1 - İLİM |
İlmin, İlim Öğretme'nin ve İlim Öğrenme'nin Fazileti ve Bunlara Dair Aklî ve Naklî Deliller
1-1
İlmin Faziletine Dair Âyet-i Kerîmeler
Allah kendisinden başka ilâh olmadığına delillerle açıkladı. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilâh olmadığına şehadet ettiler1 (Âl-i İmrân/18)
Dikkat edildiğinde görülecektir ki, bu ayette Allahü teâlâ önce zât-ı ulûhiyetinden başlayarak birliğine şehadet etmekte, ikinci olarak melekleri, üçüncü olarak da âlimleri bu gerçeğe şahid göstermektedir. Bu ise, ilmin ve âlimin yüceliğini gösteren çok büyük bir delildir. Bu şeref âlimlerin faziletini anlatmak husu sunda yeterli ise de, biz delil getirmeye devam edeceğiz.
Allah da sizden inananları kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. (Mücadele/11)
Âlimlerle cahiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünürler. (Zümer/9)
Allah'tan tam mânâsıyla ancak âlimler korkar. (Fâtır/28)
De ki: 'Benimle sizin aranızda Allahü teâlâ'nın ve Kitab'ın ilmine sahip olanların şahidlik etmesi yeter'. (Ra'd/43)
Kitab'dan bir ilme mazhar olan zat 'Sen gözünü kapayıp açmcaya kadar ben sana onu (Belkıs'ın tahtını) getiririm' dedi. (Neml/40)
Kitab'dan bir ilme mazhar olan zat, ilmin nelere kâdir olduğunu göstermek için Hazret-i Süleymân'a böyle hitap etmiştir.
İlim ve irfana mazhar olanlar ise şöyle dediler: 'Yazıklar olsun sizlere! Îman edip, salih ameller işleyen kimseler için Allah'ın sevap ve mükâfatı daha hayırlıdır'. (Kasas/80)
Allahü teâlâ bu ayette âhiretin kıymetinin ancak ilimle bili neceğini anlatmaktadır.
Biz bu misalleri insanlara beyan ve îrad ediyoruz. Bunları hakkıyla ancak ilim ve iz'an sahipleri idrâk ederler. 2 (Ankebût/43)
Eğer aldıkları malûmatı peygambere, emir sahiplerine (âlimlere) bildirseydiler, onlar vâkıaları tedkik ve tahkik ederek, bunların açıklamaya veya gizlemeye layık olup ol madıklarını bilirlerdi. (Nisâ/81)
Allahü teâlâ bu ayette olayların yorumunu âlimlerin istihrac ve istinbatına bırakmakta ve böylece onların mertebelerinin ne denli büyük olduğunu ve bu mertebenin peygamberler mertebesine nasıl ilhak olunduğunu bildirmektedir.
Ey Âdem oğulları! Sizler için avret yerlerinizi örtecek elbise ve ziynet eşyası varettik. Ancak takvâ elbisesi daha hayırlıdır. (A'raf/27)
Bazı âlimler bu ayette geçen avret yerini örten elbise ile ilmin, ziynet ile yakîn mertebesinin, takvâ elbisesi ile de hayat mertebe sinin kastedildiğini söylemişlerdir.
Onlara ilim üzere tafsil ettiğimiz bir kitab getirdik. (A'raf/52)
Elbette herşeyi bilerek onlara nakledip haber vereceğiz! (A'raf/7)
Hayır! O (Kur'ân) , kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde bulunan açık açık ayetlerdir. (Ankebût/49)
Rahman olan Allah, Kur'ân'ı öğretti, insanı yarattı, ona be yanı öğretti. (Rahman/1-4)
Allahü teâlâ bu hakikati insana minnet etmek kabilinden böy lece ifade buyurmuştur. Hadîsler
Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
Allah bir kulu için hayrı murad ettiğinde, onu dinde Allah'tan korkan bir âlim yapar. Ona kendisini doğru yola götürecek akıl ve idrâk verir. 3
Âlimler peygamberlerin varisleridir. 4
Peygamberlik derecesinden daha üstün bir mertebenin bu lunmadığı herkesin malûmudur. Demek ki bu mertebeye vâris olmak, şereflerin en büyüğüdür.
Yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkat, âlim bir kimsenin affedilmesi için Allah'a yalvarırlar. 5
Yerlerde ve göklerdeki tüm mahlûkatın kendisi için Allah'tan af dilediği bir kimsenin mertebesini bir düşünün! Bundan daha büyük bir mertebeye ulaşması mümkün mü insanoğlunun?
Alim kendi işleriyle meşgul olduğu halde, yerlerin ve göklerin sâkinleri de onun affı için istiğfar etmekle meşgul olmaktadırlar. Bir insan için bundan daha büyük bir şeref düşünülebilir mi?
Hikmet (ilim) , şerefli bir insanın şerefine öyle büyük bir paye ilâve eder ki köleleri, sultanların seviyesine çıkarıncaya değin yükseltir. 6
Hazret-i Peygamberin 'Köleleri sultanların seviyesine çıkarır' bu yurmakla ilme nasıl bir paye verdiğini görüyorsunuz! İlmin bu dünyada vereceği neticeler bile bu kadar değerlidir. Dünyada ka zandırdıkları âhiret hayatına nisbetle bir hiçtir. Çünkü âhiret hem dünyadan sayısız derecelerle daha üstündür, hem de ebedîdir.
İki iyi haslet vardır ki, bu hasletler hiçbir münafıkta bu lunmaz: Birincisi güzel ahlâk, ikincisi dinde derin bilgi (fıkıh) sahibi olmak. 7
Günümüzün bazı fakihlerinin münafıklığı, sizleri bu hadîs hakkında şüpheye düşürmemelidir; zira Hazret-i Peygamber, günü müzdeki anlamıyla fıkıhtan söz ediyor değildir. Onun fıkıh ile kas tettiği anlam, günümüzdeki anlamından çok uzaktır. Nitekim ki tabımızın ilerideki bölümlerinde bu anlam ortaya konacaktır. Fıkh'ın en küçük derecesi, âhiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu bilip, bu gerçeğe göre hareket etmektir. Fakih olan kim sede bu türden bir vasıf olduğu takdirde; bilgileri doğru olur, üze rinden her türlü riya hâli kalkar ve nifak tehlikesinden kurtulur.
İnsanların en faziletlisi o Mü'min âlimdir ki, kendisine ih tiyaç olduğunda yardım eder. Halk kendisinden kaçtığında ilmiyle yetinerek vakarlı davranır. 8
Îman çıplaktır; onun örtüsü takva, süsü hayâ ve meyvesi ilim'dir. 9
İnsanlar arasında nübüvvet makamına en yakın kimseler, ilim ve cihad ehli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, halkı peygamberlerin getirdiği ilahî nizâma yönelttiler. Cihad ehli olanlar ise, peygamberlerin getirdiği bu ilahî nizâmı kılıçlarıyla korumak için cihad ettiler. 10
Bir kabilenin ölümü, bir âlimin ölümünden ehvendir. 11
İnsanlar, altın ve gümüş gibi farklı değerler taşıyan madenlere benzerler. Dinde derin ilim (fıkıh) sahibi olmak şartıyla; cahiliye döneminde hayırlı olanları, İslâm'a girdikten sonra da (insanların) hayırlılarıdır. 12
Kıyâmet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanıyla tartılır. 13
Ümmetime ulaştırmak üzere kırk hadis ezberleyen kimseye kıyâmet gününde hem şefaatçı, hem de şahid olurum. 14
Allahü teâlâ, dininde bilgi sahibi olan kimseyi korur ve um madığı yerden ona rızık verir. 15
Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e şöyle vahyetti: Ey İbrahim! Ben alimim ve alîm olan her kulumu severim. 16
Âlim kimse, Allahü teâlâ'nın yeryüzündeki emin kuludur. 17
Ümmetimden iki sınıf ıslah olursa herkes ıslah olur, onlar fesada düşerlerse onlarla birlikte herkes fesada düşer. Bunlar yöneticiler ile âlimlerdir. 18
Beni Allah'ın rahmetine yaklaştıracak bir ilim (ve amel) sahibi olmamı temin etmeyen bir günün üzerime doğmasında benim için bir hayır yoktur. 19
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashâbımın en düşük dere celisine olan üstünlüğüm gibidir. 20
Bakınız ki. Hazret-i Peygamber ilim mertebesini, nasıl da nübüvvet mertebesine eşit tutmakta ve ilimsiz amelin derecesi ne kadar düşük olmaktadır.
Şayet âbid, eda ettiği ibadetin ilminden mahrumsa, onun ibade tinin hiçbir anlamı olmadığı gibi, böyle bir amelin kişiye hiçbir ya rarı da dokunmaz.
Âlim'in âbide üstünlüğü, ondördünde bulunan ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. 21
Kıyâmet gününde üç sınıf insan şefaat edebilecektir: Peygamberler, âlimler, şehidler. 22
Nübüvvet makamının hemen ardından gelen ve şehidlik mer tebesinden bile üstün olan ilmin mertebesi ne büyük bir nimettir!
