1-8
Hoca ve Talebenin Riayet Edeceği Âdab
Talebenin hocaya karşı takınacağı tavırlar ve zahirî vazifeler çoktur. Fakat biz bunları on cümle ile ifade etmek isteriz.
1. Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın sırrı ve bâtını Allah'a yaklaştıran bir sıfattır. Nasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmamış mıdır?
(Bu) din, nezafet temeli üzerine kurulmuştur. 172
Haddi zâtında ister zâhirî olsun, isterse bâtınî, nezâfet dinin temelidir.
Allahü teâlâ Kur'ân' da şöyle buyurmaktadır: Müşrikler pistir! (Tevbe/28)
Bu hükmü, tahâret ve necâsetten temizlenmenin, sadece bilinen taharet ve necaset mânasında olmadığını anlatmak için buyurmuştur. Zira müşrik kimsenin bazan bedeni yıkanmış, elbisesi temiz olur. Fakat cevheri (bâtını) necistir. İşte Allahü teâlâ bunu kastediyor. . .
Necaset, sakınılması ve kendisinden uzak durulması gereken şeylerin tamamının adıdır. Bâtınî sıfatların necasetinden korunmak, zâhirî necasetten korunmaktan daha mühimdir; zira bâtınî pislikler dünyada pis oldukları gibi, büyük bir felâket kaynağı olurlar.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu mânâyı şöyle ifade buyurmaktadır:
(Rahmet) melekleri, içinde köpek bulunan bir eve girmezler. 173
Kalp bir evdir. Meleklerin girip eser bıraktıkları ve yerleşmek istedikleri bir mahâldir. Ucûb, kibir, hased, kin, şehvet, gazab ve benzeri rezil sıfatlar ise, uluyan köpeklerdir. Bu köpeklerle dolu olan bir yere melekler nasıl girer? Halbuki, Allahü teâlâ'nın nûru da insanların kalbine melekler vasıtasıyla ilka edilir.
Hiçbir insan yoktur ki, Allah'ın onunla (doğrudan doğruya) konuşması olsun. Ancak vahiy ile veya perde arkasından; yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi suretiyle olur. Çünkü o çok yücedir, hikmet sahibidir. (Şûra/51)
İşte böylece ilim rahmetini, kalplere doğrudan doğruya ilka etmez. O rahmeti, yani ilim rahmetini bu mevzuda vazifeli olan melekler vasıtasıyla gönderir. Melekler her türlü kötü ve çirkin sıfatlardan beridirler; pâk ve temizdirler. Onlar ancak güzeli seyrederler, yanlarındaki Allah'ın rahmetinin hazinelerinden ancak temiz yerleri tâmir ederler.
Sakın benim 'Beyt'ten gaye kalptir, Kelb'en (köpekten) de gaye, gazab ile çirkin sıfatlarıdır' dediğim zannedilmesin.
Ben sadece hadîsteki Beyt kelimesinden kalp, Kelb kelimesinden de kötü sıfatların kasdolunduğunu söylemeye çalışıyorum. Sözünü ettiğim terimler, işte bu mânalara işaret ediyor. Zâhirî tâbirleri bâtına mâletmekle, 'Bâtına işaret ediyor' demek arasında büyük bir fark vardır. Zira ikincisinde, zâhirî zâhir olarak kabul ediyor, 'Bunda bâtına işaret vardır' diyorsun. İşte bu incelikten dolayı bâtınîlerden ayrılmış olursun. Çünkü bizim yaptığımız iş, ibret almaktır. Bu ise kâmil âlimlerin mesleğidir.
İbret almanın mânası, zikredilenin öz mânâsında durdu rulması demektir. Nitekim akıllı bir kimse başkasının başına gelen musibeti gördüğü zaman, o musibetten kendisi bir ibret dersi alır. Yani o musibet, kendisinin uyanmasına vesile olur. Çünkü kendisi de bir insandır ve başka insanların başlarına gelen musibetler kendi başına da gelebilir.
Bu dünya inkılâbların arefesindedir. Bu musibetin başkasından sana gelmesi, senden de başkalarına gitmesi daima mümkündür; hatta mukadderdir. Onun için de ibret dersi almak, çok akıllıca ve güzel bir hareket olur. O halde sen de insanın evi olan, Beyt'le tâbir edilen zâhirden, Allah'ın manevî evi olan kalbe geç! Kendisinde bulunan yırtıcılık ve necis sıfatından (suretinden değil) ötürü zemmedilen Kelb tâbirinden köpekleşmiş ruhlara geç!
Gazab, oburluk, dünyaya yapışmak ve insanların hayâlarını yırtmaya çalışmak gibi çirkin sıfatlarla dolu olan bir kalp mânen köpektir. O halde basiret nûru, suretleri değil, mânâları arıyor. Bu âlemde suretler, mânâlara galip gelmiş ve mânâlar suretlerin içinde kaybolup gitmiştir.
Âhirette ise tam tersi olacak, suretler, mânâların içinde kaybolarak mağlup olacaklardır. O âlemde mânâ tam kemâliyle galip gelecektir. İşte bu sır ve hikmete binaendir ki, her şahıs manevî sureti esas alınarak haşrolunur.
İnsanların namus perdesini yırtanlar, saldırıcı bir köpek, insanların mallarına ve mülklerine göz diken oburlar ise, saldırgan kurtların suretine bürün dürülerek haşrolunacaklardır. Dünyada, diğer insanlara karşı gurur ve kibir taslayanlar, âhirette kaplan suretine sokularak haşrolunacaklardır. Riyaset peşinde koşanlar ise, aynı muameleye arslan şeklinde tâbi tutulacaklardır. 174
İşte böylece, bu mânâları ifade eden birçok hâdisler vârid olmuştur. Basiret sahibi insanların gözleri de bunları müşahede etmiştir.
Eğer 'Nice bozuk ahlâklı talebeler vardır, bunların hepsi de ilim tahsili yapmıştır?' dersen şöyle cevap veririz: Böyle bir kimse, âhirette kendisine yardım ve saadetini temin edecek hakikî ilimden mahrum kişidir. Bu kişi nerede, hakikî ilim tahsili nerede? Zira hakikî ilim, insana daha başlangıçta günahları öldürücü birer afet olarak gösterir. Acaba bir şeyin, öldürücü zehir olduğunu bile bile o zehiri yutanları hiç gördün mü?
Zâhirî ilimlerin şekilciliğine dalanlardan dinlediğin ilim ise, dilleriyle söyleyip, kalpleriyle reddettikleri bir ilimdir. Bunun, uzaktan ve yakından, ilimle hiçbir ilgisi yoktur.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'İlim çok rivâyetten ibaret değildir. İlim ancak bir nûrdur ve kalbe atılır
Bir âlim 'İlim Allah'tan korkmaktan ibarettir' demiştir.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah'tan kulları içinde, ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar. (Fâtır/28)
Sanki Allahü teâlâ bu ayet-i celîlesiyle, ilim meyvelerinin en âlâsına işaret buyurmaktadır.
Bu sır ve hikmet, tahkik ehlini şöyle konuşturmuştur: Alimlerin 'Biz ilmi Allah'tan başkası için öğrenmek istedik, fâkat ilim Allah'tan başkası için kimsenin malı olmadı; ancak Allah için olduğu takdirde insana râm oldu' sözünün mânâsı; 'Allah'tan başka bir maksat için öğrenmek istediğimiz ilim bizden uzaklaştı, hakikatini bize göstermedi. Biz onun ancak kabuğunu ve lâfızlarını elde ettik' demektir.
Eğer 'Ben muhakkik ve fakih âlimlerden bir cemaat gördüm, fürû ve usûl ilimlerinde çok derinleşmiş ve hattâ en gözde âlimlerden sayılmışlardı. Fakat onlar çirkin ve kötü ahlâkların hepsinden arınmış değillerdi' dersen şöyle cevap veririz: İlimlerin mertebelerini ve âhiret ilmini bildiğin zaman malûmun olur ki, böyle âlimlerin uğraştığı ilimler, ilim olarak faydasızdır. İlmin zenginliği, bilinenin Allah için tatbik edilmesindendir. İlimle, Allah'a yaklaşmak kastolunduğu takdirde; onda büyük faydalar vardır. Bu meseleye daha önce temas edilmişti. Daha geniş izahât, Allah'ın izniyle, ilerideki sayfalarda verilecektir.
2. İkinci vazife ise, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmak, ehlinden ve vatanından uzaklaşmaktır. Çünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı başka şeyleri yapmaktan alıkoyar. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. 175 (Ahzab/4)
Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakîkatların anlaşılması da o nisbette zorlaşır. Bu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdir. İlim, senin tamamını almadıkça birazını bile sana vermez. Ona tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine şüphelidir'.
Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış sulara benzer. Çeşitli arklara dağılmış suları arklar emer, emilmeyen sular da buhar olup uçar. Ekinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir damla bile kalmaz.
3. İlim talep eden, ilme karşı kibirlenmemeli ve hocasına karşı her zaman emre âmâde bir tavır içinde bulunmalıdır. Kendisini hocasına teslim etmeli, hocasının söylediklerini can kulağı ile dinlemelidir. Nasıl ki bir hasta, doktorunun söylediklerini can kulağı ile dinleyip, dediklerini harfiyyen yerine getiriyorsa, ilim öğrenen talebenin durumu da aynen bilgisiz bir hastanın bilgin ve şefkatli doktorun önündeki durumuna benzemelidir. Talebe, hocasının önünde birşey bilme ukalâlığına düşmemelidir; yalnız dinleyip öğrenmeye bakmalıdır. Hocasına daima mütevazi davranmalı, hocasına hizmet etmeyi kendisi için en büyük bir şeref bilmelidir.
Şa'bî176 şöyle anlatır: Zeyd b. Sâbit bir cenaze namazını kıldırdıktan sonra kendisini bir katıra bindirmek istediler. Orada bulunan İbn-i Abbâs, âlim olan Zeyd'in üzengisini tuttu: Zeyd 'Ey Allah Rasûlü'nün amcasının oğlu! Üzengimi bırak; senin gibi şerefli bir insanın üzengimi tutması bana çok ağır geliyor' dedi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber bize, âlimlere hürmet etmemizi emretti' diye cevap verdi. Bunu duyan Zeyd, eğilip İbn-i Abbâs'ın elini öptü ve 'Kendi ehl-i beytinin elini öpmemizi de bize emir buyurmuştur' diye karşılık verdi. 177
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Temellik (dalkavukluk) Mü'minin ahlâkından değildir. Fakat ilim tahsil eden talebe, hocasına temellük edebilir. 178
Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, talebe hocasına karşı asla başı dik olmamalıdır, saygıda bir an bile kusur etmemelidir.
Hocasından değil de, şöhretli kişilerden istifadeye kalkışmak, talebenin hocaya karşı böbürlenmesidir. Böyle bir hareket, talebenin aynı zamanda bir ahmak olduğunu da gösterir. Zira ilim, kurtuluş ve saadete ulaşma vesilesidir. Bir canavardan kurtulmanın yolunu, ister meşhur bir kişi göstermiş olsun, isterse nâmı şânı duyulmayan bir insan, ikisinin arasında hiç bir fark yoktur.
Ateşin, Allah'ı bilmeyenlere saldırması; canavarın insanlara saldırmasından daha şiddetli olduğuna göre, onu bu ateşten kim kurtarırsa onun en büyük hocası odur. Hikmet (ilim) Mü'minin kaybetmiş olduğu malıdır; onu nerede görürse hemen malına sahip çıkar. Onun için o malı ona kim verirse versin, veren teşekküre hak kazanmış kişidir. İşte bu sırrı anlatabilmek için şöyle denildi: 'Kibir sahibi bir gence, ilim savaş açar; aynen suyun kendisini tutmaya çalışan tümseklere savaş açması gibi. .
İlme sahip olmak için, hocayı can kulağı ile dinlemek ve mütevazi olmak lâzımdır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak ki bunda kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır. (Kâf/37)
Ayette geçen 'Kalbi olan' tâbiri ile; ilimde anlayışlı ve kabiliyetli olmak kastolunmaktadır. Fakat sadece anlayış ve kabiliyet kifayet etmez; huzur-u kalp ile hocayı dinlemek gerekir. Hocanın sözlerindeki ilmin inceliklerine iyice vâkıf olmaya gayret etmelidir. Hocayı iyi dinler, tevazu gösterir, istifade ettiğinden dolayı teşekkürlerini izhar ederse ve böyle bir hocanın talebesi olmaktan duyduğu şerefi ve hocasına minnettarlığını bildirirse ancak, işte o zaman tam mânâsıyla ilimden istifade edebilir.
Talebe hocaya karşı tıpkı yağmura susamış bir çorak arazi gibi olmalıdır. Çorak bir arazi, nasıl ki üzerine düşen yağmuru hemen emerse, talebe de hocasının ilmini öylece yutmalıdır. Hocası kendisine öğretmek kasdıyla birşey söylerse hocasının sözünü tutmalı, şahsî fikirlerini bırakarak hocasının fikrine sarılmalıdır. Zira hocasının yanlış sözü kendi doğru bilgisinden daha hayırlıdır. Çünkü deneme, insanı garip ve menfaati büyük olan inceliklere vâkıf edebilir. Ateşi çok yükselmiş nice hastalar vardır ki, doktor onun ateşini başka bir ateşle yükseltmeye kalktığı zaman bunu anlamayanlar taaccüb eder ve itiraz etmeye kalkarlar. Halbuki doktorun verdiği hararet vücuttaki hararetle birleşir ve hastanın bünyesi doktorun sonradan vereceği ilâçlara mukavemet edecek kuvveti kazanır. Doktorun böyle bir muameleye girişmesi, tebabet ilminden haberi bulunmayan birine çok tuhaf görünebilir.
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsa ile Hızır arasında geçen kıssada şöyle demektedir:
Hızır şöyle dedi: 'Doğrusu sen benimle olmaya asla sabredemezsin. İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredebilirsin?' (Kehf/67-68)
Daha sonra Hazret-i Hızır, Hazret-i Mûsa'nın kendisiyle arkadaşlık yapabilmesi için şu şartı ileri sürdü:
Hızır dedi ki: O halde bana tâbi olacaksan; ben sana birşey söylemedikçe, sen bana hiçbir şey sormayacaksın' (Kehf/ 70)
Fakat Hazret-i Mûsa sabredemeyerek yol boyunca Hızır'ı suale tâbi tuttu ve sonunda bu sabırsızlığı ikisinin arkadaşlığına son verdi. Sonuç olarak; hocasının görüş ve iradesinden başka görüş ve iradeye sahip olan talebenin feyizden mahrum olduğunu ve zarara düştüğünü bil!
"Allahü teâlâ 'Eğer bilmiyorsanız ehlı-i zikirden sorun' (Nahl/43) buyurarak bizi öğrenmeye teşvik ediyor" dersen doğru bir söz söylemiş olursun. Çünkü bu böyledir, hepimiz öğrenmekle mükellefiz. Fakat bir talebe hocanın izin vermesi hâlinde sorabilir. Zira talebe kendi kendine istediği gibi sual sorma hakkına sahip olursa, henüz kavrama imkânından yoksun olduğu meseleleri sorar, bu ise zararlıdır. Hazret-i Hızır'ın Hazret-i Mûsa'yı, kendisi konuşmadan sual sormaktan men edişi bu hikmeti göstermektedir. Demek ki hoca, hangi ilmi daha iyi kavrayacağını talebeden iyi bilir; talebenin hangi bilgiyi, ne zaman öğreneceğini daha iyi anlar. Eğer hocası daha aşağı bir seviyeden başlatmışsa, daha yukarı bir seviyedeki bilgiyi alma zamanı gelmemiş demektir.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Fazla sual sormamak, sorulan suale râzı olmak, hoca yorulduğu zaman onu cevap vermeye zorlamamak, kalkıp gitmeye çalıştığı zaman eteğine sarılıp onu durdurmaya çalışmamak, gizli yanlarını halka ifşa etmemek, yanında kimseyi çekiştirmemek, yanılmayı kabul ederek, yanıldığı zaman mâzeretini kabul etmek; evet bütün bunlar bir âlim kişiye gösterilmesi lâzım gelen hürmet ifadeleridir. Âlime hürmet etmek, herkesin vazifesidir. Âlim Allah'ın emrini muhafaza ettiği müddetçe senin de ona Allah için hürmet göstermen, önünde diz çöküp oturman, şayet ihtiyacı varsa ona herkesten önce hizmet etmeye koşman senin üzerine vazifedir'.
4. İlim isteyen bir kimse, ilk zamanlarda, ihtilâflı konulara kulak vermekten çekinmelidir. Üzerinde ihtilâf olan şey ister dünya ilmi olsun, isterse âhiret ilmi. . . Çünkü ihtilâflı konular, ilme yeni muhatab olan talebenin aklını karıştırır, zihnini bulandırır, görüş hususundaki iradesini zayıflatır. İdrâk ve itidal yönünden ümitsizliğe düşer.
İlim denizinin başlangıcında olan kimseye uygun düşecek hareket, hocası yanında makbul bir mertebeye çıkmaktır. Doğru, güzel ve bir tek yolu adamakıllı öğrenmektir. Bunu öğrendikten sonra, mezhepler arasındaki fikir ayrılığına kulak verip, bu ihtilâfların inceliklerini keşfetmeye bakmalıdır. Şayet hocası bir görüşün tek başına savunucusu değilse ve hocasının âdeti, mezheplerin görüşünü olduğu gibi nakletmek, bunların görüşleri hakkında leh ve aleyhdeki delilleri serdetmek ise, böyle bir hocanın sohbetinden sakınmalı ve yanından uzaklaşmalıdır. Zira böyle bir hoca, insanı irşad etmekten ziyade dalâlete sürükler. İki gözü kör olan bir adamın körlere yol göstermesi mümkün müdür? Müstakil görüş sahibi olmayan bir kimse cahildir, cahil bir insanın ilim verebilmesi ise mümkün değildir.
Tahsile yeni başlayan bir talebeyi, ihtilâflı ve şüpheli konulardan uzak tutmalıdır. Onu böyle konulardan menetmek, tıpkı yeni müslüman olan bir insanı, eski arkadaşları, milleti ve kâfirlerden uzak tutmaya benzer. Aklı ve idrâki sağlam bir talebenin ihtilâflara dalmasını ve şüpheli konulara girmesini teşvik etmek ise, âdeta îmanı kuvvetli bir insanın kâfirlerle haşır-neşir olmasını temin etmeye çalışmak gibidir. Bu sır ve hikmete binaendir ki, korkak bir kimsenin kâfir saflarına hücum etmesi yasaklanmış; fakat bahâdır bir kişinin ise, aksine, taarruz etmesi teşvik edilmiştir. Bu incelikten haberdar olmayan zayıf kimseler, îmanı sağlam insanlar için yapılması câiz olan ve teşvik edilen kolaylığın kendileri için de caiz olduklarını zannederler. Bunlar bilmezler ki, kuvvetli insanlarla zayıf insanların yapacakları şeyler başkadır. Çünkü kuvvetli ile zayıf arasında büyük fark vardır.
Bir âlim şöyle buyurmuştur: 'Beni ilk gören dost, sonradan gören zındık oldu zanneder'. Çünkü neticede ameller insanı içe yöneltir; farzlar hariç, bedeni ameller tamamen durur. Bu durumu görenler atalet, tembellik ve ihmalkârlık zannederler. Aslında durum onların gördüğü gibi değildir. Belki o, kalbî amellerin en faziletlisi olan zikirle ve müşahedeyle meşguldür.
Zayıf bir kimsenin, zâhirde düşüş gibi görünen büyük insanların hâline ve hareketine kendini uydurması, tıpkı bir miktar necasetin bir testi suya veya bir okyanusa karıştırılmasına benzer. Biraz necaset testideki suyu necis yapar, ama okyanusu asla! İşte zayıf bir kişinin hâli 'ınadem ki o necis olmuyor, ben de necis olmam' diyen testinin hâline benzer. . . Halbuki bu insanda birazcık idrâk olsaydı, azıcık bir necasetin okyanusun istilâsıyla onun sıfatına dönmüş olacağını bilmesi lâzımdı. Kendi testisine düşen necaset ise, testiyi kendi sıfatına dönüştürür; bu çok açık görülen misallerden biridir.
Bu hikmeti ifade etmek için, Allahü teâlâ'nın, Rasûlü'ne vermiş olduğu bazı ruhsatları diğer kullara vermediğine işaret edebiliriz. Başkalarına dört kadından fazlasıyla evlenme mübah kılınmadığı halde Allah'ın Rasûlü'ne bu hususta ruhsat verilmiştir:Hatta dokuz kadınla evlenmesi kendisine mübah kılındı. . . 179
Zira ondaki kuvvet, dokuz kadına âdil davranabilmesi için yeterliydi. Onda bulunan kuvvet kaç kadın olursa olsun, zulme uğratmayacak derecedeydi. Hazret-i Peygamberden başkaları ise bu kuvvetten yoksun oldukları için; Rasûl'ün tatbik ettiği adaletten birazını bile tatbik etmekten mahrumdular, onun için kadınlar arasındaki geçimsizlik, onları yiyip bitirir; hatta onları memnun edebilmek gayreti, maâzallah insanı Allah'a bile isyan ettirebilir.
Melekleri, demircilerle kıyas eden bir kişi hiç felâha kavuşabilir mi?
5. Talebe, faydalı ilimleri, hiç birinden fedakârlık yapmadan öğrenmeli ve her birinden kendi maksadına yardım edecek derecede istifade etmeye bakmalıdır. Şayet ecel kendisine mühlet verirse, o ilimlerde de derinleşmeye bakmalıdır. Şayet onların hepsiyle birden meşgul olmak imkânına sahip değil ise, kendisine daha uygun olan birisinin üzerinde çalışıp, onu elde etmeye bakmalıdır; diğerlerinin de güzel yanlarını almak şartıyla. . . Zira ilimler birbirine bağlıdır ve biri diğerine yardımcıdır. Tam mânâsıyla meşgul olmak imkânı bulamadığı ilimler hakkında birazcık olsun haberdar olması, en azından onların aleyhinde bu lunmasına mâni olur. Çünkü insanın en kötü tarafı, bilmediğine düşman kesilmesidir.
Allahü teâlâ, kişinin bilmediğine düşman kesildiğini şöyle ifade buyuruyor:
Bir de kâfirler îman edenler hakkında şöyle dediler: 'Eğer o (peygamberin dini) iyi olsaydı bizden evvel (fakirler ve biçâreler) ona koşmazlardı. Böyle demek suretiyle maksatlarına erişemeyince de (Kur'ân'ı inkâr etmek için) şöyle diyecekler: 'Bu Kur'ân eski bir yalandır'. (Ahkaf/11)
Şâir, bu hakikati ne güzel dile getirmiş: 'Hasta ve buruk ağızlı birine, en tatlı su bile acı gelir'.
İlimler derecelerine göre, ya insanoğlunu Allah'a götürür veya onun gidişatına bir bakıma yardım ederler ki, bunun da hedefe yaklaştırma ve uzaklaştırma açısından birçok mertebeleri vardır. Bu ilimleri bilenler âdeta hudutta nöbet bekleyen askerler gibidir. Her birinin ayrı mertebesi vardır. Eğer o mertebelerden Allahü teâlâ'yı razı etmek kastediliyorsa ona göre sevaba nail olunur.
6. Talebe birdenbire ilmin herhangi bir dalma dalmaya bakmamalıdır. Derinliklere inebilmek için gerekli tertibe riayet etmeli ve ilk önce en önemli noktadan işe başlamalıdır.
Çünkü insanoğlu bütün ilimleri bir ömre sığdırmaya muktedir değildir; öyleyse akıllıca hareket etmeli ve herşeyin en güzelinden işe başlamalıdır. Başladığı işin azıyla iktifa edip, bütün gücünü kendisine kolay gelen herhangi bir ilme sarfetmelidir.
İlimlerin en şereflisi de âhiret ilmi olduğundan böyle bir kişi, gücünü, bu ilmi öğrenmeye sarfeder. Pek tabii olarak âhiret ilmi ile kasdettiğimiz, muamele ve mükâşefe ilimleridir. Muamele ilminin hedefi mükâşefedir. Mükâşefenin hedefi ise Allah'ı bilmektir. Ben âhiret ilmi derken halkın anladığı itikad meselelerini kasdetmiyorum. Halk tabakasına, o meseleler ister ecdadından intikal etsin, isterse yeni çıkmış olsun netice birdir.
Âhiret ilminden gayem, kelâm ilminin yazışma yolu ile hasımların desiselerinden kelâmı korumak için va'z edilen mücadele yolu değildir. Bu sözdeki gayem, Allah tarafından mücahede vesilesiyle içi kötülüklerden temizlenmiş bir kimsenin kalbine atılan nûrun meyvesi ve semeresi olan yakîn ilmidir. Öyle ki, kişi bu yakîn sayesinde Ebû Bekir Sıddîk'în mertebesinden payesini alsın. Hazret-i Ebû Bekir ki (peygamberler hariç) bütün kâinatın îmanı terazinin bir kefesine, onunki öbür kefesine konsa, onunki ağır basardı. Buna Allah'ın Rasûlü bizzat şehadet etmektedir. Benim telâkkime göre, halkın inancı ile kelâncının inancı arasında hiçbir fark yoktur. Fakat "kelâmcıların tertib ve tahririne kelâm adı verilerek halkın inancından ayrı bir havaya bü ründürülmüştür o kadar. . .
Şayet kelâmcının gayreti yüksek derecelere çıkmaya vesile olsaydı, bunlardan mahrum olan Ömer, Osman, Ali ve diğer bütün sahabîlerin bu derecelerden mahrum kalmaları gerekirdi. Hazret-i Ebû Bekir'i (radıyallahü anh) diğer sahabîlerden üstün yapan kelâm değil, kalbinde bulunan ve katiyyen sarsılmayan İmâm elde etmesidir. Bu gerçekleri Hazret-i Peygamberden (sallâllahü aleyhi ve sellem) dinleyip ehemmiyet vermeyenler ve bildiklerini okuyanlar, ne garip in sanlardır!. .
Bu garipler 'Bütün bu sözleri sûfîler uydurmuştur, bunların hiçbiri akla uygun düşmüyor, onun için böyle sözler hakkında teenniyle hareket etmeli veya bunlara hiç itibar etmemelisin' diyerek sermayeni zâyi ederler ve böylece işin içinden çıkmış oldukları vehmine kapılırlar.
O halde ey hakkı aramaya tâlib olan kişi! Kurtuluşu, fakih ve kelâmcıların vâkıf olamadıkları sırları aramaya koyulmakla elde edebilirsin. Bilmiş ol ki, bunu bulabilmen için çok gayret sarfetmen gereklidir.
Kısaca, ilimlerin en şereflisi ve bütün ilimlerin hedefi mârifet ilmine sahip olmaktır. Bu mârifet ilmi öyle bir deryadır ki, onun derinliğine hiçbir zaman vâkıf olunamadığı gibi, idrâk ile de ölçülemez. . . Bu derinliklere ancak en yüce peygamberler varabilir. Sonra veliler, onları tâkiben de bu yüce kişilerin ardından giden âlimler bu derecelere varırlar.
Rivâyet edilir ki, bir mâbedde iki hâkimin heykeli bulunmuş. Birinin elindeki levhada şunlar yazılıymış: 'Sen her şeyi iyi bildiğini zannediyorsun. Unutma ki, Allah'ı ve herşeyin yaratıcısı ve bütün eşyanın yaratıcısı olan kudreti idrâk etmeden herşeyi tam mânâsıyla bilemezsin!'
Diğerinin elindeki levhada da şunlar yazılıymış: 'Allah'ı bilmeden evvel, susayınca herşeyi içerdim; fakat Allah'ı bildikten sonra susuzluğum bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gitti'.
7. İlk önce öğrenilmesi gerekeni öğrenmeden bir diğer ilme atlamalıdır Zira ilimlerde tâkip edilmesi zarurî olan tertibler, sıralar vardır. Bir kısmı diğer kısmına yol açıcı mahiyettedir. Tertib ve sıraya riayet eden talebe muvaffak olma yolunda demektir.
Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, o kitabı gereği gibi okurlar. İşte onlar tahrif etmeksizin kitaplarına îman edenlerdir. Her kim de kitabı inkâr eder veya değiştirirse, işte onlar dinlerinde ziyan edenlerdendir. (Bakara/121)
Yani bir ilmi veya fenni gereğince öğrenmedikçe başka ilim veya fenne geçmezler. O halde talebenin, okuduğu ilmi güzelce kavrayıp, ondan sonra bir üst derecede bulunan ilme varmaya çalışması gerekir.
Bir talebenin, herhangi bir konuda ihtilâf eden âlimlerin bu ihtilâflarına bakıp böyle bir ilmin fâsid olduğuna hükmetmemesi lazımdır. Çünkü ihtilâf, ilmin kendisinde değildir. Belki o ilim üzerinde âlimlerin yanılmış olduğunu kabul etmek, daha doğru bir harekettir. Fakat âlimlerin, ilmin icablarına uygun hareket etmediklerine karar vermek de doğru değildir. Zira birçok cemiyetleri görürsün ki, aklî ve naklî ilimlerde düşünmeyi bile terketmişlerdir. Kendilerini mâzur gösterecek şöyle bir gerekçe ileri sürmüşlerdi: 'Şayet bu ilimlerin aslı esası olsaydı erbabları ihtilâfa düşmezlerdi. . . '
Bu şüpheler Mi'yar'ul-ulûm adlı eserimizle izale edilmiştir. İsteyenler oraya bakıp şüphelerden kurtulmaya çalışabilirler.
Başka bir grup daha vardır ki, doktorların yanıldığına şahid oldukları zaman tıp ilminden şüphe etmeye başlarlar. Bazı gruplar da, bir müneccimin sözü tesadüfen doğru çıktığı zaman astroloji ilmini en üstün ilim saymıştır. Başka bir grup ise müneccimin yanıldığını görür, topyekûn astrolojiyi inkâra sapar. İşte bütün bu gruplar yanlış görüşlere saplanmışlardır.
En lâyık ve uygun olanı şudur: Bir şeyin her şeyden evvel özü bilinmelidir. Böyle bir bilgi sahibi olunduğu zaman anlaşılır ki, bir kişinin, bütün ilimleri, tek başına ihâta etmesine imkân yoktur. Ancak bu mütearife çapındaki ölçüye sahip olunduktan sonra doğru hükme varılabilir.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ne güzel söylemiştir: 'Hakkı kişilerin şahsıyla değil, hak olduğu için kabûl et. Eğer hakka hak olduğu için değer verirsen, o hakkı kimlerin bildiğini de müşahede edebilirsin'.
8. En faydalı ve şerefli ilimlerin bilinmesine vesile olan unsurları öğrenmelidir. Öğrenilmesi gereken ilimler derken iki unsuru kastediyoruz:
a) Tıp ve din ilmi gibi semeresinin şerefi
b) Delilin kuvvetli olması
Bu ilimlerden birinin gayesi ebedî; öbürünün ise fânî ha yattır. Böyle olunca din ilmi daha şereflidir. Bir de matematik ve astronomi gibi ilimler vardır. Matematik ilmi, delilleri daha kuvvetli olduğu için, astronomi'den daha şereflidir. Fakat tebabeti matematikle kıyaslarsak neticesi bakımından tıp ilminin daha şerefli olduğunu söyleriz. Fakat delil bakımından matematik daha şerefli bir yer işgal eder. Ancak semerenin, delilden daha kıymetli oluşu, şeref bakımından da yüksekliğine delâlet eder. Onun için neticeyi, daha itibarlı kabul etmek, mantıkî ve evlâdır. Bu sebeple daha ziyade nazariye üzerine bina edilmiş olduğu halde tıp ilmi, matematik ilminden daha şerefli sayılmıştır.
Bu izahatımızdan sonra iyice anlaşılıyor ki, ilimlerin en şereflisi Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini bildiren ve bu gayeye götürücü yolları gösteren ilimdir. Öyleyse ey ilim talibi! Bu ilimden başka ilimlere, şiddetli bir şekilde talip olma; bütün gayen, bu en şerefli ilmi elde etmek olsun!
9. Talebenin, talebeliğinin başlangıcında, gayesi iç âlemini faziletlerle süslemek, ileride ise Allah'a mânen yaklaşmak ve mele-i âla diye ifadelendirilen melekler; ve dergâh-ı izzete yakın olan varlıkların komşuluğuna yükselmek olmalıdır.
Öğrenci hiçbir şekilde ve hiçbir zaman öğrendiği ilimle, rütbe, servet ve riyaset peşinde koşmamalıdır. Akranlarına karşı böbürlenerek sefihler derekesine düşmemelidir.
Öğrenci, evvelce de belirttiğimiz gibi, hiç şüpheye düşmeden kendisi için makbul olanı talep etmelidir ki, bu talep edeceği de âhiret ilminden başkası değildir. Bu ilmi talep eder, fakat diğer ilimleri de hakir görmez. Yani âhiret ilmini talep ettikten sonra, 'Bundan ötesi fetva, nahiv ve lûgat ilmi imiş, bunların hiçbir kıymeti yoktur' diyerek onlara hakaretle bakmamalıdır.
Talebenin, Kur'ân ve hadisle münasebeti bulunan nahiv ve lugat ilmini hakir görmemesi gerektiği gibi, diğer ilimleri de hakir görmemelidir. Biz bu ilimlerin neler olduğunu farz-ı kifaye bölümündeki ilimlerin çeşitlerini bildirirken, ibarelerin başlangıcında ve sonunda zikretmiştik.
Âhiret ilmini fazla övdüğümüze bakıp, diğer bütün ilimleri hakir gördüğümüzü zannetme! Zira ilim taşıyanlar, aynen İslâm devletinin hudutlarını bekleyen askerlere benzerler. Tıpkı Allah yolunda savaşan ve nöbet tutan gaziler gibidirler. Bu gazilerin bir kısmı muharebe meydanlarında harbeder, bir kısmı ise harbedenlere yardımcı olur. Bir kısmı muhariblere su taşır, bir diğer kısmı ordunun ağırlığını; yani hayvanlarını ve yiyeceklerini bekler. Bunların hiçbiri i'lâ-yı kelimetullah'tan ayrılmadıkça, cihad sevabından mahrum kalmaz. Yeter ki, gaye sadece ganimeti elde etmek olmasın! İşte ilimler de böyledir.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah, îman edenlerinizi yükseltir. Kendilerine ilim verilenler için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)
O emin kimseler, Allah katında derece derecedirler. Allah emin ve hâin kimselerin yaptıklarını hakkıyla görür. (Âl-i İmrân/163)
Demek ki fazilet nisbîdir. Padişahlarla kıyasladığımız zaman hakir gördüğümüz sarraflar, çöpçülerle mukayese edildikleri zaman ne kadar üstün olurlar. Öyleyse en üstün dereceye yükselmeyen birinin kıymetsiz bir kişi olduğunu zannetme! Zira en yüce mertebe peygamberlerin, sonra evliyaların, sonra ilimde rüsuh kesbeden âlimlerin, sonra derece derece sâlihlerindir.
Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. (Zilzal 7-8)
İlmiyle Allahü teâlâ'nın rızasını kastedenin (hangi ilim olursa olsun) ilmi, kendisine menfaat verir ve onu hiç şüphesiz üstün makamlara yüceltip sayısız ecirler kazandırır.
10. Talebe ilimlerin maksada ulaştırıcı olan nisbetlerini bilmelidir ki, yüce ve yakın olanı değersiz ve uzak olana; önemli olanı da önemli olmayana tercih edebilsin. Önemli olan ile kasdettiğimiz mânâ, seni en fazla alâkadar eden, sana en yakın olan şeyler demektir. Seni en yakından ilgilendirmesi gereken şey ise dünya ve âhiretteki durumundur.
Kur'ân'ın buyurduğu ve ayn'el-yakîn'e varmış olanların keşiflerinde müşahade ettiği gibi; dünya ile âhireti imtizaç ettirebilmek ve bir araya getirebilmek mümkün olmadığı takdirde, unutma ki bu ikisinden, senin için bir misafirhane olur. Beden bir merkeb, ameller ise maksada doğru atılan adımlardır. Maksat ise, Allah'a mülâki olmaktan başka birşey değildir. Öyleyse bu konuşmamızda zikrettiğimiz şeyler bütün nimetleri içine alır; fakat bu ilmin kıymetini çok az kimse bilmeye muktedir olmuştur.
Allahü teâlâ'nın huzurunu görme saadetine ve cemalini seyretme şerefine göre ilimler üç mertebeye ayrılır. Cemâl-i ilâhînin seyrinden gaye, peygamberlerin istediği ve anladığı seyirdir. Halk tabakasının ve kelâmcıların anladığı seyir ise bâtıldır. Bu mertebeleri aşağıda vereceğimiz misalle anlatabiliriz: Azâd edilmesi ve mülk sahibi olması için hacca gitmesi istenen bir köleye şöyle denilir: 'Eğer bütün rükünlerini edâ etmek suretiyle hac farizasını yerine getirirsen, hem âzâd edileceksin, hem de mülk sahibiolacaksın. Fakat hac etmek üzere hazırlıklarını tamamlayıp yola koyulduğun zaman, yolda önüne birtakım mânialar çıkarsa sadece âzâd olur ve kölelik felâketinden kurtulursun; fakat mülk sahibi olmak saadetine ulaşamazsın'.
Böyle bir insan üç şekilde çalışmak mecburiyetindedir:
A. Bir binek almak; azığını ve su kabını hazırlamak
B. Vatanından ayrılarak Kâbe cihetine doğru hareket etmek
C. Hacda, haccm rükünlerini arka arkaya yerine getirmek ve bu işleri bitirdikten sonra ihramı çıkarıp geri dönme hazırlıklarını yapmak
İşte bu şartların tahakkuk etmesi için, mülk ve hürriyete götüren sebeplerin hazırlanmasından başlar, tâ sonuna kadar devam eder. Çöllerdeki yolculukla başlar, tâ sonuna kadar. . .
