İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | İLİM 3

 

1-8

Hoca ve Talebenin Riayet Edeceği Âdab

Talebenin hocaya karşı takınacağı tavırlar ve zahirî vazifeler çokturFakat biz bunları on cümle ile ifade etmek isteriz.

1Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın sırrı ve bâtını Allah'a yaklaştıran bir sıfattırNasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmamış mıdır?

(Bu) din, nezafet temeli üzerine kurulmuştur172

Haddi zâtında ister zâhirî olsun, isterse bâtınî, nezâfet dinin temelidir.

Allahü teâlâ Kur'ân' da şöyle buyurmaktadır: Müşrikler pistir! (Tevbe/28)

Bu hükmü, tahâret ve necâsetten temizlenmenin, sadece bilinen taharet ve necaset mânasında olmadığını anlatmak için buyurmuşturZira müşrik kimsenin bazan bedeni yıkanmış, elbisesi temiz olurFakat cevheri (bâtını) necistirİşte Allahü teâlâ bunu kastediyor. . .

Necaset, sakınılması ve kendisinden uzak durulması gereken şeylerin tamamının adıdırBâtınî sıfatların necasetinden korunmak, zâhirî necasetten korunmaktan daha mühimdir; zira bâtınî pislikler dünyada pis oldukları gibi, büyük bir felâket kaynağı olurlar.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu mânâyı şöyle ifade buyurmaktadır:

(Rahmet) melekleri, içinde köpek bulunan bir eve girmezler173

Kalp bir evdirMeleklerin girip eser bıraktıkları ve yerleşmek istedikleri bir mahâldirUcûb, kibir, hased, kin, şehvet, gazab ve benzeri rezil sıfatlar ise, uluyan köpeklerdirBu köpeklerle dolu olan bir yere melekler nasıl girer? Halbuki, Allahü teâlâ'nın nûru da insanların kalbine melekler vasıtasıyla ilka edilir.

Hiçbir insan yoktur ki, Allah'ın onunla (doğrudan doğruya) konuşması olsunAncak vahiy ile veya perde arkasından; yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi suretiyle olurÇünkü o çok yücedir, hikmet sahibidir. (Şûra/51)

İşte böylece ilim rahmetini, kalplere doğrudan doğruya ilka etmezO rahmeti, yani ilim rahmetini bu mevzuda vazifeli olan melekler vasıtasıyla gönderirMelekler her türlü kötü ve çirkin sıfatlardan beridirler; pâk ve temizdirlerOnlar ancak güzeli seyrederler, yanlarındaki Allah'ın rahmetinin hazinelerinden ancak temiz yerleri tâmir ederler.

Sakın benim 'Beyt'ten gaye kalptir, Kelb'en (köpekten) de gaye, gazab ile çirkin sıfatlarıdır' dediğim zannedilmesin.

Ben sadece hadîsteki Beyt kelimesinden kalp, Kelb kelimesinden de kötü sıfatların kasdolunduğunu söylemeye çalışıyorumSözünü ettiğim terimler, işte bu mânalara işaret ediyorZâhirî tâbirleri bâtına mâletmekle, 'Bâtına işaret ediyor' demek arasında büyük bir fark vardırZira ikincisinde, zâhirî zâhir olarak kabul ediyor, 'Bunda bâtına işaret vardır' diyorsunİşte bu incelikten dolayı bâtınîlerden ayrılmış olursunÇünkü bizim yaptığımız iş, ibret almaktırBu ise kâmil âlimlerin mesleğidir.

İbret almanın mânası, zikredilenin öz mânâsında durdu rulması demektirNitekim akıllı bir kimse başkasının başına gelen musibeti gördüğü zaman, o musibetten kendisi bir ibret dersi alırYani o musibet, kendisinin uyanmasına vesile olurÇünkü kendisi de bir insandır ve başka insanların başlarına gelen musibetler kendi başına da gelebilir.

Bu dünya inkılâbların arefesindedirBu musibetin başkasından sana gelmesi, senden de başkalarına gitmesi daima mümkündür; hatta mukadderdirOnun için de ibret dersi almak, çok akıllıca ve güzel bir hareket olurO halde sen de insanın evi olan, Beyt'le tâbir edilen zâhirden, Allah'ın manevî evi olan kalbe geç! Kendisinde bulunan yırtıcılık ve necis sıfatından (suretinden değil) ötürü zemmedilen Kelb tâbirinden köpekleşmiş ruhlara geç!

Gazab, oburluk, dünyaya yapışmak ve insanların hayâlarını yırtmaya çalışmak gibi çirkin sıfatlarla dolu olan bir kalp mânen köpektirO halde basiret nûru, suretleri değil, mânâları arıyorBu âlemde suretler, mânâlara galip gelmiş ve mânâlar suretlerin içinde kaybolup gitmiştir.

Âhirette ise tam tersi olacak, suretler, mânâların içinde kaybolarak mağlup olacaklardırO âlemde mânâ tam kemâliyle galip gelecektirİşte bu sır ve hikmete binaendir ki, her şahıs manevî sureti esas alınarak haşrolunur.

İnsanların namus perdesini yırtanlar, saldırıcı bir köpek, insanların mallarına ve mülklerine göz diken oburlar ise, saldırgan kurtların suretine bürün dürülerek haşrolunacaklardırDünyada, diğer insanlara karşı gurur ve kibir taslayanlar, âhirette kaplan suretine sokularak haşrolunacaklardırRiyaset peşinde koşanlar ise, aynı muameleye arslan şeklinde tâbi tutulacaklardır174

İşte böylece, bu mânâları ifade eden birçok hâdisler vârid olmuşturBasiret sahibi insanların gözleri de bunları müşahede etmiştir.

Eğer 'Nice bozuk ahlâklı talebeler vardır, bunların hepsi de ilim tahsili yapmıştır?' dersen şöyle cevap veririz: Böyle bir kimse, âhirette kendisine yardım ve saadetini temin edecek hakikî ilimden mahrum kişidirBu kişi nerede, hakikî ilim tahsili nerede? Zira hakikî ilim, insana daha başlangıçta günahları öldürücü birer afet olarak gösterirAcaba bir şeyin, öldürücü zehir olduğunu bile bile o zehiri yutanları hiç gördün mü?

Zâhirî ilimlerin şekilciliğine dalanlardan dinlediğin ilim ise, dilleriyle söyleyip, kalpleriyle reddettikleri bir ilimdirBunun, uzaktan ve yakından, ilimle hiçbir ilgisi yoktur.

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'İlim çok rivâyetten ibaret değildirİlim ancak bir nûrdur ve kalbe atılır

Bir âlim 'İlim Allah'tan korkmaktan ibarettir' demiştir.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Allah'tan kulları içinde, ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar. (Fâtır/28)

Sanki Allahü teâlâ bu ayet-i celîlesiyle, ilim meyvelerinin en âlâsına işaret buyurmaktadır.

Bu sır ve hikmet, tahkik ehlini şöyle konuşturmuştur: Alimlerin 'Biz ilmi Allah'tan başkası için öğrenmek istedik, fâkat ilim Allah'tan başkası için kimsenin malı olmadı; ancak Allah için olduğu takdirde insana râm oldu' sözünün mânâsı; 'Allah'tan başka bir maksat için öğrenmek istediğimiz ilim bizden uzaklaştı, hakikatini bize göstermediBiz onun ancak kabuğunu ve lâfızlarını elde ettik' demektir.

Eğer 'Ben muhakkik ve fakih âlimlerden bir cemaat gördüm, fürû ve usûl ilimlerinde çok derinleşmiş ve hattâ en gözde âlimlerden sayılmışlardıFakat onlar çirkin ve kötü ahlâkların hepsinden arınmış değillerdi' dersen şöyle cevap veririz: İlimlerin mertebelerini ve âhiret ilmini bildiğin zaman malûmun olur ki, böyle âlimlerin uğraştığı ilimler, ilim olarak faydasızdırİlmin zenginliği, bilinenin Allah için tatbik edilmesindendirİlimle, Allah'a yaklaşmak kastolunduğu takdirde; onda büyük faydalar vardırBu meseleye daha önce temas edilmiştiDaha geniş izahât, Allah'ın izniyle, ilerideki sayfalarda verilecektir.

2İkinci vazife ise, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmak, ehlinden ve vatanından uzaklaşmaktırÇünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı başka şeyleri yapmaktan alıkoyarAllahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır175 (Ahzab/4)

Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakîkatların anlaşılması da o nisbette zorlaşırBu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdirİlim, senin tamamını almadıkça birazını bile sana vermezOna tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine şüphelidir'.

Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış sulara benzerÇeşitli arklara dağılmış suları arklar emer, emilmeyen sular da buhar olup uçarEkinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir damla bile kalmaz.

3İlim talep eden, ilme karşı kibirlenmemeli ve hocasına karşı her zaman emre âmâde bir tavır içinde bulunmalıdırKendisini hocasına teslim etmeli, hocasının söylediklerini can kulağı ile dinlemelidirNasıl ki bir hasta, doktorunun söylediklerini can kulağı ile dinleyip, dediklerini harfiyyen yerine getiriyorsa, ilim öğrenen talebenin durumu da aynen bilgisiz bir hastanın bilgin ve şefkatli doktorun önündeki durumuna benzemelidirTalebe, hocasının önünde birşey bilme ukalâlığına düşmemelidir; yalnız dinleyip öğrenmeye bakmalıdırHocasına daima mütevazi davranmalı, hocasına hizmet etmeyi kendisi için en büyük bir şeref bilmelidir.

Şa'bî176 şöyle anlatır: Zeyd bSâbit bir cenaze namazını kıldırdıktan sonra kendisini bir katıra bindirmek istedilerOrada bulunan İbn-i Abbâs, âlim olan Zeyd'in üzengisini tuttu: Zeyd 'Ey Allah Rasûlü'nün amcasının oğlu! Üzengimi bırak; senin gibi şerefli bir insanın üzengimi tutması bana çok ağır geliyor' dediİbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber bize, âlimlere hürmet etmemizi emretti' diye cevap verdiBunu duyan Zeyd, eğilip İbn-i Abbâs'ın elini öptü ve 'Kendi ehl-i beytinin elini öpmemizi de bize emir buyurmuştur' diye karşılık verdi177

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Temellik (dalkavukluk) Mü'minin ahlâkından değildirFakat ilim tahsil eden talebe, hocasına temellük edebilir178

Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, talebe hocasına karşı asla başı dik olmamalıdır, saygıda bir an bile kusur etmemelidir.

Hocasından değil de, şöhretli kişilerden istifadeye kalkışmak, talebenin hocaya karşı böbürlenmesidirBöyle bir hareket, talebenin aynı zamanda bir ahmak olduğunu da gösterirZira ilim, kurtuluş ve saadete ulaşma vesilesidirBir canavardan kurtulmanın yolunu, ister meşhur bir kişi göstermiş olsun, isterse nâmı şânı duyulmayan bir insan, ikisinin arasında hiç bir fark yoktur.

Ateşin, Allah'ı bilmeyenlere saldırması; canavarın insanlara saldırmasından daha şiddetli olduğuna göre, onu bu ateşten kim kurtarırsa onun en büyük hocası odurHikmet (ilim) Mü'minin kaybetmiş olduğu malıdır; onu nerede görürse hemen malına sahip çıkarOnun için o malı ona kim verirse versin, veren teşekküre hak kazanmış kişidirİşte bu sırrı anlatabilmek için şöyle denildi: 'Kibir sahibi bir gence, ilim savaş açar; aynen suyun kendisini tutmaya çalışan tümseklere savaş açması gibi. .

İlme sahip olmak için, hocayı can kulağı ile dinlemek ve mütevazi olmak lâzımdırNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Muhakkak ki bunda kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır. (Kâf/37)

Ayette geçen 'Kalbi olan' tâbiri ile; ilimde anlayışlı ve kabiliyetli olmak kastolunmaktadırFakat sadece anlayış ve kabiliyet kifayet etmez; huzur-u kalp ile hocayı dinlemek gerekirHocanın sözlerindeki ilmin inceliklerine iyice vâkıf olmaya gayret etmelidirHocayı iyi dinler, tevazu gösterir, istifade ettiğinden dolayı teşekkürlerini izhar ederse ve böyle bir hocanın talebesi olmaktan duyduğu şerefi ve hocasına minnettarlığını bildirirse ancak, işte o zaman tam mânâsıyla ilimden istifade edebilir.

Talebe hocaya karşı tıpkı yağmura susamış bir çorak arazi gibi olmalıdırÇorak bir arazi, nasıl ki üzerine düşen yağmuru hemen emerse, talebe de hocasının ilmini öylece yutmalıdırHocası kendisine öğretmek kasdıyla birşey söylerse hocasının sözünü tutmalı, şahsî fikirlerini bırakarak hocasının fikrine sarılmalıdırZira hocasının yanlış sözü kendi doğru bilgisinden daha hayırlıdırÇünkü deneme, insanı garip ve menfaati büyük olan inceliklere vâkıf edebilirAteşi çok yükselmiş nice hastalar vardır ki, doktor onun ateşini başka bir ateşle yükseltmeye kalktığı zaman bunu anlamayanlar taaccüb eder ve itiraz etmeye kalkarlarHalbuki doktorun verdiği hararet vücuttaki hararetle birleşir ve hastanın bünyesi doktorun sonradan vereceği ilâçlara mukavemet edecek kuvveti kazanırDoktorun böyle bir muameleye girişmesi, tebabet ilminden haberi bulunmayan birine çok tuhaf görünebilir.

Allahü teâlâHazret-i Mûsa ile Hızır arasında geçen kıssada şöyle demektedir:

Hızır şöyle dedi: 'Doğrusu sen benimle olmaya asla sabredemezsinİçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredebilirsin?' (Kehf/67-68)

Daha sonra Hazret-i HızırHazret-i Mûsa'nın kendisiyle arkadaşlık yapabilmesi için şu şartı ileri sürdü:

Hızır dedi ki: O halde bana tâbi olacaksan; ben sana birşey söylemedikçe, sen bana hiçbir şey sormayacaksın' (Kehf/ 70)

Fakat Hazret-i Mûsa sabredemeyerek yol boyunca Hızır'ı suale tâbi tuttu ve sonunda bu sabırsızlığı ikisinin arkadaşlığına son verdiSonuç olarak; hocasının görüş ve iradesinden başka görüş ve iradeye sahip olan talebenin feyizden mahrum olduğunu ve zarara düştüğünü bil!

"Allahü teâlâ 'Eğer bilmiyorsanız ehlı-i zikirden sorun' (Nahl/43) buyurarak bizi öğrenmeye teşvik ediyor" dersen doğru bir söz söylemiş olursunÇünkü bu böyledir, hepimiz öğrenmekle mükellefizFakat bir talebe hocanın izin vermesi hâlinde sorabilirZira talebe kendi kendine istediği gibi sual sorma hakkına sahip olursa, henüz kavrama imkânından yoksun olduğu meseleleri sorar, bu ise zararlıdırHazret-i Hızır'ın Hazret-i Mûsa'yı, kendisi konuşmadan sual sormaktan men edişi bu hikmeti göstermektedirDemek ki hoca, hangi ilmi daha iyi kavrayacağını talebeden iyi bilir; talebenin hangi bilgiyi, ne zaman öğreneceğini daha iyi anlarEğer hocası daha aşağı bir seviyeden başlatmışsa, daha yukarı bir seviyedeki bilgiyi alma zamanı gelmemiş demektir.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Fazla sual sormamak, sorulan suale râzı olmak, hoca yorulduğu zaman onu cevap vermeye zorlamamak, kalkıp gitmeye çalıştığı zaman eteğine sarılıp onu durdurmaya çalışmamak, gizli yanlarını halka ifşa etmemek, yanında kimseyi çekiştirmemek, yanılmayı kabul ederek, yanıldığı zaman mâzeretini kabul etmek; evet bütün bunlar bir âlim kişiye gösterilmesi lâzım gelen hürmet ifadeleridirÂlime hürmet etmek, herkesin vazifesidirÂlim Allah'ın emrini muhafaza ettiği müddetçe senin de ona Allah için hürmet göstermen, önünde diz çöküp oturman, şayet ihtiyacı varsa ona herkesten önce hizmet etmeye koşman senin üzerine vazifedir'.

4İlim isteyen bir kimse, ilk zamanlarda, ihtilâflı konulara kulak vermekten çekinmelidirÜzerinde ihtilâf olan şey ister dünya ilmi olsun, isterse âhiret ilmi. . . Çünkü ihtilâflı konular, ilme yeni muhatab olan talebenin aklını karıştırır, zihnini bulandırır, görüş hususundaki iradesini zayıflatırİdrâk ve itidal yönünden ümitsizliğe düşer.

İlim denizinin başlangıcında olan kimseye uygun düşecek hareket, hocası yanında makbul bir mertebeye çıkmaktırDoğru, güzel ve bir tek yolu adamakıllı öğrenmektirBunu öğrendikten sonra, mezhepler arasındaki fikir ayrılığına kulak verip, bu ihtilâfların inceliklerini keşfetmeye bakmalıdırŞayet hocası bir görüşün tek başına savunucusu değilse ve hocasının âdeti, mezheplerin görüşünü olduğu gibi nakletmek, bunların görüşleri hakkında leh ve aleyhdeki delilleri serdetmek ise, böyle bir hocanın sohbetinden sakınmalı ve yanından uzaklaşmalıdırZira böyle bir hoca, insanı irşad etmekten ziyade dalâlete sürüklerİki gözü kör olan bir adamın körlere yol göstermesi mümkün müdür? Müstakil görüş sahibi olmayan bir kimse cahildir, cahil bir insanın ilim verebilmesi ise mümkün değildir.

Tahsile yeni başlayan bir talebeyi, ihtilâflı ve şüpheli konulardan uzak tutmalıdırOnu böyle konulardan menetmek, tıpkı yeni müslüman olan bir insanı, eski arkadaşları, milleti ve kâfirlerden uzak tutmaya benzerAklı ve idrâki sağlam bir talebenin ihtilâflara dalmasını ve şüpheli konulara girmesini teşvik etmek ise, âdeta îmanı kuvvetli bir insanın kâfirlerle haşır-neşir olmasını temin etmeye çalışmak gibidirBu sır ve hikmete binaendir ki, korkak bir kimsenin kâfir saflarına hücum etmesi yasaklanmış; fakat bahâdır bir kişinin ise, aksine, taarruz etmesi teşvik edilmiştirBu incelikten haberdar olmayan zayıf kimseler, îmanı sağlam insanlar için yapılması câiz olan ve teşvik edilen kolaylığın kendileri için de caiz olduklarını zannederlerBunlar bilmezler ki, kuvvetli insanlarla zayıf insanların yapacakları şeyler başkadırÇünkü kuvvetli ile zayıf arasında büyük fark vardır.

Bir âlim şöyle buyurmuştur: 'Beni ilk gören dost, sonradan gören zındık oldu zanneder'Çünkü neticede ameller insanı içe yöneltir; farzlar hariç, bedeni ameller tamamen dururBu durumu görenler atalet, tembellik ve ihmalkârlık zannederlerAslında durum onların gördüğü gibi değildirBelki o, kalbî amellerin en faziletlisi olan zikirle ve müşahedeyle meşguldür.

Zayıf bir kimsenin, zâhirde düşüş gibi görünen büyük insanların hâline ve hareketine kendini uydurması, tıpkı bir miktar necasetin bir testi suya veya bir okyanusa karıştırılmasına benzerBiraz necaset testideki suyu necis yapar, ama okyanusu asla! İşte zayıf bir kişinin hâli 'ınadem ki o necis olmuyor, ben de necis olmam' diyen testinin hâline benzer. . . Halbuki bu insanda birazcık idrâk olsaydı, azıcık bir necasetin okyanusun istilâsıyla onun sıfatına dönmüş olacağını bilmesi lâzımdıKendi testisine düşen necaset ise, testiyi kendi sıfatına dönüştürür; bu çok açık görülen misallerden biridir.

Bu hikmeti ifade etmek için, Allahü teâlâ'nın, Rasûlü'ne vermiş olduğu bazı ruhsatları diğer kullara vermediğine işaret edebilirizBaşkalarına dört kadından fazlasıyla evlenme mübah kılınmadığı halde Allah'ın Rasûlü'ne bu hususta ruhsat verilmiştir:Hatta dokuz kadınla evlenmesi kendisine mübah kılındı. . . 179

Zira ondaki kuvvet, dokuz kadına âdil davranabilmesi için yeterliydiOnda bulunan kuvvet kaç kadın olursa olsun, zulme uğratmayacak derecedeydiHazret-i Peygamberden başkaları ise bu kuvvetten yoksun oldukları için; Rasûl'ün tatbik ettiği adaletten birazını bile tatbik etmekten mahrumdular, onun için kadınlar arasındaki geçimsizlik, onları yiyip bitirir; hatta onları memnun edebilmek gayreti, maâzallah insanı Allah'a bile isyan ettirebilir.

Melekleri, demircilerle kıyas eden bir kişi hiç felâha kavuşabilir mi?

5Talebe, faydalı ilimleri, hiç birinden fedakârlık yapmadan öğrenmeli ve her birinden kendi maksadına yardım edecek derecede istifade etmeye bakmalıdırŞayet ecel kendisine mühlet verirse, o ilimlerde de derinleşmeye bakmalıdırŞayet onların hepsiyle birden meşgul olmak imkânına sahip değil ise, kendisine daha uygun olan birisinin üzerinde çalışıp, onu elde etmeye bakmalıdır; diğerlerinin de güzel yanlarını almak şartıyla. . . Zira ilimler birbirine bağlıdır ve biri diğerine yardımcıdırTam mânâsıyla meşgul olmak imkânı bulamadığı ilimler hakkında birazcık olsun haberdar olması, en azından onların aleyhinde bu lunmasına mâni olurÇünkü insanın en kötü tarafı, bilmediğine düşman kesilmesidir.

Allahü teâlâ, kişinin bilmediğine düşman kesildiğini şöyle ifade buyuruyor:

Bir de kâfirler îman edenler hakkında şöyle dediler: 'Eğer o (peygamberin dini) iyi olsaydı bizden evvel (fakirler ve biçâreler) ona koşmazlardıBöyle demek suretiyle maksatlarına erişemeyince de (Kur'ân'ı inkâr etmek için) şöyle diyecekler: 'Bu Kur'ân eski bir yalandır'. (Ahkaf/11)

Şâir, bu hakikati ne güzel dile getirmiş: 'Hasta ve buruk ağızlı birine, en tatlı su bile acı gelir'.

İlimler derecelerine göre, ya insanoğlunu Allah'a götürür veya onun gidişatına bir bakıma yardım ederler ki, bunun da hedefe yaklaştırma ve uzaklaştırma açısından birçok mertebeleri vardırBu ilimleri bilenler âdeta hudutta nöbet bekleyen askerler gibidirHer birinin ayrı mertebesi vardırEğer o mertebelerden Allahü teâlâ'yı razı etmek kastediliyorsa ona göre sevaba nail olunur.

6Talebe birdenbire ilmin herhangi bir dalma dalmaya bakmamalıdırDerinliklere inebilmek için gerekli tertibe riayet etmeli ve ilk önce en önemli noktadan işe başlamalıdır.

Çünkü insanoğlu bütün ilimleri bir ömre sığdırmaya muktedir değildir; öyleyse akıllıca hareket etmeli ve herşeyin en güzelinden işe başlamalıdırBaşladığı işin azıyla iktifa edip, bütün gücünü kendisine kolay gelen herhangi bir ilme sarfetmelidir.

İlimlerin en şereflisi de âhiret ilmi olduğundan böyle bir kişi, gücünü, bu ilmi öğrenmeye sarfederPek tabii olarak âhiret ilmi ile kasdettiğimiz, muamele ve mükâşefe ilimleridirMuamele ilminin hedefi mükâşefedirMükâşefenin hedefi ise Allah'ı bilmektirBen âhiret ilmi derken halkın anladığı itikad meselelerini kasdetmiyorumHalk tabakasına, o meseleler ister ecdadından intikal etsin, isterse yeni çıkmış olsun netice birdir.

Âhiret ilminden gayem, kelâm ilminin yazışma yolu ile hasımların desiselerinden kelâmı korumak için va'z edilen mücadele yolu değildirBu sözdeki gayem, Allah tarafından mücahede vesilesiyle içi kötülüklerden temizlenmiş bir kimsenin kalbine atılan nûrun meyvesi ve semeresi olan yakîn ilmidirÖyle ki, kişi bu yakîn sayesinde Ebû Bekir Sıddîk'în mertebesinden payesini alsınHazret-i Ebû Bekir ki (peygamberler hariç) bütün kâinatın îmanı terazinin bir kefesine, onunki öbür kefesine konsa, onunki ağır basardıBuna Allah'ın Rasûlü bizzat şehadet etmektedirBenim telâkkime göre, halkın inancı ile kelâncının inancı arasında hiçbir fark yokturFakat "kelâmcıların tertib ve tahririne kelâm adı verilerek halkın inancından ayrı bir havaya bü ründürülmüştür o kadar. . .

Şayet kelâmcının gayreti yüksek derecelere çıkmaya vesile olsaydı, bunlardan mahrum olan Ömer, Osman, Ali ve diğer bütün sahabîlerin bu derecelerden mahrum kalmaları gerekirdiHazret-i Ebû Bekir'i (radıyallahü anh) diğer sahabîlerden üstün yapan kelâm değil, kalbinde bulunan ve katiyyen sarsılmayan İmâm elde etmesidirBu gerçekleri Hazret-i Peygamberden (sallâllahü aleyhi ve sellem) dinleyip ehemmiyet vermeyenler ve bildiklerini okuyanlar, ne garip in sanlardır!. .

Bu garipler 'Bütün bu sözleri sûfîler uydurmuştur, bunların hiçbiri akla uygun düşmüyor, onun için böyle sözler hakkında teenniyle hareket etmeli veya bunlara hiç itibar etmemelisin' diyerek sermayeni zâyi ederler ve böylece işin içinden çıkmış oldukları vehmine kapılırlar.

O halde ey hakkı aramaya tâlib olan kişi! Kurtuluşu, fakih ve kelâmcıların vâkıf olamadıkları sırları aramaya koyulmakla elde edebilirsinBilmiş ol ki, bunu bulabilmen için çok gayret sarfetmen gereklidir.

Kısaca, ilimlerin en şereflisi ve bütün ilimlerin hedefi mârifet ilmine sahip olmaktırBu mârifet ilmi öyle bir deryadır ki, onun derinliğine hiçbir zaman vâkıf olunamadığı gibi, idrâk ile de ölçülemez. . . Bu derinliklere ancak en yüce peygamberler varabilir. Sonra veliler, onları tâkiben de bu yüce kişilerin ardından giden âlimler bu derecelere varırlar.

Rivâyet edilir ki, bir mâbedde iki hâkimin heykeli bulunmuşBirinin elindeki levhada şunlar yazılıymış: 'Sen her şeyi iyi bildiğini zannediyorsunUnutma ki, Allah'ı ve herşeyin yaratıcısı ve bütün eşyanın yaratıcısı olan kudreti idrâk etmeden herşeyi tam mânâsıyla bilemezsin!'

Diğerinin elindeki levhada da şunlar yazılıymış: 'Allah'ı bilmeden evvel, susayınca herşeyi içerdim; fakat Allah'ı bildikten sonra susuzluğum bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gitti'.

7İlk önce öğrenilmesi gerekeni öğrenmeden bir diğer ilme atlamalıdır Zira ilimlerde tâkip edilmesi zarurî olan tertibler, sıralar vardırBir kısmı diğer kısmına yol açıcı mahiyettedirTertib ve sıraya riayet eden talebe muvaffak olma yolunda demektir.

Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, o kitabı gereği gibi okurlarİşte onlar tahrif etmeksizin kitaplarına îman edenlerdirHer kim de kitabı inkâr eder veya değiştirirse, işte onlar dinlerinde ziyan edenlerdendir. (Bakara/121)

Yani bir ilmi veya fenni gereğince öğrenmedikçe başka ilim veya fenne geçmezlerO halde talebenin, okuduğu ilmi güzelce kavrayıp, ondan sonra bir üst derecede bulunan ilme varmaya çalışması gerekir.

Bir talebenin, herhangi bir konuda ihtilâf eden âlimlerin bu ihtilâflarına bakıp böyle bir ilmin fâsid olduğuna hükmetmemesi lazımdırÇünkü ihtilâf, ilmin kendisinde değildirBelki o ilim üzerinde âlimlerin yanılmış olduğunu kabul etmek, daha doğru bir harekettirFakat âlimlerin, ilmin icablarına uygun hareket etmediklerine karar vermek de doğru değildirZira birçok cemiyetleri görürsün ki, aklî ve naklî ilimlerde düşünmeyi bile terketmişlerdirKendilerini mâzur gösterecek şöyle bir gerekçe ileri sürmüşlerdi: 'Şayet bu ilimlerin aslı esası olsaydı erbabları ihtilâfa düşmezlerdi. . . '

Bu şüpheler Mi'yar'ul-ulûm adlı eserimizle izale edilmiştirİsteyenler oraya bakıp şüphelerden kurtulmaya çalışabilirler.

Başka bir grup daha vardır ki, doktorların yanıldığına şahid oldukları zaman tıp ilminden şüphe etmeye başlarlarBazı gruplar da, bir müneccimin sözü tesadüfen doğru çıktığı zaman astroloji ilmini en üstün ilim saymıştırBaşka bir grup ise müneccimin yanıldığını görür, topyekûn astrolojiyi inkâra saparİşte bütün bu gruplar yanlış görüşlere saplanmışlardır.

En lâyık ve uygun olanı şudur: Bir şeyin her şeyden evvel özü bilinmelidirBöyle bir bilgi sahibi olunduğu zaman anlaşılır ki, bir kişinin, bütün ilimleri, tek başına ihâta etmesine imkân yokturAncak bu mütearife çapındaki ölçüye sahip olunduktan sonra doğru hükme varılabilir.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ne güzel söylemiştir: 'Hakkı kişilerin şahsıyla değil, hak olduğu için kabûl etEğer hakka hak olduğu için değer verirsen, o hakkı kimlerin bildiğini de müşahede edebilirsin'.

8En faydalı ve şerefli ilimlerin bilinmesine vesile olan unsurları öğrenmelidirÖğrenilmesi gereken ilimler derken iki unsuru kastediyoruz:

a) Tıp ve din ilmi gibi semeresinin şerefi

b) Delilin kuvvetli olması

Bu ilimlerden birinin gayesi ebedî; öbürünün ise fânî ha yattırBöyle olunca din ilmi daha şereflidirBir de matematik ve astronomi gibi ilimler vardırMatematik ilmi, delilleri daha kuvvetli olduğu için, astronomi'den daha şereflidirFakat tebabeti matematikle kıyaslarsak neticesi bakımından tıp ilminin daha şerefli olduğunu söylerizFakat delil bakımından matematik daha şerefli bir yer işgal ederAncak semerenin, delilden daha kıymetli oluşu, şeref bakımından da yüksekliğine delâlet ederOnun için neticeyi, daha itibarlı kabul etmek, mantıkî ve evlâdırBu sebeple daha ziyade nazariye üzerine bina edilmiş olduğu halde tıp ilmi, matematik ilminden daha şerefli sayılmıştır.

Bu izahatımızdan sonra iyice anlaşılıyor ki, ilimlerin en şereflisi Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini bildiren ve bu gayeye götürücü yolları gösteren ilimdirÖyleyse ey ilim talibi! Bu ilimden başka ilimlere, şiddetli bir şekilde talip olma; bütün gayen, bu en şerefli ilmi elde etmek olsun!

9Talebenin, talebeliğinin başlangıcında, gayesi iç âlemini faziletlerle süslemek, ileride ise Allah'a mânen yaklaşmak ve mele-i âla diye ifadelendirilen melekler; ve dergâh-ı izzete yakın olan varlıkların komşuluğuna yükselmek olmalıdır.

Öğrenci hiçbir şekilde ve hiçbir zaman öğrendiği ilimle, rütbe, servet ve riyaset peşinde koşmamalıdırAkranlarına karşı böbürlenerek sefihler derekesine düşmemelidir.

Öğrenci, evvelce de belirttiğimiz gibi, hiç şüpheye düşmeden kendisi için makbul olanı talep etmelidir ki, bu talep edeceği de âhiret ilminden başkası değildirBu ilmi talep eder, fakat diğer ilimleri de hakir görmezYani âhiret ilmini talep ettikten sonra, 'Bundan ötesi fetva, nahiv ve lûgat ilmi imiş, bunların hiçbir kıymeti yoktur' diyerek onlara hakaretle bakmamalıdır.

Talebenin, Kur'ân ve hadisle münasebeti bulunan nahiv ve lugat ilmini hakir görmemesi gerektiği gibi, diğer ilimleri de hakir görmemelidirBiz bu ilimlerin neler olduğunu farz-ı kifaye bölümündeki ilimlerin çeşitlerini bildirirken, ibarelerin başlangıcında ve sonunda zikretmiştik.

Âhiret ilmini fazla övdüğümüze bakıp, diğer bütün ilimleri hakir gördüğümüzü zannetme! Zira ilim taşıyanlar, aynen İslâm devletinin hudutlarını bekleyen askerlere benzerlerTıpkı Allah yolunda savaşan ve nöbet tutan gaziler gibidirlerBu gazilerin bir kısmı muharebe meydanlarında harbeder, bir kısmı ise harbedenlere yardımcı olurBir kısmı muhariblere su taşır, bir diğer kısmı ordunun ağırlığını; yani hayvanlarını ve yiyeceklerini beklerBunların hiçbiri i'lâ-yı kelimetullah'tan ayrılmadıkça, cihad sevabından mahrum kalmazYeter ki, gaye sadece ganimeti elde etmek olmasın! İşte ilimler de böyledir.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Allah, îman edenlerinizi yükseltirKendilerine ilim verilenler için ise (cennette) dereceler vardırAllah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)

O emin kimseler, Allah katında derece derecedirlerAllah emin ve hâin kimselerin yaptıklarını hakkıyla görür. (Âl-i İmrân/163)

Demek ki fazilet nisbîdirPadişahlarla kıyasladığımız zaman hakir gördüğümüz sarraflar, çöpçülerle mukayese edildikleri zaman ne kadar üstün olurlarÖyleyse en üstün dereceye yükselmeyen birinin kıymetsiz bir kişi olduğunu zannetme! Zira en yüce mertebe peygamberlerin, sonra evliyaların, sonra ilimde rüsuh kesbeden âlimlerin, sonra derece derece sâlihlerindir.

Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. (Zilzal 7-8)

İlmiyle Allahü teâlâ'nın rızasını kastedenin (hangi ilim olursa olsun) ilmi, kendisine menfaat verir ve onu hiç şüphesiz üstün makamlara yüceltip sayısız ecirler kazandırır.

10Talebe ilimlerin maksada ulaştırıcı olan nisbetlerini bilmelidir ki, yüce ve yakın olanı değersiz ve uzak olana; önemli olanı da önemli olmayana tercih edebilsinÖnemli olan ile kasdettiğimiz mânâ, seni en fazla alâkadar eden, sana en yakın olan şeyler demektirSeni en yakından ilgilendirmesi gereken şey ise dünya ve âhiretteki durumundur.

Kur'ân'ın buyurduğu ve ayn'el-yakîn'e varmış olanların keşiflerinde müşahade ettiği gibi; dünya ile âhireti imtizaç ettirebilmek ve bir araya getirebilmek mümkün olmadığı takdirde, unutma ki bu ikisinden, senin için bir misafirhane olurBeden bir merkeb, ameller ise maksada doğru atılan adımlardırMaksat ise, Allah'a mülâki olmaktan başka birşey değildirÖyleyse bu konuşmamızda zikrettiğimiz şeyler bütün nimetleri içine alır; fakat bu ilmin kıymetini çok az kimse bilmeye muktedir olmuştur.

Allahü teâlâ'nın huzurunu görme saadetine ve cemalini seyretme şerefine göre ilimler üç mertebeye ayrılırCemâl-i ilâhînin seyrinden gaye, peygamberlerin istediği ve anladığı seyirdirHalk tabakasının ve kelâmcıların anladığı seyir ise bâtıldırBu mertebeleri aşağıda vereceğimiz misalle anlatabiliriz: Azâd edilmesi ve mülk sahibi olması için hacca gitmesi istenen bir köleye şöyle denilir: 'Eğer bütün rükünlerini edâ etmek suretiyle hac farizasını yerine getirirsen, hem âzâd edileceksin, hem de mülk sahibiolacaksınFakat hac etmek üzere hazırlıklarını tamamlayıp yola koyulduğun zaman, yolda önüne birtakım mânialar çıkarsa sadece âzâd olur ve kölelik felâketinden kurtulursun; fakat mülk sahibi olmak saadetine ulaşamazsın'.

Böyle bir insan üç şekilde çalışmak mecburiyetindedir:

ABir binek almak; azığını ve su kabını hazırlamak

BVatanından ayrılarak Kâbe cihetine doğru hareket etmek

CHacda, haccm rükünlerini arka arkaya yerine getirmek ve bu işleri bitirdikten sonra ihramı çıkarıp geri dönme hazırlıklarını yapmak

İşte bu şartların tahakkuk etmesi için, mülk ve hürriyete götüren sebeplerin hazırlanmasından başlar, tâ sonuna kadar devam ederÇöllerdeki yolculukla başlar, tâ sonuna kadar. . .