Allahü teâlâ'ya din hususunda ilim sahibi olmaktan daha üstün bir şeyle ibadet olunmuş değildir. Şeytan için bir tek fakih (i aldatmak) bin âbid (i aldatmak) tan daha zordur. Herşeyin bir temeli vardır. Bu dinin temeli ise ilimdir. 23
Dininizin en hayırlı tarafı en kolay olanıdır. İbadetlerin en hayırlısı ise ilimdir. 24
Âlim olan Mü'min, âbid olan Mü'minden yetmiş derece daha faziletlidir. 25
Ey ashâbım! Sizler fakihleri çok, kurrâsı (Kur'ân hafızları) ve hatipleri az, (ilim) isteyenleri seyrek, fakat (ilim) verenleri çok olan bir zamanda bulunuyorsunuz. Bu zamanda salih amel işlemek, ilim yapmaktan daha hayırlıdır. Fakat insanların üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, fakihleri az, ha tipleri çok, (ilim) verenleri seyrek, (ilim) isteyenleri ise çok olacaktır. İşte böyle bir zamanda ilim (sahibi olmaya çalışmak) her ibadetten daha hayırlıdır. 26
Alim ile âbid arasında yüz derece fark vardır. Bu dereceler den her biri arasında iyi beslenmiş bir koşu atının hızıyla yetmiş yıllık bir mesafe vardır. 27
Hazret-i Peygamber'e amellerin hangisinin daha üstün ve efdal olduğu sorulduğunda, şöyle cevap verdi: 'Allah'ı bilmek'. Ne tür bir bilgiyi kastettiği sorulduğunda, yine 'Allah'ı bilmek'
diye cevap verdi. Ashâb 'Biz amelden soruyoruz, siz ise ilimden haber veriyorsunuz' diye itiraz edince, Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi: 'Allah'ı bilerek yapılan amel ne kadar az olursa olsun insana fayda verir. Allah'ı bilmeksizin yapılan ameller ise, insana bir fayda sağlamaz'. 28
Kıyâmet gününde Allahü teâlâ bütün kullarını diriltip mahşere getirdikten sonra, âlimleri de diriltip getirir ve onlara hitaben şöyle buyurur: 'Ey âlimler zümresi! Sizi iyi bildiğim için size ilim sıfatımı emanet ettim. Size ilmimi sizleri azaba uğratmak için vermedim. O halde nimetlere koşun; zira hepinizi affettim'. 29
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ali, talebesi Kumeyle30 şöyle demiştir: 'Ey Kumeyl! İlim maldan daha hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen ise malı korursun. İlim hâkim, mal ise mahkûmdur. İnfak malı azaltır, ilim ise artırır'.
Yine Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: Âlim bir kimse, gündüzleri sürekli oruç tutan, geceleri ise ibadet edip, tüm zamanını cihada sarfeden bir kimseden daha üstündür. Alim bir kimsenin ölü müyle açılmış gediği, yine aynı büyüklükte bir başka âlim doldura bilir'.
Hazret-i Ali bir manzumesinde şöyle demektedir: İnsanlar bedenleri itibarıyla birbirlerine eşittir. Babaları Adem, anaları ise Havva'dır. Eğer soylarında soplarında bir iftihar vesilesi arıyorlarsa, bilsinler ki asılları çamur ve sudan ibarettir. İlim er babı, hidayet arayanlara hidayet vesilesi olur. Her insanın kıymeti bilgisiyle ölçülür. Cahiller ise, ilim erbabının en amansız düşmanlarıdır. İlmi elde etmeye çalış ve ilmin nerelerde kul lanılacağını mutlaka bil! Bütün insanlar ölürler, ancak ilim ehli olanlar yaşarlar'.
Ebû Esved ed-Düelî31 söyle demiştir: 'Dünyada ilimden daha üstün ve daha aziz hiçbir şey yoktur. Çünkü sultanlar halka hük mederlerken, âlimler de sultanlara hükmederler'.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hazret-i Süleymân'a ilim, mal ve saltanat arasında istediğini seçmek hakkı verildiğinde, o bu üç nimet arasından ilmi seçti. Onun için Allahü teâlâ kendisine malı da, saltanatı da verdi'.
İbn-i Mübârek'e kâmil insanların kim oldukları sorulduğu zaman, âlimler diye cevap vermiş, gerçek sultanların kimler oldukları sorulduğunda, zâhidler demiş ve en aşağılık insanların kimler oldukları sorulduğunda ise dünyaları için dinlerini satan kim seler cevabını vermiştir. Dikkat edilecek olursa İbn-i Mübârek, âlimler dışındakileri kâmil insan mertebesine koymamaktadır. Çünkü, insanı hayvandan ayıran özellik sadece ilmidir. İnsan, kendisine şeref kazandıran vasfıyla ancak insan sayılabilir.
İnsanın şerefi, kuvvetinden gelmez. Öyle olsaydı develerin daha üstün olması lâzım gelirdi; zira develer insandan daha güç lüdürler. Cüssesinin büyüklüğünden de değildir; zira filler insanlardan daha cüsselidir. Şerefi cesur oluşundan da kaynaklanmaz; zira ormanlardaki yırtıcı hayvanlar insandan çok daha cesaretlidirler. Fazla yemek yemesinden de ileri gelmez. Öyle olsaydı öküzlerin daha şerefli olmaları gerekirdi; zira midesi çok büyük olan canlılardan biri de öküzdür. Fazla cinsî münasebette bulun masından da değildir; zira küçücük kuş bile cinsî kudret husu sunda insanoğlundan daha güçlüdür. Kısaca bunların hiçbiri in sana şeref vermez. İnsana şeref veren şey sadece ilimdir!
Bazıları şöyle demişlerdir: 'İlmi elinden kaçıranın ne ka zandığını bir bilseydim ve ilmi elde edenin de ne kaçıracağını bir bilseydim'.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kur'ân bilgisine sahip olan bir kimse, başkasının maddî servetini daha hayırlı görürse. Allah'ın büyük gördüğünü küçük görmüş olur.
Ebû Muhammed Feth b. Said el-Mevsılî32 şöyle demiştir: 'Hasta yemek, içmek ve tedavi edilmekten menedilirse ölmez mi? Elbette ölür. İşte kalp de aynen bir hasta gibi, üç gün üst üste ilim ve hikmetten mahrum olursa (mânen) ölür'.
Feth el-Mevsılî (Allah rahmet eylesin) ne de doğru söylemiştir! Gerçekten de kalbin gıdası ilim ve hikmettir, tıpkı bedenin yaşamasının gıda almasına bağlı olduğu gibi, kalbin yaşaması da ilim ve hikmete bağlıdır. İlimden mahrum bir insanın kalbi hem hastadır, hem de mânen ölüdür. Üstelik dünya sevgisi ile mal düşkünlüğü ilimsiz kişiyi öyle bir hale getirir ki, bütün hislerini dumura uğratır! Korku, yaranın acısını geçici bir zaman için nasıl engellerse, o kişi de artık bu büyük felâketi idrâk etmekten yoksun kalmış demektir! Böyle insanlar işte bu hâle gelir. Fakat ölüm gelip çattığında ve onun dünya yükünü sırtından aldığında, kişi o zaman felakette olduğunu bütün dehşetiyle görür ve fevkal âde müteessir olur. Tıpkı sarhoşken veya korku içindeyken aldığı yaralardan sızı duymayan bir insanın, ayıldıktan veya korkudan kurtulduktan sonra yaralardan duyduğu sızı gibi, onun o anki pişmanlığı da kendisine fayda vermez. Perdeyi kaldıran günün dehşetinden Allah'a sığınırız!
İnsanoğlu uykudadır, öldükten sonra uyanır, daha önce yaptıklarının karşılığını görür ve fakat iş işten geçmiştir artık!
Hasan-ı Basrî33 şöyle demiştir: Âlimlerin kaleminden damla yan mürekkep, şehidlerin kanıyla tartılır; ve o kanla tartılan mü rekkep, temiz kandan daha ağır gelir'.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: İlim büsbütün çekilmeden ilme sarılın! İlim ancak ilmi yayanların eksilmesiyle ortadan kalkar. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yo lunda şehid olarak öldürülen kimseler; âlimlerin âhiretteki mer tebelerini gördükleri zaman, hemen Allah'tan kendilerini tekrar diriltip âlim yapmasını isterler. Hiç kimse anasından âlim olarak doğmaz. İlim ancak çalışıp öğrenmekle elde edilen bir nimettir'.
İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Bence gecenin bir ânında ilim üze rine sohbet etmek, o gecenin tamamını namaz kılmakla geçirmek ten daha faziletlidir'.
Hasan-ı Basrî 'Ey rabbimiz! Bize dünyada da hasene ver, ahi rette de hasene ver! Bizi cehennem azabından koru!' ayetinin tefsi rinde şöyle demektedir: 'Bu ayette geçen dünyadaki hasene, ilim ve ibadet'i içine alır. Âhiretteki hasene ise cennet demektir'.
Hikmet ehlinden bir zâta 'Bu dünyada neyi sermaye edinmek daha kârlıdır?' diye sorulduğunda, 'Gemi battığı zaman gemiyle birlikte batmayan ve seninle kalan şeyi sermaye edin!' bu yurmuştur. O bu sözleriyle ilmi kasdediyordu. Çünkü ilim insanın zihninde olduğu için oradan kaybolup gitmez, her daim insanla beraberdir. 'Geminin batması' insanın ölümüyle te'vil edildiğine göre, kendisiyle kalacak sermayenin de, ilim olduğu anlaşılır.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Hikmeti kendisine gem edi nen bir kimseyi, halk kendisine rehber edinir. Hikmete vukufiyetiyle tanınan kimseye ise bütün insanlar tâzim ve hürmet ederler'.
İmâm-ı Şâfiî 'İlmin özelliğinden birisi de, az da olsa ondan payı olanlar sevinirler, olmayanlar ise mahzun kalırlar' demiştir.
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Ey insanlar! İlmi talep edip, öğrenin. Çünkü Allah'ın çok sevdiği bir elbise vardır ve o elbiseyi ilmi ara yan ve aradığını bulan kimselere giydirir. Allah'ın giydirmiş olduğu o elbiseyi giyen kimse, o elbise sırtında iken ne günah işlerse işlesin Allahü teâlâ, sevdiği elbiseyi sırtından almamak için o kimseye üç kere tevbe etmesi için teklifte bulunur. Günah yo lunda ölüme kadar devam etse bile, o elbise sırtmdayken hiçbir zaman günahlardan dönme yolu kapanmış değildir o kimse için. . . '
Ebû Bekir el-Ahnef b. Kays b. Muaviye Âlimlerin hepsi nere deyse padişah olacaklardı. İlimle takviye edilmemiş bütün izzetle rin sonu zilletten başka birşey değildir' demiştir.