Hac rükünlerinin evvelinden başlar, tâ sonuna kadar sırayla yapar.
Haccın rükünlerine başlayan bir kimsenin kendisini bekleyen saadete yakınlığı, elbette ki helâl azık, binek ve yolculuk tedbirine yeni başlamış bir kimsenin yakınlığından daha çoktur. Elbette ki, yolculuğa yeni başlamış birinin yakınlığından, hacca başlayanın yakınlığı daha fazladır. Bilfiil hac rükünlerini yerine getirmeye başlayan bir kişinin ise, gelecek saadete en yakın olması da bir gerçektir.
İlimler de üç bölüme ayrılır:
I. Azık ve binek hazırlığının yerine geçen kısımdır. Bu kısım tıp, fıkıh ve dünyada bedenin rahatlığını temin eden ilimlerdir.
II. Çölleri ve uzun yolları aşmaya hazırlık yapma devresi yerine geçen ilimdir. Bu da, bâtınını kötü sıfatların bulanıklığından kurtarmış kimseler hariç; insanı acz içerisinde bırakan o muazzam manevî geçitleri aşmak suretiyle temizlemektir. İşte bu hal, yolun sülûk hâlidir. Bu yolun ilmini tahsil etmek ise, aynen maddî yolun istikametim bilmek ve konaklarını tanımak gibidir. Nasıl ki konakları bilmek ve yollara âşina olmak, yola çıkmadan bir fayda temin etmezse, tıpkı bunun gibi temiz ahlâk sahibi olmadan da bahsettiğimiz manevî geçitleri aşmak mümkün değildir.
III. Haccın ve hac erkânının yerine geçen bölümdür.
Bu kısım, Allah'ı, O'nun sıfatlarını, meleklerini, fiillerini ve keşif ilmi bölümünde zikrettiğimiz hususların bütününü bildiren ilimdir. İşte bunları öğrenmek ve yapmakta şayet Allahü teâlâ'nın rızası içinse kurtuluş ve saadet vardır. Saadeti elde etmek, ancak Allah'ı bilene, Allah'ın manevî komşuluğuna erene, ebedî rızık ve nimetlere nail olana müyesser olur. . . Kemâl derecelerinin zirvesine ulaşmaktan menedilenler ise, onlar için ancak mücerred kurtuluş ve selâmet vardır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ölen o kişi, hayırda ileri geçenlerden ise artık onun için bir rahatlık, hoş bir rızık ve nâim cenneti vardır. Fakat amel defterleri sağdan verilenlerden ise, 'Sana selâm olsun' denir. (Vakıa/88-91)
Maksada yönelip, hedefe gitmek azminde olmayan veya hedefe doğru gidip bu gidişte gayesi Allah'ın emrini tatbik edip kulluk vazifesini ifa etmek olmayan, aksine, geçici birtakım çıkarların arkasında koşan bir kimse ise, Ashâb-ı Şimâl'den olup, dalâlete düşenler zümresinden sayılır. Bu gibiler için kaynar sudan bir ziyafet ve cehennem vardır.
İlimde rüsûh kesbeden âlimler indinde makbûl olan hakk'el-yakîn budur. Yani bu âlimler, Allahü teâlâ'yı maddî gözle değil, maddî gözlerden daha kuvvetli olan manevî gözlerle müşahede ve idrâk edip taklitten kurtulmuşlar, herhangi bir ilmi, sadece dinlemekle iktifa etmeyip, onların mânâlarına nüfuz etmeye çalışarak yüce derecelere ulaşmışlardır. Onların hâli, söylenenleri tasdik eden, aynı zamanda elzem görerek bilen insanların hâli gibidir. . .
Böyle olmayanların hâli ise, güzellik ve doğruluk sayesinde kabul eden kimsenin hâlidir. Böyle kimseler hakikati müşahede edememişler ve yakîn mertebesine ulaşamamışlardır. O halde saadet, mükâşefe ilminin ötesinde; mükâşefe ise âhiret ilmine talip olduktan sonra elde edilen muamele ilminin ötesindeki geçitleri geçtikten sonra kavuşulan bir nimettir.
Ayrıca çirkin sıfatların silinmesi için gidilmesi gereken yol, sıfat ilminin ötesindedir. Tedavi yolu ve bu yolda nasıl hareket edileceğini bildiren ilim ise, beden selâmeti ilminin ve yardımcısı olan sıhhat sebeplerinin ötesindedir.
Mesken, yiyecek ve giyeceğe götüren yaklaşma ve yardımlaşma ile sadece bedenin sağlığı korunabilir. Bu ise, devletle, insanları siyaset ve adalet yolu üzerinde fıkıh kaideleriyle zapteden devlet kanunlarıyla alâkalıdır. Sıhhat sebepleri tıp ilminin çerçevesi içindedir.
O halde ilim ikiye ayrılır:
1. Beden ilmi
2. Din ilimleri
Bu sözle, din ilminden fıkıh ilmini kasteden bir kimsenin fıkıhtan gayesi; halk arasında şâyi olmuş zâhirî ilimlerdir. Bâtın ve elde edilmesi çok güç olan ahlâkî ilimler değildir. Eğer 'Neden tıp ve fıkıh ilmini bir yolcunun azık ve ekmeğine benzettin?' diye soracak olursan şöyle cevap veririm: Bil ki, Allah'a yaklaşmak için O'nun yolunda adım atan kalptir, be den değildir. Kalp ile gayem elle tutulan, gözle görülen et parçası değildir. Bahsettiğim kalp, esrâr-ı ilâhiyyeden bir sırdır ve o, hislerle idrâk edilemez. Allah'ın lâtifelerinden bir lâtifedir. Bu lâtife bazan ruh ile ifade edilir, bazan da nefs-i mutmainne (itminan ve sükûna kavuşan nefis) diye belirtilir.
Şeriat buna kalp diyor. Çünkü bu sırrın ilk basamağı kalp diye isimlendirilen bir et parçasıdır. Onun aracılığı ile bütün beden o sırrı yüklenir. Bu sırrın perdesini kaldırmak ancak, mükâşefe ilmiyle mümkündür. Fakat bu ilmin yazılmasına ve söylenmesine izin verilmemiştir. Onun için bundan bahsetmek mecburiyetinde kalan kişi en fazla şöyle diyebilir: 'O çok kıymetli bir cevher ve kâinatta tertib ve tanzim edilen bütün varlıklardan çok daha şerefli ve aziz bir mücevherdir ve o, ancak Allah'ın bir emridir'.
Zaten Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'. (İsrâ/85)
Bütün yaratıklar Allah'a nisbet edilir. Fakat ruhun Allah'a nisbeti diğer varlıklardan daha uygun, daha münasib ve daha şereflidir. Hem yaratılması bakımından, hem de emri olması yönünden ruh, Allah'a aittir. Emir, yaratmaktan daha yücedir.
Allah'ın emanetini yüklenen nefis ve cevher işte bu ruhtur ve bu emaneti yüklendiği için göklerde ve yerde ne varsa hepsinden yüce ve şerefli olmuştur. Çünkü ondan gayrı bütün varlıklar bu emaneti yüklenmekten kaçınmışlardır. Zira emir âleminden korkmuşlardır. Fakat bu kadar övülüyor diye ruhun kadîm olduğu sanılmasın. Zira ruhların kadîm olduğunu iddia eden kimse, hem mağrur ve hem de ne dediğini bilmeyen cahilin birisidir.
Konumuzun dışında olan bu mesele üzerinde daha fazla durmayalım. Buradaki gayemiz şunu beyan etmektir. İlâhî bir lâtife olan kalp, Allah'a yaklaştırıcı yegâne hassadır. Çünkü Allah'ın emrindendir. Onun çıkışı emirden olduğu gibi, dönüşü de emirdir. Beden ise kalbin bineğidir. Kalp onun vasıtasıyla hareket eder. Şu halde hac yolundaki biri için deve ne demek ise, Allah yolundaki bir kalp için de beden o demektir.
Ruh bedenin muhtaç olduğu suyu taşıyan kaba benzer. Onun için bir ilim, bedenin ihtiyaçlarını gidermeye ve onu selâmette tutmaya çalışıyorsa, o ilim ruha yardım ediyor demektir. Çünkü beden ruhun hamalıdır, Tıbbın böyle bir ilim olduğu apaçık bir gerçektir. Zira insan, bedenî sıhhatini korumak maksadıyla bazen tıp ilmine müracaat etmek zorunda kalır. Yalnızken bile, insan bu ilme muhtaçtır.
Fıkıh ilmi ise, tıp ilminden şu noktada ayrılır: İnsan tek başına olduğu zaman ona muhtaç olmaz. Fakat insan öyle ya ratılmıştır ki, tek başına yaşamasına ihtimal yoktur. Zira tek başına çalışarak yaşaması için gerekli olan bütün vasıtaları elde etmeye gücü yetmez. Tek başına ziraat yapmasına, ekmek pişirmesine, pişirmek suretiyle elde edilen diğer yiyecekleri bulmasına imkân yoktur. Yine elbise, mesken ve bunları meydana getiren bütün âletleri de tek başına meydana getiremez. Öyleyse insanoğlu kendi cinsiyle karıştıkları zaman şehvetler ve arzular da çoğalır. Bu sebepten aralarında münazara ve çekişmeler başlar. Aralarındaki kavgadan zayıf düştükleri için dışarıdan gelen felâketlere karşı koyamazlar. Neticede helâk olur giderler. Nasıl ki içlerinde hayata zıt unsurlar karışan insanlar helâk olup gidiyor ise. . .
İşte tıp ilmiyle, barışık olmayan bu unsurların aralarındaki itidal muhafaza edilir. Hariçten gelen zıt cereyanların arasındaki itidal de siyaset ve adaletle muhafaza edilir. İç unsurların itidalinin yolunu bilmek tıp ilmidir. Muamele ve fiillerde insanlığın hallerini mutedil bir şekilde korumak yolu ise fıkıh ilmidir. Bütün bunlar kalbin bineği olan bedenin korunması içindir. Kişi, kalbini ıslâh etmek için nefsi ile mücadele etmezse, sadece fıkıh ve tıp ilmine kendini adarsa, böyle bir kimsenin durumu; bineğini satın alan, yediren, içiren, su kabını hazırlayan, fakat bütün hazırlıklardan sonra hacca gitmeyen kimsenin haline benzer.
Fıkıh mücadelelerinde, kullanılan kelimelerin inceliklerini bilmeye çalışmakla ömrünü geçiren bir kimse; aynen, hayatını hac yolunda su taşımaya yarayan kabı güzel bir şekilde yapmak için ömrünü geçiren, fakat buna mukabil bütün hayatı müflis bir kimseye benzer.
Bu gibilerin, mükâşefe yoluna götürücü âlet olan kalbin ıslâhına uğraşmaları ve buna nisbet edilmeleri, yukarıdaki insan tipinin hac yolculuğunu ve haccın erkânını bilfiil yapanlara nisbet edilmesi gibidir.
Herşeyden evvel bunu güzelce anlamaya çalış! Sonra, bu zahmetlere katlanan, vakitlerinin yüzde altmışını bunları anlamaya haşreden, avamın ve havassın mücerret şehvetten doğan taklitçiliğinden kurtulan kimsenin nasihatini dinle! Öğrencinin vazifesini anlatmaya bu kadar malûmat yeterlidir.
Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri
Malı elde etmek için insan dört hâl üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi, ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lâzım geldiğini bil! Mal sahibinin hâlleri şunlardır:
1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde etmek için vakit harcamıştır.
2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur.
3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat sahibi olur.
4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi cömert ve fazilet sahibi olur.
Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.
İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın, sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hâle getirmektir.
Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid kılar. . .
Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer. . Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: 'O bir fitile benzer. Fitil yanar ve başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.
Bir muallim, öğrendiklerini öğretmeye başladığı zaman büyük bir görevi omuzlarına almış olur. Bu büyük vazife de insanın en büyük şerefidir. O halde muallim, bu şerefli vazifenin âdâbını ve icablarını bilmelidir. Bilmelidir ki bu şerefi korumaya muvaffak olabilsin!
1. Bir muallim, öğrencilerine karşı gayet müşfik olmalıdır. Onları öz evlâtları saymalı ve öyle muamele etmelidir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyuruyor:
Ben sizler için, bir baba evlâdı için nasılsa öyleyim. 180
Bir muallimin başta gelen vazifesi, öğrencilerini âhiret ateşinden kurtarmaktır. Bu, bir ana-babanın çocuklarını dünya felâketlerinden korumasından daha önemlidir. İşte bu sebebe binaen muallimin insan üzerindeki hakkı, ana babanın hakkından daha üstündür.
Bir baba, varlığın ve fâni hayatın vesilesidir. Muallim ise ebedî hayatın saadetine vesile olan kişidir. Şayet muallim olmasaydı; baba tarafından elde ettirilen cehalet, evlâdı ebedî felakete götürürdü.
Uhrevî ve daimî hayatı insana tanıtan muallimdir. Muallimden gayem, âhiret ilimlerini öğreten veya dünyadaki bütün yaptıkları âhiret için olan muallimdir. Sadece kendisi için dünyayı hedef edinen muallimlerden bahsetmiyorum.
Sadece dünya için yapılan öğretim, felâketin tâ kendisidir ve öğreteni helâke sürükler. Böyle bir niyetle öğretmekten Allah'a sığınırız. Nasıl bir babanın evlatlarına birbirlerini sevmek ve birbirlerine yardım etmek düşüyorsa; aynen bunun gibi, bir muallimin talebelerine de birbirlerini sevmek ve yardım etmek düşer. . . Onlar da aynen muallimleri gibi, öğrendiklerini âhiret için öğreneceklerdir. Gayeleri âhiretten başka birşey olmayacaktır. Şayet yapılanlar dünya içinse, hased ve buğz sahibi olmaktan kendilerini asla kurtaramayacaklardır.
Âlimler ve âhiret ehli, Allah'a giden yolun yolcularıdır. Yolları bu dünyadan başlar, Allah'a gider. Bu dünyanın sene ve ayları o yolun konakları gibidir. Bir şehre varmak için yola çıkanlar birbirleriyle arkadaş olurlar ve sevgi bağı kurulur aralarında. Demek ki yolculuk, sevgi ve muhabbete vesile olmaktadır.
Acaba firdevs-i âlâ'ya doğru yapılan sefer, o seferdeki beraberlik neden sevgi ve arkadaşlığa vesile olmasın? Âhiret saâdetinin hududu yoktur ki İlle ben ona varayım, başkaları varmasın' denilebilsin. İşte âhiret saadetinin bu ebedîliği sebebiyle o yolun yolcularını birbirleriyle çatışır görmezsin.
Dünya saadetleri sınırlıdır. Böyle olduğu için onu elde etmek isteyenler birbirleriyle dalaşır, itişip kakışırlar. İlmiyle riyaset talep edenler veya ilmini riyaset elde etmek için kullananlar, Allahü teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği mânâ dışında kalmaktadırlar:
Muhakkak ki îman edenler kardeştirler. (Hucûrât/10) Bu gibiler şu ayete uygun düşmektedirler:
(Küfürde birleşip sevişen) dostlar, o gün birbirlerine düşmandırlar. Takvâ sahipleri ise bundan müstesnadır. (Zuhruf/67)
2. Muallim, Hazret-i Peygambere (sallâllahü aleyhi ve sellem) uymalıdır. Öğrettiği şeyler için kimseden hiçbir ücret istememelidir. Hatta teşekkür bile beklememelidir. Sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na mânen yaklaşmak için çalışmalıdır.
Öğrettiği insanları minnet duygusu altında bırakmamalıdır. Gerçi talebeler kendisine saygı besleyecektir, fakat bunu öğreten beklememelidir. Öğrencilerini, kendisin den öğrenmeye azmettikleri için takdir etmeli ve onları kendisinden faziletli görmelidir. Çünkü o öğrenciler kalplerini temizlemek ve Allah'a yaklaşmak için ilim talebinde bulunmakta ve kendisini dinlemektedirler. Muallim kendini, işletmek için tarlasını başkasına veren bir adamın amelesi gibi görmelidir.
Elbette ki çalışan, tarlanın sahi binden daha çok menfaate kavuşur. Eğer tarla sahibi ver memiş olsaydı rençbere çalışma imkânı olmayacaktı.
Öğrenciye nasıl minnet yükleyebilirsin? Halbuki kimseye verilmeyen bedeli Allah nezdinde alacaksın! Şayet öğrenci bulamasaydın bu sevaba nasıl nail olurdun? O halde ey muallim! Sen çalışmanın karşılığını sadece Allah'tan bekle!
Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir mal talep etmiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben îman edenleri (siz istiyorsunuz diye) kovacak değilim. Elbette onlar rablerine kavuşacaklar. (Hûd/29)
Zira bu dünyada, mal dahil, ne mevcutsa hepsi bedenin hizmetkârıdır. Beden ise ruhun bineğidir. Hizmet edilen sadece ilimdir. Zira insanın şerefi ancak ilimle yükselir.
Öyleyse ilimle mal talep eden kimse, ayakkabısının altını yüzüne sürerek temizlenmeye çalışan bir kimse gibidir. Çünkü bu kimse, hizmet edilmesi gereken şeyi hizmetçi yapmış, hizmetle mükellef olanı da efendi. . .
Bu durum, ayakları bırakıp başın üzerinde yürümeye benzer. Böyle bir kimse en büyük mahkeme huzurunda mücrimler safında bulunup rabbinin huzurunda başını eğenlerle beraber olacaktır.
Minnet duymak, muallime ait bir hâldir. Fakat dikkat et ki, tek din olan İslâm, zamanımızda, fıkıh okutmakla, kelâm öğretmekle kendilerini Allah'ın manevî huzuruna yaklaşmış sayanların elinde kalmıştır. Muallimlik bunların eline geçmiştir. Bu kişiler selef âlimlerinin tam zıddına, mal ve rütbe peşinde koşar ve bunları elde etmek için de zilletin her türlüsüne katlanır. Hemen hemen hepsi bir pâdişâhın maiyyetine girip dünyalık sahibi olmayı kolluyorlar. Çünkü bu kişiler, şayet bu dalkavukluğu terkederlerse başka bir meziyetleri olmadığı için kendilerini insanların terkedeceğini gayet iyi bilirler. Hiç kimse hiçbir konuda kendilerine akıl danışmaz.
Öyle muallimler görüyoruz ki, bir musibete düçar oldukları zaman talebelerinden meded bekliyorlar. Her zaman istiyorlar ki, talebeleri, dostuna dost, düşmanına düşman olsunlar. Yine açıkça talebelerinin kendilerine hizmet etmelerini arzu ediyorlar. Kazara talebe, hizmette kusur eder ve yardıma koşmazsa, onu en büyük suçu işlemiş gibi kabul ederler ve kendisini affedilmez düşman olarak bilirler.
Bu zillete râzı olan âlim ne kötü bir âlimdir ve böyle kimseler hiç utanmadan 'Öğretmekteki gayem Allah rızasını kazanmaktır' derler. Alâmetlere bak ki, gururun çeşitlerine muttali olasın!
3. Talebeye yapılması gereken her nasihati yapmalı, fakat katiyyen gurura kapılmamalıdır. Meselâ, talebenin lâyık olmadığı bir mertebeyi istemesine müsaade etmemelidir. Bir talebenin basit ilim bölümlerini öğrenmeden gizli ve nisbeten kapalı sayılan bölümleri öğrenmesine mâni olmalıdır.
Bir talebeye ilim öğrenmedeki gayenin; Allah'a yaklaşmak olduğunu, bundan başka hiçbir gayenin temiz olmadığını öğretmelidir. Talebenin gözünde, mümkün olduğu kadar, ilmiyle dünya malı elde etmeyi çirkin göstermelidir. Bunu mümkün olduğu ve gücü yettiği kadar kendi nefsinde göstermeli ve fiilî bir şekilde ders vermeye gayret sarfetmelidir; zira söylediklerini tatbik etmeyen kişi yalancıdır ve yalancı ıslâhtan çok ifsad etmeye vesile olur.
Eğer muallim, talebesinin, ilimle yalnız dünyayı talep ettiğini görürse, o zaman talebesinin istediği ilme bakmalıdır: Eğer talebesinin istediği ilim, fıkhın ihtilaflı meseleleri, kelâmın cedel metodu, ahkâm ve husûmet fetvaları ise, o zaman, bu ilimlerin âhirette insana bir faydası dokunmadığını söylemeli ve onu îkaz etmeye çalışmalıdır. Bu ikaza, bu ilimler hakkında 'Biz ilmi Allah için değil, O'ndan gayrı şeyleri elde etmek için öğrendik; fakat ilim kendisini bize vermedi. Allah'ı kasdetmediğimiz için bize yâr olmadı5 demek suretiyle devam etmelidir.
Hakkında yukarıdaki sözün sarfedildiği ilimlere gelince; onlar tefsir, hadîs ve selef-i sâlihînin meşgul olduğu ilimlerdir. Yani nefsin ahlâkını ve o ahlâkın kötü yanlarının nasıl temizleneceğini bildiren ilimlerdir. Talebe bu ilimleri öğrendiği zaman, öğrendikleriyle yine dünyayı isterse o zaman talebeyi kendi hâline bırakmak lâzımdır. Çünkü talebe belki de bu ilimlerle va'z etmeyi ve müslümanları peşinde sürüklemeyi düşünmektedir. İlmi de bu gayeyle öğrenmiştir. Fakat bir de bakarsın ki, işin ortasında veya sonunda hatasını anlayarak geri döner ve Allah yolunun sâlikleri arasına karışır.
Çünkü öğrenmiş olduğu ilimler içinde dünyadan soğutan ve Allah'tan korkutan nice düsturlar vardır. Onun için böyle bir talebeyi, bu düstûrların, günün birinde uyaracağı ümidi hiçbir zaman kaybolmaz. Başkasına ibret dersi olmak için anlattığı bu düsturlar bir gün kendi kalbini de işgal edebilir.
İlim sayesinde dünyalık elde etmek ve halk tarafından kabul edilmek, aynen kuşun yakalanması için tuzağın içine konulan yemlere benzer. Allahü teâlâ, halkı, nesli devam ettirmek için şehvete bağlıyor. Yine görüyoruz ki, ilmi tahsil etmek için, insanın kalbine makam sevgisini ilka ediyor. Öyleyse bu ilimlerde de böyle bir sevgiye meyil olabilir. Sadece hilâfiyat (ihtilâflı ve çekişmeli meseleler) ve kelâm ilmindeki mücadeleler ve yüzde bir ortaya çıkması muhtemel olan teferruat bilgisine gelince, yalnız bu bilgileri elde etmek için uğraşmak ve diğer ilimleri terketmek, insanların kalbini Allah'tan gâfil kılar; kalpleri taşlardan daha katı hâle getirir. Dalâletten dalâlete iter ve sadece dünyayı elde etmenin âleti olur. Ancak Allahü teâlâ kimin kurtuluşunu murad etmiş ise, o kendini bu tehlikeli meselelerle birlikte dinî ilimleri de tahsil etmişse kurtarabilir.
Bu hükmün delili tecrübe ve müşahededir. Bak ve ibret al! Basîret gözünü aç! Sadece bu meselelerle meşgul olanların durumuna nazar et ve memleketin hazin hâlini gör! Yardımcımız sadece Allahdır.
Bir ara Süfyân-ı Sevrî'yi hüzün içinde görenler kendisine bunun sebebini sorarlar, o da şöyle cevap verir: 'Biz, dünyayı isteyenlere birer ticaret malı olduk. Onlardan bazıları yanımıza geldi ve ders aldı. Bizden öğrendikleri şeylerle kadı, vali veya kahraman oldular'.
4. Hoca, talebesinin kötü ahlâkını apaçık bir şekilde değil; mümkün olduğu kadar târiz ve îma yoluyla bildirmeli ve bu ahlâklardan onu menetmeye bakmalıdır. Muallimliğin inceliklerinden birisi de budur. Azarlama şeklinde değil, merhamet ve şefkat hisleriyle hareket ederek onu kötü huylarından vazgeçirmeye çalışmalıdır. Çünkü bir hocanın, talebesini, açık bir şekilde azarlaması, talebenin hocaya karşı duyduğu hürmet hissini iptal eder. Hocanın heybetli görünüp talebenin gözünde silinir. Çünkü aralarındaki perde yırtılmıştır. Bunun için de hocasına muhalefet etmeye cesaret bulur. Zira hırsı kamçılanmıştır. Bu sır ve hikmeti ima etmek için, muallimlerin muallimi olan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Eğer insanlar bir fışkıyı kırmaktan menedilirlerse, o fışkıyı mutlaka kırarlar. Çünkü kırması yasaklandığına göre o fışkının içinde birşey olduğunu ve o şeyden mahrum edildiklerini zannederler. 181
Bu konuda seni en iyi bir şekilde uyandıracak misal Hazret-i Adem ile Havva'nın yasak edilen nesneye karşı takındığı tavırdır.
Sana bu misalleri laf olsun diye getirmiyorum. Bu misalleri uyanman için serdetmeye ve ibret alarak hak yoluna gitmeni temin edesin diye getiriyorum.
Hocanın talebesini îma yoluyla terbiye etmeye çalışması şu bakımdan da isabetlidir: Faziletli insanlar, zeki kişiler târiz yoluyla söylenen sözlerin içindeki mânâları çözmeye meyyaldirler. Bu meyilleri okşamak suretiyle kendilerine târizde bulunmak çok yerinde bir hareket olur. Talebe de, kendisine îma yoluyla söylenen mânâları çözmek için var gücüyle çalışır ve bu sayede zihnî faaliyetlerini artırmış olur.
5. İlimlerden bazılarına vâkıf olan muallimin vazifelerinden birisi de, bilmediği herhangi bir ilmi, talebesinin gözünde küçültmemektir.
Günümüzde bir lügat mualliminin âdeti, fıkıh ilmini talebenin gözünde küçültmeye çalışmaktır. Fıkıh mualliminin âdeti ise, hadîs ve tefsir ilmini sadece 'nakle dayandığı' gerekçesiyle küçümsemeye teşebbüs etmektir.
Çünkü ona göre nakle dayanarak ortaya atılan ilim kocakarılara ait bir ilimdir. Onlara göre aklın bu ilimlerde hiç bir dahli yoktur. Bir kelâm muallimi ise halkı fıkıhtan soğutmak için şöyle söyler: 'O, kadınların hayız hâlinden bahseden; fer'î meseleleri ele alan ilimden başka birşey değildir. Allah'ın sıfatlarından bahseden kelâm ilmi ile böyle bir ilim hiç mukayese edilir mi?'
İşte böyle bir ahlâk, muallimler için, en kötü ahlâklardan biridir. Bir ilme sahip olan muallim, böyle kötü ahlâka düşmemek için başka ilimleri küçük görmemelidir. Öğrenciye ilim öğrenmenin yollarını açmalı ve başka ilimlerin de büyük faydaları olduğunu iyice anlatmalıdır. Şayet muallim, birçok ilimleri öğretmekle vazifeli ise, öğrencinin kabiliyetini gözönünde tutarak tedrici bir şekilde tedrise devam etmelidir.
6. Öğrencinin anlayışını iyi tesbit etmek, kaldırabileceği kadar ders vermektir. Aklının eremeyeceği veya kalbine usanç getiren, yahut aklını çok zorlayan konuları, derste tekrar edip durmamalıdır. Öğretme sanatında, beşeriyetin efendisine uymalıdır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Biz peygamberler, Allahü teâlâ tarafından, insanları kendilerine uygun derecelerinde tutmakla ve akıllarının yeteceği bir şekilde kendileriyle konuşmakla emrolunduk!182
Demek ki bir muallim, talebenin anlayacağı zamanı kolla malı ve hakikati o anda ona söylemelidir,
Akılları ermeyen bir bahsi (hakîkati) bir kavme söyleyen bir kimse, o kavmin bir kısmının sapıtmasına vesile olur. 183
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) göğsüne işaret ederek şöyle buyurdu: 'Burada birçok ilimler var. Keşke bu ilimleri devredebileceğim bir kim seye rastlayabilsem'. 184
Ne kadar doğru söylemiştir! Çünkü iyilerin kalbi sırların kabridir.
Her âlim, bildiklerini her yerde söylememelidir. Bu durum, talebenin anlayacağı, fakat söylemekle herhangi bir menfaatin bahis mevzuu edilemeyeceği hallerde böyledir. Acaba bir de talebe hiçbir şey anlamazsa nasıl bir durum ortaya çıkmaktadır ve bunun için hüküm nedir?
Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurur: 'Mücevherleri domuzların boynuna takmaktan sakının'. 185
Hikmet ve ilim, mücevherin en kıymetli olanıdır. Onun için hikmet ve ilme buğzeden kimse domuzların en çirkinidir. Bu sır ve hikmete binaen 'Her kulu aklının ölçeği ile ölç!
Anlayışının miktarı ile tesbit et ki sen ondan emin olasın ve o da senden bir fayda elde edebilsin. Şayet böyle yapmazsan ölçüleriniz ayrı olduğu için sizi inkâr etmeye kalkışırlar', denilmiştir.
Bir âlime bir sual sorulur. Cevap vermeyince suali soran kişi kızarak o âlime şöyle haykırır: 'Sen Allah'ın Rasûlü'nden rivâyet edilen şu hadîsi duymadın mı?'
Faydalı bir ilmi gizleyip söylemeyen bir kimse, kıyâmet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemlenerek Allah'ın huzuruna gelir. 186
Bunun üzerine âlim şöyle der: 'Sen gemi bırak ve git! Eğer bu sözün mânasını anlayan biri gelir de, bu ilmi ondan saklarsam Allah beni kıyâmet gününde gemlendirsin.
Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarru funuzdaki yetim mallarını onların akılsızlarına vermeyin. Onları malları ile rızıklandırm, giydirin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin. (Nisâ/5)
Bu ayet, ilmi ifsad eden ve ilmi kendisi için zararlı olan bir kimseden gizlemenin daha iyi olduğuna işaret buyuruyor. Müstahak olmayana vermek, müstahak olana vermemekten daha az zulüm değildir.
Ben incileri, otlayan koyunlar arasına mı serpeyim? Bu yüzden otlayan koyunların koruyucusu mu olayım? Onlar ilmin kıymetini bilmez cahiller oldular. Bari ben ilmi hayvanların boynuna takmayayım. Eğer lâtif olan Allah lûtfuyla kerem eylerse; Ben ilim ve hikmete ehil birisiyle karşılaşırsam;
Ona fayda vermek için ilmi yayar, onun sevgisini ka zanırım.
Eğer böyle birini görmezsem, o ilim yanımda dopdolu ve mektum kalacaktır.
Câlillere ilim veren onu zâyi eder.
Ehli olandan da ilmi meneden zulmetmiş olur.
7. Zekâsı kıt olan bir öğrenciye açık ilimleri telkin etmek münasiptir. Böyle bir talebeye 'Sana öğrettiğim ilmin daha nice incelikleri vardır, fakat şu anda bunları kavrayacak durumda olmadığın için söylemiyorum' dememelidir. Çünkü böyle bir söz o talebenin açık ilimlerdeki gayretini gevşetir, zihnini karıştırır ve hayalini, daima hocasının kendisinden sakladığı şeyler işgal eder. Çünkü her insan kabiliyet derecesi ne olursa olsun kendini her ilme ehliyetli bulur. Hiç kimsenin kendisine verilen akıldan akılsız olsa dahi şikayet ettiğini göremezsin. Bunların en akılsızı, mevcut olmayan aklının kemâliyle övünendir. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, halk tabakasından, şeriat zinciriyle bağlanıp teşbih ve te'vil yapmaksızın selefden (sahabe'den) gelen inançları kalplerine yerleştiren ve bununla beraber gidişatlarını düzelten ve aklına, kaldıramayacağı yükü yükletmeyen kişi, en iyisini yapmıştır. Böylece gereken vazifeyi yerine getirmiş olur. Dolayısıyla bu anlayışta olan halk tabakasının inancını şüphelere itmek doğru bir hareket olmaz. Bilginlere düşen vazife, bu insanları kendi inançlarıyla ve işleriyle başbaşa bırakmaktır. Şayet bilgin, zâhirî tevilleri bu tip insanlara söylerse avam kaydını ortadan kaldırmış ve havassa da bağlayamamış olur.
Böyle olunca halk ile günahlar arasındaki perdeler kalkar ve zavallılar inatçı birer şeytan kesilir. Hem kendisini ve hem de başkalarını felâkete sürükler. Halk tabakası ile ilmin ince meselelerine dalmak doğru bir hareket değildir. En uygun hareket onlara ibadetleri öğretmek, yaptıkları işlerde emin birer kişi olmalarını temin etmek, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekilde kalplerini cehennem korkusuyla ve cennet aşkıyla doldurmak için telkinlerde bulunmaktır. Halkı şüphelere itici meselelere girmemelidir. Çünkü avamdan bir kişinin kalbini şüpheler sarabilir. Bu şüphelerden kendisini kurtaracak kabiliyette olmadığı için derin konularda içine yuvarlandığı şüpheler helâkine sebep olur.
Halkın önünde münakaşa kapısı açılmamalıdır. Çünkü böyle bir hareket halkın nizamını bozar ve bütün insanların maişetini tanzim eden ve bunu devam ettiren sanatlar üzerindeki çalışmaları gevşetir ve havassın hayatını köreltir.
8. Muallim ilmiyle âmil olmalıdır. Yani bildiklerini yaşamalıdır. Zira bir insanda bulunan ilim, ancak basiretli kimseler tarafından bilinebilir. Çünkü ilim; kişide, gözle görülen ve elle tutulan bir mal değildir. Amel ise, gözle görülebilen hareketlerden olduğu için insanların değer verdikleri bir hâldir. Öyleyse kişiler, bir âlimin ilmine değil ameline bakmalıdır. Bu nedenle ilmiyle âmil olmayan âlimin ne kendisine ve ne de etrafındakilere bir faydası dokunmaz.
Bir insanın kendi fiilini halka yasaklaması ne kadar gülünç bir harekettir. Böyle olduğu için de, zehir gibi helâk edicidir. Böyle bir kimseyi halk katiyyen ciddiye almaz ve hatta ameliyle sözünü cerhedeni alaya alır. Bu sözü söyleyenleri, dinleyenler daima itham eder. Hatta bizzat aksini yaptığı bir sözü âlimden dinleyenler onun fiillerinden daha kötüsünü yaparlar. Çünkü kendi kendilerine, kuş beyinleri ile 'Eğer bu iş tatlı olmasaydı, onu bir âlim işler miydi?' şeklinde teselli aramaya çalışırlar. İrşad edici bir muallimle irşad edilen öğrencinin durumu, nakış ile çamur, gölge ile ağacın durumuna benzer. Nakış bulunmayan bir kalıba dökülen çamur elbette ki nakışlı olamaz. Eğri bir ağacın gölgesi de mümkün değil ki doğru olsun. . . Bu mânâyı şair ne kadar güzel ifade etmiştir:
Benzerini yaptığın bir fiili, başkalarına yasak etme! Böyle yapmanda büyük zillet yoktur senin için! Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
Kitab'ı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Bakara/44)
Alime verilen cezanın, cahilin cezasından kat kat üstün oluşunun hikmeti budur, Zira bir âlimin yanlış yola gitmesiyle büyük bir insanlık kitlesi dalâlete düşerek âlime uyabilir, söz ve hareketlerini doğru bulup onlara uygun hareket edebilir! Onun için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurmuştur:
Kötü bir çığır açanın defterine, açtığı o çığırın günahı yazıldığı gibi, o çığıra uyanların günahı kadar daha ilâve edilir. 187
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'Belimi iki tip insan kırmıştır. Bunlar ilmiyle âmil olmayan âlim; ibadetlere dalan cahillerdir. Çünkü cahil, halkı, ibadetiyle aldatır, âlim ise ibadetsizliği ile'.
Ne kadar güzel bir söz!
172) Benzer bir hadîs için bkz. İbn Hıbbân (Hazret-i Âişe den) ; Taberânî
173) Buhârî ve Müslim, (Ebû Talha el-Ensarî'den)
174) Salebi, Tefsir, (Berrâ b. Azib'den)
175) İnsanda iki kalp olmadığına güre, kalbini ya dünyaya veya ilim öğrenmeye hasredecektir. Bir kalbi iki hedefe yöneltmek mümkün değildir. Günümüzde dünya meşgalelerine boğulmuş talebelerin ne büyük felâketlere düçar olduklarını görüyoruz. Bu nedenle ilim tahsil eden talebelere tefekkür ve tedkik dışında başka şeylerle meşgul ol mamalarını tavsiye ederiz.
176) Şa'bî çok müttaki ve kıymetli bir âlimdir. Künyesi Ebû Amr, ismi Amr b. Şurahbil'dir. Hemedanlıdır, H. 100'de seksen yaşlarında iken vefat etmiştir.
177) Taberânî, Hâkim ve Beyhâkî, el-Medhal: Hâkim'e göre senedi sahihtir.
178) İbn Adiyy, (Muaz ve Ebû Umâme'den zayıf bir senedle)
179) Buhârî ve Müslim
180) Ebû Davud, Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den)
181) el-Zeria adlı eserde değişik bir ibareyle zikredilmiştir. İbn Şahin bu hadîsi zayıf bir senedle rivâyet etmiştir ve İmâm Suyutî fışkı yerine diken tâbirini kullanmıştır.
182) Ebû Bekir b. Salur, (İbn Ömer'den) ; Ebû Huzeyme, es-Siyase; hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.
