonra usûl-ü fıkıh ilmine dalBöylece ömrün müsaade ettiği nisbette diğer ilimlere de el atmaya bakBütün ömrünü ilmin bir dalma ve o ilmin zirvesine çıkmak için sarfetme; zira ilim çok, ömür ise kısadırBu ilimlerin hepsi birer âlet ve başlangıçtırBunların biz zat kendileri amaç değildirBunların herbiri başka ilimlerin basamaklarıdırBu nedenle başka ilimlere basamak olan herhangi bir ilimle meşgul olarak esas amacı unutup, ihmal etmek doğru bir hareket olmaz.

O halde lugat ilmini meramını arapça anlatacak kadar öğrenmeye çalışKelimelerden ancak Kur'ân'ı ve Sünnet-i anlaya cak miktarını öğren yeter. . .

Daha doğrusu, Kur'ân ve Sünnet'te ge çen garib kelimeleri anlayabilecek kadar Arap dilini bilmek kâfidirDaha ilerilere gitmek için vakit kaybetmemelidirNahiv il minden Kur'ân ve Sünnet-i çözecek miktarını öğren! Çünkü hiçbir ilim yoktur ki onda üç vasıf bulunmasın.

1İktisar (lüzumlu miktardan az)

2İktisad (ne ifrat ve ne de tefrit, tam ortası)

3İstiksa (normalin üzerine çıkmak, en fazlasını bilmeyeçalışmak)

Diğer ilimleri kıyaslamak imkânının elde edilebilmesi için ha dîs, tefsir, fıkıh ve kelâm ilimlerinin bu üç mertebesine işaret ede limTefsir ilminde iktisar, Kur'ân'ın iki misli olmak demektirNitekim böyle bir tefsiri Ali el-Vâhidî en-Nisaburî155 yapmış ve isim olarak da el-Veciz ismini vermiştir.

Tefsir ilminde iktisad mertebesi, Kur'ân'ın üç misli bü yüklüğünde olan tefsirdirNitekim böyle bir tefsiri el-Vasit adı ile yine adı geçen şahıs yazmıştırBundan daha büyük tefsir ise, pek de lüzum olmadığı halde bir ömrü bitirir, fakat kendisi bitmez.

Hadîste gelince, hadîs ilminde iktisar derecesi Buhârî ve Müslim'in hadîslerinden birer nüshayı, hadîs metninin ilmine vâkıf olan bir kişinin yanında okuyarak tashih ve tahsil etmektir.

Hadîs ricalinin ismini ezberlemek hususunda, daha önceki hadîs âlimlerinin bu sahada yaptıkları çalışmaları tâkip etmek ye ter de artar bileO âlimlerin kitaplarına her bakımdan güvenilebi lirMüslim'in veya Buharî'nin metinlerini ezberlemek zaruri değildirAncak bu iki kitabı ihtiyaç olduğu zaman, lâzım olan hadislerin bu kitapların neresinde olduğunu bilip, yerini muhatabına gösterebilecek kadar tahsil etmeniz yeterlidir.

Hadîs ilmindeki iktisad derecesine gelince; Müslim ve Buhârî'nin yanında sahih olan diğer hadîs kitaplarını okuyup, onlarda fazla olarak bulunan hadîsleri Müslim ve Buharî'ye kat maktır.

Hadîs ilminde en son hadde varmak ise, bu kitapların dışında kalan hadîs kitaplarından, zayıf, kavî, sahih, sakim hadîsleri nak leden ve hadîs ilminde birçok yollar öğreten hadîs ricalinin ahva lini, isimlerini ve vasıflarını bildiren kitapları mütalaa etmektir.

Fıkıh ilmine gelince, bu ilimde iktisar derecesi İmâm Müzenî'nin156 Muhtasar adlı eserinin muhtevasın-ki biz o eseri Hulâsat'ul-Muhtasar adlı kitabımızda tertibe koyduk mütalâa etmektirFıkıh ilminde iktisad derecesi Muhtasar isimli kitabın üç misli bir kitap okumaktır ki biz bu miktarı el-Vasit miri el-Mezâhib adlı kitabımızda bildirmiştikFıkıh ilminde son derece ise el-Basit isimli kitabımızı ve buna benzer uzun kitaplarda varid olan mal ûmatları okumaktır.

Kelâm 'a gelince, bu ilimden gaye ehl-i sünnetin selef-i sâlihin den naklettiği inançları korumaktırKelâm ilminin bundan gayrı bir vazifesi yokturKelâm ilminden bu miktardan fazlasını istemek, meselelerin sırlarını ve hakikatini başka yollarda aramak demektir.

Ehli Sünnet akâidi, Kelâm'a ait kısa bir kitap okumak suretiyle elde edilebilirBu miktar, Kavâid-ül-Akaid adlı eserimizde izah ve beyan ettiğimiz kadardırBu kitabımız îhya-i Ulûm'id-Din içeri sinde yer almaktadır.

Kelâm'da iktisad derecesi ise yüz sahifelik bir kitabın muhte vası kadardırBiz bu miktarı el-îktisad fi'l-itikad adlı eserimizde beyan etmiştik.

Ayrıca kelâm ilmine bir de bid'at ehliyle mücadele etmek için ihtiyaç vardırBu bid'atlara karşı koymak için müslümanlar Kelâm ilminin savunmalarına muhtaçtırÇünkü Kelâm ilmi bid'atçının ortalığa yaydığı bid'atları halkın arasından çekip al maya yararFakat Kelâm ilmi, bid'atlar konusunda halk tabakası taassuba saplanmadan önce işe yararBid'atçı eğer cedel ilminden bir şeyler biliyorsa, onu Kelâm ilmiyle hizaya getirmek ve bid'atını kendisine kabul ettirmek pek mümkün değildirSiz onu sustur sanız bile, o yine kendi mezhebini terketmez, Kendisini sustur manızı nefsinin zaafına hamleder, asla fikrine zaaf düşürmeye yanaşmazYine bu fikre karşı verilecek bir cevap olduğunu, fakat bu cevabı kendisinin vermeye kudreti yetmediğini düşünürSiz kendisinden kuvvetli oluşunuzla onu teşevvüşe sürükleyen biri olursunuz onun yanında. . . Halk tabakası bu nevi mücadele şekliyle haktan uzaklaştırılır ise, o sapık itikadında sabitleşmeden önce ha fif bir tartışma ile sapıklıktan çevrilebilirFakat bâtılı tam mâ nâsıyla benimsemiş ve kalbinde bu sapıklık sabitleşmiş ise onun dönmesi imkansız değil ise de çok zor bir iştirArtık onu Kelâm ilmiyle tedavi etmenin bir faydası olmazZira taassub, telâkki ve inançları kalplere yerleştiren bir felâkettirEsasında bu felâket kötü âlimlerin afetlerindendirZira sahtekâr âlimler, hak için if rata saparlar ve taassup gösterirlerMuhaliflerine istihfaf ve is tihkârla bakarlarOnların bu hâli muhaliflerini de aynı duruma sürüklerOnlar da kendilerine kötü bakmaya başlarlarO kadar ki mutaassıplara muhalefet etmiş olmak için bâtıla yardım ederlerOnların bu müsamahasız tutumları muhaliflerini bâtıla daha da çok sarılmaya zorlarEğer kötü âlimler, lütûf, merhamet ve nasi hati güzel bir şekilde yapsaydılar ve kimsenin bulunmadığı bir yerde muhaliflere hakikati güzel bir dille ifrata kaçmaksızın an latsaydılar, elbette başarı kazanabilirlerdiMuhaliflerini hakka döndürmeye muvaffak olabilirlerdiFakat dünya nimetleri edine bilmesi, halk arasında kendisine çok taraftar bulmasına bağlıdırHalkı elde edebilmek için de hasımlara şiddetle saldırması gerekmektedirNe kadar küfür yağdırırlarsa, halkın o kadar hoşuna gi der ve elbette bunu yapana itibar ederlerİşte bunun içindir ki kötü âlimler kendilerine taassubu meslek edinmişler ve bunu yüksel melerinin vasıtası bilmişlerdirBu taassuba da dini müdafaa adını takmışlardırŞiddetli taassub halkı helâk eden bir felâkettirÇünkü taassub, bid'atları kalbe yerleştiren en büyük vesiledir.

Son asırlarda ortaya çıkan ve hakkında sayısız kitaplar telif edilen ihtilaflara gelince ki bunların hiçbiri Selef-i Sâlihîn zamanında görülmemiştir bu ihtilafların yanına dahi yaklaşmaktan sakın! Seni öldürecek bir zehirden kaçındığın gibi ihtilaflardan kaçınÇünkü bu, Ümmet-i Muhammed'in kökünü kurutan bir hastalıktırBu hastalığın tehlikeleri ve afetleri, ileri deki bölümlerde tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir.