Sâlim b. Ebi Elca'd şöyle anlatır: 'Efendim beni üç yüz dirheme satın aldı ve sonra da azad etti, âzad olduktan sonra ne iş ya pacağım diye kendi kendime düşünmeye başladım. Neticede ilimle uğraşmaya karar verdim. Aradan bir sene geçmeden içinde yaşadığım şehrin valisi beni ziyarete geldi ve fakat ben müsait ol madığım için içeri girmesine izin vermedim, o da çekip gitti'.
Zübeyr b. Ebî Bekir şöyle demiştir: Pederim bana Irak'tan mektup yazıyor ve mektuplarında şöyle diyordu: 'Oğlum ilim öğren! Zira fakir düşersen ilim senin için en kıymetli maldır. Eğer zengin olursan ilim senin için güzellik ve cemâldir'.
Hazret-i Lokman'ın oğluna yaptığı tavsiyelerde de bu gibi nasihatlar vardır. Nitekim oğluna şöyle nasihatta bulunmuştur: 'Ey oğul! Âlimlerle beraber otur. Dizini onların dizlerine bitiştir; zira Allahü teâlâ yeryüzünü rahmetiyle diriltip yeşerttiği gibi, ilim de insanoğlunun kalbini öylece diriltip yeşertir'.
Filozoflardan biri şöyle demiştir: Âlim bir kişi öldüğü zaman sudaki balıklardan tutun da, havadaki kuşlara kadar bütün hay vanlar matem tutup ağlarlar'.
Bu sözü destekleyen bir hadisi İbn Neccar Hazret-i Enes'den rivâyet eder: Âlimler için, öldükleri günden kıyâmet gününe kadar de nizdeki balıklar bile af talebinde bulunurlar'. Gerçekten de ölen âlimin sadece yüzü unutulur, fakat kendisi hiçbir saman unutul maz, adı daima anılmaya devam eder.
Zührî şöyle demiştir: İlim erkektir (büyüktür) . Onu ancak erkekler (büyükler) sever'.
1) Bazı müfessirler, ayette geçen 'kâimen bi'l-kıst' tâbirini alimler lafzına atfederek ayete şu şekilde bir mânâ vermişlerdir: Âlimler de Allah'tan başka ilâh olmadığına adaletle şehadet ettiler'.
2) Kur'ân'da kırk küsür darb-ı mesel vardır. Bazı selef âlimleri Kur'ân'ın bu darb-ı mesellerinden birini okuyup anlamadıkları zaman ağlarlar ve 'Eyvah demek ki ben âlimlerden değilim' diye üzülürlerdi. (Zebîdî)
3) Buharî ye Müslim, (Muaviye'den) ; Tirmizî ve İmâm-ı Ahmed (İbn-i Abbâs'dan) ; İbn Mâce (Ebû Hüreyre'den)
4) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hıbbân, (Ebu'd Derda'dan)
5) Irakî, bu hadîsi daha önceki hadîsin bir parçası kabul etmektedir. Aynı hadîs başta yollardan da rivâyet edilmiştir.
6) Ebû Nuaym, Hilye; İbn Abdilberr îlim; Abdülganî el-Ezdî Muhaddislerin Adabı, (Enes'den zayıf bir senedle)
7) Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den) ; hadîsin garib olduğunu söylemiştir.
8) Hâkim, Nişâbur Tarihi, (Ebu'd Derda'dan) ; hadîsin isnadının zayıfolduğunu söylemiştir.
9) Beyhakî, Şuab'il-Îman, (Ebu'd Derda'dan zayıf isnadla)
10) Ebû Nuaym, (İbn-i Abbâs'dan zayıf isnadla) ; ayrıca Ebû Talib el-Mekkî, kut'ul-kulûb, (Muaz b. Cebel'den)
11) Taberânî ve İbn Abdilberr, (Ebu'd Derda'dan)
12) Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
13) İbn Abdilberr, (Ebu'd Derda'dan zayıf bir senedle)
14) İbn Abdilberr, İlim, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
15) Hatib el-Bağdadî, Tarih
16) İbn Abdilberr (Talik yoluyla) ; Irakî bu hadîsin senedine rastlamadığını söylemiştir.
17) İbn Abdilberr, (Muaz b. Cebel'den zayıf bir senedle)
18) İbn Abdilberr ile Ebû Nuaym, (İbn-i Abbâs'dan zayıf bir senedle)
19) Taberânî, Evsat; Ebû Nuaym, Hilye, (Said b. Müseyyeb'den ve Hazret-i Aişe'den zayıf bir senedle)
20) Tirmizî, (Ebû Umame'den) Hadisin hasen ve sahih olduğunu söylemiştir.
21) Ebû Davud, Tirmizî, Nesâi ve İbn Hıbbân
22) İbn Mâce, (Hazret-i Osman'dan zayıf bir senedle)
23) Taberânî, Evsat', Ebû Bekir el- Acurî, Riyaz'ul Müteallimîn; Ebû Nuaym, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)
24) İbn Âbdılberr, (Enes'ten zayıf bir senedle)
25) İbn Adiyy, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)
26) Taberânî, (Huzam b. Hâkim'den zayıf bir isnadla)
27) İsfehanî, Tergib ve Terhib, (Abdullah b. Amr'dan) ; Deylemî, Müsned'ul-Firdevs, (Ebû Hüreyre'den)
28) İbn Abdilberr (Enes'den)
29) Taberânî, (Ebû Musa'dan)
30) Kumeyi, Hazret-i Ali'nin meşhur talebelerinden biridir. Babasının adı Ziyad'dır.
31) Bu zat Hazret-i Ali'nin talebesidir, Arap gramerinin kurucusu olmakla bili nir. H. 169 yılında vefat etmiştir.
32) Bu zat ünlü zahidlerdendir. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî gibi muta savvıfların döneminde yaşamış ve H. 130 yılında vefat etmiştir,
33) Bu zat Zeyd b. Sabit'in âzatlısı Hasan b. Yesar'dır, Hazret-i Ömer'in hilâfeti devrinde doğmuş, H. 110 yılında vefat etmiştir.
1-2
İlim Öğrenme'nin Fazileti
Âyet-i Kerîmeler
Her kabileden bir cemâatın dini iyice öğrenmeleri gerekmez miydi? (Tevbe/122)
Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre sorunuz! (Nahl / 43)
Hadîsler
İlim tahsil etmek maksadıyla yollara düşen kimseye Allahü teâlâ cennete giden yolu gösterir. 34
Melekler ilim yolcusunun hâlinden râzı oldukları için ka natlarını onun ayakları altına sererler. 35
İlimden bir bölüm öğrenmen, yüz rek'at namaz kılmandan daha hayırlıdır. 36
Kişinin ilimden öğrendiği bir bölüm, onun için dünya ve dünyadakilerin tümünden daha hayırlıdır. 37
İlim Çin'de de olsa bulup öğrenin!38
İlim öğrenmek her müslümana farzdır. 39
İlim hazinedir. Bu hazinenin anahtarı soru sormaktır. Sormaktan çekinmeyin; zira ilmin sorulmasından dört kişi birden mükâfat kazanır: Soran, cevap veren, onları dinleyen, onları seven!40
Câhil, cehaletine razı olup durmasın. Âlim de ilmini sus mak suretiyle saklamasın!41
Bir âlimin (ilim okuttuğu) meclisinde, (ilim tahsil etmek veya dinlemek için) hazır bulunmak, bin rek'at namaz kılmaktan, bin hastayı ziyaret etmekten ve bin cenaze na mazında hazır bulunmaktan daha faziletlidir!42
Hazret-i Peygamber bu sözleri söylediğinde, ashâb kendisine şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Âlimin meclisinde bu lunmak, tek başına Kur'ân okumaktan da mı üstündür?7 Hazret-i Peygamber 'Hiç ilimsiz Kur'ân okumak insana fayda sağlar mı?' diye karşılık verdi. 43
İslâm dinini ihyâ etmek maksadıyla ilimle uğraşırken ölen kimseyle peygamberler arasında, cennette sadece bir derece lik fark vardır. 44
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İlim talep ederken büyük zor luklara göğüs gerdim, fakat ilmi elde ettikten sonra aziz oldum'. Gerçekten de İbn Ebî Müleyke şöyle der: 'İbn-i Abbâs'ı gördüğümde, ondan daha güzel yüzlü ve muntazam endamlı bir kimseyi gördüğümü ve görebileceğimi tasavvur edemedim.
Muhterem pederleri Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) gibi güzel bir insandı. Konuştuğu zaman herkesten daha açık ve daha beliğ konuşur, fetva verdiği zaman in sanların en âlimi olduğunu gösterirdi'.
İbn-i Mübârek şöyle der: İlme talip olmadan bir kimsenin ken disinde az da olsa şeref aramasına ve kendisini şereflilerden say masına şaşarım!'
Filozoflardan biri şöyle demiştir: 'İlim öğrenmek istediği halde öğrenemeyen veya öğrenebileceği halde öğrenmeyen kimselere acıdığım kadar kimseye acımam'.
Ebu'd Derda der ki: İlimden küçük bir mesele öğrenmem, benim için bütün bir geceyi ibadetle ihya etmekten daha mühimdir'.