Hac rükünlerinin evvelinden başlar, tâ sonuna kadar sırayla yapar.

Haccın rükünlerine başlayan bir kimsenin kendisini bekleyen saadete yakınlığı, elbette ki helâl azık, binek ve yolculuk tedbirine yeni başlamış bir kimsenin yakınlığından daha çokturElbette ki, yolculuğa yeni başlamış birinin yakınlığından, hacca başlayanın yakınlığı daha fazladırBilfiil hac rükünlerini yerine getirmeye başlayan bir kişinin ise, gelecek saadete en yakın olması da bir gerçektir.

İlimler de üç bölüme ayrılır:

IAzık ve binek hazırlığının yerine geçen kısımdırBu kısım tıp, fıkıh ve dünyada bedenin rahatlığını temin eden ilimlerdir.

IIÇölleri ve uzun yolları aşmaya hazırlık yapma devresi yerine geçen ilimdirBu da, bâtınını kötü sıfatların bulanıklığından kurtarmış kimseler hariç; insanı acz içerisinde bırakan o muazzam manevî geçitleri aşmak suretiyle temizlemektirİşte bu hal, yolun sülûk hâlidirBu yolun ilmini tahsil etmek ise, aynen maddî yolun istikametim bilmek ve konaklarını tanımak gibidirNasıl ki konakları bilmek ve yollara âşina olmak, yola çıkmadan bir fayda temin etmezse, tıpkı bunun gibi temiz ahlâk sahibi olmadan da bahsettiğimiz manevî geçitleri aşmak mümkün değildir.

IIIHaccın ve hac erkânının yerine geçen bölümdür.

Bu kısım, Allah'ı, O'nun sıfatlarını, meleklerini, fiillerini ve keşif ilmi bölümünde zikrettiğimiz hususların bütününü bildiren ilimdirİşte bunları öğrenmek ve yapmakta şayet Allahü teâlâ'nın rızası içinse kurtuluş ve saadet vardırSaadeti elde etmek, ancak Allah'ı bilene, Allah'ın manevî komşuluğuna erene, ebedî rızık ve nimetlere nail olana müyesser olur. . . Kemâl derecelerinin zirvesine ulaşmaktan menedilenler ise, onlar için ancak mücerred kurtuluş ve selâmet vardırNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Ölen o kişi, hayırda ileri geçenlerden ise artık onun için bir rahatlık, hoş bir rızık ve nâim cenneti vardırFakat amel defterleri sağdan verilenlerden ise, 'Sana selâm olsun' denir. (Vakıa/88-91)

Maksada yönelip, hedefe gitmek azminde olmayan veya hedefe doğru gidip bu gidişte gayesi Allah'ın emrini tatbik edip kulluk vazifesini ifa etmek olmayan, aksine, geçici birtakım çıkarların arkasında koşan bir kimse ise, Ashâb-ı Şimâl'den olup, dalâlete düşenler zümresinden sayılırBu gibiler için kaynar sudan bir ziyafet ve cehennem vardır.

İlimde rüsûh kesbeden âlimler indinde makbûl olan hakk'el-yakîn budurYani bu âlimler, Allahü teâlâ'yı maddî gözle değil, maddî gözlerden daha kuvvetli olan manevî gözlerle müşahede ve idrâk edip taklitten kurtulmuşlar, herhangi bir ilmi, sadece dinlemekle iktifa etmeyip, onların mânâlarına nüfuz etmeye çalışarak yüce derecelere ulaşmışlardırOnların hâli, söylenenleri tasdik eden, aynı zamanda elzem görerek bilen insanların hâli gibidir. . .

Böyle olmayanların hâli ise, güzellik ve doğruluk sayesinde kabul eden kimsenin hâlidirBöyle kimseler hakikati müşahede edememişler ve yakîn mertebesine ulaşamamışlardırO halde saadet, mükâşefe ilminin ötesinde; mükâşefe ise âhiret ilmine talip olduktan sonra elde edilen muamele ilminin ötesindeki geçitleri geçtikten sonra kavuşulan bir nimettir.

Ayrıca çirkin sıfatların silinmesi için gidilmesi gereken yol, sıfat ilminin ötesindedirTedavi yolu ve bu yolda nasıl hareket edileceğini bildiren ilim ise, beden selâmeti ilminin ve yardımcısı olan sıhhat sebeplerinin ötesindedir.

Mesken, yiyecek ve giyeceğe götüren yaklaşma ve yardımlaşma ile sadece bedenin sağlığı korunabilirBu ise, devletle, insanları siyaset ve adalet yolu üzerinde fıkıh kaideleriyle zapteden devlet kanunlarıyla alâkalıdırSıhhat sebepleri tıp ilminin çerçevesi içindedir.

O halde ilim ikiye ayrılır:

1Beden ilmi

2Din ilimleri

Bu sözle, din ilminden fıkıh ilmini kasteden bir kimsenin fıkıhtan gayesi; halk arasında şâyi olmuş zâhirî ilimlerdirBâtın ve elde edilmesi çok güç olan ahlâkî ilimler değildirEğer 'Neden tıp ve fıkıh ilmini bir yolcunun azık ve ekmeğine benzettin?' diye soracak olursan şöyle cevap veririm: Bil ki, Allah'a yaklaşmak için O'nun yolunda adım atan kalptir, be den değildirKalp ile gayem elle tutulan, gözle görülen et parçası değildirBahsettiğim kalp, esrâr-ı ilâhiyyeden bir sırdır ve o, hislerle idrâk edilemezAllah'ın lâtifelerinden bir lâtifedirBu lâtife bazan ruh ile ifade edilir, bazan da nefs-i mutmainne (itminan ve sükûna kavuşan nefis) diye belirtilir.

Şeriat buna kalp diyorÇünkü bu sırrın ilk basamağı kalp diye isimlendirilen bir et parçasıdırOnun aracılığı ile bütün beden o sırrı yüklenirBu sırrın perdesini kaldırmak ancak, mükâşefe ilmiyle mümkündürFakat bu ilmin yazılmasına ve söylenmesine izin verilmemiştirOnun için bundan bahsetmek mecburiyetinde kalan kişi en fazla şöyle diyebilir: 'O çok kıymetli bir cevher ve kâinatta tertib ve tanzim edilen bütün varlıklardan çok daha şerefli ve aziz bir mücevherdir ve o, ancak Allah'ın bir emridir'.

Zaten Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Sana ruh hakkında soruyorlarDe ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'. (İsrâ/85)

Bütün yaratıklar Allah'a nisbet edilirFakat ruhun Allah'a nisbeti diğer varlıklardan daha uygun, daha münasib ve daha şereflidirHem yaratılması bakımından, hem de emri olması yönünden ruh, Allah'a aittirEmir, yaratmaktan daha yücedir.

Allah'ın emanetini yüklenen nefis ve cevher işte bu ruhtur ve bu emaneti yüklendiği için göklerde ve yerde ne varsa hepsinden yüce ve şerefli olmuşturÇünkü ondan gayrı bütün varlıklar bu emaneti yüklenmekten kaçınmışlardırZira emir âleminden korkmuşlardırFakat bu kadar övülüyor diye ruhun kadîm olduğu sanılmasınZira ruhların kadîm olduğunu iddia eden kimse, hem mağrur ve hem de ne dediğini bilmeyen cahilin birisidir.

Konumuzun dışında olan bu mesele üzerinde daha fazla durmayalımBuradaki gayemiz şunu beyan etmektirİlâhî bir lâtife olan kalp, Allah'a yaklaştırıcı yegâne hassadırÇünkü Allah'ın emrindendirOnun çıkışı emirden olduğu gibi, dönüşü de emirdirBeden ise kalbin bineğidirKalp onun vasıtasıyla hareket ederŞu halde hac yolundaki biri için deve ne demek ise, Allah yolundaki bir kalp için de beden o demektir.

Ruh bedenin muhtaç olduğu suyu taşıyan kaba benzerOnun için bir ilim, bedenin ihtiyaçlarını gidermeye ve onu selâmette tutmaya çalışıyorsa, o ilim ruha yardım ediyor demektirÇünkü beden ruhun hamalıdır, Tıbbın böyle bir ilim olduğu apaçık bir gerçektirZira insan, bedenî sıhhatini korumak maksadıyla bazen tıp ilmine müracaat etmek zorunda kalırYalnızken bile, insan bu ilme muhtaçtır.

Fıkıh ilmi ise, tıp ilminden şu noktada ayrılır: İnsan tek başına olduğu zaman ona muhtaç olmazFakat insan öyle ya ratılmıştır ki, tek başına yaşamasına ihtimal yokturZira tek başına çalışarak yaşaması için gerekli olan bütün vasıtaları elde etmeye gücü yetmezTek başına ziraat yapmasına, ekmek pişirmesine, pişirmek suretiyle elde edilen diğer yiyecekleri bulmasına imkân yokturYine elbise, mesken ve bunları meydana getiren bütün âletleri de tek başına meydana getiremezÖyleyse insanoğlu kendi cinsiyle karıştıkları zaman şehvetler ve arzular da çoğalırBu sebepten aralarında münazara ve çekişmeler başlarAralarındaki kavgadan zayıf düştükleri için dışarıdan gelen felâketlere karşı koyamazlarNeticede helâk olur giderlerNasıl ki içlerinde hayata zıt unsurlar karışan insanlar helâk olup gidiyor ise. . .

İşte tıp ilmiyle, barışık olmayan bu unsurların aralarındaki itidal muhafaza edilirHariçten gelen zıt cereyanların arasındaki itidal de siyaset ve adaletle muhafaza edilirİç unsurların itidalinin yolunu bilmek tıp ilmidirMuamele ve fiillerde insanlığın hallerini mutedil bir şekilde korumak yolu ise fıkıh ilmidirBütün bunlar kalbin bineği olan bedenin korunması içindirKişi, kalbini ıslâh etmek için nefsi ile mücadele etmezse, sadece fıkıh ve tıp ilmine kendini adarsa, böyle bir kimsenin durumu; bineğini satın alan, yediren, içiren, su kabını hazırlayan, fakat bütün hazırlıklardan sonra hacca gitmeyen kimsenin haline benzer.

Fıkıh mücadelelerinde, kullanılan kelimelerin inceliklerini bilmeye çalışmakla ömrünü geçiren bir kimse; aynen, hayatını hac yolunda su taşımaya yarayan kabı güzel bir şekilde yapmak için ömrünü geçiren, fakat buna mukabil bütün hayatı müflis bir kimseye benzer.

Bu gibilerin, mükâşefe yoluna götürücü âlet olan kalbin ıslâhına uğraşmaları ve buna nisbet edilmeleri, yukarıdaki insan tipinin hac yolculuğunu ve haccın erkânını bilfiil yapanlara nisbet edilmesi gibidir.

Herşeyden evvel bunu güzelce anlamaya çalış! Sonra, bu zahmetlere katlanan, vakitlerinin yüzde altmışını bunları anlamaya haşreden, avamın ve havassın mücerret şehvetten doğan taklitçiliğinden kurtulan kimsenin nasihatini dinle! Öğrencinin vazifesini anlatmaya bu kadar malûmat yeterlidir.

Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri

Malı elde etmek için insan dört hâl üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi, ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lâzım geldiğini bil! Mal sahibinin hâlleri şunlardır:

1) Sahibi olduğu maldan istifade etmekÇünkü malı elde etmek için vakit harcamıştır.

2) Malı istemek ve toplamakBu itibarla zengin olur.

3) Kendisi için harcama iştiyakıBu hâliyle menfaat sahibi olur.

4) Başkasına vermekBaşkasına vermek suretiyle kişi cömert ve fazilet sahibi olur.

Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.

İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilirİlmi önce arayacaksın, sonra elde edeceksinBaşkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hâle getirmektir.

Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütürÇünkü böyle bir insan güneş gibidirNefsini aydınlattığı kadar başkalarını da aydınlatırMisk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid kılar. . .

Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer. . Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzerNitekim şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: 'O bir fitile benzerFitil yanar ve başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.

Bir muallim, öğrendiklerini öğretmeye başladığı zaman büyük bir görevi omuzlarına almış olurBu büyük vazife de insanın en büyük şerefidirO halde muallim, bu şerefli vazifenin âdâbını ve icablarını bilmelidirBilmelidir ki bu şerefi korumaya muvaffak olabilsin!

1Bir muallim, öğrencilerine karşı gayet müşfik olmalıdırOnları öz evlâtları saymalı ve öyle muamele etmelidir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyuruyor:

Ben sizler için, bir baba evlâdı için nasılsa öyleyim180

Bir muallimin başta gelen vazifesi, öğrencilerini âhiret ateşinden kurtarmaktırBu, bir ana-babanın çocuklarını dünya felâketlerinden korumasından daha önemlidirİşte bu sebebe binaen muallimin insan üzerindeki hakkı, ana babanın hakkından daha üstündür.

Bir baba, varlığın ve fâni hayatın vesilesidirMuallim ise ebedî hayatın saadetine vesile olan kişidirŞayet muallim olmasaydı; baba tarafından elde ettirilen cehalet, evlâdı ebedî felakete götürürdü.

Uhrevî ve daimî hayatı insana tanıtan muallimdirMuallimden gayem, âhiret ilimlerini öğreten veya dünyadaki bütün yaptıkları âhiret için olan muallimdirSadece kendisi için dünyayı hedef edinen muallimlerden bahsetmiyorum.

Sadece dünya için yapılan öğretim, felâketin tâ kendisidir ve öğreteni helâke sürüklerBöyle bir niyetle öğretmekten Allah'a sığınırızNasıl bir babanın evlatlarına birbirlerini sevmek ve birbirlerine yardım etmek düşüyorsa; aynen bunun gibi, bir muallimin talebelerine de birbirlerini sevmek ve yardım etmek düşer. . . Onlar da aynen muallimleri gibi, öğrendiklerini âhiret için öğreneceklerdirGayeleri âhiretten başka birşey olmayacaktırŞayet yapılanlar dünya içinse, hased ve buğz sahibi olmaktan kendilerini asla kurtaramayacaklardır.

Âlimler ve âhiret ehli, Allah'a giden yolun yolcularıdırYolları bu dünyadan başlar, Allah'a giderBu dünyanın sene ve ayları o yolun konakları gibidirBir şehre varmak için yola çıkanlar birbirleriyle arkadaş olurlar ve sevgi bağı kurulur aralarındaDemek ki yolculuk, sevgi ve muhabbete vesile olmaktadır.

Acaba firdevs-i âlâ'ya doğru yapılan sefer, o seferdeki beraberlik neden sevgi ve arkadaşlığa vesile olmasın? Âhiret saâdetinin hududu yoktur ki İlle ben ona varayım, başkaları varmasın' denilebilsinİşte âhiret saadetinin bu ebedîliği sebebiyle o yolun yolcularını birbirleriyle çatışır görmezsin.

Dünya saadetleri sınırlıdırBöyle olduğu için onu elde etmek isteyenler birbirleriyle dalaşır, itişip kakışırlarİlmiyle riyaset talep edenler veya ilmini riyaset elde etmek için kullananlar, Allahü teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği mânâ dışında kalmaktadırlar:

Muhakkak ki îman edenler kardeştirler. (Hucûrât/10) Bu gibiler şu ayete uygun düşmektedirler:

(Küfürde birleşip sevişen) dostlar, o gün birbirlerine düşmandırlarTakvâ sahipleri ise bundan müstesnadır. (Zuhruf/67)

2Muallim, Hazret-i Peygamber(sallâllahü aleyhi ve sellem) uymalıdırÖğrettiği şeyler için kimseden hiçbir ücret istememelidirHatta teşekkür bile beklememelidirSadece Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na mânen yaklaşmak için çalışmalıdır.

Öğrettiği insanları minnet duygusu altında bırakmamalıdırGerçi talebeler kendisine saygı besleyecektir, fakat bunu öğreten beklememelidirÖğrencilerini, kendisin den öğrenmeye azmettikleri için takdir etmeli ve onları kendisinden faziletli görmelidirÇünkü o öğrenciler kalplerini temizlemek ve Allah'a yaklaşmak için ilim talebinde bulunmakta ve kendisini dinlemektedirlerMuallim kendini, işletmek için tarlasını başkasına veren bir adamın amelesi gibi görmelidir.

Elbette ki çalışan, tarlanın sahi binden daha çok menfaate kavuşurEğer tarla sahibi ver memiş olsaydı rençbere çalışma imkânı olmayacaktı.

Öğrenciye nasıl minnet yükleyebilirsin? Halbuki kimseye verilmeyen bedeli Allah nezdinde alacaksın! Şayet öğrenci bulamasaydın bu sevaba nasıl nail olurdun? O halde ey muallim! Sen çalışmanın karşılığını sadece Allah'tan bekle!

Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:

Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir mal talep etmiyorumBenim mükâfatım ancak Allah'a aittirBen îman edenleri (siz istiyorsunuz diye) kovacak değilimElbette onlar rablerine kavuşacaklar. (Hûd/29)

Zira bu dünyada, mal dahil, ne mevcutsa hepsi bedenin hizmetkârıdırBeden ise ruhun bineğidirHizmet edilen sadece ilimdirZira insanın şerefi ancak ilimle yükselir.

Öyleyse ilimle mal talep eden kimse, ayakkabısının altını yüzüne sürerek temizlenmeye çalışan bir kimse gibidirÇünkü bu kimse, hizmet edilmesi gereken şeyi hizmetçi yapmış, hizmetle mükellef olanı da efendi. . .

Bu durum, ayakları bırakıp başın üzerinde yürümeye benzerBöyle bir kimse en büyük mahkeme huzurunda mücrimler safında bulunup rabbinin huzurunda başını eğenlerle beraber olacaktır.

Minnet duymak, muallime ait bir hâldirFakat dikkat et ki, tek din olan İslâm, zamanımızda, fıkıh okutmakla, kelâm öğretmekle kendilerini Allah'ın manevî huzuruna yaklaşmış sayanların elinde kalmıştırMuallimlik bunların eline geçmiştirBu kişiler selef âlimlerinin tam zıddına, mal ve rütbe peşinde koşar ve bunları elde etmek için de zilletin her türlüsüne katlanırHemen hemen hepsi bir pâdişâhın maiyyetine girip dünyalık sahibi olmayı kolluyorlarÇünkü bu kişiler, şayet bu dalkavukluğu terkederlerse başka bir meziyetleri olmadığı için kendilerini insanların terkedeceğini gayet iyi bilirlerHiç kimse hiçbir konuda kendilerine akıl danışmaz.

Öyle muallimler görüyoruz ki, bir musibete düçar oldukları zaman talebelerinden meded bekliyorlarHer zaman istiyorlar ki, talebeleri, dostuna dost, düşmanına düşman olsunlarYine açıkça talebelerinin kendilerine hizmet etmelerini arzu ediyorlarKazara talebe, hizmette kusur eder ve yardıma koşmazsa, onu en büyük suçu işlemiş gibi kabul ederler ve kendisini affedilmez düşman olarak bilirler.

Bu zillete râzı olan âlim ne kötü bir âlimdir ve böyle kimseler hiç utanmadan 'Öğretmekteki gayem Allah rızasını kazanmaktır' derlerAlâmetlere bak ki, gururun çeşitlerine muttali olasın!

3Talebeye yapılması gereken her nasihati yapmalı, fakat katiyyen gurura kapılmamalıdırMeselâ, talebenin lâyık olmadığı bir mertebeyi istemesine müsaade etmemelidirBir talebenin basit ilim bölümlerini öğrenmeden gizli ve nisbeten kapalı sayılan bölümleri öğrenmesine mâni olmalıdır.

Bir talebeye ilim öğrenmedeki gayenin; Allah'a yaklaşmak olduğunu, bundan başka hiçbir gayenin temiz olmadığını öğretmelidirTalebenin gözünde, mümkün olduğu kadar, ilmiyle dünya malı elde etmeyi çirkin göstermelidirBunu mümkün olduğu ve gücü yettiği kadar kendi nefsinde göstermeli ve fiilî bir şekilde ders vermeye gayret sarfetmelidir; zira söylediklerini tatbik etmeyen kişi yalancıdır ve yalancı ıslâhtan çok ifsad etmeye vesile olur.

Eğer muallim, talebesinin, ilimle yalnız dünyayı talep ettiğini görürse, o zaman talebesinin istediği ilme bakmalıdır: Eğer talebesinin istediği ilim, fıkhın ihtilaflı meseleleri, kelâmın cedel metodu, ahkâm ve husûmet fetvaları ise, o zaman, bu ilimlerin âhirette insana bir faydası dokunmadığını söylemeli ve onu îkaz etmeye çalışmalıdırBu ikaza, bu ilimler hakkında 'Biz ilmi Allah için değil, O'ndan gayrı şeyleri elde etmek için öğrendik; fakat ilim kendisini bize vermediAllah'ı kasdetmediğimiz için bize yâr olmadı5 demek suretiyle devam etmelidir.

Hakkında yukarıdaki sözün sarfedildiği ilimlere gelince; onlar tefsir, hadîs ve selef-i sâlihînin meşgul olduğu ilimlerdirYani nefsin ahlâkını ve o ahlâkın kötü yanlarının nasıl temizleneceğini bildiren ilimlerdirTalebe bu ilimleri öğrendiği zaman, öğrendikleriyle yine dünyayı isterse o zaman talebeyi kendi hâline bırakmak lâzımdırÇünkü talebe belki de bu ilimlerle va'z etmeyi ve müslümanları peşinde sürüklemeyi düşünmektedirİlmi de bu gayeyle öğrenmiştirFakat bir de bakarsın ki, işin ortasında veya sonunda hatasını anlayarak geri döner ve Allah yolunun sâlikleri arasına karışır.

Çünkü öğrenmiş olduğu ilimler içinde dünyadan soğutan ve Allah'tan korkutan nice düsturlar vardırOnun için böyle bir talebeyi, bu düstûrların, günün birinde uyaracağı ümidi hiçbir zaman kaybolmazBaşkasına ibret dersi olmak için anlattığı bu düsturlar bir gün kendi kalbini de işgal edebilir.

İlim sayesinde dünyalık elde etmek ve halk tarafından kabul edilmek, aynen kuşun yakalanması için tuzağın içine konulan yemlere benzerAllahü teâlâ, halkı, nesli devam ettirmek için şehvete bağlıyorYine görüyoruz ki, ilmi tahsil etmek için, insanın kalbine makam sevgisini ilka ediyorÖyleyse bu ilimlerde de böyle bir sevgiye meyil olabilirSadece hilâfiyat (ihtilâflı ve çekişmeli meseleler) ve kelâm ilmindeki mücadeleler ve yüzde bir ortaya çıkması muhtemel olan teferruat bilgisine gelince, yalnız bu bilgileri elde etmek için uğraşmak ve diğer ilimleri terketmek, insanların kalbini Allah'tan gâfil kılar; kalpleri taşlardan daha katı hâle getirirDalâletten dalâlete iter ve sadece dünyayı elde etmenin âleti olurAncak Allahü teâlâ kimin kurtuluşunu murad etmiş ise, o kendini bu tehlikeli meselelerle birlikte dinî ilimleri de tahsil etmişse kurtarabilir.

Bu hükmün delili tecrübe ve müşahededirBak ve ibret al! Basîret gözünü aç! Sadece bu meselelerle meşgul olanların durumuna nazar et ve memleketin hazin hâlini gör! Yardımcımız sadece Allahdır.

Bir ara Süfyân-ı Sevrî'yi hüzün içinde görenler kendisine bunun sebebini sorarlar, o da şöyle cevap verir: 'Biz, dünyayı isteyenlere birer ticaret malı oldukOnlardan bazıları yanımıza geldi ve ders aldıBizden öğrendikleri şeylerle kadı, vali veya kahraman oldular'.

4Hoca, talebesinin kötü ahlâkını apaçık bir şekilde değil; mümkün olduğu kadar târiz ve îma yoluyla bildirmeli ve bu ahlâklardan onu menetmeye bakmalıdırMuallimliğin inceliklerinden birisi de budurAzarlama şeklinde değil, merhamet ve şefkat hisleriyle hareket ederek onu kötü huylarından vazgeçirmeye çalışmalıdırÇünkü bir hocanın, talebesini, açık bir şekilde azarlaması, talebenin hocaya karşı duyduğu hürmet hissini iptal ederHocanın heybetli görünüp talebenin gözünde silinirÇünkü aralarındaki perde yırtılmıştırBunun için de hocasına muhalefet etmeye cesaret bulurZira hırsı kamçılanmıştırBu sır ve hikmeti ima etmek için, muallimlerin muallimi olan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Eğer insanlar bir fışkıyı kırmaktan menedilirlerse, o fışkıyı mutlaka kırarlarÇünkü kırması yasaklandığına göre o fışkının içinde birşey olduğunu ve o şeyden mahrum edildiklerini zannederler181

Bu konuda seni en iyi bir şekilde uyandıracak misal Hazret-i Adem ile Havva'nın yasak edilen nesneye karşı takındığı tavırdır.

Sana bu misalleri laf olsun diye getirmiyorumBu misalleri uyanman için serdetmeye ve ibret alarak hak yoluna gitmeni temin edesin diye getiriyorum.

Hocanın talebesini îma yoluyla terbiye etmeye çalışması şu bakımdan da isabetlidir: Faziletli insanlar, zeki kişiler târiz yoluyla söylenen sözlerin içindeki mânâları çözmeye meyyaldirlerBu meyilleri okşamak suretiyle kendilerine târizde bulunmak çok yerinde bir hareket olurTalebe de, kendisine îma yoluyla söylenen mânâları çözmek için var gücüyle çalışır ve bu sayede zihnî faaliyetlerini artırmış olur.

5İlimlerden bazılarına vâkıf olan muallimin vazifelerinden birisi de, bilmediği herhangi bir ilmi, talebesinin gözünde küçültmemektir.

Günümüzde bir lügat mualliminin âdeti, fıkıh ilmini talebenin gözünde küçültmeye çalışmaktırFıkıh mualliminin âdeti ise, hadîs ve tefsir ilmini sadece 'nakle dayandığı' gerekçesiyle küçümsemeye teşebbüs etmektir.

Çünkü ona göre nakle dayanarak ortaya atılan ilim kocakarılara ait bir ilimdirOnlara göre aklın bu ilimlerde hiç bir dahli yokturBir kelâm muallimi ise halkı fıkıhtan soğutmak için şöyle söyler: 'O, kadınların hayız hâlinden bahseden; fer'î meseleleri ele alan ilimden başka birşey değildirAllah'ın sıfatlarından bahseden kelâm ilmi ile böyle bir ilim hiç mukayese edilir mi?'

İşte böyle bir ahlâk, muallimler için, en kötü ahlâklardan biridirBir ilme sahip olan muallim, böyle kötü ahlâka düşmemek için başka ilimleri küçük görmemelidirÖğrenciye ilim öğrenmenin yollarını açmalı ve başka ilimlerin de büyük faydaları olduğunu iyice anlatmalıdırŞayet muallim, birçok ilimleri öğretmekle vazifeli ise, öğrencinin kabiliyetini gözönünde tutarak tedrici bir şekilde tedrise devam etmelidir.

6Öğrencinin anlayışını iyi tesbit etmek, kaldırabileceği kadar ders vermektirAklının eremeyeceği veya kalbine usanç getiren, yahut aklını çok zorlayan konuları, derste tekrar edip durmamalıdırÖğretme sanatında, beşeriyetin efendisine uymalıdır.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Biz peygamberler, Allahü teâlâ tarafından, insanları kendilerine uygun derecelerinde tutmakla ve akıllarının yeteceği bir şekilde kendileriyle konuşmakla emrolunduk!182

Demek ki bir muallim, talebenin anlayacağı zamanı kolla malı ve hakikati o anda ona söylemelidir,

Akılları ermeyen bir bahsi (hakîkati) bir kavme söyleyen bir kimse, o kavmin bir kısmının sapıtmasına vesile olur183

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) göğsüne işaret ederek şöyle buyurdu: 'Burada birçok ilimler varKeşke bu ilimleri devredebileceğim bir kim seye rastlayabilsem'184

Ne kadar doğru söylemiştir! Çünkü iyilerin kalbi sırların kabridir.

Her âlim, bildiklerini her yerde söylememelidirBu durum, talebenin anlayacağı, fakat söylemekle herhangi bir menfaatin bahis mevzuu edilemeyeceği hallerde böyledirAcaba bir de talebe hiçbir şey anlamazsa nasıl bir durum ortaya çıkmaktadır ve bunun için hüküm nedir?

Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurur: 'Mücevherleri domuzların boynuna takmaktan sakının'185

Hikmet ve ilim, mücevherin en kıymetli olanıdırOnun için hikmet ve ilme buğzeden kimse domuzların en çirkinidirBu sır ve hikmete binaen 'Her kulu aklının ölçeği ile ölç!

Anlayışının miktarı ile tesbit et ki sen ondan emin olasın ve o da senden bir fayda elde edebilsinŞayet böyle yapmazsan ölçüleriniz ayrı olduğu için sizi inkâr etmeye kalkışırlar', denilmiştir.

Bir âlime bir sual sorulurCevap vermeyince suali soran kişi kızarak o âlime şöyle haykırır: 'Sen Allah'ın Rasûlü'nden rivâyet edilen şu hadîsi duymadın mı?'

Faydalı bir ilmi gizleyip söylemeyen bir kimse, kıyâmet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemlenerek Allah'ın huzuruna gelir186

Bunun üzerine âlim şöyle der: 'Sen gemi bırak ve git! Eğer bu sözün mânasını anlayan biri gelir de, bu ilmi ondan saklarsam Allah beni kıyâmet gününde gemlendirsin.

Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarru funuzdaki yetim mallarını onların akılsızlarına vermeyinOnları malları ile rızıklandırm, giydirin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin. (Nisâ/5)

Bu ayet, ilmi ifsad eden ve ilmi kendisi için zararlı olan bir kimseden gizlemenin daha iyi olduğuna işaret buyuruyorMüstahak olmayana vermek, müstahak olana vermemekten daha az zulüm değildir.

Ben incileri, otlayan koyunlar arasına mı serpeyim? Bu yüzden otlayan koyunların koruyucusu mu olayım? Onlar ilmin kıymetini bilmez cahiller oldularBari ben ilmi hayvanların boynuna takmayayımEğer lâtif olan Allah lûtfuyla kerem eylerse; Ben ilim ve hikmete ehil birisiyle karşılaşırsam;

Ona fayda vermek için ilmi yayar, onun sevgisini ka zanırım.

Eğer böyle birini görmezsem, o ilim yanımda dopdolu ve mektum kalacaktır.

Câlillere ilim veren onu zâyi eder.

Ehli olandan da ilmi meneden zulmetmiş olur.

7Zekâsı kıt olan bir öğrenciye açık ilimleri telkin etmek münasiptirBöyle bir talebeye 'Sana öğrettiğim ilmin daha nice incelikleri vardır, fakat şu anda bunları kavrayacak durumda olmadığın için söylemiyorum' dememelidirÇünkü böyle bir söz o talebenin açık ilimlerdeki gayretini gevşetir, zihnini karıştırır ve hayalini, daima hocasının kendisinden sakladığı şeyler işgal ederÇünkü her insan kabiliyet derecesi ne olursa olsun kendini her ilme ehliyetli bulurHiç kimsenin kendisine verilen akıldan akılsız olsa dahi şikayet ettiğini göremezsinBunların en akılsızı, mevcut olmayan aklının kemâliyle övünendirBu hakikatten anlaşılıyor ki, halk tabakasından, şeriat zinciriyle bağlanıp teşbih ve te'vil yapmaksızın selefden (sahabe'den) gelen inançları kalplerine yerleştiren ve bununla beraber gidişatlarını düzelten ve aklına, kaldıramayacağı yükü yükletmeyen kişi, en iyisini yapmıştırBöylece gereken vazifeyi yerine getirmiş olurDolayısıyla bu anlayışta olan halk tabakasının inancını şüphelere itmek doğru bir hareket olmazBilginlere düşen vazife, bu insanları kendi inançlarıyla ve işleriyle başbaşa bırakmaktırŞayet bilgin, zâhirî tevilleri bu tip insanlara söylerse avam kaydını ortadan kaldırmış ve havassa da bağlayamamış olur.

Böyle olunca halk ile günahlar arasındaki perdeler kalkar ve zavallılar inatçı birer şeytan kesilirHem kendisini ve hem de başkalarını felâkete sürüklerHalk tabakası ile ilmin ince meselelerine dalmak doğru bir hareket değildirEn uygun hareket onlara ibadetleri öğretmek, yaptıkları işlerde emin birer kişi olmalarını temin etmek, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekilde kalplerini cehennem korkusuyla ve cennet aşkıyla doldurmak için telkinlerde bulunmaktırHalkı şüphelere itici meselelere girmemelidirÇünkü avamdan bir kişinin kalbini şüpheler sarabilirBu şüphelerden kendisini kurtaracak kabiliyette olmadığı için derin konularda içine yuvarlandığı şüpheler helâkine sebep olur.

Halkın önünde münakaşa kapısı açılmamalıdırÇünkü böyle bir hareket halkın nizamını bozar ve bütün insanların maişetini tanzim eden ve bunu devam ettiren sanatlar üzerindeki çalışmaları gevşetir ve havassın hayatını köreltir.

8Muallim ilmiyle âmil olmalıdırYani bildiklerini yaşamalıdırZira bir insanda bulunan ilim, ancak basiretli kimseler tarafından bilinebilirÇünkü ilim; kişide, gözle görülen ve elle tutulan bir mal değildirAmel ise, gözle görülebilen hareketlerden olduğu için insanların değer verdikleri bir hâldirÖyleyse kişiler, bir âlimin ilmine değil ameline bakmalıdırBu nedenle ilmiyle âmil olmayan âlimin ne kendisine ve ne de etrafındakilere bir faydası dokunmaz.

Bir insanın kendi fiilini halka yasaklaması ne kadar gülünç bir harekettirBöyle olduğu için de, zehir gibi helâk edicidirBöyle bir kimseyi halk katiyyen ciddiye almaz ve hatta ameliyle sözünü cerhedeni alaya alırBu sözü söyleyenleri, dinleyenler daima itham ederHatta bizzat aksini yaptığı bir sözü âlimden dinleyenler onun fiillerinden daha kötüsünü yaparlarÇünkü kendi kendilerine, kuş beyinleri ile 'Eğer bu iş tatlı olmasaydı, onu bir âlim işler miydi?' şeklinde teselli aramaya çalışırlarİrşad edici bir muallimle irşad edilen öğrencinin durumu, nakış ile çamur, gölge ile ağacın durumuna benzerNakış bulunmayan bir kalıba dökülen çamur elbette ki nakışlı olamazEğri bir ağacın gölgesi de mümkün değil ki doğru olsun. . . Bu mânâyı şair ne kadar güzel ifade etmiştir:

Benzerini yaptığın bir fiili, başkalarına yasak etme! Böyle yapmanda büyük zillet yoktur senin için! Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:

Kitab'ı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Bakara/44)

Alime verilen cezanın, cahilin cezasından kat kat üstün oluşunun hikmeti budur, Zira bir âlimin yanlış yola gitmesiyle büyük bir insanlık kitlesi dalâlete düşerek âlime uyabilir, söz ve hareketlerini doğru bulup onlara uygun hareket edebilir! Onun için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurmuştur:

Kötü bir çığır açanın defterine, açtığı o çığırın günahı yazıldığı gibi, o çığıra uyanların günahı kadar daha ilâve edilir187

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'Belimi iki tip insan kırmıştırBunlar ilmiyle âmil olmayan âlim; ibadetlere dalan cahillerdirÇünkü cahil, halkı, ibadetiyle aldatır, âlim ise ibadetsizliği ile'.

Ne kadar güzel bir söz!

172) Benzer bir hadîs için bkzİbn Hıbbân (Hazret-i Âişe den) ; Taberânî

173) Buhârî ve Müslim, (Ebû Talha el-Ensarî'den)

174) Salebi, Tefsir, (Berrâ b. Azib'den)

175) İnsanda iki kalp olmadığına güre, kalbini ya dünyaya veya ilim öğrenmeye hasredecektirBir kalbi iki hedefe yöneltmek mümkün değildirGünümüzde dünya meşgalelerine boğulmuş talebelerin ne büyük felâketlere düçar olduklarını görüyoruzBu nedenle ilim tahsil eden talebelere tefekkür ve tedkik dışında başka şeylerle meşgul ol mamalarını tavsiye ederiz.

176) Şa'bî çok müttaki ve kıymetli bir âlimdirKünyesi Ebû Amr, ismi Amr bŞurahbil'dirHemedanlıdır, H100'de seksen yaşlarında iken vefat etmiştir.

177) Taberânî, Hâkim ve Beyhâkî, el-Medhal: Hâkim'e göre senedi sahihtir.

178) İbn Adiyy, (Muaz ve Ebû Umâme'den zayıf bir senedle)

179) Buhârî ve Müslim

180) Ebû Davud, Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den)

181) el-Zeria adlı eserde değişik bir ibareyle zikredilmiştirİbn Şahin bu hadîsi zayıf bir senedle rivâyet etmiştir ve İmâm Suyutî fışkı yerine diken tâbirini kullanmıştır.