183) Ukaylî, İbn Sünnî ve Ebû Nuaym, (İbn-i Abbâs'dan zayıf bir senedle)
184) Bu söz değişik ibarelerle el-Gud adlı eserden alınmıştır.
185) Ebû Talib el-Mekkî, Kut-ül Külâh; Suyutî, el-Leâli'il-Mesnua
186) İbn Mâce, (Ebû Said'den zayıf bir senedle) ; benzeri bir hadîs daha önce Ebû Hüreyre'den de nakledilmişti.
187) Bu hadîs daha önce zikredilmişti.
1-9
İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri
Kitabımızın başında ilim ve âlimler hakkında vârid olan ayet ve hadîsleri zikretmiştik. Kötü âlimlere dair çok korkunç tehditler mevcuttur. Bütün bu rivâyetler kötü âlimlerin kıyâmet günü uğrayacakları şiddetli azâbı haber vermiş ve onların herkesten daha çok eziyet çekeceklerini bildirmiştir. Bu bakımdan müslü manlara düşen vazifelerden biri de; kötü âlimle, iyi âlimi birbirin den ayıran alâmetleri iyice öğrenmektir.
'Dünya âlimleri derken anlatmak istediklerim, dünya lezzetlerine dalan ve dünya rütbelerine ulaşmak için ilim yapmaya çalışan insanlardır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kötü âlimler hakkında şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde herkesten daha şiddetli bir azâba düçar olacak kişiler,, Allahü teâlâ'nın, ilminden kendisine menfaat vermediği âlimlerdir. 188
Bildiği ile amel etmeyen bir kimse, âlim olamaz. 189
İlim iki çeşittir:
a) Dil ile söylenen ilim. Bu ilim, Allah'ın mahlûkatı üzerindeki delili sayılmaktadır,
b) Kalpte olan ilimdir ki kişiye yararı olacak ilim de budur. 190
Âhir zamanda cahil abidler ile fasık âlimler olacaktır191
Alimlere karşı böbürlenmeyin, ilmi de sefihlerle mücadele etmek ve halkın takdirini kazanmak için öğrenmeyin. Çünkü böyle yapan kişi ateştedir. 192
Kim bildiği ilmi ehlinden kıskanırsa, Allah onu ateşten yapılmış bir gem ile gemler!
Sizin için deccalden daha fazla başkalarından korkuyorum. Sahabîler 'Kimdir onlar?' diye sorunca, Hazret-i Peygamber 'Dalâlete sürekleyen önderlerdir (âlimler) ' diye cevap ve rir. 193
Kim ilmen gelişir ve fakat hidayet bakımından gelişmezse, o kimse Allah'tan gittikçe uzaklaşır. 194
Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: 'Kendiniz şaşkınlıkta olduğunuz halde, yolunu kaybedenlere ne zamana kadar rehberlik etmeye devam edeceksiniz?'195
Bunlar ve bunlara benzeyen daha nice hadîsler, ilmin büyük tehlikelerine işaret etmektedirler. Demek ki âlimler ya ebedî sa adete veya ebedî felâkete namzet kişilerdir. Kişi, ilme dalmakla sa adet bulamamışsa, mutlaka felâketle karşılaşır.
Hazret-i Ömer şöyle der: 'Bu ümmet için en çok korktuğum kişiler, münafık âlimlerdir. 'Bir âlim nasıl münafık olur?' diye sorulduğunda, Hazret-i Ömer 'Dili ile âlim, fakat kalbi ve ameli ile cahil olmak suretiyle. . der.
Hasan el-Basrî şöyle buyurmuştur: Âlimlerin ilmini, hakîmlerin hikmetlerini öğrenip de, cahillerin amellerini yapan ahmaklardan olma!'
Bir kişi, Ebû Hüreyre'ye şöyle der: 'İlim öğrenmek istiyorum; fakat kaybetmekten korkuyorum'. Ebû Hüreyre de şöyle cevap ve rir: 'Zaten ilim öğrenmemekten daha büyük bir kayıp yoktur in sanoğlu için'.
İbrahim b. Uyeyne'ye 'İnsanlar içerisinde en çok kimler ned âmet duyarlar?' diye sorulduğunda şöyle der: 'Dünyada yaptığı takdir edilmeyen, âhirette ise, ilmi olup ameli olmayan kimseler'.
Halil b. Ahmed196 şöyle demiştir: İnsanlar dört kısma ayırılır:
1. Bilir ve bildiğini de bilir. Bu kişi âlimdir. Ona tâbi olunuz.
2. Bilir, fakat bildiğini bilmez. Böyle bir kimse uykudadır; onu uyandırınız.
3. Bilmez ve fakat bilmediğini de bilir. Böyle bir kişi irşada muhtaçtır. Onu irşad ediniz.
4. Bilmez, fakat bilmediğini de bilmez. Böyle bir adam kara cahildir. Ondan kaçınız'.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: İlim, ameli çağırır; gelirse ne âlâ, fakat gelmediği takdirde ilim de kaçıp gider'.
İbn-i Mübârek şöyle der: 'Kişi, ilim talebinde bulundukça âlimdir. Fakat herşeyi bildiğini iddia eden cahil olur'.
Fudayl b. Iyâz197 der ki: Ben üç sınıf insana acırım: a) Bir kavmin zelil olan reisine, b) Sonradan fakir olan zengine; c) Dünyanın oyuncağı hâline gelmiş âlime.
Hasan-ı Basrî Âlimlerin cezası kalplerinin ölmesidir. Kalbin ölümü ise âhiret ameliyle dünyayı istemektir' demiştir.
Bir şair şöyle der:
Hidayeti verip de dalâleti satın alan kişilere hayret ediyo rum. Fakat dinini verip dünyayı satın alana, çok daha hayret edi yorum. Bu ikisinden de fazla, dinini başkasının dünyasına fedâ edene şaşıyorum. Zira hepsinden daha şaşırtıcı olanı budur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kötü olan âlime öyle şiddetli bir azap verilir ki, azabın şiddetinden ötürü bütün ehl-i cehennem seyrine gelir. 198
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu sözüyle yalancı âlimi kasdetmektedir. Usâme b. Zeyd, Hazret-i Peygamberden şu hadîsi rivâyet eder:
Kıyâmet gününde, (fâcir) âlim getirilip ateşe atılır. Ateşin şiddetiyle barsakları delinir (ve dökülür) . Merkebin değirmeni döndürmesi gibi, o da onlarla döner. Bütün ce hennem ehli onu seyre gelir. 'Sana ne oldu, bu kadar şiddetli azaba düçâr olman için ne yaptın?' diye sorulduğunda, fâcir şöyle cevap verir: 'Ben (dünyada) herkese hayri tavsiye edi yordum, fakat kendim yapmıyordum. Şerden sakındırıyordum, fakat kendim işliyordum'. 199
İbn-i Mübârek şöyle demiştir: Âlimin en büyük günahı, bildiği halde, günah işlemesinden doğar. İşte bundan dolayı âlim, büyük azaba düçâr olur.
Muhakkak ki, münafıklar ateşin en alçak derekesindedir (cehennemin en dibindedir) . Asla onların azâbını kaldıracak bir yardımcı bulamazsın. (Nisâ/145)
Münafıkların bu denli şiddetli cezalara müstahak olmalarının sebebi, bildikleri halde inkâra sapmalarıdır. Bu sebeple, Allahü teâlâ yahudileri, hristiyanlardan daha kötü olmakla tavsif etmek tedir. Halbuki 'Üzeyir Allah'ın oğludur' diyenler hariç hiçbir ya hudi, Allah'a oğul izafe etmez, 'Allah, üçten biridir' gibi galiz kü fürlere sapmaz. Fakat onları bu büyük cezalara muhatap eden şey, bildikleri halde inkâr etmeleridir.
Allahü teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Kendilerine kitab verdiklerimiz, Peygamber'i öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle olduğu halde içlerinden bir toplu luk hak ve hakikati bile bile gizlerler. (Bakara/146)
Vakta ki onlara Hak Teâlâ tarafından kendilerinde olanı tasdik edici Kitab geldi ki onlar bundan önceleri, inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi bildikleri gelince onu inkâr ettiler. (Bakara/89)
(Ey Rasûlüm!) Yahudilere o kimsenin haberini oku ki, ken disine ayetlerimizi vermiştik de, o bunları inkâr ederek imandan çıkmıştı. Böylece şeytan onu arkasına takmış da azgınlardan olmuştu. (A'raf/175)
Devamla şöyle buyurulmaktadır:
İşte bu kimsenin hâli, o köpeğin hâline benzer ki, üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da di lini sarkıtıp solur. (A'raf/176)
Fâcir âlim de böyledir. Çünkü Bel'am b. Baûra'ya Allah'ın Kitabı verilmiş ve fakat o şehvete dalması sebebiyle köpeğe benze tilmiştir. Fâcir âlim, kendisine ister hikmet verilsin, ister verilme sin, dilini çıkararak solur ve şehvetlere dalar gider.
Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurur: 'Kötü âlimlerin durumu bir arkın içine düşüp suyun akmasına mâni olan taşın durumuna benzer. Taş suyu ne kendi içer ve ne de tarla ve bostanlara ulaşarak onların istifade etmelerine müsaade eder. Yine kötü âlimlerin durumu, bataklıktaki ota benzer. Dışı parlak görünür, fakat içi pislik doludur. Yine kötü âlimlerin durumu, kabirlere benzer. Dışı mâ mur, içi ise ölü kemikleriyle doludur'.
Bu rivâyetler göstermektedir ki, dünyaya meyletmiş âlimin kıyâmet gününde cahil kimselere nazaran çekeceği azap daha şiddetli ve hâli daha perişandır. Yine anlaşılmaktadır ki, zafere ulaşanlar ve Allah'ın rahmetine yakın olanlar, ancak âhiret âlimleridir.
Bunların da birçok alâmetleri vardır.
1. İlimleriyle dünyayı talep etmezler. Zira âlimin en aşağı de recesi dünyanın hakir, hasis, karanlık ve geçici olduğunu; âhiretin devamlı, nimetlerinin berrak ve ebedî, mülkünün büyük olduğunu bilmektir.
Yine âlim bilmelidir ki, dünya ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birbirinin kumaşıdır.
Birini razı etsen öbürünü kızdırmış olursun.
Terazinin kefesi gibidirler. Biri ağır bastığı zaman, öbürü mutlaka hafif gelir.
Doğu ile batı gibidirler; birine yaklaştığın takdirde öbüründen uzaklaşırsın,
Biri dolu, öbürü boş fincan gibidir. Doludan ne kadar boşaltırsan o kadar dolar boş olanı. . .
Dünyanın hakirliğini, bulanıklığını; lezzetlerinin elemle karışık olduğunu ve sonra lezzetli olan nimetlerin bir daha dönmemek üzere geçip gittiğini bilmeyen bir âlim, aklî dengesini kaybetmiş bir mecnundur. Çünkü görgü, deneme, insana dünyanın böyle olduğunu göstermektedir.
Bu bakımdan, aklı olmayan bir in san nasıl âlim olabilir? Âhiret işinin büyüklük ve devamlılığını bilmeyen, değil âlim, belki kâfirin tâ kendisidir. Böyle bir kimsenin imânı kendisinden alınmıştır. İmanı olmayan bir kimse ise nasıl İslâm âlimi olabilir?
Dünyanın âhirete zıd düştüğünü, ikisini bir arada tutmanın muhal olduğunu bilmeyen bir kişi, bütün peygamberlerin birlikte getirdiği dini bilmiyor demektir. Böyle bir kişi ise Kur'ân'ı başından sonuna kadar, inkâr eden bir adamdır. Bu adam, nasıl olur da âlimler zümresine idhal edilebilir?
Allah'ın dinini kâmil bir şekilde bilen kişi, bütün bilgisine rağmen, âhireti dünyaya tercih etmiyorsa, şeytanın esiridir. Şehvetleri onu helâke sürüklemiştir. İçindeki kötülükler, iradesine galebe çalmıştır. Böyle olan bir kişi nasıl âlimler zümresinden sayılabilir?
Hazret-i Dâvud'dan nakledilen hikâyelerin birinde Allah'a atfen şöyle söylenmektedir: 'Şehvetini bana olan sevgisinden daha üstün tuttuğu zaman âlimin başına getirdiğim cezanın en azı, onu mün âcaatımın lezzetinden mahrum etmektir. Ey Dâvud! Dünya ile sarhoş olan ve seni sevgi yolundan alıkoyan bir âlimi benden sorma! Çünkü böyleleri, kullarımın yolunu kesen eşkıyalardır. Ey Dâvud! Beni arayan birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol! Kaçan bir kişiyi tutarak dergâhıma getiren bir kimseyi ârifler def terine yazarım ve ârifler defterine yazdığım bir kimseyi de artık hiçbir zaman azaba dûçâr etmem'.
Bu sır ve hikmeti beyan etmek için Hasan-ı Basrî şöyle yurmuştur:Âlimin cezası kalbinin ölmüş olmasıdır. Kalbi, ancak âhiret ameliyle dünyayı istemek öldürür'.
Aynı hikmeti beyan etmek için Yahya b. Muaz şöyle demiştir: İlim ve hikmetle dünya talep edildiği zaman ilim ve hikmetin gü zelliği solup gider'.
Said b. Müseyyeb şöyle buyurmuştur: 'Bir âlim kişiyi, sık sık sultanların ve emirlerin yanma girip çıkarken gördüğün zaman, hemen o âlimin hırsız olduğunu idrâk et'.
Hazret-i Ömer Âlim kişinin dünyayı sevdiğini görürsen, kendisin den istifade ettiğin dinî meselelerde onu itham et ve ihtiyatlı dav ran. Zira kişi neyi severse, sevdiği o şeye dalar' dedi.
Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: 'Önceki peygamberlere ait bazı ki taplarda okuduğuma göre Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Âlim kişi dünyayı sevdiği zaman ona vereceğim azâbın en ehveni, mün âcaatımın tadını onun kalbinden söküp almaktır'.
Salih bir kişi, bir dostuna şöyle bir mektup yazmıştı: 'Sana bir ilim verilmiştir. İlminin nûrunu günahların karanlığı ile ka rartma ki, ilim sahiplerinin ilimlerinin nûruyla serbestçe gittikleri günün (kıyâmetin) karanlığında kalmayasın!'
Yahyâ b. Muaz er-Râzî, dünyaya dalan âlimler için diyordu ki: 'Ey ilim sahipleri! Köşkleriniz Kayser binalarına eş. . . Evleriniz Kisrâ'nın evlerinin benzeri. . . Elbiseleriniz vezir Hüseyin oğlu Tahir'in elbiselerine uygun. . . Kunduralarınız Sultan Calut'unkilerden farklı değil. Binekleriniz Karun'un binekleri gibi. Evlerinizdeki kapkacak ve diğer eşyalarınız Firavun'un ev eşyasından aşağı değil. . . Günahlarınız cahiliye devrinin insanlarının günahlarına benziyor. . . Hâsılı gidişiniz şeytanın gidişinin aynısı. O halde Muhammed'in şeriatı nerede kaldı?'
Şair şöyle der:
Çoban, koyununu kurttan korur. . .
Acaba kurt bizzat çoban olursa, durum ne olur?
Bir başka şâir de şöyle söylemektedir:
Ey memleketin tuzu mesâbesindeki âlimler!
Size soruyorum! Tuz bozulduğu zaman ne ile düzeltilir?
Arif bir zata 'Sence, gözünün nûru günahlar olan bir kişi Allah'ı tanıyabilir mi?' diye sorulunca, şöyle der: 'Yanında, dünya âhiretten daha kıymetli olan kişinin Allah'ı tanımayacağından hiç şüphem yoktur. Halbuki böyle bir kişi, günahları, gözünün nûru yapmış bir insandan çok daha ehvendir'.
Malı terkeden her âlimi de, sakın, âhiret âlimi zannetme! Zira makam hırsı, kişinin imanını, mal hırsından daha çok zedeler.
İşte bu hikmeti anlatmak için Bişr b. Hars el-Hafi şöyle der: 'Haddesena' (Bize söyledi) deyimi dünya kapılarından birisidir. Bir kişi Haddesena' (Bize söyledi) dediği zaman, bil ki o insan zımnen "Bana yol açınız ve imamlık yeriniz' demek istiyor.
Bişr b. Hars, on küsür sepet dolusu kitabını gömerek buyurdu ki: 'Nefsim konuşmamı arzu ediyor. Eğer nefsimin bu arzusunu kırabilseydim konuşurdum'.
Bişr ve onun ayarındaki bazı âlimler şöyle demişlerdir: 'Nefsin konuşmayı arzu ettiği zaman sakın konuşma! Aksine sükût et! Fakat nefsin konuşmayı sevmez bir hâle geldiği zaman konuşmaya çalış! Konuşma kabiliyeti insana büyük bir haz verir. İrşad seviyesinde olmak ise dünya nimetlerinin hemen hemen hepsinden daha çok haz verir insana. . . Bu bakımdan nefsinin isteğine uyarak konuşan bir kimse dünyaya bağlı olan kişilerden biri olur.
Süfyân es-Sevri de bu mânâya şöyle işaret buyurdular: İnsana, konuşmasından dolayı gelen fitne, malından ve çocuğundan gelen fitneden daha şiddetlidir'.
Konuşmadan doğan fitneden nasıl korkmazsın, halbuki Allahü teâlâ rasûllerin efendisine şöyle buyurmaktadır:
Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara az da olsa meyledecektin. O takdirde, dünya ve âhiret azâbını iki kat olarak muhakkak sana tattıracaktık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacaktın. (İsrâ/74-75)
Sehl200 şöyle buyurmuştur: İlmin tamamı dünyaya aittir. İlimden âhirete ait olan kısım ise onunla amel etmektir. Amelin tamamı ise, kasırganın önündeki toz gibidir. İhlâslı kısmı müstesna'.
Yine Sehl şöyle buyurmuştur: Âlimler hariç, bütün insanlar ölüdür. İlmiyle âmil olan âlimler hariç, bütün âlimler sarhoştur, Amelinde ihlâslı olanlar hariç, amel sahiplerinin bütünü mağrurdur. İhlâslı kimse ise büyük bir korkunun içinde yaşayan kişidir. Çünkü sonunun nasıl olacağını bilmemektedir'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî201 şöyle buyurmuştur: 'Kişi hadîs araştırıyorsa veya evleniyorsa veya maişet için sefere çıkıyorsa dünyaya sarılmış ve meyletmiş sayılır'.
'Hadîs araştırıyorsa' sözü burada 'hadîsin garib olan ve hiçbir muhaddisin nezdinde bulunmayan ve inkâr edilen isnadlarını arıyorsa' mânâsı taşımaktadır.202
Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: 'Yolu, âhirete müteveccih olduğu halde dünyaya giden yola dönen bir kişi nasıl olur da ilim erbabından sayılabilir? Kelâmı, muhtevasıyla amel etmek için değil, onunla, başkasını ittiham etmek için öğrenen kişi, nasıl olur da âlimler zümresine dahil olur?'
Salih b. Kisan el-Basrî203 şöyle buyurmuştur: Medine-i Münevvere ve diğer İslâm beldelerinde yaşayan büyük âlimlere yetiştim. Hepsi de hadîs bilen fakat aynı zamanda fâcir olan âlim den Allah'a sığınırlardı'.
Ebû Hüreyre şöyle rivâyet ediyor:
Her kim, Allah'ın cemâlini elde etmeye vesile olan ilmi, dünyayı elde etmek için talep ederse, kıyâmet gününde cen netin kokusunu dahi alamaz.
Allahü teâlâ kötü âlimleri 'dünyayı ilimle yiyenler' olarak, ahi ret âlimlerini ise 'huşû ve zâhidlik' ile tavsif etmektedir.
Allahü teâlâ dünya âlimleri (kötü âlimler) hakkında şöyle bu yurur:
Vaktiyle Allah, kendilerine kitab verilenlerden (âlimlerden) şöyle teminat almıştı: Cemâlim hakkı için, Kitab'ı muhak kak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemiyeceksi niz! Onlar ise, o söz ve teminatı sırtlarından attılar ve karşılığında biraz para aldılar, Bu ne kötü alış-veriştir! (Âl-i İmrân/ 187)
Âhiret âlimlerinin vasfını da şöyle tasvir ediyor:
Şüphesiz kitab ehlinden (hristiyan ve yahudilerden) kimi de vardır ki, hakka boyun eğer oldukları halde Allah'a îman et tikleri gibi size indirilen Kur'ân'a da, kendilerine indirilen Tevrat ve İncil'e de îman ederler. Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satıp dünya menfaati elde etmezler! İşte bu Mü'minlere rableri katında mükâfatlar vardır. Gerçekten Allah hesabını çabuk görür. (Âl-i îmran/198)
Selefden bazıları şöyle buyurmuştur: 'Alimler, peygamberler zümresiyle, kadılar ise sultanlarla beraber haşrolunur'.
İlmiyle dünya talebinde bulunan her fakih kadılar zümresin den sayılır.
Ebu'd Derda, Hazret-i Peygamberden şöyle rivâyet eder:
Allahü teâlâ, peygamberlerinden bazılarına şöyle vahyetti! Âhiret ameliyle dünyayı talep eden, amel etmek için değil, başka gayeler için ilim tahsili yapan, din için değil dünya mansıbları için fıkıh öğrenenlere, kalpleri kurt kalbi gibi olup halk için koç (koyun) postuna bürünenlere, dili baldan tatlı ve kalbi biberden acı olanlara de ki; benimle mi alay edip kandırmaya çalışıyorlar? İzzetim hakkı için onlara öyle bir fitne kapısı açarım ki, en halîm olanlarını bile şaşkın bırakır. 204
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu ümmetin âlimleri iki sınıftır:
a) Birinci grup: Allah'ın kendisine lütfederek verdiği ilmi sadece Allah rızasını kazanmak için, başka bir karşılık beklemeden halka öğretir. O ilmi herhangi bir dünya malı karşılığında vermez. Böyle bir insanın üzerine havada uçan kuşlar, denizde yüzen balıklar, karada gezen hayvanlar ve kirâmen kâtibin diye adlandırılan melekler salâvat getirirler (iyiliğine dua ederler) . Bu kimse, şerefli bir efendi olarak peygamberlerin refakatinde kıyâmet gününde Allah'ın huzur-u mânevisine gelir.
b) İkinci grup ise dünyada Allah'ın ilmini öğrenmiş, fakat bahil (cimri) olduğu için, bildiğini Allah'ın kullarına dünya malı karşılığı hariç, öğretmekten kaçınmıştır. Böyle bir kimse kıyâmet gününde ağzına ateşten gem vurulduğu halde huzura gelecektir. Mahşer ehlinin arasında bulunan bir tellâl şöyle bağıracaktır: 'Şu falan oğlu filândır! Dünyada Allah ona ilim verdi; o ise, Allah'ın verdiği bu ilmi Allah'ın kullarından esirgedi onun karşılığında dünyalık aldı ve ilmi karşılığında dünya menfaati sağladı ve az bir paha ile sattı. Bu bakımdan bu kişi, insanların hesabı bitinceye kadar, azap içinde kalır. 205
Bu hadîsten daha şiddetlisi de vardır ki o da şudur:
Vaktiyle Hazret-i Mûsa'ya hizmet etmiş biri durmadan; 'Allah'ın safiyyi (temiz kulu) Musa, bana şöyle söyledi. Allah'ın neciyyi (sırdaş kulu) Musa, bana şunu söyledi. Allah'ın kelimi (Allah ile konuşan) Musa, bana böyle söy ledi' diye Hazret-i Mûsa'ya iftira ederdi. Zamanla bu adamcağız zengin olup serveti çoğalınca Hazret-i Mûsa'nın huzuruna gel mez oldu. Hazret-i Mûsa herkese ondan haber soruyor, fakat bir türlü izine rastlayamıyordu. Günün birinde Hazret-i Mûsa'nın huzuruna elinde domuz ve domuzun boynunda siyah bir ip bulunan bir kişi çıkageldi. O gelen kişiye Hazret-i Mûsa eski dos tunu sordu, adam 'Evet, o sorduğun adam şu gördüğün do muzdur' diye cevap verince; Hazret-i Mûsa, Allah'a yalvararak; 'Ya Rab, onu eski hâline döndür! Döndür de ona neden bu hâle geldiğini sorayım' diye niyazda bulundu. Allah, Musa kuluna şöyle vahiy gönderdi: 'Âdem ve Âdem'den sonraki peygamberlerin dua ettikleri gibi de dua etseydin yine duanı kabul etmezdim. Fakat ben bunu neden bu hâle getirdiğimi sana haber vereyim mi? Bunu din ile dünyayı talep ettiği için bu hâle getirdim'.
Bu hikâyeden daha dehşet verici olanını da söyleyelim:
Muaz b. Cebel mevkuf olarak, başka bir rivâyete göre de merfû olarak Allah'ın Rasûlü'nden şöyle rivâyet eder:
Dinlemekten fazla konuşmasını seven âlim, fitneye düşmüş demektir. Konuşmakta, süslenmek ve uzatmak olduğu için, konuşanın sâlim kalması çok zordur. Sükûtta (âlim için) se lâmet ve ilim (veya ganimet) vardır. Âlimlerden birisi vardır ki, derlediği ilmin başkası tarafından bilinmesini istemez. Böyle bir âlim, ateşin birinci tabakasındadır.
İlminde pâdişah gibi olan bir kısım âlimler ise, ilmî mevzularda kendisine itiraz edildiği veya herhangi bir fikrine karşı konulduğu zaman büyük bir öfkeye kapılırlar. Bu tip âlimlerin yeri ateşin ikinci tabakasıdır! İlmini ve garib konuşmalarını zenginlere ve makam sahiplerine tahsis edip, ihtiyaç erbabına hiçbir şey vermeye çalışmayan bir grup âlim vardır ki bu grubun azap yeri, ateşin üçüncü ta bakasıdır. Diğer bir grup âlim vardır ki, kendilerini fetvacı zanneder, yanlış fetva verir (zorlamalar yapar) lar. Halbuki Allahü teâlâ kendilerini zorlayanlara (veya bilir bilmez konuşanlar) a buğz eder! Bunlar ateşin dördüncü taba kasmdadırlar. Bir kısım âlim de vardır ki ilmi çok görün sün diye yahûdî ve hristiyanların kelâmıyla konuşur. Bunlar da ateşin beşinci tabakasmdadır. Başka bir grup ise, kibir ve gurur yükünü sırtlar, başkalarına va'z ettiği zaman katı davranır ve azarlar, kendisine va'z edildiği zaman, gu ruru ve kibri sebebiyle nasihat dinlemez, işte bu da ateşin yedinci tabakasındadır. Kardeşim! Sen susmayı tercih et! Susmayı tercih et ki, bu hâlinle şeytanı mağlup edebilesin! Gereksiz yere gülmekten ve ihtiyacın olmayan bir yere doğru yürümekten sakın!206
Bir başka hadîste şöyle buyurulmaktadır:
Bazen doğudan batıya kadar fezayı dolduracak derecede kişinin medh-ü senâsı yayılır; fakat bunun Allah indindeki değeri bir sivrisinek kanadı kadar bile değildir. 207
Rivâyet edilir ki; Horasanlı bir kişi, memleketine dönmek üzere iken, va'zından istifade ettiği Hasan-ı Basrîye, içinde beşbin dirhem bulunan bir kese ve ince bir kumaştan yapılmış on elbise hediye eder ve der ki: 'Ey Ebû Said! Bu keseyi nafaka olarak ve bu elbiseleri de giyinmen için sana veriyorum'. Hasan-ı Basrî şöyle karşılık ve rir: 'Allah sana âfiyet versin! Benim bu hediyelere ihtiyacım yok tur. Onun için bunları alıp götür. Zira benim kürsümde oturan bir kişi, halktan bu verdiklerine benzer şeyler alırsa, kıyâmet günü de nasibi olmayan bir insan olarak Allah'ın huzuruna varır'.
Hazret-i Câbir mevkuf ve merfû olarak şöyle rivâyet eder:
Her âlimin yanında oturmayınız! Ancak sizi beş şeyden vazgeçirip, buna mukabil beş şeye dâvet eden âlimlerin yanında oturun. 1) Şekten yakîne, 2) Riyadan ihlâsa, 3) Dünya isteğinden zühde (dünya terkine) , 4) Kibirden tevâ zua, 5) Adâvetten nasihate. . . 208
Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyuruyor;
Derken bir gün (Karun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler 'Ah, keşke Karun'a verilen mal gibi bizim de olsa; o gerçekten büyük bir nasip sahibidir' dediler. Kendilerine (âhiret ahvali hakkında) ilim verilenler de şöyle dediler: 'Ey Karun gibi, dünyayı isteyenler! Yazıklar olsun sizlere! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın (cennetteki) sevabı daha hayırlıdır. Ona (cennet ve sevaba ise) ancak ibadet üzerine sabredenler kavuşturulur. (Kasas/79-80)
Âyet-i celile, âhiret âlimlerini, âhireti dünyaya tercih etmekle nitelemektedir.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, fiillerinin, sözle rine zıd olmadığı gibi, kendisinin yapmadığı bir fiili başkasına tav siye etmemesidir.
Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
(Ey âlimler) insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? (Bakara/44)
Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında en sevilme yen bir şeydir. (Sâf/3)
Allahü teâlâ Hazret-i Şuayb'ın kıssasında şöyle buyurur:
Şuayb şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bakayım! Eğer ben rabbimden bir peygamberlik üzerinde bulunuyorsam ve O, bana katından güzel bir rızık vermiş ise ne yapayım? Ben aykırı hareket etmek suretiyle sizi alıkoyduğum şeylere kendim düşmek istemiyorum. (Hûd/88)
Allah'tan korkun, Allah size ilim öğretiyor. Allah herşeyi hakkıyla bilendir. (Bakara/282)
Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzuruna va racağınızı bilin; takvâ sahibi Mü'minlere cenneti müjdele! (Bakara 223)
Allah'tan korkun ve emrini dinleyin. (Mâide/108)
Allahü teâlâ, kulu ve rasûlü isa'ya şöyle demiştir: 'Ey Meryem'in oğlu! Evvelâ nefsine nasihat et. Eğer bu nasihati nefsin kabul ederse, ondan sonra, nefsinin kabul ettiği şeyi halka tavsiye et. Şayet nefsin kabul etmezse onu başkalarına tavsiye etmekten, benden utanarak kaçın!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İsrâ gecesinde bazı kavimlerin yanından geçtim. Gördüm ki dudakları ateşten imâl edilmiş makaslarla kesiliyor. Bunların kim olduğunu sordum. Onlar suâlime karşılık verdiler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz dünyada halka iyiliği em reder, fakat kendimiz yapmaz idik. Sakındırdığımız kötülükleri biz kendimiz yapardık. 209
Ümmetimin helâk olması, fâcir âlim ile câhil âbidin yüzün dendir. Şerlilerin en korkuncu, âlimlerin kötüleridir; hayırlıların en hayırlısı ise, âlimlerin iyileridir,210
Evzâî211 şöyle demiştir: 'Kabirler, kâfir leşlerinden duydukları kötü kokudan Allah'a sığındıkları zaman, Allahü teâlâ onlara şöyle vahyetti. 'Kötü âlimlerin içi sizin içinizdeki lâşelerden daha pis kokuyor'.
Fudayl b. Iyâz şöyle der: 'Öğrenmeyenlere bir kat azap vardır, öğrenip de yapmayanlara yedi kat azap vardır'.
Şa'bî212 şöyle demiştir: 'Kıyâmet gününde cennetliklerden bir grup başını kaldırıp cehennemliklerden başka bir gruba şöyle ses leneceklerdir: 'Sizi cehenneme sokan şey nedir? Halbuki sizin bize bildirmiş olduğunuz ilim ve edeb sayesinde Allah'ın rahmetine nail olduk ve cennete girdik. Siz nasıl oluyor da cehennemdesiniz?'
Cehennemde olanlar şöyle cevap verirler: 'Biz, hayrı emreder, fakat kendimiz yapmazdık, kötülüklerden sakındırır, fakat bu kö tülüğü kendimiz işlerdik. İşte bu sebepten cehennemde bulunuyoruz'.
Mâlik b. Dinar şöyle buyurmuştur: Âlim, ilmiyle amel etme dikçe, va'zı ve nasihati başkasının kalbinde yerleşemez. Yağmurun, kupkuru taşlara tesir edemediği gibi'.
Şair ne de güzel söylemiştir:
Ey halka nasihat eden vâiz! Sen itham olundun. . . Çünkü ayıp olarak bildirdiğin birçok şeyleri kendin işliyorsun. Var kuvvetinle halka nasihat ediyorsun. Fakat hayatımla yemin ederim ki felâketlerin bütününü sen topluyorsun. Dünyayı ve onu isteyen kişileri ayıplıyorsun; gerçekten sen, ayıpladığın o dünyayı, menettiğin kişilerden daha çok sevi yorsun.
Başka bir şair ise şöyle söyler:
Benzerini yaptığın bir fiili başkasına yasak etme; böyle bir hareket, senin için, en büyük ayıptır.
İbrahim b. Edhern213 şöyle buyuruyor: 'Bir zaman Mekke-i Mükerreme'de bulunuyordum. Bir taş gördüm. Üzerinde aynen şunlar yazılıydı: 'Beni çevir ve ibret al!' Taşı çevirdim ve bu sefer şöyle bir yazı ile karşılaştım: 'Bildiğinle amel etmeyen sen, niçin bilmediğin şeyin ilmini taleb ediyorsun!'
İbn Semmak214 şöyle buyurmuştur: 'Allah'ı hatırlatan nice kimseler vardır ki kendisi Allah'ı unutmuştur. Nice kimseler vardır ki, halkı Allah'a yaklaştırmaya çalışır, fakat kendisi ala bildiğine Allah'tan uzaktır. Gene nice kişiler vardır ki, Allah'ın Kitabı'nı okur, fakat okuduğundan bir fayda görmez!'
İbrahim b. Edhern şöyle buyurmuştur: 'Hiç yanılmayacak ka dar güzel konuşmalar yapıyoruz; fakat iş amele gelince, hep yanılıyor ve katîyyen doğru hareket etmiyoruz.
Evzâî der ki: Trab (bir ibâreyi gramere göre düzgün okumak) geldiği zaman kalpte bulunması gereken huşû gider.
Mekhûl215 Abdurrahman b. Ganem'den şöyle rivâyet eder: 'Hazret-i Peygamberin ashâbından on kişi bana şöyle bir nakilde bulundu: 'Biz sahabîlerden bir grup, Kuba mescidinde ilim tedris ediyorduk. Bu esnada Allah'ın Râsûlü çıkageldi. Bizi, okur ve okutur halde gördükleri zaman şöyle buyurdular:
Öğrenebildiğiniz kadar öğreniniz; fakat öğrendiklerinizle amel etmedikçe, Allah öğrendiğiniz hiçbir şey ile size bir fayda vermeyecektir. 216
Hazret-i isa şöyle buyurmuştur: 'Öğrenip de öğrendiğiyle amel et meyen kişinin hâli; gizlice zina eden ve hâmile olduğu görüldüğü zaman rezil olan zâniye bir kadının durumuna benzer. Aynen zâniye kadın gibi, ilmiyle amel etmeyen kimse de, kıyâmet gününde Allahü teâlâ tarafından mahşer ehlinin gözü önünde rezil edilir'.
Hazret-i Muaz şöyle buyuruyor: Âlimin hataya düşmesinden Allah'a sığınınız. Çünkü müslümanlar nezdindeki itibarı sebe biyle bir kısım halk onun sapıklığına uyabilir'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle buyuruyor: 'Alim, bir hataya düştüğü zaman, halkın bir kısmı onunla birlikte aynı hataya sürüklenir'.
Yine Hazret-i Ömer şöyle der: 'Üç şey vardır ki, onlarla bu âlemin nizamı sarsılır: Bunlardan biri âlimin hataya sapmasıdır'. 217
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kalplerin tatlısı, acı olacaktır. Ne âlim ilminden ve ne de talebesi talebinden istifade etmeyecektir. O zamandaki âlimlerin kalpleri çorak ve tuzlu bir araziye benzer. Üzerine yağmur yağar, fakat yağmurun faydası arazide görülmez. Âlimlerin kalpleri dünyaya kaydığı ve dünyayı âhirete tercih ettiği zaman böyle kötü bir durum hâsıl olur.
İşte o zamanda Allah bu âlimlerin kalplerinden hikmet pınarlarını söker alır, kalplerinde yanan hidayet meşalelerini söndürür. O zamanın âlimlerine rastladığınızda ken dilerini dilleriyle Allah'tan korkar görürsünüz. Halbuki amelle rindeki eksiklik açıkça görülür. İşte o zaman, diller alabildiğine zengin, kalpler ise o nisbette fakirdir. Kendisinden başka hak ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki; bu korkunç manzaranın bi ricik sebebi; muallimlerin, öğrettiklerini sadece Allah'ın rızasını tahsil için yapmamaları, talebelerin de öğrendiklerini Allah için öğrenmemeleridir.
Tevrat ve İncil'de 'Bildiğinizle amel etmedikçe bilmediklerinizi aramayın' hükmü yer alır.
Hazret-i Huzeyfe şöyle buyuruyor: 'Siz öyle bir zamandasınız ki, bil diklerinizin onda birini terketseniz helâk olursunuz. Fakat bir zaman gelecektir ki, kişi bildiğinin onda birini tatbik ettiği takdirde kurtulacaktır. Bunun sebebi; o zamanda tembellerin çoğalmasıdır'. Âlimin misali, kadı'nın misaline benzer.