Yine Ebu'd Derda şöyle buyurur: 'Hoca ile talebesi hayırda or taktırlar. Onların dışındakilerin sivrisinek kanadı kadar hayırları yoktur. Yâ âlim, ya talebe, ya da dinleyici ol. Bunların dışında dör düncü bir sınıfa dahil olma; yoksa helâk olup gidersin'.
Atâ şöyle demiştir: 'Bir kere ilim meclisinde hazır bulunmak, yetmiş lehviyat meclisinde bulunmanın kefareti olur.
İmâm-ı Şâfiî de şöyle demiştir: İlim tahsil etmek, bütün nafile ibadetlerden daha faziletlidir'.
Fakih Ebû Muhammed Abdullah b. Abdilhakem şöyle anlatır: Bir gün İmâm-ı Mâlik'in önünde ders okurken öğle ezanı okundu. Nafilelerimi kılmak üzere ders kitabımı kapattım. Hocam (İmâm-ı Mâlik) yüzüme bakarak şöyle haykırdı: 'Ey genç! Burada okuduğun ders, kalkıp kılacağın nafile namazlardan fersah fersah daha hayırlıdır'.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Sabahları kalkıp ilim tahsiline git meyi cihad olarak kabullenmeyen ve böyle olduğuna tüm samimi yetiyle inanmayan kimsenin ne aklı var, ne de bir fikri'.
34) Ebû Dâvud,-Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hıbbân, (Ebu'd Derda ve Ebu Hüreyre'den)
35) Ahmed b. Hanbel, İbn Hıbbân ve Hâkim, (Saffan b. Assal'dan)
36) İbn Abdilberr, (Ebû Zer'den)
37) İbn Abdilberr, İlim; İbn Hibbaıı, Ravzat'ul Ukalâ, (Hasan'dan)
38) İbn Adiyy ve Beyhakî (Enes'den) ; Taberânî, (İbn Mes'ûd ve İbn Abbasdan)
39) İbn Adiyy, Beyhakî ve İbn Abdilberr, (Enes'den)
40) Ebû nuaym, Hilye, (Hazret-i Ali'den)
41) Taberânî, (İbn Merduveyh'den)
42) Irâki bu hadîsin Ebû Zer'den değil, İbn Ömer'den rivâyet edildiğini söylemiştir. İbn Cevzî ise bu hadîsi Mevzuat adlı eserinde zikretmiştir.
43) Ebû Nuaym, Herevi, (Hasan’dan)
44) Ebû Nuaym, (İbn Mes'ûd'dan)
1-3
İlim Öğretme'nin Fazileti
Âyet-i Kerîmeler
Dönüp kavimlerine geldiklerinde (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi? (Tevbe/122)
Bu ayette geçen inzar kavramından ilim öğretmenin ve irşadda bulunmanın vâcib olduğu anlaşılmaktadır.
Allah, kendilerine kitab verilenlerden, onu mutlaka insanlara beyan edecekleri ve hiçbir şekilde gizlemeyecekleri hususunda söz almıştı. (Âl-i îmran/187)
Bu ayette, ilim öğretmenin farz olduğu açıklanmaktadır.
Buna rağmen onlardan bir grup bildikleri halde hakikati gizlerler. (Bakara/146)
Bu ayette de hak ilmi saklayıp öğretmemenin haram olduğu beyan edilmektedir. Nitekim başka bir ayette, ilmin gizlenmemesi gerektiği gibi, şahidlikten de kaçınmamak gerektiği bildirilmiştir:
Şehadeti gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki kalbi günah kârdır. (Bakara/283)
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ peygamberlerden aldığı sözü (âlimlerden de) almadan herhangi bir âlime ilim vermez. Alman bu söz de ilmi halka açıklayıp gizlememeleridir. 45
Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve 'Ben müslümanlar danım' diyenden daha güzel sözlü kim vardır? (Fussilet/33)
Ey Râsûlüm! İnsanları Kur'ânla, güzel söz ve nasihatla rabbinin yoluna (İslâm nizâmına) dâvet et. (Nahl/125)
Allah onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğretir. (Âl-i İmrân/48)
Hadîsler
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Muaz'ı Yemene gönderirken kendi sine şöyle demiştir:
Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın senin vasıtanla bir kişiyi doğru yola iletmesi, senin için dünya ve dünyanın içinde bu lunanların tümünden daha hayırlıdır. 46
İlimden bir şey öğrenip, öğrendiği şeyi halka öğreten bir âlime, yetmiş sıddık'ın sevabı verilir. 47
Öğrenip amel eden ve öğrendiklerini öğreten bir kimse, gökler âleminde hayırla yâd edilir. 48
Kıyâmet günü geldiğinde Allahü teâlâ âbid ve Mücâhid kullarına 'Cennete girin' deyince, âlimler Allah'a şöyle derler: 'Ey âlemlerin rabbi! Âbidler ve Mücâhidler bizim kendile rine öğrettiğimiz ilim sayesinde ibadet edip cihad ettiler'. Bunun üzerine Allahü teâlâ âlimlere 'Sizler benim nez dimde meleklerimden bazıları gibisiniz. İstediğiniz kimselere şefaat ediniz, şefaatiniz kabul olunacaktır' der ve bu ilâhî müjde üzerine âlimler, istediklerine şefaat ettikten, sonra cennete girerler. 49
Bu fazilet, sadece başkalarına ilim öğreten âlimlere mahsus tur. İlmini başkalarına aktarmayan âlimin bu fazilete sahip olması söz konusu değildir.
Hiç şüphesiz Allahü teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap) larla halkı da dalâlete sevkederler. 50
Bir ilmi öğrendiği halde, o ilmi ketmeden, (başkalarından esirgeyen) kimseyi, Allahü teâlâ kıyâmet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemler. 51
Hediyelerin en güzeli, ilmi dinleyip, anlayıp, bu ilmi olduğu gibi müslüman kardeşine öğretmendir. Bu, bir yıllık nafile ibadete denktir. 52
Dünya lânetlenmiştir (kıymetsizdir) , dünyanın içindekiler de lanetlenmiştir. Ancak Allahın zikri ile birlikte onu öğreten ve öğrenen bundan müstesnadır. 53
Allahü teâlâ, melekler, göklerin ve yerin ehli, hatta yu vasında bulunan karıncalar, denizdeki balıklar; halka hayır yollarını gösteren kişi için rahmet dilerler. 54
Bir müslümanın bir başka müslümana, dinlediği bir hadîsi olduğu gibi aktarmasından daha büyük bir yardımı ola maz. 55
Mü'minin, dinlediği hayırlı bir kelimeyi başkasına öğretmesi ve onunla amel etmesi, bir senelik (nafile) ibadet ten daha hayırlıdır. 56
Bir gün Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) evinden çıkıp mescide geldi. Mescide girdiği zaman, toplanmış iki grup gördü. Bu gruplardan biri dua ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsc3diyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber zikir halinde olanlara işaret ederek şöyle buyurdu: 'Bunlar Allah'tan is terler. Allahü teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine konuşanlara işaret ederek şöyle bu yurdu) : 'Bunlar ise, halkı eğitip, ilim öğretmeye çalışıyorlar. Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim'57. Daha sonra Hazret-i Peygamber ilim öğretenlerin meclisine gi derek onların aralarına oturdu.
Allahü teâlâ'nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun mi saline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allahü teâlâ halkı ya rarlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için) ne suyu üstünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir. 58
Hazret-i Peygamber, birinci grubu ilimden menfaat sağlayanlara; ikincisini başkalarına menfaat sağlayanlara, üçüncüsünü de bu iki faziletten de mahrum kalanlara benzetmiştir.
Âdem oğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir (defteri dürülür) . Fakat ölüp de defteri dürüldükten sonra bile üç şey devam eder: Yararı olan ilim, sadaka-i câriye, salih evlât. Böyle bir evlât, babası öldükten sonra babası için bol bol hayır işler, dualar eder. 59
Hayra delâlet eden (hayır yolunu gösteren) , o hayrı bizzat işlemiş gibi sevabına nail olur. 60
Hiçbir şeyde hased (imrenme) doğru değildir; ancak iki kişinin hâline imrenmek bu hükmün dışındadır: a) Allahü teâlâ'nın ilim ve hikmet öğrettiği kimsenin hali ki, bu kimse (aynı zamanda) öğrendiği ilmi halka öğretip müşkilleri hakkında bu ilimle hüküm verir; b) Allahü teâlâ'nın kendisine mal vermiş olduğu kimsenin hâli ki, Allah ona elindeki malı hayra sarfetmeyi nasip etmiştir. 61
Allah'ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun! 'Senin halifelerin kimlerdir yâ Rasûlüllah?' diye sorulduğunda Hazret-i Peygamber şöyle cevap vermiştir: 'Benim sünnetimi ihya eden ve sünnetimi Allah'ın kullarına öğreten kimselerdir'. 62
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur: 'Bir hadîs rivâyet eden ve rivâyet ettiği bu hadîsle insanların ameline yardımcı olan kimseye, o had îsi yaşamasından dolayı sevap verildiği gibi, başkalarının yaşamasından hasıl olacak sevap kadar daha verilir'.
İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: 'Halka hayrı öğreten bir kimse için herşey af diler, hatta denizdeki balıklar bile. . . '
Bir âlim şöyle demiştir: Âlim kişi halk ile Allahü teâlâ arasına girer. O halde âlim kişiye düşen görev, bu işi nasıl yapacağını düşünüp bulmaktır'.
Rivâyet edildiğine göre Süfyân es-Sevrî Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikâmet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında soru sormaz. İmâm buna çok üzülür ve şöyle der: 'Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş'. Süfyân es-Sevrî bu hareke tiyle ilim öğretmenin ne denli büyük bir önem taşıdığını ve ilmin devam etmesinin bu vazifenin yapılmasına bağlı olduğunu ifade etmek istemiş ve kendisinin de bu vazifeye ne denli bağlı olduğunu bu şekilde göstermiştir.