182) Ebû Bekir bSalur, (İbn Ömer'den) ; Ebû Huzeyme, es-Siyase; hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.

183) Ukaylî, İbn Sünnî ve Ebû Nuaym, (İbn-i Abbâs'dan zayıf bir senedle)

184) Bu söz değişik ibarelerle el-Gud adlı eserden alınmıştır.

185) Ebû Talib el-Mekkî, Kut-ül Külâh; Suyutî, el-Leâli'il-Mesnua

186) İbn Mâce, (Ebû Said'den zayıf bir senedle) ; benzeri bir hadîs daha önce Ebû Hüreyre'den de nakledilmişti.

187) Bu hadîs daha önce zikredilmişti.

1-9

İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri

Kitabımızın başında ilim ve âlimler hakkında vârid olan ayet ve hadîsleri zikretmiştikKötü âlimlere dair çok korkunç tehditler mevcutturBütün bu rivâyetler kötü âlimlerin kıyâmet günü uğrayacakları şiddetli azâbı haber vermiş ve onların herkesten daha çok eziyet çekeceklerini bildirmiştirBu bakımdan müslü manlara düşen vazifelerden biri de; kötü âlimle, iyi âlimi birbirin den ayıran alâmetleri iyice öğrenmektir.

'Dünya âlimleri derken anlatmak istediklerim, dünya lezzetlerine dalan ve dünya rütbelerine ulaşmak için ilim yapmaya çalışan insanlardır.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kötü âlimler hakkında şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet gününde herkesten daha şiddetli bir azâba düçar olacak kişiler,, Allahü teâlâ'nın, ilminden kendisine menfaat vermediği âlimlerdir188

Bildiği ile amel etmeyen bir kimse, âlim olamaz189

İlim iki çeşittir:

a) Dil ile söylenen ilimBu ilim, Allah'ın mahlûkatı üzerindeki delili sayılmaktadır,

b) Kalpte olan ilimdir ki kişiye yararı olacak ilim de budur190

Âhir zamanda cahil abidler ile fasık âlimler olacaktır191

Alimlere karşı böbürlenmeyin, ilmi de sefihlerle mücadele etmek ve halkın takdirini kazanmak için öğrenmeyinÇünkü böyle yapan kişi ateştedir192

Kim bildiği ilmi ehlinden kıskanırsa, Allah onu ateşten yapılmış bir gem ile gemler!

Sizin için deccalden daha fazla başkalarından korkuyorumSahabîler 'Kimdir onlar?' diye sorunca, Hazret-i Peygamber 'Dalâlete sürekleyen önderlerdir (âlimler) ' diye cevap ve rir193

Kim ilmen gelişir ve fakat hidayet bakımından gelişmezse, o kimse Allah'tan gittikçe uzaklaşır194

Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: 'Kendiniz şaşkınlıkta olduğunuz halde, yolunu kaybedenlere ne zamana kadar rehberlik etmeye devam edeceksiniz?'195

Bunlar ve bunlara benzeyen daha nice hadîsler, ilmin büyük tehlikelerine işaret etmektedirlerDemek ki âlimler ya ebedî sa adete veya ebedî felâkete namzet kişilerdirKişi, ilme dalmakla sa adet bulamamışsa, mutlaka felâketle karşılaşır.

Hazret-i Ömer şöyle der: 'Bu ümmet için en çok korktuğum kişiler, münafık âlimlerdir'Bir âlim nasıl münafık olur?' diye sorulduğunda, Hazret-i Ömer 'Dili ile âlim, fakat kalbi ve ameli ile cahil olmak suretiyle. . der.

Hasan el-Basrî şöyle buyurmuştur: Âlimlerin ilmini, hakîmlerin hikmetlerini öğrenip de, cahillerin amellerini yapan ahmaklardan olma!'

Bir kişi, Ebû Hüreyre'ye şöyle der: 'İlim öğrenmek istiyorum; fakat kaybetmekten korkuyorum'Ebû Hüreyre de şöyle cevap ve rir: 'Zaten ilim öğrenmemekten daha büyük bir kayıp yoktur in sanoğlu için'.

İbrahim bUyeyne'ye 'İnsanlar içerisinde en çok kimler ned âmet duyarlar?' diye sorulduğunda şöyle der: 'Dünyada yaptığı takdir edilmeyen, âhirette ise, ilmi olup ameli olmayan kimseler'.

Halil bAhmed196 şöyle demiştir: İnsanlar dört kısma ayırılır:

1Bilir ve bildiğini de bilirBu kişi âlimdirOna tâbi olunuz.

2Bilir, fakat bildiğini bilmezBöyle bir kimse uykudadır; onu uyandırınız.

3Bilmez ve fakat bilmediğini de bilirBöyle bir kişi irşada muhtaçtırOnu irşad ediniz.

4Bilmez, fakat bilmediğini de bilmezBöyle bir adam kara cahildirOndan kaçınız'.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: İlim, ameli çağırır; gelirse ne âlâ, fakat gelmediği takdirde ilim de kaçıp gider'.

İbn-i Mübârek şöyle der: 'Kişi, ilim talebinde bulundukça âlimdirFakat herşeyi bildiğini iddia eden cahil olur'.

Fudayl bIyâz197 der ki: Ben üç sınıf insana acırım: a) Bir kavmin zelil olan reisine, b) Sonradan fakir olan zengine; c) Dünyanın oyuncağı hâline gelmiş âlime.

Hasan-ı Basrî Âlimlerin cezası kalplerinin ölmesidirKalbin ölümü ise âhiret ameliyle dünyayı istemektir' demiştir.

Bir şair şöyle der:

Hidayeti verip de dalâleti satın alan kişilere hayret ediyo rumFakat dinini verip dünyayı satın alana, çok daha hayret edi yorumBu ikisinden de fazla, dinini başkasının dünyasına fedâ edene şaşıyorumZira hepsinden daha şaşırtıcı olanı budur.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kötü olan âlime öyle şiddetli bir azap verilir ki, azabın şiddetinden ötürü bütün ehl-i cehennem seyrine gelir198

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu sözüyle yalancı âlimi kasdetmektedirUsâme bZeyd, Hazret-i Peygamberden şu hadîsi rivâyet eder:

Kıyâmet gününde, (fâcir) âlim getirilip ateşe atılırAteşin şiddetiyle barsakları delinir (ve dökülür) Merkebin değirmeni döndürmesi gibi, o da onlarla dönerBütün ce hennem ehli onu seyre gelir'Sana ne oldu, bu kadar şiddetli azaba düçâr olman için ne yaptın?' diye sorulduğunda, fâcir şöyle cevap verir: 'Ben (dünyada) herkese hayri tavsiye edi yordum, fakat kendim yapmıyordumŞerden sakındırıyordum, fakat kendim işliyordum'199

İbn-i Mübârek şöyle demiştir: Âlimin en büyük günahı, bildiği halde, günah işlemesinden doğarİşte bundan dolayı âlim, büyük azaba düçâr olur.

Muhakkak ki, münafıklar ateşin en alçak derekesindedir (cehennemin en dibindedir) Asla onların azâbını kaldıracak bir yardımcı bulamazsın. (Nisâ/145)

Münafıkların bu denli şiddetli cezalara müstahak olmalarının sebebi, bildikleri halde inkâra sapmalarıdırBu sebeple, Allahü teâlâ yahudileri, hristiyanlardan daha kötü olmakla tavsif etmek tedirHalbuki 'Üzeyir Allah'ın oğludur' diyenler hariç hiçbir ya hudi, Allah'a oğul izafe etmez, 'Allah, üçten biridir' gibi galiz kü fürlere sapmazFakat onları bu büyük cezalara muhatap eden şey, bildikleri halde inkâr etmeleridir.

Allahü teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Kendilerine kitab verdiklerimiz, Peygamber'i öz oğullarını tanır gibi tanırlarBöyle olduğu halde içlerinden bir toplu luk hak ve hakikati bile bile gizlerler. (Bakara/146)

Vakta ki onlara Hak Teâlâ tarafından kendilerinde olanı tasdik edici Kitab geldi ki onlar bundan önceleri, inkâr edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi bildikleri gelince onu inkâr ettiler. (Bakara/89)

(Ey Rasûlüm!) Yahudilere o kimsenin haberini oku ki, ken disine ayetlerimizi vermiştik de, o bunları inkâr ederek imandan çıkmıştıBöylece şeytan onu arkasına takmış da azgınlardan olmuştu. (A'raf/175)

Devamla şöyle buyurulmaktadır:

İşte bu kimsenin hâli, o köpeğin hâline benzer ki, üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da di lini sarkıtıp solur. (A'raf/176)

Fâcir âlim de böyledirÇünkü Bel'am bBaûra'ya Allah'ın Kitabı verilmiş ve fakat o şehvete dalması sebebiyle köpeğe benze tilmiştirFâcir âlim, kendisine ister hikmet verilsin, ister verilme sin, dilini çıkararak solur ve şehvetlere dalar gider.

Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurur: 'Kötü âlimlerin durumu bir arkın içine düşüp suyun akmasına mâni olan taşın durumuna benzerTaş suyu ne kendi içer ve ne de tarla ve bostanlara ulaşarak onların istifade etmelerine müsaade ederYine kötü âlimlerin durumu, bataklıktaki ota benzerDışı parlak görünür, fakat içi pislik doludurYine kötü âlimlerin durumu, kabirlere benzerDışı mâ mur, içi ise ölü kemikleriyle doludur'.

Bu rivâyetler göstermektedir ki, dünyaya meyletmiş âlimin kıyâmet gününde cahil kimselere nazaran çekeceği azap daha şiddetli ve hâli daha perişandırYine anlaşılmaktadır ki, zafere ulaşanlar ve Allah'ın rahmetine yakın olanlar, ancak âhiret âlimleridir.

Bunların da birçok alâmetleri vardır.

1İlimleriyle dünyayı talep etmezlerZira âlimin en aşağı de recesi dünyanın hakir, hasis, karanlık ve geçici olduğunu; âhiretin devamlı, nimetlerinin berrak ve ebedî, mülkünün büyük olduğunu bilmektir.

Yine âlim bilmelidir ki, dünya ile âhiret birbirinin zıddıdırBirbirinin kumaşıdır.

Birini razı etsen öbürünü kızdırmış olursun.

Terazinin kefesi gibidirlerBiri ağır bastığı zaman, öbürü mutlaka hafif gelir.

Doğu ile batı gibidirler; birine yaklaştığın takdirde öbüründen uzaklaşırsın,

Biri dolu, öbürü boş fincan gibidirDoludan ne kadar boşaltırsan o kadar dolar boş olanı. . .

Dünyanın hakirliğini, bulanıklığını; lezzetlerinin elemle karışık olduğunu ve sonra lezzetli olan nimetlerin bir daha dönmemek üzere geçip gittiğini bilmeyen bir âlim, aklî dengesini kaybetmiş bir mecnundurÇünkü görgü, deneme, insana dünyanın böyle olduğunu göstermektedir.

Bu bakımdan, aklı olmayan bir in san nasıl âlim olabilir? Âhiret işinin büyüklük ve devamlılığını bilmeyen, değil âlim, belki kâfirin tâ kendisidirBöyle bir kimsenin imânı kendisinden alınmıştırİmanı olmayan bir kimse ise nasıl İslâm âlimi olabilir?

Dünyanın âhirete zıd düştüğünü, ikisini bir arada tutmanın muhal olduğunu bilmeyen bir kişi, bütün peygamberlerin birlikte getirdiği dini bilmiyor demektirBöyle bir kişi ise Kur'ân'ı başından sonuna kadar, inkâr eden bir adamdırBu adam, nasıl olur da âlimler zümresine idhal edilebilir?

Allah'ın dinini kâmil bir şekilde bilen kişi, bütün bilgisine rağmen, âhireti dünyaya tercih etmiyorsa, şeytanın esiridirŞehvetleri onu helâke sürüklemiştirİçindeki kötülükler, iradesine galebe çalmıştırBöyle olan bir kişi nasıl âlimler zümresinden sayılabilir?

Hazret-i Dâvud'dan nakledilen hikâyelerin birinde Allah'a atfen şöyle söylenmektedir: 'Şehvetini bana olan sevgisinden daha üstün tuttuğu zaman âlimin başına getirdiğim cezanın en azı, onu mün âcaatımın lezzetinden mahrum etmektirEy Dâvud! Dünya ile sarhoş olan ve seni sevgi yolundan alıkoyan bir âlimi benden sorma! Çünkü böyleleri, kullarımın yolunu kesen eşkıyalardırEy Dâvud! Beni arayan birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol! Kaçan bir kişiyi tutarak dergâhıma getiren bir kimseyi ârifler def terine yazarım ve ârifler defterine yazdığım bir kimseyi de artık hiçbir zaman azaba dûçâr etmem'.

Bu sır ve hikmeti beyan etmek için Hasan-ı Basrî şöyle yurmuştur:Âlimin cezası kalbinin ölmüş olmasıdırKalbi, ancak âhiret ameliyle dünyayı istemek öldürür'.

Aynı hikmeti beyan etmek için Yahya b. Muaz şöyle demiştir: İlim ve hikmetle dünya talep edildiği zaman ilim ve hikmetin gü zelliği solup gider'.

Said bMüseyyeb şöyle buyurmuştur: 'Bir âlim kişiyi, sık sık sultanların ve emirlerin yanma girip çıkarken gördüğün zaman, hemen o âlimin hırsız olduğunu idrâk et'.

Hazret-i Ömer Âlim kişinin dünyayı sevdiğini görürsen, kendisin den istifade ettiğin dinî meselelerde onu itham et ve ihtiyatlı dav ranZira kişi neyi severse, sevdiği o şeye dalar' dedi.

Mâlik bDinar şöyle anlatır: 'Önceki peygamberlere ait bazı ki taplarda okuduğuma göre Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Âlim kişi dünyayı sevdiği zaman ona vereceğim azâbın en ehveni, mün âcaatımın tadını onun kalbinden söküp almaktır'.

Salih bir kişi, bir dostuna şöyle bir mektup yazmıştı: 'Sana bir ilim verilmiştirİlminin nûrunu günahların karanlığı ile ka rartma ki, ilim sahiplerinin ilimlerinin nûruyla serbestçe gittikleri günün (kıyâmetin) karanlığında kalmayasın!'

Yahyâ bMuaz er-Râzî, dünyaya dalan âlimler için diyordu ki: 'Ey ilim sahipleri! Köşkleriniz Kayser binalarına eş. . . Evleriniz Kisrâ'nın evlerinin benzeri. . . Elbiseleriniz vezir Hüseyin oğlu Tahir'in elbiselerine uygun. . . Kunduralarınız Sultan Calut'unkilerden farklı değilBinekleriniz Karun'un binekleri gibiEvlerinizdeki kapkacak ve diğer eşyalarınız Firavun'un ev eşyasından aşağı değil. . . Günahlarınız cahiliye devrinin insanlarının günahlarına benziyor. . . Hâsılı gidişiniz şeytanın gidişinin aynısıO halde Muhammed'in şeriatı nerede kaldı?'

Şair şöyle der:

Çoban, koyununu kurttan korur. . .

Acaba kurt bizzat çoban olursa, durum ne olur?

Bir başka şâir de şöyle söylemektedir:

Ey memleketin tuzu mesâbesindeki âlimler!

Size soruyorum! Tuz bozulduğu zaman ne ile düzeltilir?

Arif bir zata 'Sence, gözünün nûru günahlar olan bir kişi Allah'ı tanıyabilir mi?' diye sorulunca, şöyle der: 'Yanında, dünya âhiretten daha kıymetli olan kişinin Allah'ı tanımayacağından hiç şüphem yokturHalbuki böyle bir kişi, günahları, gözünün nûru yapmış bir insandan çok daha ehvendir'.

Malı terkeden her âlimi de, sakın, âhiret âlimi zannetme! Zira makam hırsı, kişinin imanını, mal hırsından daha çok zedeler.

İşte bu hikmeti anlatmak için Bişr bHars el-Hafi şöyle der: 'Haddesena' (Bize söyledi) deyimi dünya kapılarından birisidirBir kişi Haddesena' (Bize söyledi) dediği zaman, bil ki o insan zımnen "Bana yol açınız ve imamlık yeriniz' demek istiyor.

Bişr bHars, on küsür sepet dolusu kitabını gömerek buyurdu ki: 'Nefsim konuşmamı arzu ediyorEğer nefsimin bu arzusunu kırabilseydim konuşurdum'.

Bişr ve onun ayarındaki bazı âlimler şöyle demişlerdir: 'Nefsin konuşmayı arzu ettiği zaman sakın konuşma! Aksine sükût et! Fakat nefsin konuşmayı sevmez bir hâle geldiği zaman konuşmaya çalış! Konuşma kabiliyeti insana büyük bir haz verirİrşad seviyesinde olmak ise dünya nimetlerinin hemen hemen hepsinden daha çok haz verir insana. . . Bu bakımdan nefsinin isteğine uyarak konuşan bir kimse dünyaya bağlı olan kişilerden biri olur.

Süfyân es-Sevri de bu mânâya şöyle işaret buyurdular: İnsana, konuşmasından dolayı gelen fitne, malından ve çocuğundan gelen fitneden daha şiddetlidir'.

Konuşmadan doğan fitneden nasıl korkmazsın, halbuki Allahü teâlâ rasûllerin efendisine şöyle buyurmaktadır:

Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara az da olsa meyledecektinO takdirde, dünya ve âhiret azâbını iki kat olarak muhakkak sana tattıracaktık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacaktın. (İsrâ/74-75)

Sehl200 şöyle buyurmuştur: İlmin tamamı dünyaya aittirİlimden âhirete ait olan kısım ise onunla amel etmektirAmelin tamamı ise, kasırganın önündeki toz gibidirİhlâslı kısmı müstesna'.

Yine Sehl şöyle buyurmuştur: Âlimler hariç, bütün insanlar ölüdürİlmiyle âmil olan âlimler hariç, bütün âlimler sarhoştur, Amelinde ihlâslı olanlar hariç, amel sahiplerinin bütünü mağrurdurİhlâslı kimse ise büyük bir korkunun içinde yaşayan kişidirÇünkü sonunun nasıl olacağını bilmemektedir'.

Ebû Süleyman ed-Dârânî201 şöyle buyurmuştur: 'Kişi hadîs araştırıyorsa veya evleniyorsa veya maişet için sefere çıkıyorsa dünyaya sarılmış ve meyletmiş sayılır'.

'Hadîs araştırıyorsa' sözü burada 'hadîsin garib olan ve hiçbir muhaddisin nezdinde bulunmayan ve inkâr edilen isnadlarını arıyorsa' mânâsı taşımaktadır.202

Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: 'Yolu, âhirete müteveccih olduğu halde dünyaya giden yola dönen bir kişi nasıl olur da ilim erbabından sayılabilir? Kelâmı, muhtevasıyla amel etmek için değil, onunla, başkasını ittiham etmek için öğrenen kişi, nasıl olur da âlimler zümresine dahil olur?'

Salih bKisan el-Basrî203 şöyle buyurmuştur: Medine-i Münevvere ve diğer İslâm beldelerinde yaşayan büyük âlimlere yetiştimHepsi de hadîs bilen fakat aynı zamanda fâcir olan âlim den Allah'a sığınırlardı'.

Ebû Hüreyre şöyle rivâyet ediyor:

Her kim, Allah'ın cemâlini elde etmeye vesile olan ilmi, dünyayı elde etmek için talep ederse, kıyâmet gününde cen netin kokusunu dahi alamaz.

Allahü teâlâ kötü âlimleri 'dünyayı ilimle yiyenler' olarak, ahi ret âlimlerini ise 'huşû ve zâhidlik' ile tavsif etmektedir.

Allahü teâlâ dünya âlimleri (kötü âlimler) hakkında şöyle bu yurur:

Vaktiyle Allah, kendilerine kitab verilenlerden (âlimlerden) şöyle teminat almıştı: Cemâlim hakkı için, Kitab'ı muhak kak insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemiyeceksi niz! Onlar ise, o söz ve teminatı sırtlarından attılar ve karşılığında biraz para aldılar, Bu ne kötü alış-veriştir! (Âl-i İmrân/ 187)

Âhiret âlimlerinin vasfını da şöyle tasvir ediyor:

Şüphesiz kitab ehlinden (hristiyan ve yahudilerden) kimi de vardır ki, hakka boyun eğer oldukları halde Allah'a îman et tikleri gibi size indirilen Kur'ân'a da, kendilerine indirilen Tevrat ve İncil'e de îman ederlerAllah'ın ayetlerini birkaç paraya satıp dünya menfaati elde etmezler! İşte bu Mü'minlere rableri katında mükâfatlar vardırGerçekten Allah hesabını çabuk görür. (Âl-i îmran/198)

Selefden bazıları şöyle buyurmuştur: 'Alimler, peygamberler zümresiyle, kadılar ise sultanlarla beraber haşrolunur'.

İlmiyle dünya talebinde bulunan her fakih kadılar zümresin den sayılır.

Ebu'd DerdaHazret-i Peygamberden şöyle rivâyet eder:

Allahü teâlâ, peygamberlerinden bazılarına şöyle vahyetti! Âhiret ameliyle dünyayı talep eden, amel etmek için değil, başka gayeler için ilim tahsili yapan, din için değil dünya mansıbları için fıkıh öğrenenlere, kalpleri kurt kalbi gibi olup halk için koç (koyun) postuna bürünenlere, dili baldan tatlı ve kalbi biberden acı olanlara de ki; benimle mi alay edip kandırmaya çalışıyorlar? İzzetim hakkı için onlara öyle bir fitne kapısı açarım ki, en halîm olanlarını bile şaşkın bırakır204

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bu ümmetin âlimleri iki sınıftır:

a) Birinci grup: Allah'ın kendisine lütfederek verdiği ilmi sadece Allah rızasını kazanmak için, başka bir karşılık beklemeden halka öğretirO ilmi herhangi bir dünya malı karşılığında vermezBöyle bir insanın üzerine havada uçan kuşlar, denizde yüzen balıklar, karada gezen hayvanlar ve kirâmen kâtibin diye adlandırılan melekler salâvat getirirler (iyiliğine dua ederler) Bu kimse, şerefli bir efendi olarak peygamberlerin refakatinde kıyâmet gününde Allah'ın huzur-u mânevisine gelir.

b) İkinci grup ise dünyada Allah'ın ilmini öğrenmiş, fakat bahil (cimri) olduğu için, bildiğini Allah'ın kullarına dünya malı karşılığı hariç, öğretmekten kaçınmıştırBöyle bir kimse kıyâmet gününde ağzına ateşten gem vurulduğu halde huzura gelecektirMahşer ehlinin arasında bulunan bir tellâl şöyle bağıracaktır: 'Şu falan oğlu filândır! Dünyada Allah ona ilim verdi; o ise, Allah'ın verdiği bu ilmi Allah'ın kullarından esirgedi onun karşılığında dünyalık aldı ve ilmi karşılığında dünya menfaati sağladı ve az bir paha ile sattıBu bakımdan bu kişi, insanların hesabı bitinceye kadar, azap içinde kalır205

Bu hadîsten daha şiddetlisi de vardır ki o da şudur:

Vaktiyle Hazret-i Mûsa'ya hizmet etmiş biri durmadan; 'Allah'ın safiyyi (temiz kulu) Musa, bana şöyle söylediAllah'ın neciyyi (sırdaş kulu) Musa, bana şunu söylediAllah'ın kelimi (Allah ile konuşan) Musa, bana böyle söy ledi' diye Hazret-i Mûsa'ya iftira ederdiZamanla bu adamcağız zengin olup serveti çoğalınca Hazret-i Mûsa'nın huzuruna gel mez olduHazret-i Mûsa herkese ondan haber soruyor, fakat bir türlü izine rastlayamıyorduGünün birinde Hazret-i Mûsa'nın huzuruna elinde domuz ve domuzun boynunda siyah bir ip bulunan bir kişi çıkageldiO gelen kişiye Hazret-i Mûsa eski dos tunu sordu, adam 'Evet, o sorduğun adam şu gördüğün do muzdur' diye cevap verince; Hazret-i Mûsa, Allah'a yalvararak; 'Ya Rab, onu eski hâline döndür! Döndür de ona neden bu hâle geldiğini sorayım' diye niyazda bulunduAllah, Musa kuluna şöyle vahiy gönderdi: 'Âdem ve Âdem'den sonraki peygamberlerin dua ettikleri gibi de dua etseydin yine duanı kabul etmezdimFakat ben bunu neden bu hâle getirdiğimi sana haber vereyim mi? Bunu din ile dünyayı talep ettiği için bu hâle getirdim'.

Bu hikâyeden daha dehşet verici olanını da söyleyelim:

Muaz b. Cebel mevkuf olarak, başka bir rivâyete göre de merfû olarak Allah'ın Rasûlü'nden şöyle rivâyet eder:

Dinlemekten fazla konuşmasını seven âlim, fitneye düşmüş demektirKonuşmakta, süslenmek ve uzatmak olduğu için, konuşanın sâlim kalması çok zordurSükûtta (âlim için) se lâmet ve ilim (veya ganimet) vardırÂlimlerden birisi vardır ki, derlediği ilmin başkası tarafından bilinmesini istemezBöyle bir âlim, ateşin birinci tabakasındadır.

İlminde pâdişah gibi olan bir kısım âlimler ise, ilmî mevzularda kendisine itiraz edildiği veya herhangi bir fikrine karşı konulduğu zaman büyük bir öfkeye kapılırlarBu tip âlimlerin yeri ateşin ikinci tabakasıdır! İlmini ve garib konuşmalarını zenginlere ve makam sahiplerine tahsis edip, ihtiyaç erbabına hiçbir şey vermeye çalışmayan bir grup âlim vardır ki bu grubun azap yeri, ateşin üçüncü ta bakasıdırDiğer bir grup âlim vardır ki, kendilerini fetvacı zanneder, yanlış fetva verir (zorlamalar yapar) larHalbuki Allahü teâlâ kendilerini zorlayanlara (veya bilir bilmez konuşanlar) a buğz eder! Bunlar ateşin dördüncü taba kasmdadırlarBir kısım âlim de vardır ki ilmi çok görün sün diye yahûdî ve hristiyanların kelâmıyla konuşurBunlar da ateşin beşinci tabakasmdadırBaşka bir grup ise, kibir ve gurur yükünü sırtlar, başkalarına va'z ettiği zaman katı davranır ve azarlar, kendisine va'z edildiği zaman, gu ruru ve kibri sebebiyle nasihat dinlemez, işte bu da ateşin yedinci tabakasındadırKardeşim! Sen susmayı tercih et! Susmayı tercih et ki, bu hâlinle şeytanı mağlup edebilesin! Gereksiz yere gülmekten ve ihtiyacın olmayan bir yere doğru yürümekten sakın!206

Bir başka hadîste şöyle buyurulmaktadır:

Bazen doğudan batıya kadar fezayı dolduracak derecede kişinin medh-ü senâsı yayılır; fakat bunun Allah indindeki değeri bir sivrisinek kanadı kadar bile değildir207

Rivâyet edilir ki; Horasanlı bir kişi, memleketine dönmek üzere iken, va'zından istifade ettiği Hasan-ı Basrîye, içinde beşbin dirhem bulunan bir kese ve ince bir kumaştan yapılmış on elbise hediye eder ve der ki: 'Ey Ebû Said! Bu keseyi nafaka olarak ve bu elbiseleri de giyinmen için sana veriyorum'Hasan-ı Basrî şöyle karşılık ve rir: 'Allah sana âfiyet versin! Benim bu hediyelere ihtiyacım yok turOnun için bunları alıp götürZira benim kürsümde oturan bir kişi, halktan bu verdiklerine benzer şeyler alırsa, kıyâmet günü de nasibi olmayan bir insan olarak Allah'ın huzuruna varır'.

Hazret-i Câbir mevkuf ve merfû olarak şöyle rivâyet eder:

Her âlimin yanında oturmayınız! Ancak sizi beş şeyden vazgeçirip, buna mukabil beş şeye dâvet eden âlimlerin yanında oturun1) Şekten yakîne, 2) Riyadan ihlâsa, 3) Dünya isteğinden zühde (dünya terkine) , 4) Kibirden tevâ zua, 5) Adâvetten nasihate. . . 208

Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyuruyor;

Derken bir gün (Karun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktıDünya hayatını arzu edenler 'Ah, keşke Karun'a verilen mal gibi bizim de olsa; o gerçekten büyük bir nasip sahibidir' dedilerKendilerine (âhiret ahvali hakkında) ilim verilenler de şöyle dediler: 'Ey Karun gibi, dünyayı isteyenler! Yazıklar olsun sizlere! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın (cennetteki) sevabı daha hayırlıdırOna (cennet ve sevaba ise) ancak ibadet üzerine sabredenler kavuşturulur. (Kasas/79-80)

Âyet-i celile, âhiret âlimlerini, âhireti dünyaya tercih etmekle nitelemektedir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, fiillerinin, sözle rine zıd olmadığı gibi, kendisinin yapmadığı bir fiili başkasına tav siye etmemesidir.

Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:

(Ey âlimler) insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? (Bakara/44)

Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında en sevilme yen bir şeydir. (Sâf/3)

Allahü teâlâ Hazret-i Şuayb'ın kıssasında şöyle buyurur:

Şuayb şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bakayım! Eğer ben rabbimden bir peygamberlik üzerinde bulunuyorsam ve O, bana katından güzel bir rızık vermiş ise ne yapayım? Ben aykırı hareket etmek suretiyle sizi alıkoyduğum şeylere kendim düşmek istemiyorum. (Hûd/88)

Allah'tan korkun, Allah size ilim öğretiyorAllah herşeyi hakkıyla bilendir. (Bakara/282)

Allah'tan korkun ve muhakkak O'nun huzuruna va racağınızı bilin; takvâ sahibi Mü'minlere cenneti müjdele! (Bakara 223)

Allah'tan korkun ve emrini dinleyin. (Mâide/108)

Allahü teâlâ, kulu ve rasûlü isa'ya şöyle demiştir: 'Ey Meryem'in oğlu! Evvelâ nefsine nasihat etEğer bu nasihati nefsin kabul ederse, ondan sonra, nefsinin kabul ettiği şeyi halka tavsiye etŞayet nefsin kabul etmezse onu başkalarına tavsiye etmekten, benden utanarak kaçın!'

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

İsrâ gecesinde bazı kavimlerin yanından geçtimGördüm ki dudakları ateşten imâl edilmiş makaslarla kesiliyorBunların kim olduğunu sordumOnlar suâlime karşılık verdiler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz dünyada halka iyiliği em reder, fakat kendimiz yapmaz idikSakındırdığımız kötülükleri biz kendimiz yapardık209

Ümmetimin helâk olması, fâcir âlim ile câhil âbidin yüzün dendirŞerlilerin en korkuncu, âlimlerin kötüleridir; hayırlıların en hayırlısı ise, âlimlerin iyileridir,210

Evzâî211 şöyle demiştir: 'Kabirler, kâfir leşlerinden duydukları kötü kokudan Allah'a sığındıkları zaman, Allahü teâlâ onlara şöyle vahyetti'Kötü âlimlerin içi sizin içinizdeki lâşelerden daha pis kokuyor'.

Fudayl bIyâz şöyle der: 'Öğrenmeyenlere bir kat azap vardır, öğrenip de yapmayanlara yedi kat azap vardır'.

Şa'bî212 şöyle demiştir: 'Kıyâmet gününde cennetliklerden bir grup başını kaldırıp cehennemliklerden başka bir gruba şöyle ses leneceklerdir: 'Sizi cehenneme sokan şey nedir? Halbuki sizin bize bildirmiş olduğunuz ilim ve edeb sayesinde Allah'ın rahmetine nail olduk ve cennete girdikSiz nasıl oluyor da cehennemdesiniz?'

Cehennemde olanlar şöyle cevap verirler: 'Biz, hayrı emreder, fakat kendimiz yapmazdık, kötülüklerden sakındırır, fakat bu kö tülüğü kendimiz işlerdikİşte bu sebepten cehennemde bulunuyoruz'.

Mâlik bDinar şöyle buyurmuştur: Âlim, ilmiyle amel etme dikçe, va'zı ve nasihati başkasının kalbinde yerleşemezYağmurun, kupkuru taşlara tesir edemediği gibi'.

Şair ne de güzel söylemiştir:

Ey halka nasihat eden vâiz! Sen itham olundun. . . Çünkü ayıp olarak bildirdiğin birçok şeyleri kendin işliyorsunVar kuvvetinle halka nasihat ediyorsunFakat hayatımla yemin ederim ki felâketlerin bütününü sen topluyorsunDünyayı ve onu isteyen kişileri ayıplıyorsun; gerçekten sen, ayıpladığın o dünyayı, menettiğin kişilerden daha çok sevi yorsun.

Başka bir şair ise şöyle söyler:

Benzerini yaptığın bir fiili başkasına yasak etme; böyle bir hareket, senin için, en büyük ayıptır.

İbrahim bEdhern213 şöyle buyuruyor: 'Bir zaman Mekke-i Mükerreme'de bulunuyordumBir taş gördümÜzerinde aynen şunlar yazılıydı: 'Beni çevir ve ibret al!' Taşı çevirdim ve bu sefer şöyle bir yazı ile karşılaştım: 'Bildiğinle amel etmeyen sen, niçin bilmediğin şeyin ilmini taleb ediyorsun!'

İbn Semmak214 şöyle buyurmuştur: 'Allah'ı hatırlatan nice kimseler vardır ki kendisi Allah'ı unutmuşturNice kimseler vardır ki, halkı Allah'a yaklaştırmaya çalışır, fakat kendisi ala bildiğine Allah'tan uzaktırGene nice kişiler vardır ki, Allah'ın Kitabı'nı okur, fakat okuduğundan bir fayda görmez!'

İbrahim bEdhern şöyle buyurmuştur: 'Hiç yanılmayacak ka dar güzel konuşmalar yapıyoruz; fakat iş amele gelince, hep yanılıyor ve katîyyen doğru hareket etmiyoruz.

Evzâî der ki: Trab (bir ibâreyi gramere göre düzgün okumak) geldiği zaman kalpte bulunması gereken huşû gider.

Mekhûl215 Abdurrahman bGanem'den şöyle rivâyet eder: 'Hazret-i Peygamberin ashâbından on kişi bana şöyle bir nakilde bulundu: 'Biz sahabîlerden bir grup, Kuba mescidinde ilim tedris ediyordukBu esnada Allah'ın Râsûlü çıkageldiBizi, okur ve okutur halde gördükleri zaman şöyle buyurdular:

Öğrenebildiğiniz kadar öğreniniz; fakat öğrendiklerinizle amel etmedikçe, Allah öğrendiğiniz hiçbir şey ile size bir fayda vermeyecektir216

Hazret-i isa şöyle buyurmuştur: 'Öğrenip de öğrendiğiyle amel et meyen kişinin hâli; gizlice zina eden ve hâmile olduğu görüldüğü zaman rezil olan zâniye bir kadının durumuna benzerAynen zâniye kadın gibi, ilmiyle amel etmeyen kimse de, kıyâmet gününde Allahü teâlâ tarafından mahşer ehlinin gözü önünde rezil edilir'.

Hazret-i Muaz şöyle buyuruyor: Âlimin hataya düşmesinden Allah'a sığınınızÇünkü müslümanlar nezdindeki itibarı sebe biyle bir kısım halk onun sapıklığına uyabilir'.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle buyuruyor: 'Alim, bir hataya düştüğü zaman, halkın bir kısmı onunla birlikte aynı hataya sürüklenir'.

Yine Hazret-i Ömer şöyle der: 'Üç şey vardır ki, onlarla bu âlemin nizamı sarsılır: Bunlardan biri âlimin hataya sapmasıdır'217

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kalplerin tatlısı, acı olacaktırNe âlim ilminden ve ne de talebesi talebinden istifade etmeyecektirO zamandaki âlimlerin kalpleri çorak ve tuzlu bir araziye benzerÜzerine yağmur yağar, fakat yağmurun faydası arazide görülmezÂlimlerin kalpleri dünyaya kaydığı ve dünyayı âhirete tercih ettiği zaman böyle kötü bir durum hâsıl olur.

İşte o zamanda Allah bu âlimlerin kalplerinden hikmet pınarlarını söker alır, kalplerinde yanan hidayet meşalelerini söndürürO zamanın âlimlerine rastladığınızda ken dilerini dilleriyle Allah'tan korkar görürsünüzHalbuki amelle rindeki eksiklik açıkça görülürİşte o zaman, diller alabildiğine zengin, kalpler ise o nisbette fakirdirKendisinden başka hak ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki; bu korkunç manzaranın bi ricik sebebi; muallimlerin, öğrettiklerini sadece Allah'ın rızasını tahsil için yapmamaları, talebelerin de öğrendiklerini Allah için öğrenmemeleridir.

Tevrat ve İncil'de 'Bildiğinizle amel etmedikçe bilmediklerinizi aramayın' hükmü yer alır.