Kadılar hakkında Hazret-i Peygamber şöyle buyuruyor:
Kadılar üç kısma ayrılır:
1- Bildiği halde hak ile hükmeden kadı, ki böyle bir kadı, cennetliktir.
2- İster bilsin isterse bilmesin, zulümle hükmeden kadı ki böylesi cehennemliktir.
3- Allah'ın emrinin dışındaki birtakım hükümlerle hükme den kadı ki bu da cehennem ehlindendir. 218
Ka'b'ul-Ahbâr şöyle der219: 'Âhir zamanda insanları dünyadan soğutup kendileri bütün güçleriyle dünyaya sarılan; halkı Allah'ın azabından korkutup kendileri korkmayan; yöneticilerin yanma girmekten men edip kendileri yöneticilerin eşiğini aşındıran; dünyayı âhirete tercih eden; zenginlerle konuşup, fakirlerden uzaklaşan; karılarını kıskanan bir koca gibi, ilmini başkalarından kıskanan, kendini dinleyenlerden biri, bir başka vaize gittiği zaman hiddete kapılan âlimler olacaktır. İşte mütekebbir ve Allah'ın düşmanları bunlardır'.
Efendimiz şöyle buyurur: 'Şeytan sizi çoğu zaman ilimle al datır'. 'Ey Allah'ın Rasûlü, bizi nasıl aldatır?' diye sorulduğunda Hazret-i Peygamber İlim öğrenin, fakat iyice öğrenmedikçe ilminizle amel etmeyin' demekle sizi ilme teşvik eder gibi görünüp amelden uzaklaştırır. Öyle ki sonunda eceliniz sizi amelsiz yakalar'. 220
Sırrı es-Sakatî şöyle buyurmuştur: 'Şiddetle zâhir ilmini elde etmeye taraftar olan birisi, birden köşesine çekilip amel etmeye ko yuldu. Kendisinden bunun sebebini sorduğum zaman şöyle cevap verdi: "Bana rüyamda 'Allah seni zâyi etsin, daha ne zamana ka dar ilmi zâyi edeceksin' diyen bir zât gördüm. Bu söz üzerine, ilmi zâyi etmediğimi, ancak ezberlemek için büyük gayret sarfettiğimi ilave ettim. Bunun üzerine bana şöyle cevap verdi: 'Bir ilmin hıfzedilmesi onunla amel etmek demektir'. İşte bu rüyadan sonra ilim tahsil etmeyi bırakarak amel etmeye başladım".
İbn Mes'ûd şöyle der: İlim korkudur; yoksa kof ve çok rivâyetleri bilmek değildir'.
Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: 'İstediğiniz kadar ilim öğreniniz; fakat Allah'a yemin ederim ki o ilimle amel etmezseniz Allah size hiçbir zaman sevap vermez. Sefihlerin gayesi, ilmi sa dece rivâyet etmektir. Âlimlerin gayesi ise, rivâyet değil, o ilme ri ayet etmektir'.
Mâlik şöyle demiştir: İlim tahsil etmek çok güzel birşeydir. İlmi neşretmek daha da güzeldir. Fakat iyi niyetli olmak şartıyla. Öyleyse sabahtan akşama kadar senden ayrılmayan amelleri göz den geçir ve hiçbir şeyi onlara tercih etme'.
İbn Mes'ûd şöyle der: 'Kur'ân, hayat düsturu olsun diye indi rilmiştir. Halbuki siz, Kur'ân'ın sadece okunmasını amel kabul ediyorsunuz. Sizden sonra bir kavim gelecektir. Kur'ân'ı mızrak gibi sadece harflerin mahreclerine riayet ederek dümdüz okuya caklardır. Fakat onların en hayırlınız olduğunu sanmayınız. Zira bildiği ile amel etmeyen kişi, aynen ilaçların ismini teker teker sa yan ve özelliklerini beyan eden hasta; yemeklerin lezzetini sayan fakat bilfiil tatma imkânı bulamayan açlar gibidir'.
Bu mânâyı ifade eden aşağıdaki ayet-i celîleyi birlikte oku yalım:
Allah'a isnad ettiğiniz (noksan) vasıflardan ötürü size yazıklar olsun. (Enbiya/18)
Bir hadîste şöyle buyurulmaktadır:
Ümmetim için korktuğumun bazısı, âlimin hataya kayması ile münafığın Kur'ân hakkındaki cedelidir. 221
Âhiret âlimini dünya âlimlerinden ayıran hususiyetlerden bi risi de; âhirette menfaat verecek olan ibadetlere teşvik edici ilmin tahsiline koyulmak; menfaati az olan cedele ve kıyl-ü kaale çokça yer veren ilimlerden uzak durmaktır.
Ameli teşvik eden ilimlerden yüzçevirip cedelle uğraşan bir âlimin durumu, birçok hastalıklara müptelâ olup çok sıkıştığı bir anda hâzık bir doktora rastlayan, doktoru elinden kaçırma ihti mali olduğu halde hastalıklarına baktırmayan; aksine, ilâçların mahiyetini sormaya kalkışan, tıp ilminin zor meselelerine dalan ve bizzat içinde bulunduğu hayatî meseleleri terkeden hastaya benzer. Böyle bir davranış, hamakatın en son haddi değil de nedir?
Rivâyet olunduğuna göre, bir kişi Hazret-i Peygamber'in huzuruna girer ve Hazret-i Peygamberi şöyle sorar:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bana ilmin gariblerini öğret!
- İlmin başı hakkında ne yaptın?
- İlmin başı nedir?
- Hazret-i Peygamber'i tanıdın mı?
- Evet!
- Allah hakkında ne yaptın?
- Allah'ın dediğini yaptım.
- Ölümü tanıdın mı?
- Evet
- O halde ölüm için ne hazırladın?
- Allah neyi dilemişse onu!
- İşte git, onları güzelce yap, ondan sonra gel de sana ilmin ga rib meselelerini öğretelim. 222
İlim yolcuları Şakîk-i Belhî'nin öğrencisi olan Hatem-i Esem'in rivâyet ettiği cinsten olmalıdır.
Bir gün Şakîk, talebesi Hatem'e sorar:
- Ne kadar zamandır benim derslerime devam ediyorsun?
- Otuzüç seneden beri. . .
- O halde söyle bakalım; bu zaman zarfında benden neler öğrendin?
- Sizden sekiz mesele öğrendim efendim.
- İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. Ömrüm seninle birlikte geçti de, sen benden ancak sekiz mesele öğrendin öyle mi?
- Ey hocam yalan söylemeyi sevmem, ben bu sekiz meseleden başkasını öğrenmedim.
- O halde benden öğrendiğin sekiz meselenin ne olduğunu anlat bakalım.
- Mahlûkata baktım, her birinin bir dostu olduğunu gördüm.
Fakat bütün bu dostlar, kendilerini, en çok kabire kadar tâkip etmekte ve orada bırakarak geri dönmektedir. Bunu görünce, kendime, sevapları dost edindim ki mezarda da benden ayrılanlasın ve beni tâkip etsinler.
- Çok güzel söyledin! İkincisi nedir?
- Allahü teâlâ'nın 'Fakat her kim de rabbinin makamından korkmuş ve nefsini kötülüklerden alıkoymuşsa, onun varacağı yer muhakkak cennettir' (Nâziat/40-41) ayetine baktım ve bildim ki hak, ancak Allah'ın sözündedir. Onun için var kuvvetim ile nefsimi şehvetlerden uzaklaştırmaya çalışıp Allah'ın ibadetlerinde istikrara kavuşturdum.
Öğrendiğim üçüncü mesele: Gene bu mahlûkata baktım ve gördüm ki, herkesin yanında kıymetli saydığı bir eşya vardır ve bu onu yükseltmektedir. Allahü teâlâ'nırı 'Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir; Allah katındaki rahmet hazineleri ise bâkidir' (Nahl/96) sözünü düşündüm. Onun için elime ne geçerse, nefsime kıymetli görünen ne varsa onu Allah'ın yanına korusun diye gönderiyorum. (O'nun rızasını kazanmak için dağıtıyorum)
Dördüncüsü, şu mahlûkata baktığım zaman gördüm ki, her biri, mala, ticarete, sana ve şöhrete meylediyor. Bütün bunların mânâsını düşündüm ve hepsinin boş şeyler olduğuna karar ver dim. Sonra Allahü teâlâ'nın şu ayetine baktım: 'Sizin en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır' (Hucurât/13) . Bu ayeti gördükten sonra takvâya sarılarak Allah nezdinde şerefli olmayı istedim.
Beşincisi, şu mahlûkâta baktım ve gördüm ki, birbirine taarruz eder, birbirini kötüler ve lânet okur. Bütün bu hareketlerin sebebini hasedde gördüm. Sonra Allahü teâlâ’nın şu ayet-i celilesine dik katle eğildim: 'Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki rızıklarmı aralarında biz böldük' (Zuhruf/32) . Bu ayetin ifade ettiği mânâya sarılarak hasedden şiddetle kaçtım; çünkü rızık taksimatını Allahü teâlâ’nın yaptığına katiyetle îman ettim. Böyle olunca halktan kaçmayı tercih ettim, halkın düşmanlığından kendimi korumuş oldum.
Altıncısı, halka baktım ve gördüm ki herkes birbirine saldırıp kavga ediyorlar. Bu manzarayı görünce Allah'ın şu ayetini düşündüm: 'Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır; siz de onu düşman edinin' (Fâtır/6) . Sadece ezelî düşmanımız olan şeytana düşman kesildim ve son derece hassas tedbirler alarak ondan öcümüzü almaya çalıştım. Çünkü onun bana düşman olduğuna Allah şahidlik etmektedir. Şu halde ondan başkasına düşmanlık beslemeyi bırakmak benim için vazife oldu.
Yedincisi, baktım şu mahlûkata ve gördüm ki, herkes bir parça ekmeğin arkasında koşarak kendini rezil ediyor. Bir parça ekmeğe sahip olmak için gayri meşrû işler yapıyor. Bunu görünce Allahü teâlâ’nın şu ayetini düşündüm: 'Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkı Allah'a aittir' (Hûd/6) . Bildim ki, rızkı Allah'a ait olan canlılardan biri de benim. Bundan ötürü Allah için gere ken vazifeye daldım. Âdil olan Allah'ın nezdindeki rızkımı ise Allah'ın merhametine bıraktım.
Sekizinci ise, bakıp gördüm ki, insanların herbiri, kendisi gibi yaratık olanlardan birine sırtını dayamış. Kimisi tarlasına, kimisi ticaretine, kimisi beden gücüne ve kimisi de sanatına güvenmekte. . . O zaman Allah'ın şu ayetine sarıldım ve sadece Allah'a tevekkül ettim, yalnız o bana kâfidir dedim: 'Kim Allah'a tevekkül ederse O ona yeter; muhakkak ki Allah emrini yerine getirendir' (Talâk/3) .
Bunun üzerine Şakîk 'Ey Hâtem! Allah seni muvaffak etsin. Ben Tevrat, İncil, Zebûr ve Furkan ilimlerine baktım ve gördüğüm diyanet ve hayır çeşitleri, senin saydığın nesnelerden başkası değildir. Her müsbet şey, senin saydığın sekiz temel üzerine bina edilmiştir. Bu saydığın sekiz şeyle amel eden bir kimse Allah'ın peygamberlerine göndermiş olduğu dört kitaba da uygun hareket etmiş olur dedi.
İlmin bu dalını öğrenmeye ancak âhiret âlimleri gayret sarfe derler. Dünyaya dalan âlimler ise, rütbe ve mal hangi ilimle elde edilirse onun peşinde koşarlar. Onun için Allah'ın peygamberle rini vazifelendirip gönderdiği ilimleri tamamen ihmal ederler.
Dahhâk b. Mezahim223 "Selef âlimlerine yetiştim. Birbirlerinden takvâ ilmini öğreniyorlardı. Fakat bugünün âlimle rinin ise, birbirlerinden, yalnız kelâm ilmini öğrendiklerini görü yorum' demiştir.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de mesken, ev eşyası, elbise, yiyecek ve içeceklerinde şatafata kaçmamak ve israf etmemektir. Bu hususlarda kendisini selef âlimlerine benzetmelidir. Bunların en azıyla iktifa etmeye bakmalıdır. Aza doğru meylettikçe Allah'a yaklaştığını bilmelidir. Ancak böyle davranmakla âhiret âlimleri zümresine dahil olabileceğine inanmalıdır.
Bu keyfiyete Hatem-i Esem'in talebelerinden Ebû Abdullah el-Havas'dan nakledilen bir hikâye de işaret etmektedir. Ebû Abdullah şöyle anlatır:
- Hatem'le birlikte Horasan'a bağlı olan Rey şehrine girdik. Beraberimizde üçyüz yirmi kişi daha vardı. Sırtlarında ne yünlü cübbeler, ne de azıklarını muhafaza edecek bir torbaları vardı. Hatem'le birlikte hacca gidiyorlardı. Adı geçen şehirde derviş meşrebli bir tüccara misafir olduk. Bu zat, yoksulları seven bir kişi olduğundan o gece bizi de misafir etmişti. Sabah olduğunda Hatem'e şöyle dedi:
- Şehrimizde hasta bir fakih var; onu ziyaret etmeye gidiyorum; bana bir diyeceğiniz var mı?
- Bir hastayı ziyaret etmek büyük bir fazilettir; hele hele bir fakihin yüzüne bakmak ibadettir. Onun için ben de seninle birlikteziyarete geliyorum.
Hasta fakih Muhammed b. Mukatil aynı zamanda Rey şehrinin kadısı idi. Fakihirı evine geldiğimiz zaman güzel ve yük sek bir kâşane ile karşılaştık. Hatem bir müddet düşündü ve sonra şöyle sordu:
- Bu gördüğüm bina hakikaten bir fakihe mi aittir?
O sırada kapı açılmış ve girmemize izin verilmişti. İçeri girdiğimiz zaman geniş salonlar, gayet kıymetli eşyalar ve bütün bu değerli şeylere uygun zengin perdelerle karşılaştık. Bu manzarayı gören Hatem'in düşünceli tavrı daha da kesin bir hâl aldı. Derken hastanın yattığı odaya girdik. Göze ilk çarpan şey odanın gayet kıymetli ve yumuşak halılarla döşeli oluşu idi. Hasta, gayet rahat bir yatağa uzanmış, başında da kendini yelpazeleyen bir hizmetkâr vardı. Ziyaretçi tüccar, hastanın yanma giderek oturdu. Hatem ise ayakta bekledi. Bir ara gözünü açan hasta ayakta gördüğü Hatem'e oturması için işaret etti. Bu işareti alan Hatem şöyle dedi:
- Ben oturmam.
- Bir şeye mi ihtiyacın var?
- Evet
- Nedir ihtiyacın?
- Senden bir mesele hususunda bilgi almak istiyorum. Hasta:
- Söyle bakalım neymiş meselen?
- Evvela yatağında dikilerek otur da ondan sonra sorayım suâlimi!'
Bunun üzerine hasta, yatağın içinde doğrularak oturdu. Hatem sualini sormaya başladı.
- Sen ilmini kimden aldın?
- itimâd edilen birçok âlimden.
- Onlar kimden öğrenmişlerdi?
- Allah'ın Rasûlü'nün ashâbından öğrenmişlerdi.
- Ashâb kimden öğrenmişti?
- Allah'ın Rasûlü'nden.
- Allah'ın Rasûlü kimden öğrendi?
- O da Cebrail'den, Cebrail ise Allah'tan öğrendi.
- Öyleyse söyle bana! Cebrail'in Allah'tan, Rasûl'ün Cebrail'den, sahâbîlerin Rasûl'den, senin hocalarının sahâbîlerden aldığı ilimde; senin evin gibi şatafatlı bir meskene sahip olan insanın Allah nezdindeki mertebesinin yüksek olduğuna dair bir bilgi var mı?
- Hayır!
- O halde sen nereden işiterek bu debdebeli hayata daldın? Daha doğrusu sana ders veren hocalar ne dediler bu konuda?
- Onlardan öğrendiğim şey şu olmuştu: Allah'ın indinde makbul bir kul olabilmek için, âhiret âlemine yönelmek, dünyaya tapmaktan kaçmak ve fakirleri sevmek, âhirete talip olup dünyayabağlanmamak gibi yüce ahlâklar lâzımdır.
- Öyleyse sen bu işlerinde kime uydun? Hazret-i Peygambere mi, sahabîlere mi, salih kimselere mi? Yoksa dünyada ilk tuğla ve taş evler yaptırıp içinde oturan Nemrud ve Firavun'a mı? Ey kötü âlimler! Sizin gibi dünyaya sarılan âlimler, halka çok kötü örnek oluyorlar. Böyle âlimleri gören halk 'ınâdem ki âlim böyle yapıyor, demek ki böyle yapmakta bir günah yok; ben ondan daha üstün ve faziletli değilim ya?' diyerek sizleri takip ediyor.
Bundan sonra hiçbir şey söylemeden oradan çıkıp gitti. Bu hâ diseden sonra İbn Mukatil'in hastalığı büsbütün arttı.
Hatem ile İbn Mukatil arasında geçenleri işiten halk, Hatem'i ziyaret etmeye başladı. Bu arada içlerinden bazıları Kazvin şehrinde Tenafûsî isimli fakih bir zatın yaşadığını, onun debdebe sinin İbn Mukatil'inkinden kat be kat fazla olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hatem, Tenafûsi'yi görmek için Kazvin'e gitti. Onu bularak huzuruna çıktı.
- Ey İmâm! Allah'ın rızası üzerine olsun. Ben Acem diyarından gelme garip bir kişiyim; bana dinimin başını ve namazımın anahtarını öğretmeni istiyorum. Bu nedenle bana abdestin nasıl alınacağını öğretmelisiniz.
Tenafûsî 'Hay hay, başüstüne' deyip hizmetçisinden abdest kabını istedi. Hizmetkâr, emri yerine getirdi. Tenafûsî oturarak abdest almaya başladı. Bütün âzalarını üçer kere yıkayarak abdes tini aldı ve sonra Hatem'e dönerek şöyle dedi:
- İşte abdest böyle alınır!
- Lüften yerinizden ayrılmayın. Ben huzurunuzda bir abdest alayım, siz de beni seyredin. Bakalım tarifiniz üzere abdesti öğrenebilmişmiyim? Öğrenememişsem siz beni düzeltin.
Hatem başladı abdest almaya. Fakat âzalarını üçer kere yıkayacağı yerde dörder kere yıkadı. Abdest bittikten sonra Tenafûsî şöyle söyledi:
- Olmadı, âzalarına fazla su dökmek suretiyle israf etmiş oldun.
- Neden israf olsun.
- Neden olacak? Azalarını üçer kere yıkayacağına dörder kere yıkadığın için?
- Sübhanallah'il-azim! Ben bir avuç fazla su dökmekle müsrif oluyorum da, sen bu kadar debdebe içinde nasıl oluyor da israf etmemiş bir adam olabiliyorsun?
Tenafûsî, kendisine gelen kişinin öğrenmeye değil, denemeye geldiğini anladı ve evine kapanarak utancından kırk gün halkın içine çıkamadı. Hatem Bağdad'a geldiği zaman kendisini ziyarete geliyorlar ve şöyle söylüyorlardı: 'Sen Acem diyarından gelme bir garip kişisin; oysa seninle karşılaşan her âlimi susturuyorsun. Bunun hikmeti nedir?' Hatem Tanımda bulunan şu üç hasletle onları susturuyorum' dedi:
1. Hasmım isabetli bir fikir ileri sürdüğü zaman seviniyorum.
2. Şayet hasmım yanılırsa fevkalâde üzüntü duyuyorum.
3. Hasmımı kırmamak için cehaletini yüzüne vurmamaya son derece dikkat ediyorum.
Ahmed b. Hanbel, Hatem'in bu sözünü işittiği zaman Sübhanallah! Ne akıllı kişiymiş' diyerek onu ziyaret etmeyi em retmişti. Talebeleriyle birlikte Hatem'in huzuruna vardığı zaman 'Ey Ebû Abdurrahman! Dünyada nasıl selâmette kalınır?' diye bir sual sordu. Hatem: 'Ey Ebû Abdullah! (İmâm-ı Ahmed'in künyesi) Beraberinde dört haslet bulunmadıkça dünyada selâmet bula mazsın!
1) Halkın cehaletini affedeceksin.
2) Onlara karşı cehalet göstermemeye azamî dikkati sarfedeceksin.
3. Malını onlara vereceksin.
4) Onlardan hiçbir şey talep etmeyeceksin ve almayacaksın.
Hatem, Medine'ye doğru yol aldı. Medine halkı onu karşılamaya çıkmışlardı. Hatem halka şöyle seslendi: 'Ey ahali! Bu şehir hangi şehirdir?'
- Allah'ın Rasûlü'nün şehridir!
- O halde bana Allah'ın Rasülü'nün kâşânesini gösterin, orada teberrüken iki rek'at namaz kılayım'.
- Hazret-i Peygamberin kâşânesi yok ki; onun küçücük ve basit bir evceğizi vardı.
- O halde sahabîlerinkini gösterin, orada kılayım.
- Onların da böyle evleri yoktu. Onların evleri yerlere bitişik ve gayet mütevazi evlerdi.
- Ey ahali! Öyleyse burası Hazret-i Peygamberin değil, Firavun'un şehridir.
Bu söz üzerine Hatem'i tutup valinin yanına götürdüler: 'Bu yabancı Medine'ye Firavun'un şehri demektedir' diye onu valiye şikayet ettiler. Vali, Hatem'e niçin böyle dediğini sorunca, Hatem: 'Acele etme! Ben Acem diyarından gelme bir garip kişiyim. Bulunduğum yerin neresi olduğunu bilmiyordum. Öğreneyim diye sual sordum. Cevap olarak burasının Hazret-i Peygamberin şehri olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamberin hanesi ne rededir diye soracak oldum ve bana şöyle şöyle dediler. . . '
Hatem daha sonra sözlerine şunu ilâve etti:
- Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Gerçekten Allah'ı ve âhiret gü nünü arzulayan ve Allah'ı çok zikredenler için Allah'ın Rasûlü'nde güzel örnekler vardır' (Ahzab/21) . O halde ey bu şehrin sâkinleri! Size soruyorum! Hazret-i Peygamber'e mi, yoksa yeryüzünde ilk tuğla binayı yapan Firavun'a mı uyuyorsunuz?
Hatem'in bu suali karşısında cevap vermekten âciz kalan Medineliler dağılıp gittiler.
İşte Hatem-i Esem'in hikâyesi budur. . .
Selef-i sâlihînin biyografilerinden bahsettiğimiz yerlerde, onların nasıl süsü terkedip, mütevazi kıyafetlere rağbet ettiklerini yeri geldikçe beyan edeceğiz.
Bu meselede derin bir tedkik yapacak olursak, şöyle bir karara varırız: 'Mubah ile süslenmek haram değilse de, süse fazla rağbet etmek insana ünsiyet kazandırır ve bir daha süsten ayrılmak zor gelir. Konforlu hayatı devam ettirmek için birçok sebeplere tevessül edilir. İşte bunları korumak için de haramın tâ kendisi olan mü dahane etmeyi, halkın iltifatına mazhar olmaya çalışmayı, riyakârlık yapmayı ve daha başka nice mahzurlu şeyleri yapmayı bera berinde getirir. Onun için sâlim yol, konforlu hayattan uzak kal maktır. Çünkü dünyaya dalan, kesinlikle felâkettedir. Eğer dün yaya dalmakla kurtuluş, yanyana mümkün olabilseydi, Hazret-i Peygamber bu dünyaya sırt çevirmezdi. Hatta o kadar ki, hutbe okuduğu zaman parmağında bulunan altın yüzüğü ve sırtında bu lunan nakışlı gömleği bile çıkarırdı. Daha neler de neler. . .
Bütün bunların tafsilâtı, kitabımızın ilerideki bölümlerinde ge lecektir.
Hikâye edilir ki, Yahya b. Yezid224 İmâm-ı Mâlik'e şu mektubu yazmıştır:
Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle başlarım. Allah'ın salât ve selâmı evvelin ve âhirin, geçmiş ve bütün geleceklerin efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa'ya olsun! Bu mektup, Yahya b. Yezid b. Abdülmelik'den Mâlik b. Enes'e yazılmıştır.
Ey Mâlik! İşitiyorum ki sen ince elbiseler giyerek, elenmiş unlardan yapılmış ekmekler yiyormuşsun. Mefruşat üze rinde oturuyor, kapında nöbetçiler bekletiyormuşsun. Halbuki sen, ilim kürsüsünü işgal eden bir zatsın; tâ uzak diyarlardan develerin göğüsleri dövüle dövüle sana gelini yor. Halk sana koşup seni İmâm biliyor ve senin sözlerine kulak vererek arkanda gidiyor. O halde ey Mâlik! Allah'tan kork ve tevazûdan ayrılma. Benden sana bir nasihat olmak üzere bu mektubu yazıyorum. Mektubumun içindekileri Allah'tan başka kimse bilmiyor. Allah'ın selâmı üzerine olsun'.
İmâm-ı Mâlik cevap olarak Yahya'ya şu mektubu yazar:
Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle mektubuma başlıyorum. Allahü teâlâ, efendimize, onun âline ve ashâbına sâlat ve selâm etsin. Bu mektup, Mâlik b. Enes'den Yahya b. Yezid'e yazılmıştır. Allah'ın selâmı üzerine olsun!
Mektubunuz elime geçti. Nasihat, şefkat ve edeb olarak kal bimde yerleşti. Allahü teâlâ seni takvâ ile bezesin. Nasihatından dolayı sana hayırlar ihsan etsin. Ben Allah'tan tevfikini isterim. İbadete doğru atılan adımlar ve günahtan dönmek, ancak büyük Allah'ın verdiği kuvvet ve kudretle olur. Benim elenmiş unlardan yapılmış ekmekler yemem, ince elbiseler giymem, kapımda nöbetçiler beklet mem ve yumuşak minderler üzerinde oturmam meselesine gelince; bunların hepsini yapar ve Allah'tan af dileriz. Zira, Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti (elbiseleri) temiz ve helâl rızıkları kim haram etmiştir? De ki: Bu ziynet ve hoş rızık, dünya hayatından îman edenler içindir. (Kâfirler de faydalanır) Fakat kıyâmet gününde yalnız Mü'minler içindir. Böylece ayetleri açıklıyoruz. (A'raf/32)
Hiç şüphe yok ki, ben bunları yapmamanın, yapmaktan daha hayırlı olduğunu çok iyi biliyorum. Mektubunu bizden esirgeme! Biz de size daima mektup göndermeye devam edeceğiz. Allah'ın selâmı senin üzerine olsun!
İmâm-ı Mâlik'in insafını görüyorsunuz! Helâl olduğu halde debdebe ifade eden şeyleri giymemeyi giymekten iyi buluyor. Fakat helâl olanı yapmak için fetva vermekten de bir an olsun geri durmuyor.
Hazret, iki fetvada haklıdır. İmâm-ı Mâlik gibi büyük bir insan dahi, nasihatla kendisine çeki düzen veriyor. Çünkü kendisini ku surlu bulabiliyor. O Mâlik ki mübahların hududunda kendini dur durmaya muktedir bir insandır. Mübahları elde etmek için dalka vukluk, riyakârlık ve gayri meşru işlere kaymaz. Fakat herkes İmâm-ı Mâlik gibi mübahların hududunda kendini tutmaya muk tedir olamaz. Onun için bu gibi insanların normali aşan mübahlarla lezzetlenmeleri kendileri için büyük tehlikedir.
Nefsine hâ kim olamama ihtimali bulunan kimselerin aşırı bir derecede mü baha dalmaları korku makamından uzak kaldıklarını gösterir. Halbuki âlimlerin özelliği Allah'tan çokça korkmaktır. Korkunun belirtisi ise, tehlike kokusu bulunan sahalardan uzak durmaktır.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, sultanlara sokul maktan uzak kalmaktır. Yanlarına yaklaşmak zorunda kalındığı takdirde hiçbir şekilde onlara sokulmamaktır. Hatta sultanlar, kendi kapılarına gelse bile onlara yakınlık göstermekten kaçınmalıdır; zira dünya tatlıdır, zarar verici yemyeşil bir mera gibidir. Bu tatlı ve zevkli meranın gemleri sultanların elindedir. Sultanlara yaklaşmak isteyen bir kişi onları memnun etmek zo runda kalır. Zâlim olsalar bile kalplerini kazanmaya gayret sarfe der. Halbuki her dindar insanın vazifesi, sultanların kötülüklerini kabul ve tasvip etmemektir, Sultanların kötülüklerini söylemek suretiyle göğüslerini daraltmak vazifesi dindar kişilere düşmektedir.
Uygunsuz olan hareketlerini takbih etmek gerekmektedir. Bu bakımdan, onların yanına girip çıkan kişiler ya onların debdebele rine bakar, bu debdebeye nisbetle kendisine verilen nimetleri küçük görmeye başlar; yahut da nimetlere kavuşmak maksadıyla onların uygunsuz hareketlerine katılmak zorunda kalır veya onları kendisinden razı etmek ve kendilerini hoşnut etmek için güzel ve met hedici konuşmalar yapar bu davranış ise apaçık bir iftiradır veya ellerindeki dünyalıktan tam istifade etmeye kalkar. Bu ise haramdan başka birşey değildir. Sultanların mallarından ve sahip oldukları şeylerden nelerin alınıp nelerin alınmayacağını ilerideki Helâl ve Haram bölümünde izah edeceğiz.
Kısaca sultanlarla yakın ilişkiler kurmak her şerrin anah tarıdır. Âhiret âlimlerinin yolu, ihtiyatı katiyyen elden bırakmamaktır.
Kim çölde yaşarsa, (kalbi) katılaşır. Avlanan kişi de, Allah'tan gâfil olur; sultana sokulan ise, fitnelere düşer. 225
Benden sonra başınıza bir kısım yöneticiler geçecektir; onlardan kabul edeceğiniz hareketler olduğu gibi redde deceğiniz hareketler de olacaktır. Onların hareketlerini red deden bir kimse, kendini günahtan korumuş olur. Onları hoş görmeyen bir kimse ise, selâmette kalır. Fakat onlara tâbii olan ve hallerinden razı bulunanı Allah rahmetinden uzaklaştırır.
Sahabe 'Biz onlarla muharebe edelim mi?' diye sorunca, Hazret-i Peygamber 'Hayır! Onlar namazı kıldıkça onlarla muha rebe etmeyiniz'dedi. 226
Süfyân es-Sevrî şöyle buyurmuştur: 'Cehennemde bir vâdi vardır; oranın sakinleri padişahları ve sultanları ziyaret eden âlimlerdir'.
Hazret-i Huzeyfe b. Yemân şöyle buyuruyor: 'Fitne yerlerinden sakınınız!' 'Fitne yeri hangisidir' diye sorulduğunda Huzeyfe şöyle cevap verdi: 'Emirlerin kapılarıdır. İçinizden herhangi birisi emî rin huzuruna girdiği zaman mecbûren emîrin yalanlarını tasdik edip, onda bulunmayan meziyetleri sayıp dökecektir'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Âlimler, yöneticilerle düşüp kalkmadıkça insanlar arasında peygamberlerin vekilleridir. Fakat yöneticilerle düşüp kalkmaya başladıkları zaman peygamberlere ihanet etmiş olurlar. İşte o zaman böyle âlimlerden kendinizi korumak için uzaklaşınız. 227
A'meş'i ziyarete gelenler 'Çok çok talebe yetiştirmek suretiyle ilmi ihya ettin' dediler. A'meş 'Hüküm vermekte acele etmeyin! Benden ilim öğrenenlerin üçte biri öldü, hem de yetişmeden. Üçte biri ise padişah kapısından ayrılamamakta ve böylece insanların en kötüsü olmaktadır. Kalan üçte birinin de çok az bir miktarı fel âha kavuşur' buyurdu.
Bu hikmete işaret etmek için, Said b. Müseyyeb İdareci sınıfla düşüp kalkan âlimler buğzedilmeye en müstahak kimselerdir', buyurmuştur.
Evzâî 'Allah nezdinde, olur olmaz zamanlarda yöneticilerin huzuruna çıkan âlimlerden daha fazla buğzedilmeye lâyık kul yok tur' demiştir.
Alimlerin en şerlileri yöneticilerin, yöneticilerin en iyisi de âlimlerin ayağına gidenlerdir. 228
Mekhûl şöyle demiştir: 'Kur'ân'ı öğrenip, fıkıh ilmini elde et tikten sonra, servetinden istifade etmek maksadıyla sultana yaklaşan ve ona dalkavukluk eden kimse, bu maksatla attığı adımlar sayısınca cehennem denizine yaklaşmış olur'.
229 şöyle der: 'O ne kötü âlimdir ki, birşeyler öğrenmek için meclisine gidenler, emîrin yanında olduğunu öğrenirler'.
Yine Semnun şöyle buyurmuştur: 'Daha evvel, hocalarımdan dinlemiştim, diyorlardı ki: Âlimin dünyaya bağlı olduğunu gördüğünüz zaman kendisini din hususunda itham ediniz. (Yani dinî konularda ona güvenmeyiniz!) Ben bunu bizzat denedim. Padişahın huzuruna girip çıktığım zaman nefsimi hesaba çektim ve gördüm ki, bazı yerlerde tehlikeye girmişim. Halbuki herkesin bildiği gibi, sultana karşı en ağır ve en galiz konuşmayı ben yapıyordum. Ona en çok ben muhalefet gösteriyordum. Buna rağmen, yine de tam mânâsıyla tehlikelerden kurtulamıyordum. Bir yudum suyunu içmediğim ve hiçbir şeyini kabul etmediğim halde, benim yerime bir başkasının onun yanına gitmesini istiyor dum'.
Sözüne devamla şöyle buyurmuştur: 'Zamanımızdaki âlimler Benî İsrail âlimlerinden daha kötüdür. Çünkü zamanımızın âlimleri, sultanların istediği ruhsatı ve fetvayı veriyor ve onların is tediği gibi konuşuyor. Şayet sultana, vazifelerini hatırlatan konuşmalar yapsa idiler ki sultana pek ağır gelecektir. Onun için bu kişilerin bir daha huzuruna gelmelerini istemiyecektir ve böyle olunca da Allah nezdinde kurtulmuş olacaklardı'.
Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: 'Sizden evvel, İslâm dininde ve Hazret-i Peygamber'in sohbetinde râsih bir kimse vardı.
(Abdullah b. Mübârek, bu kişinin Sa'd b. Ebi Vakkas olduğuna işaret etmiştir) Bu zat, yöneticilerin yanına girip çıkmaz, aksine, onlardan daima kaçardı. Bundan dolayı ihtiyaç içerisinde kalan çocukları kendi sine 'Yöneticilerin yanına girip çıkanlar hiçbir şekilde senin ka dar Hazret-i Peygamber ile sohbet etmemişler ve senden evvel müslü man olmamışlardır. Öyleyse sen de bu yöneticilerin huzuruna gi rip çıksan ve bize birşeyler temin etmeye çalışsan iyi olur' dediler. Adam 'Evlâtlarım! Dört tarafından leşlerle çevrilmiş bir yere mi gideyim? Allah'a yemin ederim ki, gücümün yettiği nisbette o leşlerin içine düşenlerle birlikte olmayacağım' dedi. Çocukları İyi ama, bak biz fakirlikten dolayı neredeyse helâk olup gideceğiz.
Hâlimizi görmüyor musun?' deyince, adam 'Evlâtlarım! Zayıf fa kat imanlı olarak ölmem, kuvvetli fakat münafık olarak ölmemden daha iyi gelir bana' diye cevap verdi.
Hasan sözlerini şöyle bitirir: 'Allah'a yemin ederim ki toprak, insanın bedeninde bulunan et ve yağı yiyebilir, fakat îmanı asla! :O zat, imanıyla çocuklarını mağlup etti'.
Bu kıssada, sultanın huzuruna çıkan kişinin kendisini kötü lüklerden kurtaramayacağına işaret vardır. Sultanın huzurunda daima nifak tehlikesiyle karşı karşıya kalır insan. Nifak ise imanla katîyyen bağdaşmaz.
Ebû Zer el-Gıfârî, Seleme'ye şöyle hitab etmişti: 'Ey Seleme! Sakın sultanların kapılarına gitme. Zira onların dünyalıklarından ne kadar alırsan, senin dininden, daha fazlasını alırlar'.
Yöneticilere yaklaşmak, onlarla yakınlık tesis etmek, âlimler için en büyük fitnedir. Böyle bir hal, şeytanın, insanı nifaka düşürmek için kullandığı en büyük vesiledir. Hele sultanlara so kulan, onlara yaklaşan âlimler konuşmalarıyla sultanlara ve yö neticilere makbul ve hoş görünmeye çalışırlarsa. . . Vay bunların haline!. . Şeytan onlara, hep böyle konuşmalarını telkin eder.
Ayrıca şöyle telkinlerde bulunur: 'Yöneticilerin huzuruna gi dip onlara va'z ve nasihatta bulunabilir, onları, yapacakları zu lümlerden alıkoyabilir ve şeriatın teşvik edilmesine vesile olabilirsin'.
Şeytan, bu telkini yapa yapa âlimlerin kalbine, yöneticilerin yanına gitmenin dinî bir vazife olduğu fikrini yerleştirir. fakat âlim, yönetici ile temas ettikçe, bir de bakar ki, yöneticinin hoşlandığı türden konuşmalar yapmakta ve türlü dalkavukluklarla, onu haddinden fazla pohpohlamaktadır. İşte bütün bu hare ketler, kişinin kalbinden din hissini silip süpürmektedir.