Atâ b. Ebi Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb'in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor'.
Selef-i sâlihînden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Alimler kendi dönemlerinin ışıklarıdır. Her âlim kendi dönemini aydınlatır ve o devrin insanları ışıklarını ondan alırlar'.
Hasan-ı Basrî der ki: 'Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvanların seviyesine inerlerdi! (İnsanları hayvanlık seviyesinden âlimler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak onlar yükseltirler) .
İkrime 'Bu ilmin değeri vardır' deyince, kendisine ilmin değeri sorulur. O da şöyle cevap verir: 'Onun değeri, onu koruyabilecek ve hiçbir şekilde zâyi etmeyecek kimselere öğretmektir'.
Yahya b. Muaz Âlimler ümmete, onların analarından ve babalarından daha merhametlidir' dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; o da şöyle der: 'Çünkü babalar ve anneler ço cuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar'.
Denildi ki: 'İlmin evveli sükût, sonrası dinlemek, daha sonrası hıfzetmek ve daha sonrası ise onunla amel etmektir. En sonu da onu insanlara öğretmektir'.
Yine şöyle denilmiştir: 'İlmini, bilmeyenlere öğret; bilmediğin ilimleri de bilenlerden öğren. Sen böyle hareket ettiğin takdirde, bilmediklerini öğrenir, bildiklerini de mükemmel bir hâle getirir sin'.
Muaz b. Cebel ilmi öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkında şöyle demiştir: İlmi öğrenin; zira ilmi Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadettir. İlmi müzakere etmek teşbihtir. İlmî araştırma yapmak en büyük cihaddır. İlmi, bilmeyen bîr kişiye öğretmek sadakaların en makbûlüdür. İlmi, ehlini bulup vermek ise, Allah'a en çok yaklaştırıcı davranıştır. İlim, yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşıdır; tenha yollarda ise en emin yoldaşdır. Dinde delildir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretendir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir. Cennet yolunun nişanesidir. Allahü teâlâ, ilim sayesinde birtakım toplumları yükseltir ve onları hayırda lider ve izlerinde gidilen rehberler yapar. Onlar hayır hususunda herkese örnek teşkil ederler. Eserlerine ve gösterdikleri yollara herkes bağlanır, hareketleri ise herkes tarafından tâkip edilir. Melekler bunlarla arkadaşlık yapmaya can atar ve kanatlarıyla onları okşarlar. Dünyadaki bütün yaş ve kuru nesneler onlar için Allahü teâlâ'dan af dilerler. Denizlerdeki balıklar, karadaki yabanî ve evcil hayvanlar; gök ve yıldızlar onlar için Allahü teâlâ'dan af talebinde bulunurlar. Çünkü ilim, insanların kalplerini körlükten kurtaran bir nimettir. Gözleri zulmetten nûra kavuşturan bir ışıktır. İnsan bünyesini kuvvetlendiren bir kuvvet kaynağıdır. Kul ancak ilmi sa yesinde Allah yolunda olanların mertebesine varır, yüce derecelere ulaşır. İlim ve tefekkür oruçla eşittir. İlim müzakeresi, tüm ibadetlere denktir. Allah'a ancak ilimle itâat edilebilir ve yine ancak ilimle ibadet mümkün olur. Allah'ın birliği ancak ilimle bilinir. Allah'ı ancak âlimler güzelce tesbih edebilirler. Kişi ancak ilim sayesinde takvâ ehli olabilir. İlim sayesinde sıla-i rahim yapabilir. Haram ve helâl yalnız ilimle bilinir. İlim imandır. Amel ise ilmin izinden gitmeye memul' bir emir eridir. Allahü teâlâ ilmi said kullarına ihsan eder, ondan ancak şakileri mahrum bırakır'. 63
Allahdan hüsn-ü tevfîkini dileriz.
İlim öğrenmek ve ilim öğretmekten söz ettiğimiz bu bölümde gayemizin ilmin faziletini anlatmak olduğu bilinmelidir!
'Fazilet'in hakikati nedir?' sualinin cevabı verilmedikçe, Faziletlin ne anlama geldiği bilinmedikçe, onun ilme ve başka şeylere sıfat olup-olmadığı da bilinemez. Sözgelimi hikmet'in mâ nâsını anlamayan ve hakikatinden haberi olmayan bir kimse, bir şahsın hikmet ehli'nden olup olmadığını araştıracak olsa, hiç kuşkusuz verecek olduğu hükümde yanılır. Bu bakımdan önce Fazilet'in anlamıyla söze gireceğiz.
Fazilet kelimesi Fazl kökünden gelir ve ziyadesiyle artış, faz lalık demektir. İki şey bir hususta ortak oldukları zaman, biri ortaklıkta biraz daha az pay sahibi bulunsa, öbürü için 'Bu diğerinden daha faziletlidir' denilir. Bu fazlalığa, başka bir şeyin kemâline yararlı olduktan sonra, miktarına hiç bakılmaksızın hü küm verilir. Sözgelimi 'At merkepten daha faziletlidir' demek şu anlama gelir: At ve merkep yük taşımada ortak yanları olan iki hayvandır. Fakat at, merkebe nisbetle üstündür; zira at, merkepten daha fazla yük taşır, ondan daha hızlı koşar ve hedefe daha evvel varır. Bütün bunlar onu merkepten daha üstün kılar.
Bazen bir merkebe daha fazla değer verilebilirse de, hiçbir zaman merkebin attan daha üstün olduğu söylenmez. Çünkü onun üstünlüğü cüsse itibariyledir. Oysa at, her zaman merkepten daha üstün vasıflara sahiptir. Bu hal her açıdan kemâl sayılmaz. Hayvan yetenekleri ve özellikleri bakımından aranılır ve kendisine bu nedenle sahip olunmaya çalışılır; yoksa sırf cüssesi için değil!
Bu örneği gerçekten anlamışsanız, fazilet kelimesinin an lamını artık biliyorsunuz demektir.
Diğer hayvanlara nisbetle at nasıl faziletli ise, ilim vasfı da diğer bütün vasıflara nisbetle hiç kuşkusuz daha faziletlidir.
Atta bulunan hızlı koşma yeteneğinin bir fazilet olduğunda şüphe yoksa da, bu mutlak bir fazilet sayılmaz. Ancak ilim böyle değildir. İlim, hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir fazilet taşımaktadır. İlmi hiçbir şeyle kıyas edemeyiz; zira ilim, Allahü teâlâ'nın kemal sıfatıdır.
Peygamberlerin ve meleklerin bütün şerefi ilim'den gelmektedir. Hatta atların bile zeki olanı, uyuşuk olanından daha üstündür. Bu nedenle ilim, hiçbir meziyete izafe edilmeksizin tek başına fazi letin kendisidir.
Bilinmelidir ki istenilen şeyler (iyilikler) ; a) Kendi zâtından do layı istenilen, b) Başka sebepten dolayı istenilen, c) Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeyler (iyilikler) olarak bölümlere ayrılır. Kişinin zâtından dolayı istediği şey (iyilik) , başka sebepten dolayı istediği şeyden (iyilikten) daha faziletlidir.
Başka sebepten dolayı istenen şeye, dinar ve dirhem (para) ör nek olarak verilebilir. Dinar ve dirhem gerçekte pek büyük değeri olmayan madenlerden ibarettir. Şayet Allahü teâlâ o madenlerle alışveriş yapılmasını murad etmeseydi, onların salt maden olarak hiçbir değeri olmazdı.
Kişinin, zatından dolayı istediği şeye ise, âhiretteki saadet ile Allahü teâlâ'nın cemâlini müşahede etmenin lezzeti örnek olarak verilebilir.
Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeye gelince, buna da kişinin bedensel bir özre sahip olmaması (sağlıklı olması) örnek olarak verilebilir. Çünkü örneğin ayakların sağlam olması, hem bedenin Ölümden uzak olmasını ve hem de yürüyerek istenilen yere ulaşılmasını sağlar. Nitekim insanoğlu ihtiyaçlarını ayaklarıyla yürüyerek giderebilmektedir.
İlime bu açıdan baktığınızda, onun ne denli önemli bir haslet olduğunu açıkça görebilirsiniz. Demek oluyor ki ilim, zâtından do layı istenen bir nimettir! Yine bu şekilde âhiret âleminin nimetle rine götüren en önemli vesilenin de Hun olduğunu açıkça görebi lirsiniz; zira Allahü teâlâ'nın huzuruna ancak ilim ile gidilir.
İnsanoğlu hakkında en büyük makam, ebedî saadet olduğundan dolayıdır ki bu saadete ulaştıran vesile de en büyük fa zilettir! Çünkü insan için ilim ve ilime bağlı amel olmadığı takdirde, bu nimetlerin hiçbirine ulaşmak imkânı yoktur!
Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilimle varılır. Bu bakımdan dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Dolayısıyla kuşku götürmez bir biçimde sabit olmaktadır ki, ilim amellerin en faziletlisidir. Nasıl olmasın ki? Birşeyin fazileti onun sonucunun güzel olmasını bilmekledir.
İlimin, âhiretteki müsbet sonuçlarını daha önceki sayfalarda bildirmiştik ve İlim'in, âlemlerin rabbine yaklaşmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile aynı seviyeye gelmeye ve sile olduğu anlaşılmıştı. İlim'in dünyadaki müsbet sonuçlarına gelince; bunlar izzet, saadet, hâkimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onları nüfuz altına almak ve beşerin indinde âlimin itibarım kabul etmek gibi hususlardır. Öyle ki ahmak ve kalbi taştan daha sert olan insanlar bile kendilerini âlimlere hürmet göstermeye zorlarlar. Zira yaratılışlarında böyle bir hususiyet vardır. Bu konuda deneme ve tecrübe yollarından geçerek gereği kadar fikir sahibi olmuşlardır. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, hayvanlar bile insanların kemâl derecesi bakımından daha ileride olduklarım sezdikleri içindir ki insanlara yaltaklanır ve onlardan yardım isterler, hepsi onlara korkuyla karışık bir hürmet içinde yaklaşırlar.