Hazret-i Huzeyfe şöyle buyuruyor: 'Siz öyle bir zamandasınız ki, bil diklerinizin onda birini terketseniz helâk olursunuzFakat bir zaman gelecektir ki, kişi bildiğinin onda birini tatbik ettiği takdirde kurtulacaktırBunun sebebi; o zamanda tembellerin çoğalmasıdır'Âlimin misali, kadı'nın misaline benzer.

Kadılar hakkında Hazret-i Peygamber şöyle buyuruyor:

Kadılar üç kısma ayrılır:

1- Bildiği halde hak ile hükmeden kadı, ki böyle bir kadı, cennetliktir.

2- İster bilsin isterse bilmesin, zulümle hükmeden kadı ki böylesi cehennemliktir.

3- Allah'ın emrinin dışındaki birtakım hükümlerle hükme den kadı ki bu da cehennem ehlindendir218

Ka'b'ul-Ahbâr şöyle der219: 'Âhir zamanda insanları dünyadan soğutup kendileri bütün güçleriyle dünyaya sarılan; halkı Allah'ın azabından korkutup kendileri korkmayan; yöneticilerin yanma girmekten men edip kendileri yöneticilerin eşiğini aşındıran; dünyayı âhirete tercih eden; zenginlerle konuşup, fakirlerden uzaklaşan; karılarını kıskanan bir koca gibi, ilmini başkalarından kıskanan, kendini dinleyenlerden biri, bir başka vaize gittiği zaman hiddete kapılan âlimler olacaktırİşte mütekebbir ve Allah'ın düşmanları bunlardır'.

Efendimiz şöyle buyurur: 'Şeytan sizi çoğu zaman ilimle al datır''Ey Allah'ın Rasûlü, bizi nasıl aldatır?' diye sorulduğunda Hazret-i Peygamber İlim öğrenin, fakat iyice öğrenmedikçe ilminizle amel etmeyin' demekle sizi ilme teşvik eder gibi görünüp amelden uzaklaştırırÖyle ki sonunda eceliniz sizi amelsiz yakalar'220

Sırrı es-Sakatî şöyle buyurmuştur: 'Şiddetle zâhir ilmini elde etmeye taraftar olan birisi, birden köşesine çekilip amel etmeye ko yulduKendisinden bunun sebebini sorduğum zaman şöyle cevap verdi: "Bana rüyamda 'Allah seni zâyi etsin, daha ne zamana ka dar ilmi zâyi edeceksin' diyen bir zât gördümBu söz üzerine, ilmi zâyi etmediğimi, ancak ezberlemek için büyük gayret sarfettiğimi ilave ettimBunun üzerine bana şöyle cevap verdi: 'Bir ilmin hıfzedilmesi onunla amel etmek demektir'İşte bu rüyadan sonra ilim tahsil etmeyi bırakarak amel etmeye başladım".

İbn Mes'ûd şöyle der: İlim korkudur; yoksa kof ve çok rivâyetleri bilmek değildir'.

Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: 'İstediğiniz kadar ilim öğreniniz; fakat Allah'a yemin ederim ki o ilimle amel etmezseniz Allah size hiçbir zaman sevap vermezSefihlerin gayesi, ilmi sa dece rivâyet etmektirÂlimlerin gayesi ise, rivâyet değil, o ilme ri ayet etmektir'.

Mâlik şöyle demiştir: İlim tahsil etmek çok güzel birşeydirİlmi neşretmek daha da güzeldirFakat iyi niyetli olmak şartıylaÖyleyse sabahtan akşama kadar senden ayrılmayan amelleri göz den geçir ve hiçbir şeyi onlara tercih etme'.

İbn Mes'ûd şöyle der: 'Kur'ân, hayat düsturu olsun diye indi rilmiştirHalbuki siz, Kur'ân'ın sadece okunmasını amel kabul ediyorsunuzSizden sonra bir kavim gelecektirKur'ân'ı mızrak gibi sadece harflerin mahreclerine riayet ederek dümdüz okuya caklardırFakat onların en hayırlınız olduğunu sanmayınızZira bildiği ile amel etmeyen kişi, aynen ilaçların ismini teker teker sa yan ve özelliklerini beyan eden hasta; yemeklerin lezzetini sayan fakat bilfiil tatma imkânı bulamayan açlar gibidir'.

Bu mânâyı ifade eden aşağıdaki ayet-i celîleyi birlikte oku yalım:

Allah'a isnad ettiğiniz (noksan) vasıflardan ötürü size yazıklar olsun. (Enbiya/18)

Bir hadîste şöyle buyurulmaktadır:

Ümmetim için korktuğumun bazısı, âlimin hataya kayması ile münafığın Kur'ân hakkındaki cedelidir221

Âhiret âlimini dünya âlimlerinden ayıran hususiyetlerden bi risi de; âhirette menfaat verecek olan ibadetlere teşvik edici ilmin tahsiline koyulmak; menfaati az olan cedele ve kıyl-ü kaale çokça yer veren ilimlerden uzak durmaktır.

Ameli teşvik eden ilimlerden yüzçevirip cedelle uğraşan bir âlimin durumu, birçok hastalıklara müptelâ olup çok sıkıştığı bir anda hâzık bir doktora rastlayan, doktoru elinden kaçırma ihti mali olduğu halde hastalıklarına baktırmayan; aksine, ilâçların mahiyetini sormaya kalkışan, tıp ilminin zor meselelerine dalan ve bizzat içinde bulunduğu hayatî meseleleri terkeden hastaya benzerBöyle bir davranış, hamakatın en son haddi değil de nedir?

Rivâyet olunduğuna göre, bir kişi Hazret-i Peygamber'in huzuruna girer ve Hazret-i Peygamberi şöyle sorar:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Bana ilmin gariblerini öğret!

- İlmin başı hakkında ne yaptın?

- İlmin başı nedir?

Hazret-i Peygamber'i tanıdın mı?

- Evet!

- Allah hakkında ne yaptın?

- Allah'ın dediğini yaptım.

- Ölümü tanıdın mı?

- Evet

- O halde ölüm için ne hazırladın?

- Allah neyi dilemişse onu!

- İşte git, onları güzelce yap, ondan sonra gel de sana ilmin ga rib meselelerini öğretelim222

İlim yolcuları Şakîk-i Belhî'nin öğrencisi olan Hatem-i Esem'in rivâyet ettiği cinsten olmalıdır.

Bir gün Şakîk, talebesi Hatem'e sorar:

- Ne kadar zamandır benim derslerime devam ediyorsun?

- Otuzüç seneden beri. . .

- O halde söyle bakalım; bu zaman zarfında benden neler öğrendin?

- Sizden sekiz mesele öğrendim efendim.

- İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûnÖmrüm seninle birlikte geçti de, sen benden ancak sekiz mesele öğrendin öyle mi?

- Ey hocam yalan söylemeyi sevmem, ben bu sekiz meseleden başkasını öğrenmedim.

- O halde benden öğrendiğin sekiz meselenin ne olduğunu anlat bakalım.

- Mahlûkata baktım, her birinin bir dostu olduğunu gördüm.

Fakat bütün bu dostlar, kendilerini, en çok kabire kadar tâkip etmekte ve orada bırakarak geri dönmektedirBunu görünce, kendime, sevapları dost edindim ki mezarda da benden ayrılanlasın ve beni tâkip etsinler.

- Çok güzel söyledin! İkincisi nedir?

Allahü teâlâ'nın 'Fakat her kim de rabbinin makamından korkmuş ve nefsini kötülüklerden alıkoymuşsa, onun varacağı yer muhakkak cennettir' (Nâziat/40-41) ayetine baktım ve bildim ki hak, ancak Allah'ın sözündedirOnun için var kuvvetim ile nefsimi şehvetlerden uzaklaştırmaya çalışıp Allah'ın ibadetlerinde istikrara kavuşturdum.

Öğrendiğim üçüncü mesele: Gene bu mahlûkata baktım ve gördüm ki, herkesin yanında kıymetli saydığı bir eşya vardır ve bu onu yükseltmektedirAllahü teâlâ'nırı 'Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir; Allah katındaki rahmet hazineleri ise bâkidir' (Nahl/96) sözünü düşündümOnun için elime ne geçerse, nefsime kıymetli görünen ne varsa onu Allah'ın yanına korusun diye gönderiyorum. (O'nun rızasını kazanmak için dağıtıyorum)

Dördüncüsü, şu mahlûkata baktığım zaman gördüm ki, her biri, mala, ticarete, sana ve şöhrete meylediyorBütün bunların mânâsını düşündüm ve hepsinin boş şeyler olduğuna karar ver dim. Sonra Allahü teâlâ'nın şu ayetine baktım: 'Sizin en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır' (Hucurât/13) Bu ayeti gördükten sonra takvâya sarılarak Allah nezdinde şerefli olmayı istedim.

Beşincisi, şu mahlûkâta baktım ve gördüm ki, birbirine taarruz eder, birbirini kötüler ve lânet okurBütün bu hareketlerin sebebini hasedde gördüm. Sonra Allahü teâlâ’nın şu ayet-i celilesine dik katle eğildim: 'Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünya hayatındaki rızıklarmı aralarında biz böldük' (Zuhruf/32) Bu ayetin ifade ettiği mânâya sarılarak hasedden şiddetle kaçtım; çünkü rızık taksimatını Allahü teâlâ’nın yaptığına katiyetle îman ettimBöyle olunca halktan kaçmayı tercih ettim, halkın düşmanlığından kendimi korumuş oldum.

Altıncısı, halka baktım ve gördüm ki herkes birbirine saldırıp kavga ediyorlarBu manzarayı görünce Allah'ın şu ayetini düşündüm: 'Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır; siz de onu düşman edinin' (Fâtır/6) Sadece ezelî düşmanımız olan şeytana düşman kesildim ve son derece hassas tedbirler alarak ondan öcümüzü almaya çalıştımÇünkü onun bana düşman olduğuna Allah şahidlik etmektedirŞu halde ondan başkasına düşmanlık beslemeyi bırakmak benim için vazife oldu.

Yedincisi, baktım şu mahlûkata ve gördüm ki, herkes bir parça ekmeğin arkasında koşarak kendini rezil ediyorBir parça ekmeğe sahip olmak için gayri meşrû işler yapıyorBunu görünce Allahü teâlâ’nın şu ayetini düşündüm: 'Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkı Allah'a aittir' (Hûd/6) Bildim ki, rızkı Allah'a ait olan canlılardan biri de benimBundan ötürü Allah için gere ken vazifeye daldımÂdil olan Allah'ın nezdindeki rızkımı ise Allah'ın merhametine bıraktım.

Sekizinci ise, bakıp gördüm ki, insanların herbiri, kendisi gibi yaratık olanlardan birine sırtını dayamışKimisi tarlasına, kimisi ticaretine, kimisi beden gücüne ve kimisi de sanatına güvenmekte. . . O zaman Allah'ın şu ayetine sarıldım ve sadece Allah'a tevekkül ettim, yalnız o bana kâfidir dedim: 'Kim Allah'a tevekkül ederse O ona yeter; muhakkak ki Allah emrini yerine getirendir' (Talâk/3) .

Bunun üzerine Şakîk 'Ey Hâtem! Allah seni muvaffak etsinBen Tevrat, İncil, Zebûr ve Furkan ilimlerine baktım ve gördüğüm diyanet ve hayır çeşitleri, senin saydığın nesnelerden başkası değildirHer müsbet şey, senin saydığın sekiz temel üzerine bina edilmiştirBu saydığın sekiz şeyle amel eden bir kimse Allah'ın peygamberlerine göndermiş olduğu dört kitaba da uygun hareket etmiş olur dedi.

İlmin bu dalını öğrenmeye ancak âhiret âlimleri gayret sarfe derlerDünyaya dalan âlimler ise, rütbe ve mal hangi ilimle elde edilirse onun peşinde koşarlarOnun için Allah'ın peygamberle rini vazifelendirip gönderdiği ilimleri tamamen ihmal ederler.

Dahhâk b. Mezahim223 "Selef âlimlerine yetiştimBirbirlerinden takvâ ilmini öğreniyorlardıFakat bugünün âlimle rinin ise, birbirlerinden, yalnız kelâm ilmini öğrendiklerini görü yorum' demiştir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de mesken, ev eşyası, elbise, yiyecek ve içeceklerinde şatafata kaçmamak ve israf etmemektirBu hususlarda kendisini selef âlimlerine benzetmelidirBunların en azıyla iktifa etmeye bakmalıdırAza doğru meylettikçe Allah'a yaklaştığını bilmelidirAncak böyle davranmakla âhiret âlimleri zümresine dahil olabileceğine inanmalıdır.

Bu keyfiyete Hatem-i Esem'in talebelerinden Ebû Abdullah el-Havas'dan nakledilen bir hikâye de işaret etmektedirEbû Abdullah şöyle anlatır:

- Hatem'le birlikte Horasan'a bağlı olan Rey şehrine girdikBeraberimizde üçyüz yirmi kişi daha vardıSırtlarında ne yünlü cübbeler, ne de azıklarını muhafaza edecek bir torbaları vardı. Hatem'le birlikte hacca gidiyorlardıAdı geçen şehirde derviş meşrebli bir tüccara misafir oldukBu zat, yoksulları seven bir kişi olduğundan o gece bizi de misafir etmiştiSabah olduğunda Hatem'e şöyle dedi:

- Şehrimizde hasta bir fakih var; onu ziyaret etmeye gidiyorum; bana bir diyeceğiniz var mı?

- Bir hastayı ziyaret etmek büyük bir fazilettir; hele hele bir fakihin yüzüne bakmak ibadettirOnun için ben de seninle birlikteziyarete geliyorum.

Hasta fakih Muhammed bMukatil aynı zamanda Rey şehrinin kadısı idiFakihirı evine geldiğimiz zaman güzel ve yük sek bir kâşane ile karşılaştık. Hatem bir müddet düşündü ve sonra şöyle sordu:

- Bu gördüğüm bina hakikaten bir fakihe mi aittir?

O sırada kapı açılmış ve girmemize izin verilmiştiİçeri girdiğimiz zaman geniş salonlar, gayet kıymetli eşyalar ve bütün bu değerli şeylere uygun zengin perdelerle karşılaştıkBu manzarayı gören Hatem'in düşünceli tavrı daha da kesin bir hâl aldıDerken hastanın yattığı odaya girdikGöze ilk çarpan şey odanın gayet kıymetli ve yumuşak halılarla döşeli oluşu idiHasta, gayet rahat bir yatağa uzanmış, başında da kendini yelpazeleyen bir hizmetkâr vardıZiyaretçi tüccar, hastanın yanma giderek oturdu. Hatem ise ayakta beklediBir ara gözünü açan hasta ayakta gördüğü Hatem'e oturması için işaret ettiBu işareti alan Hatem şöyle dedi:

- Ben oturmam.

- Bir şeye mi ihtiyacın var?

- Evet

- Nedir ihtiyacın?

- Senden bir mesele hususunda bilgi almak istiyorumHasta:

- Söyle bakalım neymiş meselen?

- Evvela yatağında dikilerek otur da ondan sonra sorayım suâlimi!'

Bunun üzerine hasta, yatağın içinde doğrularak oturdu. Hatem sualini sormaya başladı.

- Sen ilmini kimden aldın?

- itimâd edilen birçok âlimden.

- Onlar kimden öğrenmişlerdi?

Allah'ın Rasûlü'nün ashâbından öğrenmişlerdi.

- Ashâb kimden öğrenmişti?

Allah'ın Rasûlü'nden.

Allah'ın Rasûlü kimden öğrendi?

- O da Cebrail'den, Cebrail ise Allah'tan öğrendi.

- Öyleyse söyle bana! Cebrail'in Allah'tan, Rasûl'ün Cebrail'den, sahâbîlerin Rasûl'den, senin hocalarının sahâbîlerden aldığı ilimde; senin evin gibi şatafatlı bir meskene sahip olan insanın Allah nezdindeki mertebesinin yüksek olduğuna dair bir bilgi var mı?

- Hayır!

- O halde sen nereden işiterek bu debdebeli hayata daldın? Daha doğrusu sana ders veren hocalar ne dediler bu konuda?

- Onlardan öğrendiğim şey şu olmuştu: Allah'ın indinde makbul bir kul olabilmek için, âhiret âlemine yönelmek, dünyaya tapmaktan kaçmak ve fakirleri sevmek, âhirete talip olup dünyayabağlanmamak gibi yüce ahlâklar lâzımdır.

- Öyleyse sen bu işlerinde kime uydun? Hazret-i Peygambere mi, sahabîlere mi, salih kimselere mi? Yoksa dünyada ilk tuğla ve taş evler yaptırıp içinde oturan Nemrud ve Firavun'a mı? Ey kötü âlimler! Sizin gibi dünyaya sarılan âlimler, halka çok kötü örnek oluyorlarBöyle âlimleri gören halk 'ınâdem ki âlim böyle yapıyor, demek ki böyle yapmakta bir günah yok; ben ondan daha üstün ve faziletli değilim ya?' diyerek sizleri takip ediyor.

Bundan sonra hiçbir şey söylemeden oradan çıkıp gittiBu hâ diseden sonra İbn Mukatil'in hastalığı büsbütün arttı.

Hatem ile İbn Mukatil arasında geçenleri işiten halk, Hatem'i ziyaret etmeye başladıBu arada içlerinden bazıları Kazvin şehrinde Tenafûsî isimli fakih bir zatın yaşadığını, onun debdebe sinin İbn Mukatil'inkinden kat be kat fazla olduğunu söyledilerBunun üzerine Hatem, Tenafûsi'yi görmek için Kazvin'e gittiOnu bularak huzuruna çıktı.

- Ey İmâm! Allah'ın rızası üzerine olsunBen Acem diyarından gelme garip bir kişiyim; bana dinimin başını ve namazımın anahtarını öğretmeni istiyorumBu nedenle bana abdestin nasıl alınacağını öğretmelisiniz.

Tenafûsî 'Hay hay, başüstüne' deyip hizmetçisinden abdest kabını istediHizmetkâr, emri yerine getirdiTenafûsî oturarak abdest almaya başladıBütün âzalarını üçer kere yıkayarak abdes tini aldı ve sonra Hatem'e dönerek şöyle dedi:

- İşte abdest böyle alınır!

- Lüften yerinizden ayrılmayınBen huzurunuzda bir abdest alayım, siz de beni seyredinBakalım tarifiniz üzere abdesti öğrenebilmişmiyim? Öğrenememişsem siz beni düzeltin.

Hatem başladı abdest almayaFakat âzalarını üçer kere yıkayacağı yerde dörder kere yıkadıAbdest bittikten sonra Tenafûsî şöyle söyledi:

- Olmadı, âzalarına fazla su dökmek suretiyle israf etmiş oldun.

- Neden israf olsun.

- Neden olacak? Azalarını üçer kere yıkayacağına dörder kere yıkadığın için?

- Sübhanallah'il-azim! Ben bir avuç fazla su dökmekle müsrif oluyorum da, sen bu kadar debdebe içinde nasıl oluyor da israf etmemiş bir adam olabiliyorsun?

Tenafûsî, kendisine gelen kişinin öğrenmeye değil, denemeye geldiğini anladı ve evine kapanarak utancından kırk gün halkın içine çıkamadı. Hatem Bağdad'a geldiği zaman kendisini ziyarete geliyorlar ve şöyle söylüyorlardı: 'Sen Acem diyarından gelme bir garip kişisin; oysa seninle karşılaşan her âlimi susturuyorsunBunun hikmeti nedir?' Hatem Tanımda bulunan şu üç hasletle onları susturuyorum' dedi:

1Hasmım isabetli bir fikir ileri sürdüğü zaman seviniyorum.

2Şayet hasmım yanılırsa fevkalâde üzüntü duyuyorum.

3Hasmımı kırmamak için cehaletini yüzüne vurmamaya son derece dikkat ediyorum.

Ahmed bHanbel, Hatem'in bu sözünü işittiği zaman Sübhanallah! Ne akıllı kişiymiş' diyerek onu ziyaret etmeyi em retmiştiTalebeleriyle birlikte Hatem'in huzuruna vardığı zaman 'Ey Ebû Abdurrahman! Dünyada nasıl selâmette kalınır?' diye bir sual sordu. Hatem: 'Ey Ebû Abdullah! (İmâm-ı Ahmed'in künyesi) Beraberinde dört haslet bulunmadıkça dünyada selâmet bula mazsın!

1) Halkın cehaletini affedeceksin.

2) Onlara karşı cehalet göstermemeye azamî dikkati sarfedeceksin.

3Malını onlara vereceksin.

4) Onlardan hiçbir şey talep etmeyeceksin ve almayacaksın.

Hatem, Medine'ye doğru yol aldıMedine halkı onu karşılamaya çıkmışlardı. Hatem halka şöyle seslendi: 'Ey ahali! Bu şehir hangi şehirdir?'

Allah'ın Rasûlü'nün şehridir!

- O halde bana Allah'ın Rasülü'nün kâşânesini gösterin, orada teberrüken iki rek'at namaz kılayım'.

Hazret-i Peygamberin kâşânesi yok ki; onun küçücük ve basit bir evceğizi vardı.

- O halde sahabîlerinkini gösterin, orada kılayım.

- Onların da böyle evleri yoktuOnların evleri yerlere bitişik ve gayet mütevazi evlerdi.

- Ey ahali! Öyleyse burası Hazret-i Peygamberin değil, Firavun'un şehridir.

Bu söz üzerine Hatem'i tutup valinin yanına götürdüler: 'Bu yabancı Medine'ye Firavun'un şehri demektedir' diye onu valiye şikayet ettilerVali, Hatem'e niçin böyle dediğini sorunca, Hatem: 'Acele etme! Ben Acem diyarından gelme bir garip kişiyimBulunduğum yerin neresi olduğunu bilmiyordumÖğreneyim diye sual sordumCevap olarak burasının Hazret-i Peygamberin şehri olduğunu söyledilerBunun üzerine Hazret-i Peygamberin hanesi ne rededir diye soracak oldum ve bana şöyle şöyle dediler. . . '

Hatem daha sonra sözlerine şunu ilâve etti:

Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Gerçekten Allah'ı ve âhiret gü nünü arzulayan ve Allah'ı çok zikredenler için Allah'ın Rasûlü'nde güzel örnekler vardır' (Ahzab/21) O halde ey bu şehrin sâkinleri! Size soruyorum! Hazret-i Peygamber'e mi, yoksa yeryüzünde ilk tuğla binayı yapan Firavun'a mı uyuyorsunuz?

Hatem'in bu suali karşısında cevap vermekten âciz kalan Medineliler dağılıp gittiler.

İşte Hatem-i Esem'in hikâyesi budur. . .

Selef-i sâlihînin biyografilerinden bahsettiğimiz yerlerde, onların nasıl süsü terkedip, mütevazi kıyafetlere rağbet ettiklerini yeri geldikçe beyan edeceğiz.

Bu meselede derin bir tedkik yapacak olursak, şöyle bir karara varırız: 'Mubah ile süslenmek haram değilse de, süse fazla rağbet etmek insana ünsiyet kazandırır ve bir daha süsten ayrılmak zor gelirKonforlu hayatı devam ettirmek için birçok sebeplere tevessül edilirİşte bunları korumak için de haramın tâ kendisi olan mü dahane etmeyi, halkın iltifatına mazhar olmaya çalışmayı, riyakârlık yapmayı ve daha başka nice mahzurlu şeyleri yapmayı bera berinde getirirOnun için sâlim yol, konforlu hayattan uzak kal maktırÇünkü dünyaya dalan, kesinlikle felâkettedirEğer dün yaya dalmakla kurtuluş, yanyana mümkün olabilseydi, Hazret-i Peygamber bu dünyaya sırt çevirmezdiHatta o kadar ki, hutbe okuduğu zaman parmağında bulunan altın yüzüğü ve sırtında bu lunan nakışlı gömleği bile çıkarırdıDaha neler de neler. . .

Bütün bunların tafsilâtı, kitabımızın ilerideki bölümlerinde ge lecektir.

Hikâye edilir ki, Yahya bYezid224 İmâm-ı Mâlik'e şu mektubu yazmıştır:

Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle başlarımAllah'ın salât ve selâmı evvelin ve âhirin, geçmiş ve bütün geleceklerin efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa'ya olsun! Bu mektup, Yahya bYezid bAbdülmelik'den Mâlik bEnes'e yazılmıştır.

Ey Mâlik! İşitiyorum ki sen ince elbiseler giyerek, elenmiş unlardan yapılmış ekmekler yiyormuşsunMefruşat üze rinde oturuyor, kapında nöbetçiler bekletiyormuşsunHalbuki sen, ilim kürsüsünü işgal eden bir zatsın; tâ uzak diyarlardan develerin göğüsleri dövüle dövüle sana gelini yorHalk sana koşup seni İmâm biliyor ve senin sözlerine kulak vererek arkanda gidiyorO halde ey Mâlik! Allah'tan kork ve tevazûdan ayrılmaBenden sana bir nasihat olmak üzere bu mektubu yazıyorumMektubumun içindekileri Allah'tan başka kimse bilmiyorAllah'ın selâmı üzerine olsun'.

İmâm-ı Mâlik cevap olarak Yahya'ya şu mektubu yazar:

Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle mektubuma başlıyorumAllahü teâlâ, efendimize, onun âline ve ashâbına sâlat ve selâm etsinBu mektup, Mâlik bEnes'den Yahya bYezid'e yazılmıştırAllah'ın selâmı üzerine olsun!

Mektubunuz elime geçtiNasihat, şefkat ve edeb olarak kal bimde yerleştiAllahü teâlâ seni takvâ ile bezesinNasihatından dolayı sana hayırlar ihsan etsinBen Allah'tan tevfikini isterimİbadete doğru atılan adımlar ve günahtan dönmek, ancak büyük Allah'ın verdiği kuvvet ve kudretle olurBenim elenmiş unlardan yapılmış ekmekler yemem, ince elbiseler giymem, kapımda nöbetçiler beklet mem ve yumuşak minderler üzerinde oturmam meselesine gelince; bunların hepsini yapar ve Allah'tan af dilerizZira, Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:

De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti (elbiseleri) temiz ve helâl rızıkları kim haram etmiştir? De ki: Bu ziynet ve hoş rızık, dünya hayatından îman edenler içindir. (Kâfirler de faydalanır) Fakat kıyâmet gününde yalnız Mü'minler içindirBöylece ayetleri açıklıyoruz. (A'raf/32)

Hiç şüphe yok ki, ben bunları yapmamanın, yapmaktan daha hayırlı olduğunu çok iyi biliyorumMektubunu bizden esirgeme! Biz de size daima mektup göndermeye devam edeceğizAllah'ın selâmı senin üzerine olsun!

İmâm-ı Mâlik'in insafını görüyorsunuz! Helâl olduğu halde debdebe ifade eden şeyleri giymemeyi giymekten iyi buluyorFakat helâl olanı yapmak için fetva vermekten de bir an olsun geri durmuyor.

Hazret, iki fetvada haklıdırİmâm-ı Mâlik gibi büyük bir insan dahi, nasihatla kendisine çeki düzen veriyorÇünkü kendisini ku surlu bulabiliyorMâlik ki mübahların hududunda kendini dur durmaya muktedir bir insandırMübahları elde etmek için dalka vukluk, riyakârlık ve gayri meşru işlere kaymazFakat herkes İmâm-ı Mâlik gibi mübahların hududunda kendini tutmaya muk tedir olamazOnun için bu gibi insanların normali aşan mübahlarla lezzetlenmeleri kendileri için büyük tehlikedir.

Nefsine hâ kim olamama ihtimali bulunan kimselerin aşırı bir derecede mü baha dalmaları korku makamından uzak kaldıklarını gösterirHalbuki âlimlerin özelliği Allah'tan çokça korkmaktırKorkunun belirtisi ise, tehlike kokusu bulunan sahalardan uzak durmaktır.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, sultanlara sokul maktan uzak kalmaktırYanlarına yaklaşmak zorunda kalındığı takdirde hiçbir şekilde onlara sokulmamaktırHatta sultanlar, kendi kapılarına gelse bile onlara yakınlık göstermekten kaçınmalıdır; zira dünya tatlıdır, zarar verici yemyeşil bir mera gibidirBu tatlı ve zevkli meranın gemleri sultanların elindedirSultanlara yaklaşmak isteyen bir kişi onları memnun etmek zo runda kalırZâlim olsalar bile kalplerini kazanmaya gayret sarfe derHalbuki her dindar insanın vazifesi, sultanların kötülüklerini kabul ve tasvip etmemektir, Sultanların kötülüklerini söylemek suretiyle göğüslerini daraltmak vazifesi dindar kişilere düşmektedir.

Uygunsuz olan hareketlerini takbih etmek gerekmektedirBu bakımdan, onların yanına girip çıkan kişiler ya onların debdebele rine bakar, bu debdebeye nisbetle kendisine verilen nimetleri küçük görmeye başlar; yahut da nimetlere kavuşmak maksadıyla onların uygunsuz hareketlerine katılmak zorunda kalır veya onları kendisinden razı etmek ve kendilerini hoşnut etmek için güzel ve met hedici konuşmalar yapar bu davranış ise apaçık bir iftiradır veya ellerindeki dünyalıktan tam istifade etmeye kalkarBu ise haramdan başka birşey değildirSultanların mallarından ve sahip oldukları şeylerden nelerin alınıp nelerin alınmayacağını ilerideki Helâl ve Haram bölümünde izah edeceğiz.

Kısaca sultanlarla yakın ilişkiler kurmak her şerrin anah tarıdırÂhiret âlimlerinin yolu, ihtiyatı katiyyen elden bırakmamaktır.

Kim çölde yaşarsa, (kalbi) katılaşırAvlanan kişi de, Allah'tan gâfil olur; sultana sokulan ise, fitnelere düşer225

Benden sonra başınıza bir kısım yöneticiler geçecektir; onlardan kabul edeceğiniz hareketler olduğu gibi redde deceğiniz hareketler de olacaktırOnların hareketlerini red deden bir kimse, kendini günahtan korumuş olurOnları hoş görmeyen bir kimse ise, selâmette kalırFakat onlara tâbii olan ve hallerinden razı bulunanı Allah rahmetinden uzaklaştırır.

Sahabe 'Biz onlarla muharebe edelim mi?' diye sorunca, Hazret-i Peygamber 'Hayır! Onlar namazı kıldıkça onlarla muha rebe etmeyiniz'dedi226

Süfyân es-Sevrî şöyle buyurmuştur: 'Cehennemde bir vâdi vardır; oranın sakinleri padişahları ve sultanları ziyaret eden âlimlerdir'.

Hazret-i Huzeyfe b. Yemân şöyle buyuruyor: 'Fitne yerlerinden sakınınız!' 'Fitne yeri hangisidir' diye sorulduğunda Huzeyfe şöyle cevap verdi: 'Emirlerin kapılarıdırİçinizden herhangi birisi emî rin huzuruna girdiği zaman mecbûren emîrin yalanlarını tasdik edip, onda bulunmayan meziyetleri sayıp dökecektir'.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Âlimler, yöneticilerle düşüp kalkmadıkça insanlar arasında peygamberlerin vekilleridirFakat yöneticilerle düşüp kalkmaya başladıkları zaman peygamberlere ihanet etmiş olurlarİşte o zaman böyle âlimlerden kendinizi korumak için uzaklaşınız227

A'meş'i ziyarete gelenler 'Çok çok talebe yetiştirmek suretiyle ilmi ihya ettin' dedilerA'meş 'Hüküm vermekte acele etmeyin! Benden ilim öğrenenlerin üçte biri öldü, hem de yetişmedenÜçte biri ise padişah kapısından ayrılamamakta ve böylece insanların en kötüsü olmaktadırKalan üçte birinin de çok az bir miktarı fel âha kavuşur' buyurdu.

Bu hikmete işaret etmek için, Said bMüseyyeb İdareci sınıfla düşüp kalkan âlimler buğzedilmeye en müstahak kimselerdir', buyurmuştur.

Evzâî 'Allah nezdinde, olur olmaz zamanlarda yöneticilerin huzuruna çıkan âlimlerden daha fazla buğzedilmeye lâyık kul yok tur' demiştir.

Alimlerin en şerlileri yöneticilerin, yöneticilerin en iyisi de âlimlerin ayağına gidenlerdir228

Mekhûl şöyle demiştir: 'Kur'ân'ı öğrenip, fıkıh ilmini elde et tikten sonra, servetinden istifade etmek maksadıyla sultana yaklaşan ve ona dalkavukluk eden kimse, bu maksatla attığı adımlar sayısınca cehennem denizine yaklaşmış olur'.

229 şöyle der: 'O ne kötü âlimdir ki, birşeyler öğrenmek için meclisine gidenler, emîrin yanında olduğunu öğrenirler'.

Yine Semnun şöyle buyurmuştur: 'Daha evvel, hocalarımdan dinlemiştim, diyorlardı ki: Âlimin dünyaya bağlı olduğunu gördüğünüz zaman kendisini din hususunda itham ediniz. (Yani dinî konularda ona güvenmeyiniz!) Ben bunu bizzat denedimPadişahın huzuruna girip çıktığım zaman nefsimi hesaba çektim ve gördüm ki, bazı yerlerde tehlikeye girmişimHalbuki herkesin bildiği gibi, sultana karşı en ağır ve en galiz konuşmayı ben yapıyordumOna en çok ben muhalefet gösteriyordumBuna rağmen, yine de tam mânâsıyla tehlikelerden kurtulamıyordumBir yudum suyunu içmediğim ve hiçbir şeyini kabul etmediğim halde, benim yerime bir başkasının onun yanına gitmesini istiyor dum'.

Sözüne devamla şöyle buyurmuştur: 'Zamanımızdaki âlimler Benî İsrail âlimlerinden daha kötüdürÇünkü zamanımızın âlimleri, sultanların istediği ruhsatı ve fetvayı veriyor ve onların is tediği gibi konuşuyorŞayet sultana, vazifelerini hatırlatan konuşmalar yapsa idiler ki sultana pek ağır gelecektirOnun için bu kişilerin bir daha huzuruna gelmelerini istemiyecektir ve böyle olunca da Allah nezdinde kurtulmuş olacaklardı'.

Hasan-ı Basrî şöyle buyurmuştur: 'Sizden evvel, İslâm dininde ve Hazret-i Peygamber'in sohbetinde râsih bir kimse vardı.

(Abdullah b. Mübârek, bu kişinin Sa'd b. Ebi Vakkas olduğuna işaret etmiştir) Bu zat, yöneticilerin yanına girip çıkmaz, aksine, onlardan daima kaçardıBundan dolayı ihtiyaç içerisinde kalan çocukları kendi sine 'Yöneticilerin yanına girip çıkanlar hiçbir şekilde senin ka dar Hazret-i Peygamber ile sohbet etmemişler ve senden evvel müslü man olmamışlardırÖyleyse sen de bu yöneticilerin huzuruna gi rip çıksan ve bize birşeyler temin etmeye çalışsan iyi olur' dedilerAdam 'Evlâtlarım! Dört tarafından leşlerle çevrilmiş bir yere mi gideyim? Allah'a yemin ederim ki, gücümün yettiği nisbette o leşlerin içine düşenlerle birlikte olmayacağım' dediÇocukları İyi ama, bak biz fakirlikten dolayı neredeyse helâk olup gideceğiz.

Hâlimizi görmüyor musun?' deyince, adam 'Evlâtlarım! Zayıf fa kat imanlı olarak ölmem, kuvvetli fakat münafık olarak ölmemden daha iyi gelir bana' diye cevap verdi.

Hasan sözlerini şöyle bitirir: 'Allah'a yemin ederim ki toprak, insanın bedeninde bulunan et ve yağı yiyebilir, fakat îmanı asla! :O zat, imanıyla çocuklarını mağlup etti'.

Bu kıssada, sultanın huzuruna çıkan kişinin kendisini kötü lüklerden kurtaramayacağına işaret vardırSultanın huzurunda daima nifak tehlikesiyle karşı karşıya kalır insanNifak ise imanla katîyyen bağdaşmaz.

Ebû Zer el-Gıfârî, Seleme'ye şöyle hitab etmişti: 'Ey Seleme! Sakın sultanların kapılarına gitmeZira onların dünyalıklarından ne kadar alırsan, senin dininden, daha fazlasını alırlar'.

Yöneticilere yaklaşmak, onlarla yakınlık tesis etmek, âlimler için en büyük fitnedirBöyle bir hal, şeytanın, insanı nifaka düşürmek için kullandığı en büyük vesiledirHele sultanlara so kulan, onlara yaklaşan âlimler konuşmalarıyla sultanlara ve yö neticilere makbul ve hoş görünmeye çalışırlarsa. . . Vay bunların haline!. . Şeytan onlara, hep böyle konuşmalarını telkin eder.

Ayrıca şöyle telkinlerde bulunur: 'Yöneticilerin huzuruna gi dip onlara va'z ve nasihatta bulunabilir, onları, yapacakları zu lümlerden alıkoyabilir ve şeriatın teşvik edilmesine vesile olabilirsin'.

Şeytan, bu telkini yapa yapa âlimlerin kalbine, yöneticilerin yanına gitmenin dinî bir vazife olduğu fikrini yerleştirirfakat âlim, yönetici ile temas ettikçe, bir de bakar ki, yöneticinin hoşlandığı türden konuşmalar yapmakta ve türlü dalkavukluklarla, onu haddinden fazla pohpohlamaktadırİşte bütün bu hare ketler, kişinin kalbinden din hissini silip süpürmektedir.