Eskiler şöyle derler: Âlimler, öğrendikten sonra amel eder ve amel ettikleri zaman öğrenmeyle meşgul olurlardı. Böyle zamanlarda kimse onları ortalıkta görmezdi. Bunun için de onlar, aranırlardı. İşte bu âlimler, ele geçmemek için bucak bucak kaçarlardı'.
Âdil halife Ömer b. Abdülâziz, Hasan-ı Basrî'ye şöyle yazar: 'Allah yolunda yardımcı olabilecek âlimleri bana bildir'. Hasan-ı Basrî, halifenin mektubuna şu cevabı verdi: 'Dindar âlimler senin yanında bulunmayı istemez; sen de, dünyaya dalan âlimleri iste mezsin. Fakat sana vereceğim bir nasihat varsa, o da şudur: Neseb bakımından şerefli olanları ara! Çünkü onlar, şereflerini hiyanetle kirletmezler.
Zamanının en büyük zâhidi ve en âdil halifesi olan Ömer b. Abdülâziz'e yaklaşmak bu kadar zararlıysa, böyle bir zâta dindar âlimler sokulmaktan korkarlarsa, artık diğer yöneticilere yaklaşmanın nasıl bir kötülük getireceğini bir düşün!
Hasan-ı Basrî, Süfyân es-Sevrî. İbn-i Mübârek, Fudayl b. Iyâz, İbrahim b. Edhern ve Yûsuf b. Esbat gibi selef âlimleri, Mekkeli, Şamlı ve daha başka memleketli dünya âlimlerinin aleyhinde konuşurlardı. Bu konuşmaları iki sebebe dayanmaktaydı. Aleyhlerinde konuşulan bu âlimler, ya dünyaya sımsıkı bağlanmış veya yöneticilerle sıkı münasebet kurmuşlardı.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, fetva vermek heve sinde olmamalarıdır. Hattâ bu âlimler, sükûtla geçiştirme imkânı buldukları yerde, fetva vermekten şiddetle kaçınırlar. Sorulan mesele hakkında Kur'ân, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet veya açık kıyasla kesin bir bilgi sahibi oldukları takdirde cevap verirlerdi. İctihad ve tahminle doğru cevap verebileceğini zanneden bir kimse, kendi sine bir mesele hakkında sual sorulduğu zaman ihtiyatlı davran malı ve böyle bir sualin sahibini, eğer varsa kendinden daha ehil birisine göndermelidir. İşte fetva hususunda en sağlam yol budur. Zira ictihad etmek suretiyle suallere cevap vermeye kalkmanın tehlikeleri büyüktür.
Bir hadîste şöyle buyurulmuştur:
İlim üç şeyden ibarettir: Allah'ın apaçık kitabı; Rasûlunün sabitleşmiş olan sünneti ve La Edrî (Bilmiyorum) demek. 230
Şa'bî şöyle demiştir: 'Lâ edrî (bilmiyorum) demek ilmin yarısıdır'.
Bir mesele hakkında sual sorulduğu zaman, cevabı bilinmi yorsa, Allah rızası için susmak, konuşmaktan daha az ecir getir mez. Çünkü bilmediğini ikrar etmek herşeyden zor gelir nefse. . . İşte sahâbe-i kirâm ve onları tâkip eden selef âlimlerinin âdetleri böyle idi.
İbn Ömer'den bir fetva istendiği zaman şöyle derdi: İnsanların idaresini yüklenen şu emire gidiniz! Bunun mesuliye tini, (şayet varsa) onun omuzlarına yükleyiniz'.
İbn Mes'ûd şöyle buyurmuştur: 'İnsanların her sorusuna ce vap veren kimse mecnundur. Alimin kalkanı La Edrî (Bilmiyorum) demektir. Şayet âlim, bu kalkanı elinden bırakırsa öldürücü darbeler yer'.
İbrahim b. Edhem şöyle buyurmuştur: 'Bir ilimde konuşan, fa kat bir başkasında susan âlimden daha fazla, şeytanı sinirlendiren hiç kimse yoktur. Şeytan der ki: 'Şu adama bakınız! Konuşmaması, konuşmasından daha zor geliyor bana!'
Bir kısım âlimler, evliyalardan olan abdalları şöyle vasıflandırmışlardır: 'Onlar, ihtiyaç olmadıkça yemez, uyku zor lamadıkça uyumaz ve mecbur olmadıkça da konuşmazlar. Yani sorulmadıkça konuşmazlar. Sorulduğu zaman, kendilerinden daha doğru cevap verebilecek biri varsa suali ona havale ederler. Fakat böyle biri bulunmadığı zaman mecburen cevap verirler. Onlara göre, sorulmadığı halde konuşmak, konuşmaya karşı du yulan şehvetin tâ kendisidir'.
Hazret-i Ali ile Abdullah b. Abbas, halka va'z eden birinin yanından geçerken, birbirlerine şöyle demişlerdir: 'Bu kişi cemaata, 'beni tanıyınız' demek istiyor herhalde'.
Bâzı âlimler şöyle buyurmuştur: Âlim, kendisine sual sorulduğu zaman, sağlam bir dişi çekilmiş gibi ızdırap duyan kim sedir'.
İbn Ömer 'Ey millet! Bizi cehennem üzerinde bir köprü yapıp üzerimizden geçmek mi istiyorsunuz?' demiştir.
Ebû Hafs en-Nisaburî de şöyle der:231 "Hakiki âlim, sual sorulduğu zaman, kıyâmet günü 'Onun cevabını nereden aldın?' su ali karşısında kalmış gibi korkudan titreyendir".
İbrahim et-Teymi'den232 bir sual sorulduğu zaman ağlamaya başlar ve derdi ki: 'Başkasını bulamadınız mı ki, bana muhtaç oldunuz?'
Ebû Âli er-Rıyahî,233 İbrahim b. Edhem ve Süfyân es-Sevrî, ancak iki-üç kişilik cemaata va'z ve nasihat ederdi. Konuşmayı dinleyenler çoğaldığı zaman va'z ve nasihatlarını kesip, kalkar gi derlerdi.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Üzeyir'in peygamber olup olmadığını bilmiyorum. Tubba'nın mel'un olup olmadığını bilmiyorum. Zülkarneyn'in nebî olup olmadığını bilmiyorum. 234
Hazret-i Peygamberden 'Yeryüzünün neresi en hayırlı, neresi en şerli yeridir?' diye sorulduğunda, buna 'Bilmiyorum' diye cevap verdi. Cebrail gelince Hazret-i Peygamber aynı suali Cebrail'e tevcih etti. Cebrail de 'Bilmiyorum' şeklinde cevap verdi. Allahü teâlâ, Cebrail'e 'Yeryüzünün en hayırlı yerinin mescidler ve en kötü yerinin de çarşılar' olduğunu bildirinceye kadar durum aydınlanmadı. 235
İbn Ömer'e on mesele sorulursa yalnız birine cevap veriyor, dokuzunda susuyordu.
Fakihler arasında 'bilmiyorum mânâsına gelen lâ edrî lafzını kullananlar, 'Biliyorum mânâsına gelen Edrî lafzını kullanandan daha fazlaydı.
Süfyân-ı Sevrî, İmanı Mâlik, İmâm-ı Ahmed, Fudayl b. İyaz, Bişr el-Hafî bunlardandı.
Abdurrahman b. Ebi Leylâ şöyle der: 'Medine'nin şu mescidinde Hazret-i Peygamber'in 120 arkadaşına yetiştim. Onlardan her hangi birine, bir hadîsin mânâsı veya bir fetva sorulduğu zaman arkadaşından, buna cevap vererek sualin manevî yükünden ken disini kurtarmasını rica ederdi'.
Başka bir ibarede de şöyle denmiştir: 'Fıkhî bir mesele onlardan birine havale edildiği zaman, herkes bir diğerine devreder, so nunda döne dolaşa ilk sorulana geri dönerdi. O zaman cevap vermek durumunda kalırdı.
Rivâyet edilir ki: Ashâb-I Suffe'den birine, pişirilmiş bir koyun başı hediye edildi. Karnı çok aç olduğu halde onu yanındaki arkadaşına ikram etti. Arkadaşı yanındakine, o da yanındakine dev rederek pişmiş baş, döne dolaşa ilk sahibinin eline geldi.
Bir de zamanımıza bakınız! Bu durumun aksine hareket edildiğini açıkça göreceksiniz.
Eskiden âlim, aranandı, şimdi arayan; uzak durulması gere ken emirler de aranan oldu. Derhal fetvaya teşebbüs edilmemesi hususunda bizi ikaz eden en güzel delil Hazret-i Peygamber'in şu hadîsidir:
Ümmetime ancak üç sınıf insan fetva verebilir:
1- Emîr, 2-Memur, 3- Hiçbir asla ve esasa dayanmayan hikâyeleri ve kıssaları karıştırarak tefsir eden kimse. 236
Hazret-i Peygamber'in mübarek arkadaşları dört vazifeyi birbirle rine havale ederlerdi:
1. Namazda İmâm olmayı
2. Bir ölünün vasiyetini yerine getirmek görevini üstlenmeyi
3. Emanet saklamayı
4. Fetva vermeyi
Bir kısım âlimler şöyle buyurmuştur: 'Fetva vermede herkes ten önce davranan ilimsiz, en çok kaçanlar da müttaki kişilerdir'.
Sahâbe-i kirâm ve tâbiîn (Allah hepsinden razı olsun) , beş işle meşgul olurlardı:
1) Kur'ân okumak; 2) Mescidleri (ibadetle veya servetle) tâmir etmek; 3) Allah'ı anmak; 4) Durmadan emr-i bi'l-mâruf yapmak; 5) Durmadan nehy-i an'il-münker yapmak.
Böyle yapmalarının sebebi Hazret-i Peygamberden dinledikleri bir hadîs-i şerîf idi;
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Âdem oğlunun bütün konuşmaları kendi aleyhindedir. Ancak üç konuşma bu hükmün dışındadır:
1) Mârufu (iyiyi) emretmek,
2) Münkeri (kötüyü) yasaklamak,
3) Allah'ı zikretmek237.
Allahü teâlâ şöyle buyurur:
Onların aralarındaki gizli konuşmaların çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka, yahut iyilik, ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden (in konuşması) müstesnâ. Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa, yakında ona bü yük bir mükafaat vereceğiz. (Nisâ/114)
Kûfeli rey sahibi âlimlerden bazılarına bir kısım âlimler rü yada sordular: 'Dünyada verdiğiniz fetva ve reylerden dolayı ne gibi bir muameleye tâbi tutuldunuz?'Rey sahipleri, yüzleri buruşuk bir şekilde, başlarını çevirerek dediler ki:'Bir fayda görmediğimiz gibi, üstelik zarara da uğradık'.
İbn Hasin238 şöyle buyurmuştur: 'Zamanımızdaki âlimlerin, sual sormaya gelenlere hemen fetva verdiklerini görürsünüz. Halbuki bu husus, Hazret-i Ömer devrinde bizzat kendisinden sorul saydı, o, Bedir savaşına iştirâk etmiş bütün sahabîleri toplar, onlarla iştişare eder ve sonra cevap verirdi.
Demek ki, ilim sahiplerinin en bariz vasıflarından biri de sus maktır. Ancak zaruret hâli hariç. . .
Nitekim bir hadîs-i şerîf te şöyle buyurulmaktadır:
Kişiyi sükût ve zâhidlik içinde gördüğünüz zaman, ona so kulunuz; çünkü ona hikmet telkin olunuyor. 239
Şöyle denmiştir: Âlimler iki kısımdan ibarettir:
1. Halk tabakasını eğiten âlim ki, bunlar yöneticilerin de yakınları olup fetva veren âlimlerdir.
2. Havass âlimi, kalplerin amellerini ve Tevhîd ilmini bilen bu âlimler zaviyelerde, dağınık olarak yaşayan ve İslâm'ı yaşatan âlimlerdir.
Eskiler şöyle söyler: 'Ahmed b. Hanbel'in durumu Dicle neh rine benzer. Şöyle ki: Herkes ondan, avucunu doldurarak kana kana içer. Bişr b. Hars'ın durumu ise, kapalı ve tatlı suyu olan bir kuyu gibidir. İnsanlar ancak nöbetle ve birbirinin ardı sıra kuyu nun başına gelebilirler'.
Salih seleflerimiz şöyle söylerlerdi:'Falan adam gerçekten bir âlim, filân ise, yalnız, konuşan bir adamdır. Falan insan da Allah'a çokça ibadet eden kişidir'.
Ebû Süleyman b. Atiyye ed-Daranı 'ınârifet, konuşmaktan daha fazla sükûta yakındır' buyurmuştur.
'İlmin çoğalması konuşmayı azaltır. Konuşmanın çoğalması ise ilmi azaltır' denilmiştir.
Selman-ı Farisî, Hazret-i Peygamberin kendisine kardeş yaptığı Ebu'd Derda hazretlerine şöyle bir mektup yazmıştır: 'Kardeşim, kulağıma gelen haberlere göre, sana gelen hastaları bir doktor ola rak tedavi ediyormuşsun. Bu hususta dikkatini çekerim. Şayet dok tor isen konuş! Ancak bu takdirde konuşmanda fayda vardır. Eğer kendini doktor zannediyorsan, o zaman böyle bir işi yapmaya kalkma! Zira sana gelen müslümanlar senin elinle ölmüş olurlar'.
Selman'ın bu mektubunu alan Ebu'd Derda, yaşadığı müddetçe kendisine getirilen meseleleri çok düşünür ve öyle cevaplandırırdı.
Sahâbe-i kirâm'dan Enes b. Mâlik'e bir mesele sorulduğu zaman, 'Efendimiz Hasan-ı Basrî'den sorunuz' diyerek sual sahibini Hasan'a gönderdi. Sonra şöyle dedi: 'Çünkü o hıfzetmiş, biz ise unutmuşuz'.
İbn-i Abbâs'a bir mesele sorulduğu zaman şöyle derdi: 'Bu suali Hâris'e veya Câbir b. Zeyd'e sorunuz'. 240
İbn Ömer'den bir mesele sorulduğunda Said b. Müseyyeb'e ha vale ederdi.
Hikâye edildiğine göre; sahabe-i kirâmdan birisi, Hasan-ı Basrî'nin huzurunda yirmi adet hadîs rivâyet etmişti. Cemaat arasında bulunan bir zat, bu hadîslerin mânâsını râvi'den sorduğu zaman (hadîsleri, rivâyet eden zâtın tefsir etmesini is tediğinde) sahabî şöyle cevap verdi: 'Ben ancak râviyim, tefsirini bilmem, hepsi o kadar. . '
Bu söz üzerine Hasan-ı Basrî, rivâyet edilen hadîsleri teker teker tefsir etti. Orada bulunan cemaat, hazretin hıfzına ve tefsir kaabi liyetine hayran oldu ve'Doğrusu çok güzeldi' dediler. Bu sözü duyan hadîs râvisi sahâbî, yerden bir avuç kum alarak hazır bulu nanların yüzüne serpti ve'Bunun gibi bir büyük âlimin yanında iken nasıl oluyor da bana sual soruyorsunuz?' demek suretiyle onları azarladı.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, âhiret yolunu bil meyi, kalbini murakabe altında tutmayı, bâtın ilimleriyle meşgul olmayı birinci plânda tutmak ve bu güzellikleri mücâhede ve mu rakabe ile elde etmeye ihtimam göstermektir.
Zira mücâhede, in sana müşahede kaabiliyeti verir. Kalp ilimlerinin inceliklerini bilmek de kalpteki hikmet pınarlarının gürül gürül akmasına ve sile olur. Kitaplar ve öğrenilenler bunları elde etmek için yeterli değildir. Sayılmayacak kadar çok ve hiçbir inhisar kabul etmeyen hikmet, ancak, mücâhede, murakabe, zâhir ve bâtın amellerini edâ etmek, kalp huzuru ve saf bir fikirle tenha bir yerde Allahü teâlâ ile mânen beraber olmak suretiyle elde edilir. Her şeyden tamamen alâkasını kesip sadece Allah'a yönelmek, ilâhî keşfin anahtarıdır. Nice öğrenciler vardır ki, öğrenmek için uzun zamanlarını sarfetmelerine rağmen dinledikleriyle bir derece bile ileri gide memişlerdir. Nice kimseler de sadece öğrenilmesi mühim olan meseleleri öğrenir, kalan zamanlarını amel ve murakabeye has reder, Allahü teâlâ da ona insan aklını durduracak hikmet ve ince liklerin kapılarını açar.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bu hikmeti anlatmak için şöyle demiştir:
Bildiği ile amel eden bir kimseye, Allahü teâlâ bilmediklerinin ilmini de bildirir.
Evvelki kitaplarda şöyle yazılıdır: 'Ey İsrailoğulları! İlim gök tedir, onu yere indiren kim? İlim yerlerin derinliklerindedir, onu yeryüzüne çıkaran kim? İlim denizlerin ötesindedir, denizleri aşıp o ilimleri getiren kim? demeyiniz. Çünkü ilim bizzat kalbinizdedir. Benim huzurumda ruhânilerin edebiyle edebleniniz, sıddîkların ahlâklarıyla ahlâklanınız ki, ben de size, sizi soracak ve sizi ilim sahibi yapacak derecede ilim vereyim, kalbinize ilham edeyim'.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî: 'Zâhidler, âbidler ve âlimler, kalpleri kilitli olduğu halde, dünyadan göçüp giderler. Ancak sıddîk ve şehidlerin kalpleri açılmıştır' dedikten sonra şu ayeti okudu:
Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun bil gisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek tane, yaş ve kuru herşey Allah'ın ilmindedir. (Levh-i Mahfuz'dadır) . (En'am/59)
Eğer kalbi bâtın nuru ile nurlanmış kalplerin, zahirî ilimlere hâkim olması mümkün olmasaydı Hazret-i Peygamber şu sözü söyle mezdi.
Sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sana fetva ver seler de sen yine kalbine danış!
Hazret-i Peygamber, Allahü teâlâ'dan ilham yoluyla almış olduğu bir hadîsi kudsî'de şöyle der:
Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşa yaklaşa, nihayet öyle bir an gelir ki, onu sevmeye başlarım. Onu sevdiğim zaman, onun duymasına vasıta olan kulağı ve görmesine âlet olan gözü olurum. Çalışan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden istediği zaman mutlaka veririm. Bana sığındığı zaman onu mutlaka korurum. Ölümden korktuğu için ölümü istemeyen Mü'min kulumun nefsi günaha gir mesin diye ruhunu alırken, tereddüt ettiğim kadar hiçbir işte tereddüt etmem. 241 Halbuki o, nefsin ölmesi mutlaka lâzımdır. 242
Kur'ân'da nice esrar vardır ki kendilerini zikre ve fikre adamış kimselerin kalplerine doğar. Tefsir kitaplarında o sırlar bulunmaz. Müfessirlerin en büyükleri bile bu sırlara vâkıf olamaz.
Kalbini murakebe eden müride bu mânâlar görünüp müfessirlere arzedildiği zaman, anlayışla karşılanır ve iltifat görür. Çünkü olanlar bilirler ki bu esrar, Allah'a yönelmiş yüce himmetlilerin ve ilâhî lûtuf ve temiz kalplerin işaretidir. Mükâşefe ve muamele ilimlerinin sırları da aynen böyledir. Çünkü her ilim, bütünüyle ihâta edilemeyen engin bir denizdir. Herkes kaabiliyeti ve nasibi kadar bu denize dalabilir. Bu denize dalmanın en büyük vasıtası salih amel ve güzel işlerdir.
Âhiret âlimlerinin vasfını Hazret-i Ali (radıyallahü anh) , uzun bir hadîste şöyle izah eder:
Kalpler, tıpkı kaplara benzer. Onların en hayırlısı iyiliğe kap olanıdır. İnsanlar üç sınıfa ayrılırlar:
1) Rabbanî âlimler,
2) Kurtuluş yolundaki öğrenciler,
3) Her konuşana tâbi olan, her rüzgara gönül veren, ilim nuruyla nurlanmayan, ilmin herhangi bir temeline sırtını dayamayan, kıymetsiz halk ta bakası. İlim, maldan çok çok hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen de malını korursun. İlim öyle bir şeydir ki, verdikçe çoğalır; mal ise vermekle azalır. İlim dindir, çünkü kişi, di nini ilim vasıtasıyla bilir, ibadetleri ve yapacağı bütün işleri onun sayesinde öğrenir. Öldükten sonra, kişi, ilmiyle iyi bir şekilde yâd edilir. İlim hâkimdir, mal ise mahkûm. Malın kaybolmasıyla verdiği menfaat de kaybolur. Mal toplama gayretine düşenler diri oldukları halde birer ölü sayılır. Alimler ise, kıyâmete kadar bâki kalırlar; onlar ölmezler'.
Bu sözleri söyleyen Hazret-i Ali (radıyallahü anh) , derin derin nefes alarak konuşmasına şöyle devam etti:
(Göğsünü göstererek) İşte burada büyük bir ilim vardır. Keşke o ilmi omuzlarına alabilecek birisine rastlasaydım.
Mânâyı başka bir kelimeyle ifade etmek imkânından mahrum olduğumuz için kelimeyi olduğu gibi çevirmek mecburiyetinde kaldık. Okuyuculardan bu ibareyi Allah'ın ulûhiyetine yakışır bir şekilde yorumlamalarını istir ham ederiz. Allah cümlemize doğruyu buldursun!
Emin olmadığım talihler buluyorum hep; ki onlar ilmi, dün yevî arzularına vesile ittihaz ediyor ve alet yapıyorlar. Allah'ın velilerine, Allah'ın verdiği nimetle dil uzatıyor; Allah'a delâlet eden ilmi, halkın aleyhinde kullanıyorlar. Veya ehl-i hakka itâat eden birini görüyorum; onların da ba sireti olmadığı için şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaman der hal şüpheye düşüyor. Demek ki göğsümde bulunan ilmi ne buna ve ne de öbürüne vermek imkânı yoktur. Bazen de bu ilme dünya lezzetlerine dalmış, şehvetlerinin arkasında gi den bir kimse talip çıkıyor veya mal toplamaya dalan ve nefsî hevasının peşinde koşan talip oluyor. Bunlara en çok benzeyenler, çayırda otlayan hayvanlardır. Sözlerine şöylece devam etti:
İşte, ilmin hakikî talipleri öldüğü zaman ilim de böylece ölüyor. Fakat Allah'ın izn-i keremi ile yeryüzü, Allah'ın di nini savunan insanlardan hiçbir zaman mahrum kalmaz.
Böyleleri, ya herkes tarafından bilinir veya Allah'ın delilleri ve beyyineleri, tamamen kaybolmasın, iptal edilerek ortadan kaldırılmasın diye gizli kalmayı tercih ederler. Fakat sayıları ne kadardır ve nerededirler? Bunlar sayıca çok az, kıymetçe büyüktürler. Şahısları gizli, fakat hatıraları kalplerde saklıdır. Allahü teâlâ onlarla delil ve hüccetlerini mu hafaza eder. Tâ ki sonraki nesillere, bu hüccetleri teslim et sinler ve kendilerine benzeyenlerin kalplerine de o fikirleri eksinler. İlim, bunları, işin hakikatine vakıf kılmış, gene bunlar yakînin ruhunu bilfiil elde etmiştir. Onun için, dünya ehline çok zor gelen meseleler bunlar için gayet ko laydır. Gâfillere yabancı gelen konular bunlara çok yatkın görünür. Bu kişiler, bedenleriyle dünyada görünseler de ruhlarıyla en yüce makama bağlıdırlar. Onlar bütün mahl ûkat içinde Allah'ın veli kullarıdır. Yeryüzünde Allah'ın, Allah için çalışan kulları, halkı hakka davet eden dellâllardır'.
Hazret-i Ali daha sonra ağlayarak sözlerine şunları ilâve etti:
Ey bunları görmek isteyen gönlüm! Neredesin? İstersen gel, sen de hazırlan!
İşte Hazret-i Ali'nin son olarak zikrettiği, âhiret âlimlerinin vasıfları bunlardır. O vasıflar sadece mücâhede ve amelle elde edilir.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, yakinin takviyesine son derece ihtimam göstermekti. Çünkü din servetinin bütün sermayesi yakîn'dir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
Yakîn, îmanın tamamıdır. 243
O halde, yakîn ilminin öğrenilmesi mutlaka gereklidir. Yakîn ilminden gayem, bu ilmin başlangıcıdır. Çünkü bir ilmin başlangıcı elde edildiği zaman kalp için hepsini kavramanın yolu açılır.
Bu hikmete binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yakîn'i öğrenin!244
Hadisi şerifin mânâsı şudur: Yakîn mertebesine erenlerle bir arada oturunuz. Onlardan yakîn ilmini dinleyiniz. Nasıl onların yakînleri kuvvetlenmişse sizin de yakîniniz kuvvetlensin diye onlara daima uymaya çalışınız. Yakîn’in azı, amelin çoğundan daha hayırlıdır.
Hazret-i Peygambere 'Bir kişi vardır, yakîni güzel, fakat günahı çoktur. Başka birinin de ibadeti çok, yakîni azdır. Bu iki insandan hangisi daha hayırlıdır?' diye sorulduğunda,
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap vermiştir:
Hiçbir Âdem oğlu yoktur ki, günah sahibi olmasın. (Fakat tabiatı akıl, huyu yakîn olan bir kişiye günah dokunmaz.
Çünkü böyle bir kişi günah işlediği zaman, hemen tevbe eder. Pişman olarak şiddetli bir şekilde af diler. Tevbesi yüzü suyu hürmetine de bağışlanır. Bununla birlikte cennete girmesine vesile olacak olan bir fazilet de elinde kalmış olur) 245
Hazret-i Peygamber yakînin önemini başka bir hadîste de şöyle açıklar:
Siz insanlara en az verilen şey, yakîn ve sabır azimetidir. Bu iki sıfattan kime bir nasib verilmişse o kişinin elinden gecenin ibadeti ve gündüzün (nafile) orucu çıkmış olsa da, onun ne pervası vardır?246
Lokman Hakîm'in oğluna verdiği nasihat arasında şu cümlelere rastlanmaktadır: 'Oğlum! Amel, ancak yakîn ile elde edilir. Kişi, ancak yakîni nisbetinde amel eder. Amel edenin yakîni azal madıkça amelinde kusur yapmış sayılmaz'.
Yahya b. Muaz şöyle buyuruyor: 'Hiç kuşkusuz Tevhîdin nûru vardır şirkin de ateşi. . . Tevhîdin nûru, muhakkak ki, muvahhidlerin günahını yakmak bakımından müşriklerin sevaplarını yakan şirk ateşinden daha şiddetlidir'.
Hazret-i Yahya 'Tevhîd nûru' derken yakîni kasdetmektedir.
Allahü teâlâ, ehl-i yakîn’den sık sık bahsetmektedir. O'nun böyle sık sık yakîn ehlinden bahsetmesi, yakînin her çeşit saadet ve iyiliklerin kaynağı olduğuna işaret etmektedir.
Eğer Yakîn mertebesini ve bu mertebenin zayıf ve kuvvetli taraflarının ne olduğunu bilmek için önce yakînin mahiyetini anlamak lâzımdır. Zira mahiyeti anlaşılmayan bir şeyi talep etmek mümkün değildir' diyecek olursan şöyle cevap veririz:
'Bilmiş ol ki yakîn, birçok mânâda kullanılan bir kelimedir. İki fırka var ki, onu, iki değişik mânâda kullanmaktadır. Kelâmcılar, bu tâbiri, ek ve şüphe olmayan ilimde kullanmaktadır. Çünkü bir şeyi tasdik etmeye meyyal nefsin dört makamı vardır:
1. Doğrulaması ve yalanlaması eşit olmak. . . Böyle bir durum şek ile ifade edilir. Meselâ belli bir şahıs hakkında 'Allah onu ceza landıracak mı yoksa cezalandırmayacak mı?' diye sorulduğu zaman bu zâtın hâli menfî bir hüküm vermeye yanaşmaktadır. Belki senin indinde bu iki şık da mümkün görünmektedir. İşte bu du ruma şek adı verilir.
2. Zıddının mümkün olduğunu idrâk etmekle beraber, nefsin iki şıktan birine meyleder. Fakat birinin zıddının bilinmesi öbür tarafı tercihe mâni olmaz. Meselâ, sâlih bir müttaki olarak bilinen bir şahıs hakkında sana sual sorulmaktadır. Bu zat takvâ üzere ölmüştür. 'Acaba bu kul Allah'ın azabına düçâr olur mu?' diye düşünmektesin. Nefsin, ceza görmemesinin daha kuvvetli olmasına meylediyor. Çünkü o kimsede salih ameller görmüşsün daima. Fakat, herşeye rağmen, cezayı icabettirecek bir gizli günahı bulunması da mümkündür sence. . . Ceza görmesi veya görmemesi ihtimali her ne kadar eşit ise de, ceza görmeyeceği fikrini benimsemekte bir beis yoktur. İşte bu duruma zan denilir.
3. Doğrudan doğruya, bir şeyi doğrulamaya olan meyil. Bu doğrulamada kalbe en küçük bir şüphe düşmez. Faraza düşse de nefis onu kabul etmez. Fakat bu kesin karar belirli bir bilgiye dayanmamaktadır. Bu makama erişen bir kimse, derin derin düşünerek, kalbinden gelen seslere ve fısıltılara kulak verirse şüpheye düşmesi daima ihtimal dahilindedir. İşte bu hâle yakîne yakın bir inanma' denilir. Bu, bütün şerî meselelerde, halk tabakasının inancıdır. Çünkü sadece duymuş olmaları, bu inancı halkın kalbine yerleştirmiştir Hatta halk tabakasının her grubu mensup oldukları mezhebin veya herhangi bir ekolün doğru olduğuna o kadar inanmışlar, kendi imamlarının isabet ettiğine o derece bağlanmışlardır ki, herhangi birisine imamının yanılabileceği söylendiği zaman, bu sözü, korkunç bir tepkiyle reddeder ve size amansız düşman kesilir.
4. Şekki ve şüphesi olmayan, gerçekliği su götürmeyen ve içinde şüphe bulunması muhal olan, delil yoluyla elde edilmiş hakiki mârifettir. İşte böyle bir inanca yakın ismi verilir. Buna misâl olarak şunu verebiliriz: Akıllı bir kimseye 'Bu kâinatta kadîm bir varlığın bulunması mümkün müdür?' denildiği zaman düşünmeden hemen tasdik edemez. Çünkü ay ve güneş gibi hiss ile bilinen birşey değildir. İki sayısı Bir sayısından daha fazladır veya 'Hâdisin (sonradan olan şeylerin) sebepsiz varolması muhaldir' gibi, bilinmesi zarurî değildir. Bu nedenle akıl fıtratının vazi fesi, düşünmeden irtical yoluyla kadîmin varlığını tasdik etmek değildir.
Bu hüküm böyle bilindikten sonra malûm ola ki bir kısım in san, Kadîm 'in varlığını işitir ve şeksiz bir şekilde inanır. Bu inancında da ölünceye kadar devam eder. İşte inanç ve itikad bu dur. Bu hâl, bütün avam müslümanların hâlidir. . .
Bir kısım da Kadîm'in varlığını bürhan ve delil ile tasdik eder. Şöyle ki: Eğer varlıkta kadîm yoksa, o zaman bütün varlıklar hâdis ve sonradan meydana gelmiş olurlar! Eğer hepsi sonradan mey dana gelmiş kabul edilirse, hepsinin veya bir kısmının failsiz vü cuda geldiğini kabullenmek zorunda kalınır. Böyle bir şey muhal olduğu için kabullenmesi de muhaldir.
Bu bakımdan, kadîm bir varlığın kabul ve tasdiki akıl için zarurî ve mecburi olur. Çünkü mevcutlar hakkındaki aklî taksim üçtür:
1. Bütün mevcutların kadîm olması
2. Bütün mevcutların hâdis olması
3. Bir kısmının kadîm ve bir kısmının hâdis olması
Eğer hepsini kadîm sayarlarsa, matlub ve maksad hâsıl olmuştur. Çünkü zımnen kadîm sâbit olmuş olur. Eğer hepsi hâ dis kabul edilirse, failsiz meydana gelmiş olacağı için, böyle bir tel âkki muhaldir. O halde ya üçüncü veya birinci kısım sâbit olur.
Bu tarzda meydana gelen her ilme kelâmcılar nezdinde yakîn ismi verilir. İster bu ilim, daha evvelce zikrettiğimiz gibi kaziyeler kurmak suretiyle elde edilsin, ister failsiz meydana gelmenin mu hal olduğunu bildiren ilim gibi akıl yoluyla veya hiss ile elde edil sin, ister tevatürle Mekke-i Mükerreme'nin varlığım bildiren ilim gibi, ister tecrübe ile kaynatılan sakmoniya ilacının ishal ettirici olduğunu bildiren ilim gibi veya daha önce zikrettiğimiz gibi de lille elde edilsin. . .
Şek ve şüphe olmamak şartıyla kelâmcılar tarafından bu ilme yakîn adı verilir. Kelâmcılara göre şüphe götürmeyen her ilme yakın adı verilir. Kelâmcıların tarifine göre yakın, zayıflıkla tavsif edilemez. Çünkü şüphe ile zayıflığın bir farkı yoktur.
İkinci ıstılah, fakihler, sûfîler ve âlimlerin de çoğunun ıstılahıdır. Bu ıstılahda cevaz ve şüpheye iltifat edilemez. Belki il min aklı istilâ edip galip gelmesine bakılır. Hattâ ölümde şek ol madığı halde 'Filan adamın ölüm hakkında yakîni zayıftır' denir. Ve yine 'Filân adam, rızkın kendisine verilmesinde çok kuvvetli yakîne sahiptir' denir. Halbuki aynı adam rızkın kendisine veril meyeceği ihtimaline de imkân verir. Bu bakımdan ne zaman ki ne fis bir şeyi tasdik etmeye taraftar olup, o şey de nefse galip gelip is tediği şekilde nefiste tasarruf ederse, ona yakîn adı verilir.
Bütün insanlar kesinlikle ölüme inanmak ve ölümde şüphe etmemek hususunda müşterektirler. Fakat ölüme iltifat etmeyen, sanki ölüme inanmaz gibi onun için hazırlık yapmayanlar vardır.
Bir kısmının kalplerini de tamamen ölüm düşüncesi kaplamış ve bütün himmetlerim ölüme hazırlık yapmaya sarfetmektedirler. Kalplerinde ölüm düşüncesi başka bir şeye yer bırakmamıştır. İşte bu hal yakının kuvvetiyle tâbir olunur. Bu mânâyı kastederek bazı âlimler İçinde zerre kadar şüphe bulunmayan ölüm yakîninden, içinde zerre kadar yakîn bulunmayan şüpheye daha fazla benze yeni görmedim' buyurmuştur. Bu ıstılâha göre yakîn, zayıflık ve kuvvetliliği kabul eder.
'Âhiret âlimlerinin şanına yakışan en uygun hareket himmet ve inayetlerini yakînin takviyesine sarfetmektir sözümüzden yak înin iki mânasını kastediyoruz, yani şek ve şüpheyi giderdikten sonra, nefsine hakim ve tasarruf edecek bir derecede yakîn sahibi olmayı kastediyoruz.
Bu hakikatleri bildikten sonra malûmun oldu ki 'Yakîn üç kısma ayrılır' hükmümüzden gayemiz: Yâkîn, kuvvetlilik, zayıflık, çokluk, azlık, gizlilik ve açıklık itibariyle üçe ayrılır. Şöyle ki:
İkinci ıstılâha binaen yakîn, kuvvetlilik ve zayıflık diye iki kısma ayrılır. Bu taksim, yakînin kalbe galip gelip kalbi istilâ et mesine göredir. Yakîn mânâlarının kuvvet ve zayıflık bakımından dereceleri nihayetsizdir. Halkın ölüme hazırlıktaki farklılıkları ancak yalarım bu mânâlarındakı farklılıklarına bağlıdır.
Birinci ıstılâhta yakînin, kapalı ve açık diye ikiye taksim edilmesi de inkâr götürmez bir hakikattir. İkinci ıstılahta zıddın oluşuna imkân olan yakîndeki farklılık, inkâr edilmez bir gerçektir.
Bazen içinde şek ve şüphe bulunmayan ve inkârına imkân olmayan yakînde de farklılık olur. Meselâ Mekke-i Mükerrenin varlığı hakkındaki tasdikinin, Fedek hakkındaki tasdikden farklı olduğunu sen de idrâk edersin. Aynı zamanda Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Yuşâ'nın varlığı hakkındaki tasdikindeki farklılığı da idrâk etmektesin, Halbuki Mekke'nin oluşu gibi Fedek'in oluşu da, Musa'nın (aleyhisselâm) oluşu gibi Yuşâ (aleyhisselâm) ın oluşu da sence kesinlikle sabit olmuş bi hakikattir ve ikisinin de oluşu şayet görmemiş isen tevatür yolu ile sana gelmiştir. Fakat buna rağmen birinin (Mekke ve Musa'nın) , senin kalbinde öbüründen (Fedek ve Yuşa'dan) daha açık olduğunu sezersin. Çünkü birisi hakkındaki tevatür, öbürü hakkındaki tevatürden daha fazladır. işte bu farkı, belirli meseleler hakkında düşündüğün zaman da görürsün.
Meselâ, bir delil ile sabit olanın açıklığı, birçok delille sabit olanın açıklığı gibi olamaz. Halbuki şüphe edilmemesi bakımından ikisi de eşittir. Bu gerçeği, ilmini kitaplardan ve ku laktan dolma malûmatla kazanan kelâmcı inkâr eder, durumun farklılığını nefsinde muhasebe yaparak görmeye çalışmaz.