İşte İlimin mutlak mânâda fazileti budur!
İleride de sözünü edecek olduğumuz gibi, ilimler çeşitlidir. Derece ve mertebelerine göre ilmi sınıflara ayıracağız ve siz de bunu açıkça göreceksiniz. İlim öğretmek ile ilim öğrenmenin fazi letine gelince, bunların faziletleri şimdiye değin yapmış olduğumuz izahlardan anlaşılmış olmalıdır.
İlim, nimetlerin en faziletlisi olduğundan, onu öğrenmek en faziletli bir nimeti elde etmek demektir. İlim' i öğretmek ise en faziletli bir nimeti başkalarına aktarmaktır. Bu hükmü şu şekilde açıklayabiliriz: Halkın isteği din ve dünyadan ibarettir. Din ancak bu dünyada tatbik edildiği zaman kâim olur; zira bu dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünyayı âlet veya geçici bir konak olarak kullananlar için bu dünya, Allah'a giden yolun bir başlangıcı, bir vasıtasıdır.
Bu dünya insanların yaptıklarıyla düzene kavuşur. İnsanların amelleri ve sanatları da üç kısımda toplanabilir:
1. Şu âlemin nizâmını ayakta tutmak için konulmuş olan bir takım düsturlardır. Bu düsturlar da dört bölüme ayrılır:
a) Ziraat. (Çünkü yemek için azık toplamak ziraata bağlıdır) .
b) Dokumacılık. (Bu da giyinmek içindir) .
c) Bina. (Mesken içindir) .
d) Siyaset. (Birleştirme, arayı bulma, maişetin sebeplerini zabt-u rabt altına alma ve yardımlaşma içindir) .
2. Bu sanatlar için başka yollar da vardır. Örneğin demircilik gibi, Bu sanattan elde edilen âletler ziraatta kullanıldığı gibi, başka iş dallarında da kullanılır.
Hallaç ve örme işi gibi. Bunlar da dokumacılık yapabilmek için malzeme hazırlayan iş dallarıdır,
3. Esas sanatları hazırlayan ve süsleyen iş dalları. Ziraat mah sûlünün öğütülmesi, ekmek yapılması, dokunan malın yıkanması ve dikilmesi gibi.
Bunlar tıpkı bütüne izafe edilen cüzler gibi yeryüzünün icabları itibarıyla bu şekilde bir taksime tâbi tutulmuşlardır.
İnsan uzuvları da üç kısma ayrılır.
1. Asıl organlar; kalp, ciğer, beyin.
2. Bunlara hizmet eden organlar; mide, damar, damarla alâ kalı diğer unsurlar, mafsalları birbirlerine bağlayan sinirler ve kalp damarları. . .
3. Bunları tamamlayan ve süsleyen organlar; tırnak, parmak ve kaslar. . .
Bütün sanatların en şereflisi esas olanlardır. Esasların da en şereflisi insanları birleştirici; iktisadî, içtimaî, dinî ve dünyevî bü tün durumlarını düzelten ve nizâma sokan siyasettir. Bu hikmete binaen, nizâmı deruhte edecek olan kimselerde hiçbir meslekte aranmayan vasıflar aranır; zira siyaset sanatını elinde bulundu ranlar diğer bütün sanat erbabını yönetenlerdir; bütün sanat er babı siyasetçilerin gösterdiği istikamette çalışmaya mecbur kalırlar.
Halkı ıslah ve onların iyi yola gitmelerini temin etmek için dünya ve âhiretlerini mâmur edici siyaset dört grupta özetlenebi lir:
1. Peygamberlerin siyaseti ki en faziletli (üstün) siyaset budur. Çünkü peygamberler, bütün insanların hem bâtınî ve hem de zâ hirî yönlerine hükmetmektedirler; her iki açıdan da insanlar üze rinde bir otoriteleri vardır.
2. Halifelerin, melik ve sultanların siyaseti ki bunlar bütün halk üzerinde hüküm sahibidirler, ancak bütün otoriteleri insanların zâhirî yönlerine ilişkindir, insanlar üzerinde bâtınî bakımdan bir otoriteleri yoktur!
3. Allah'ı ve O'nun dinini bilen ve peygamberlere vâris olan âlimlerin siyaseti ki bu âlimler sadece halkın elit (havas) taba kasının iç âlemine (bâtınına) hükmederler. Halk (avam) ise, bu kimselerden istifade edecek güce sahip bulunmadığı için faydala namazlar. Bu âlimler halkı ilzam etmek, kötü işlerden menetmek ve kanunlara itâata zorlamak gücüne sahip değildir. Bu tür bir otoriteden mahrumdurlar.
4. Vâizlerin siyaseti ki bunların siyaseti sadece basit halk tabakasının bâtınına hitab edebilir. (Halkın üzerinde başka bir otoriteleri yoktur!)
Bu dört çeşit siyasetin en şereflisi hiç kuşkusuz peygamberle rin siyasetidir. Bu siyasetten hemen sonra âlimlerin siyaseti gelir. Çünkü bunlar ilim öğretmekle halkı helâk edici kötü ahlâktan arındırırlar ve onları irşad ederek güzel ahlâka yöneltirler. İşte âlimlerin siyaseti budur ve eğitim-öğretimin en mühim faydalarından biri de bu güzel neticeyi sağlayabilmesidir.
Öğretim siyasetinin, diğer siyaset ve sanatlardan üstün olduğunu söyledik; zira bir sanatın şerefi üç şey'in mevcudiyetiyle bilinir.
A) Sanatın maksadına ulaştıran şeyin bizzat maddesini teşkil eder. Buna örnek olarak şunu gösterebiliriz: Aklî ilimler, lûgatla ve edebiyatla ilgili bütün ilimlerden üstündür. En güzel örnek bu dur; zira bütün hikmetler akıl vasıtasıyla çözülmektedir. Lûgat ve edebiyat ise işitmek suretiyle öğrenilebilir. Aklın, işitme hassasından çok daha üstün olduğu aşikârdır.
B) Toplumun menfaatine uygundur; yani halka daha büyük fayda sağlayan şeyin şerefi bu fayda nisbetinde yükselir. Örneğin ziraatın kuyumculuktan üstün olması bu hikmete mebnidir.
C) Üzerinde çalışılan şeyin maddesinin kıymetidir. Bu şekilde bakıldığı zaman kuyumculuk dericilikten üstün olur. Çünkü kuyumcu, altın gibi çok nefis bir maden üzerinde çalışma yaparken, derici pis ve murdar hayvan derileri üzerinde çalışmaktadır.
Dinî ilimlerin, âhiret yolunun aydınlanmasına vesile olduğu herkesin malûmudur. Bu ilim ise ancak aklın selim oluşu ve ze kânın Saffeti lie bilinir. Akıl insana verilen nimetlerin en şereflisidir. Nitekim bu hususu kitabımızın ilerideki bölümlerinde geniş bir şekilde izah etmeye çalışacağız.
Aklın en şerefli bir nimet oluşunun esas sebebi, Allah'ın ema netinin (dinî emirlerin) ancak akılla kavranabilmesi ve yapılabilmesidir. Bu emirleri yerine getirmek suretiyle Allah'a yakınlaşılabilir.
Aklın umumî yararı ise saymakla bitmez. Çünkü akîm bütün ırıeyvası âhiret sâadetini temin etmektir.
Üzerinde çalışılan şeyin maddesine gelince, bu herkesin mal ûmudur; zira bir muallim insanın kalbine ve bedenine tasarruf etmektedir. Yeryüzünde yaşayan bütün mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanın en şerefli organı da kalbidir. Öğretmen, işte bu en kıymetli uzva hükmetmesini bilen kişidir. Öğretmen, insanı bü tün kötü hasletlerden arındıran ve Allah'ın manevî huzuruna çıkaran kişidir.
Bu nedenle ilmin öğretilmesi, bir yandan Allah'a ibadetin, diğer yandan da Allah'ın halifesi olmanın gereğidir. Bu haslet, in sanı Allah'a halife yapar. Çünkü Allahü teâlâ, âlimin, kalbinde en mümtaz nimet olan ilmin kapısını açmıştır.
Dolayısıyla bir âlim, kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazi neden insanlara dağıtma yetkisi dahi bulunmaktadır.
Kulun, Allah ile mahlûkatı arasına girip de mahlûku Allah'a yaklaştırmasından daha büyük bir mertebesi olabilir mi? Kulların cennete girmesinden elde edilecek dereceye hangi derece ulaşabilir?
Ya rabbî! Bizi bu bahtiyar kullarından eyle! Kulun ve rasûlün Muhammed Mustafa'ya (sallâllahü aleyhi ve sellem) ; onun âline ve ashâbına salât ve se lâmını gönder, onlardan rahmetini esirgeme!
45) Ebû Nuaym, (İbn Mes'ûd'dan)
46) İmâm-ı Ahmed, Müsned
47) Nesâî, Kitab 'ul-İlim
48) Deylemi, Müsned'ul-Firdevs, (Ebû Abdullah el-Hâkim'den)
49) Mu'ribî, (İbn-i Abbâs'dan)
48) Deylemi, Müsned'ul-Firdevs, (Ebû Abdullah el-Hâkim'den)
49) Mu'ribî İbn-i Abbâs'dan
50) Ebuta Dâvud dışındaki sünen sahipleri, (Abdullah b. Amr'dan)
51) Bu hadîs Ebû Hüreyre, Abdullah b. Amr, Ebû Said, Enes b. Mâlik, İbn Mes'ûd, İbn-i Abbâs, İbn Ömer ve Câbir'den rivâyet edilmiştir.