Eskiler şöyle derler: Âlimler, öğrendikten sonra amel eder ve amel ettikleri zaman öğrenmeyle meşgul olurlardıBöyle zamanlarda kimse onları ortalıkta görmezdiBunun için de onlar, aranırlardıİşte bu âlimler, ele geçmemek için bucak bucak kaçarlardı'.

Âdil halife Ömer b. AbdülâzizHasan-ı Basrî'ye şöyle yazar: 'Allah yolunda yardımcı olabilecek âlimleri bana bildir'Hasan-ı Basrî, halifenin mektubuna şu cevabı verdi: 'Dindar âlimler senin yanında bulunmayı istemez; sen de, dünyaya dalan âlimleri iste mezsinFakat sana vereceğim bir nasihat varsa, o da şudur: Neseb bakımından şerefli olanları ara! Çünkü onlar, şereflerini hiyanetle kirletmezler.

Zamanının en büyük zâhidi ve en âdil halifesi olan Ömer b. Abdülâziz'e yaklaşmak bu kadar zararlıysa, böyle bir zâta dindar âlimler sokulmaktan korkarlarsa, artık diğer yöneticilere yaklaşmanın nasıl bir kötülük getireceğini bir düşün!

Hasan-ı BasrîSüfyân es-Sevrîİbn-i MübârekFudayl bIyâzİbrahim bEdhern ve Yûsuf bEsbat gibi selef âlimleri, Mekkeli, Şamlı ve daha başka memleketli dünya âlimlerinin aleyhinde konuşurlardıBu konuşmaları iki sebebe dayanmaktaydıAleyhlerinde konuşulan bu âlimler, ya dünyaya sımsıkı bağlanmış veya yöneticilerle sıkı münasebet kurmuşlardı.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, fetva vermek heve sinde olmamalarıdırHattâ bu âlimler, sükûtla geçiştirme imkânı buldukları yerde, fetva vermekten şiddetle kaçınırlarSorulan mesele hakkında Kur'ân, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet veya açık kıyasla kesin bir bilgi sahibi oldukları takdirde cevap verirlerdiİctihad ve tahminle doğru cevap verebileceğini zanneden bir kimse, kendi sine bir mesele hakkında sual sorulduğu zaman ihtiyatlı davran malı ve böyle bir sualin sahibini, eğer varsa kendinden daha ehil birisine göndermelidirİşte fetva hususunda en sağlam yol budurZira ictihad etmek suretiyle suallere cevap vermeye kalkmanın tehlikeleri büyüktür.

Bir hadîste şöyle buyurulmuştur:

İlim üç şeyden ibarettir: Allah'ın apaçık kitabı; Rasûlunün sabitleşmiş olan sünneti ve La Edrî (Bilmiyorum) demek230

Şa'bî şöyle demiştir: 'Lâ edrî (bilmiyorum) demek ilmin yarısıdır'.

Bir mesele hakkında sual sorulduğu zaman, cevabı bilinmi yorsa, Allah rızası için susmak, konuşmaktan daha az ecir getir mezÇünkü bilmediğini ikrar etmek herşeyden zor gelir nefse. . . İşte sahâbe-i kirâm ve onları tâkip eden selef âlimlerinin âdetleri böyle idi.

İbn Ömer'den bir fetva istendiği zaman şöyle derdi: İnsanların idaresini yüklenen şu emire gidiniz! Bunun mesuliye tini, (şayet varsa) onun omuzlarına yükleyiniz'.

İbn Mes'ûd şöyle buyurmuştur: 'İnsanların her sorusuna ce vap veren kimse mecnundurAlimin kalkanı La Edrî (Bilmiyorum) demektirŞayet âlim, bu kalkanı elinden bırakırsa öldürücü darbeler yer'.

İbrahim b. Edhem şöyle buyurmuştur: 'Bir ilimde konuşan, fa kat bir başkasında susan âlimden daha fazla, şeytanı sinirlendiren hiç kimse yokturŞeytan der ki: 'Şu adama bakınız! Konuşmaması, konuşmasından daha zor geliyor bana!'

Bir kısım âlimler, evliyalardan olan abdalları şöyle vasıflandırmışlardır: 'Onlar, ihtiyaç olmadıkça yemez, uyku zor lamadıkça uyumaz ve mecbur olmadıkça da konuşmazlarYani sorulmadıkça konuşmazlarSorulduğu zaman, kendilerinden daha doğru cevap verebilecek biri varsa suali ona havale ederlerFakat böyle biri bulunmadığı zaman mecburen cevap verirlerOnlara göre, sorulmadığı halde konuşmak, konuşmaya karşı du yulan şehvetin tâ kendisidir'.

Hazret-i Ali ile Abdullah bAbbas, halka va'z eden birinin yanından geçerken, birbirlerine şöyle demişlerdir: 'Bu kişi cemaata, 'beni tanıyınız' demek istiyor herhalde'.

Bâzı âlimler şöyle buyurmuştur: Âlim, kendisine sual sorulduğu zaman, sağlam bir dişi çekilmiş gibi ızdırap duyan kim sedir'.

İbn Ömer 'Ey millet! Bizi cehennem üzerinde bir köprü yapıp üzerimizden geçmek mi istiyorsunuz?' demiştir.

Ebû Hafs en-Nisaburî de şöyle der:231 "Hakiki âlim, sual sorulduğu zaman, kıyâmet günü 'Onun cevabını nereden aldın?' su ali karşısında kalmış gibi korkudan titreyendir".

İbrahim et-Teymi'den232 bir sual sorulduğu zaman ağlamaya başlar ve derdi ki: 'Başkasını bulamadınız mı ki, bana muhtaç oldunuz?'

Ebû Âli er-Rıyahî,233 İbrahim b. Edhem ve Süfyân es-Sevrî, ancak iki-üç kişilik cemaata va'z ve nasihat ederdiKonuşmayı dinleyenler çoğaldığı zaman va'z ve nasihatlarını kesip, kalkar gi derlerdi.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Üzeyir'in peygamber olup olmadığını bilmiyorumTubba'nın mel'un olup olmadığını bilmiyorumZülkarneyn'in nebî olup olmadığını bilmiyorum234

Hazret-i Peygamberden 'Yeryüzünün neresi en hayırlı, neresi en şerli yeridir?' diye sorulduğunda, buna 'Bilmiyorum' diye cevap verdiCebrail gelince Hazret-i Peygamber aynı suali Cebrail'e tevcih ettiCebrail de 'Bilmiyorum' şeklinde cevap verdiAllahü teâlâCebrail'e 'Yeryüzünün en hayırlı yerinin mescidler ve en kötü yerinin de çarşılar' olduğunu bildirinceye kadar durum aydınlanmadı235

İbn Ömer'e on mesele sorulursa yalnız birine cevap veriyor, dokuzunda susuyordu.

Fakihler arasında 'bilmiyorum mânâsına gelen lâ edrî lafzını kullananlar, 'Biliyorum mânâsına gelen Edrî lafzını kullanandan daha fazlaydı.

Süfyân-ı Sevrî, İmanı Mâlikİmâm-ı AhmedFudayl b. İyazBişr el-Hafî bunlardandı.

Abdurrahman bEbi Leylâ şöyle der: 'Medine'nin şu mescidinde Hazret-i Peygamber'in 120 arkadaşına yetiştimOnlardan her hangi birine, bir hadîsin mânâsı veya bir fetva sorulduğu zaman arkadaşından, buna cevap vererek sualin manevî yükünden ken disini kurtarmasını rica ederdi'.

Başka bir ibarede de şöyle denmiştir: 'Fıkhî bir mesele onlardan birine havale edildiği zaman, herkes bir diğerine devreder, so nunda döne dolaşa ilk sorulana geri dönerdiO zaman cevap vermek durumunda kalırdı.

Rivâyet edilir ki: Ashâb-I Suffe'den birine, pişirilmiş bir koyun başı hediye edildiKarnı çok aç olduğu halde onu yanındaki arkadaşına ikram ettiArkadaşı yanındakine, o da yanındakine dev rederek pişmiş baş, döne dolaşa ilk sahibinin eline geldi.

Bir de zamanımıza bakınız! Bu durumun aksine hareket edildiğini açıkça göreceksiniz.

Eskiden âlim, aranandı, şimdi arayan; uzak durulması gere ken emirler de aranan olduDerhal fetvaya teşebbüs edilmemesi hususunda bizi ikaz eden en güzel delil Hazret-i Peygamber'in şu hadîsidir:

Ümmetime ancak üç sınıf insan fetva verebilir:

1- Emîr, 2-Memur, 3- Hiçbir asla ve esasa dayanmayan hikâyeleri ve kıssaları karıştırarak tefsir eden kimse236

Hazret-i Peygamber'in mübarek arkadaşları dört vazifeyi birbirle rine havale ederlerdi:

1Namazda İmâm olmayı

2Bir ölünün vasiyetini yerine getirmek görevini üstlenmeyi

3Emanet saklamayı

4Fetva vermeyi

Bir kısım âlimler şöyle buyurmuştur: 'Fetva vermede herkes ten önce davranan ilimsiz, en çok kaçanlar da müttaki kişilerdir'.

Sahâbe-i kirâm ve tâbiîn (Allah hepsinden razı olsun) , beş işle meşgul olurlardı:

1) Kur'ân okumak; 2) Mescidleri (ibadetle veya servetle) tâmir etmek; 3) Allah'ı anmak; 4) Durmadan emr-i bi'l-mâruf yapmak; 5) Durmadan nehy-i an'il-münker yapmak.

Böyle yapmalarının sebebi Hazret-i Peygamberden dinledikleri bir hadîs-i şerîf idi;

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Âdem oğlunun bütün konuşmaları kendi aleyhindedirAncak üç konuşma bu hükmün dışındadır:

1) Mârufu (iyiyi) emretmek,

2) Münkeri (kötüyü) yasaklamak,

3) Allah'ı zikretmek237.

Allahü teâlâ şöyle buyurur:

Onların aralarındaki gizli konuşmaların çoğunda hayır yokturYalnız sadaka, yahut iyilik, ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden (in konuşması) müstesnâKim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa, yakında ona bü yük bir mükafaat vereceğiz. (Nisâ/114)

Kûfeli rey sahibi âlimlerden bazılarına bir kısım âlimler rü yada sordular: 'Dünyada verdiğiniz fetva ve reylerden dolayı ne gibi bir muameleye tâbi tutuldunuz?'Rey sahipleri, yüzleri buruşuk bir şekilde, başlarını çevirerek dediler ki:'Bir fayda görmediğimiz gibi, üstelik zarara da uğradık'.

İbn Hasin238 şöyle buyurmuştur: 'Zamanımızdaki âlimlerin, sual sormaya gelenlere hemen fetva verdiklerini görürsünüzHalbuki bu husus, Hazret-i Ömer devrinde bizzat kendisinden sorul saydı, o, Bedir savaşına iştirâk etmiş bütün sahabîleri toplar, onlarla iştişare eder ve sonra cevap verirdi.

Demek ki, ilim sahiplerinin en bariz vasıflarından biri de sus maktırAncak zaruret hâli hariç. . .

Nitekim bir hadîs-i şerîf te şöyle buyurulmaktadır:

Kişiyi sükût ve zâhidlik içinde gördüğünüz zaman, ona so kulunuz; çünkü ona hikmet telkin olunuyor239

Şöyle denmiştir: Âlimler iki kısımdan ibarettir:

1Halk tabakasını eğiten âlim ki, bunlar yöneticilerin de yakınları olup fetva veren âlimlerdir.

2Havass âlimi, kalplerin amellerini ve Tevhîd ilmini bilen bu âlimler zaviyelerde, dağınık olarak yaşayan ve İslâm'ı yaşatan âlimlerdir.

Eskiler şöyle söyler: 'Ahmed bHanbel'in durumu Dicle neh rine benzerŞöyle ki: Herkes ondan, avucunu doldurarak kana kana içerBişr bHars'ın durumu ise, kapalı ve tatlı suyu olan bir kuyu gibidirİnsanlar ancak nöbetle ve birbirinin ardı sıra kuyu nun başına gelebilirler'.

Salih seleflerimiz şöyle söylerlerdi:'Falan adam gerçekten bir âlim, filân ise, yalnız, konuşan bir adamdırFalan insan da Allah'a çokça ibadet eden kişidir'.

Ebû Süleyman bAtiyye ed-Daranı 'ınârifet, konuşmaktan daha fazla sükûta yakındır' buyurmuştur.

'İlmin çoğalması konuşmayı azaltırKonuşmanın çoğalması ise ilmi azaltır' denilmiştir.

Selman-ı Farisî, Hazret-i Peygamberin kendisine kardeş yaptığı Ebu'd Derda hazretlerine şöyle bir mektup yazmıştır: 'Kardeşim, kulağıma gelen haberlere göre, sana gelen hastaları bir doktor ola rak tedavi ediyormuşsunBu hususta dikkatini çekerimŞayet dok tor isen konuş! Ancak bu takdirde konuşmanda fayda vardırEğer kendini doktor zannediyorsan, o zaman böyle bir işi yapmaya kalkma! Zira sana gelen müslümanlar senin elinle ölmüş olurlar'.

Selman'ın bu mektubunu alan Ebu'd Derda, yaşadığı müddetçe kendisine getirilen meseleleri çok düşünür ve öyle cevaplandırırdı.

Sahâbe-i kirâm'dan Enes b. Mâlik'e bir mesele sorulduğu zaman, 'Efendimiz Hasan-ı Basrî'den sorunuz' diyerek sual sahibini Hasan'a gönderdi. Sonra şöyle dedi: 'Çünkü o hıfzetmiş, biz ise unutmuşuz'.

İbn-i Abbâs'a bir mesele sorulduğu zaman şöyle derdi: 'Bu suali Hâris'e veya Câbir bZeyd'e sorunuz'240

İbn Ömer'den bir mesele sorulduğunda Said bMüseyyeb'e ha vale ederdi.

Hikâye edildiğine göre; sahabe-i kirâmdan birisi, Hasan-ı Basrî'nin huzurunda yirmi adet hadîs rivâyet etmiştiCemaat arasında bulunan bir zat, bu hadîslerin mânâsını râvi'den sorduğu zaman (hadîsleri, rivâyet eden zâtın tefsir etmesini is tediğinde) sahabî şöyle cevap verdi: 'Ben ancak râviyim, tefsirini bilmem, hepsi o kadar. . '

Bu söz üzerine Hasan-ı Basrî, rivâyet edilen hadîsleri teker teker tefsir ettiOrada bulunan cemaat, hazretin hıfzına ve tefsir kaabi liyetine hayran oldu ve'Doğrusu çok güzeldi' dedilerBu sözü duyan hadîs râvisi sahâbî, yerden bir avuç kum alarak hazır bulu nanların yüzüne serpti ve'Bunun gibi bir büyük âlimin yanında iken nasıl oluyor da bana sual soruyorsunuz?' demek suretiyle onları azarladı.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, âhiret yolunu bil meyi, kalbini murakabe altında tutmayı, bâtın ilimleriyle meşgul olmayı birinci plânda tutmak ve bu güzellikleri mücâhede ve mu rakabe ile elde etmeye ihtimam göstermektir.

Zira mücâhede, in sana müşahede kaabiliyeti verirKalp ilimlerinin inceliklerini bilmek de kalpteki hikmet pınarlarının gürül gürül akmasına ve sile olurKitaplar ve öğrenilenler bunları elde etmek için yeterli değildirSayılmayacak kadar çok ve hiçbir inhisar kabul etmeyen hikmet, ancak, mücâhede, murakabe, zâhir ve bâtın amellerini edâ etmek, kalp huzuru ve saf bir fikirle tenha bir yerde Allahü teâlâ ile mânen beraber olmak suretiyle elde edilirHer şeyden tamamen alâkasını kesip sadece Allah'a yönelmek, ilâhî keşfin anahtarıdırNice öğrenciler vardır ki, öğrenmek için uzun zamanlarını sarfetmelerine rağmen dinledikleriyle bir derece bile ileri gide memişlerdirNice kimseler de sadece öğrenilmesi mühim olan meseleleri öğrenir, kalan zamanlarını amel ve murakabeye has reder, Allahü teâlâ da ona insan aklını durduracak hikmet ve ince liklerin kapılarını açar.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bu hikmeti anlatmak için şöyle demiştir:

Bildiği ile amel eden bir kimseye, Allahü teâlâ bilmediklerinin ilmini de bildirir.

Evvelki kitaplarda şöyle yazılıdır: 'Ey İsrailoğulları! İlim gök tedir, onu yere indiren kim? İlim yerlerin derinliklerindedir, onu yeryüzüne çıkaran kim? İlim denizlerin ötesindedir, denizleri aşıp o ilimleri getiren kim? demeyinizÇünkü ilim bizzat kalbinizdedirBenim huzurumda ruhânilerin edebiyle edebleniniz, sıddîkların ahlâklarıyla ahlâklanınız ki, ben de size, sizi soracak ve sizi ilim sahibi yapacak derecede ilim vereyim, kalbinize ilham edeyim'.

Sehl bAbdullah et-Tüsterî: 'Zâhidler, âbidler ve âlimler, kalpleri kilitli olduğu halde, dünyadan göçüp giderlerAncak sıddîk ve şehidlerin kalpleri açılmıştır' dedikten sonra şu ayeti okudu:

Gaybın anahtarları Allah'ın katındadırOnları ancak Allah bilirKarada ve denizde ne varsa hepsini O bilirO'nun bil gisi dışında bir yaprak dahi düşmezYerin karanlıkları içindeki tek tane, yaş ve kuru herşey Allah'ın ilmindedir. (Levh-i Mahfuz'dadır) . (En'am/59)

Eğer kalbi bâtın nuru ile nurlanmış kalplerin, zahirî ilimlere hâkim olması mümkün olmasaydı Hazret-i Peygamber şu sözü söyle mezdi.

Sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sana fetva ver seler de sen yine kalbine danış!

Hazret-i PeygamberAllahü teâlâ'dan ilham yoluyla almış olduğu bir hadîsi kudsî'de şöyle der:

Kulum nafile ibadetlerle durmadan bana yaklaşa yaklaşa, nihayet öyle bir an gelir ki, onu sevmeye başlarımOnu sevdiğim zaman, onun duymasına vasıta olan kulağı ve görmesine âlet olan gözü olurumÇalışan eli, yürüyen ayağı olurumBenden istediği zaman mutlaka veririmBana sığındığı zaman onu mutlaka korurumÖlümden korktuğu için ölümü istemeyen Mü'min kulumun nefsi günaha gir mesin diye ruhunu alırken, tereddüt ettiğim kadar hiçbir işte tereddüt etmem241 Halbuki o, nefsin ölmesi mutlaka lâzımdır242

Kur'ân'da nice esrar vardır ki kendilerini zikre ve fikre adamış kimselerin kalplerine doğarTefsir kitaplarında o sırlar bulunmazMüfessirlerin en büyükleri bile bu sırlara vâkıf olamaz.

Kalbini murakebe eden müride bu mânâlar görünüp müfessirlere arzedildiği zaman, anlayışla karşılanır ve iltifat görürÇünkü olanlar bilirler ki bu esrar, Allah'a yönelmiş yüce himmetlilerin ve ilâhî lûtuf ve temiz kalplerin işaretidirMükâşefe ve muamele ilimlerinin sırları da aynen böyledirÇünkü her ilim, bütünüyle ihâta edilemeyen engin bir denizdirHerkes kaabiliyeti ve nasibi kadar bu denize dalabilirBu denize dalmanın en büyük vasıtası salih amel ve güzel işlerdir.

Âhiret âlimlerinin vasfını Hazret-i Ali (radıyallahü anh) , uzun bir hadîste şöyle izah eder:

Kalpler, tıpkı kaplara benzerOnların en hayırlısı iyiliğe kap olanıdırİnsanlar üç sınıfa ayrılırlar:

1) Rabbanî âlimler,

2) Kurtuluş yolundaki öğrenciler,

3) Her konuşana tâbi olan, her rüzgara gönül veren, ilim nuruyla nurlanmayan, ilmin herhangi bir temeline sırtını dayamayan, kıymetsiz halk ta bakasıİlim, maldan çok çok hayırlıdırÇünkü ilim seni, sen de malını korursunİlim öyle bir şeydir ki, verdikçe çoğalır; mal ise vermekle azalırİlim dindir, çünkü kişi, di nini ilim vasıtasıyla bilir, ibadetleri ve yapacağı bütün işleri onun sayesinde öğrenirÖldükten sonra, kişi, ilmiyle iyi bir şekilde yâd edilirİlim hâkimdir, mal ise mahkûmMalın kaybolmasıyla verdiği menfaat de kaybolurMal toplama gayretine düşenler diri oldukları halde birer ölü sayılırAlimler ise, kıyâmete kadar bâki kalırlar; onlar ölmezler'.

Bu sözleri söyleyen Hazret-i Ali (radıyallahü anh) , derin derin nefes alarak konuşmasına şöyle devam etti:

(Göğsünü göstererek) İşte burada büyük bir ilim vardırKeşke o ilmi omuzlarına alabilecek birisine rastlasaydım.

Mânâyı başka bir kelimeyle ifade etmek imkânından mahrum olduğumuz için kelimeyi olduğu gibi çevirmek mecburiyetinde kaldıkOkuyuculardan bu ibareyi Allah'ın ulûhiyetine yakışır bir şekilde yorumlamalarını istir ham ederizAllah cümlemize doğruyu buldursun!

Emin olmadığım talihler buluyorum hep; ki onlar ilmi, dün yevî arzularına vesile ittihaz ediyor ve alet yapıyorlarAllah'ın velilerine, Allah'ın verdiği nimetle dil uzatıyor; Allah'a delâlet eden ilmi, halkın aleyhinde kullanıyorlar. Veya ehl-i hakka itâat eden birini görüyorum; onların da ba sireti olmadığı için şüpheli bir şeyle karşılaştığı zaman der hal şüpheye düşüyorDemek ki göğsümde bulunan ilmi ne buna ve ne de öbürüne vermek imkânı yokturBazen de bu ilme dünya lezzetlerine dalmış, şehvetlerinin arkasında gi den bir kimse talip çıkıyor veya mal toplamaya dalan ve nefsî hevasının peşinde koşan talip oluyorBunlara en çok benzeyenler, çayırda otlayan hayvanlardırSözlerine şöylece devam etti:

İşte, ilmin hakikî talipleri öldüğü zaman ilim de böylece ölüyorFakat Allah'ın izn-i keremi ile yeryüzü, Allah'ın di nini savunan insanlardan hiçbir zaman mahrum kalmaz.

Böyleleri, ya herkes tarafından bilinir veya Allah'ın delilleri ve beyyineleri, tamamen kaybolmasın, iptal edilerek ortadan kaldırılmasın diye gizli kalmayı tercih ederlerFakat sayıları ne kadardır ve nerededirler? Bunlar sayıca çok az, kıymetçe büyüktürlerŞahısları gizli, fakat hatıraları kalplerde saklıdırAllahü teâlâ onlarla delil ve hüccetlerini mu hafaza ederTâ ki sonraki nesillere, bu hüccetleri teslim et sinler ve kendilerine benzeyenlerin kalplerine de o fikirleri eksinlerİlim, bunları, işin hakikatine vakıf kılmış, gene bunlar yakînin ruhunu bilfiil elde etmiştirOnun için, dünya ehline çok zor gelen meseleler bunlar için gayet ko laydırGâfillere yabancı gelen konular bunlara çok yatkın görünürBu kişiler, bedenleriyle dünyada görünseler de ruhlarıyla en yüce makama bağlıdırlarOnlar bütün mahl ûkat içinde Allah'ın veli kullarıdırYeryüzünde Allah'ın, Allah için çalışan kulları, halkı hakka davet eden dellâllardır'.

Hazret-i Ali daha sonra ağlayarak sözlerine şunları ilâve etti:

Ey bunları görmek isteyen gönlüm! Neredesin? İstersen gel, sen de hazırlan!

İşte Hazret-i Ali'nin son olarak zikrettiği, âhiret âlimlerinin vasıfları bunlardırO vasıflar sadece mücâhede ve amelle elde edilir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, yakinin takviyesine son derece ihtimam göstermektiÇünkü din servetinin bütün sermayesi yakîn'dir.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

Yakîn, îmanın tamamıdır243

O halde, yakîn ilminin öğrenilmesi mutlaka gereklidirYakîn ilminden gayem, bu ilmin başlangıcıdırÇünkü bir ilmin başlangıcı elde edildiği zaman kalp için hepsini kavramanın yolu açılır.

Bu hikmete binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yakîn'i öğrenin!244

Hadisi şerifin mânâsı şudur: Yakîn mertebesine erenlerle bir arada oturunuzOnlardan yakîn ilmini dinleyinizNasıl onların yakînleri kuvvetlenmişse sizin de yakîniniz kuvvetlensin diye onlara daima uymaya çalışınızYakîn’in azı, amelin çoğundan daha hayırlıdır.

Hazret-i Peygambere 'Bir kişi vardır, yakîni güzel, fakat günahı çokturBaşka birinin de ibadeti çok, yakîni azdırBu iki insandan hangisi daha hayırlıdır?' diye sorulduğunda,

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap vermiştir:

Hiçbir Âdem oğlu yoktur ki, günah sahibi olmasın. (Fakat tabiatı akıl, huyu yakîn olan bir kişiye günah dokunmaz.

Çünkü böyle bir kişi günah işlediği zaman, hemen tevbe eder. Pişman olarak şiddetli bir şekilde af diler. Tevbesi yüzü suyu hürmetine de bağışlanır. Bununla birlikte cennete girmesine vesile olacak olan bir fazilet de elinde kalmış olur) 245

Hazret-i Peygamber yakînin önemini başka bir hadîste de şöyle açıklar:

Siz insanlara en az verilen şey, yakîn ve sabır azimetidirBu iki sıfattan kime bir nasib verilmişse o kişinin elinden gecenin ibadeti ve gündüzün (nafile) orucu çıkmış olsa da, onun ne pervası vardır?246

Lokman Hakîm'in oğluna verdiği nasihat arasında şu cümlelere rastlanmaktadır: 'Oğlum! Amel, ancak yakîn ile elde edilirKişi, ancak yakîni nisbetinde amel ederAmel edenin yakîni azal madıkça amelinde kusur yapmış sayılmaz'.

Yahya b. Muaz şöyle buyuruyor: 'Hiç kuşkusuz Tevhîdin nûru vardır şirkin de ateşi. . . Tevhîdin nûru, muhakkak ki, muvahhidlerin günahını yakmak bakımından müşriklerin sevaplarını yakan şirk ateşinden daha şiddetlidir'.

Hazret-i Yahya 'Tevhîd nûru' derken yakîni kasdetmektedir.

Allahü teâlâ, ehl-i yakîn’den sık sık bahsetmektedirO'nun böyle sık sık yakîn ehlinden bahsetmesi, yakînin her çeşit saadet ve iyiliklerin kaynağı olduğuna işaret etmektedir.

Eğer Yakîn mertebesini ve bu mertebenin zayıf ve kuvvetli taraflarının ne olduğunu bilmek için önce yakînin mahiyetini anlamak lâzımdırZira mahiyeti anlaşılmayan bir şeyi talep etmek mümkün değildir' diyecek olursan şöyle cevap veririz:

'Bilmiş ol ki yakîn, birçok mânâda kullanılan bir kelimedirİki fırka var ki, onu, iki değişik mânâda kullanmaktadırKelâmcılar, bu tâbiri, ek ve şüphe olmayan ilimde kullanmaktadırÇünkü bir şeyi tasdik etmeye meyyal nefsin dört makamı vardır:

1Doğrulaması ve yalanlaması eşit olmak. . . Böyle bir durum şek ile ifade edilirMeselâ belli bir şahıs hakkında 'Allah onu ceza landıracak mı yoksa cezalandırmayacak mı?' diye sorulduğu zaman bu zâtın hâli menfî bir hüküm vermeye yanaşmaktadırBelki senin indinde bu iki şık da mümkün görünmektedirİşte bu du ruma şek adı verilir.

2Zıddının mümkün olduğunu idrâk etmekle beraber, nefsin iki şıktan birine meylederFakat birinin zıddının bilinmesi öbür tarafı tercihe mâni olmazMeselâ, sâlih bir müttaki olarak bilinen bir şahıs hakkında sana sual sorulmaktadırBu zat takvâ üzere ölmüştür'Acaba bu kul Allah'ın azabına düçâr olur mu?' diye düşünmektesinNefsin, ceza görmemesinin daha kuvvetli olmasına meylediyorÇünkü o kimsede salih ameller görmüşsün daimaFakat, herşeye rağmen, cezayı icabettirecek bir gizli günahı bulunması da mümkündür sence. . . Ceza görmesi veya görmemesi ihtimali her ne kadar eşit ise de, ceza görmeyeceği fikrini benimsemekte bir beis yokturİşte bu duruma zan denilir.

3Doğrudan doğruya, bir şeyi doğrulamaya olan meyilBu doğrulamada kalbe en küçük bir şüphe düşmezFaraza düşse de nefis onu kabul etmezFakat bu kesin karar belirli bir bilgiye dayanmamaktadırBu makama erişen bir kimse, derin derin düşünerek, kalbinden gelen seslere ve fısıltılara kulak verirse şüpheye düşmesi daima ihtimal dahilindedirİşte bu hâle yakîne yakın bir inanma' denilirBu, bütün şerî meselelerde, halk tabakasının inancıdırÇünkü sadece duymuş olmaları, bu inancı halkın kalbine yerleştirmiştir Hatta halk tabakasının her grubu mensup oldukları mezhebin veya herhangi bir ekolün doğru olduğuna o kadar inanmışlar, kendi imamlarının isabet ettiğine o derece bağlanmışlardır ki, herhangi birisine imamının yanılabileceği söylendiği zaman, bu sözü, korkunç bir tepkiyle reddeder ve size amansız düşman kesilir.

4Şekki ve şüphesi olmayan, gerçekliği su götürmeyen ve içinde şüphe bulunması muhal olan, delil yoluyla elde edilmiş hakiki mârifettirİşte böyle bir inanca yakın ismi verilirBuna misâl olarak şunu verebiliriz: Akıllı bir kimseye 'Bu kâinatta kadîm bir varlığın bulunması mümkün müdür?' denildiği zaman düşünmeden hemen tasdik edemezÇünkü ay ve güneş gibi hiss ile bilinen birşey değildirİki sayısı Bir sayısından daha fazladır veya 'Hâdisin (sonradan olan şeylerin) sebepsiz varolması muhaldir' gibi, bilinmesi zarurî değildirBu nedenle akıl fıtratının vazi fesi, düşünmeden irtical yoluyla kadîmin varlığını tasdik etmek değildir.

Bu hüküm böyle bilindikten sonra malûm ola ki bir kısım in san, Kadîm 'in varlığını işitir ve şeksiz bir şekilde inanırBu inancında da ölünceye kadar devam ederİşte inanç ve itikad bu durBu hâl, bütün avam müslümanların hâlidir. . .

Bir kısım da Kadîm'in varlığını bürhan ve delil ile tasdik ederŞöyle ki: Eğer varlıkta kadîm yoksa, o zaman bütün varlıklar hâdis ve sonradan meydana gelmiş olurlar! Eğer hepsi sonradan mey dana gelmiş kabul edilirse, hepsinin veya bir kısmının failsiz vü cuda geldiğini kabullenmek zorunda kalınırBöyle bir şey muhal olduğu için kabullenmesi de muhaldir.

Bu bakımdan, kadîm bir varlığın kabul ve tasdiki akıl için zarurî ve mecburi olurÇünkü mevcutlar hakkındaki aklî taksim üçtür:

1Bütün mevcutların kadîm olması

2Bütün mevcutların hâdis olması

3Bir kısmının kadîm ve bir kısmının hâdis olması

Eğer hepsini kadîm sayarlarsa, matlub ve maksad hâsıl olmuşturÇünkü zımnen kadîm sâbit olmuş olurEğer hepsi hâ dis kabul edilirse, failsiz meydana gelmiş olacağı için, böyle bir tel âkki muhaldirO halde ya üçüncü veya birinci kısım sâbit olur.

Bu tarzda meydana gelen her ilme kelâmcılar nezdinde yakîn ismi verilirİster bu ilim, daha evvelce zikrettiğimiz gibi kaziyeler kurmak suretiyle elde edilsin, ister failsiz meydana gelmenin mu hal olduğunu bildiren ilim gibi akıl yoluyla veya hiss ile elde edil sin, ister tevatürle Mekke-i Mükerreme'nin varlığım bildiren ilim gibi, ister tecrübe ile kaynatılan sakmoniya ilacının ishal ettirici olduğunu bildiren ilim gibi veya daha önce zikrettiğimiz gibi de lille elde edilsin. . .

Şek ve şüphe olmamak şartıyla kelâmcılar tarafından bu ilme yakîn adı verilirKelâmcılara göre şüphe götürmeyen her ilme yakın adı verilirKelâmcıların tarifine göre yakın, zayıflıkla tavsif edilemezÇünkü şüphe ile zayıflığın bir farkı yoktur.

İkinci ıstılah, fakihler, sûfîler ve âlimlerin de çoğunun ıstılahıdırBu ıstılahda cevaz ve şüpheye iltifat edilemezBelki il min aklı istilâ edip galip gelmesine bakılırHattâ ölümde şek ol madığı halde 'Filan adamın ölüm hakkında yakîni zayıftır' denirVe yine 'Filân adam, rızkın kendisine verilmesinde çok kuvvetli yakîne sahiptir' denirHalbuki aynı adam rızkın kendisine veril meyeceği ihtimaline de imkân verirBu bakımdan ne zaman ki ne fis bir şeyi tasdik etmeye taraftar olup, o şey de nefse galip gelip is tediği şekilde nefiste tasarruf ederse, ona yakîn adı verilir.

Bütün insanlar kesinlikle ölüme inanmak ve ölümde şüphe etmemek hususunda müşterektirlerFakat ölüme iltifat etmeyen, sanki ölüme inanmaz gibi onun için hazırlık yapmayanlar vardır.

Bir kısmının kalplerini de tamamen ölüm düşüncesi kaplamış ve bütün himmetlerim ölüme hazırlık yapmaya sarfetmektedirlerKalplerinde ölüm düşüncesi başka bir şeye yer bırakmamıştırİşte bu hal yakının kuvvetiyle tâbir olunurBu mânâyı kastederek bazı âlimler İçinde zerre kadar şüphe bulunmayan ölüm yakîninden, içinde zerre kadar yakîn bulunmayan şüpheye daha fazla benze yeni görmedim' buyurmuşturBu ıstılâha göre yakîn, zayıflık ve kuvvetliliği kabul eder.

'Âhiret âlimlerinin şanına yakışan en uygun hareket himmet ve inayetlerini yakînin takviyesine sarfetmektir sözümüzden yak înin iki mânasını kastediyoruz, yani şek ve şüpheyi giderdikten sonra, nefsine hakim ve tasarruf edecek bir derecede yakîn sahibi olmayı kastediyoruz.

Bu hakikatleri bildikten sonra malûmun oldu ki 'Yakîn üç kısma ayrılır' hükmümüzden gayemiz: Yâkîn, kuvvetlilik, zayıflık, çokluk, azlık, gizlilik ve açıklık itibariyle üçe ayrılırŞöyle ki:

İkinci ıstılâha binaen yakîn, kuvvetlilik ve zayıflık diye iki kısma ayrılırBu taksim, yakînin kalbe galip gelip kalbi istilâ et mesine göredirYakîn mânâlarının kuvvet ve zayıflık bakımından dereceleri nihayetsizdirHalkın ölüme hazırlıktaki farklılıkları ancak yalarım bu mânâlarındakı farklılıklarına bağlıdır.

Birinci ıstılâhta yakînin, kapalı ve açık diye ikiye taksim edilmesi de inkâr götürmez bir hakikattirİkinci ıstılahta zıddın oluşuna imkân olan yakîndeki farklılık, inkâr edilmez bir gerçektir.

Bazen içinde şek ve şüphe bulunmayan ve inkârına imkân olmayan yakînde de farklılık olurMeselâ Mekke-i Mükerrenin varlığı hakkındaki tasdikinin, Fedek hakkındaki tasdikden farklı olduğunu sen de idrâk edersinAynı zamanda Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Yuşâ'nın varlığı hakkındaki tasdikindeki farklılığı da idrâk etmektesin, Halbuki Mekke'nin oluşu gibi Fedek'in oluşu da, Musa'nın (aleyhisselâm) oluşu gibi Yuşâ (aleyhisselâm) ın oluşu da sence kesinlikle sabit olmuş bi hakikattir ve ikisinin de oluşu şayet görmemiş isen tevatür yolu ile sana gelmiştirFakat buna rağmen birinin (Mekke ve Musa'nın) , senin kalbinde öbüründen (Fedek ve Yuşa'dan) daha açık olduğunu sezersinÇünkü birisi hakkındaki tevatür, öbürü hakkındaki tevatürden daha fazladırişte bu farkı, belirli meseleler hakkında düşündüğün zaman da görürsün.