Yakînin, azlık ve çokluk meselesine gelince, bu mesele yakîn ile alâkalı teferruattan sayılır. Meselâ, falan adamın ilmi filân adamınkinden daha fazladır denilir. Halbuki ilim, ilimdir ve hiç değişmez. Bu sözle malûmatın çokluğu kastedilmektedir. Bu hik mete binaen, bazen, şeriatın getirdiği bütün prensipler hakkında âlimin yakîni kuvvetli olur. Bazen de, ancak bir kısmı hakkında kuvvetlidir.
Eğer "Yakînin; kuvvetin, zayıflığın, azlığın veya çokluğun, kalbi istilâ etmesi mânâsına geldiğini ifade ettin. O halde yakîn ile ilgili teferruatın mânâsının nerelerde icra edildiklerini ve yakînin hangi hallerde istendiğini de söyle ki, bilelim. Çünkü yakînin ne rede arandığını bilmediğim takdirde, yakîni takip etmek im kânından mahrum olurum' dersen, bilmiş ol ki peygamberlerin Allah'tan getirdikleri, başından sonuna kadar, yakînin olması ge reken yerdir. Zira yakîn, hususî bir marifetten ibarettir. O mârifet şeriatta varid olan malûmatlarla sıkı sıkıya alâkalıdır. Ben bu ma lûmatları burada teker teker sayacak değilim. Fakat ana kaide sayılan bir kısmına işaret etmeye çalışacağım.
Bunlardan biri Tevhîd'dir. Tevhîd, kainatta cereyan etmekte olan her hâdiseyi, sebepleri yaratan bir kudretten bilmek demektir. Vâsıtalara iltifat etmemek, belki vasıtaları müsahhar ve hüküm süz bilmektir. Böyle inanan bir kişi yakîn sahibi olur.
İmanla birlikte kişinin kalbinde şek ve şüpheye yer kalmadı mı, bu kişi iki mânâdan birine göre ancak yakîn sahibi sayılmaktadır. İmanla birlikte, muvahhidin kalbini istilâ eden, vasıtaların tesirsizliğini; o vasıtaların sadece imzasıyla başkasını nimetlere garkedenin elindeki kalem ile parmakları gibi olduğunu ve bunları da tesir edici değil, ancak birer musahhar âlet olmaktan öteye gitmediğini bildiren bir mânâ ortada varsa, o zaman ikinci ıstılaha göre yakîn sahibi olup en şerefli mertebeyi elde eder.
Bu durum birinci yakînin neticesi, semeresi, ruhu ve fay dasıdır. Ne zaman ki, güneş, ay, yıldız, cemadât, bitki, hayvan ve her mahlûkun zâhirî sebebleri yaratan elinde birer vasıta olup, kâ tibin elindeki kalemden bir farkları olmadığına inanırsan ve yine herşeyin sebebinin kudret-i ezelî olduğuna kanaat getirirsen, o zaman kalbine tevekkül, rıza ve teslimiyet gibi yüce sıfatlar hâkim olur. Kötü ahlâk, hased, kin ve gayzdan uzak bir ehl-i yakîn olur sun. İşte yakîn kapılarının birisi budur. . .
Allahü teâlâ'nın rızka kefil olduğuna inanmak da bu kaideler den biridir. Nitekim Allahü teâlâ, bizi bu itimada şu ayetle davet buyuruyor:
Yeryüzünde ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı Allah'a aittir. Onların dünyadaki meskenlerini de bilir, yumur talıklardaki yerlerini de. . Bunların hepsi Levh-i Mahfuz'da yazılıdır. (Hûd/6)
Bir insan nerede olursa olsun kesinlikle bilmelidir ki, rızık kendisine gelecektir. Kendisi için takdir edilmiş olan rızık mutlaka gelip onu bulacaktır. Buna tamamıyle inanan bir kişi, rızkını meşrû faaliyetler içinde aramaya gayret sarfeder. Harislik, doy mazlık ve geçmişin üzüntüsü kendisinden uzaklaşır. Bu güzel ahlâk, yakînin teşekkül ettirdiği bir hâldir. Bu hâl ile, tâat ve güzel ameller sahibi olunur.
Ana kaidelerden biri de 'Zerre kadar hayır veya zerre kadar şer işleyen, onun karşılığını mutlaka görecek' inancının kalbe yerleşmesidir. Hayırların karşılığı mükâfat, şerlerin karşılığı ceza olarak mutlaka önüne çıkacaktır. Yani sevap ve günaha katiyetle inanmak kaidesidir. Ancak böyle inanan bir insan, tâatların se vaplara nisbetinin, ekmeğin doymaya nisbeti gibi olduğunu kavrar. Günahların cezaya nisbeti ise, zehirlerin ve yılanların canlıları helâk etmeye olan nisbeti gibidir. Bir insan, doymak için nasıl ekmek arar, az veya çok elde ederse, öylece miktarına bakmadan iba detleri aramalıdır.
Çünkü ona büyük bir değer verecektir, İnsan, zehirin azından ve çoğundan nasıl kaçınırsa, günahın azından ve çoğundan da sakınmalıdır. Birinci mânâda yâkin, bütün müslü manlarda mevcuttur. Fakat yakînin ikinci mânâsı ancak mukar riblere ait bir vasıftır. Bu yakînin neticesi; bütün günahlardan sakınmak için takvâda ileri gitmek ve her şeyde doğru bir değerlendirme kaabiliyetine sahip olmaktır. Yakîn, ne nisbette yüksekse, takva da o nisbette yüksektir; ibadetlere yapışmak da, de receye nisbetle, kuvvetlenir.
Allahü teâlâ'nın her halûkârda senin bütün yaptıklarına mut tali olduğuna; kalbindeki kuruntuları, gönlünden geçirdiğin mahrem duyguları ve her türlü fikrini müşahede ettiğine kesinlikle inanmak ana kaidelerden biridir.
Bu mânâ, yakînin birinci mânâsı ile birlikte her Mü'min kulda vardır ve kalpdeki şüphenin kalkması demektir. Bu kitapta anlatmak istediğimiz yakînin ikinci mânâsına gelince, bu mânâ herkeste bulunmaz. Ancak sıddîklara mahsus bir hâldir. Bu hâlin meyvesi; insanın tek başına bulunduğu zamanda ve her halük ârda, büyük bir padişahın huzurundaymış gibi, edebli, boynu bü kük, padişahın murakabesi altında olduğunu bilerek oturması, edeb dışı bütün hareketlerden şiddetle kaçınmasıdır. Dışta gözü ken amellerde nasıl davranıyorsa, içindeki duyguların da aynı pa ralelde olmasıdır. Çünkü zâhirî amellere insanların muttalî ol ması gibi, insanın iç âlemini, Allahü teâlâ daha açık ve seçik bir şekilde müşahede etmektedir. Bu şekilde, yakîn derecesine varmış bir kimse, hummalı bir çalışmayla bâtınını temizler, tâmir ve tez yin eder. Böylece, temizlenmiş olduğu bâtını. halkın dış görünüşe bakan gözleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hassas olan Allah'ın müşahedesine takdim ve onun kudret gözüne arzeder.
Yakînin bu derecesi, insanoğluna, hayâ, korku, inkisar, zillet, meskenet, hudû ve daha nice üstün ahlâk kazandırır. Allah'a karşı yapılması güzel olan bu hareketler, insanoğluna değeri çok yüksek ibadetler kazandırır. Yakîn, bütün bu mertebelerde bir ağaca, kalpten neşet eden ahlâklar da ağacın dallarına, o ahlâktan çıkan tâatlar ve ameller de meyvelere ve çiçeklere benzer. Bu bakımdan yakîn, kök ve esasdır. Onun kapıları, saydıklarımızdan çok daha fazladır. Biz şimdilik, yakîn, lafzının manasını bu kadar açıklamayı yeterli buluyoruz. Şayet Allah dilerse kitabımızın Münciyat bölümünde yakînin tafsilâtı verilecektir.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de; konuşmasında, sükûtunda, giyiminde ve her durumunda korkunun görülmesidir. İçi, Allah'a tam kulluk yapmadığı için mahzun, başı öne eğik, da ima düşünceli bir hâl, ifrat veya tefritten dolayı üzgün bir sima. . . Bu kişi öyle bir hâle gelmiştir ki, kendisine bakan herkes hemen Allah'ı hatırlayıverir. Onun sûreti, mutlaka güzel olan sûretine delâlet eder. Zira bir darb-ı meselde: 'Cömert ve kahraman kişinin şahsiyyeti, aynasıdır' denilmektedir.
Âhiret âlimleri, tevazularıyla, Allah'ın önünde duyulan zillet ve sükûnetlerinde görünen çehre ile bilinmektedir.
'Sükûnet içerisindeki huşû'dan daha güzel bir elbiseyi Allahü teâlâ hiçbir kuluna giydirmemiştir. Bu elbise, peygamberlerin el bisesi, salihlerin, sıddîkların ve âlimlerin de alâmetidir' de nilmiştir.
Kelâm'a dalmak, fesahat ve belâgat konusunda ileri olduğunu ifade etmek, kahkaha ile gülmek, hareket ve konuşmada acelecilik; işte bütün bunlar, nimeti kötü bir sahada ve kötü bir işte kullan maya, azaptan emin olmaya, Allah'ın büyük cezasından ve şiddetli öfkesinden gâfil olmaya delâlet eder. Allah'tan gâfil bulunan dün yaseverlerin âdetidir bütün bunlar. . . Allah'ı bilen âlimler ise, bü tün bu kötü adetlerden uzaktırlar.
Sehl et-Tüsteri'nin dediği gibi, âlimler üç kısma ayrılır:
1. Allah'ın gizli emirlerine değil, sadece zâhirî emirlerine mut talî olanlar, bu âlimler sadece helâl ve haram hakkında fetva vere bilir. Böyle bir ilim insana korku duygusu bağışlamaz.
2. Allah'ın emrini ve gizli nimetlerini bilmeyen, sadece zâtını bilen âlimler. Bunlar halk tabakasıdır.
3. Allah'ın emirlerini bilen, gizli nimetlerini, azap ve ikabını takdir eden âlimler. Bunlar sıddîklardır. Haşyet ve huşû sadecebunların kalplerini istilâ etmiştir.
Sehl et-Tüsterî Eyyâmullah tâbirinden; Allah'ın çeşitli azablarını, geçmiş ve gelecek sâlih kullarına ihsan buyurduğu gizli nimetlerini kastediyor. Çünkü Allah'ın çeşitli azaplarını ve gizli nimetlerini bilen bir kişinin korkusu artar ve içindeki huşû görü nür bir şekil alır.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) : İlmi öğreniniz. Fakat ilim için de sükûnet, ve kar ve hâlimliği de öğrenininiz. İlmi kimden öğreniyorsanız ona hürmet gösterin. Âlimlerin zâlimlerinden olmayınız ki, ilminiz cehaletinizi yenmiş olsun' buyurmuştur.
'Allah, bir kuluna ilim ihsan ettiği zaman, onunla birlikte hilm, tevazu, güzel ahlâk ve şefkat de verir. İşte bu sıfatlarla do natılan ilim, ilimdir' denilmiştir.
Bir rivâyette şöyle denir: 'Allah kime ilim, zühd, tevazu ve iyi ahlâk verirse o muttakîlerin imamıdır'.
Ümmetimin hayırlı kişilerinden bir grup var. Allah'ın geniş rahmetinden dolayı zâhiren güler, fakat şiddetli azabının korkusundan da gizlice ağlarlar. Onların bedenleri yerde, fakat kalpleri göktedir. Ruhları dünyada, akılları ise âhirettedir. Yürüdükleri zaman, sükûnetle yürürler, Allahü teâlâ'ya ibadetle yaklaşırlar. 247
Hasan-ı Basrî 'Hilim, ilmin veziri; şefkat, babası; tevazu ise iç çamaşırıdır' buyurmuştur.
Bişr el-Hâfi de: İlmi vasıtasıyla dünya riyasetini arayan bir kimse, Allah'a, buğz ettiği bir şeyle yaklaşmak isteyendir. Böyleleri hem gökte, hem yerde buğz edilen kimselerdir' buyurmuştur.
İsrailiyat'ta rivâyet edilir ki, 'Bir hekîm, hikmet konusunda 360 kitap yazmış ve böylece haklı olarak hekîm vasfını almıştır. Fakat Allahü teâlâ o devrin peygamberine o adama 'Sen yeryüzünü heze yanla doldurdun. Onları benim rızam için yazmadığından bir arpa boyu mertebeye bile sahip olmadın. Ben azîmüşşan, senin nifakından bir tek cümleyi dahi kabul etmedim' demesini söylemiş. Bu haberi alan hekîm, hareketinden pişman olarak, yazarlık mesleğini bırakıp halka karışmış. Halkın içinde çarşılarda geze rek, alışveriş yaparak tevazu zırhına bürünmüş. Bunun üzerine de Allahü teâlâ o devrin peygamberine şöyle vahyetmiş: 'Ona, şimdi benim rızamı kazandığını bildir'.
Abdurrahman b. Amr el-Evzâî, Bilâl b. Sa'd el-Eş'arî'den şöyle hikâye eder 'Zâlim zabtiyelerle karşılaştığınız zaman şerlerinden Allah'a sığmıyorsunuz, fakat, riyakârlık yapan ve riyaset için can atan dünya âlimlerine rastladığınızda onların şerrinden Allah'a sığınmıyorsunuz. Halbuki onlar zâlim memurlardan daha tehli kelidir. Onların şerrinden Allah'a sığınmak daha evlâdır'.
Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygambere (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle sorulur:
- Amellerin hangisinde daha çok fazilet vardır?
- Ağzın, Allah'ın zikriyle dolu olduğu halde haramlardan sakınmasın da. . .
- Arkadaşın hangisi daha hayırlıdır?
- Allah'ı andığın zaman sana yardım eden, unuttuğun zaman hatırlatan arkadaş.
- Arkadaşın hangisi daha kötüdür?
- Unuttuğun zaman sana Allah'ı hatırlatmayan, andığın zaman da sana yardımcı olmayan arkadaş.
- İnsanların en âlimi kimdir?
- Allah'tan en fazla korkan kimse.
- İnsanların en kötüsü kimdir?
- Yâ rabbi! Beni affeyle! Bu sualin cevabını veremem.
- Ey Allah'ın Rasûlü! Ne olur bize onu da haber ver!
- Fesada yönelen âlimler!248
Kıyâmet gününde en fazla emniyette olan kimseler, hayatta dünyanın kötülüğünü en fazla düşünen, âhirette en fazla gülen, dünyada en fazla ağlayan, âhirette en fazla sevinen, dünyada en çok üzülen kimselerdir249
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bir hutbesinde şöyle der:
Manevî mesûliyetim, söylediklerimin karşılığıdır. Ben an cak söylediklerimden mesûlüm. Muhakkak ki, takvâ tar lasını eken bir kavmin ekini zarar görmez. Hidayet çime nine dikilen bir kök asla susuz kalmaz. İnsanların en cahili, derecesini ve kendi durumunu bilmeyendir. Allah nezdinde buğza en müstahak olan, ilmi, şuradan buradan derleyen ve bu ilimle fitnenin karanlığına sapan kimsedir. Bu kişiye, in sanların rezilleri ve kıymetsizleri âlim demişlerdir.
Halbuki bu adam tek gününü bile doğru dürüst ilme sar fetmiş değildir. Gerçi ilim tahsiline dalmış ve onu çokça elde etmiştir. Halbuki ilmin en azı ve kifayet edici miktarı; çok olup azdırıcı olandan daha efdaldir. Bu kişi, kokmuş sudan kana kana içerek dağarcığını bu suyla doldurmuştur. Ne faydasız bir çalışma. . . Sonra başkalarının şüphelerini izale etmek için öğretmenlik kürsüsüne çıkmış ve halka yol göstermeye kalkışmıştır. Şayet bu kişinin karşısına önemli ve çözülmesi müşkil bir mesele çıkarsa, faydasız fikirleriyle o meselenin halline tevessül eder. Böyleleri şüpheleri bertaraf etmekte tıpkı örümcek ağına benzer. Yanıldığını veya isabet ettiğini bir türlü anlayamaz. Çünkü bu durumu idrâk etmekten bile yoksundur. Cehalette binici, körlükte yürüyücü dür.
Bilmediği için özür dilemez ki selâmete erebilsin. Azı dişleriyle ilme yapışmaz ki ganimeti elde etsin. Elinden kan akmakta, hükmüyle, haram olan birleşmeler helâl olmak tadır. Yemin ederim; bulunduğu makamın ve kendisine ha vale edilen meselenin ehli de değildir. İşte dünya hayatında kendilerine felâket yağan ve kendi kendilerinin yasını tuta rak ağlaşmaya müstahak olanlar bunlardır'.
Hazret-i Ali yine şöyle buyurur: İlmi işittiğiniz zaman, yutarcasına dinleyiniz. Sakın ilmi ciddî olmayan şeylerle karıştırmayınız. Çünkü ciddî olan ilim, ciddî olmayan şeylerle karıştırıldığı zaman saf kalpler ondan nefret edecektir'.
Selef âlimlerinden bazıları şöyle demişlerdir: Âlim, bir kere kahkaha ile güldüğü takdirde, ilmin bir kısmını havaya üflemiş olur. Öğretmende üç sıfat toplandığı takdirde bu sıfatlar sayesinde öğrencisine vereceği ilimleri nimeti tamam olur. O sıfatlar şunlardır: Sabır, tevazu ve güzel ahlâk. Bir öğrenci, aşağıdaki üç sıfata sahip olduğu zaman, kendisine ilim vermek hoca için kolaylaşır ve öğretmek nimeti tamamlanmış olur. O sıfatlar: Akıl, hedef ve güzelce dersini dinleyip anlamaktadır.
Kısaca Kur'ân'da vârid olan ahlâklardan, âhiret âlimleri, katiyyen ayrılmazlar. Çünkü onlar, Kur'ân! riyaset için değil, onunla amel etmek için öğrenirler.
İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle anlatır:
'Biz, her birimizin Kur'ân’dan evvel îmanı elde etmeye çalıştığımız bir zamanı yaşadık. Kur'ân, sure sürfe nazil oluyordu. Bu surelerin helâl ve haramını, emir ve yasaklarını öğrenirdik ve yine, o surelerden nerede durmak uygunsa onu öğrendik. Şimdi ise, imandan evvel Kur'ân'a yapışan, Fâtiha suresinden başlayarak sonuna kadar okuyan, fakat Kur'ân'ın emri nedir, yasağı nedir ve nerede bulunmak gerekir katiyyen bilmeyen, okuduğu Kur'ân emirlerini, çürük hurmalar gibi sağa sola serpen, yani kıymet vermeyen nice kişiler görüyorum".
Başka bir haberde aynı mânâya gelen şu ifadeleri buluruz:
Biz, Rasûl'ün sahabîleri, Kur'ân'dan evvel imana sahip olurduk. Fakat ey beni dinleyenler! Bizden sonra bir kavim gelecektir. Onlar imandan evvel Kur'ân'a sarılacaklardır. Kur'ân harflerini güzelce okuyacaklar, fakat Kur'ân'ın ya saklarını ve hududlarını zayi edeceklerdir. 'Biz okuduk, biz den daha iyi okuyan var mı? Öğrendik, bizden daha iyi öğrenen var mı?' diyeceklerdir. İşte onların yaptığı sadece Kur'ân'ı güzel okumaktır. Hepsi o kadar. 250
Başka bir rivâyet: 'Onlar (yani Kur'ân harflerinin güzel okunuşuna ihtimam gösteren ve ahkâmını nazarı itibara almayanlar) bu ümmetin en şerlileridir'.
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden olup beş ayetten alınan şu beş ahlâkı bazı âlimler şöyle sıralamışlardır:
1) Haşyet, 2) Huşû, 3) Tevazu, 4) Güzel ahlâk, 5) Zühd
Kulları içinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkarlar. (Fâtır/28)
Huşû
Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a inanırlar, size indiri lene ve kendilerine indirilene inanırlar; Allah'a karşı saygılıdırlar; Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satmazlar. Onların mükâfatı da rableri katındadır. Şüphesiz Allah, he sabı çabuk görendir. (Âlû-İmrân/199)
Tevazu
Tevazu kanadını Mü'minler için indir. (Hicr-88)
Güzel Ahlak
Allah'tan gelen bir merhamet sayesindedir ki, onlara (ashâba) yumuşak davrandın. (Âlu-İmrân/159)
Zühd
Kendilerine ilim verilenler şöyle dedi: Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler! Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. O sevaba ancak ibadet edenlerle sabredenler kavuşur. (Kasas/80)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Allah kime hidayet etmeyi dilerse İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir' (En'am/125) ayetini okuduğu zaman kendisine, 'Bu genişlikten gaye nedir?' diye soruldu ve şu cevabı verdi: 'Nur, bir kalbe akıtıldığı zaman o göğüs genişler'. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun böyle olduğunun alâmeti var mıdır?' diye sorulduğunda da, Hazret-i Peygamber 'Evet bunun al âmeti vardır. Aldanma evinden (dünyadan) uzaklaşmak, ebediyet evine dönmek ve ölüm gelip çatmadan evvel, ölüme hazırlık yap maktır' cevabını verdi. 251
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de amelleri bildiren, nelerle ifsad olunduklarını beyan eden, kalpleri karıştıran, vesve seye ve şerre kapı açan ilimden çokça bahsetmektir. Zira dinin te meli insanları şerden korumaktır. Bu hikmete binaen şair 'Şerri şer için değil, ondan korunmak için öğrendim. Çünkü şerri bilme yen ona düşebilir' demiştir.
Bir de insana daha kolay gelen fiilî amellerdir. Fiilî amellerin en güzeli, kalp ve dille Allah'ın zikrine devam etmektir. Bu amellerin sağlam kalması için kendilerini ifsad ve kalbi karıştıran şeyleri iyi bilmek gerekir. Bu ifsad eden şeyler birçok şubelere ayrılır ve teferruatı çok uzun sürer. Bütün bunları bilmek lâzımdır. Zira âhiret yolculuğunda herkesin müptelâ olduğu felâ ketlerdir bunlar. . . Bu bakımdan âhiret âlimleri bunları bilmekle, Allah'ın rahmetine yaklaştıran faydalı ilmi elde etmişlerdir.
Dünya âlimlerine gelince; onlar hüküm vermek için bindebir vâkî olan fer'î meselelere dalarlar. Belki hiçbir zaman vâkî olmayan veya hayatta bir defa vukuû mümkün olan meseleler üzerinde çalışarak o meselenin mahiyetini kavramak için yorulurlar. Çünkü üzerinde durdukları meseleler vâkî olacak olsa bile, bu onların zamanında olacak değildir. Kendi zamanlarında değil, başka zamanlar ve başka insanlar için meydana gelecektir. O halde, bu gibi meseleleri, meydana geldikleri zamanda halledecek nice âlimler bulunabilir.
İşte dünya âlimleri, bu şekilde, vazifeleri olmayan ve kendilerini hiçbir bakımdan ilgilendirmeyen meselelerle meşgul olur da onları yakından alâkadar eden meselelere kulak asmazlar. Gece ve gündüz birbiri ardınca onların üzerinden akıp gittiği müddetçe, kalplerine gelen mânâlar, vesveseler ve amelleri içinde bocalayıp dururlar. Bu hallerine hiçbir çıkar yol da aramazlar. Nefsine ait en mühim bir meseleden kaçar, başkasının vâkî olma ihtimali çok uzak meselelerine kafa yorar. Bu insanlar saadetten ne kadar uzaktır! Bir insanın, kendi üzerine düşen vazifeleri bırakarak, başkasının meydana gelme ihtimali olmayan işleriyle meşgul olması, halk nezdinde makbul bir insan kabul edilmek gayretinden başka bir mânâ taşımaz. . .
Bu acıklı durumdan daha kötüsü, dünyaya bağlı sersem insanların böyle kimselere fazıl, muhakkik ve müdekkik âlim lâkabını takmalarıdır. Böyle bir kişiye Allahü teâlâ tarafından verilecek en hafif ceza, ilminin dünyadaki halk arasında rağbet görmemesidir. Bu rağbeti bulamayışı bir yana, belki de, zamanın hâdiseleri içinde bulanık bir hale gelerek kaybolup gidecektir. Kıyâmet gününde onlar, gerçek âlimlerin kâr ettiklerini ve saadete erdiklerini gördükleri zaman, müflis durumlarından ötürü büyük bir hasret çeke ceklerdir. Bu ne dehşetli bir zarardır!
Hasan-ı Basrî'nin konuşma bakımından peygamberlere, hidayet bakımından da sahabîlere benzediğini bütün ulema ittifakla söy lemektedir. İşte durumu böyle olan bir zâtın konuşmasının çoğu, kalbin şüphesi, amellerin fesadı, nefislerin vesvesesi ve nefis şehvetlerinden gelen çözülmesi zor, gizli sıfatlara aitti.
Bir ara kendisine şöyle denildi: 'Ey Ebû Said! (Hasan-ı Basrî'nin künyesi) Sen o kadar yerinde konuşma yapıyorsun ki, bu konuşmayı senden başka hiç kimseden dinlemiyoruz. Acaba bu konuşmaları nereden öğrendin?' O da 'Huzeyfe b. Yemân'dan öğrendim' dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
- Bir gün Huzeyfe'ye şöyle bir suâl soruldu: 'Seni, hiçbir sahabînin konuşmadığı şeyleri söyler görüyoruz. Sen bu konuşmaları nereden öğrendin?' Huzeyfe şöyle cevap verdi: 'Bu sözleri Hazret-i Peygamber sadece bana söyledi. Çünkü sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamberden daima hayır ve fazilet hakkında sorarlardı. Ben ise, şerden çok korktuğum için, Rasûl'e sadece bu hususu soru yordum. Çünkü biliyordum ki, şerri öğrendiğim zaman hayırla il gili ilim, elimden kurtulamaz. 252
Huzeyfe sözlerine şunları da ilâve etmiştir: 'Apaçık bildim ki, şerri bilmeyen bir kimse asla hayrı bilemez'.
Başka bir lâfızda şöyle buyurulmuştur:
"Sahabe-i kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelde bulunan kimseler için ne gibi mükâfatlar vardır' diye amellerin fazi leti hakkında sualler sorarlardı. Ben ise şöyle sorardım: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelleri ne gibi hareketler ifsad eder?' Hazret-i Peygamber, benim bu şekilde sualler sorduğumu gördüğünden, amellerin âfetlerini hususî olarak bana öğretti. Benim en iyi bildiğim ilim de, böylece bu ilim oldu".
Hazret-i Huzeyfe, amelleri ifsad eden ilmi bildiği gibi, münafıklara ait malûmatı da, o şekilde, hususî olarak biliyordu. Nifak ilmini, sebeplerini ve fitnelerin inceliklerini bilen biricik sahabî o idi. Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve daha birçok büyük sahabî nifak hususunda Hazret-i Huzeyfe'den faydalanırlardı. Bu konularda onunla daima istişare ederlerdi. Münafıklar, hep ona sorulurdu. O da mü nafıkların adedini söyler ve hatta onlardan ne kadar kaldığını da bildirirdi. Fakat hiçbir zaman isimlerini zikretmezdi. Hazret-i Ömer birgün kendisinde nifak olup olmadığını sormuştu. Bunun üzerine Huzeyfe (radıyallahü anh) , Hazret-i Ömer'in nifak ehlinden olmadığını söyleyerek onu tebrik etmişti. Bir cenaze olduğu zaman Hazret-i Ömer, Hazret-i Huzeyfe'nin o cenazeye iştirak edip etmediğine dikkat ederdi. Şayet Huzeyfe cenazeye iştirak etmişse o da eder, etmemişse cenaze na mazına katılmazdı.
Bu sebeple Hazret-i Huzeyfe'ye sır sahibi denilmişti.
Bu bakımdan kalp makamlarına ve hallerine itina göstermek, âhiret âlimlerinin âdetidir. Çünkü Allah'a varacak olan kalptir. Fakat zamanımızda bu ilim garip oldu ve hatta ortadan kalktı. Zamanımızın âlimlerinden herhangi birine kalp hakkında bir sual sorulduğu zaman, bu sual garip karşılanmakta ve cevap vermek gereksiz kabul edilmektedir.
Bir âlim kalp ilimlerinden bahsetse, dinleyenler bunu garip ve anlamsız bularak 'Bu adam yaldızlı laflar ediyor, mücadele ince liklerini ortaya koyan o büyük vâizler nerede?' derler.
Şu sözü söyleyen ne kadar doğru söylemiştir: 'Bütün yollar aynıdır, fakat hak yol birdir. Hak yolunun yolcuları ise fertlerdir. O yolcular bilinmez, onların maksatlarını anlayamazsın. Onlar yavaş yavaş yürüyüp hedefe yönelenlerdir. İnsanlar, kendileri için irade edilenden gafildir. Çünkü insanlar hak yolundan gâfildirler.
Kısaca, halk daima kendisine kolay gelen ve tabiatına uygun olana meyleder. Hakikat acıdır ve onu elde etmek hem zor, hem de büyük güçlüklere göğüs germekle mümkündür. Onun yolu işlenmemiş bir yoldur. Hele kalp sıfatlarını bilmek, kalbi, ahlâkî zaaflardan temizlemek; evet bu, ruhu yerinden söküp almaktan daha zor bir iş!. . Hakikatın sahibi, ilâcın acılığına katlanan bir kişi gibidir. Sonunda şifa vardır diye sabreder. Onun sahibi ölüm ânında meleğin müjdesiyle iftar etmek için sıkıntılara göğüs gere rek hayatını oruçlu geçiren bir kimseye benzer. . . Ne zaman bu yola rağbet çoğalır? Hiçbir zaman. . . Bu hikmete binaen şöyle de nilmiştir: 'Basra şehrinde, va'z u nasihatta bulunan, yüzyirmi kişi vardı. Bâtın sıfatları, kalp halleri ve yakîn ilmi hakkında, bu yüz yirmi kişiden, ancak üçü konuşuyordu: Sehl et-Tüsterî, Subeyhî ve Abdurrahim. Bu üç kişiyi, on kişiyi geçmeyen bir cemaat dinlerdi ancak. . . Diğer vaizleri ise binlerce insan. . . Bu durumun sebebi şudur: Kıymetli mücevherat, ancak hususiyet ve özellik sahibi kişilere mahsustur. Herkeste olan şeyin kıymeti olmaz.
Âhiret âlimlerinin özelliklerinden biri de, ilim öğrenirken kal bin saflığı ile idrak ve basiretine güvenmesi, başkalarını taklit et memesidir. Sadece şeriat sahibi emir ve buyrukta taklid edilir.
Bir de sahâbe-i kirâm! Hazret-i Peygamberi dinledikleri için fiilleri hadîs mesabesinde olduğundan uyulur. Bu hakîkat böylece bilindikten sonra, Hazret-i Peygamberin söz ve fiillerini kabul etmek sureti ile taklid eden zata düşen en uygun hareket, bu konunun sır ve hikmetlerini bilmeye çalışmaktır. Zira mukallid, bir fiili, şeriat sahibinin fiilidir diye işler. Halbuki şeriat sahibinin her fiilinde mutlak bir hikmet vardır. Öyleyse mukallid, hiç yorulmadan ve katiyyen yılgınlık göstermeden şeriat sahibinin amelleriyle, söylediği sözlerin hikmetlerini anlamaya gayret sarfetmelidir. Mukallid, söyleneni ezberlemekle kalırsa, ancak öğrendiği ilmin kabı olabilir, fakat katiyyen âlim olamaz. İşte bundan dolayı bazan 'Filân adam ilmin kabıdır* denilir. Şayet bu adam, sadece ezberlemekle iktifa eder, o söz ve fiillerin hikmetlerine nüfuz etmezse, böyle bir kimseye asla âlim denilmez.
Kimin kalbinden perde kalkmış ve hidayetle nürlanmışsa, böyle bir kimse başkalarına önder olur. Artık onun için, başkasını taklid etmek caiz olmaz. Bu hakikati, İbn-i Abbâs şu sözüyle ne kadar güzel ifade buyurmuştur: 'Allah'ın yüce Rasûlü hariç, hiç kimsenin ilmine kayıtsız, şartsız râm olunmaz; hatta ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, çok kere sözleri terkedilir'. 253
İbn-i Abbâs, Zeyd b. Sâbit'ten fıkıh, Ubey b. Ka'b'dan kıraat ilmini öğrenmiştir. Sonradan, fıkıh ve kıraatta her iki hocanın fikirlerine muhalefet etmiş ve onlardan ayrılmıştır.
Seleften bazıları şöyle buyurur: 'Hazret-i Peygamberden bize ne gelmişse, onu başımızın üzerine koyar, olduğu gibi kabul ederiz. Sahabş-i kiramdan gelenin bir kısmını alır, bir kısmını terk ederiz. (Bir şarabîden kuvvetli olarak geleni kabul eder, olmayanı terkederiz) . Tâbiîn-i kirama gelince, onlar da erkekti, biz de erkeğiz. 254
Sahabîlerin fazileti, Hazret-i Peygamberin hareketlerinin karine ve delillerini bizzat görmelerinden, kalplerinin karinelerle bilinen birtakım emirlere bağlanmasından ileri gelir. İşte bu emirler, sahabîleri sevaba doğru iten yegâne hakikatlerdir. Bu hakikat ne rivâyete ne de ibarelere sığmaz. Nübüvvet nuru sahabenin hatâ etmesini onda ikiye indirmiştir. Nübüvvetin ne olduğunu bizzat görenleri, bu makamın nuru korumakta, çokça yanılmalarına mâni olmaktadır.
Başkasından dinlediklerini taklid etmek pek makbul bir hare ket olmadığından kitaplara ve tasniflere bağlanıp onların mukal lidi olmak, hakikatlerden uzaklaştırıcı bir hareket olur. Çünkü ki taplar ve tasnifler sonradan ortaya çıkmıştır. Sahâbe-i kirâmın zamanında, tâbiînin ilk devirlerinde kitab ve tasnif diye bir şey yoktu. Ancak bütün sahabîlerin vefatından, tâbiînin ortalıktan çe kilmesinden sonra; yani Said b. Müseyyeb ve Hasan-ı Basrî gibi zatların ölümünden yani hicretin yüzyirminci senesinden sonra ki taplar telif edilmeye başlanmıştır. Çünkü, daha önceki âlimler, hadîslerin yazılmasını, kitap telif edilmesini, bunları okuyan halkın ezberciliğe alışmak suretiyle Kur'ân'dan, tefekkür ve tezek kürden uzaklaşmaması için kerih görmüşlerdir.
Halk Kur'ân'dan, düşünce ve zikirden uzaklaşmasın diye da ima 'Bizim ezberlediğimiz gibi siz de ezberleyiniz' diyerek ikazda bulunuyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir ve birtakım sahâbe-i kirâm, işte bundan dolayı Kur'ân'ı Kerîm'in bir mushafta derlenmesine muha lifti. 'Rasûlüllah'ın yapmadığı bir işi biz nasıl yapalım?' diye te reddüd ediyorlardı. Halk tabakasının yazılı mushaflara güvenip hafızlıktan kaçacaklarından korkmakta idiler ve 'Kur'ân'ı olduğu gibi bırakalım, halkın bir kısmı, diğer kısmından telkin ve okut mak suretiyle öğrensinler. Ezberleme, onların meşguliyeti olsun' kararma vardılar. Hazret-i Ebû Bekirin bu ısrarı, Hazret-i Ömer ve bir kısım sahabenin, halkın tembelliğinden korkarak ye Kur'ân'ın tek keli mesini veya müteşabih kıraatları bilen kimselerin kökünü kuruta cak bir savaşın çıkmasından endişe ederek, Kur'ân'ın yazılmasında ısrar edinceye kadar devam etti. Hazret-i Ömer ile kendi sini takviye eden sahâbe-i kirâm, bu mâzereti beyan ettikleri zaman; Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) göğsü de Kur'a'nı yazmak için inşiraha kavuşup bu işe taraftar oldu.
Bu bakımdan Hazret-i Ebû Bekir Kur'ân'ı tek bir mushafta topladı.
İmâm-ı Ahmed, İmâm-ı Mâlik'e, el-muvatta kitabını yazdığı için, şiddetle hücum ederek diyordu ki: 'Sahabe-i kirâmın yapmadığı bir bid'atı ortaya koydu'.
Denilir ki: İslâm'da ilk kitap yazan İbn Cüreyc'dir. Bu, hadislerle ilgili ve Atâ, Mücâhid ve İbn-i Abbâs'ın Mekke'de bulunan ta lebelerinden rivâyet buyurduğu tefsir harfleri hakkında te'lif ettiği bir kitaptır.
İkinci kitap, Yemen'in San'a şehrinde Ma'mer b. Raşid ta rafından te'lif edildi. Ma'mer, bu kitabında birçok hadîs-i nebevî derledi; Sonra İmâm-ı Mâlik, Medine'de Muvatta isimli kitabı yazdı. Bilâhare Süfyân es-Sevrî'nin Câmî adlı eseri yakıldı. Hicretin dör düncü yüzyılında kelâm ilmine dair birçok kitap telif edildi, müca dele başladı. Söylenen sözlerin iptal edilmesi delil ve burhanlarla yapıldı. Bunun üzerine halk kelâm ilmine ve kıssalarla va'z et meye daldı. Böylece yakîn ilmi, hicretin dördüncü asrından itiba ren yavaş yavaş yok olmaya başladı. O tarihten itibaren kalplerin ilmi, nefsin kötü sıfatlarından ve şeytanın desiselerinden sakınmak gibi ilimler garip sayıldı ve azaldı. Küçük bir azınlık ha riç, halk bu ilimlerden yüz çevirdi. O tarihten itibaren cedel yapan kelâmcıya âlim denilmeye başlandığı gibi, konuşmasını secîli ve kafiyeli ibarelerle süsleyen kimseye de âlim denildi. Çünkü bunları dinleyen halk tabakası idi. Bu tabaka ilmin hakikatini hikâyeler den ayırdedecek derecede gelişmiş değildi. Ayrıca sahabe-i ki ramın yaşayışını ve ilmini halk bilmiyordu ki, hakîki âlimleri sah telerinden ayırdedebilsin. İşte böylece âlim olmayana âlim ünvanı verildi ve bu lâkabı halefler, seleflerinden alıp devam ettirdiler. Böylece âhiret ilmi rafa kaldırıldı. Havass hâriç, kelâm ile ilim arasında ayırım yapacak kimse kalmadı. Fakat havasstan, 'Filân adam mı, yoksa şu mu daha âlimdir?' diye sorulduğu zaman, işin hakikatini bilen havass 'O ilim yönünden, bu da kelâm yönünden daha fazladır' derlerdi. Havass ilim ile konuşma kabiliyetinin arasını tefrik edecek kudretteydi. İşte böylece geçmiş asırlarda din, zayıflamıştır. Acaba günümüzde durum nasıldır?