Kendilerini temize çıkarmak için İnsanlar, bilmediklerinin düşmanıdır' darb-ı meselini söyleyenlerin sözlerine aldanma! Zira bu sahada iyice bilgi sahibi olan bir kimsenin nasihatini dinliyor sunSana bu nasihatları, ömrünün uzun yıllarını bu sahada tüke ten ve kendisinden önceki kelâmcılardan çok daha fazla kitap ya zan, tahkikat yapan, cedel ve beyana dalıp büyük mücadeleler ve ren biri yapmaktadırAllahü teâlâ şu anda sana nasihat eden âciz kula, doğru yolu göstermiş ve o da Allah'ın bu lûtfuna lâyık ola bilmek için eski ve kötü âdetlerini tamamen terketmiş ve nefsinin kusurlarını gidermeye çalışan biridir.

Fetva, şeriatın direğidirŞeriatın gizli illetleri ise ancak ihti laflı meseleleri bilmekle bilinir' diyenlerin sözüne sakın aldanma! Zira mezheplerin incelikleri hilâfiyatla değil, bu konuda yazılmış olan kitapları okumakla bilinirSözünü ettiğimiz bu kitaplar mez hepler hakkında en küçük meselelere değin malûmat vermektedirlerBu kitaplardan fazlası ise cedele dayanırSelef-i Sâlihîn ve sahabe devrinde fetva ilminin incelikleri çok daha iyi bilindiği halde, hilâfiyata ait hiçbir bilgi sahibi değildi onlarCedel sanatını da bilmiyorlardıBu hilâfiyat bilgilerinin mezhep ilmine hiçbir fayda temin etmedikleri bir yana, fıkhın da zevkini öldürürler ve ifsad edici bir özellik taşırlarÇünkü fetva ilminin şartları içinde hareket etmesi mümkün değildirGedele meyleden kimsenin zihni cedelin isteklerine boyun eğerDolayısıyla Fıkh'ın zevki böyle bir insandan uzaklaşır.

Cedel ilmiyle sadece şöhret olmak isteyen kişiler meşgul olurlarBu kimseler mezhebin inceliklerini bilmek için cedele girdiklerini iddia ederlerHalbuki ömürleri bittiği halde, kendilerini ce del ilminden kurtarıp bir türlü mezhep ilmine verememişlerdir.

Ey hak arayıcısı! Cin şeytanlarını belki de kolaylıkla yener ve onların şerrinden emin olabilirsinFakat ins şeytanlarından ken dini şiddetle koru! Zira ins şeytanları insanları ifsad etme işini, cin şeytanlarından devralmış ve onları bu zahmetten kur tarmışlardır.

Akıllı insanların indinde makbul olan hâl, insanın kendisini dünyada Allah ile beraber başbaşa kalmış farzetmesidirÖnünde ölümün, Allah'ın mahkemesine varışın, hesabın, cennetin, ce hennemin olduğunu düşünüp zihninde canlandırmalısınSana yardım eden ve saadetini temin edecek olan şeyler üzerinde düşünmeli ve ötesini büsbütün terketmelisin!

Ermiş insanlardan biri rüyasında başka bir âlimi görür ve o âlimden sorar: 'Dünyada iken tartışmalar yapıp münazaralara daldınBunlardan elde ettiğin şey ne oldu?' Âlim elini açarak avu cuna üfler ve der ki: 'Bütün o ilimler bir kasırganın önündeki toz gibi uçup gittilerBize sadece gecenin geç saatlerinde ihlâs ile kıldığımız iki rek'ât namaz fayda verdi. . . '

Bir hadîste şöyle buyurulmuştur:

Bir kavmin hidayetten dalâlete sapması, cedel yapmasından ileri gelmiştir157

Bu hadîsi söyledikten sonra Hazret-i Peygamber şu ayeti okudu: ' (Ey Rasûlüm! Hakikati anlamak için değil) bunu sana sırf bir müca dele olsun diye (ve seni cevap vermekten âciz bırakmak için) misal veriyorlarDoğrusu onlar çok tartışmacı kimselerdir'. (Zuhruf/58)

İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'vile gitmek için Kur'ân'ın müteşabih ayetlerine uyarlar' (Âlû İmrân/7) ayetini yorumlayan Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

'Onlar cedel ehlidirler, onlardan sakınınız' demekle Allahü teâlâ bizi onlardan sakındırıyor158

Selef'ten bir âlim şöyle demiştir: 'Âhir zamanda bir kavim ge lecek ve o kavme amel etmek için bütün kapılar kapanacak, yalnız cedel kapıları açık kalacaktır.

Bir kısım haberlerde şöyle vârid olmuştur:

Öyle bir zamandasınız ki, size amel etmek ilham olunuyorSizden sonra öyle bir kavim gelecektir ki onlara sadece cedel yapmak ilham olunacaktır159

Allah'ın en çok buğzettiği kul, cedelde en sedid olan kül dur160

Hangi kavme cedel verilmişse, mutlaka o kavim amel etmekten menedilmiştir161

Allahü teâlâ herşeyi bütün insanlardan daha iyi bilir!

114) Buhari ve Müslim, (Hazret-i âişe'den)

115) Taberânî, (İbn Mes'ûd'dan) ; Hatib, kitab-ul Kavm fi ilm'in-Nücûm,İbn

116) İbn Abdilberr ve İbn Asakir, (Ebû Mahcen'den)

117) İbn Abdilberr (Ebû Hüreyre'den)

118) Ebû Dâvud, İbn Mâce, (Abdullah b. Ömer'den)

120) Ebû Davud, (Hazret-i Büreyre'den)

121) Deylemî, (Ebu'd Derda'dan)

122) Hatib el-Bağdadî

123) Ebû Nuaym, Hilye; Beyhaki, Zühd ; Hatib,Tarih, (Süveyk b. el-Hars'dan)

124) Künyesi Sa'd b. İbrahim b. Abdurrahman b. Avfdır. Hicretin 127. yılında vefat etmiştir.

125) Ebû Bekir b. Lâl, Mekârim-ül Ahlâk) Ebû Bekir b. Seni, Hidâyet-ul Müteallimîn; İbn Abdilberr, İlim, (Hazret-i Ali'den)

126) Ebû Dâvud

127) Taberân, (Ebû Ümame'den)

128) Tirmizî, (Enes'den)

129) Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

130) Tertuşî, Camiin; İbn Mâce, (İbn Ömer'den)

131) Zümre b. Rebia künyesi Ebû Abdulah'dır. Süfyân-ı Sevrî zamanında Şam müftüsü idi.

132) İbn Avı'ın adı Muhammed'dir. Horasan âlimlerindendir. İbn Sîrin devrinde yaşamıştır.

133) İbn Sîrînin künyesi Ebû 3ekr, adı ise Muhammed'dir.

134) Bu hadîs, kitabın başında İbn Gevzî'nin rivâyetinde zikredilmiştir.

137) Buharî, (Ubey b. Ka'b'dan)

138) Künyesi Ebû'l-Hasan, adı Muhammed b. Sâlim'dir. Basralıdır. Kut'ul Kulûb'un müellifi Ebû Tâlib el-Mekkî'nin hocalarındandır.

139) Künyesi Ebû Abdullah’dır. Güneydi Bağdâdîye, Süfyân es-Sevrî'ye talelelik yapmıştır.

140) Adı Tayfur b. İsâ'dır. Hicri 261 (veya 264'de) vefat etmiştir.

141) Ukaylî, Ebû Nuaym, (İbn-i Abbâs’dan)

142) Buharî, Beyhâkî, Deylemî

143) Ebû Talib el-Mekki, Kut'ul kulûb

144) Buharî ve Müslim (Enes'den)

145) Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Hıbbân, (irbâd b, Sâriye'den)

146) Tirmizî, (İbn-i Abbâs'dan)

147) Müslim, İmâm-ı Ahmed ve Hâkim

148) Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre, Hazret-i Ali ve Enes'den)

149) Bu hadîsin benzeri İlim bölümünde geçmişti.

150) Darimî, (Ehvaz b. Hekim'den) ; Bezzâr, Müsned, (Muaz'dan)

151) Müslim, (Ebû Hüreyre'den) ; Tirmizî, (Amr b. Avfdan)

152) Tirmizî, (Kesîr b. Abdullah b. Amir b. Avfdan)

153) Bu hadisin kaynağına rastlanmamıştır.

154) İmâm-ı Ahmed, (Abdullah b. Amr'dan)

155) Bu zat İmâm Ebû'l-Hasan Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Vâhidî en-Nisaburî'dir. Tefsir ilminde zamanının en önde gelen âlimi idi. Hicretin 468. yılında vefat etmiştir.

156) Künyesi Ebû İbrahim; adı İsmail b. Yahya b. Amir b. İshak'dır. Hicretin 176. yılında doğmuştur.

157) Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebû Umame'den)

158) Müslim ile Buharî, (Hazret-i Âişe'den)

159) Kut'ul-Kulûb, (isnadsız olarak)

160) Müslim ve Buharî, (Hazret-i Âişe'den)

161) Ebû Talib el-Mekkî, Kut'ul -Kulûb, (Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan)

1-7

Halkın İlm-i Hilâfa Yönelmesinin Nedenleri, Cedel ve Münazaranın Âfetleri ve Mübah Olmasının Şartları

Allah'ın Rasûlü'nden sonra hilâfet makamına, râşid halifeler geçtilerOnlar Allah'ı bileqn âlimlerin önderleri idiler, ahkâm il minde birer büyük fakihtilerKarşılarına çıkan meseleler hakkında tek başlarına fetva verecek güçteydiler.