Meselâ, bir delil ile sabit olanın açıklığı, birçok delille sabit olanın açıklığı gibi olamazHalbuki şüphe edilmemesi bakımından ikisi de eşittirBu gerçeği, ilmini kitaplardan ve ku laktan dolma malûmatla kazanan kelâmcı inkâr eder, durumun farklılığını nefsinde muhasebe yaparak görmeye çalışmaz.

Yakînin, azlık ve çokluk meselesine gelince, bu mesele yakîn ile alâkalı teferruattan sayılırMeselâ, falan adamın ilmi filân adamınkinden daha fazladır denilirHalbuki ilim, ilimdir ve hiç değişmezBu sözle malûmatın çokluğu kastedilmektedirBu hik mete binaen, bazen, şeriatın getirdiği bütün prensipler hakkında âlimin yakîni kuvvetli olurBazen de, ancak bir kısmı hakkında kuvvetlidir.

Eğer "Yakînin; kuvvetin, zayıflığın, azlığın veya çokluğun, kalbi istilâ etmesi mânâsına geldiğini ifade ettinO halde yakîn ile ilgili teferruatın mânâsının nerelerde icra edildiklerini ve yakînin hangi hallerde istendiğini de söyle ki, bilelimÇünkü yakînin ne rede arandığını bilmediğim takdirde, yakîni takip etmek im kânından mahrum olurum' dersen, bilmiş ol ki peygamberlerin Allah'tan getirdikleri, başından sonuna kadar, yakînin olması ge reken yerdirZira yakîn, hususî bir marifetten ibarettirO mârifet şeriatta varid olan malûmatlarla sıkı sıkıya alâkalıdırBen bu ma lûmatları burada teker teker sayacak değilimFakat ana kaide sayılan bir kısmına işaret etmeye çalışacağım.

Bunlardan biri Tevhîd'dirTevhîd, kainatta cereyan etmekte olan her hâdiseyi, sebepleri yaratan bir kudretten bilmek demektirVâsıtalara iltifat etmemek, belki vasıtaları müsahhar ve hüküm süz bilmektirBöyle inanan bir kişi yakîn sahibi olur.

İmanla birlikte kişinin kalbinde şek ve şüpheye yer kalmadı mı, bu kişi iki mânâdan birine göre ancak yakîn sahibi sayılmaktadırİmanla birlikte, muvahhidin kalbini istilâ eden, vasıtaların tesirsizliğini; o vasıtaların sadece imzasıyla başkasını nimetlere garkedenin elindeki kalem ile parmakları gibi olduğunu ve bunları da tesir edici değil, ancak birer musahhar âlet olmaktan öteye gitmediğini bildiren bir mânâ ortada varsa, o zaman ikinci ıstılaha göre yakîn sahibi olup en şerefli mertebeyi elde eder.

Bu durum birinci yakînin neticesi, semeresi, ruhu ve fay dasıdırNe zaman ki, güneş, ay, yıldız, cemadât, bitki, hayvan ve her mahlûkun zâhirî sebebleri yaratan elinde birer vasıta olup, kâ tibin elindeki kalemden bir farkları olmadığına inanırsan ve yine herşeyin sebebinin kudret-i ezelî olduğuna kanaat getirirsen, o zaman kalbine tevekkül, rıza ve teslimiyet gibi yüce sıfatlar hâkim olurKötü ahlâk, hased, kin ve gayzdan uzak bir ehl-i yakîn olur sunİşte yakîn kapılarının birisi budur. . .

Allahü teâlâ'nın rızka kefil olduğuna inanmak da bu kaideler den biridirNitekim Allahü teâlâ, bizi bu itimada şu ayetle davet buyuruyor:

Yeryüzünde ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı Allah'a aittirOnların dünyadaki meskenlerini de bilir, yumur talıklardaki yerlerini de. . Bunların hepsi Levh-i Mahfuz'da yazılıdır. (Hûd/6)

Bir insan nerede olursa olsun kesinlikle bilmelidir ki, rızık kendisine gelecektirKendisi için takdir edilmiş olan rızık mutlaka gelip onu bulacaktırBuna tamamıyle inanan bir kişi, rızkını meşrû faaliyetler içinde aramaya gayret sarfederHarislik, doy mazlık ve geçmişin üzüntüsü kendisinden uzaklaşırBu güzel ahlâk, yakînin teşekkül ettirdiği bir hâldirBu hâl ile, tâat ve güzel ameller sahibi olunur.

Ana kaidelerden biri de 'Zerre kadar hayır veya zerre kadar şer işleyen, onun karşılığını mutlaka görecek' inancının kalbe yerleşmesidirHayırların karşılığı mükâfat, şerlerin karşılığı ceza olarak mutlaka önüne çıkacaktırYani sevap ve günaha katiyetle inanmak kaidesidirAncak böyle inanan bir insan, tâatların se vaplara nisbetinin, ekmeğin doymaya nisbeti gibi olduğunu kavrarGünahların cezaya nisbeti ise, zehirlerin ve yılanların canlıları helâk etmeye olan nisbeti gibidirBir insan, doymak için nasıl ekmek arar, az veya çok elde ederse, öylece miktarına bakmadan iba detleri aramalıdır.

Çünkü ona büyük bir değer verecektir, İnsan, zehirin azından ve çoğundan nasıl kaçınırsa, günahın azından ve çoğundan da sakınmalıdırBirinci mânâda yâkin, bütün müslü manlarda mevcutturFakat yakînin ikinci mânâsı ancak mukar riblere ait bir vasıftırBu yakînin neticesi; bütün günahlardan sakınmak için takvâda ileri gitmek ve her şeyde doğru bir değerlendirme kaabiliyetine sahip olmaktırYakîn, ne nisbette yüksekse, takva da o nisbette yüksektir; ibadetlere yapışmak da, de receye nisbetle, kuvvetlenir.

Allahü teâlâ'nın her halûkârda senin bütün yaptıklarına mut tali olduğuna; kalbindeki kuruntuları, gönlünden geçirdiğin mahrem duyguları ve her türlü fikrini müşahede ettiğine kesinlikle inanmak ana kaidelerden biridir.

Bu mânâ, yakînin birinci mânâsı ile birlikte her Mü'min kulda vardır ve kalpdeki şüphenin kalkması demektirBu kitapta anlatmak istediğimiz yakînin ikinci mânâsına gelince, bu mânâ herkeste bulunmazAncak sıddîklara mahsus bir hâldirBu hâlin meyvesi; insanın tek başına bulunduğu zamanda ve her halük ârda, büyük bir padişahın huzurundaymış gibi, edebli, boynu bü kük, padişahın murakabesi altında olduğunu bilerek oturması, edeb dışı bütün hareketlerden şiddetle kaçınmasıdırDışta gözü ken amellerde nasıl davranıyorsa, içindeki duyguların da aynı pa ralelde olmasıdırÇünkü zâhirî amellere insanların muttalî ol ması gibi, insanın iç âlemini, Allahü teâlâ daha açık ve seçik bir şekilde müşahede etmektedirBu şekilde, yakîn derecesine varmış bir kimse, hummalı bir çalışmayla bâtınını temizler, tâmir ve tez yin ederBöylece, temizlenmiş olduğu bâtınıhalkın dış görünüşe bakan gözleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hassas olan Allah'ın müşahedesine takdim ve onun kudret gözüne arzeder.

Yakînin bu derecesi, insanoğluna, hayâ, korku, inkisar, zillet, meskenet, hudû ve daha nice üstün ahlâk kazandırırAllah'a karşı yapılması güzel olan bu hareketler, insanoğluna değeri çok yüksek ibadetler kazandırırYakîn, bütün bu mertebelerde bir ağaca, kalpten neşet eden ahlâklar da ağacın dallarına, o ahlâktan çıkan tâatlar ve ameller de meyvelere ve çiçeklere benzerBu bakımdan yakîn, kök ve esasdırOnun kapıları, saydıklarımızdan çok daha fazladırBiz şimdilik, yakîn, lafzının manasını bu kadar açıklamayı yeterli buluyoruzŞayet Allah dilerse kitabımızın Münciyat bölümünde yakînin tafsilâtı verilecektir.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de; konuşmasında, sükûtunda, giyiminde ve her durumunda korkunun görülmesidirİçi, Allah'a tam kulluk yapmadığı için mahzun, başı öne eğik, da ima düşünceli bir hâl, ifrat veya tefritten dolayı üzgün bir sima. . . Bu kişi öyle bir hâle gelmiştir ki, kendisine bakan herkes hemen Allah'ı hatırlayıverirOnun sûreti, mutlaka güzel olan sûretine delâlet ederZira bir darb-ı meselde: 'Cömert ve kahraman kişinin şahsiyyeti, aynasıdır' denilmektedir.

Âhiret âlimleri, tevazularıyla, Allah'ın önünde duyulan zillet ve sükûnetlerinde görünen çehre ile bilinmektedir.

'Sükûnet içerisindeki huşû'dan daha güzel bir elbiseyi Allahü teâlâ hiçbir kuluna giydirmemiştirBu elbise, peygamberlerin el bisesi, salihlerin, sıddîkların ve âlimlerin de alâmetidir' de nilmiştir.

Kelâm'a dalmak, fesahat ve belâgat konusunda ileri olduğunu ifade etmek, kahkaha ile gülmek, hareket ve konuşmada acelecilik; işte bütün bunlar, nimeti kötü bir sahada ve kötü bir işte kullan maya, azaptan emin olmaya, Allah'ın büyük cezasından ve şiddetli öfkesinden gâfil olmaya delâlet ederAllah'tan gâfil bulunan dün yaseverlerin âdetidir bütün bunlar. . . Allah'ı bilen âlimler ise, bü tün bu kötü adetlerden uzaktırlar.

Sehl et-Tüsteri'nin dediği gibi, âlimler üç kısma ayrılır:

1Allah'ın gizli emirlerine değil, sadece zâhirî emirlerine mut talî olanlar, bu âlimler sadece helâl ve haram hakkında fetva vere bilirBöyle bir ilim insana korku duygusu bağışlamaz.

2Allah'ın emrini ve gizli nimetlerini bilmeyen, sadece zâtını bilen âlimlerBunlar halk tabakasıdır.

3Allah'ın emirlerini bilen, gizli nimetlerini, azap ve ikabını takdir eden âlimlerBunlar sıddîklardırHaşyet ve huşû sadecebunların kalplerini istilâ etmiştir.

Sehl et-Tüsterî Eyyâmullah tâbirinden; Allah'ın çeşitli azablarını, geçmiş ve gelecek sâlih kullarına ihsan buyurduğu gizli nimetlerini kastediyorÇünkü Allah'ın çeşitli azaplarını ve gizli nimetlerini bilen bir kişinin korkusu artar ve içindeki huşû görü nür bir şekil alır.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) : İlmi öğreninizFakat ilim için de sükûnet, ve kar ve hâlimliği de öğrenininizİlmi kimden öğreniyorsanız ona hürmet gösterinÂlimlerin zâlimlerinden olmayınız ki, ilminiz cehaletinizi yenmiş olsun' buyurmuştur.

'Allah, bir kuluna ilim ihsan ettiği zaman, onunla birlikte hilm, tevazu, güzel ahlâk ve şefkat de verirİşte bu sıfatlarla do natılan ilim, ilimdir' denilmiştir.

Bir rivâyette şöyle denir: 'Allah kime ilim, zühd, tevazu ve iyi ahlâk verirse o muttakîlerin imamıdır'.

Ümmetimin hayırlı kişilerinden bir grup varAllah'ın geniş rahmetinden dolayı zâhiren güler, fakat şiddetli azabının korkusundan da gizlice ağlarlarOnların bedenleri yerde, fakat kalpleri göktedirRuhları dünyada, akılları ise âhirettedirYürüdükleri zaman, sükûnetle yürürler, Allahü teâlâ'ya ibadetle yaklaşırlar247

Hasan-ı Basrî 'Hilim, ilmin veziri; şefkat, babası; tevazu ise iç çamaşırıdır' buyurmuştur.

Bişr el-Hâfi de: İlmi vasıtasıyla dünya riyasetini arayan bir kimse, Allah'a, buğz ettiği bir şeyle yaklaşmak isteyendirBöyleleri hem gökte, hem yerde buğz edilen kimselerdir' buyurmuştur.

İsrailiyat'ta rivâyet edilir ki, 'Bir hekîm, hikmet konusunda 360 kitap yazmış ve böylece haklı olarak hekîm vasfını almıştırFakat Allahü teâlâ o devrin peygamberine o adama 'Sen yeryüzünü heze yanla doldurdunOnları benim rızam için yazmadığından bir arpa boyu mertebeye bile sahip olmadınBen azîmüşşan, senin nifakından bir tek cümleyi dahi kabul etmedim' demesini söylemişBu haberi alan hekîm, hareketinden pişman olarak, yazarlık mesleğini bırakıp halka karışmışHalkın içinde çarşılarda geze rek, alışveriş yaparak tevazu zırhına bürünmüşBunun üzerine de Allahü teâlâ o devrin peygamberine şöyle vahyetmiş: 'Ona, şimdi benim rızamı kazandığını bildir'.

Abdurrahman bAmr el-EvzâîBilâl bSa'd el-Eş'arî'den şöyle hikâye eder 'Zâlim zabtiyelerle karşılaştığınız zaman şerlerinden Allah'a sığmıyorsunuz, fakat, riyakârlık yapan ve riyaset için can atan dünya âlimlerine rastladığınızda onların şerrinden Allah'a sığınmıyorsunuzHalbuki onlar zâlim memurlardan daha tehli kelidirOnların şerrinden Allah'a sığınmak daha evlâdır'.

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber(sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle sorulur:

- Amellerin hangisinde daha çok fazilet vardır?

- Ağzın, Allah'ın zikriyle dolu olduğu halde haramlardan sakınmasın da. . .

- Arkadaşın hangisi daha hayırlıdır?

- Allah'ı andığın zaman sana yardım eden, unuttuğun zaman hatırlatan arkadaş.

- Arkadaşın hangisi daha kötüdür?

- Unuttuğun zaman sana Allah'ı hatırlatmayan, andığın zaman da sana yardımcı olmayan arkadaş.

- İnsanların en âlimi kimdir?

- Allah'tan en fazla korkan kimse.

- İnsanların en kötüsü kimdir?

- Yâ rabbi! Beni affeyle! Bu sualin cevabını veremem.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Ne olur bize onu da haber ver!

- Fesada yönelen âlimler!248

Kıyâmet gününde en fazla emniyette olan kimseler, hayatta dünyanın kötülüğünü en fazla düşünen, âhirette en fazla gülen, dünyada en fazla ağlayan, âhirette en fazla sevinen, dünyada en çok üzülen kimselerdir249

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bir hutbesinde şöyle der:

Manevî mesûliyetim, söylediklerimin karşılığıdırBen an cak söylediklerimden mesûlümMuhakkak ki, takvâ tar lasını eken bir kavmin ekini zarar görmezHidayet çime nine dikilen bir kök asla susuz kalmazİnsanların en cahili, derecesini ve kendi durumunu bilmeyendirAllah nezdinde buğza en müstahak olan, ilmi, şuradan buradan derleyen ve bu ilimle fitnenin karanlığına sapan kimsedirBu kişiye, in sanların rezilleri ve kıymetsizleri âlim demişlerdir.

Halbuki bu adam tek gününü bile doğru dürüst ilme sar fetmiş değildirGerçi ilim tahsiline dalmış ve onu çokça elde etmiştirHalbuki ilmin en azı ve kifayet edici miktarı; çok olup azdırıcı olandan daha efdaldirBu kişi, kokmuş sudan kana kana içerek dağarcığını bu suyla doldurmuşturNe faydasız bir çalışma. . . Sonra başkalarının şüphelerini izale etmek için öğretmenlik kürsüsüne çıkmış ve halka yol göstermeye kalkışmıştırŞayet bu kişinin karşısına önemli ve çözülmesi müşkil bir mesele çıkarsa, faydasız fikirleriyle o meselenin halline tevessül ederBöyleleri şüpheleri bertaraf etmekte tıpkı örümcek ağına benzerYanıldığını veya isabet ettiğini bir türlü anlayamazÇünkü bu durumu idrâk etmekten bile yoksundurCehalette binici, körlükte yürüyücü dür.

Bilmediği için özür dilemez ki selâmete erebilsinAzı dişleriyle ilme yapışmaz ki ganimeti elde etsinElinden kan akmakta, hükmüyle, haram olan birleşmeler helâl olmak tadırYemin ederim; bulunduğu makamın ve kendisine ha vale edilen meselenin ehli de değildirİşte dünya hayatında kendilerine felâket yağan ve kendi kendilerinin yasını tuta rak ağlaşmaya müstahak olanlar bunlardır'.

Hazret-i Ali yine şöyle buyurur: İlmi işittiğiniz zaman, yutarcasına dinleyinizSakın ilmi ciddî olmayan şeylerle karıştırmayınızÇünkü ciddî olan ilim, ciddî olmayan şeylerle karıştırıldığı zaman saf kalpler ondan nefret edecektir'.

Selef âlimlerinden bazıları şöyle demişlerdir: Âlim, bir kere kahkaha ile güldüğü takdirde, ilmin bir kısmını havaya üflemiş olurÖğretmende üç sıfat toplandığı takdirde bu sıfatlar sayesinde öğrencisine vereceği ilimleri nimeti tamam olurO sıfatlar şunlardır: Sabır, tevazu ve güzel ahlâkBir öğrenci, aşağıdaki üç sıfata sahip olduğu zaman, kendisine ilim vermek hoca için kolaylaşır ve öğretmek nimeti tamamlanmış olurO sıfatlar: Akılhedef ve güzelce dersini dinleyip anlamaktadır.

Kısaca Kur'ân'da vârid olan ahlâklardan, âhiret âlimleri, katiyyen ayrılmazlarÇünkü onlar, Kur'ân! riyaset için değil, onunla amel etmek için öğrenirler.

İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle anlatır:

'Biz, her birimizin Kur'ân’dan evvel îmanı elde etmeye çalıştığımız bir zamanı yaşadıkKur'ân, sure sürfe nazil oluyorduBu surelerin helâl ve haramını, emir ve yasaklarını öğrenirdik ve yine, o surelerden nerede durmak uygunsa onu öğrendikŞimdi ise, imandan evvel Kur'ân'a yapışan, Fâtiha suresinden başlayarak sonuna kadar okuyan, fakat Kur'ân'ın emri nedir, yasağı nedir ve nerede bulunmak gerekir katiyyen bilmeyen, okuduğu Kur'ân emirlerini, çürük hurmalar gibi sağa sola serpen, yani kıymet vermeyen nice kişiler görüyorum".

Başka bir haberde aynı mânâya gelen şu ifadeleri buluruz:

Biz, Rasûl'ün sahabîleri, Kur'ân'dan evvel imana sahip olurdukFakat ey beni dinleyenler! Bizden sonra bir kavim gelecektirOnlar imandan evvel Kur'ân'a sarılacaklardırKur'ân harflerini güzelce okuyacaklar, fakat Kur'ân'ın ya saklarını ve hududlarını zayi edeceklerdir'Biz okuduk, biz den daha iyi okuyan var mı? Öğrendik, bizden daha iyi öğrenen var mı?' diyeceklerdirİşte onların yaptığı sadece Kur'ân'ı güzel okumaktırHepsi o kadar250

Başka bir rivâyet: 'Onlar (yani Kur'ân harflerinin güzel okunuşuna ihtimam gösteren ve ahkâmını nazarı itibara almayanlar) bu ümmetin en şerlileridir'.

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden olup beş ayetten alınan şu beş ahlâkı bazı âlimler şöyle sıralamışlardır:

1) Haşyet, 2) Huşû, 3) Tevazu, 4) Güzel ahlâk, 5) Zühd

Kulları içinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkarlar. (Fâtır/28)

Huşû

Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a inanırlar, size indiri lene ve kendilerine indirilene inanırlar; Allah'a karşı saygılıdırlar; Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satmazlarOnların mükâfatı da rableri katındadırŞüphesiz Allah, he sabı çabuk görendir. (Âlû-İmrân/199)

Tevazu

Tevazu kanadını Mü'minler için indir. (Hicr-88)

Güzel Ahlak

Allah'tan gelen bir merhamet sayesindedir ki, onlara (ashâba) yumuşak davrandın. (Âlu-İmrân/159)

Zühd

Kendilerine ilim verilenler şöyle dedi: Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler! Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdırO sevaba ancak ibadet edenlerle sabredenler kavuşur. (Kasas/80)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Allah kime hidayet etmeyi dilerse İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir' (En'am/125) ayetini okuduğu zaman kendisine, 'Bu genişlikten gaye nedir?' diye soruldu ve şu cevabı verdi: 'Nur, bir kalbe akıtıldığı zaman o göğüs genişler''Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun böyle olduğunun alâmeti var mıdır?' diye sorulduğunda da, Hazret-i Peygamber 'Evet bunun al âmeti vardırAldanma evinden (dünyadan) uzaklaşmak, ebediyet evine dönmek ve ölüm gelip çatmadan evvel, ölüme hazırlık yap maktır' cevabını verdi251

Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de amelleri bildiren, nelerle ifsad olunduklarını beyan eden, kalpleri karıştıran, vesve seye ve şerre kapı açan ilimden çokça bahsetmektirZira dinin te meli insanları şerden korumaktırBu hikmete binaen şair 'Şerri şer için değil, ondan korunmak için öğrendimÇünkü şerri bilme yen ona düşebilir' demiştir.

Bir de insana daha kolay gelen fiilî amellerdirFiilî amellerin en güzeli, kalp ve dille Allah'ın zikrine devam etmektirBu amellerin sağlam kalması için kendilerini ifsad ve kalbi karıştıran şeyleri iyi bilmek gerekirBu ifsad eden şeyler birçok şubelere ayrılır ve teferruatı çok uzun sürerBütün bunları bilmek lâzımdırZira âhiret yolculuğunda herkesin müptelâ olduğu felâ ketlerdir bunlar. . . Bu bakımdan âhiret âlimleri bunları bilmekle, Allah'ın rahmetine yaklaştıran faydalı ilmi elde etmişlerdir.

Dünya âlimlerine gelince; onlar hüküm vermek için bindebir vâkî olan fer'î meselelere dalarlarBelki hiçbir zaman vâkî olmayan veya hayatta bir defa vukuû mümkün olan meseleler üzerinde çalışarak o meselenin mahiyetini kavramak için yorulurlarÇünkü üzerinde durdukları meseleler vâkî olacak olsa bile, bu onların zamanında olacak değildirKendi zamanlarında değil, başka zamanlar ve başka insanlar için meydana gelecektirO halde, bu gibi meseleleri, meydana geldikleri zamanda halledecek nice âlimler bulunabilir.

İşte dünya âlimleri, bu şekilde, vazifeleri olmayan ve kendilerini hiçbir bakımdan ilgilendirmeyen meselelerle meşgul olur da onları yakından alâkadar eden meselelere kulak asmazlarGece ve gündüz birbiri ardınca onların üzerinden akıp gittiği müddetçe, kalplerine gelen mânâlar, vesveseler ve amelleri içinde bocalayıp dururlarBu hallerine hiçbir çıkar yol da aramazlarNefsine ait en mühim bir meseleden kaçar, başkasının vâkî olma ihtimali çok uzak meselelerine kafa yorarBu insanlar saadetten ne kadar uzaktır! Bir insanın, kendi üzerine düşen vazifeleri bırakarak, başkasının meydana gelme ihtimali olmayan işleriyle meşgul olması, halk nezdinde makbul bir insan kabul edilmek gayretinden başka bir mânâ taşımaz. . .

Bu acıklı durumdan daha kötüsü, dünyaya bağlı sersem insanların böyle kimselere fazıl, muhakkik ve müdekkik âlim lâkabını takmalarıdırBöyle bir kişiye Allahü teâlâ tarafından verilecek en hafif ceza, ilminin dünyadaki halk arasında rağbet görmemesidirBu rağbeti bulamayışı bir yana, belki de, zamanın hâdiseleri içinde bulanık bir hale gelerek kaybolup gidecektirKıyâmet gününde onlar, gerçek âlimlerin kâr ettiklerini ve saadete erdiklerini gördükleri zaman, müflis durumlarından ötürü büyük bir hasret çeke ceklerdirBu ne dehşetli bir zarardır!

Hasan-ı Basrî'nin konuşma bakımından peygamberlere, hidayet bakımından da sahabîlere benzediğini bütün ulema ittifakla söy lemektedirİşte durumu böyle olan bir zâtın konuşmasının çoğu, kalbin şüphesi, amellerin fesadı, nefislerin vesvesesi ve nefis şehvetlerinden gelen çözülmesi zor, gizli sıfatlara aitti.

Bir ara kendisine şöyle denildi: 'Ey Ebû Said! (Hasan-ı Basrî'nin künyesi) Sen o kadar yerinde konuşma yapıyorsun ki, bu konuşmayı senden başka hiç kimseden dinlemiyoruzAcaba bu konuşmaları nereden öğrendin?' O da 'Huzeyfe b. Yemân'dan öğrendim' dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

- Bir gün Huzeyfe'ye şöyle bir suâl soruldu: 'Seni, hiçbir sahabînin konuşmadığı şeyleri söyler görüyoruzSen bu konuşmaları nereden öğrendin?' Huzeyfe şöyle cevap verdi: 'Bu sözleri Hazret-i Peygamber sadece bana söylediÇünkü sahâbe-i kirâmHazret-i Peygamberden daima hayır ve fazilet hakkında sorarlardıBen ise, şerden çok korktuğum için, Rasûl'e sadece bu hususu soru yordumÇünkü biliyordum ki, şerri öğrendiğim zaman hayırla il gili ilim, elimden kurtulamaz252

Huzeyfe sözlerine şunları da ilâve etmiştir: 'Apaçık bildim ki, şerri bilmeyen bir kimse asla hayrı bilemez'.

Başka bir lâfızda şöyle buyurulmuştur:

"Sahabe-i kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelde bulunan kimseler için ne gibi mükâfatlar vardır' diye amellerin fazi leti hakkında sualler sorarlardıBen ise şöyle sorardım: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelleri ne gibi hareketler ifsad eder?' Hazret-i Peygamber, benim bu şekilde sualler sorduğumu gördüğünden, amellerin âfetlerini hususî olarak bana öğrettiBenim en iyi bildiğim ilim de, böylece bu ilim oldu".

Hazret-i Huzeyfe, amelleri ifsad eden ilmi bildiği gibi, münafıklara ait malûmatı da, o şekilde, hususî olarak biliyorduNifak ilmini, sebeplerini ve fitnelerin inceliklerini bilen biricik sahabî o idiHazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve daha birçok büyük sahabî nifak hususunda Hazret-i Huzeyfe'den faydalanırlardıBu konularda onunla daima istişare ederlerdiMünafıklar, hep ona sorulurduO da mü nafıkların adedini söyler ve hatta onlardan ne kadar kaldığını da bildirirdiFakat hiçbir zaman isimlerini zikretmezdiHazret-i Ömer birgün kendisinde nifak olup olmadığını sormuştuBunun üzerine Huzeyfe (radıyallahü anh) , Hazret-i Ömer'in nifak ehlinden olmadığını söyleyerek onu tebrik etmiştiBir cenaze olduğu zaman Hazret-i ÖmerHazret-i Huzeyfe'nin o cenazeye iştirak edip etmediğine dikkat ederdiŞayet Huzeyfe cenazeye iştirak etmişse o da eder, etmemişse cenaze na mazına katılmazdı.

Bu sebeple Hazret-i Huzeyfe'ye sır sahibi denilmişti.

Bu bakımdan kalp makamlarına ve hallerine itina göstermek, âhiret âlimlerinin âdetidirÇünkü Allah'a varacak olan kalptirFakat zamanımızda bu ilim garip oldu ve hatta ortadan kalktıZamanımızın âlimlerinden herhangi birine kalp hakkında bir sual sorulduğu zaman, bu sual garip karşılanmakta ve cevap vermek gereksiz kabul edilmektedir.

Bir âlim kalp ilimlerinden bahsetse, dinleyenler bunu garip ve anlamsız bularak 'Bu adam yaldızlı laflar ediyor, mücadele ince liklerini ortaya koyan o büyük vâizler nerede?' derler.

Şu sözü söyleyen ne kadar doğru söylemiştir: 'Bütün yollar aynıdır, fakat hak yol birdirHak yolunun yolcuları ise fertlerdirO yolcular bilinmez, onların maksatlarını anlayamazsınOnlar yavaş yavaş yürüyüp hedefe yönelenlerdirİnsanlar, kendileri için irade edilenden gafildirÇünkü insanlar hak yolundan gâfildirler.

Kısaca, halk daima kendisine kolay gelen ve tabiatına uygun olana meylederHakikat acıdır ve onu elde etmek hem zor, hem de büyük güçlüklere göğüs germekle mümkündürOnun yolu işlenmemiş bir yoldurHele kalp sıfatlarını bilmek, kalbi, ahlâkî zaaflardan temizlemek; evet bu, ruhu yerinden söküp almaktan daha zor bir iş!. . Hakikatın sahibi, ilâcın acılığına katlanan bir kişi gibidirSonunda şifa vardır diye sabrederOnun sahibi ölüm ânında meleğin müjdesiyle iftar etmek için sıkıntılara göğüs gere rek hayatını oruçlu geçiren bir kimseye benzer. . . Ne zaman bu yola rağbet çoğalır? Hiçbir zaman. . . Bu hikmete binaen şöyle de nilmiştir: 'Basra şehrinde, va'z u nasihatta bulunan, yüzyirmi kişi vardıBâtın sıfatları, kalp halleri ve yakîn ilmi hakkında, bu yüz yirmi kişiden, ancak üçü konuşuyordu: Sehl et-Tüsterî, Subeyhî ve AbdurrahimBu üç kişiyi, on kişiyi geçmeyen bir cemaat dinlerdi ancak. . . Diğer vaizleri ise binlerce insan. . . Bu durumun sebebi şudur: Kıymetli mücevherat, ancak hususiyet ve özellik sahibi kişilere mahsusturHerkeste olan şeyin kıymeti olmaz.

Âhiret âlimlerinin özelliklerinden biri de, ilim öğrenirken kal bin saflığı ile idrak ve basiretine güvenmesi, başkalarını taklit et memesidirSadece şeriat sahibi emir ve buyrukta taklid edilir.

Bir de sahâbe-i kirâmHazret-i Peygamberi dinledikleri için fiilleri hadîs mesabesinde olduğundan uyulurBu hakîkat böylece bilindikten sonraHazret-i Peygamberin söz ve fiillerini kabul etmek sureti ile taklid eden zata düşen en uygun hareket, bu konunun sır ve hikmetlerini bilmeye çalışmaktırZira mukallid, bir fiili, şeriat sahibinin fiilidir diye işlerHalbuki şeriat sahibinin her fiilinde mutlak bir hikmet vardırÖyleyse mukallid, hiç yorulmadan ve katiyyen yılgınlık göstermeden şeriat sahibinin amelleriyle, söylediği sözlerin hikmetlerini anlamaya gayret sarfetmelidirMukallid, söyleneni ezberlemekle kalırsa, ancak öğrendiği ilmin kabı olabilir, fakat katiyyen âlim olamazİşte bundan dolayı bazan 'Filân adam ilmin kabıdır* denilirŞayet bu adam, sadece ezberlemekle iktifa eder, o söz ve fiillerin hikmetlerine nüfuz etmezse, böyle bir kimseye asla âlim denilmez.

Kimin kalbinden perde kalkmış ve hidayetle nürlanmışsa, böyle bir kimse başkalarına önder olurArtık onun için, başkasını taklid etmek caiz olmazBu hakikati, İbn-i Abbâs şu sözüyle ne kadar güzel ifade buyurmuştur: 'Allah'ın yüce Rasûlü hariç, hiç kimsenin ilmine kayıtsız, şartsız râm olunmaz; hatta ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, çok kere sözleri terkedilir'253

İbn-i Abbâs, Zeyd bSâbit'ten fıkıh, Ubey bKa'b'dan kıraat ilmini öğrenmiştirSonradan, fıkıh ve kıraatta her iki hocanın fikirlerine muhalefet etmiş ve onlardan ayrılmıştır.

Seleften bazıları şöyle buyurur: 'Hazret-i Peygamberden bize ne gelmişse, onu başımızın üzerine koyar, olduğu gibi kabul ederizSahabş-i kiramdan gelenin bir kısmını alır, bir kısmını terk ederiz. (Bir şarabîden kuvvetli olarak geleni kabul eder, olmayanı terkederiz) Tâbiîn-i kirama gelince, onlar da erkekti, biz de erkeğiz254

Sahabîlerin fazileti, Hazret-i Peygamberin hareketlerinin karine ve delillerini bizzat görmelerinden, kalplerinin karinelerle bilinen birtakım emirlere bağlanmasından ileri gelirİşte bu emirler, sahabîleri sevaba doğru iten yegâne hakikatlerdirBu hakikat ne rivâyete ne de ibarelere sığmazNübüvvet nuru sahabenin hatâ etmesini onda ikiye indirmiştirNübüvvetin ne olduğunu bizzat görenleri, bu makamın nuru korumakta, çokça yanılmalarına mâni olmaktadır.

Başkasından dinlediklerini taklid etmek pek makbul bir hare ket olmadığından kitaplara ve tasniflere bağlanıp onların mukal lidi olmak, hakikatlerden uzaklaştırıcı bir hareket olurÇünkü ki taplar ve tasnifler sonradan ortaya çıkmıştırSahâbe-i kirâmın zamanında, tâbiînin ilk devirlerinde kitab ve tasnif diye bir şey yoktuAncak bütün sahabîlerin vefatından, tâbiînin ortalıktan çe kilmesinden sonra; yani Said bMüseyyeb ve Hasan-ı Basrî gibi zatların ölümünden yani hicretin yüzyirminci senesinden sonra ki taplar telif edilmeye başlanmıştırÇünkü, daha önceki âlimler, hadîslerin yazılmasını, kitap telif edilmesini, bunları okuyan halkın ezberciliğe alışmak suretiyle Kur'ân'dan, tefekkür ve tezek kürden uzaklaşmaması için kerih görmüşlerdir.

Halk Kur'ân'dan, düşünce ve zikirden uzaklaşmasın diye da ima 'Bizim ezberlediğimiz gibi siz de ezberleyiniz' diyerek ikazda bulunuyorlardıHazret-i Ebû Bekir ve birtakım sahâbe-i kirâm, işte bundan dolayı Kur'ân'ı Kerîm'in bir mushafta derlenmesine muha lifti'Rasûlüllah'ın yapmadığı bir işi biz nasıl yapalım?' diye te reddüd ediyorlardıHalk tabakasının yazılı mushaflara güvenip hafızlıktan kaçacaklarından korkmakta idiler ve 'Kur'ân'ı olduğu gibi bırakalım, halkın bir kısmı, diğer kısmından telkin ve okut mak suretiyle öğrensinlerEzberleme, onların meşguliyeti olsun' kararma vardılarHazret-i Ebû Bekirin bu ısrarı, Hazret-i Ömer ve bir kısım sahabenin, halkın tembelliğinden korkarak ye Kur'ân'ın tek keli mesini veya müteşabih kıraatları bilen kimselerin kökünü kuruta cak bir savaşın çıkmasından endişe ederek, Kur'ân'ın yazılmasında ısrar edinceye kadar devam ettiHazret-i Ömer ile kendi sini takviye eden sahâbe-i kirâm, bu mâzereti beyan ettikleri zaman; Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) göğsü de Kur'a'nı yazmak için inşiraha kavuşup bu işe taraftar oldu.

Bu bakımdan Hazret-i Ebû Bekir Kur'ân'ı tek bir mushafta topladı.

İmâm-ı Ahmedİmâm-ı Mâlik'e, el-muvatta kitabını yazdığı için, şiddetle hücum ederek diyordu ki: 'Sahabe-i kirâmın yapmadığı bir bid'atı ortaya koydu'.

Denilir ki: İslâm'da ilk kitap yazan İbn Cüreyc'dirBu, hadislerle ilgili ve AtâMücâhid ve İbn-i Abbâs'ın Mekke'de bulunan ta lebelerinden rivâyet buyurduğu tefsir harfleri hakkında te'lif ettiği bir kitaptır.