Bugün durum öyle bir raddeye gelmiştir ki, kelâmı inkâr eden bir kişi, mecnun olarak ilân ediliyor. O halde insana düşen vazife; bu zamanda nefsi ile meşgul olmak ve başkaları hakkında susmayı tercih etmektir. Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de yeni ortaya çıkan bid'atlardan şiddetle kaçınmaktır. Sakın insanların çoğunluğunun yeni ortaya çıkan meselelere olan düşkünlüğü seni aldatmasın!
Sahâbe-i kirâmdan sonra meydana çıkan bid'atlara halkın te veccühü seni kandırmasın. Zira müslümana düşen vazife, sahabe i kiramın durumunu, sîretini ve amellerini arayıp onlara muttali olmaktır. Acaba sahabîler hangi hususlara daha fazla ihtimam göstermişlerdir? Ders okutmak, kitap yazmak, münazarada bulunmak, fetvâ vermek, yönetici olmak vakıf müesseselerinin başına geçmek, onun bunun vasisi olmak, yetimlerin malını yemek, zâlim yöneticilerle oturup-kalkmakla onlarla iyi geçinmekle mi meşgul olmuşlar, yoksa korkmak, üzülmek, mücâhedede bu lunmak, zâhir ve bâtını murakabe etmek, günahın küçük ve büyüğünden sakınmak, nefsin gizli şehvetlerini, şeytanın hilele rini ve bunlardan başka bâtın ilimlerini öğrenmekle mi meşgul olmuşlardır?
Bilmek gerekir ki, zamanın en âlimi, hakka en yakını, sahâbe-i kirâm'a en fazla benzeyen ve selefin yolunu en iyi bilen kişidir. Zira din, sadece sahâbe-i kirâm'dan alınır. Bu sırra işaret ederek Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: 'Bizim en hayırlımız bu dine en fazla tâbî olanımızdır'.
Hazret-i Ali bu sözünü, kendisine 'Sen filân sahabîye muhalefet et tin' denildiği zaman söylemiştir. Bu bakımdan müslüman bir kişiye Rasûlüllah'ın devr-i saadetindeki sahâbe-i kirâma muhale fet etmekten sakınmak vazifesi düşer. Onlara mutabık olan, kime muhalif olursa olsun zararı yoktur. Çünkü insanlar kendi yaptıklarını tasdik etmeye meyyaldirler. Bir türlü muhalefet ettiklerinden ötürü Allah'ın cennetinden mahrum olduklarını itiraf etmeye yanaşmamaktadırlar. Cennete giden yolun ancak kendi seçtikleri yol olduğu iddiasındadırlar.
Bu hakikati belirtmek için Hasan-ı Basrî şöyle demiştir:
İslâm'da birçok bid'atlar icat eden iki sınıf bid'atçı vardır:
1. Kötü rey sahibi olup, sadece kendisi gibi düşünenlere cen net verileceği kanaatinde olanlar.
2. Dünyaya tapan, dünya için öfkelenen ve dünya için razı olan ve sadece dünyayı arayan zenginler. Bu bakımdan bu iki sınıfı da terkediniz. Çünkü ikisi de cehenneme doğru, koşar adımlarla gitmektedir. Bir de kendini dünyaya davet eden zenginle, nefsin arzularına davet eden hevasının esiri olanın arasında olduğu halde Allah kendini her ikisinin şerrinden de korur da selef-i salihine meylederek onların yaşantılarını, fiillerini sorup izlerinden yürümek ister. İşte böyle bir insan büyük bir ecre namzettir. Bu bakımdan siz de böyle olunuz'.
İbn Mes'ûd'dan mevkuf ve müsned olarak şu hadîs-i şerif ri vayet edilmiştir:
İki şey vardır ki biri kelâm, diğeri ise hidayettir. Kelâmın en güzeli, Allah'ın kelâmıdır. Hidayetin (yolun) en güzeli de Allah Rasûlü'nün hidayetidir. Sonradan ortaya çıkan bid'atlardan sakınınız. Zira işlerin en kötüsü, sonradan or taya çıkan hidratlardır. Muhakkak ki her sonradan ortaya çıkan bid'attır ve muhakkak ki her hidrat dalâlettir. Zaman ve hedef size uzak görünmesin. Çünkü bu takdirde kalbiniz katılaşır. İyi bilin ki her gelecek olan yakındır. Yine iyi bilin ki uzak ancak gelmeyecek olandır. 255
Hazret-i Peygamberin bir hutbesinde şu cümleler yer almaktadır:
Kendi ayıpları, kendisini başkasının ayıplarını araştırmaktan alıkoyana, meşru bir şekilde kazandığı ser vetten infak edene, fıkıh ve hikmet ehliyle arkadaşlık edene, zillet ve günahtan sakınana cennet vardır. Nefsini zelil edene, ahlâkını güzelleştirene, gizli taraflarını ıslah edene, halktan kötülüğü uzaklaştırana cennet vardır, İlmi ile amel edene, servetin fazlasını Allah yolunda harcayana, sözünün fazlasını kendi nefsinde tutan, sünnet-i seniyye ile iktifa edip, bid'atlara yönelmeyene cennet vardır.
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'Âhir zamanda güzel hi dayet çok amelden daha hayırlıdır. Siz öyle bir zamandasınız ki, en hayırlınız emirleri aceleyle yapanınızdır. Fakat sizden sonra bir zaman gelecektir ki, o zamandaki insanların en hayırlısı şüphelilerin çokluğundan ötürü teenni ile adım atanlardır'.
İbn Mes'ûd çok doğru söylemiştir. Şu zamanda teenni ile adım atmayan ve halkın yaptığı işlerde onlara uyan ve onların daldığı gibi dalan bir kimse, halkın felâkete gittiği gibi felâkettedir.
Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) herhangi bir şeye işaret ederek: 'Bundan daha garibi, sizin bugünkü iyiliklerinizin, geçmiş zamanda kötülük sayılmasıdır ve sizin bugün kötü telâkki ettikleri niz de gelecek bir zamanın iyiliği olacaktır. Siz hakkı tanıdıkça hayırlı kimselersiniz. Siz içinizde bulunan âlime önem verir, ihti mam gösterirsiniz' buyurdu.
O da doğru söylemiştir. Şu yaşadığımız asrın iyiliklerinin çoğu sahâbe-i kirâm zamanında kötülük kabul ediliyordu. Çünkü zamanımızın iyiliklerinin başında gelen ve hatta en büyüklerinden sayılan şey; camileri süslemek, çeşitli boyalarla boyatmak, büyük servetleri camilerin ince tâmiratına sarfetmek, yüksek kıymetli halıları camilere sermektir. Halbuki daha evvel camilerde hasırların serilmesi dahi bid'at sayılıyordu. Hattâ 'Hasırların se rilmesi Haccâc-ı Zâlim'in yaptığı bid'atlerdendir' denilmekteydi. Çünkü sahebe ve tâbiîn-i kiram, almlarıyla toprak arasında perde olacak herhangi bir maddeyi pek nadir seriyorlardı. Böylece cedel ve münazara ilimlerinin incelikleriyle meşgul olmak, bid'atların revaçda olduğu şu zamanımızda en büyük ilimlerden sayılıyor ve cedel ilminin incelikleriyle meşgul olanlar da Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı amellerin en değerlisini yaptıklarını iddia ediyorlar. Halbuki onların bu yaptıkları, sahâbe-i kirâm ve tâbiîn zamanında kötü sayılıyordu. Zamanımızda esasında münker olup iyi sayılan hareketlerden birisi de; Kur'ân ve ezan okumakta lâhin yapmaktır (Yani kısaltılması gereken kelimeleri uzatmak, uzatılması gere ken kelimeleri kısaltmak, izharda ihfa, ihfada izhar yapmaktır) .
İyilik sayılan münkerlerden birisi de; zâhirî temizlikte zorluklar çıkarıp, taharette vesveseye düşüp, uzak sebepleri yakîn farze derek elbisenin temizliğine önem vermek, fakat bununla beraber yiyeceklerin helâl veya haram olmasına ve benzeri önemli meselelere ihtimam göstermemektir. İbn Mes'ûd ne güzel söylemiş: 'Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, nefsin hevası ilme tâbidir. Fakat bir zaman gelecektir ki, ilim hevaya tâbi olacaktır!'
Ahmed b. Hanbel 'Asrımdaki insanlar, ilmi terkedip garip me selelere daldılar. Onların içindeki ilim ne kadar da azdır. Allah yardım etsin' buyurmuştur.
Mâlik b. Enes 'Geçmiş zamanda halk bu işleri sizin bugün sorduğunuz şekilde sormuyordu. O zamanın âlimleri haram, helâl demiyorlardı. Ben onlara yetiştim. Onlar müstahah ve mekruh diyorlardı' buyurdu.
Mâlik bu sözüyle şunu kastediyor: O devrin insanları kerahet ve müstahabın inceliklerine bakıyorlardı. Haramın fâhiş olduğu ise herkesçe biliniyordu ve ona yaklaşan zaten azdı.
Hişarn b. Urve b. Zübeyr şöyle demiştir: 'Siz bid'atçılara bu zamanda ortaya çıkardıkları bid'atları sormayınız. Çünkü onlar bid'atlarını müdafaa için, verilmesi gereken cevapları hazırlamışlardır. Fakat onlara, Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesini sorunuz. Göreceksiniz ki sünneti bilmezler'.
Ebû Süleyman Dârânî de 'Kalbine bir hayır ilham edilen kişi, hemen o ilhama göre amel etmemelidir. Tedkik etmeli, eğer nef sindeki ilham hadîse mutabık gelirse Allah'a hamd-ü senâ etme lidir' demiştir.
Bu sözüyle şunu kasdetmektedir: Asr-ı Saadef'ten sonra ortaya atılan bid'atlar, kulakları aşındırmış, kalplerde istikrar bulmuştur. İşte bundan dolayı çok zaman kalplerin berraklığı bu lanmakta ve bu hastalıktan ötürü bâtıl, hak suretinde hayal edilmektedi, Bu bakımdan bâtılı hak olarak telâkki etmemek için ha dîs-i şeriflerin şehadetine dayanmak gereklidir. Yine bunun içindir ki, Mervan b. Hakem bayram namazında namazgâhta minber yaptığı zaman, o cemaatta bulunan Ebû Said Mâlik b. Sinan el-Hudrî (radıyallahü anh) ayağa kalkarak şu itirazda bulunmuştur: 'Ey Mervan! Bu bid'at da nedir?' Mervan 'Yaptığım bid'at değildir. Senin bildiğinden daha hayırlıdır. Çünkü cemaat çoğalmıştır. Minberi yapıp onun üzerine çıkıp cemaata sesimi duyurmak istedim' de yince, Ebû Said 'Ey Mervan! Allah'a yemin ederim. Siz hiçbir zaman benim bildiğimden daha hayırlısını getiremezsiniz ve yine Allah'a yemin ederim ki, bugün senin arkanda bayram namazını kılmayacağım!' demiştir.
Ebû Said (radıyallahü anh) bu mevzuda. şu hakikatten ötürü itirazda bulunmuştu: Allah'ın yüce rasûlü, bayram ve yağmur hutbelerinde minbere çıkmaz, aksine elindeki yaya veya asâsına dayanarak hutbesini okurdu. 256
Dinimizden olmayan bir şeyi ihdas edip, dine sokanın o yaptığı merduttur, başına çalınır. 257
'Ümmetimi aldatanın üzerine Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun' dediği zaman Allah'ın Rasûlü'ne soruldu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! 'Ümmetin kandırılması ne demektir?' Rasûl (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Dinde olmayan bir bid'atı ihdas edip halkı o bid'atı yapmaya zorlamaktır'258 buyurdu.
Allahü teâlâ'nın bir meleği vardır. O melek hergün şöyle haykırır: 'Rasûlüllah'ın sünnetine muhalefet edene, Rasûlüllah'ın şefaati yoktur. 259
Bid'atlar çıkarmak suretiyle sünnet-i seniyyeye muhalefet ederek suç işleyen bir kişinin, sıradan herhangi bir günahı işleyen kişiye nisbeti, devleti yıkmak isteyenin suçunu, muayyen bir hiz mette sultanın emrine muhalefet edenin günahına nisbet etmek gibidir.
Belirli bir vazifede sultanın emrine muhalefet eden kişinin suçu bazen affolunur. Ama sultanın devletini yıkıp sultanlığına son vermek teşebbüsü ise asla affolunmaz.
Bazı âlimler şöyle buyurmuştur: 'Selef, hangi şey hakkında konuşmuşsa onun hakkında konuşmayıp sükût etmek selefe eziyet verir. Selef, hangi şey hakkında susmuşsa onun hakkında konuşmak da fuzulî bir çaba ve tekellüftür'.
Başka bir âlim de şunu söyledi: 'Hak (ve hakîkat) ağır bir yük tür. Onu tatbik etmeyen zulmeder. Ondan geri kalan da acze düşer. Fakat onunla beraber ve onun çizdiği sınırlarda kalan tam isabet etmiştir'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Devamlı orta yolu tercih edin ki ilerleyenler de, gerileyenler de oraya dönecektir260
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'Dalâlet ehlinin kalbinde dalâletin kendine göre bir tadı vardır'.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey Rasûlü, bırak o dinlerini oyuncak ve eğlence edinip de dünya hayatı kendilerini aldatmış bulunan kimseleri. . . (En'am/70)
Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu? (Fâtır/8)
Bu bakımdan sahabe devrinden sonra zaruret ve ihtiyaç mik tarını aşacak derecede yenilikler icâd edenlerin dinleriyle oy nadıkları muhakkaktır.
Rivâyet olunduğuna göre, şeytan, askerlerini sahâbe-i kirâm zamanında yeryüzüne yaymış ve bir zaman sonra askerler, ümit siz olarak üslerine dönmüş. Şeytan askerlerine sormuş:
- Neden böyle kızgın ve hırçınsınız?
- Biz bunlar gibi, hiç kimseye rastlamadık. Bunlar bizi son derece yordukları halde bir tanesinin kılına bile dokunamadık.
- Siz bunları yenmeğe muktedir değilsiniz. Çünkü onlar pey gamberleriyle arkadaşlık yapmış, Allah'ın ayetlerinin nüzûlünü müşahede etmiş kimselerdir. Fakat üzülmeyiniz, bunlardan sonra bir kavim gelecektir. Siz ihtiyaçlarınızı ve öcünüzü onlardan alırsınız.
Tâbiîn-i kiram zamanı geldiğinde, şeytan yine ordularını se ferber etmiş ama ordular yine mahrum olarak üslerine dönüp şöyle haykırmışlar:
- Biz bunlardan daha acaip kimseler görmedik. Kendilerini peyderpey günaha sokup birşeyler alıyoruz. Fakat günün sonunda akşama doğru istiğfar etmeye başlıyorlar. İstiğfarları sayesinde
Allah günahlarını sevaba tebdil ediyor.
- Siz bunlardan da birşey elde edemezsiniz. Çünkü inançları sıhhatli ve doğrudur. Peygamberlerinin sünnetine tâbî olmakta ciddîdirler. Fakat bunlardan sonra bir kavim gelecektir. Gözleriniz onların gelişi ile aydınlanacaktır. Siz onlarla oyuncak gibi oynaya caksınız. Onları heva ve heves gemleriyle istediğiniz şekilde, is tediğiniz istikamete çekebileceksiniz. Onlar af dilerlerse affolun mazlar. Tevbe de etmezler ki, Allah günahlarını sevaba tebdil etsin.
Râvi diyor ki: 'Birinci yüzyıldan sonra bir kavim geldi. Şeytan, içlerine heva ve heves tohumunu ekti, bid'atları süslü ve câzip gös terdi. Onlar da bid'atleri helâl telâkki ettiler ve bid'atleri din edin diler. O bid'atleri yaptıklarından dolayı Allah'tan af dileyip tevbe de etmezler. Bu bakımdan düşman, onlara musallat oldu ve istediği tarafa sürükledi!'
Eğer 'Bu hikâyeyi rivâyet eden kişi şeytanın böyle dediğini ne reden biliyor? Şeytanı görmemiş ve onunla konuşmamıştır' der sen, bilmiş ol ki kalp sahipleri melekûtun sırlarını üç yoldan elde ederler;
a) İlham yoluyla,
b) Sadık rüyalarla,
c) Bazen de keşif ve ilham ve misallerin müşahedesiyle rüyada olduğu gibi hâdiseleri keşfederler. Keşif yollarının en yüce dere cesi bu sonuncusudur. Bu, aynı zamanda nübüvvetin yüksek dere celerindendir. Nitekim sadık rüya da nübüvvetin kırkaltı par çasından bir parçasıdır. Bu bakımdan dikkatli ol ve anlamadığın şeyleri inkâr etmeye kalkışma. Çünkü aklî ilimlerin tamamını ih âta ettiklerini iddia eden bencil ve hodfuruş âlimler, bu konuda he lâk olmuşlardır. Bu bakımdan sahibini Allah'ın veli kullarına ait bulunan bu işleri inkâr etmeye çağıran akıl'dan, cehalet daha hayırlıdır. Evliyanın ilham durumunu inkâr eden, enbiyayı da in kâr etmek felâketine düçâr olur ve böylece tamamen dinin dışına çıkar!
Ariflerden biri 'Abdalların etrafta gizlenip halk gözünden kay bolmaları, zamanın âlimlerini görmeye tahammül edemedikleri içindir. Çünkü zamanın kötü âlimleri her ne kadar kendi telâkkilerine ve cahil halkın görüşüne göre âlim sayılıyorsa da, abdalların nezdinde Allah'ı bilmeyen câhillerdir' demiştir.
Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Günahların en büyüğü, kişinin cahil olduğunu bilmemesidir. Halk tabakasına bakıp gaflet sahibinin konuşmasını (dinlemek, abdalların yanında zamanın âlimlerine bakmaktan daha iyidir) '. 261
Dünyaya dalıp bağlanan âlimlerin sözüne kulak vermemelidir. Böyle bir âlimin her dediği şüpheyle karşılanmalıdır. Çünkü her insan sevdiğine dalıp ona uygun düşmeyeni reddeder. Bu nedenle Hak Teâlâ şöyle buyurur.
Bizi anmak hususunda kalbine gaflet verdiğimiz kimseye itaat etme ki, keyfinin ardına düşmüş ve işi de haddini aşmak olmuştur. (Kehf/28)
Halk tabakasının âsîleri, dinin yolunu bilmediği halde kendile rini âlim zannedenlerden daha memnun ve mesuddurlar. Çünkü günahkâr avam, kusurunu itiraf eder. Af dileyerek tevbe eder. Fakat kendisini âlim zanneden şu cahil ise, âlimlik taslamaktadır. Meşgul olduğu ve sadece dünyaya alet olan ilimleri, din yolunun aleti olarak telakki etmektedir. Bu bakımdan af dilemek ve tevbe etmek ihtiyacını duymamaktadır. Belki de, ölünceye kadar bütün insanlar bu belâ ile mübtelâ olmuş ve ıslahlarından ümid ke silmiştir, o halde dindar kişi için en ihtiyatlı hareket, bir kenara çekilip insanları kendi halleriyle başbaşa bırakmaktır. Nitekim bu konu inşaallah Uzlet bölümünde etraflıca izah edilecektir.
Bu sırra binaen Ebû Muhammed Yûsuf b. Esbat (H. 190) , Mer'aşlı Huzeyfe'ye (H, 207) şöyle yazar262; 'Tek başına kalan, beraberce Allah'ı zikretmek için bir arkadaş bulamayan, yahut bulduğu arkadaşı günahkâr olan veya aralarındaki konuşma ve müzakere günaha götüren bir kimsenin hakkında tahminin ve hükmün ne olabilir? Çünkü bu zat, esas arkadaşını bulamamaktadır'.
Yûsuf ne de doğru söylemiş. . . İnsanlarla ihtilât etmek, mut laka ya gıybete veya gıybeti dinlemeye veya herhangi bir münkere karşı sükût etmeye götürür. Oysa insanın en güzel durumu ya ilmi ifade veya ondan istifade etmektir. Fakat bu miskin, tam mâ nâsıyla düşündüğü zaman görecektir ki, ilim öğretmesi, riyadan, halkı arkasına takmaktan ve riyaset peşinde koşmaktan ibarettir. Bunun böyle olduğunu kestirdiği zaman, yine bilecektir ki ilmi öğrenen de, o ilmi dünyevî arzularına alet ve şerre vesile etmek için istiyor ve öğreniyor. Oysa böyle bir istekçiye ilim verildiği takdirde ona arka ve şerrin sebeplerini hazırlayıcı olur. Böyle bir in sana ilim öğreten, tıpkı yol kesicilere kılıç satan gibidir. Bu bakımdan ilim, kılıç gibidir. İlmin hayır için salâhı, kılıcın harb için salâhı gibidir. Durumunun karineleriyle kılıçla yol kesmek is tediğini bildiğin bir kimseye kılıç satmak caiz değildir.
Buraya kadar saydığımız oniki alâmet, âhiret âlimlerinin ayrılmaz alâmetidir. Bu alâmetlerin herbirisi selef âlimlerinin bir takım güzel vasıflarını içine almaktadır.
Ey okuyucu! Sen de iki kişiden biri ol; ya bu sıfatlarla vasıflan veya kusurunu itiraf et. Sakın üçüncü gruptan olma. Zira bu grup, dünyaya yarayan âletlere dini fedâ etmiştir. Tembel kimselerin sî ret ve gidişatını, râsih âlimlerin gidişatına benzetmek suretiyle nefsini aldatma. Böyle yaptığın takdirde cehalet ve inkârın yüzün den gaflete düşüp ümitsiz ve helâk olan kimselerin zümresine ilti hak etmiş olursun. Şeytanın kandırmasından Allah'a sığınırız; zira halk sırf böyle desiselerle helâk olmuştur. Allah'tan dileğimiz; bizi dünya hayatı ile aldanmayan ve şeytanın maskarası olmayanlardan eylesin. Âmin!
188) Bu hadis daha önce geçmişti.
189) İbn Hıbbân, Ravzatu'l Ukalâ
190) Hâkim-i Tirmizî, en-Nevâdir, İbn Abdilberr, (Hasan-ı Basrî'den sahih birsenedle)
191) Hâkim, (Enes'den zayıf bir senedle)
192) İbn Mâce, (Câbir'den)
193) Ahmed b. Hanbel, (Ebû Zerden)
194) Deylemî
195) Hâtib, iktizaul-ilm ve'l-Amel
196) Basra'nın Feraid nahiyesindendir. Nahiv ve aruz ilminin büyük otoritelerindendi. H. 100 senesinde doğmuş, H. 160 (veya 170-175) senesinde vefatetmiştir.
197) Künyesi Ebû Ali'dir. Dedesi Mansur b. Bişr et-Temimî el-Mervezî el-Mekkî'dir. H. 187 senesinde Mekke'de vefat etmiştir. Cennet-ul-Muaila denen Mekke mezarlığında defnedilmiştir.
198) Bu hadîs, kendisinden sonra gelen Usame hadîsine mânâ bakımından benzemekte ise de muhaddisler bu ibare ile rivâyet etmemişlerdir.
199) Buhâri ve Müslim, (ibarede alim kelimesi yerine racûl kelimesi mektedir) .
200) Zinnun-i Mısrî'nin talebesidir. H. 283 yılında vefat etmiştir.
201) Künyesi Ebû Süleyman Abdurrahman b. Ahmed b. Atiyye'dir. H. 215 yılında vefat etmiştir. Sbu Süleyman ed-Dârâni iki kişinin künyesi olarak kullanılır. Genellikle bu iki kişi birbirine karıştırılmaktadır. Diğerinin künyesi Abdürrahman b. Süleyman b. Ebû Cevmi el-Anasî ed-Dimeşkî'dir.
202) Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) hadîslerini arayıp ortaya çıkarmak en büyük cihad sayılmıştır. Bu yolda gayret sarfedenler cennetle müjdelenmiştir. Bu nedenle hadîs aramak dünyaya meyletmek sayılmaz. Nasıl sayılabilir?
Evlenme ve ticaret için yola çıkmak hususundaki sözün de te'vile ihtiyacı vardır.
203) Bazı ibarelerde Kisan yerine Hasan yazılmıştır, el-Basri yerine de en-Nazarî yazılıdır. Bu zat aslen Medinelidir. Bilâhare Basra'ya gelmiştir.
İmâm Müslim Mukaddime de zikreder. Doğum ve vefat tarihi belli değildir.
204) İbn Abdilberr, (zayıf bir isnadla)
205) Teberânî el-Evsat, [zayıf bir ısnadla)
206) Ebû Nuaym, İbn CevzÎ, Mevzuât
207) Ebû Talib el-Mekkî Kut'ul'Kulûb) Irâkî böyle bir metne rastlamadığım söylemiştir. Ancak Buhârî ve Müslim'de farklı lafızlarla yer almıştır.
208) Ebû Nuaym, el-Hilye ; İbn Cevzî bu hadîsin uydurma olduğunu söy lemiştir.
209) İbn Hıbbân, (Enes'teıı)
210) Darimî, (Ahvas b. Hâkîm'den)
211) Evzaî'nin künyesi, Ebû Amr Abdurrahman b. Amr b. Ebî Amr'dır. ( 257) yılında vefat etmiştir.
212) Künyesi Ebû Amr Âmir b. Şurahbil'dir ve hicretin birinci yüzyılının sonlarında seksen yaşlarında iken vefat etmiştir.
213) Künyesi Ebû ishak'tır, Belh şehrinde doğmuştur. Zâhid ve âlim bir zattır,
H. 162 yılında vefat etmiştir.
214) Künyesi Ebû Abbas Muhammed b. Sebîh'dir. H. 183 yılında vefat etmiştir.
215) Künyesi Ebû Abdullah'tır, kendisi Şamlıdır. Hicrî 110'iu yıllarda vefatetmiştir.
216) İbn Abdilberr, İlim, (Muaz, İbn Ömer ve Enes'ten)
217) Hazret-i Ömer'in işaret buyurduğu üç şey Hazret-i Muaz'dan nakledilen bir hadîste şöyle bildirilir: 1. Âlimin günaha sapması, 2. Kur'ân'ı bilen bir münafığın tartışması, 3. Kapılarını insana ardına kadar açan bir dünya. . .
218) Sünen sahipleri, (Büreyde'den)
219) Ka'b. Mâ'ın, Himyer kabılesindendir. Meşhur lâkabı Ahbar, künyesi Ebû İshak'tır. Hazret-i Osman'ın hilâfetinin son senelerinde vefat etmiştir.
220) el-Câmi, (Enes'ten zayıf bir senedle)
221) Taberânî, (Ebu'd Derda'dan) ; İbn Hıbbân (İmran b. Hüseyin den)
222) İbn Sünnî; Ebû Nuaym Riyad ; İbn Abdilberr, (Abdullah b. Müsavver'den zayıf bir senedle)
223) Künyesi Ebû Kasım'dır. Ebû Muhammed künyesiyle de anılır. Hicretin birinci asrından sonra vefat etmiştir.
224) Kureyşlidir. H. 165 yılında vefat etmiştir.
225) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Beyhakî
226) Müslim, (Ümmü Seleme'den)
227) Ukaylî, (zayıf senedle) ; İbn Cevzî uydurma olduğunu söylemiştir.
228) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)
229) Semnun'un babasının adı Hamza'dır, Sırrî es-Sakatî'nin talebesidir. Cüneyd-i Bağdadiden önce vefat etmiştir. İmâm Suyutî'ye göre Semnun'un adı İshak'tır.
230) Hatib, (İbn Ömer'den mevkuf olarak) ; Ebû Davud ve İbn Mâce, (İbn Ömer'den merfû olarak)
231) Künyesi Ebû Hafs Ömer b. Salim'dir. H. 260 sonrasında vefat etmiştir.
232) Künyesi Ebû Sema İbrahim b. Yezid b. Şerik Teymî'dir. H. 192 yılında ve kırk yaşına gelmeden vefat etmiştir.
233) İsmi Nüfeyl'dir. Beni Riyah b. Yerbû kabilesine mensuptur. İbn-i Abbâs ve başka sahabîlerden hadîs rivâyet etmiştir.
234) Ebû Dâvud ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den) ; Hâkim hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.
235) Ahmed b. Hanbel, Ebû Ya'lâ, Bezzâr ve Hâkim; (Hâkim sahih olduğunu söylemiştir) .
236) Bu hadîs daha önce geçmişti.
237) Tirmizî ve İbn Mâce, (Ümmü Habîbe'den) ; Tirmizî hadîsin garib olduğunu söylemiştir.
238) Künyesi Osman b. Asım b. Hasin el-Esedî'dir. H. 128 yılında vefatetmiştir.
239) İbn Mâce, (İbn Hallad'dan zayıf bir senedle)
240) Câbir b. Zeyd, tâbiin-i kirâmdandır. H. 93 yılında vefat etmiştir.
241) Hadîs-i kudsî'deki 'tereddüt ettiğim kadar3 ibaresi esasında ölümden kaçan ve tereddüt eden bir kişinin durumuna göre vârid olmuştur. . Yoksa te reddüt fiili Allah'a izafe edilmez, O'nun zât-ı ulûhiyetine yakışmaz. Müteşâbih ayetlerde olduğu gibi bu ibare de tevil edilmelidir. Türkçe'de bu
242) Buhari, Müslim, Ebû Hüreyreden) ; Ebû Nuaym, (Enesten zayıf bir se nedle)
243) Beyhakî Zühd; Hatip Tarih, (İbn Mes'ûd'dan hasen bir senedle)
244) Ebû Nuaym, (İbn Yezid'den mürsel olarak)
245) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (Enes'ten)
246) Irâkî, bu hadîsin aslına vâkıf olamadığını ve fakat aynı anlamda başka bir hadîsi İbn Abdilberr'in Muaz'dan rivâyet ettiğini söylemektedir.
247) Hâkim, Müstedrek; Beyhakî, Şuab'ul-îman.
248) Irakî bu hadîsi bu şekilde toplu olarak görmediğini söylemektedir. Bu hadîs birkaç hadîsten alınmış parçalardan meydana gelmiştir. İbn Mübarek, Zühd ve Rekaik'de Muhammed b. Adiyy'den, Yunus b. Hasan'dan bu hadîsin bir kısmını rivâyet etmektedir. Diğer parçalar da başka hadîslerdenalınarak eklenmiştir.
249) Ebû Talib el-Mekki. (Amr b. Abdullah el-Makberî'den)
250) İbn Mâce, (Cündebe'den)
251) Hâkim, Beyhakî, Zühd , (İbn Mes'ûd'dan)
252) Hâkim, Beyhakî
253) Taberânî, Kebir, (İbn-i Abbâs'dan)
254) Bu söz İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye nisbet edilir.
255) İbn Mâce
256) Taberânî, (Berra b. Azib'den) ; Ebû Dâvud, (Şuayb'dan)
257) Buhârî, Müslim, (Hazret-i Âişe'den)
258) Dârekutnî, Efrad, (Enes'ten zayıf bir senedle)
259) Ebû Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub ; Irâkî hadîsin aslına rastlamadığını söylemektedir.
260) Ebû Ubeyde, (Ali b. Ebi Tâlib'den mevkuf ve garîb bir senedle) ; Irâkî, bu hadîsin merfû bir senedini bulamadığını söylemiştir.
261) Parantez içindeki ibare Zebidî'ye aittir.
262) Bu iki zat da ariflerin büyüklerindendir. Bu görüşün bütün müslümanlara teşmil edilmemesi gerekir, Çünkü cihad farzdır.
1-10
Aklın Şerefi, Hakikati ve Kısımları
Aklın Şerefi
Aklın şerefini açığa çıkarmak, isbatı zor olmayan konular dandır. Daha önceden ilmin şerefinin bilindiği bir durumda, aklın şerefini bilmek için herhangi bir zorlamaya hiç de ihtiyaç yoktur. Çünkü ilmin kaynağı akıldır. Çünkü ilim, akıldan doğar. Akıl, il min esası ve temelidir. İlim ile akıl arasındaki ilgi meyve ile ağaç arasındaki ilgiye benzer. Güneş ile ışık, göz ile görmek arasındaki nisbet gibidir.
Dünya ve âhiret saadetinin vesilesi olan akıl, nasıl olur da şerefli olmaz veya böyle bir akıldan nasıl şüphe edilebilir? Hayvanların temyiz kabiliyeti kısa ve kusurlu olduğu halde, onlar da akla ihtimam gösterirler, akla kıymet verirler. Cüsseli, azgın ve kuvvetli bir hayvan bile, bir insanı gördüğü zaman ona hürmet eder ve insanın kendisine galip geleceğini hissettiği için insandan korkar. Küçük bir insanın koskoca hayvanlara galip gelmesi, hileli yolları idrâk etmesinden ileri gelmiyor da neden ileri geliyor?
Bu sırrı anlatmak için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kavmi içinde gün görmüş, tecrübe sahibi bir kimse, ümmeti içindeki bir peygamber gibidir. 263
Bu kıymet, insana servetinin çokluğundan veya cüssesinin bü yüklüğünden yahut kuvvetinin fazlalığından ötürü verilmiş değildir. Aklının meyvesi olan tecrübesinin fazlalığından ve rilmiştir. İşte bu sebepten ötürü Türk, Kürt, Arap ve diğer kavimlerin cahillerini görürsün ki, derecesi, hayvamnkine yakın olduğu kaide, tabiî olarak ilim ve tecrübe bakımından büyük olanlara hürmet ederler. Bir de görürsün ki, bir çok muannid, Allah'ın Rasûlü'nü öldürmek ister. Fakat gözleri Rasûlüllah'ı görür gör mez derhal Rasûlüllah'ı tâzim eder vaziyete geçer ve Rasûlüllah'ın mübarek alnındaki nübüvvet nûru onlara parıl parıl parlayarak görünür. Her ne kadar akılın gizli olması gibi, bu nübüvvet nûrû da gizli ise de. . .
Sâbit oldu ki; aklın şerefi, bilinmesi zaruri olan şeylerdendir. Gayemiz; aklın şerefi hakkında varid olan hadîs ve ayetleri zikretmek olduğu için bu kadarla yetinip esasa geçelim:
Allahü teâlâ Kur'ân-ı Hakîm'de Akla nur adını vererek şöyle buyurmuştur:
Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Mü'minin kalbinde nûru nun sıfatı; sanki bir hücre ki içinde bir lâmba var. Lâmba da cam bir mahfaza içindedir. O cam mahfaza sanki (parlayan) inci gibi bir yıldız. . . (Nûr/35)
Allahü teâlâ tarafından yine kendisinden istifade edilen Akl'a ruh, vahy ve hayat isimleri verilmiştir:
(Ey Rasûlüm!) İşte sana böyle emrimizden bir ruh (akıl) vahyettik. (Şûrâ/52)
Hiç, (evvelce) küfürle ölü olup (sonra) kendisini hidayetle di rilttiğimiz ve ona, insanlar arasında yürüdüğü bir nûr (îman) verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde (küfürde) kalmış olan ve ondan bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu? (En'am/122)
Kur'ân'ın neresinde nûr ve zulmet kelimeleri zikrediliyorsa, orada nurdan ilim ve zulmetten cehalet kastedilir.
Allah îman edenlerin yardırncısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa (nûra) çıkarır. (Bakara/257)
Yani onları cehaletten kurtarıp ilme, akla kavuşturur.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey insanlar! Rabbinizi biliniz ve anlayınız. Birbirinize aklın kemâlini tavsiye ediniz. Çünkü size emredilenler gibi size yasak edilenleri de akılla bilirsiniz. Biliniz ki rabbinizin nez dinde sizi kurtaracak aklmızdır. Biliniz ki akıllı insan; Allah'a itâat eden insandır. Bu kişinin görünüşü çirkin, zâ hirî kıymeti düşük, dünya mertebesi düşük ve üstü başı perişan olsa bile. . . Ve yine biliniz ki cahil; Allah'a isyan eden kişidir. Velev ki görünüşü güzel, kıymeti halkça büyük, dünya mertebesi yüksek, giyinişi güzel, konuşkan ve beliğ olsa bile. . . Allah nezdinde maymunlar ve domuzlar, Allah'a isyan edenden daha akıllıdırlar. Dünya ehlinin sizi büyüt mesine itibar etmeyin ve böyle şeylerden kaçının. Çünkü esas zararda olan ehl-i dünya'dır. 264
Hazret-i Peygamber başka bir hadîsinde şöyle buyuruyor:
Allah'ın yarattığı şeylerin ilki akıldır. Aklı yarattıktan sonra 'Yüzünü çevir (gel) ' dedi, akıl da yüzünü çevirdi. 'Arkanı dön (git) ' dedi, o da arkasını çevirdi. (Akıl, Allah'ın dediğini olduğu gibi kabul etti) . Bu teklifleri kabul ettikten sonra Allahü teâlâ ona şöyle hitab etti: İzzet ve celâlim hakkı için senden daha kıymetli bir mahlûk yaratmadım. Seninle halkı muahaze eder, seninle verir, seninle sevab kazandırır ve seninle cezalandırırım'. 265
Akıl (renkler gibi) âraz ise, o ârazi belirten cisimler ya ratılmazdan evvel nasıl yaratılmıştır? Eğer cevher ise, zâti ile kaim olan cevher nasıl olur da bir mekânı işgal etmez?' diye soracak olursan, şöyle cevap veririz: Bu husus mükâşefe ilmi'ne dahil me selelerdendir. Onu muamele ilmi bahsinde zikretmek uygun düşmez. Bizim şu anda gayemiz muamele ilimlerini zikretmektir.