İstişare edilmesi lâzım gelen konularda istişareye ehil olan sahabîlerle istişare ederler ve sahabenin fakihlerinden yardım isterlerdi.

Böyle olduğu halde o devrin âlimleri tamamen âhiret ilmine yönelmiş kişilerdiDaima bu ilmi tahsil etmeye çalışırlardıFetva istendiği zaman kendisinden fetva istenen kişi, isteyeni başkalarına gönderirdiDünya ile ilgili bir sual soranı, biri diğerine havale ederdiİctihadda tamamen Allah'a yönelmişlerdi.

Nitekim sîretleri (biyografileri) ile ilgili kaynaklarda bu şekilde bildirilmektedir.

Hilâfet makamı, râşid halifelerden sonra haksız bir şekilde başkalarının eline geçtiği zaman, bu kaide değiştiÇünkü bu ma kama yeni geçenler fetva ve ahkâm ilminde tek başlarına hareket etme imkânından mahrum kimselerdiBöyle olduğu için bu kişiler fakihlerden yardım istemek zorunda kaldılar.

Hükümleri uygulayabilmek için onlardan fetva almaya ve onlarla arkadaşlık yapmaya mecbur kaldılarFakat o devirde sahabe-i kirâma benze yen insanlar vardıTâbiîn-i kirâmdan birçok âlim, dinin saf ta rafına yönelir, seleften dinlediklerini olduğu gibi naklederlerdiTâbiîn-i kirâmdan olan âlimlere fetva sorulduğu zaman fetva vermekten kaçınırlardı.

Öyle ki, sultanlar bu zatları kadılık ve hâ kimlik yapmaya zorlarlardıO günün insanları, bu âlimlerin ne denli aziz kimseler olduklarını, sultanların kendilerine nasıl ihti yaç duyduklarını ve onların buna rağmen makam ve mansıbdan nasıl kaçındıklarını gayet iyi bilirlerdiFakat ne yazık ki, onlardan sonra gelenler, fetva ve ahkâm ilmini izzet ve ikbale, rütbe ve mansıba ulaşmak için elde etmeye başladılar.

Bütün vakitlerini ömürlerini feda etmek pahasına fetva ilmine vakfettiler ve kendilerini bu ilimle sultanlara takdim ederek onlardan rütbe ve atiyeler istediler. Bazıları bu isteklerine nail olma imkânı buldular. Bazıları da bu arzularını tahakkuk ettir meye muvaffak olamadılarFakat ilim sahibi olanlar da kendile rini atiyeler istemek zilletinden kurtaramadılar.

Bir zamanlar sultanlar tarafından aranılan fakihler, bu sefer sultanları aramak zilletine düştülerTam tersi bir durum hâsıl olmuştuSultanlardan yüzçevirmekle aziz olan fakihler, bu sefer makam mansıb istedikleri için zillet içine yuvarlandılarAllahü teâlâ'nın kendilerini muhafaza ettiği âlimler ise bu hükmün dışında müta laa edilmelidir.

O asırlarda kaza ve hükümlerde fetva ve ahkâm ilimlerine şiddetle ihtiyaç duyulduğu için o devrin birçok âlimleri, bu ilimlere daha çok sarılmak mecburiyetinde kaldılarOnlardan sonra bazı yöneticiler ortaya çıktılarBunlar akâidin esasları hakkında sarfe dilen sözlere kulak verip, bu sözleri ispatilayıcı deliller aramaya başladılarYöneticilerin, Kelâm ilmindeki tartışmalara eğilim duydukları herkes tarafından anlaşılmıştı.

İşte bunun için halk da kelâm ilmine yöneldiBu sahada birçok kitap telif edildiBu ilmin tartışma yolları tesbit edildiKarşılıklı konuşmalarda, sözleri değiştirme, tersyüz etme yöntemlerine ulaşıldı ve böylece bir başka ilim ihdas edilmiş olduBu işlerle uğraşanlara soracak olsanız, size Allah'ın dinini müdafaa ettikle rini, Sünnet-i seniyyeyi ihya etmek, bid'atçıları susturmak için çalıştıklarını söyleyeceklerdirKendi seleflerinin de fetva ilmiyle meşgul olduklarını ve böylece müslümanların dinî işlerini üzerine alarak halka nasihat edip, onlara büyük iyilikler yapmış olduklarını ileri süreceklerdir.

Daha sonra gelen yöneticiler, kelâm ilmine dalmayı ve insanlara münazara kapılarını açmayı hoş görmeyip, doğru bul madılarÇünkü kapı açıldığı zaman büyük taassublar doğduğunu, bu taassubun insanları birbirine düşürdüğünü ve masum kanların dökülmesine sebep olacak husûmetler meydana getirdiğini gördüler. . .

Bunlar da fıkhı konularda münakaşa etmeye; Şâfiî mezhebinin mi, yoksa Hanefî mezhebinin mi üstün olduğu konusunu tartışmaya eğilim duyuyorlardıBöyle olunca, bu sefer halk da aynı havaya girmiş, kelâm ve onunla ilgili bütün ilim dallarını bırakarak Şâfiîler ile Hanefîler arasındaki ihtilâflı meselelere dalmışlardı.

İmâm-ı MâlikSüfyân es-Sevrîİmâm-ı Ahmed ve diğer büyük âlimlerin arasındaki ihtilâflı meselelere de el attılarKendilerine bu hatalı tutuma niçin girdikleri sorulduğunda da 'Bunu yapmak taki gayemiz, şeriatın inceliklerini ortaya çıkarmak, mezhebin in celiklerini bildirmek ve fetva usûlünün yayılmasını sağlamaktır' diyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışmışlardır.

Bu konuda sayısız eser telif edilmiş, birçok istinbatlar yapılmış, mücadele ve telifât çeşitleri yazılmıştırGünümüzde de bu durum hâlâ devam edip gitmektedirBundan sonraki asırların daha neler getireceğini ise henüz bilmiyoruz.

İşte ihtilaflı meselelere ve tartışmalara dalmanın tüm sebepleri yukarıda saydıklarımızdan başkası değildirEğer dünyevî gücü elinde tutanlar; yani yöneticiler fakihlerden İmâm-ı Şâfiî ile İmâm Ebû Hanîfe'den başkalarının ihtilâflarını tartışmaya eğilim duysalardı veya başka ilimlere yönelselerdi, onlardan dünyalık bekleyen âlimler, onların tarafına meyleder ve çalışmalarını bu isteğe göre değiştirirlerdiOnlar yine kendilerini haklı göstermek için, meşgul oldukları ilmi, dinî ilimlerden sayacaklar ve asla susup yerlerinde oturmayacaklardıYine bu ilimleri elde etmekle Allah'ın rızasına ulaştıklarını, çünkü bundan başka bir gaye taşımadıklarını ileri süreceklerdi. . .

Bu Tartışmaları, Sahabe-i Kirâmın Meşvereti ve Selefin Müzakeresi ile Karıştırmak

Bu kişiler halka 'Bizim gayemiz bu tartışmalarla hakkı ara mak ve vuzûha kavuşturmaktırZira hakkın aranması gerekir, ilmî görüşlerde yardımlaşma ve birkaç kişinin hatırındaki fikirle rin aynı hedefe yönelmesi fayda verici ve tesir edicidirAshâbın âdetleri de meşverettiMeselâ ölenin dedesiyle kardeşlerin feraiz deki durumlarını bildiren, içkinin cezasını beyan eden ve imamın (devlet başkanının) hatasının malî mesuliyeti icab ettirdiğini belir ten meşveretleri gibi. . . İmamın hatasının malî mesuliyeti icab ettirmesine misal Olarak, Hazret-i Ömer'den korkarak karnındaki çocuğu zâyi eden kadının diyetini, Hazret-i Ömer'in ödediği naklolunmuşturFeraiz meselelerinde ve başka konularda da aynı şekilde sahabenin istişarelerine ilişkin birçok olay rivâyet edilmiştir.

Yine İmâm-ı Şâfiîİmâm-ı Ahmed, Muhammed bHasan eş-Şeybanî ve başka âlimlerden de bu şekil münazaralar, münakaşalar ve meşveretler nakledilmiştir.

Bu sözün, bir telbis (hakkı bâtılla karıştırmak veya bâtılı hak olarak göstermek) olduğunu göstermeye çalışacağım ki hakikatler malûmunuz olsun!