İkinci kitap, Yemen'in San'a şehrinde Ma'mer bRaşid ta rafından te'lif edildiMa'mer, bu kitabında birçok hadîs-i nebevî derledi; Sonra İmâm-ı Mâlik, Medine'de Muvatta isimli kitabı yazdıBilâhare Süfyân es-Sevrî'nin Câmî adlı eseri yakıldıHicretin dör düncü yüzyılında kelâm ilmine dair birçok kitap telif edildi, müca dele başladıSöylenen sözlerin iptal edilmesi delil ve burhanlarla yapıldıBunun üzerine halk kelâm ilmine ve kıssalarla va'z et meye daldıBöylece yakîn ilmi, hicretin dördüncü asrından itiba ren yavaş yavaş yok olmaya başladıO tarihten itibaren kalplerin ilmi, nefsin kötü sıfatlarından ve şeytanın desiselerinden sakınmak gibi ilimler garip sayıldı ve azaldıKüçük bir azınlık ha riç, halk bu ilimlerden yüz çevirdiO tarihten itibaren cedel yapan kelâmcıya âlim denilmeye başlandığı gibi, konuşmasını secîli ve kafiyeli ibarelerle süsleyen kimseye de âlim denildiÇünkü bunları dinleyen halk tabakası idiBu tabaka ilmin hakikatini hikâyeler den ayırdedecek derecede gelişmiş değildiAyrıca sahabe-i ki ramın yaşayışını ve ilmini halk bilmiyordu ki, hakîki âlimleri sah telerinden ayırdedebilsinİşte böylece âlim olmayana âlim ünvanı verildi ve bu lâkabı halefler, seleflerinden alıp devam ettirdilerBöylece âhiret ilmi rafa kaldırıldıHavass hâriç, kelâm ile ilim arasında ayırım yapacak kimse kalmadıFakat havasstan, 'Filân adam mı, yoksa şu mu daha âlimdir?' diye sorulduğu zaman, işin hakikatini bilen havass 'O ilim yönünden, bu da kelâm yönünden daha fazladır' derlerdiHavass ilim ile konuşma kabiliyetinin arasını tefrik edecek kudretteydiİşte böylece geçmiş asırlarda din, zayıflamıştırAcaba günümüzde durum nasıldır?

Bugün durum öyle bir raddeye gelmiştir ki, kelâmı inkâr eden bir kişi, mecnun olarak ilân ediliyorO halde insana düşen vazife; bu zamanda nefsi ile meşgul olmak ve başkaları hakkında susmayı tercih etmektirÂhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de yeni ortaya çıkan bid'atlardan şiddetle kaçınmaktırSakın insanların çoğunluğunun yeni ortaya çıkan meselelere olan düşkünlüğü seni aldatmasın!

Sahâbe-i kirâmdan sonra meydana çıkan bid'atlara halkın te veccühü seni kandırmasınZira müslümana düşen vazife, sahabe i kiramın durumunu, sîretini ve amellerini arayıp onlara muttali olmaktırAcaba sahabîler hangi hususlara daha fazla ihtimam göstermişlerdir? Ders okutmak, kitap yazmak, münazarada bulunmak, fetvâ vermek, yönetici olmak vakıf müesseselerinin başına geçmek, onun bunun vasisi olmak, yetimlerin malını yemek, zâlim yöneticilerle oturup-kalkmakla onlarla iyi geçinmekle mi meşgul olmuşlar, yoksa korkmak, üzülmek, mücâhedede bu lunmak, zâhir ve bâtını murakabe etmek, günahın küçük ve büyüğünden sakınmak, nefsin gizli şehvetlerini, şeytanın hilele rini ve bunlardan başka bâtın ilimlerini öğrenmekle mi meşgul olmuşlardır?

Bilmek gerekir ki, zamanın en âlimi, hakka en yakını, sahâbe-i kirâm'a en fazla benzeyen ve selefin yolunu en iyi bilen kişidirZira din, sadece sahâbe-i kirâm'dan alınırBu sırra işaret ederek Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: 'Bizim en hayırlımız bu dine en fazla tâbî olanımızdır'.

Hazret-i Ali bu sözünü, kendisine 'Sen filân sahabîye muhalefet et tin' denildiği zaman söylemiştirBu bakımdan müslüman bir kişiye Rasûlüllah'ın devr-i saadetindeki sahâbe-i kirâma muhale fet etmekten sakınmak vazifesi düşerOnlara mutabık olan, kime muhalif olursa olsun zararı yokturÇünkü insanlar kendi yaptıklarını tasdik etmeye meyyaldirlerBir türlü muhalefet ettiklerinden ötürü Allah'ın cennetinden mahrum olduklarını itiraf etmeye yanaşmamaktadırlarCennete giden yolun ancak kendi seçtikleri yol olduğu iddiasındadırlar.

Bu hakikati belirtmek için Hasan-ı Basrî şöyle demiştir:

İslâm'da birçok bid'atlar icat eden iki sınıf bid'atçı vardır:

1Kötü rey sahibi olup, sadece kendisi gibi düşünenlere cen net verileceği kanaatinde olanlar.

2Dünyaya tapan, dünya için öfkelenen ve dünya için razı olan ve sadece dünyayı arayan zenginlerBu bakımdan bu iki sınıfı da terkedinizÇünkü ikisi de cehenneme doğru, koşar adımlarla gitmektedirBir de kendini dünyaya davet eden zenginle, nefsin arzularına davet eden hevasının esiri olanın arasında olduğu halde Allah kendini her ikisinin şerrinden de korur da selef-i salihine meylederek onların yaşantılarını, fiillerini sorup izlerinden yürümek isterİşte böyle bir insan büyük bir ecre namzettirBu bakımdan siz de böyle olunuz'.

İbn Mes'ûd'dan mevkuf ve müsned olarak şu hadîs-i şerif ri vayet edilmiştir:

İki şey vardır ki biri kelâm, diğeri ise hidayettirKelâmın en güzeli, Allah'ın kelâmıdırHidayetin (yolun) en güzeli de Allah Rasûlü'nün hidayetidirSonradan ortaya çıkan bid'atlardan sakınınızZira işlerin en kötüsü, sonradan or taya çıkan hidratlardırMuhakkak ki her sonradan ortaya çıkan bid'attır ve muhakkak ki her hidrat dalâlettirZaman ve hedef size uzak görünmesinÇünkü bu takdirde kalbiniz katılaşırİyi bilin ki her gelecek olan yakındırYine iyi bilin ki uzak ancak gelmeyecek olandır255

Hazret-i Peygamberin bir hutbesinde şu cümleler yer almaktadır:

Kendi ayıpları, kendisini başkasının ayıplarını araştırmaktan alıkoyana, meşru bir şekilde kazandığı ser vetten infak edene, fıkıh ve hikmet ehliyle arkadaşlık edene, zillet ve günahtan sakınana cennet vardırNefsini zelil edene, ahlâkını güzelleştirene, gizli taraflarını ıslah edene, halktan kötülüğü uzaklaştırana cennet vardır, İlmi ile amel edene, servetin fazlasını Allah yolunda harcayana, sözünün fazlasını kendi nefsinde tutan, sünnet-i seniyye ile iktifa edip, bid'atlara yönelmeyene cennet vardır.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'Âhir zamanda güzel hi dayet çok amelden daha hayırlıdırSiz öyle bir zamandasınız ki, en hayırlınız emirleri aceleyle yapanınızdırFakat sizden sonra bir zaman gelecektir ki, o zamandaki insanların en hayırlısı şüphelilerin çokluğundan ötürü teenni ile adım atanlardır'.

İbn Mes'ûd çok doğru söylemiştirŞu zamanda teenni ile adım atmayan ve halkın yaptığı işlerde onlara uyan ve onların daldığı gibi dalan bir kimse, halkın felâkete gittiği gibi felâkettedir.

Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) herhangi bir şeye işaret ederek: 'Bundan daha garibi, sizin bugünkü iyiliklerinizin, geçmiş zamanda kötülük sayılmasıdır ve sizin bugün kötü telâkki ettikleri niz de gelecek bir zamanın iyiliği olacaktırSiz hakkı tanıdıkça hayırlı kimselersinizSiz içinizde bulunan âlime önem verir, ihti mam gösterirsiniz' buyurdu.

O da doğru söylemiştirŞu yaşadığımız asrın iyiliklerinin çoğu sahâbe-i kirâm zamanında kötülük kabul ediliyorduÇünkü zamanımızın iyiliklerinin başında gelen ve hatta en büyüklerinden sayılan şey; camileri süslemek, çeşitli boyalarla boyatmak, büyük servetleri camilerin ince tâmiratına sarfetmek, yüksek kıymetli halıları camilere sermektirHalbuki daha evvel camilerde hasırların serilmesi dahi bid'at sayılıyorduHattâ 'Hasırların se rilmesi Haccâc-ı Zâlim'in yaptığı bid'atlerdendir' denilmekteydiÇünkü sahebe ve tâbiîn-i kiram, almlarıyla toprak arasında perde olacak herhangi bir maddeyi pek nadir seriyorlardıBöylece cedel ve münazara ilimlerinin incelikleriyle meşgul olmak, bid'atların revaçda olduğu şu zamanımızda en büyük ilimlerden sayılıyor ve cedel ilminin incelikleriyle meşgul olanlar da Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı amellerin en değerlisini yaptıklarını iddia ediyorlarHalbuki onların bu yaptıkları, sahâbe-i kirâm ve tâbiîn zamanında kötü sayılıyorduZamanımızda esasında münker olup iyi sayılan hareketlerden birisi de; Kur'ân ve ezan okumakta lâhin yapmaktır (Yani kısaltılması gereken kelimeleri uzatmak, uzatılması gere ken kelimeleri kısaltmak, izharda ihfa, ihfada izhar yapmaktır) .

İyilik sayılan münkerlerden birisi de; zâhirî temizlikte zorluklar çıkarıp, taharette vesveseye düşüp, uzak sebepleri yakîn farze derek elbisenin temizliğine önem vermek, fakat bununla beraber yiyeceklerin helâl veya haram olmasına ve benzeri önemli meselelere ihtimam göstermemektirİbn Mes'ûd ne güzel söylemiş: 'Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, nefsin hevası ilme tâbidirFakat bir zaman gelecektir ki, ilim hevaya tâbi olacaktır!'

Ahmed bHanbel 'Asrımdaki insanlar, ilmi terkedip garip me selelere daldılarOnların içindeki ilim ne kadar da azdırAllah yardım etsin' buyurmuştur.

Mâlik bEnes 'Geçmiş zamanda halk bu işleri sizin bugün sorduğunuz şekilde sormuyorduO zamanın âlimleri haram, helâl demiyorlardıBen onlara yetiştimOnlar müstahah ve mekruh diyorlardı' buyurdu.

Mâlik bu sözüyle şunu kastediyor: O devrin insanları kerahet ve müstahabın inceliklerine bakıyorlardıHaramın fâhiş olduğu ise herkesçe biliniyordu ve ona yaklaşan zaten azdı.

Hişarn bUrve bZübeyr şöyle demiştir: 'Siz bid'atçılara bu zamanda ortaya çıkardıkları bid'atları sormayınızÇünkü onlar bid'atlarını müdafaa için, verilmesi gereken cevapları hazırlamışlardırFakat onlara, Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesini sorunuzGöreceksiniz ki sünneti bilmezler'.

Ebû Süleyman Dârânî de 'Kalbine bir hayır ilham edilen kişi, hemen o ilhama göre amel etmemelidirTedkik etmeli, eğer nef sindeki ilham hadîse mutabık gelirse Allah'a hamd-ü senâ etme lidir' demiştir.

Bu sözüyle şunu kasdetmektedir: Asr-ı Saadef'ten sonra ortaya atılan bid'atlar, kulakları aşındırmış, kalplerde istikrar bulmuşturİşte bundan dolayı çok zaman kalplerin berraklığı bu lanmakta ve bu hastalıktan ötürü bâtıl, hak suretinde hayal edilmektedi, Bu bakımdan bâtılı hak olarak telâkki etmemek için ha dîs-i şeriflerin şehadetine dayanmak gereklidirYine bunun içindir ki, Mervan bHakem bayram namazında namazgâhta minber yaptığı zaman, o cemaatta bulunan Ebû Said Mâlik bSinan el-Hudrî (radıyallahü anh) ayağa kalkarak şu itirazda bulunmuştur: 'Ey Mervan! Bu bid'at da nedir?' Mervan 'Yaptığım bid'at değildirSenin bildiğinden daha hayırlıdırÇünkü cemaat çoğalmıştırMinberi yapıp onun üzerine çıkıp cemaata sesimi duyurmak istedim' de yince, Ebû Said 'Ey Mervan! Allah'a yemin ederimSiz hiçbir zaman benim bildiğimden daha hayırlısını getiremezsiniz ve yine Allah'a yemin ederim ki, bugün senin arkanda bayram namazını kılmayacağım!' demiştir.

Ebû Said (radıyallahü anh) bu mevzudaşu hakikatten ötürü itirazda bulunmuştu: Allah'ın yüce rasûlü, bayram ve yağmur hutbelerinde minbere çıkmaz, aksine elindeki yaya veya asâsına dayanarak hutbesini okurdu256

Dinimizden olmayan bir şeyi ihdas edip, dine sokanın o yaptığı merduttur, başına çalınır257

'Ümmetimi aldatanın üzerine Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun' dediği zaman Allah'ın Rasûlü'ne soruldu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! 'Ümmetin kandırılması ne demektir?' Rasûl (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Dinde olmayan bir bid'atı ihdas edip halkı o bid'atı yapmaya zorlamaktır'258 buyurdu.

Allahü teâlâ'nın bir meleği vardırO melek hergün şöyle haykırır: 'Rasûlüllah'ın sünnetine muhalefet edene, Rasûlüllah'ın şefaati yoktur259

Bid'atlar çıkarmak suretiyle sünnet-i seniyyeye muhalefet ederek suç işleyen bir kişinin, sıradan herhangi bir günahı işleyen kişiye nisbeti, devleti yıkmak isteyenin suçunu, muayyen bir hiz mette sultanın emrine muhalefet edenin günahına nisbet etmek gibidir.

Belirli bir vazifede sultanın emrine muhalefet eden kişinin suçu bazen affolunurAma sultanın devletini yıkıp sultanlığına son vermek teşebbüsü ise asla affolunmaz.

Bazı âlimler şöyle buyurmuştur: 'Selef, hangi şey hakkında konuşmuşsa onun hakkında konuşmayıp sükût etmek selefe eziyet verirSelef, hangi şey hakkında susmuşsa onun hakkında konuşmak da fuzulî bir çaba ve tekellüftür'.

Başka bir âlim de şunu söyledi: 'Hak (ve hakîkat) ağır bir yük türOnu tatbik etmeyen zulmederOndan geri kalan da acze düşerFakat onunla beraber ve onun çizdiği sınırlarda kalan tam isabet etmiştir'.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Devamlı orta yolu tercih edin ki ilerleyenler de, gerileyenler de oraya dönecektir260

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'Dalâlet ehlinin kalbinde dalâletin kendine göre bir tadı vardır'.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:

Ey Rasûlü, bırak o dinlerini oyuncak ve eğlence edinip de dünya hayatı kendilerini aldatmış bulunan kimseleri. . . (En'am/70)

Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu? (Fâtır/8)

Bu bakımdan sahabe devrinden sonra zaruret ve ihtiyaç mik tarını aşacak derecede yenilikler icâd edenlerin dinleriyle oy nadıkları muhakkaktır.

Rivâyet olunduğuna göre, şeytan, askerlerini sahâbe-i kirâm zamanında yeryüzüne yaymış ve bir zaman sonra askerler, ümit siz olarak üslerine dönmüşŞeytan askerlerine sormuş:

- Neden böyle kızgın ve hırçınsınız?

- Biz bunlar gibi, hiç kimseye rastlamadıkBunlar bizi son derece yordukları halde bir tanesinin kılına bile dokunamadık.

- Siz bunları yenmeğe muktedir değilsinizÇünkü onlar pey gamberleriyle arkadaşlık yapmış, Allah'ın ayetlerinin nüzûlünü müşahede etmiş kimselerdirFakat üzülmeyiniz, bunlardan sonra bir kavim gelecektirSiz ihtiyaçlarınızı ve öcünüzü onlardan alırsınız.

Tâbiîn-i kiram zamanı geldiğinde, şeytan yine ordularını se ferber etmiş ama ordular yine mahrum olarak üslerine dönüp şöyle haykırmışlar:

- Biz bunlardan daha acaip kimseler görmedikKendilerini peyderpey günaha sokup birşeyler alıyoruzFakat günün sonunda akşama doğru istiğfar etmeye başlıyorlarİstiğfarları sayesinde

Allah günahlarını sevaba tebdil ediyor.

- Siz bunlardan da birşey elde edemezsinizÇünkü inançları sıhhatli ve doğrudurPeygamberlerinin sünnetine tâbî olmakta ciddîdirlerFakat bunlardan sonra bir kavim gelecektirGözleriniz onların gelişi ile aydınlanacaktırSiz onlarla oyuncak gibi oynaya caksınızOnları heva ve heves gemleriyle istediğiniz şekilde, is tediğiniz istikamete çekebileceksinizOnlar af dilerlerse affolun mazlarTevbe de etmezler ki, Allah günahlarını sevaba tebdil etsin.

Râvi diyor ki: 'Birinci yüzyıldan sonra bir kavim geldiŞeytan, içlerine heva ve heves tohumunu ekti, bid'atları süslü ve câzip gös terdiOnlar da bid'atleri helâl telâkki ettiler ve bid'atleri din edin dilerbid'atleri yaptıklarından dolayı Allah'tan af dileyip tevbe de etmezlerBu bakımdan düşman, onlara musallat oldu ve istediği tarafa sürükledi!'

Eğer 'Bu hikâyeyi rivâyet eden kişi şeytanın böyle dediğini ne reden biliyor? Şeytanı görmemiş ve onunla konuşmamıştır' der sen, bilmiş ol ki kalp sahipleri melekûtun sırlarını üç yoldan elde ederler;

a) İlham yoluyla,

b) Sadık rüyalarla,

c) Bazen de keşif ve ilham ve misallerin müşahedesiyle rüyada olduğu gibi hâdiseleri keşfederlerKeşif yollarının en yüce dere cesi bu sonuncusudurBu, aynı zamanda nübüvvetin yüksek dere celerindendirNitekim sadık rüya da nübüvvetin kırkaltı par çasından bir parçasıdırBu bakımdan dikkatli ol ve anlamadığın şeyleri inkâr etmeye kalkışmaÇünkü aklî ilimlerin tamamını ih âta ettiklerini iddia eden bencil ve hodfuruş âlimler, bu konuda he lâk olmuşlardırBu bakımdan sahibini Allah'ın veli kullarına ait bulunan bu işleri inkâr etmeye çağıran akıl'dan, cehalet daha hayırlıdırEvliyanın ilham durumunu inkâr eden, enbiyayı da in kâr etmek felâketine düçâr olur ve böylece tamamen dinin dışına çıkar!

Ariflerden biri 'Abdalların etrafta gizlenip halk gözünden kay bolmaları, zamanın âlimlerini görmeye tahammül edemedikleri içindirÇünkü zamanın kötü âlimleri her ne kadar kendi telâkkilerine ve cahil halkın görüşüne göre âlim sayılıyorsa da, abdalların nezdinde Allah'ı bilmeyen câhillerdir' demiştir.

Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Günahların en büyüğü, kişinin cahil olduğunu bilmemesidirHalk tabakasına bakıp gaflet sahibinin konuşmasını (dinlemek, abdalların yanında zamanın âlimlerine bakmaktan daha iyidir) '261

Dünyaya dalıp bağlanan âlimlerin sözüne kulak vermemelidirBöyle bir âlimin her dediği şüpheyle karşılanmalıdırÇünkü her insan sevdiğine dalıp ona uygun düşmeyeni reddederBu nedenle Hak Teâlâ şöyle buyurur.

Bizi anmak hususunda kalbine gaflet verdiğimiz kimseye itaat etme ki, keyfinin ardına düşmüş ve işi de haddini aşmak olmuştur. (Kehf/28)

Halk tabakasının âsîleri, dinin yolunu bilmediği halde kendile rini âlim zannedenlerden daha memnun ve mesuddurlarÇünkü günahkâr avam, kusurunu itiraf ederAf dileyerek tevbe ederFakat kendisini âlim zanneden şu cahil ise, âlimlik taslamaktadırMeşgul olduğu ve sadece dünyaya alet olan ilimleri, din yolunun aleti olarak telakki etmektedirBu bakımdan af dilemek ve tevbe etmek ihtiyacını duymamaktadırBelki de, ölünceye kadar bütün insanlar bu belâ ile mübtelâ olmuş ve ıslahlarından ümid ke silmiştir, o halde dindar kişi için en ihtiyatlı hareket, bir kenara çekilip insanları kendi halleriyle başbaşa bırakmaktırNitekim bu konu inşaallah Uzlet bölümünde etraflıca izah edilecektir.

Bu sırra binaen Ebû Muhammed Yûsuf bEsbat (H. 190) , Mer'aşlı Huzeyfe'ye (H, 207) şöyle yazar262; 'Tek başına kalan, beraberce Allah'ı zikretmek için bir arkadaş bulamayan, yahut bulduğu arkadaşı günahkâr olan veya aralarındaki konuşma ve müzakere günaha götüren bir kimsenin hakkında tahminin ve hükmün ne olabilir? Çünkü bu zat, esas arkadaşını bulamamaktadır'.

Yûsuf ne de doğru söylemiş. . . İnsanlarla ihtilât etmek, mut laka ya gıybete veya gıybeti dinlemeye veya herhangi bir münkere karşı sükût etmeye götürürOysa insanın en güzel durumu ya ilmi ifade veya ondan istifade etmektirFakat bu miskin, tam mâ nâsıyla düşündüğü zaman görecektir ki, ilim öğretmesi, riyadan, halkı arkasına takmaktan ve riyaset peşinde koşmaktan ibarettirBunun böyle olduğunu kestirdiği zaman, yine bilecektir ki ilmi öğrenen de, o ilmi dünyevî arzularına alet ve şerre vesile etmek için istiyor ve öğreniyorOysa böyle bir istekçiye ilim verildiği takdirde ona arka ve şerrin sebeplerini hazırlayıcı olurBöyle bir in sana ilim öğreten, tıpkı yol kesicilere kılıç satan gibidirBu bakımdan ilim, kılıç gibidirİlmin hayır için salâhı, kılıcın harb için salâhı gibidirDurumunun karineleriyle kılıçla yol kesmek is tediğini bildiğin bir kimseye kılıç satmak caiz değildir.

Buraya kadar saydığımız oniki alâmet, âhiret âlimlerinin ayrılmaz alâmetidirBu alâmetlerin herbirisi selef âlimlerinin bir takım güzel vasıflarını içine almaktadır.

Ey okuyucu! Sen de iki kişiden biri ol; ya bu sıfatlarla vasıflan veya kusurunu itiraf etSakın üçüncü gruptan olmaZira bu grup, dünyaya yarayan âletlere dini fedâ etmiştirTembel kimselerin sî ret ve gidişatını, râsih âlimlerin gidişatına benzetmek suretiyle nefsini aldatmaBöyle yaptığın takdirde cehalet ve inkârın yüzün den gaflete düşüp ümitsiz ve helâk olan kimselerin zümresine ilti hak etmiş olursunŞeytanın kandırmasından Allah'a sığınırız; zira halk sırf böyle desiselerle helâk olmuşturAllah'tan dileğimiz; bizi dünya hayatı ile aldanmayan ve şeytanın maskarası olmayanlardan eylesinÂmin!

188) Bu hadis daha önce geçmişti.

189) İbn Hıbbân, Ravzatu'l Ukalâ

190) Hâkim-i Tirmizî, en-Nevâdir, İbn Abdilberr, (Hasan-ı Basrî'den sahih birsenedle)

191) Hâkim, (Enes'den zayıf bir senedle)

192) İbn Mâce, (Câbir'den)

193) Ahmed bHanbel, (Ebû Zerden)

194) Deylemî

195) Hâtib, iktizaul-ilm ve'l-Amel

196) Basra'nın Feraid nahiyesindendirNahiv ve aruz ilminin büyük otoritelerindendiH100 senesinde doğmuş, H160 (veya 170-175) senesinde vefatetmiştir.

197) Künyesi Ebû Ali'dirDedesi Mansur bBişr et-Temimî el-Mervezî el-Mekkî'dirH187 senesinde Mekke'de vefat etmiştirCennet-ul-Muaila denen Mekke mezarlığında defnedilmiştir.

198) Bu hadîs, kendisinden sonra gelen Usame hadîsine mânâ bakımından benzemekte ise de muhaddisler bu ibare ile rivâyet etmemişlerdir.

199) Buhâri ve Müslim, (ibarede alim kelimesi yerine racûl kelimesi mektedir) .

200) Zinnun-i Mısrî'nin talebesidirH283 yılında vefat etmiştir.

201) Künyesi Ebû Süleyman Abdurrahman bAhmed bAtiyye'dirH215 yılında vefat etmiştirSbu Süleyman ed-Dârâni iki kişinin künyesi olarak kullanılırGenellikle bu iki kişi birbirine karıştırılmaktadırDiğerinin künyesi Abdürrahman bSüleyman bEbû Cevmi el-Anasî ed-Dimeşkî'dir.

202) Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) hadîslerini arayıp ortaya çıkarmak en büyük cihad sayılmıştırBu yolda gayret sarfedenler cennetle müjdelenmiştirBu nedenle hadîs aramak dünyaya meyletmek sayılmazNasıl sayılabilir?

Evlenme ve ticaret için yola çıkmak hususundaki sözün de te'vile ihtiyacı vardır.

203) Bazı ibarelerde Kisan yerine Hasan yazılmıştır, el-Basri yerine de en-Nazarî yazılıdırBu zat aslen MedinelidirBilâhare Basra'ya gelmiştir.

İmâm Müslim Mukaddime de zikrederDoğum ve vefat tarihi belli değildir.

204) İbn Abdilberr, (zayıf bir isnadla)

205) Teberânî el-Evsat, [zayıf bir ısnadla)

206) Ebû Nuaym, İbn CevzÎ, Mevzuât

207) Ebû Talib el-Mekkî Kut'ul'Kulûb) Irâkî böyle bir metne rastlamadığım söylemiştirAncak Buhârî ve Müslim'de farklı lafızlarla yer almıştır.

208) Ebû Nuaym, el-Hilye ; İbn Cevzî bu hadîsin uydurma olduğunu söy lemiştir.

209) İbn Hıbbân, (Enes'teıı)

210) Darimî, (Ahvas b. Hâkîm'den)

211) Evzaî'nin künyesi, Ebû Amr Abdurrahman bAmr bEbî Amr'dır( 257) yılında vefat etmiştir.

212) Künyesi Ebû Amr Âmir bŞurahbil'dir ve hicretin birinci yüzyılının sonlarında seksen yaşlarında iken vefat etmiştir.

213) Künyesi Ebû ishak'tır, Belh şehrinde doğmuşturZâhid ve âlim bir zattır,

H162 yılında vefat etmiştir.

214) Künyesi Ebû Abbas Muhammed bSebîh'dirH183 yılında vefat etmiştir.

215) Künyesi Ebû Abdullah'tır, kendisi ŞamlıdırHicrî 110'iu yıllarda vefatetmiştir.

216) İbn Abdilberr, İlim, (Muaz, İbn Ömer ve Enes'ten)

217) Hazret-i Ömer'in işaret buyurduğu üç şey Hazret-i Muaz'dan nakledilen bir hadîste şöyle bildirilir: 1Âlimin günaha sapması, 2Kur'ân'ı bilen bir münafığın tartışması, 3Kapılarını insana ardına kadar açan bir dünya. . .

218) Sünen sahipleri, (Büreyde'den)

219) Ka'bMâ'ın, Himyer kabılesindendirMeşhur lâkabı Ahbar, künyesi Ebû İshak'tırHazret-i Osman'ın hilâfetinin son senelerinde vefat etmiştir.

220) el-Câmi, (Enes'ten zayıf bir senedle)

221) Taberânî, (Ebu'd Derda'dan) ; İbn Hıbbân (İmran b. Hüseyin den)

222) İbn Sünnî; Ebû Nuaym Riyad ; İbn Abdilberr, (Abdullah b. Müsavver'den zayıf bir senedle)

223) Künyesi Ebû Kasım'dırEbû Muhammed künyesiyle de anılırHicretin birinci asrından sonra vefat etmiştir.

224) KureyşlidirH165 yılında vefat etmiştir.

225) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Beyhakî

226) Müslim, (Ümmü Seleme'den)

227) Ukaylî, (zayıf senedle) ; İbn Cevzî uydurma olduğunu söylemiştir.

228) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)

229) Semnun'un babasının adı Hamza'dır, Sırrî es-Sakatî'nin talebesidirCüneyd-i Bağdadiden önce vefat etmiştirİmâm Suyutî'ye göre Semnun'un adı İshak'tır.

230) Hatib, (İbn Ömer'den mevkuf olarak) ; Ebû Davud ve İbn Mâce, (İbn Ömer'den merfû olarak)

231) Künyesi Ebû Hafs Ömer bSalim'dirH260 sonrasında vefat etmiştir.

232) Künyesi Ebû Sema İbrahim bYezid bŞerik Teymî'dirH192 yılında ve kırk yaşına gelmeden vefat etmiştir.

233) İsmi Nüfeyl'dirBeni Riyah bYerbû kabilesine mensupturİbn-i Abbâs ve başka sahabîlerden hadîs rivâyet etmiştir.

234) Ebû Dâvud ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den) ; Hâkim hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.

235) Ahmed bHanbel, Ebû Ya'lâ, Bezzâr ve Hâkim; (Hâkim sahih olduğunu söylemiştir) .

236) Bu hadîs daha önce geçmişti.

237) Tirmizî ve İbn Mâce, (Ümmü Habîbe'den) ; Tirmizî hadîsin garib olduğunu söylemiştir.

238) Künyesi Osman bAsım bHasin el-Esedî'dirH128 yılında vefatetmiştir.

239) İbn Mâce, (İbn Hallad'dan zayıf bir senedle)

240) Câbir bZeyd, tâbiin-i kirâmdandırH93 yılında vefat etmiştir.

241) Hadîs-i kudsî'deki 'tereddüt ettiğim kadar3 ibaresi esasında ölümden kaçan ve tereddüt eden bir kişinin durumuna göre vârid olmuştur. . Yoksa te reddüt fiili Allah'a izafe edilmez, O'nun zât-ı ulûhiyetine yakışmazMüteşâbih ayetlerde olduğu gibi bu ibare de tevil edilmelidirTürkçe'de bu

242) Buhari, Müslim, Ebû Hüreyreden) ; Ebû Nuaym, (Enesten zayıf bir se nedle)

243) Beyhakî Zühd; Hatip Tarih, (İbn Mes'ûd'dan hasen bir senedle)

244) Ebû Nuaym, (İbn Yezid'den mürsel olarak)

245) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (Enes'ten)

246) Irâkî, bu hadîsin aslına vâkıf olamadığını ve fakat aynı anlamda başka bir hadîsi İbn Abdilberr'in Muaz'dan rivâyet ettiğini söylemektedir.

247) Hâkim, Müstedrek; Beyhakî, Şuab'ul-îman.

248) Irakî bu hadîsi bu şekilde toplu olarak görmediğini söylemektedirBu hadîs birkaç hadîsten alınmış parçalardan meydana gelmiştirİbn Mübarek, Zühd ve Rekaik'de Muhammed bAdiyy'den, Yunus bHasan'dan bu hadîsin bir kısmını rivâyet etmektedirDiğer parçalar da başka hadîslerdenalınarak eklenmiştir.

249) Ebû Talib el-Mekki. (Amr b. Abdullah el-Makberî'den)

250) İbn Mâce, (Cündebe'den)

251) Hâkim, Beyhakî, Zühd , (İbn Mes'ûd'dan)

252) Hâkim, Beyhakî

253) Taberânî, Kebir, (İbn-i Abbâs'dan)

254) Bu söz İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye nisbet edilir.

255) İbn Mâce

256) Taberânî, (Berra b. Azib'den) ; Ebû Dâvud(Şuayb'dan)

257) Buhârî, Müslim, (Hazret-i Âişe'den)

258) Dârekutnî, Efrad, (Enes'ten zayıf bir senedle)

259) Ebû Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub ; Irâkî hadîsin aslına rastlamadığını söylemektedir.

260) Ebû Ubeyde, (Ali b. Ebi Tâlib'den mevkuf ve garîb bir senedle) ; Irâkî, bu hadîsin merfû bir senedini bulamadığını söylemiştir.

261) Parantez içindeki ibare Zebidî'ye aittir.

262) Bu iki zat da ariflerin büyüklerindendirBu görüşün bütün müslümanlara teşmil edilmemesi gerekir, Çünkü cihad farzdır.

1-10

Aklın Şerefi, Hakikati ve Kısımları

Aklın Şerefi

Aklın şerefini açığa çıkarmak, isbatı zor olmayan konular dandırDaha önceden ilmin şerefinin bilindiği bir durumda, aklın şerefini bilmek için herhangi bir zorlamaya hiç de ihtiyaç yokturÇünkü ilmin kaynağı akıldırÇünkü ilim, akıldan doğarAkıl, il min esası ve temelidirİlim ile akıl arasındaki ilgi meyve ile ağaç arasındaki ilgiye benzerGüneş ile ışık, göz ile görmek arasındaki nisbet gibidir.

Dünya ve âhiret saadetinin vesilesi olan akıl, nasıl olur da şerefli olmaz veya böyle bir akıldan nasıl şüphe edilebilir? Hayvanların temyiz kabiliyeti kısa ve kusurlu olduğu halde, onlar da akla ihtimam gösterirler, akla kıymet verirlerCüsseli, azgın ve kuvvetli bir hayvan bile, bir insanı gördüğü zaman ona hürmet eder ve insanın kendisine galip geleceğini hissettiği için insandan korkarKüçük bir insanın koskoca hayvanlara galip gelmesi, hileli yolları idrâk etmesinden ileri gelmiyor da neden ileri geliyor?

Bu sırrı anlatmak için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kavmi içinde gün görmüş, tecrübe sahibi bir kimse, ümmeti içindeki bir peygamber gibidir263

Bu kıymet, insana servetinin çokluğundan veya cüssesinin bü yüklüğünden yahut kuvvetinin fazlalığından ötürü verilmiş değildirAklının meyvesi olan tecrübesinin fazlalığından ve rilmiştirİşte bu sebepten ötürü Türk, Kürt, Arap ve diğer kavimlerin cahillerini görürsün ki, derecesi, hayvamnkine yakın olduğu kaide, tabiî olarak ilim ve tecrübe bakımından büyük olanlara hürmet ederlerBir de görürsün ki, bir çok muannid, Allah'ın Rasûlü'nü öldürmek isterFakat gözleri Rasûlüllah'ı görür gör mez derhal Rasûlüllah'ı tâzim eder vaziyete geçer ve Rasûlüllah'ın mübarek alnındaki nübüvvet nûru onlara parıl parıl parlayarak görünürHer ne kadar akılın gizli olması gibi, bu nübüvvet nûrû da gizli ise de. . .

Sâbit oldu ki; aklın şerefi, bilinmesi zaruri olan şeylerdendirGayemiz; aklın şerefi hakkında varid olan hadîs ve ayetleri zikretmek olduğu için bu kadarla yetinip esasa geçelim:

Allahü teâlâ Kur'ân-ı Hakîm'de Akla nur adını vererek şöyle buyurmuştur:

Allah, göklerin ve yerin nûrudurMü'minin kalbinde nûru nun sıfatı; sanki bir hücre ki içinde bir lâmba varLâmba da cam bir mahfaza içindedirO cam mahfaza sanki (parlayan) inci gibi bir yıldız. . . (Nûr/35)

Allahü teâlâ tarafından yine kendisinden istifade edilen Akl'a ruh, vahy ve hayat isimleri verilmiştir:

(Ey Rasûlüm!) İşte sana böyle emrimizden bir ruh (akıl) vahyettik. (Şûrâ/52)

Hiç, (evvelce) küfürle ölü olup (sonra) kendisini hidayetle di rilttiğimiz ve ona, insanlar arasında yürüdüğü bir nûr (îman) verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde (küfürde) kalmış olan ve ondan bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu? (En'am/122)

Kur'ân'ın neresinde nûr ve zulmet kelimeleri zikrediliyorsa, orada nurdan ilim ve zulmetten cehalet kastedilir.

Allah îman edenlerin yardırncısıdırOnları karanlıklardan aydınlığa (nûra) çıkarır. (Bakara/257)

Yani onları cehaletten kurtarıp ilme, akla kavuşturur.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey insanlar! Rabbinizi biliniz ve anlayınızBirbirinize aklın kemâlini tavsiye edinizÇünkü size emredilenler gibi size yasak edilenleri de akılla bilirsinizBiliniz ki rabbinizin nez dinde sizi kurtaracak aklmızdırBiliniz ki akıllı insan; Allah'a itâat eden insandırBu kişinin görünüşü çirkin, zâ hirî kıymeti düşük, dünya mertebesi düşük ve üstü başı perişan olsa bile. . . Ve yine biliniz ki cahil; Allah'a isyan eden kişidirVelev ki görünüşü güzel, kıymeti halkça büyük, dünya mertebesi yüksek, giyinişi güzel, konuşkan ve beliğ olsa bile. . . Allah nezdinde maymunlar ve domuzlar, Allah'a isyan edenden daha akıllıdırlarDünya ehlinin sizi büyüt mesine itibar etmeyin ve böyle şeylerden kaçınınÇünkü esas zararda olan ehl-i dünya'dır264

Hazret-i Peygamber başka bir hadîsinde şöyle buyuruyor:

Allah'ın yarattığı şeylerin ilki akıldırAklı yarattıktan sonra 'Yüzünü çevir (gel) ' dedi, akıl da yüzünü çevirdi'Arkanı dön (git) ' dedi, o da arkasını çevirdi. (Akıl, Allah'ın dediğini olduğu gibi kabul etti) Bu teklifleri kabul ettikten sonra Allahü teâlâ ona şöyle hitab etti: İzzet ve celâlim hakkı için senden daha kıymetli bir mahlûk yaratmadımSeninle halkı muahaze eder, seninle verir, seninle sevab kazandırır ve seninle cezalandırırım'265

Akıl (renkler gibi) âraz ise, o ârazi belirten cisimler ya ratılmazdan evvel nasıl yaratılmıştır? Eğer cevher ise, zâti ile kaim olan cevher nasıl olur da bir mekânı işgal etmez?' diye soracak olursan, şöyle cevap veririz: Bu husus mükâşefe ilmi'ne dahil me selelerdendirOnu muamele ilmi bahsinde zikretmek uygun düşmezBizim şu anda gayemiz muamele ilimlerini zikretmektir.