52) İbn Âdiyy
53) Tirmizî, İbn Mâce, (Atâ b. Murre'den)
54) Tirmizî, (Ebu'd Derda'dan)
55) İbn Abdilberr, (Muhammed b. el-Münkedir'den mürsel olarak)
56) Deylemî, Müsned'ul Firdevs, (Muhammed b. Muhammed b. Ali b. As'dan)
57) Ebû Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub
58) Buharî ve Müslim, (Büreyde b. Abdullah b. Ebû Bürde'den)
59) Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî; hadîs hasendir.
60) Tirmizî, (Enes'den)
61) Buharî, Müslim, Nesâî ve İbn Mâce
62) İbn Abdilberr, İlim; Herevî, Zemm'ul-Kelam, (Amr b. Ebî Kesir yoluyla)
63) Ebû Nuaym, Hilye; Ebû Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub
1-4
Farz-ı ayn olan ilimler
Övülen (Mahmûd) ve Yerilen (Mezmum) İlimler ile Bu İlimlerin Kısımları ve Hükümleri, Farz-ı Ayn ve Farz-ı Kifâye Olan İlimler, Şer'i İlimlerden Fıkıh ile Kelâm'ın Hududları ve Beyanı, Âhiret İlimlerinin Diğer Bütün İlimlerden Daha Üstün Olduğunun İsbatı
Farz-ı Ayn Olan İlimler
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlim taleb etmek her müslümana farzdır. 64
İlim Çin'de bile olsa talep edip, öğrenin. 65
Âlimler her müslümana farz olan ilim hakkında çeşitli fikirler ileri sürmüşler ve bu hususta yirmiyi aşkın görüş ortaya atılmıştır. Bütün görüşleri tek tek zikretmeye gerek yoktur. Fakat özetle âlimlerin fikirlerini aşağıda zikrediyoruz.
Her ekol kendisinin meşgul olduğu, yayılmasını istediği ilmin farz ve vâcib olduğunu ileri sürmüştür. Örneğin kelâmcılara soru lacak olursa, onlar Kelâm İlminin farz olduğunu söyleyecekler ve siz bunun nedenini sorduğunuzda, ancak bu ilim sayesinde, Allah'ın zât ve sıfatlarının bilinebileceğini ileri süreceklerdir.
Fakihlere göre farz olan ilim Fıkıh İlmidir; zira onlar da Fıkıh İlminin ibadetlerin ve muamelâtın helâl ve harâm kısımları ile mutlak helâl ve harâm gibi hususlarda bilgi verdiğini ileri sürmektedirler. Ancak fukahanın farz olduğunu söylediği Fıkıh İlmi, müslümanların günlük yaşantıları sırasında muhtaç oldukları ilimdir. Vukû bulması pek nadir olan fıkhî meseleler ise bunun dışındadır.
Müfessirlere ve muhaddislere göre ise, müslümana farz olan ilim, Kitab ve Sünnettir; zira bu iki ilim bilindiği takdirde diğer bü tün ilimler bilinir. Bütün ilimlere ancak bu iki ilim vasıtasıyla ulaşılır.
Mutasavvıflar ise her müslümana farz olan ilmin Tasavvuf İlmi olduğunu iddia etmişlerdir. Bunların dışında muhtelif fikirler de ileri sürmüşlerdir. Kimileri kulun hâlini ve Allah'ın nez dindeki makamını bildiren ilmin her müslümana farz olduğunu söylerken, kimileri de ihlâs, nefsin hallerini ve âfetlerini bildiren, melekten gelenle şeytandan geleni ayırdetmeye yarayan ilmin her müslümana farz olduğunu söylemişlerdir. Bir grup da, her müs lümana farz olan ilmin Bâtın İlmi olduğunu ileri sürmüş ve bu ilmin ancak erbabı olana farz olduğunu da belirtmişlerdir. Böylelikle de hadis-i şerifte mutlak şekilde bildirilen ilim lâfzını umum ifade etmekten uzaklaştırmış olmaktadırlar.
Ebû Tâlib el- Mekkî şöyle demektedir: Her müslümana farz olan ilim, İslâm'ın rükûnlerini beyan eden şu hadîsteki hakikatleri ihtiva eden ilimlerdir:
İslâm dini beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed'in onun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve oruç tutmak!. 66
Bu beş esas her müslümana farzdır. Bu bakımdan bunların farz oluş keyfiyetini ve nasıl tatbik edilmeleri gerektiğini bilmek de her müslümana farz olmaktadır.
Bütün bu sözlerin özeti ve kesin neticesinin bizim zikre deceğimiz şu hakîkat olduğu kanaatindeyiz:
Kitabımızın başında da ifade ettiğimiz gibi ilim, Muamele ve Mükaşefe İlini olmak üzere ikiye ayrılır. Müslümanlara farz olan ilim sadece Muamele İlmidir,
Âkil-bâliğ olan kimselerin yapmakla mükellef oldukları üç husus vardır:
1. İtikad (İnanç)
2. Fiil (Yapılması gereken ameller)
3. Terk (Terkedilmesi lâzım gelen davranışlar)
Âkil olan insan, ihtilâm yoluyla veya yaş itibariyle örneğin kuşluk zamanında bülûğa varmış olduğunda, kendisine herşeyden önce kelime-i şehadeti bilmesi ve anlaması farzdır. Ancak âkilbâliğ olan kimseye kelime-i şehadetin mânâsını düşünmesi, araştırması ve delillerini elde etmek için çalışması farz değildir. Ancak bu kelimelerin ifade ettiği mânâya kesinlikle inanması ve bunu şeksiz-şüphesiz doğrulaması gerekir. Bu mer tebe ise sadece duymak ve taklid etmek suretiyle elde edilir ve ayrıca araştırmaya ve deliller toplamaya ihtiyaç yoktur.
Hazret-i Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bedevilerin medeniyetten, âdâb-ı muaşeretten ve delil denilen şeyden haberleri olmadıkları halde dil ile ikrarlarını imanlarına delil saymış, onlardan bu imanlarını pekiştirecek başka bir delil istemeyerek tasdiklerini delilsiz kabul etmiştir.
Kul, bu kadarını yaptıktan sonra zamanın farzını yerine getirmiş olur ki o zamanda (âkil ve bâliğ olduğunda) kendisine farz-ı ayn olan ilim, kelimeii şehadet'i öğrenmek ve mânâsını anla maktır. İlk zamanlarda bunun daha ötesini bilmek üzerine farz değildir.
Bu hükme dair elimizdeki delil şudur: O kimse Kelime-i şehadet'i anlayarak söyledikten sonra ölürse şayet, Allah'a itaat etmiş bir kul olarak ölmüş olacaktır. Kelime-i Şehadet'i ve an lamını öğrenmek dışındaki farzlar ise başka şartlara bağlıdır. Bu şartlar her kişide tahakkuk etmez. Belki bu şartların çoğundan uzak kalır insan.
Bu şartlar da Fiil, Terk ve İtikad olmak üzere üç bölüme ayrılır.
Fiil ile ilgili şartlar şunlardır: Bahsi geçen kişi, kuşluk vaktin den öğle zamanına kadar yaşarsa, öğlenin vakti geldiği için abdes tin nasıl alınacağını ve namazın nasıl kılınması gerektiğini öğrenmesi kendisine farz olur. Kuşluk vaktinde bedenen sağlam ise, abdestin ve namazın öğrenilmesini öğle vaktine bıraktığı takdirde bu vaktin bunları öğretecek kadar imkân vermeyeceği de bi liniyorsa kuşluk vaktinden itibaren abdest ve namazı öğrenmek kendisine farz olur. Demek ki vaktinden önce öğrenmesi kendisine farz olmaktadır.
İkinci bir ihtimal de amelin şartı olan ilmin ancak amelin vu cûbiyetinden sonra vâcib olacağıdır ki bu takdirde öğle vakti gel meden önce öğle vakti için abdest ve namazı öğrenmek farz olmaz. Bu noktada diğer namazlar da öğle namazına kıyas edilebilir.
Bu şahıs Ramazan ayı gelinceye kadar yaşarsa, Ramazan ayı münasebetiyle bu ayda yapılması gereken oruç ibadetini bilmek kendisine farz olmaktadır. Ramazan için öğrenilmesi lâzım gelen husus, sabahtan güneş batmcaya kadar Ramazan'ın vakti olduğunu bilmektir. Ramazan'da farz olan niyet; yemekten, içmek ten ve cinsî münasebetten kaçınmaya niyet etmektir. Bu durumda Ramazan, Şevval ayının hilâlini iki muteber şahidin görmesiyle sona erer.
Bu şahıs sonradan mal ve servet sahibi olur veya bir servete sahip olarak bülûğ çağına ererse, kendisine farz olan zekât mik tarını bilmesi de kendisine farzdır. Fakat o zekâtı derhal vermesi gerekmez; zira malının üzerinden bir sene geçmesi halinde ancak zekât vermesi kendisine farz olur. Şayet deveden başka serveti yoksa, sadece deveye ait zekât ölçüsünü bilmesi kendisine farzdır. Diğer mallarda da hüküm bu şekildedir.
Bu şahıs hac aylarına girerse, haccm şartlarını bilmek husu sunda acele etmesi gerekmez. Zira hac tehir imkânı olan bir farzdır. Onun için rükünlerini bilmekte aceleye lüzum yoktur. 67
Fakat İslâm âlimlerine düşen vazife, bu şahsa sistemli ve ted ricî bir surette haccın her servet sahibine farz olduğunu bildirmektir. Bu hususta kendisini ikaz etmek, her İslâm âliminin vazifesidir. Zira bu kişi, belki de takvaya meylederek hac farizasını bir an önce edâ etmek isteyebilir.