Dinin hak olan meseleleri üzerinde yapılacak araştırmalarda yardımlaşma vardırFakat bunun sekiz şart ve alâmeti vardır:

1Farz-ı aynları yerine getirmeyen bir kişi farz-ı kifâye olan münazaraya girişmemelidirFarz-ı ayn olarak yapması gereken vazifeleri bulunan bir kimse 'Benim gayem hakkın bilinmesidir'diyerek farz-ı kifâye ile meşgul olursa, bu kişi yalan söylüyor demektirBöyle bir kimse, tıpkı namazı terkettiği halde, başkalarına giymek için elbise imal eden bir kişinin 'Benim bu elbiseleri imal etmemin sebebi, şayet çıplak insan varsa onun örtünmesini temin ederek namaz kılmasına vesile olmaktır' deyip kendisini temize çıkarmasına benzer.

Böyle bir kimsenin iddiası pek ender hallerde doğru olabilirTıpkı nadir de olsa vukûu mümkün meseleler hakkında ihtilâflara dalan fakihin iddiası gibi. . . Münazara ilmiyle iştigal edenler, bü tün ulemanın ittifakla varmış olduğu hükme göre, farz-ı ayn olan birçok hususları ihmal ederler. . .

Yerine verilmesi gereken bir emaneti elinde bulunduran bir kimse, insanları Allah'a yaklaştırmakta en müessir âmil olan namaza başlayıp, emaneti yerine teslim etmeyi ihmal ederse Allah'a isyan etmiş olurKişinin taat nev'înden bir iş yapması, onun Allah'a itaat eden bir kul olduğunu ispatlamaz.

Fakat o fiillerde, şartlarda, zamana ve tertibe riayet ediyorsa, o zaman iş değişir.

2Kişinin münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyeyi yerine getirme mecburiyeti yoksa münazara edebilir Şayet kişi münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyeyi yerine getirmesi gerektiğini bildiği halde, gerekeni yapmaz ve münazaraya dalarsa, yapmış olduğu iş Allah'a isyandan başka bir mânâ taşımazBöyle bir adamın durumunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kişi, ölecek derecede susamış bir topluluk görürHerkes bu topluluğu içine düştüğü feci durumla başbaşa bırakmıştırBu vaziyeti gören kimse de onlara su vererek yardım etmeye muktedir iken, bunu yapmaz da, meselâ hacamat (kan aldırma) sanatını öğrenmekle meşgul olurKendi zannına göre kan aldırmak farz-ı kifâye olan bir ilimdirBir memlekette bu sanatı bilen olmadığı takdirde halkın helâk olacağını söyleyerek kendisini haklı göstermeye çalışırŞayet kendisine 'sen bu hacamat işiyle çok meşgul olma, çünkü bu işi yapan daha birçok kimse var; bunun yerine sen o su samış insanların derdine çare bulmaya çalış' denilecek olursa, o yine kendi fikrinde ısrar eder ve "Kan alıcıların bulunması, bu ilmi farz-ı kifaye olmaktan çıkarmazDolayısıyla bu sanatı öğrenmem farz-ı kifayeyi yerine getirmektir' derİşte aslî vazifesini ihmal eden böyle bir kimsenin hâli, tıpkı ülke çapındaki farz-ı kifayeleri ihmal edip, münazara yapmakla meşgul olan kimsenin haline benzer.

Fetva ilmine gelince, bu ilimle meşgul olan topluluklar da vardırFakat hiçbir memleket yoktur ki, orada farz-ı kifaye hük münde olan birçok ilim ihmal edilmiş olmasınFakihler, bu farz-ı kifayelere dönüp bakmayı bile bir külfet sayarlar, biraz olsun uğraşmaya tenezzül etmezlerİhmal edilen farz-ı kifaye hükmün deki ilimlerin en başında tıp ilmi gelirGünümüzde, İslâm di yârının birçok yerlerinde tıbbî meselelerde fikrine itimad edilecek, tavsiyesine güvenilecek bir müslüman doktor mevcut değildirBuna rağmen hiçbir fakihin bu ilimle meşgul olduğunu göremez sinEmr-i bil-maruf, nehy-i an'il-münker de böyledirBu vazifeyi yerine getirmek de farz-ı kifaye hükmündedirTartışmacı çok zaman münazara meclisine iştirak edenlerin ipekli kumaşlardan elbiseleri olduğunu, yine ipeklilerden yapılmış minderler üzerinde oturulduğunu görürBuna rağmen susar ve hayatta olması ihti mal dahilinde bulunmayan bir mesele üzerinde münazaraya dalarŞayet meydana gelme ihtimali çok az olan tartışma konusu mesele, meydana gelecek olsa onu halledecek fakihler oldukça bol durBuna rağmen münazara ederOndan sonra da kalkıp yapmış olduğu münazara farz-ı kifaye olduğu için Allah'a mânen yaklaştığını iddia ederBu münazarayla Allah rızasını kasdettiğini ileri sürer,

Hazret-i Enes şöyle rivâyet etmektedir:

Allah'ın Rasûlü'ne emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i anil-münker'in ne zaman terkedileceği sorulduğunda, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi: 'Ne zaman iyilerinizde müdahene (yağcılık) , kötülerinizde fahşa başgösterir; yöne tim küçüklerinizin eline geçer ve fıkıh da en rezillerinizin malı haline gelirse, işte o zaman terk edilir'162

3Tartışmacı müctehid olmalı, Şâfiî, Hanefi veya diğer mez heplere uygun değil, kendi ictihadıyla fetva verebilmelidirHanefî mezhebinin bir meselede haklı olduğunu görürse, o meselede Şâfiî mezhebine bağlanmaktan vazgeçip (sahabenin ve büyük İmâmların yaptığı gibi) haklı gördüğü şekilde fetva vermelidir.

İctihad mertebesine çıkmayan bir kimse ise ki asrımızdaki bü tün tartışmacıların durumu budur bunlar sorulan suallere kendi imamlarının mezhebinden nakiller yaparak cevap verebilirler an cakKendilerine bağlı oldukları imamın görüşü sağlam görün mese bile, imamlarının görüşünden ayrılmaları doğru olmaz.

Böyle bir insanın münazarasında ne fayda olabilir? Çünkü böyle bir adamın mezhebi malûmdur ve bağlı olduğu mezhebin fetvaları dışında bir hüküm vermeye yetkisi yokturBöyle bir adam kendine müşkil görünen bir mesele hakkında 'Ümid ederim ki bu mesele hakkında bağlı bulunduğum imamın bir cevabı vardırŞayet yoksa, ben Şer'î meselelerde tek başıma ictihad etme kudretine sa hip olmadığım için bu soruya cevap veremem' demelidirHerhangi bir meselede bağlı olduğu İmâm iki çeşit görüş ileri sürmüşse, bu görüşler üzerinde münazara yapması hakikate daha uygun bir hal olurZira kendisi bu iki görüşten birine meyyal olabilirMünazara ederken öbür tarafın daha kuvvetli olduğunu görerek belki de istifade ederKendisinin meylettiği hükmün doğruluğu hakkında münazaraya girişini yersiz ve lüzumsuz bulurAşağı yukarı bütün tartışmacılar iki taraflı meseleleri terke dip hakkında kesin ihtilâflar olan meselelere dalıyorlar ki bu sa yede çok konuşabilme imkânı bulabilsinler ve muhalifleriyle mü cadele edebilsinler.

4Ancak vukûu çok olan veya her an ortaya çıkması muhtemel bulunan meseleler hakkında münazara edilebilirZira ashâb-ı kiram sık sık ortaya çıkan meseleler üzerinde müşavere eder ve fikirlerini beyan ederlerdi.

Biz ise, günümüzdeki tartışmacıların halkın ihtiyacı olan ko nularda ve halka umumi bir belâ getiren meselelerde fetva vermek için gayret gösterdiklerini pek de göremiyoruzOnlar sadece kendilerini şöhrete ulaştıracak meseleleri araştırıyorlarBunun için de halledilmesi elzem meseleler üzerine eğilmek imkânını bu lamıyorlar ve arkasından da diyorlar ki; 'Bu mesele imamlar ta rafından kesin nasslardan alınan bir meseledir veya bu mesele üzerindeki konuşmalar ancak tenhalarda yapılabilirBu mesele toplanarak üzerinde tartışma yapılacak bir mesele değildir'.

Ele alınması gereken bir mesele olsun da daha önce hakkında söz söylenmiş olduğu için ele alınarak üzerinde durulmasın. . . Hakikatini bildirmek için hiçbir gayret gösterilmesin. . .

Bu kadar saçma bir iddia olabilir mi? Bunlar şunu diyemiyorlar:'Biz şöhrete ulaştırmayan, uzun konuşma imkânı vermeyen meseleler üze rinde tartışma yapmayızUzun konuşmalara sebep olmayan me seleler bizi ilgilendirmiyor'.

Bunu söyleseler ne kadar acaip bir du ruma düşeceklerini gayet iyi bilirlerHalbuki hak ve hakikati bildirmek için kısa konuşmak ve kestirme yollardan hedefe varmak lâzımdırSözü uzatmak hiçbir zaman doğru değildir.