Hazret-i Enes'ten şöyle rivâyet edilir; Bir topluluk, Rasûlüllah'ın yanında mübalâğa edecek derecede bir kişiyi övdü. Bunun üzerine Allah'ın Rasülü 'Övdüğünüz kişinin aklı nasıldır?' diye sordu. Onlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz kişinin yaptığı ibadet ve gösterdiği çeşitli hayırları sana söylüyoruz, sen ise onun aklını soruyorsun, bu nasıl oluyor?' deyince,
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ahmak kişinin cehaletiyle işlediği günah, fâcirin fıskıyla elde ettiği günâhı kat kat geçer. Yarın kıyâmet gününde Allah'a en yakın derecelere her âbid, aklının miktarı nisbe tinde yükselecektir. 266
Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber şöyle bu yurmuştur:
Hiç kimse akıl gibi büyük bir fazileti elde etmiş değildir. Akıl, sahibini hidayete erdirir, felâketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça îmanı tamam, dini müstakim olmaz. 267
Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi güzel ahlâkının sayesinde; gününü oruç, gecesini iba detle geçiren kimsenin derecesine varır. Fakat kişinin aklı tamam olmadıkça güzel ahlâkı tamam olamaz. Aklı tamam olunca da îmanı tamam olur. O îmanın sayesinde de rabbine itâat ve düşmanı olan İblis'e de isyan eder. 268
Ebû Said el-Hudrî, Rasûlüllah'tan şu hadîsi rivâyet etmiştir:
Herşeyin bir dayanağı ve direği vardır. Mü'minin dayanağı ve direği ise akıldır. Kişinin ibadeti aklının nisbetinde olur. Siz ateşte bulunan fâcirlerin şu sözünü hiç işitmediniz mi? 'Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık'. (Mülk 10) 269
Hazret-i Ömer, Temim ed-Dârî'ye şöyle sorar:
- Sizde riyaset nedir?
- Akıldır.
- Doğru söyledin. Çünkü ben Allah'ın Rasûlü'ne de sana sorduğum gibi sordum. O da senin verdiğin cevabın aynısını verdikten sonra şöyle buyurdu: "Ben Cebrâil'e 'Riyaset nedir?' diye sordum, "Akıldır' diye cevap verdi"270
Berra b. Azib şöyle anlatır: Bir gün Hazret-i Peygambere çok sual sorulduğunda şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Herşeyin bineği vardır. Kişinin bineği de akıldır. Sizden hüccet ve delili en iyi bilen, aklen en üstününüzdür. 271
Ebû Hüreyre şöyle anlatır: Hazret-i Peygamber, Uhud savaşından döndüğünde, 'Falan adam, filandan daha kahraman ve filan adam öyle bir imtihan verdi ki, hiç kimse böyle bir imtihan vermedi' gibi sözleri işitince öfkelenerek şöyle haykırdı: 'Bu konuda hakem olmak size düşmez. Çünkü siz bunu bilmezsiniz'. Sahabîler 'Nasıl olur da bilemeyiz yâ Rasûlâllah?' deyince Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Uhud harbine katılanlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu akılları miktarınca savaştılar. Yardım görmeleri ve niyetleri akılları miktarmcadır. Onlardan isabet alanlar çeşitli dereceler üzerine isabet almışlardır. Kıyâmet günü geldiği zaman, dereceleri, niyetleri ve akılları nisbetinde verilir.
Berra b. Azib, Rasûlüllah'ın şu buyruğunu rivâyet etmiştir:
Melekler akıl ile çalışıp Allah'ın tâatinde başarı gösterdiler. Ademoğullarından imanlı olan kişiler de akılları miktarınca çalışıp gayret gösterdiler. Bu bakımdan onlardan, Allah'a en fazla itaat edenler akılları en fazla olanlardır. 272
Hazret-i Aişe'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Dünyada insanlar ne ile birbirlerinden üstün olabilirler?
- Akıl ile. . .
- Âhirette ne ile üstünlük sağlanabilir?
-Akıl ile. . .
- Peki, âhirette herkes yaptıklarıyla mükâfat veya ceza görmez mi?
- Ey Aişe! Acaba insanlar Allah'ın kendilerine vermiş olduğu akıldan fazla mı amel ederler? Bu bakımdan herkese ne kadar akıl verilmişse, onun nisbetinde hayırlı hareketleri olur ve hayırlı hareketleri nisbetinde de mükâfat alır. 273
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre, Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
Her şeyin bir aleti ve hazırlığı vardır. Mü'minin âleti ise akıldır. Herşeyin bineği vardır. Kişinin bineği ise akıldır. Herşeyin direği vardır. Dinin direği ise akıldır. Her kavmin bir hedefi vardır, âbidlerin hedefi ise akıldır. Her kavmin bir dâvetçisi vardır, ibadet edenlerin davetçisi ise akıldır. Her tüccarın bir sermayesi var, Allah yolunda çalışanların ser mayesi ise akıldır. Her hane halkının bir idarecisi var. Sıddîkların hanelerinin reisi ise akıldır. Her harâbe olan ye rin bir tamircisi vardır, âhireti imar eden ise akıldır. Her kişinin bir zürriyeti ve nesli vardır, ona nisbet edilir ve o da o nesille yâd edilir. Fakat sıddîklarm, nisbet edilen ve yâd edilmelerine vesile olan nesilleri akıldır. Her kavmin bir çadırı vardır, müslümanların çadırı ise akıldır. 274
Hazret-i Peygamber yine şöyle buyurmaktadır:
Allah nezdinde Mü'minlerin en sevimlisi, Allah'a itaatında devamlı olan, kullarına nasihat edici, akılca kâmil, nefsine nasihatçi, tehlikeyi görür, hayatı müddetince tehlikeden kurtulacak tarzda iyilikler yapan bir kimsedir. Böyle bir kimse hem felâha kavuşmuş, hem de zaferi elde etmiştir. 275
Sizin en akıllı olanınız, Allah'tan en fazla korkanmızdır. Allah'ın size emrettiği ve sakındırdığı konularda en iyiniz ameli en az olsa bile- düşüncesi ve aklı tam olanmızdır. 276
Akl'ın Hakikati ve Kısımları
Akl'ın hakikatı ve tarifi hakkında ihtilâf edilmiştir. Akıl keli mesinin çeşitli mânâları olduğundan, gâfil olan birçok kimse bu gafletin eseri olarak ihtilafa düşmüştür. Bu hususta perdeyi ara layan ve ihtilafların önünü tıkayan hüküm şudur: Akl ortaklaşa dört mânâda kullanılan bir kelimedir. Ayn kelimesinin birkaç mâ nâya gelişi gibi. . . Bu durumda olan kelimelerin bütün mânâlarını kapsayan bir tek tarifini yapmak uygun değildir. Belki her mâ nânın ayrı ayrı tariflerini yapıp perdeyi kaldırmak gerekir.
Akl'ın Birinci Anlamı
Akıl, insanı hayvanlardan ayırdeden bir vasıftır. insan bu vasıf sayesinde düşünce mahsulü olan ilimleri, tefekkür mahsûlü olan gizli sanatların tedvirini elde etmeye hazır bir vaziyete gelir.
Hâris b. Esed el~Muhâsibî, akılın bu târifine işaret ederek: 'Akıl, insanda yaratılmış bir fıtrattır. O fıtrat ile insan, düşünüş ilimleri elde eder. Sanki akıl, kalbe atılan bir nûrdur. Kalp sahibi o nûr vasıtasıyle eşyayı idrâk etmeye yetkili olur' buyurmuştur.
Hâris el-Muhâsibî'nin bu târifini inkâr ederek: 'Akıl sadece za rurî ilimleri elde etmekten ibarettir' diyen bir kimse insaflı hareket etmemiştir. Çünkü ilimlerden gâfil ve uykuda olan kimselere de, kendilerinde fıtrî akıl mevcut olduğu için, akıllı denir. Halbuki böyle kimselerde ilim denilen bir şey yoktur.
Hayat, cismin ihtiyarî hareket ve sezişlerini temin eden bir cev her olduğu gibi, akıl da, canlıları, düşünce mahsulü olarak elde edilmesi mümkün olan ilimleri elde etmeye hazırlamaktır. Akıl, fıtrat ve sezişlerde insan ile merkebi eşit tutup aralarındaki farkın ancak âdetlerin icrası hükmünden dolayı Allah'ın, merkeb ve sair hayvanlarda yaratmadığı birtakım ilimleri insanda yaratmasıdır desek, hayat vasfında merkeb ile cansızların eşitliğini de kabul etmek zorunda kalır, âdetin icrası hükmünce Allah merkebde özel hareketler yarattı' demeye mecbur oluruz. Çünkü merkeb, ruhsuz bir cisim farzedildiği takdirde onda görünen hareketlerin hepsini aynı tertibde yaratmaya Allah'ın kâdir olduğunu söylemeye de mecbur oluruz. Yine şu hükmü vermeye de mecburuz: Merkebin özel hareketleriyle ruhsuz cisimden ayrılması, ancak hayat diye bi linen ve canlılara mahsus bir fıtrat ile meydana gelmiştir. Bu şekilde hüküm vermek vacib olduğu gibi, insanın diğer canlılardan akıl denilen bir fıtrat sayesinde idrâk olunan fikrî ilimlerle ayrıldığına hükmetmek de lâzımdır. Akıl, başka şeylerin şekil ve renklerini hikâye etmekle diğer cisimlerden ayrılan ayna ile aynanın sırrı gibidir. İşte böylece kendisini görmeye yetkili kılan birtakım sıfatlar ve şekillerle insanın gözü alnından ayrılır. Bu bakımdan akıl fıtratının ilimlere olan nisbeti, tıpkı gözün gör meye olan nisbeti gibidir. Kur'ân'ın ve şeriatın ilimlerini keşfeden bu akıl fıtratının Kur'ân'a nisbeti, tıpkı güneş ışığının göze nisbeti gibidir. İşte bu garize ve fıtratı anlamak gereklidir.
Akl'ın İkinci Anlamı
Küçük bir çocuğun muhali, muhal olarak, mümkünü de mümkün olarak bilmesi zaruri ilimlerdendir Meselâ «2» sayısının «1» sayısından fazla olduğunu, bir şahsın aynı zamanda iki ayrı yerde bulunmasının mümkün olmadığını bilmek gibi. . .
Kelâmcılardan bir kısmı bu mânâyı kastederek aklı şöyle târif etmiştir: 'Akıl, zarurî, ilimlerden bir kısımdır. Muhallerin muhal ve mümkünlerin de mümkün olduğunu bilmek gibi. . .
Bu târif de, haddi zatında ve esasında doğru bir târiftir. Çünkü bu ilimler mevcuttur ve bu ilimlere akıl dernek de bâriz ve açıktır. Fâsid olan mânâ, ancak akıl fıtratını inkâr edip 'Bu ilimlerden başka bir varlık yoktur' demektir.
Akl'ın Üçüncü Anlamı
Hâl ve durumların cereyanı ile elde edilen denemelerden alman ilimlerdir. Çünkü denemelerden geçmiş ve çeşitli tecrübelerden ötürü olgunlaşmış bir kimseye örf ve âdette, akıllı denilir. Bu sıfattan mahrum bir kimse için de ahmak, gâfil ve cahil denir. İşte bu da ilimlerin başka bir çeşididir ve bu nev'e akıl ismi verilir.
Akl'ın Dördüncü Anlamı
Akıl kuvveti öyle bir dereceye gelir ki, akıllı, emirlerin sonu cunu bilip, geçici lezzetlere sürükleyici şehveti yok edip ortadan kaldırır. Bu bakımdan bu kuvvet hâsıl olup meydana geldiğinde sa hibine, geçici şehvetle hükmetmediği, ancak işin neticesine bakıp ilerlediği veya gerilediği için akıllı denir. Bu kuvvet de, insanı diğer canlılardan ayırdeden özelliklerdendir. Bu bakımdan, aklın birinci mânâsı, esas, asıl ve kaynaktır. İkinci mânâ, sadece birinci mâ nânın en yakın dalı, üçüncü mânâ ise, birinci ve ikinci mânâların dalıdır. Çünkü deneylerden hâsıl olan ilimler, ancak fıtrî akıl ve zarurî ilimler vasıtasıyla elde edilir. Dördüncü mânâ ise en yüksek gaye ve en son meyvedir. O halde birinci ve ikinci mânâ tabiî olarak, üçüncü ve dördüncü mânâ da çalışma ile elde edilir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bu hakikate işaret ederek şöyle buyurdu: 'Aklı, iki olarak gördüm. Biri tabiî, öbürü ise kesbî akıldır. Tabiî akıl olmayınca, kesbî (çalışarak elde edilmiş) akıl yarar sağlamaz. Gözü kör olana güneşin yarar sağlamadığı gibi. . .
Birincisi Allah'ın Rasûlü Hazret-i Muhammed'in şu mübarek sözünde kastolunan anlamdır:
Allah, akıldan daha üstün ve şerefli bir mahlûk yarat mamıştır. 277
Akim ikinci mânâsı şu hadisle gösterilmiştir:
İnsanlar salih amel ve doğruluk kapılarına başvurmakla (Allah'a) yaklaşmak istedikleri zaman sen de aklınla yaklaş. 278
Aynı zamanda aklın son mânâsı, Hazret-i Peygamber'in Ebu'd Derda'ya hitaben söylediği şu sözleriyle de açıklanmaktadır:
- Ey Ebu'd Derda! Aklını geliştir ki, rabbine yaklaşmakta çabuk olasın.
- Annem ve babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü!
Benim için bu söylediğiniz nasıl mümkün olabilir?
Allah'ın yasaklarından sakın, farzlarını edâ et. Bunları yaptığın takdirde geçici dünyada şânın yücelir, şerefin artar. Gelecek âhirette de bu yaptıklarından ötürü rabbinin mânevî yakınlığını ve salih kullarına ihsan buyuracağı izzet ve ikrâmı elde edersin. 279
Said b. Müseyyeb'den şöyle rivâyet ediliyor:
- Hazret-i Ömer, Ubeyy b. Ka'b ve Ebû Hüreyre (Allah hepsinden râzı olsun) Hazret-i Peygamberin huzuruna gelip sordular:
- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en âlimi kimdir?
- Akıllı kimsedir.
- İnsanların en âbidi kimdir?
- Akıllı kimsedir.
Onlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Akıllı, mürüvvet sahibi, eli cö mertliğe alışmış ve derecesi Allah nezdinde büyümüş bir kimse midir?' dedikleri zaman Allah'ın Rasûlü 'Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçici menfaatidir. Âhiret ise, rabbinin katında takvâ sahipleri içindir' (Zuhruf/35) ayetini okudu ve devamla şöyle buyurdu: 'Akıllı bir kimse dünyada (dünyaperestlere) hasis ve zelil görünse de, aklı sayesinde takvâ sahibidir'. 280
Rasûlüllah başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
Akıllı kimse, Allah'a îman eden, peygamberlerini tasdik eden ve ibâdetini yapandır. 281
Anlaşıldı ki, akıl terimi, Lûgatta olduğu gibi, ıstılahta da o cev herin ismidir. İlimlere akıl ismini vermek, aklın semeresi ve mey vesi olduklarındandır. Herhangi bir şeyin semeresi ile adlandırdığı gibi. . .
Bu bakımdan: İlim korkudur, âlim de Allah'dan korkan kişi' denilmiştir. Halbuki korku, ilmin kendisi değil, ancak semeresidir. O halde akıl cevherine mecaz yoluyla ilim denebilir. Fakat bizim bu kitapta gayemiz, lugat ilmini araştırmak değildir, sadece zikrettiğimiz bu dört kısmın mevcudiyetini bilmek ve bütün bu kısımlara akıl denebileceğini belirtmektir. Birinci kısım hariç, diğerlerinin varlığında ve akıl ke limesinin bunlara da verilmesinde herhangi bir ihtilâf yoktur. Doğrusu, akıl cevherinin varlığı ve bu üç kısma asıl ve temel olduğudur.
Kendilerine akıl adı verilen bu ilimler, sanki fıtrî olarak akıl cevherinde mevcuttur. Fakat onların varlık âlemine çıkarılmasına sebep olan vasıta, mevcut olduğu zaman ancak varlık dünyasında görünürler. Sanki bu ilimler, aklın dışından aklın üzerine varid olan herhangi birşey değildir. Ve yine sanki bu ilimler, aklın içinde gizli imişler de sonradan meydana çıkmışlardır. Bunun benzeri, toprakta gizli olan su'dur. Su, ancak kuyuların kazılmasıyla belirir, toplanır ve hissedilir. Çamur kaptaki yağ ve güldeki gülsuyu da böyledir. Bu hikmete binaen Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
Hani rabbin Ademoğullarının sulbünden (belinden) zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahid tutarak 'Ben sizin rabbiniz değil miyim?' diye buyurduğu vakit onlar da 'Evet, rabbimizsin. Şahid olduk' demişlerdi. Bu şahid tutuşumuzun sebebi kıyâmet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu' demeyesiniz diyedir. (A'raf/172)
Bu ayetteki ikrardan gaye; dil ile yapılan değil, nefisleriyle yapılandır. Çünkü insanoğlu, dil ve şahısları var olduktan sonra, dil ile ikrarda çeşitli yollar takip etmiştir. Kimisi ikrara, kimisi de inkâra sapmıştır. İşte bu durumu kastederek rabbimiz şöyle bu yurmuştur:
Yemin olsun ki, onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, derler ki: 'Onları aziz (herşeye galip olan) , âlim (herşeyi bilen) yarattı'. (Zuhruf/9)
Bu ayet-i celîlenin mânâsı; 'Ey habîbim! Eğer sen inkâr edenle rin durumlarını tedkik edersen göreceksin ki, nefisleri ve iç âlemleri Allah'ın yaratıcılığına şehadet etmektedir'. Nitekim bu mân âya şu ayet-i celîle işaret buyurmaktadır:
O halde (ey rasûlüm) gerçek müslüman olarak kendini dine doğrult; (başka şeye iltifat etme) . Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. (Rum/30)
Yani her insan Allah'a îman edebilecek yaratılıştadır. Belki herşeyi olduğu gibi bilmeye de muktedirdir. Şunu demek istiyorum: Mârifet ve bilgi, insanın yaradılışında gizlenmiştir. Çünkü yaradılış, idrâk etmeye müsait ve kabiliyetlidir. Bunu bildikten sonra deriz ki, madem ki îman, fıtrî olarak nefislerde yerleşmiştir, o halde insanlar iki kısma ayrılır:
A) İmandan yüz çeviren, onu unutan kâfirler
B) Fıtratına müracaat ederek düşünen, hatırlayan Mü'minler
Böyle bir Mü'min, âdeta herhangi bir meselede şahidlik sıfatını taşıdığı halde, gaflet eseri olarak, o şahidliği unutmuş fakat sonra düşünmek suretiyle hatırlamış bir kimse gibidir. İşte bunun için Allahü teâlâ; 'Umulur ki, hatırlarlar' (Nahl/90) ,
'Akıl sâhipleri hatırlasın diye' (Bakara/169) ,
'Allah'ın üzerindeki nimetini ve sizi 'Dinledik, itâat ettik' dediğiniz zamanki misâkını unutmayın, hatırlayın' (Mâide/7) ,
'Andolsun ki biz Kur'ân'ı, düşünüp öğüt al mak için kolaylaştırdık. Fakat düşünen var mı?' (Kamer/7) buyurmuştur.
Bu tarza, hatırlamak demek uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan sanki hatırlamak iki kısma ayrılır:
a) Var olmazdan evvel kalbinde hazır bulunan fakat, var olduktan sonra kaybolan bir sureti ve şekli hatırlamak
b) Fıtrî olarak kalbinde gizli bulunan bir şekli hatırlamak Basîret nûruyla bakan bir kimse için, bu hakikatler apaçık gö rünür. Fakat keşif ve âyandan nasibi olmayıp, sadece işitmek ve taklitle yetinen bir kimseye, bu hakikatler abes gelir. Bunun için, böyle bir kimse, bu gibi ayetlerde sağa sola yalpa vurur; hatırlamayı, ikrar etmeyi anlayıp, bunların te'vilinde çeşitli yollara saptıkları görülür. Âyet ve hadislerde hayaline çeşitli tenakuzlar gelir ve çok zaman, hayâlinin tesirinde kalarak, ayet ve hadîslere hakaret gözüyle bakar, onlarda hâşâ düşüklük görmek pespayeliğine düşer.
Böyle bir kimsenin misâli, tıpkı bir eve giren, ayağı, intizamlı ve tertipli eşyalara dolanıp düşen âmânın misâli gibidir. Bu âmâ şöyle haykırır: 'Ne olmuş bu eşyalara? Niçin yoldan kaldırılmıyorlar? Neden yerlerine konulmuyorlar?' O zaman âmaya denir ki: 'Eşyalar yerindedir. Kusur ise sadece senin gözündedir'.
İşte böylece basiretin kusurlu oluşu, zahirî gözlerin kusuru ye rine geçerse daha büyük felâkete yol açar. Çünkü nefis, binici, be den ise binek gibidir. Binicinin körlüğü, bineğin körlüğünden daha korkunç ve daha felâketlidir.
İç âlemdeki basiretin, dış basirete benzeyişinden dolayı Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Gördüğünü kalbi tekzib etmedi. (Necm/11) .
Biz İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gös terdiğimiz gibi, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki Tevhîd hususunda yakîn sahibi olsun. (En'am/75)
Bunun zıddına körlük denilmiştir.
Gerçek şudur ki, gözler (görmemek suretiyle) kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler (ibret ve basiret gözleri) kör olurlar. (Hacc/46)
Kim bu dünyada kör olursa, artık o, âhirette de kördür ve yol bakımından da daha sapıktır. (İsra/72)
Peygamberlere görünen bu işlerin bir kısmı, gözle görülmüş, bir kısmı da basiretle. . . Fakat hepsine de rü'yet ve görgü de nilmiştir.
Kısaca iç basireti nûrlu olmayan bir kimsenin kalbine ancak dinin kabukları yapışır ve ancak dinin zâhirî merasimleriyle meşgul olur. Özüne ve hakikatine bir türlü yol bulamaz ve nüfuz edemez. İşte bu kısımların tamanma akıl denilir.
Akıl Hakkındaki Görüş Ayrılıkları
Akıl hususunda insanlar çeşitli görüşlere sahiptir. Tahsili az olup da ileri geri konuşanların akıl hakkındaki fikirlerini nakletmekte hiçbir fayda görmüyorum. Belki, en güzel hareket, acele etmek kaydıyla, hakkı beyan etmektir. Buradaki açık hakîkat şudur:
Aklın dört kısmından ikincisi hâriç, diğerleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İttifakla kabul edilen ve hakkında hiç bir ihtilâf olmayan ikinci kısım, muhalin muhal ve mümkünün de mümkün olduğunu belirten zarurî ilimdir. Çünkü iki sayısının bir den fazla olduğunu bilen her insan, bir cismin, aynı zamanda iki yerde olmayacağını ve bir şeyin hem hâdis, hem de kadîm ol masının muhal olduğunu bilir. Bunların benzerlerinde, şeksiz ve şüphesiz idrâk edilen her şeyde de hüküm böyledir.
Aklın diğer üç kısmına gelince, ileride de bahsedeceğimiz gibi, onlar hakkında çeşitli ve farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Kuvvetin istilâsıyla şehvetlerin yok olmasından ibaret olan dör düncü kısma gelince, bu konuda, insanların farklı oldukları giz lenmez bir hakikattir. Belki aynı şahsın çeşitli durumları da, bu konuda farklı olabilir. Bu farklılık bazen, şehvetin farklılığından ileri gelir. Meselâ, akıllı bir insan bazı şehvetlerini terketmeye muktedir olduğu halde, bir kısmından vazgeçememektedir. Fakat terketmediği şehvetlerde de sebatı yoktur. Çünkü genç bir insan, bazen, gençlik sâikiyle zinayı terketmekten acizdir. Ancak bü yüdüğü ve aklî melekeleri tamam olduğu zaman buna muktedir olabilir. Riya ve riyaset şehvetini terketmek yaş ilerledikçe zorlaşır. Tam zina şehvetinin aksine. . .
Bu ayrılığın sebebi, bazen, şehvetin çoğundan doğacak tehlikeyi bildiren ilme bağlıdır. Bunun için, zarar verici birtakım yemekler den, doktor, kendi nefsini koruduğu halde, onunla eşit akla sahip, fakat doktor olmayan bir insan, kendisini bazen muhafaza edemez.
Halbuki o doktor gibi, bahis mevzuu yemeğin zararlı olduğuna, kısmen de olsa inanmaktadır. Fakat doktorun bilgisi, bu konuda daha fazladır ve korkusu da o nisbette şiddetlidir. Bu bakımdan korku, aklın askeri ve şehvetleri kırmak hususunda aklın elindeki silâhtır.
Böylece âlim, ilminin kuvveti ve günahlardan gelen zararlara daha fazla vakıf olması hasebiyle cahilden, günahları terketmek hususunda daha muktedirdir. Âlimden gayem; hakikî âlimdir. Taylasan, cübbe ve hezeyan sahipleri değildir.
Eğer farklılık şehvetten gelirse, akıldan gelen gibi olamaz. Eğer ilim cihetindense ki bu ilme, akıl da denmiş o vakit bu farklılık, akıl tabiatını takviye eder ve dolayısıyla böyle bir ilme akıl ismini verdiren sebebe bağlanır. Tefavüt, bazen de, akıl cevherinin duru mundan kaynaklanır. Meselâ, akıl cevheri kuvvetlendikçe şehvetleri yok etmesi de o nisbette güçlü olur.
Tecrübî ilimlerden ibaret olan üçüncü kısmına gelince, insanların buradaki farklı görüşleri, inkâr edilemez bir hakîkattir. Zira çok isabet ve süratle idrâk etmek hususunda farklıdırlar. Bunun sebebi; ya akıl cevherindeki veya tecrübelerindeki farklılıktır. Akıl cevherindeki ayrılık ve farklılığın inkâr edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu farklılık, nefsin üzerine doğan bir nûr gibidir. Sabahları doğar ve ışığının parlaması erginlik çağma yakın bir zamanda iyice görünür ve böylece, devamlı bir şekilde, tedricî bir gelişme kaydeder. Bu gelişme kırk yaşma kadar, günden güne tekâmül eder.
Bunun benzeri, sabahın ışığıdır. Çünkü bu ışığın başlangıcı zor idrâk edilecek derecede gizlidir. Yavaş yavaş artmaya başlar. Bilâhare, güneşin doğmasıyla kemâle erişir. Basiret nûrunun ayrılığı ve farklılığı, göz nûrunun ayrılık ve farklılığı gibidir. Gözü az görenle, her çeşit göz hastalığından salim olanın arasındaki fark bilinmektedir. Belki, Allahü teâlâ'nın ilâhî âdeti, bütün mahlûkatın varlığında tedric yolunu takip etmektir. Hatta şehvet bile büluğâ eren bir çocukta sık sık ve ansızın görünmemektedir. Belki tedricî bir şekilde, yavaş yavaş gelişmektedir. Her kuvvet ve sıfat da böyledir. Bu bakımdan insanların, şu akıl cevherindeki çeşitliliği inkar eden bir kimse, akıldan nasibi olmayana benzer.
Rasûlüllah'ın aklını, herhangi bir köylünün veya medeniyetten zerre kadar nasibi olmayan bir bedevinin aklı gibi zanneden bir kimse, haddi zâtında, ilim ve irfandan mahrum göçebe ve köylüler den akılca daha aşağıdır. Aklın çeşitliliği nasıl inkâr edilebilir? Eğer bu çeşitlilik olmasaydı, insanlar ilim anlayışında ihtilâfa düşer miydi? Anlayışsız, ahmak ve hocasının derslerini ancak uzun uğraşması neticesinde idrâk eden kimse ile meseleleri ufak bir işaretle kavrayan, zeki, mektepsiz ve medresesiz emirlerin hak îkatini kendi zekâsıyla kavrayan kimselere ayrılmayacaklardı.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ne doğuya ve ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacı (nın yağı) ndan yakılır. (Öyle mübarek bir ağaç) ki, ner deyse ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl parıldır. (Nûr/35)
Bu ayetteki misal, peygamberlerin misalidir. Çünkü peygam berlerin bâtınlarında öğretmek ve dinlemeksizin çözülmesi zor olan birçok emirler vuzuha kavuşur. Bu durum, ilham diye tabir olunur. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmak suretiyle bu durumu açıklamıştır:
Ruh'ul-Kudüs (Cebrail) nefsime şu hakikati üfledi: 'İstediğin kimseyi sev, (sonunda) muhakkak ondan ayrılacaksın. İstediğin kadar yaşa, (sonunda) muhakkak öleceksin. İstediğin ameli yap, (sonunda) muhakkak onun karşılığını göreceksin'. 282
Meleklerin, peygamberlere bu çeşit bilgi vermeleri, kulakla din lemek ve gözle meleği görmekten ibaret olan açık vahiyden daha başkadır. İşte bunun için, Hazret-i Peygamber bu şekil bir bilgiyi nefse üflemek diye tâbir etmiştir.
Vahy'in Dereceleri ve Çeşitleri
Vahy’in derece ve çeşitleri çoktur. Onları birer birer beyan etmek, mükâşefe ilmine dahil oldukları için, muamele ilmi bah sinde uygun düşmez. Sakın 'vahyin derecelerini bilmek, vahiy mertebesine varmayı gerektirir' zannına kapılma! Çünkü doktorun, hastaya, sıhhat derecelerini tanıtması, âlimin fâsıka adalet derecelerini öğretmesi uzak birşey değildir. Halbuki sıhhat derecelerini bilen hasta ve adalet derecelerini bilen fasık, sıhhat ve adaletten uzaktır. Bilmek ayrı şey, bilinenin varlığı ayrı bir şeydir. Bu bakımdan, peygamberlik ve veliliği bilen her insan, peygamber ve veli olamaz. Takvâyı ve inceliklerini her bilen insanın müttaki olmadığı gibi. . .
İnsanlar üç kısma ayrılır:
1) Kendiliğinden bilenler,
2) Ancak öğretmekle bilenler,
3) Kendisine öğretimin ve ikâzın faydası olma yanlar.
İnsanların bu şekilde taksim edilmesi arazinin şu kısımlara ayrılması gibidir:
1. Suyun birikmesiyle kuvvetlenen, kendiliğinden pınarlar meydana getiren arazi
2. Suyu yüze çıkarmak için kazılmaya muhtaç arazi
3. Kuru bir toprak ki, kazmakla dahi su vermez. Bu toprak cev herinin değişik sıfatlarından ileri gelir.
Akıl cevheri hakkındaki ihtilâf da aynen böyledir. Aklın farklılığına delâlet eden naklî delillerden bâzıları şunlardır.
Abdullah b. Selâm283 (radıyallahü anh) , son kısmında Arş'ın büyüklüğüne dair malûmat bulunan şu hadîsi Rasûlüllah'tan nakleder:
Melekler şöyle derler:
- Ey rabbimiz! Arşından daha büyük birşey yarattın mı?
- Evet, aklı yarattım.
- Aklın kıymetine ulaşan nedir?
- Heyhat! Hiç kimse bunun bilgisine sahip değildir. Ey meleklerim! Acaba sizde, kum tanelerinin adedini bildiren bir ilim var mı?
- Hayır!
- İşte ben, kumların adedi gibi akılları da çeşitli derecelerhalinde yarattım. İnsanların kimisine bir kum tanesi kadar verdim. Kimisine iki, kimisine üç, kimisine dört ve kimisine bir ölçek, kimisine bir çuval, kimisine de bunlardan dahafazla. . . 284
Eğer 'Bir takım sûfîler bu kadar şerefli olan aklın aleyhinde neden bulunmuşlardır? Neden aklı ve akılla bilinen ilimleri kötü lemişlerdir?' dersen, şöyle cevap veririz: Sûfîlerin akla ve akılla bi linen ilimlere hücumlarının sebebi şudur: Halk, akıl ve mâkul ke limelerini, hasmı susturmak ve tenkid etmek için kullanılan mücadele ve münazara ilimlerine bağlamışlar. Buna da Kelâm Sanatı denilmiştir.
Bu bakımdan akla ve akılla bilinen ilimlere hücum eden sûfiler halka 'Siz yanılıyorsunuz. Mücadele ilmine akıl de nilmez' demeye muktedir olmadıkları için akla veryansın etmişlerdir.
Bu ilme, uzun zamandan beri akılcılık denildiği ve kalplerde böylece yerleştiği için artık oradan sökülmesi, neredeyse insan gücünün dışındadır. İşte bu bakımdan, sûfîlerin zannettiği ve kötülediği akıl ve akılla bilinen mâkul ilimler, avamın nezdinde ve halk arasında akıl ismini taşıyan mücadele ve münazara ilmidir.
Allahü teâlâ’nın bilinmesine ve peygamberlerin doğruluğuna mi'yar (ölçü) ve mizan (tartı) olan, bâtının basiret nûru olan akla gelince, onun kötülenmesi tasavvur dahi edilemez. Çünkü Allahü teâlâ bu aklı çeşitli vesilelerle övmektedir. Eğer o akıl kötülenir, zemmedilirse, artık ondan sonra övülecek ne olabilir? Eğer şeriat, övülen ve sena edilen bir nizamsa o vakit soruyoruz:
- Bu övülen şeriat ne ile bilinmiştir?
Şüphesiz akılla bilinmiştir. Bu bakımdan, şeriatın bilinmesine vesile olan akıl, hakîkate uygun olmayarak kötülenirse, şeriatın da kötülenmesi gerekir. (Mâdem ki şeriat zemmedilemez, o halde, bi linmesine ve doğruluğuna vesile olan basîret nûru olan akıl da zemmedilemez) .
'Şeriat, yakînin gözüyle ve îmanın nûruyla bilinir, akılla değil!' diyen bir kimsenin sözüne iltifat edilmez. Çünkü o, yakîn gözünden ve îman nûrundan neyi murad ediyorsa, biz de akıldan aynı şeyi murad ediyoruz.
Bizce akıl, insanı hayvandan ayıran bâtınî sıfatın tâ kendisidir. Akıl herşeyin hakikatini bildiren tefrik edici bir sıfattır. Onunla eşyanın hakîkati bilinir. Bu kör dövüşlerinin çoğu, hakikatleri te rim ve tâbirlerden elde etmeye çalışan kimselerin cehaletinden doğmaktadır. Bu cehalete giriftâr olan topluluklar, halkın terimler hakkındaki değişik görüşlerinden dolayı bu felâketlere sürüklenmişlerdir. Âkıl hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Allah herkesten daha iyi bilendir!
Allah'ın hamd ve minnetiyle Kitab'ul-İiim burada sona ermiştir.
Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) ile yer ve gök ehlinden seçtiği her seçkin kuluna rahmet eylesin! Allah'ın izniyle Kitab'ul-ilim'in ardından inançların esaslarını anlatan Kitabu Kavaid'il-Akaid gelecektir. Evvelinde olduğu gibi, sonunda da 'hamd ancak Allah'a mahsustur' deriz.
263) İbn Hıbbân, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
264) Dâvud b. Mihber, Kitab'ul Akıl, (EbV Hüreyre'den)
265) Taberânî, el-Evsat, (Ebû Umâme'den zayıf bir senedle) ; Ebû Nuaym, (Hazret-i Âişe'den zayıf bir senedle)
266) İbn Mihber, Kitab'ul-Akıl) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir
267) İbn Mihber, Kitab'ul -Akıl.
268) İbn Milıber, (Amr b. Şuayb'dan) ; Tirmizî, (Hazret-i Âişe'den sahih olarak)
269) İbn Minber
270) İbn Minber
271) İbn Mihber
272) İbn Mihber, Beğavî, Mu'cem'us-Sahabe, (İbn Azib'den,-Berrâ b. Azib değil
273) İbn Mihber, Hakîm-i Tirmizî
274) İbn Mihber
275) İbn Mihber, (İbn Ömer'den) ; Deylemî, Müsned-ul-Firdevs, (zayıf birisnadla)
276) İbn Mihber, (Ebû Katade'den)
277) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (zayıf bir senedle)
278) Ebû Nuaym, el-Hilye, (Hazret-i Ali'den zayıf bir senedle)
279) Eban b. Ebi Ayaş, (zayıf bir senedle) ; İbn Mihber
280) İbn Mihber, Kitab'ul'Akıl
281) İbn Mihber, (Said b. Müseyyeb'den)
282) Şirâzî, el-Elkab, (Sehl b. Sa'd'dan)
283) Abdullah b. Selâm'ın künyesi Ebû Yusuftur. Aslen yahûdî idi. Rasûlüllah Medine'ye teşrif ettikten sonra müslüman olmuştur. H. 43 yılında Medine'de vefat etmiştir.
284) İbn Mihber, Hâkim-i Tirmizî, en-Nevadir