Hazret-i Enes'ten şöyle rivâyet edilir; Bir topluluk, Rasûlüllah'ın yanında mübalâğa edecek derecede bir kişiyi övdüBunun üzerine Allah'ın Rasülü 'Övdüğünüz kişinin aklı nasıldır?' diye sorduOnlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz kişinin yaptığı ibadet ve gösterdiği çeşitli hayırları sana söylüyoruz, sen ise onun aklını soruyorsun, bu nasıl oluyor?' deyince,

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Ahmak kişinin cehaletiyle işlediği günah, fâcirin fıskıyla elde ettiği günâhı kat kat geçerYarın kıyâmet gününde Allah'a en yakın derecelere her âbid, aklının miktarı nisbe tinde yükselecektir266

Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber şöyle bu yurmuştur:

Hiç kimse akıl gibi büyük bir fazileti elde etmiş değildirAkıl, sahibini hidayete erdirir, felâketten kurtarırKişinin aklı tamam olmadıkça îmanı tamam, dini müstakim olmaz267

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kişi güzel ahlâkının sayesinde; gününü oruç, gecesini iba detle geçiren kimsenin derecesine varırFakat kişinin aklı tamam olmadıkça güzel ahlâkı tamam olamazAklı tamam olunca da îmanı tamam olurO îmanın sayesinde de rabbine itâat ve düşmanı olan İblis'e de isyan eder268

Ebû Said el-Hudrî, Rasûlüllah'tan şu hadîsi rivâyet etmiştir:

Herşeyin bir dayanağı ve direği vardırMü'minin dayanağı ve direği ise akıldırKişinin ibadeti aklının nisbetinde olurSiz ateşte bulunan fâcirlerin şu sözünü hiç işitmediniz mi? 'Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık'. (Mülk 10) 269

Hazret-i Ömer, Temim ed-Dârî'ye şöyle sorar:

- Sizde riyaset nedir?

- Akıldır.

- Doğru söyledinÇünkü ben Allah'ın Rasûlü'ne de sana sorduğum gibi sordumO da senin verdiğin cevabın aynısını verdikten sonra şöyle buyurdu: "Ben Cebrâil'e 'Riyaset nedir?' diye sordum, "Akıldır' diye cevap verdi"270

Berra bAzib şöyle anlatır: Bir gün Hazret-i Peygambere çok sual sorulduğunda şöyle buyurdu:

Ey insanlar! Herşeyin bineği vardırKişinin bineği de akıldırSizden hüccet ve delili en iyi bilen, aklen en üstününüzdür271

Ebû Hüreyre şöyle anlatır: Hazret-i Peygamber, Uhud savaşından döndüğünde, 'Falan adam, filandan daha kahraman ve filan adam öyle bir imtihan verdi ki, hiç kimse böyle bir imtihan vermedi' gibi sözleri işitince öfkelenerek şöyle haykırdı: 'Bu konuda hakem olmak size düşmezÇünkü siz bunu bilmezsiniz'Sahabîler 'Nasıl olur da bilemeyiz yâ Rasûlâllah?' deyince Hazret-i Peygamber şöyle dedi:

Uhud harbine katılanlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu akılları miktarınca savaştılarYardım görmeleri ve niyetleri akılları miktarmcadırOnlardan isabet alanlar çeşitli dereceler üzerine isabet almışlardırKıyâmet günü geldiği zaman, dereceleri, niyetleri ve akılları nisbetinde verilir.

Berra bAzib, Rasûlüllah'ın şu buyruğunu rivâyet etmiştir:

Melekler akıl ile çalışıp Allah'ın tâatinde başarı gösterdilerAdemoğullarından imanlı olan kişiler de akılları miktarınca çalışıp gayret gösterdilerBu bakımdan onlardan, Allah'a en fazla itaat edenler akılları en fazla olanlardır272

Hazret-i Aişe'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Dünyada insanlar ne ile birbirlerinden üstün olabilirler?

- Akıl ile. . .

- Âhirette ne ile üstünlük sağlanabilir?

-Akıl ile. . .

- Peki, âhirette herkes yaptıklarıyla mükâfat veya ceza görmez mi?

- Ey Aişe! Acaba insanlar Allah'ın kendilerine vermiş olduğu akıldan fazla mı amel ederler? Bu bakımdan herkese ne kadar akıl verilmişse, onun nisbetinde hayırlı hareketleri olur ve hayırlı hareketleri nisbetinde de mükâfat alır273

İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre, Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

Her şeyin bir aleti ve hazırlığı vardırMü'minin âleti ise akıldırHerşeyin bineği vardırKişinin bineği ise akıldırHerşeyin direği vardırDinin direği ise akıldırHer kavmin bir hedefi vardır, âbidlerin hedefi ise akıldırHer kavmin bir dâvetçisi vardır, ibadet edenlerin davetçisi ise akıldırHer tüccarın bir sermayesi var, Allah yolunda çalışanların ser mayesi ise akıldırHer hane halkının bir idarecisi varSıddîkların hanelerinin reisi ise akıldırHer harâbe olan ye rin bir tamircisi vardır, âhireti imar eden ise akıldırHer kişinin bir zürriyeti ve nesli vardır, ona nisbet edilir ve o da o nesille yâd edilirFakat sıddîklarm, nisbet edilen ve yâd edilmelerine vesile olan nesilleri akıldırHer kavmin bir çadırı vardır, müslümanların çadırı ise akıldır274

Hazret-i Peygamber yine şöyle buyurmaktadır:

Allah nezdinde Mü'minlerin en sevimlisi, Allah'a itaatında devamlı olan, kullarına nasihat edici, akılca kâmil, nefsine nasihatçi, tehlikeyi görür, hayatı müddetince tehlikeden kurtulacak tarzda iyilikler yapan bir kimsedirBöyle bir kimse hem felâha kavuşmuş, hem de zaferi elde etmiştir275

Sizin en akıllı olanınız, Allah'tan en fazla korkanmızdırAllah'ın size emrettiği ve sakındırdığı konularda en iyiniz ameli en az olsa bile- düşüncesi ve aklı tam olanmızdır276

Akl'ın Hakikati ve Kısımları

Akl'ın hakikatı ve tarifi hakkında ihtilâf edilmiştirAkıl keli mesinin çeşitli mânâları olduğundan, gâfil olan birçok kimse bu gafletin eseri olarak ihtilafa düşmüştürBu hususta perdeyi ara layan ve ihtilafların önünü tıkayan hüküm şudur: Akl ortaklaşa dört mânâda kullanılan bir kelimedirAyn kelimesinin birkaç mâ nâya gelişi gibi. . . Bu durumda olan kelimelerin bütün mânâlarını kapsayan bir tek tarifini yapmak uygun değildirBelki her mâ nânın ayrı ayrı tariflerini yapıp perdeyi kaldırmak gerekir.

Akl'ın Birinci Anlamı

Akıl, insanı hayvanlardan ayırdeden bir vasıftırinsan bu vasıf sayesinde düşünce mahsulü olan ilimleri, tefekkür mahsûlü olan gizli sanatların tedvirini elde etmeye hazır bir vaziyete gelir.

Hâris bEsed el~Muhâsibî, akılın bu târifine işaret ederek: 'Akıl, insanda yaratılmış bir fıtrattırO fıtrat ile insan, düşünüş ilimleri elde ederSanki akıl, kalbe atılan bir nûrdurKalp sahibi o nûr vasıtasıyle eşyayı idrâk etmeye yetkili olur' buyurmuştur.

Hâris el-Muhâsibî'nin bu târifini inkâr ederek: 'Akıl sadece za rurî ilimleri elde etmekten ibarettir' diyen bir kimse insaflı hareket etmemiştirÇünkü ilimlerden gâfil ve uykuda olan kimselere de, kendilerinde fıtrî akıl mevcut olduğu için, akıllı denirHalbuki böyle kimselerde ilim denilen bir şey yoktur.

Hayat, cismin ihtiyarî hareket ve sezişlerini temin eden bir cev her olduğu gibi, akıl da, canlıları, düşünce mahsulü olarak elde edilmesi mümkün olan ilimleri elde etmeye hazırlamaktırAkıl, fıtrat ve sezişlerde insan ile merkebi eşit tutup aralarındaki farkın ancak âdetlerin icrası hükmünden dolayı Allah'ın, merkeb ve sair hayvanlarda yaratmadığı birtakım ilimleri insanda yaratmasıdır desek, hayat vasfında merkeb ile cansızların eşitliğini de kabul etmek zorunda kalır, âdetin icrası hükmünce Allah merkebde özel hareketler yarattı' demeye mecbur oluruzÇünkü merkeb, ruhsuz bir cisim farzedildiği takdirde onda görünen hareketlerin hepsini aynı tertibde yaratmaya Allah'ın kâdir olduğunu söylemeye de mecbur oluruzYine şu hükmü vermeye de mecburuz: Merkebin özel hareketleriyle ruhsuz cisimden ayrılması, ancak hayat diye bi linen ve canlılara mahsus bir fıtrat ile meydana gelmiştirBu şekilde hüküm vermek vacib olduğu gibi, insanın diğer canlılardan akıl denilen bir fıtrat sayesinde idrâk olunan fikrî ilimlerle ayrıldığına hükmetmek de lâzımdırAkıl, başka şeylerin şekil ve renklerini hikâye etmekle diğer cisimlerden ayrılan ayna ile aynanın sırrı gibidirİşte böylece kendisini görmeye yetkili kılan birtakım sıfatlar ve şekillerle insanın gözü alnından ayrılırBu bakımdan akıl fıtratının ilimlere olan nisbeti, tıpkı gözün gör meye olan nisbeti gibidirKur'ân'ın ve şeriatın ilimlerini keşfeden bu akıl fıtratının Kur'ân'a nisbeti, tıpkı güneş ışığının göze nisbeti gibidirİşte bu garize ve fıtratı anlamak gereklidir.

Akl'ın İkinci Anlamı

Küçük bir çocuğun muhali, muhal olarak, mümkünü de mümkün olarak bilmesi zaruri ilimlerdendir Meselâ «2» sayısının «1» sayısından fazla olduğunu, bir şahsın aynı zamanda iki ayrı yerde bulunmasının mümkün olmadığını bilmek gibi. . .

Kelâmcılardan bir kısmı bu mânâyı kastederek aklı şöyle târif etmiştir: 'Akıl, zarurî, ilimlerden bir kısımdırMuhallerin muhal ve mümkünlerin de mümkün olduğunu bilmek gibi. . .

Bu târif de, haddi zatında ve esasında doğru bir târiftirÇünkü bu ilimler mevcuttur ve bu ilimlere akıl dernek de bâriz ve açıktırFâsid olan mânâ, ancak akıl fıtratını inkâr edip 'Bu ilimlerden başka bir varlık yoktur' demektir.

Akl'ın Üçüncü Anlamı

Hâl ve durumların cereyanı ile elde edilen denemelerden alman ilimlerdirÇünkü denemelerden geçmiş ve çeşitli tecrübelerden ötürü olgunlaşmış bir kimseye örf ve âdette, akıllı denilirBu sıfattan mahrum bir kimse için de ahmak, gâfil ve cahil denirİşte bu da ilimlerin başka bir çeşididir ve bu nev'e akıl ismi verilir.

Akl'ın Dördüncü Anlamı

Akıl kuvveti öyle bir dereceye gelir ki, akıllı, emirlerin sonu cunu bilip, geçici lezzetlere sürükleyici şehveti yok edip ortadan kaldırırBu bakımdan bu kuvvet hâsıl olup meydana geldiğinde sa hibine, geçici şehvetle hükmetmediği, ancak işin neticesine bakıp ilerlediği veya gerilediği için akıllı denirBu kuvvet de, insanı diğer canlılardan ayırdeden özelliklerdendirBu bakımdan, aklın birinci mânâsı, esas, asıl ve kaynaktırİkinci mânâ, sadece birinci mâ nânın en yakın dalı, üçüncü mânâ ise, birinci ve ikinci mânâların dalıdırÇünkü deneylerden hâsıl olan ilimler, ancak fıtrî akıl ve zarurî ilimler vasıtasıyla elde edilirDördüncü mânâ ise en yüksek gaye ve en son meyvedirO halde birinci ve ikinci mânâ tabiî olarak, üçüncü ve dördüncü mânâ da çalışma ile elde edilirHazret-i Ali (radıyallahü anh) bu hakikate işaret ederek şöyle buyurdu: 'Aklı, iki olarak gördümBiri tabiî, öbürü ise kesbî akıldırTabiî akıl olmayınca, kesbî (çalışarak elde edilmiş) akıl yarar sağlamazGözü kör olana güneşin yarar sağlamadığı gibi. . .

Birincisi Allah'ın Rasûlü Hazret-i Muhammed'in şu mübarek sözünde kastolunan anlamdır:

Allah, akıldan daha üstün ve şerefli bir mahlûk yarat mamıştır277

Akim ikinci mânâsı şu hadisle gösterilmiştir:

İnsanlar salih amel ve doğruluk kapılarına başvurmakla (Allah'a) yaklaşmak istedikleri zaman sen de aklınla yaklaş278

Aynı zamanda aklın son mânâsı, Hazret-i Peygamber'in Ebu'd Derda'ya hitaben söylediği şu sözleriyle de açıklanmaktadır:

- Ey Ebu'd Derda! Aklını geliştir ki, rabbine yaklaşmakta çabuk olasın.

- Annem ve babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü!

Benim için bu söylediğiniz nasıl mümkün olabilir?

Allah'ın yasaklarından sakın, farzlarını edâ etBunları yaptığın takdirde geçici dünyada şânın yücelir, şerefin artarGelecek âhirette de bu yaptıklarından ötürü rabbinin mânevî yakınlığını ve salih kullarına ihsan buyuracağı izzet ve ikrâmı elde edersin279

Said bMüseyyeb'den şöyle rivâyet ediliyor:

Hazret-i Ömer, Ubeyy bKa'b ve Ebû Hüreyre (Allah hepsinden râzı olsun) Hazret-i Peygamberin huzuruna gelip sordular:

- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en âlimi kimdir?

- Akıllı kimsedir.

- İnsanların en âbidi kimdir?

- Akıllı kimsedir.

Onlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Akıllı, mürüvvet sahibi, eli cö mertliğe alışmış ve derecesi Allah nezdinde büyümüş bir kimse midir?' dedikleri zaman Allah'ın Rasûlü 'Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçici menfaatidirÂhiret ise, rabbinin katında takvâ sahipleri içindir' (Zuhruf/35) ayetini okudu ve devamla şöyle buyurdu: 'Akıllı bir kimse dünyada (dünyaperestlere) hasis ve zelil görünse de, aklı sayesinde takvâ sahibidir'280

Rasûlüllah başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

Akıllı kimse, Allah'a îman eden, peygamberlerini tasdik eden ve ibâdetini yapandır281

Anlaşıldı ki, akıl terimi, Lûgatta olduğu gibi, ıstılahta da o cev herin ismidirİlimlere akıl ismini vermek, aklın semeresi ve mey vesi olduklarındandırHerhangi bir şeyin semeresi ile adlandırdığı gibi. . .

Bu bakımdan: İlim korkudur, âlim de Allah'dan korkan kişi' denilmiştirHalbuki korku, ilmin kendisi değil, ancak semeresidirO halde akıl cevherine mecaz yoluyla ilim denebilirFakat bizim bu kitapta gayemiz, lugat ilmini araştırmak değildir, sadece zikrettiğimiz bu dört kısmın mevcudiyetini bilmek ve bütün bu kısımlara akıl denebileceğini belirtmektirBirinci kısım hariç, diğerlerinin varlığında ve akıl ke limesinin bunlara da verilmesinde herhangi bir ihtilâf yokturDoğrusu, akıl cevherinin varlığı ve bu üç kısma asıl ve temel olduğudur.

Kendilerine akıl adı verilen bu ilimler, sanki fıtrî olarak akıl cevherinde mevcutturFakat onların varlık âlemine çıkarılmasına sebep olan vasıta, mevcut olduğu zaman ancak varlık dünyasında görünürlerSanki bu ilimler, aklın dışından aklın üzerine varid olan herhangi birşey değildirVe yine sanki bu ilimler, aklın içinde gizli imişler de sonradan meydana çıkmışlardırBunun benzeri, toprakta gizli olan su'durSu, ancak kuyuların kazılmasıyla belirir, toplanır ve hissedilirÇamur kaptaki yağ ve güldeki gülsuyu da böyledirBu hikmete binaen Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:

Hani rabbin Ademoğullarının sulbünden (belinden) zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahid tutarak 'Ben sizin rabbiniz değil miyim?' diye buyurduğu vakit onlar da 'Evet, rabbimizsinŞahid olduk' demişlerdiBu şahid tutuşumuzun sebebi kıyâmet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu' demeyesiniz diyedir. (A'raf/172)

Bu ayetteki ikrardan gaye; dil ile yapılan değil, nefisleriyle yapılandırÇünkü insanoğlu, dil ve şahısları var olduktan sonra, dil ile ikrarda çeşitli yollar takip etmiştirKimisi ikrara, kimisi de inkâra sapmıştırİşte bu durumu kastederek rabbimiz şöyle bu yurmuştur:

Yemin olsun ki, onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, derler ki: 'Onları aziz (herşeye galip olan) , âlim (herşeyi bilen) yarattı'. (Zuhruf/9)

Bu ayet-i celîlenin mânâsı; 'Ey habîbim! Eğer sen inkâr edenle rin durumlarını tedkik edersen göreceksin ki, nefisleri ve iç âlemleri Allah'ın yaratıcılığına şehadet etmektedir'Nitekim bu mân âya şu ayet-i celîle işaret buyurmaktadır:

O halde (ey rasûlüm) gerçek müslüman olarak kendini dine doğrult; (başka şeye iltifat etme) Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. (Rum/30)

Yani her insan Allah'a îman edebilecek yaratılıştadırBelki herşeyi olduğu gibi bilmeye de muktedirdirŞunu demek istiyorum: Mârifet ve bilgi, insanın yaradılışında gizlenmiştirÇünkü yaradılış, idrâk etmeye müsait ve kabiliyetlidirBunu bildikten sonra deriz ki, madem ki îman, fıtrî olarak nefislerde yerleşmiştir, o halde insanlar iki kısma ayrılır:

A) İmandan yüz çeviren, onu unutan kâfirler

B) Fıtratına müracaat ederek düşünen, hatırlayan Mü'minler

Böyle bir Mü'min, âdeta herhangi bir meselede şahidlik sıfatını taşıdığı halde, gaflet eseri olarak, o şahidliği unutmuş fakat sonra düşünmek suretiyle hatırlamış bir kimse gibidirİşte bunun için Allahü teâlâ; 'Umulur ki, hatırlarlar' (Nahl/90) ,

'Akıl sâhipleri hatırlasın diye' (Bakara/169) ,

'Allah'ın üzerindeki nimetini ve sizi 'Dinledik, itâat ettik' dediğiniz zamanki misâkını unutmayın, hatırlayın' (Mâide/7) ,

'Andolsun ki biz Kur'ân'ı, düşünüp öğüt al mak için kolaylaştırdıkFakat düşünen var mı?' (Kamer/7) buyurmuştur.

Bu tarza, hatırlamak demek uzak bir ihtimal değildirBu bakımdan sanki hatırlamak iki kısma ayrılır:

a) Var olmazdan evvel kalbinde hazır bulunan fakat, var olduktan sonra kaybolan bir sureti ve şekli hatırlamak

b) Fıtrî olarak kalbinde gizli bulunan bir şekli hatırlamak Basîret nûruyla bakan bir kimse için, bu hakikatler apaçık gö rünürFakat keşif ve âyandan nasibi olmayıp, sadece işitmek ve taklitle yetinen bir kimseye, bu hakikatler abes gelirBunun için, böyle bir kimse, bu gibi ayetlerde sağa sola yalpa vurur; hatırlamayı, ikrar etmeyi anlayıp, bunların te'vilinde çeşitli yollara saptıkları görülürÂyet ve hadislerde hayaline çeşitli tenakuzlar gelir ve çok zaman, hayâlinin tesirinde kalarak, ayet ve hadîslere hakaret gözüyle bakar, onlarda hâşâ düşüklük görmek pespayeliğine düşer.

Böyle bir kimsenin misâli, tıpkı bir eve giren, ayağı, intizamlı ve tertipli eşyalara dolanıp düşen âmânın misâli gibidirBu âmâ şöyle haykırır: 'Ne olmuş bu eşyalara? Niçin yoldan kaldırılmıyorlar? Neden yerlerine konulmuyorlar?' O zaman âmaya denir ki: 'Eşyalar yerindedirKusur ise sadece senin gözündedir'.

İşte böylece basiretin kusurlu oluşu, zahirî gözlerin kusuru ye rine geçerse daha büyük felâkete yol açarÇünkü nefis, binici, be den ise binek gibidirBinicinin körlüğü, bineğin körlüğünden daha korkunç ve daha felâketlidir.

İç âlemdeki basiretin, dış basirete benzeyişinden dolayı Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Gördüğünü kalbi tekzib etmedi. (Necm/11) .

Biz İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gös terdiğimiz gibi, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki Tevhîd hususunda yakîn sahibi olsun. (En'am/75)

Bunun zıddına körlük denilmiştir.

Gerçek şudur ki, gözler (görmemek suretiyle) kör olmazFakat asıl sinelerin içindeki kalpler (ibret ve basiret gözleri) kör olurlar. (Hacc/46)

Kim bu dünyada kör olursa, artık o, âhirette de kördür ve yol bakımından da daha sapıktır. (İsra/72)

Peygamberlere görünen bu işlerin bir kısmı, gözle görülmüş, bir kısmı da basiretle. . . Fakat hepsine de rü'yet ve görgü de nilmiştir.

Kısaca iç basireti nûrlu olmayan bir kimsenin kalbine ancak dinin kabukları yapışır ve ancak dinin zâhirî merasimleriyle meşgul olurÖzüne ve hakikatine bir türlü yol bulamaz ve nüfuz edemezİşte bu kısımların tamanma akıl denilir.

Akıl Hakkındaki Görüş Ayrılıkları

Akıl hususunda insanlar çeşitli görüşlere sahiptirTahsili az olup da ileri geri konuşanların akıl hakkındaki fikirlerini nakletmekte hiçbir fayda görmüyorumBelki, en güzel hareket, acele etmek kaydıyla, hakkı beyan etmektirBuradaki açık hakîkat şudur:

Aklın dört kısmından ikincisi hâriç, diğerleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştürİttifakla kabul edilen ve hakkında hiç bir ihtilâf olmayan ikinci kısım, muhalin muhal ve mümkünün de mümkün olduğunu belirten zarurî ilimdirÇünkü iki sayısının bir den fazla olduğunu bilen her insan, bir cismin, aynı zamanda iki yerde olmayacağını ve bir şeyin hem hâdis, hem de kadîm ol masının muhal olduğunu bilirBunların benzerlerinde, şeksiz ve şüphesiz idrâk edilen her şeyde de hüküm böyledir.

Aklın diğer üç kısmına gelince, ileride de bahsedeceğimiz gibi, onlar hakkında çeşitli ve farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Kuvvetin istilâsıyla şehvetlerin yok olmasından ibaret olan dör düncü kısma gelince, bu konuda, insanların farklı oldukları giz lenmez bir hakikattirBelki aynı şahsın çeşitli durumları da, bu konuda farklı olabilirBu farklılık bazen, şehvetin farklılığından ileri gelirMeselâ, akıllı bir insan bazı şehvetlerini terketmeye muktedir olduğu halde, bir kısmından vazgeçememektedirFakat terketmediği şehvetlerde de sebatı yokturÇünkü genç bir insan, bazen, gençlik sâikiyle zinayı terketmekten acizdirAncak bü yüdüğü ve aklî melekeleri tamam olduğu zaman buna muktedir olabilirRiya ve riyaset şehvetini terketmek yaş ilerledikçe zorlaşırTam zina şehvetinin aksine. . .

Bu ayrılığın sebebi, bazen, şehvetin çoğundan doğacak tehlikeyi bildiren ilme bağlıdırBunun için, zarar verici birtakım yemekler den, doktor, kendi nefsini koruduğu halde, onunla eşit akla sahip, fakat doktor olmayan bir insan, kendisini bazen muhafaza edemez.

Halbuki o doktor gibi, bahis mevzuu yemeğin zararlı olduğuna, kısmen de olsa inanmaktadırFakat doktorun bilgisi, bu konuda daha fazladır ve korkusu da o nisbette şiddetlidirBu bakımdan korku, aklın askeri ve şehvetleri kırmak hususunda aklın elindeki silâhtır.

Böylece âlim, ilminin kuvveti ve günahlardan gelen zararlara daha fazla vakıf olması hasebiyle cahilden, günahları terketmek hususunda daha muktedirdirÂlimden gayem; hakikî âlimdirTaylasan, cübbe ve hezeyan sahipleri değildir.

Eğer farklılık şehvetten gelirse, akıldan gelen gibi olamazEğer ilim cihetindense ki bu ilme, akıl da denmiş o vakit bu farklılık, akıl tabiatını takviye eder ve dolayısıyla böyle bir ilme akıl ismini verdiren sebebe bağlanırTefavüt, bazen de, akıl cevherinin duru mundan kaynaklanırMeselâ, akıl cevheri kuvvetlendikçe şehvetleri yok etmesi de o nisbette güçlü olur.

Tecrübî ilimlerden ibaret olan üçüncü kısmına gelince, insanların buradaki farklı görüşleri, inkâr edilemez bir hakîkattirZira çok isabet ve süratle idrâk etmek hususunda farklıdırlarBunun sebebi; ya akıl cevherindeki veya tecrübelerindeki farklılıktırAkıl cevherindeki ayrılık ve farklılığın inkâr edilmesi mümkün değildirÇünkü bu farklılık, nefsin üzerine doğan bir nûr gibidirSabahları doğar ve ışığının parlaması erginlik çağma yakın bir zamanda iyice görünür ve böylece, devamlı bir şekilde, tedricî bir gelişme kaydederBu gelişme kırk yaşma kadar, günden güne tekâmül eder.

Bunun benzeri, sabahın ışığıdırÇünkü bu ışığın başlangıcı zor idrâk edilecek derecede gizlidirYavaş yavaş artmaya başlarBilâhare, güneşin doğmasıyla kemâle erişirBasiret nûrunun ayrılığı ve farklılığı, göz nûrunun ayrılık ve farklılığı gibidirGözü az görenle, her çeşit göz hastalığından salim olanın arasındaki fark bilinmektedirBelki, Allahü teâlâ'nın ilâhî âdeti, bütün mahlûkatın varlığında tedric yolunu takip etmektirHatta şehvet bile büluğâ eren bir çocukta sık sık ve ansızın görünmemektedirBelki tedricî bir şekilde, yavaş yavaş gelişmektedirHer kuvvet ve sıfat da böyledirBu bakımdan insanların, şu akıl cevherindeki çeşitliliği inkar eden bir kimse, akıldan nasibi olmayana benzer.

Rasûlüllah'ın aklını, herhangi bir köylünün veya medeniyetten zerre kadar nasibi olmayan bir bedevinin aklı gibi zanneden bir kimse, haddi zâtında, ilim ve irfandan mahrum göçebe ve köylüler den akılca daha aşağıdırAklın çeşitliliği nasıl inkâr edilebilir? Eğer bu çeşitlilik olmasaydı, insanlar ilim anlayışında ihtilâfa düşer miydi? Anlayışsız, ahmak ve hocasının derslerini ancak uzun uğraşması neticesinde idrâk eden kimse ile meseleleri ufak bir işaretle kavrayan, zeki, mektepsiz ve medresesiz emirlerin hak îkatini kendi zekâsıyla kavrayan kimselere ayrılmayacaklardı.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Ne doğuya ve ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacı (nın yağı) ndan yakılır. (Öyle mübarek bir ağaç) ki, ner deyse ateş değmese de yağı ışık verirIşığı parıl parıldır. (Nûr/35)

Bu ayetteki misal, peygamberlerin misalidirÇünkü peygam berlerin bâtınlarında öğretmek ve dinlemeksizin çözülmesi zor olan birçok emirler vuzuha kavuşurBu durum, ilham diye tabir olunurNitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmak suretiyle bu durumu açıklamıştır:

Ruh'ul-Kudüs (Cebrail) nefsime şu hakikati üfledi: 'İstediğin kimseyi sev, (sonunda) muhakkak ondan ayrılacaksınİstediğin kadar yaşa, (sonunda) muhakkak öleceksinİstediğin ameli yap, (sonunda) muhakkak onun karşılığını göreceksin'282

Meleklerin, peygamberlere bu çeşit bilgi vermeleri, kulakla din lemek ve gözle meleği görmekten ibaret olan açık vahiyden daha başkadırİşte bunun için, Hazret-i Peygamber bu şekil bir bilgiyi nefse üflemek diye tâbir etmiştir.

Vahy'in Dereceleri ve Çeşitleri

Vahy’in derece ve çeşitleri çokturOnları birer birer beyan etmek, mükâşefe ilmine dahil oldukları için, muamele ilmi bah sinde uygun düşmezSakın 'vahyin derecelerini bilmek, vahiy mertebesine varmayı gerektirir' zannına kapılma! Çünkü doktorun, hastaya, sıhhat derecelerini tanıtması, âlimin fâsıka adalet derecelerini öğretmesi uzak birşey değildirHalbuki sıhhat derecelerini bilen hasta ve adalet derecelerini bilen fasık, sıhhat ve adaletten uzaktırBilmek ayrı şey, bilinenin varlığı ayrı bir şeydirBu bakımdan, peygamberlik ve veliliği bilen her insan, peygamber ve veli olamazTakvâyı ve inceliklerini her bilen insanın müttaki olmadığı gibi. . .

İnsanlar üç kısma ayrılır:

1) Kendiliğinden bilenler,

2) Ancak öğretmekle bilenler,

3) Kendisine öğretimin ve ikâzın faydası olma yanlar.

İnsanların bu şekilde taksim edilmesi arazinin şu kısımlara ayrılması gibidir:

1Suyun birikmesiyle kuvvetlenen, kendiliğinden pınarlar meydana getiren arazi

2Suyu yüze çıkarmak için kazılmaya muhtaç arazi

3Kuru bir toprak ki, kazmakla dahi su vermezBu toprak cev herinin değişik sıfatlarından ileri gelir.

Akıl cevheri hakkındaki ihtilâf da aynen böyledirAklın farklılığına delâlet eden naklî delillerden bâzıları şunlardır.

Abdullah bSelâm283 (radıyallahü anh) , son kısmında Arş'ın büyüklüğüne dair malûmat bulunan şu hadîsi Rasûlüllah'tan nakleder:

Melekler şöyle derler:

- Ey rabbimiz! Arşından daha büyük birşey yarattın mı?

- Evet, aklı yarattım.

- Aklın kıymetine ulaşan nedir?

- Heyhat! Hiç kimse bunun bilgisine sahip değildirEy meleklerim! Acaba sizde, kum tanelerinin adedini bildiren bir ilim var mı?

- Hayır!

- İşte ben, kumların adedi gibi akılları da çeşitli derecelerhalinde yarattımİnsanların kimisine bir kum tanesi kadar verdimKimisine iki, kimisine üç, kimisine dört ve kimisine bir ölçek, kimisine bir çuval, kimisine de bunlardan dahafazla. . . 284

Eğer 'Bir takım sûfîler bu kadar şerefli olan aklın aleyhinde neden bulunmuşlardır? Neden aklı ve akılla bilinen ilimleri kötü lemişlerdir?' dersen, şöyle cevap veririz: Sûfîlerin akla ve akılla bi linen ilimlere hücumlarının sebebi şudur: Halk, akıl ve mâkul ke limelerini, hasmı susturmak ve tenkid etmek için kullanılan mücadele ve münazara ilimlerine bağlamışlarBuna da Kelâm Sanatı denilmiştir.

Bu bakımdan akla ve akılla bilinen ilimlere hücum eden sûfiler halka 'Siz yanılıyorsunuzMücadele ilmine akıl de nilmez' demeye muktedir olmadıkları için akla veryansın etmişlerdir.

Bu ilme, uzun zamandan beri akılcılık denildiği ve kalplerde böylece yerleştiği için artık oradan sökülmesi, neredeyse insan gücünün dışındadırİşte bu bakımdan, sûfîlerin zannettiği ve kötülediği akıl ve akılla bilinen mâkul ilimler, avamın nezdinde ve halk arasında akıl ismini taşıyan mücadele ve münazara ilmidir.

Allahü teâlâ’nın bilinmesine ve peygamberlerin doğruluğuna mi'yar (ölçü) ve mizan (tartı) olan, bâtının basiret nûru olan akla gelince, onun kötülenmesi tasavvur dahi edilemezÇünkü Allahü teâlâ bu aklı çeşitli vesilelerle övmektedirEğer o akıl kötülenir, zemmedilirse, artık ondan sonra övülecek ne olabilir? Eğer şeriat, övülen ve sena edilen bir nizamsa o vakit soruyoruz:

- Bu övülen şeriat ne ile bilinmiştir?

Şüphesiz akılla bilinmiştirBu bakımdan, şeriatın bilinmesine vesile olan akıl, hakîkate uygun olmayarak kötülenirse, şeriatın da kötülenmesi gerekir. (Mâdem ki şeriat zemmedilemez, o halde, bi linmesine ve doğruluğuna vesile olan basîret nûru olan akıl da zemmedilemez) .

'Şeriat, yakînin gözüyle ve îmanın nûruyla bilinir, akılla değil!' diyen bir kimsenin sözüne iltifat edilmezÇünkü o, yakîn gözünden ve îman nûrundan neyi murad ediyorsa, biz de akıldan aynı şeyi murad ediyoruz.

Bizce akıl, insanı hayvandan ayıran bâtınî sıfatın tâ kendisidirAkıl herşeyin hakikatini bildiren tefrik edici bir sıfattırOnunla eşyanın hakîkati bilinirBu kör dövüşlerinin çoğu, hakikatleri te rim ve tâbirlerden elde etmeye çalışan kimselerin cehaletinden doğmaktadırBu cehalete giriftâr olan topluluklar, halkın terimler hakkındaki değişik görüşlerinden dolayı bu felâketlere sürüklenmişlerdirÂkıl hakkında bu kadar açıklama yeterlidirAllah herkesten daha iyi bilendir!

Allah'ın hamd ve minnetiyle Kitab'ul-İiim burada sona ermiştir.

Allahü teâlâHazret-i Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) ile yer ve gök ehlinden seçtiği her seçkin kuluna rahmet eylesin! Allah'ın izniyle Kitab'ul-ilim'in ardından inançların esaslarını anlatan Kitabu Kavaid'il-Akaid gelecektirEvvelinde olduğu gibi, sonunda da 'hamd ancak Allah'a mahsustur' deriz.

263) İbn Hıbbân, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)

264) Dâvud bMihber, Kitab'ul Akıl, (EbV Hüreyre'den)

265) Taberânî, el-Evsat, (Ebû Umâme'den zayıf bir senedle) ; Ebû Nuaym, (Hazret-i Âişe'den zayıf bir senedle)

266) İbn Mihber, Kitab'ul-Akıl) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir

267) İbn Mihber, Kitab'ul -Akıl.

268) İbn Milıber, (Amr b. Şuayb'dan) ; Tirmizî, (Hazret-i Âişe'den sahih olarak)

269) İbn Minber

270) İbn Minber

271) İbn Mihber

272) İbn Mihber, Beğavî, Mu'cem'us-Sahabe, (İbn Azib'den,-Berrâ b. Azib değil

273) İbn Mihber, Hakîm-i Tirmizî

274) İbn Mihber

275) İbn Mihber, (İbn Ömer'den) ; Deylemî, Müsned-ul-Firdevs, (zayıf birisnadla)

276) İbn Mihber, (Ebû Katade'den)

277) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (zayıf bir senedle)

278) Ebû Nuaym, el-Hilye, (Hazret-i Ali'den zayıf bir senedle)

279) Eban bEbi Ayaş, (zayıf bir senedle) ; İbn Mihber

280) İbn Mihber, Kitab'ul'Akıl

281) İbn Mihber, (Said b. Müseyyeb'den)

282) Şirâzî, el-Elkab, (Sehl b. Sa'd'dan)

283) Abdullah bSelâm'ın künyesi Ebû YusufturAslen yahûdî idiRasûlüllah Medine'ye teşrif ettikten sonra müslüman olmuşturH43 yılında Medine'de vefat etmiştir.

284) İbn Mihber, Hâkim-i Tirmizî, en-Nevadir