5Bir tartışmacı yapmış olduğu münazarayı mümkün olduğu kadar az bir cemaat önünde yapmaktan haz duymalı, münazaraya çok insanın dinleyici olarak katılmasından zevk almamalıdırZira tenha yerlerde münazara yapmak, sultanlar ve sair büyükler yanında münazara yapmaktan daha faydalıdırÇünkü tenha yerlerde tartışmacı düşündüklerini daha iyi toplar; daha iyi anlatmaya muktedir olur, idrâki daha berrak ve kavrayışı yüksek olur.

Cemaat huzurunda yapılan münazara, tartışmacıları riyaya itebilirÇünkü cemaat huzurunda münazara yapanlar mağlub olmak korkusuyla yanlışlarında direnmeyi sonuna kadar götürürlerİster haklı olsun, isterse haksız hep kendilerini haklı çıkarmaya bakarlarBu tartışmacıların kalabalık huzurunda tartışma yapmak istemeleri, Allah rızasını kazanmak niyetiyle değildirÇünkü bu tartışmacılar kendi başlarına kaldıkları zaman kalabalıkta tartıştıkları konuyu katiyyen aralarında tartışmıyorlarO kadar ki, çok zaman arkadaşı kendisinden sual sorduğu zaman cevap bile vermiyorFakat bir cemaat huzurunda oldukları zaman hile yayında, ne kadar ok varsa birbirlerinin göğsüne sap lamaya çalışıyorlar ki konuşmada üstad kabul edilsinler!

6Münazara sadece hakkı bulmak ve anlamak için yapılmalıdırAynen kaybolan malını arayan bir insanın duru muna benzer bir durum. . O kaybolan mal bulunsun da ne olursa olsunBunu kendisinin veya arkadaşının bulması önemli değil, önemli olan malın bulunmasıdırDemek ki bir tartışmacı kendi siyle münazara eden arkadaşını hasım değil, bir yardımcı olarak görmelidirKendisine hakkı bildirdiği için arkadaşına teşekkür et meyi bir borç bilmelidirNasıl ki malını kaybetmiş bir insan, kay bolan malını arayıp bulamadığı ve geri dönmeye karar verdiği bir anda; bir arkadaşı kendisine gelip kaybetmiş olduğu malını bu yolda değil, şu yolda araması gerektiğini söylediği zaman kendisine teşekkür etmesi lâzım geliyorsa, böyle bir adamı azarlamayı düşünmüyorsa, kendisine malını bulmak için yol gösterene ik ramda bulunuyorsa. . . Birbirini hak namına ikaz eden sahâbe-i kirâmın meşvereti de zâten böyle idi.

Bir kadın, Hazret-i Ömer'e itirazda bulunmuş ve ona hak yolu gös termiştirCemaat huzurunda hutbe irad eden Hazret-i Ömer, kadının yaptığı bu ikazdan sonra cemaata şöyle der: 'Bu kadın hakkı söy ledi, Ömer ise yanıldı'.

Bir kişi Hazret-i Ali'ye (radıyallahü anh) bir sual sorar: Hazret-i Ali, sorulan suale ce vap verdiğinde, suali soran kişi şöyle söyler: 'Ey emîr'ul Mü'minîn! Verdiğin cevap yanlış! Bence bu suale şöyle cevap veri lebilir. . .

Bunun üzerine Hazret-i Ali: 'Sen haklısın, ben ise yanıldım' diyerek adamın hakkını itiraf eder ve kendisini ikaz ettiği için ona teşekkür ederek sözlerini şöyle sürdürür: 'Her ilim sahibinden daha büyük bir ilim sahibi çıkabilir.

İbn Mes'ûd, Ebû Musa el-Eş'ar'ı'ye yanıldığım hatırlatınca Ebû Musa cemaate şöyle hitab eder: 'bu büyük âlim aranızda iken bana sual sormayın'Kûfe valisi Ebû Musa'ya, Allah yolunda savaşıp öldürülen bir kimsenin hali sorulur, o da cennetlik olduğunu söylerBunun üze rine mecliste hazır bulunan Abdullah bMes'ud ayağa kalkar ve sual sorana hitaben şöyle der: 'Valiye sualini ikinci kez tekrarla! Sualini iyi anlamamış olmalı'Bu ikaz üzerine adam sualini tek rarlar ve Ebû Musa yine aynı cevabı verirİbn Mes'ûd ise şöyle der: 'Ben sizin verdiğiniz cevabı doğru bulmuyorumBence böyle bir kimse Allah yolunda hakkı bularak öldürülmüşse cennetlik olur'Bunun üzerine Ebû Musa İbn Mes'ûd doğru söylüyor' derEsasında hak arayıcıları da böyle insaflı olmalılar. . .

Buna benzer bir itiraz zamanımızın en düşük fakihine yapılsa, kendisine itiraz edilen fakih hiddete kapılır ve yapılan itirazı hiçbir suretle kabul etmezKendisinin yanılma ihtimalini katiyyen kabul etmeyerek der ki; "Ayrıca isabet etmişse' demeye gerek yokturÇünkü Allah yolunda öldürülen bir kişinin hakka isabet ettiği herkesçe malûmdur".

Günümüzün insafsız tartışmacılarının haline bir bakınız! Şayet hak, hasımlarının elinde ise ve onun dilinden ifade edilmişse, yüzü nasıl kızarır ve nasıl mahcub olur? Böyle olunca da son haddine kadar hakkı kabul etmemek için nasıl direnir? Bütün hayatı boyunca kendisim mağlup eden insan hakkında nasıl kötü konuşur ve onu küçük düşürmeye çalışır? Bütün bunlardan sonra da kalkıp kendini hakkın ortaya çıkması için yardımlaşan sahabîlere benzetmekten hiç de utanmaz.

7Karşısındaki kimseyi; yani kendisiyle münazara edeni bir delilden diğer delile, bir müşkilden diğer bir müşkile geçmesini engellemeye çalışmamalıdırZira selefin aralarındaki münazaralar bu şekilde cereyan ediyordu.

İster lehinde olsun, ister aleyhinde, bid'at olan cedelin bütün inceliklerini, konuşmasının dışında tutmalıdır'Bu söz beni bağlamaz, tenakuza düştün' gibi sözlerden kaçınmalıdırÖnceki sözünü nakzediyor diye, doğru sözü reddetmek yanlıştır.

Halbuki sen tartışmacıların bütün toplantılarının mücadele ve münakaşa içinde geçtiğini görürsünHatta delil getiren bir insan, bilinen bir kaidenin üzerine zannettiği bir illete dayanarak kıyas etmeye kalkıştığı zaman, derhal karşıdaki mücadeleci tarafından kendisine, asıldaki hükmün hangi illetle mâlül olduğuna dair delil sorulurDelil getiren zat 'Ben bu şekilde düşünüyorumŞayet sen bundan daha isabetli bir görüşe sahip isen, delillerini söyle de birlikte tedkik edelim' diye cevap verirBunun üzerine itiraz eden kişi şöyle der: 'Senin bildiğin ve zikrettiğin mânâlardan başka daha nice mânâlar var burada. . . Fakat bunları söylemek üzerime düşen bir vazife olmadığından söyleyemeyeceğim.

Delil getiren taraf yine şöyle konuşmaya devam eder: 'Bundan başka bir iddian var ise, beyan et ki malûmatımız olsun'İtiraz eden kişi 'Hakîkat senin söylediğinden başkadır ve ben bunu biliyo rumFakat söylemek üzerime düşen bir vazife değildir' fikrinde ısrar ederBöylece münazara meclislerinde bir netice alınmadan tartışmalar devam eder gider.

Bu miskin itirazcı bilmez ki; 'Ben bilirim, fakat söylemem, çünkü söylemek mecburiyetinde değilim' sözü şeriata yapılan bir iftiradan başka birşey değildirŞöyle ki: Şayet itirazcı, söylenen de lilin mânâsını bilmiyor ve ancak hasmını susturmak için kuru bir iddiada bulunuyorsa, böyle bir adam fâsıktır, kâzibdir, Allah'a is yan etmiştir ve bu hâlinden dolayı Allah'ın gazabını üzerine çekmiştirZira bilmediği bir şeyi biliyor görünmeye çalışmıştırŞayet hakikaten biliyor da söylemiyor ise yine fâsık olurÇünkü şeriatın bir emrini gizlemiş olurHalbuki bu emri gizlemese, belki de bir müslüman kardeşini yanlış düşünmekten kurtaracak, doğrunun yayılmasına vesile olacaktırŞayet itirazcının görüşü zayıf ise, karşısındaki kendisine iddiasının zayıf olduğunu izah edecek ve böylece itirazcı cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına çıkmaya imkân bulacaktır.

Hiç kuşkusuz dinî ilimlere ait bir husus sorulduğu zaman mutlaka cevap verilmelidirO halde bu itirazcının 'Bunu söylemek mecburiyetinde değilim' de mesi, 'Bizler tarafından ihdas edilen bid'atların bid'at olarak kalmasını temin eden cedellerin devamını sağlamak için bunu söy lemiyorum' demekten başka birşey değildirŞayet bu laf, bu an lama gelmezse ne anlama gelir? Oysa Allah'ın şeriatını açıkça bildirmek gerekirSöylemeyen kişi ya fâsıktır, ya da yalancı. . .

Bu nedenle sahâbe-i kirâmın meşveretini ve selef-i sâlihînin bir mesele hakkındaki müzakeresini tedkik et! Acaba onlar da, se nin anladığın bu mânâda bir münazara ve mücadele görür mü sün? Acaba ashâb-ı kirâm ve selef-i salihînden birisi, herhangi bir arkadaşını bir delilden diğerine, bir kıyasdan başka birine, bir haberden diğer bir ayete geçmekten alıkoymuş mudur? Hayır! Binlerce kere hayır! İşte sahabenin ve selefin bütün münazaraları bu cinstendiÇünkü onlar kalplerine geleni olduğu gibi söyler, düşündüklerini olduğu gibi ortaya döker ve ona göre müzakere ederlerdi.

8Kendisine faydası dokunacak bir ilimle meşgul olan kişilerle münazara etmelidirHalbuki tartışmacıların çoğunu, âlimlerle ve ilimde otorite sahibi olanlarla münazara etmekten kaçınır görür sünüzÇünkü hakkın onların dilinde meydana geleceğinden endişe duyarlarOnun için de tartışmacılar ilim ve bilgi bakımından daha aşağıda olanlarla tartışmayı tercih ederlerZira kendi bâtıllarını ancak bilgide ilerleyememiş insanlara kabul ettirme imkânları vardır.

Münazara etme hususunda bu sekiz şarttan başka daha nice ince şartlar vardırFakat bu sekiz şartı iyice öğrendikten sonra, kimlerin Allah için münazara ettiklerini, kimlerin etmediklerini gayet iyi teşhis edebilirsin.

Kısaca, şiddetli düşmanını; tasallutçu ve felâket hazırlayıcısı olan şeytanı bırakıp, müctehidin isabet ettiği veya edenle ecirde ortak olduğu meselelerde münazaraya dalan bir kimseye şeytan gülerO kişi şeytana gülünç, ihlâs ehline de ibret alınacak bir ders olurBu sebebe binaen şeytan onu, daha ilerideki bölümlerde sa yacağımız âfetlerin karanlığına götürmüştürO felâketlerden ile ride uzun uzun bahsedeceğizTevfîk ve yardım Allah'tandır.

Münazaranın ve Münazaradan Doğan Kötü Ahlâkın Yol Açtığı Sonuçlar

Başkasını mağlûp etmek, susturmak, fazilet ve şerefim gös termek için halk arasında bağırarak konuşmak; halkın teveccü hünden istifade etmek için yapılan münazaralar, Allah'ın çirkin saydığı, buna mukabil Allah düşmanı şeytanın güzel gördüğü bir münazara tarzıdırBu münazaralar; kibir, ucûb, hased, münafese, nefsi temize çıkarmak, rütbe düşkünlüğü ve benzeri bâtın fuhşiyat gibidir.

İçki içmek ile diğer fuhşiyatları yapmak arasında muhayyer bırakılan bir kişi, İçkiyi daha ehven görüp onu içerse, bununla kalmayıp içki onu diğer fuhşiyata nasıl zorlarsa; aynen bunun gibi başkasını susturmak, münazarada galip gelmek, rütbe aramak ve iftira etmek sevgisi de kime galip gelirse; bu sevgi o kişiyi bütün pisliklerin içine sürükler, kötülükleri nefsinde toplamaya başlarYine bu sevgi bütün kötü ahlâkların bu adamda toplanmasına ve sile olur.

Bu ahlâkların tamamının çirkin olduğunu izah eden deliller, daha ileride ayet ve hadislere dayandırılarak Mühlikât bölümünde zikredilecektirFakat biz şimdi menfî münazaranın tahrik ettiği kotu ahlâkın bir Kısmına işaret edelim:

1. Hased

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Hased, ateşin odunları yemesi gibi, sevapları yiyerek bitirir163

Tartışmacı kendisini hasedden katiyyen kurtaramazÇünkü bir tartışmacı, bazen galip gelir, bazen de mağlup olurOnun için bazen onun konuşması övülür, bazen de karşısındaki muarızın. . .

Öyleyse bu dünya ilminde kuvvetli ve görüşlerinin isabetli olduğu kabul edilen biri oldukça; veya 'Filân adam senden daha iyi görü yor ve senden daha isabetli kararlar veriyor' denilme ihtimali bu lundukça, böyle bir adamın hased duyacağı muhakkaktırKendisine tafdil edilen adamı küçültmeye ve ona teveccüh eden kalpleri kendisine çevirmeye yarayacak bütün faaliyetleri göster meye çalışır.

Hased, helâk edici bir ateştirHased ateşiyle yanan bir kişi, bu dünyada büyük bir ızdırap içindedirÂhiretteki azabı ise, dünya dakinden kat be kat fazla olacaktırİşte bunu anlatmak için İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'İlmi nerede bulursanız alınızFakihlerin birbirinin aleyhindeki sözlerine kulak vermeyinizÇünkü onlar ağıldaki tekeler gibi dövüşmektedirler'.

2. Kibir ve Tekebbür

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kim büyüklenirse, Allah onu alçaltır; kim tevazu gösterirse onu yükseltir164

Yine Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ'dan hikâye ederek bir hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur:

Azamet benim izarım, kibriya ise benim abanidirİşte bu nun içindir ki bu iki şeyde bana ortak olmaya yeltenenin be lini kırarım!165

(Hadîste geçen izar ve abâ kelimeleri zahirî anlamda düşünülmemelidir) .

Tartışmacı, emsallerinden üstün görünmek hastalığından hiçbir zaman kurtulamazOlduğundan çok daha üstün görünmek ister.

Hatta bu büyüklük budalaları, münakaşa meclislerinin her hangi bir yeri için kavga ederlerMeclisin başında oturmak; baş koltuğun kendilerine ait olduğunu iddia etmek peşindedirlerKendilerinden başkasına bu yerleri lâyık görmedikleri için itişip kakışırlar, dar bir yoldan geçildiği zaman ben önde giderim, sen önde gidersin diye itişir dururlarBöyle tartışmacıların kurnazları ise: 'Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz; zira âlimin, özellikle müzmin bir âlimin kendi nefsini zelil etmesi yasak lanmıştır' şeklinde konuşmalar yaparak akılları sıra kendilerini müdafaa ederler.

Bilmezler ki, Allah ve Rasûlü tevazuu methetmişlerdir ve ken dileri Allah'ın ve Rasûlü'nün medhettikleri bir hasleti zillet kabul eder duruma düşmüşlerdir! Yine Allah ve Rasûlü'nün buğz ettiği bir hâl olan tekebbüre de izzet gömleğini giydiriyor ve böylece Allah'a ve Rasûlu ne zıd düşüyorlarBöylece güzel kelimeleri tah rif ederek halkın dalâlete sapmasına vesile oluyorlar! Nitekim hikmet, ilim ve benzeri kelimeleri de tahrif etmişler ve halkın dalâ lete düşmelerine sebep olmuşlardır!. . .

3. Hıkd (Kin)

Tartışmacı kimse, kendisini kin tutmaktan kurtaramazHalbuki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur;'Kâmil

Mü'min kinci değildir'166

Kini zemmeden o kadar çok hadîs vardır ki, gizlenmesi müm kün değildirBir münazara esnasında hasmını tasdik edercesine başını sallayarak ona kin tutmayan hiçbir tartışmacıya rastla madıkÇünkü bir tartışmacı diğer tartışmacının sözlerini dinle miyor, bu sözleri iyi niyetle karşılamıyorİşte bundan dolayıdır ki bir tartışmacı, diğer tartışmacıya kin tutmaya mecbur oluyorO kini nefsinde taşıdığı halde gizli tutması ancak nifakla mümkün olmaktadırFakat çoğu zaman beslenen kin, apaçık ortaya çıkıyor ve bunu herkes müşahede ediyor.

Tartışmacı bu durumda kendi sini kin tutmaktan nasıl kurtarabilir? Bütün dinleyenlerin ona hak vermeleri imkânı yokturOrtaya koyduğu delilleri dinleyenler makbul saymak durumunda da değildir. . . Onun için hasmı, sö zünü biraz da olsun hafife alırsa, bu hareketi affedemez, bundan dolayı duyduğu kini hayatının sonuna kadar kalbinden söküp atamaz. (İşte bu, felâketin tâ kendisidir) .

4. Gıybet

Allahü teâlâ, gıybet etmeyi ölü eti yemeye benzetmiştirHalbuki tartışmacı, ölü eti yemekten, kendini bir türlü kurtaramazÇünkü o her zaman hasmının konuşmasını naklederek aleyhinde bulunurKendisini bu halden kurtarmak için ne kadar titiz davranırsa davransın, hasmının söylediği sözleri ne kadar doğru naklederse nakletsin, kendisini gıybet etmekten alıkoyamazÇünkü hasmının konuşmasının yanlış olduğunu söylemek suretiyle gıybet yapmış olurBu konuşmasının hasmının âcizliğini gösterdiğini ve kendi sinden daha eksik olduğunu söyleyerek gıybet yapmış olurYahut da daha kötüsü hasmının söylemediğini naklederek bir de yalancı durumuna düşerAynı zamanda bir müfteri olurKendi konuşmasına önem vermeyip, hasmının kelâmına kulak verenin haysiyetine tecavüz etmekten dilini bir türlü kurtaramazOnları cehalet, hamakat ve dar anlayışlılıkla itham eder!

5. Nefsi temize çıkarmak

Allahü teâlâ bizi, nefsimizi temize çıkarmamaya davet etmek tedir.

Nefislerinizi temize çıkarmayınız; Allah kendisinden kor kanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32)

Hakîm bir zata 'Çirkin olan doğru nedir?' diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: 'Kişinin nefsini övmesidir'.

Tartışmacı kuvvetli olmakla, galip gelmekle ve fazilet bakımından emsâllerinden üstün olmakla kendini övmekten kur taramazMünazara esnasında hiç olmazsa şu kadarcık bir söz söylemekten kendini alıkoyamaz: 'Ben bütün bu işleri bilmeyenler den değilimBen ilimlerde ileri gitmiş bir kimseyimHer ilmin usûlünü ve metodunu bilirimBirçok hadîs hıfzetmişim'İşte buna benzer cümlelerle kendisini metheder dururBazen de konuşmasını itibara alsınlar diye, böyle cümleler sarfetmeye mec bur kalırHalbuki herkes bilir ki kendisini ahmakça övmek ve herhangi bir sebepten dolayı nefsini tezkiye etmek şer'an ve aklen çirkin sayılmıştır.

6. Tecessüs

Allahü teâlâ şöyle buyurur.

Ey îman edenler! Zannın bir çoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtırAraştırmayın, bir kısmınız diğer bir kısmınızı çekiştirmesin. (Hucurât/12)

Tartışmacı, emsâlinin ayıplarını araştırır, hasmının kusurlarını bulmak için durmadan çalışırHatta tartışmacıya 'Senin memleketine bir tartışmacı geldi' dendiği zaman, hemen adamlarından birini göndererek gelen tartışmacının hususiyetlerini öğrenmeye çalışırGizli suçlarını araştırırÖyle ki, münazara yapmak üzere karşı karşıya geldikleri zaman rakibim hususî ha yatındaki ayıplarından dolayı mahcup vaziyete düşürebilsinMünazarada rakibini alt edebilmek için, bunları bir silâh olarak kullanabilsin. . .

Tabidir ki, bu silâhlar rakibe karşı ihtiyaç zamanında kul lanılır. . . Hatta tartışmacı rakibinin suçlarını aramakta o kadar ileri gider ki, çocukluk zamanında yaptıklarını bile ortaya çıkarmaya çabalar. . . Bedenî kusurlarını dahi bulmaya çalışırBelki çocukluğunda bir suç işlemiş olabilir veya vücudunda bir ku sur bulunabilirMeselâ kel olması gibi. . . Sağır olması gibi. . Bunları, münazarada mağlup olma tehlikesi ile Karşılaştığı zaman, rakibinin bu kusurlarına temas ederek onu mahcup etmeye çalışırŞayet münazara bahsinde muktedir bir kişi ise, bu sefer de rakibinin kusurlarını ima yoluyla belirterek söylerŞayet mağrur ve mağrur olduğundan ötürü de ahmak biri ise, bütün bu kusurlarını rakibinin yüzüne karşı bağıra bağıra söyler.

Tartışmacıların önde gelen şahsiyetlerine ait buna benzer hik âyeler çok çok anlatılmaktadır.

7. Karşısındaki kimselerin kötü duruma düşmeleri sebebiyle sevinmek, iyi durumlarına da yerinmek ve üzülmek

İslâmiyet'te kendisi için istemediğini diğer din kardeşi için de istememek, kendisi için istediğini, diğer din kardeşi için de istemek ahlâkı vardırFaziletlerini öne sürerek başkalarına karşı övünmek durumunda olan kimseler, arkadaşının ayağının kay masına sevinirÇünkü ilim ve fazilette kendilerine denk gördükleri herkes bir nevi rakipleri olduğu için bilhassa onların birbirle rine karşı aldıkları tavır, tıpkı iki kuma kadının birbirlerine karşı aldıkları tavıra benzerNasıl ki bir kuma, öbürünü gördüğünde titremeye başlar ve katiyyen onu görmeye tahammül edemezse, tıpkı bunun gibi bir tartışmacı da öbürünü gördüğü zaman kuma kadın gibi beti benzi atar, tirtir titrer ve onu görmek istemezSanki karşısındaki hilekâr bir şeytan veya kanını emmeye çalışan bir canavardır!

O halde soruyoruz! Hani İslâmiyet'in istediği yakınlık ve ünsi yet? Hani din âlimlerinin birbirlerine karşı gösterdikleri saygı ve sevgi? Hani her hangi bir müşkilde din âlimlerinin birbirlerine yaptıkları yardımlar? Hani kardeşlik, yardım ve muhabbet?

Hatta İmâm-ı Şâfiî şöyle buyuruyor: 'Fazilet ve akıl erbabı arasında ilim, onları birbirine bağlayan bir zincirdir'.

O halde soruyoruz! İlmi, düşmanlık vesilesi yapan kişiler, kendilerinin İmâm-ı Şâfiî'nin takipçisi olduklarını nasıl söyleyebi lirler? Acaba arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşlik, ünsiyet ve arkadaşlığın tesisi mümkün müdür? Elbette hiçbir şekilde mümkün değildir!

İnsanların bozulmasına, Mü'min ve muttaki kulların ah lâkından çıkarıp, münafıkların ahlâkına iten şerrin bu kadarı ye ter de artar bile. . .

8. Nifak

Nifakın kötü olduğunu bildirmek için delil getirmeye ve kö tülüğünü delillerle ispat etmeye ihtiyaç yoktur.

Tartışmacılar âdeta nifaka düşmeye mecburdurlarÇünkü, hasımlarla ve hasımların dostlarıyla her an karşılaşmak mecbu riyetinde kalırlarLisanen ve görünüşte onlara sevgi göstermek ve muhabbetini izhar etmek zorundadırlarOnların derece ve halle rini dikkate almak ve onları kırmamaya, tersine kazanmaya çalışmak lâzımdırHalbuki kendisiyle konuşan, dil döken ve dinle yen kişiler, bu sözlerin hepsinin yalan olduğunu bilirlerBilirler ki bu insan bir hasım olduğuna göre nifak, iftira ve fısk-u fücur yap maktadırÇünkü münâzaracılar ancak dilleriyle birbirlerine sevgi gösterisinde bulunurlarKalplerinde ise, birbirlerine karşı silin mez bir buğz taşımaktadırlarBiz böyle bir nifaktan şânı yüce Allah'a sığınırız!

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

İnsanlar ilmi öğrendikleri ve ameli terkettikleri, dil ile sevişip kalplerinde buğz taşıdıkları ve aralarında sıla-i rahmi kestikleri aman, Allah onlara lânet edip kulaklarını sağır ve gözlerini kör eder!137

Günümüzde gördüğümüz manzaralar da bu hadîsin mâ nâsını doğrulamaktadır.

9. Haktan yüz çevirmek ve nefret etmek

Tartışmacı düşmanlık hırsı taşırTartışmacının en nefret ettiği şey hakkın, hasmının ağzından çıkmasıdırHer ne zaman hak, hasmının ağzından çıkarsa, onu var kuvvetiyle reddetmeye ve hasmını bu haktan caydırmaya çabalarDemek ki düşmanlık ve hakkı reddetmek, tartışmacının tabiî ve normal hâli olmaktadır, O ister hak olsun, isterse bâtıl, ne dinlerse sanki onu reddetmekle mükelleftirHatta o kadar ki Kur'ân'dan getirilen delillere dahi itiraz etme isteği kabarır içindeŞeriat tâbirlerine bile karşı koyarKesin nasslardan birini diğer biriyle nakzetmeye çalışırHalbuki bâtılı müdafaa etmek, çok mahzurlu ve çok tehlikelidir.

Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Hatasını anlayıp cedeli terkeden bir kimseye, Allahü teâlâ cennetin ortasında bir köşk ihsan ederHaklı olduğu halde cedeli terkeden bir kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder168

Allahü teâlâ, iftira eden ve hakka yalan diyeni bir tutmuştur:

Allah'a iftira ederek yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki o zâ limler kurtuluşa eremezler. (En'am/21)

Artık o kimseden daha zâlim kim olabilir ki, Allah'a karşı yalan söylemiş, doğruyu (Kur'ân'ı) da kendisine geldiği zaman yalanlamıştırKâfirlerin yeri cehennem değil midir? (Zümer/32)

10. Riya, (halka gösteriş yapmak ve halkın kalbini kendine çekme gayretine düşmek)

Riya, insanı en büyük günahlara iten korkunç hastalığın adıdırBu hakikat, Riya bölümünde uzun uzun anlatılacaktır.

Tartışmacının bütün gayreti, yapmış olduğu münazara ile halkın gönlünü çelmek ve kendisine taraftar toplamaktırBu ne denle onlar, halkın hoşlandığı fikirlerin savunucusu olmayı her zaman başarırlar.

İşte saydığımız bu on hastalık, bâtınî fuhşiyâtın esaslarındandırTartışmacılarda bu on menfî hasletten başka daha nice kötü hasletler vardır. . . Bu kötü hasletler, kendisim zabtetme yen tartışmacıları sonunda vuruşmaya, yumruklaşmaya, tırmıklamaya, elbise yırtmaya, sakal yolmaya, anaya ve babaya küfretmeye, hocalara küfretmeye ve açık açık birbirlerine iftira at maya sürüklerBöylelerini insan saymadığımız için burada söz konusu etmedik!

Yukarıda saydığımız on menfî haslet, tartışmacıların büyüklerinin hemen hemen hepsinde (en akıllılarında dahi) vardırBütün bunlara rağmen bir kısım tartışmacılar bu kötü hasletlerden uzak kalabilirlerFakat bu iyiliği ancak kendisinden çok aşağı veya yu karı; yahut memleket itibarıyla kendisinden çok uzak, maişet ko nusunda da kendisiyle çatışmayan kimselere gösterirKendisiyle aynı ayarda olan akranlarına bu iyiliği göstermesi imkansızdır.

Bu on hasletin her birinden on tane başka rezalet doğarBiz bunların hepsini teker teker sayarak konuyu uzatmak istemedikMeselâ herbirinden şu rezaletler doğar: Kendini müdafaa etmek gayreti, öfke, tamah, buğz, rütbe ve mal isteme ihtirası, hasmına galip gelmekten dolayı düşülen gurur, nimeti inkar etmek, ifrata kaçmak, zenginlere ve sultanlara hürmetkâr olmak, onlarla sıkı münasebetlere girişmek, onların haram yollardan elde ettiği şeylerden almak, atlarla, bineklerle ve mahzurlu elbiselerle süs lenmek, kibir ve azametinden dolayı herkesi hakir görmek, mâlâ yani hususlara dalmak, çok konuşmak, korkuyu kalpten çıkarmak, kalbindeki rahmet duygusunu söküp atmak, ifrat dere cede gaflete düşüp bir namaz içinde ne kadar namaz kıldığını, neyi okuduğunu ve kime münacaatta bulunduğunu tefrik edememek, münazarasında kendisine yardım eden ilimler üzerinde bir ömür tükettiği halde kalbinde haşyet hissinin teşekkül etmemesi ki böyle İilimlerin âhirette hiçbir faydası yoktur ibareleri güzel okumak, kelimeleri kafiyeli sarfetmek, olması ender hâdiseleri ve hik âyeleri ezberlemek gibi saymakla bitmeyecek kadar felâketler doğurur.

Tartışmacıla, derecelerine göre münazara ilminde başarı gös terirlerBu mesleğin çeşitli dereceleri vardırFakat din, ilim, akıl ve fazilet bakımından en büyükleri dahi bu yukarıda saydığımız kötü huyların bir kısmından yakalarım kurtaramazlarAncak ellerinden geldiği kadar kötülüklerini örtmeye çalışmak ve bu kötü lükleri nefsinden söküp atmak için büyük bir gayretle mücadele etmek gayesini güderler.

Bu rezaletlerin sadece tartışmacılara ait vasıflar olmadığı bi linmelidirVa'z ve nasihatta bulunanlarda da bu çirkin hasletler bulunabilirŞayet halka hoş görünmek, va'z ve nasihatından ötürü bir paye kazanmak, yapmış olduğu işten dünyalık sahibi olmak gayretine düşmüş ise, böyle bir vâizde yukarıda sıraladığımız kötü hasletler bulunur.

Bu rezaletler, fetva ve mezhep ilmiyle uğraşanlarda da bulunurŞayet bu ilimle meşgul olmaktaki gayesi kadılık makamını işgal etmek, evkaf dairesinde büyük memuriyetler almak, akranlarından daha fazla yöneticilerin gözlerine girmek ise, böyle bir insanda da yukarıda saydığımız kötü ahlâkların çoğu bulunabilir.

Kısaca ilmiyle Allah'ın rızasından başka şeyler bekleyen her insan da bu kötü hasletler bulunurDemek ki ilim, âlimin yakasını bırakmazOnu ya ebediyyen herşeyden mahrum ederek helâk ol masına sebep olur veya ebedî hayatın saadetine garkeder.

İşte bu sırrı anlatmak için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

İlminden menfaat görmeyen âlim, kıyâmette, en şiddetli azaba mâruz bırakılır169

Böyle kimselerin ilmi, kendilerine bir fayda vermediği gibi, üstelik çok büyük zararlar verirKeşke böyle bir kimse, başına büyük felâketler getirecek ilimden kurtulmuş olsaydıFakat ne yazık ki, bundan kurtulması mümkün değildirİlim tehlikesi çok büyüktürİlmi talep eden, ebedi mülkü ve serveti talep ediyorOnun için bu talipler ya mülk ve servetten veya felâketten yakalarını kurtaramazlarÂlimin hâli, tıpkı dünyada mülk isteyen diğer insanların hâline benziyor. . . Eğer servet peşinde koşan, servete ulaşmak im kânı bulamazsa kendini zilletten kurtaramazBelki zilletin de öte sinde büyük girdaplara düşer.

Eğer münâzara etmeye ruhsat vermekte, halkı ilme teşvik etmek gibi büyük fayda vardırŞayet baş olmak arzusu bulunmazsa hiç kimse ilme heves etmez ve ilim de böylece inkıraza uğrar' der sen, bu sözünde bir noktada çok haklısınFakat cedelin esasında fayda yokturZira top ve kuşlarla oynamak va'di olmasaydı, çocuklar mektebe gitmezdiFakat çocukları avutmak ve mektebe çekmek için icad edilmiş bu şeylerin bizzat kendisinden bir fayda geldiğine delâlet eden bir mânâ yoktur.

Şayet riyaset hırsı olmasaydı, ilim gerçekten inkıraza uğrardıFakat ilmiyle riyaset talep eden bir kişi kurtulmuş sayamaz ken diniTam aksine, ilmiyle riyaset talep eden kimse Hazret-i Peygamberin aşağıdaki hadis-i şerifte bildirmiş olduğu zümreye dahil olmuş olur.

Hiç kuşkusuz Allahü teâlâ bu dini, nasipsiz kimselerle de takviye eder170

Hiç kuşkusuz Allah Teâla, bu dini yalancı bir kişiyle de tak viye eder171

Demek ki ilmiyle riyaset talep eden, gerçekte helâk olmuş bir kimsedirFakat böyle bir kimsenin delâletiyle başkaları kurtuluşa erebilirEğer o kişi insanları dünyayı terke dâvet ediyorsa. . .

Kendisi helâk olup başkalarının kurtuluşlarına sebep olan âlim, görünüşte selef âlimlerine benzerFakat onlardan ayrı olan tarafı, içinde yanan rütbe ateşidir, O bir makam elde edebilmek için yanıp tutuşan bir âlimdirBöyle kişilerin misâli, mum misâ line benzerMum, etrafını aydınlatmak için yanar, kendisini mah vederEğer insanları dünyaya bağlanmaya götürüyorsa, o zaman hem kendini ve hem de başkalarını yakan bir ateş olur. . .

Âlimler üç sınıfa ayrılır:

1Hem kendilerini ve hem de başkalarını helâk edenler.

Bunlar açık bir şekilde dünya nimetlerini isterler ve onlara dalarlar.

2Hem kendilerini ve hem de başkalarını saadete erdiren âlimlerBunlar bâtın ve zâhirde insanları Allah'a dâvet ederler.

3Kendilerini helâk eden ve fakat başkalarının kurtuluşuna vesile olan âlimlerFakat bunlar, halkın kalbini kazanmak, halkın gözüne girmek, şan ve şöhret kazanabilmek için uğraşırlar.

Bu nedenle ey müslüman! Hangi zümreden olduğunu düşün ve bul! Kime düşmanlık yaptığını idrâk etmeye çalış! Allah'ın, kendisi için yapılan amelden başkasını kabul edeceğini hiçbir zaman aklına getirme. . .

Bu konudaki tatmin edici deliller, Riya bölümünün bir kısmında ve Mühlikât bölümünde inşaallah gösterilecektir.

162) İbn Mâce, (hasen bir senedle)

163) Ebû Dâvud(Ebû Hüreyre'den)

164) Hatip, (Hazret-i Ömer'den sahih bir senedle)

165) Ebû Dâvud, İbn Mâce ve İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den)

166) Irâkî bu hadîse vâkıf olamamıştır.

167) Taberânî, (Selmân-ı Fârisî'den zayıf bir senedle)

168) Tirmizî ve İbn Mâce (Enes’den)

169) Taberânî ve Beyhâkî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)

170) Nesâi (Enes'den sahih bir senedle)

171) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den sahih bir senedle)


İLİM KONUSU DEVAMI;