Böyle bir niyet taşıdığı zaman haccm keyfiyetini öğrenmesi kendisine farz olur. Öğrenilmesi farz olan keyfiyet sadece haccm farz ve vâcibleridir. Nafilenin bilinmesi ise farz değil, sadece nafiledir; zira nafileleri bilmek hiçbir surette farrz-ı ayn olmaz. Bu şahsa asıl haccm farziyetinden bahsedil mediği takdirde alimlerin mesûl olup-olmadığı hususunda fıkıh kitaplarında gerekli bilgi verilmiştir. Diğer ibadetlerin bilinmesi de aynen hac ibadeti gibi tedricîdir.
Terk'e (yapılmaması gereken davranışlara) gelince, gelişen durumlara göre bazılarının bilinmesi farzdır ve bu keyfiyet kişiye göre değişmektedir. Örneğin dilsiz bir insan için konuşulması ha ram olan birşeyin nasıl konuşulacağını öğrenmek gerekli değildir. Kör olan bir insan da nelere bakılmasının yasak olduğunu öğrenmeye mecbur tutulamaz. Göçebe hayatı yaşayan bir kişi için de ikâmet edilmesi yasak olan yerleri bilmesi farz değildir. Bu ya saklar aynı zamanda, mevcut durumun gereklerine göre de değişir. Bu bakımdan uzak ve vukû bulması hiçbir zaman müm kün olmayan bir haramı bilmek kişiye farz değildir. Oysa içinde bulunulan harama dikkat edilmelidir. Sözgelimi müslüman olduğu sırada sırtında ipekli bir elbise varsa veya gasbettiği bir evde oturuyorsa veya mahremi olmayan bir kadına bakıyorsa, o kişiye bütün bunların haram olduğunu anlatmak farzdır. Bilfiil içinde bulunmadığı ve fakat yakın olduğu haramları (yemek-içmek gibi) da kendisine öğretmek farzdır. Hattâ içki içmeyi ve do muz eti yemeyi âdet edinmiş bir beldede yaşıyorsa, bunların haram olduğunu o kişiye öğretmek farzdır, kendisinin uyarılması gerekir.
Öğretilmesi gereken diğer şeyler de hemen kendisine öğretilmelidir.
İtikad'a ve kalbin amellerine gelince, bunları öğrenmenin far ziyeti kalbin durumuna göre değişir. Kişinin kelimesi şehadet'in delâlet ettiği mânâlarda bir şüphesi varsa, o şüpheyi giderici ilmi
Muhammed ile Hanbelîlere göre do böyledir. Fakat Ebû Hanîfe, İmâm Malik ve Ebû Yûsuf aksi görüştedir ve onalara göre, şartlarını haiz olan kimselerce hac ibadetinin tehiri caiz değildir. Öğrenmesi kendisine farzdır. Yok eğer kalbine böyle bir şüphe düşmezse; Allah'ın kelâmının kadîm olduğunu, âhirette müzminlerin Allah'ın cemâlini gözleriyle göreceklerini, Allah'ın hâdisâta mahal olmadığını ve bunlara benzer inanılması gereken meseleleri bilmeden önce ölürse, bütün âlimlerin ittifakıyla bu şahıs müslüman olarak ölmüştür.
İnançları bozan ve kalbe düşen bu şüpheler bazen, insanın ta biatında vardır. Fakat kişi bazen de oturduğu beldenin insanları tarafından bu türden şüphelere düşürülebilir.
Bu bakımdan bir kişi Kelâm İlmi ile iştigal eden ve daima bid'atlar hakkında konuşan bir beldede yaşıyorsa, âkil-bâliğ olduğu ilk anda kendisini bu bid'atlardan koruması gerekir. Şayet kalbine bâtıl bir fikir yerleşmişse, hemen onu kalbinden söküp atmalıdır. Ne var ki çoğu zaman bir bâtılı kalpten söküp atmak çok zordur.
Yine bu şahıs bir tüccar ise ve bulunduğu beldede faize dayalı muameleler yaygın ise, böyle bir beldede yaşayan tüccarın faizden korunma ilmini çok iyi öğrenmesi kendisine farzdır.
Farz-ı Ayn olan ilim hakkında yapmış olduğumuz bu inceleme hakîkati ifade eder; zirâ farz-ı ayn olan ilmin mânâsı, farz olan amelin keyfiyetini bilmek demektir. Bu bakımdan farz olan ilmi ve ilmin ne vakit farz olduğunu bilen bir kimse, farz-ı ayn olan ilmi de bilmiş olur.
Sûfîlerin farz-ı ayn olan ilmin, düşmanın (şeytanın) vesvese sini ve meleğin ilhamını bilip ayırdetmek olduğunu söylemeleri de doğrudur. Ancak onların böyle söylemeleri ümmetin bütün fertleri için geçerli değildir. Bu ölçü sadece bu yola gönül vermiş insanlar için bir şarttır.
İnsan çoğu zaman şerre neden olan riya ve hasedden kurtu lamadığı için, insanı helâke sürükleyen hususları, muhtaç olduğu miktarda bilmesi kişiye farzdır. Bu kadarının bilinmesi bir müs lüman için nasıl farz olmaz? Oysa Hazret-i Peygamber şöyle buyurmak tadır:
İnsanoğlunu şu üç şey helâk eder: Kendisine boyun eğilen cimrilik, arkasından gidilen heva (arzular) , kişinin kendi sini beğenmesi. 68
Bu helâk edici özelliklerden insanların kendilerini kurtarmaları pek o kadar kolay değildir.
İleride haklarında tafsilat vereceğimiz kalbin halleri, kibir, ucûb ve benzeri çirkin sıfatlar yukarıda sözü edilen üç helâk edici sebebe bağlıdırlar. Bunları kalpten söküp atmak ise farz-ı ayn'dır. Sökülüp atılmaları da ancak hallerini bilmek, sebeplerini yerine getirmekle olur. Sebeb ve müsebbibi bilinmediği takdirde bunu yapmak imkân dahilinde olmadığı içindir ki sebeb ve illeti mutlaka bilmek gerekir.
Halk, helâk edici vasıflar arasında zikrettiğimiz bu farz-ı aynların çoğunu, ne yazık ki faydasız şeylerle meşgul oldukları için terketmek durumuna düşmüşlerdir.
Müslüman olan bir kimseye imandan sonra cennete, cehen neme, haşre ve ölümden sonra dirilmeye îmanın öğretilmesi gere kir. Çünkü bunlara inanmayan insan kelime-i şehadet'i tamamlamamış olur.
Ayrıca Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğunu tasdik ettikten sonra, tebliğ ettiklerini de bilmek gerekir ki o da Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden kiinseye cennet, isyan edene ise cehennem olduğunu bilmektir.
Şu söylediklerimiz üzerinde düşünüldüğü takdirde doğru yo lun bu olduğunda şüphe kalmaz ve gayet iyi bilinir ki, gece ve gün düzün akıntılarına kapılıp giden her kul, ibadetlerinde ve muame lelerinde yeni yeni ortaya çıkan hâdiselerden uzak değildir. Kendisine yeni farzlar terettüb eder ve az da olsa ortaya çıkan her yeni hâdiseyi sorup öğrenmesi gerekir. Meydana gelmesi muhte mel hâdiseleri de sorup öğrenmesi ve bu hususta acele davran ması gerekir.
Hazret-i Peygarnber'in İlim öğrenmek kadın, erkek her müslü mana farzdır' hadisindeki ilim kelimesi ile müslümanlara farz olan amelin ilmini bilmek kasdedildiğine göre, bu ilmin öğreniminin tedricî bir vasıf taşıdığı ve vâcib olmasının vakte bağlı olduğu açıklık kazanmış demektir.
Farz-ı Kifaye Olan İlimler
İlimler bölümlere ayrılmadıkça hangisinin farz olduğu, han gisinin olmadığı kesin bir şekilde anlaşılamadığı için, ilimleri vasıflarına göre bölümlere ayırmak doğru bir sonuca ulaşmak için şarttır.
İlimler esas itibariyle şer'î (dinî) ilimler ve şer'î (dinî) olmayan ilimler şeklinde ikiye ayrılır:
Şer'î (dinî) ilimler ile peygamberlerin getirdiği ilim kastedilmektedir ki bu ilim, matematik ilmi gibi akılla, tıb ilmi gibi de neyle, lisan gibi işitmekle elde edilemez.
Şer'î (dinî) olmayan ilimler ise, mahmûd , mezmûm ve mübah ilimler olmak üzere üç bölüme ayrılır.
Mahmûd (Övülen) ilimler, tıb ve hesab ilmi gibi dünya işlerim ıslah edici ilimlerdir ki bu ilim de öğrenilmesi farz-ı kifâye olanlar ve öğrenilmesinde fazilet bulunanlar olmak üzere ikiye ayrılır:
Öğrenilmesi farz-ı kifâye olan kısım, dünya işlerinin ıslahında gerekli olan (bedenin sağlıklı tutulabilmesi için lüzumlu olan tıb ilmi; ticarî ilişkiler, vasiyetler ve miras gibi hususlarda bilinmesi zarurî olan hesap ilimleri gibi) ilimlerdir. Eğer bir memlekette bu ilimleri bilenler kalmazsa, o memleket halkının tamamı günah kâr sayılır. Fakat bir beldede bu ilimleri bilen bir kişi de olsa, diğerlerinin üzerinden bu zorunluluk düşer ve öğrenme sorum luluğu kalkar.
Tıb ve matematik ilimlerinin farz-ı kifâye olduğunu söyleme miz sizi şaşırtmasın; zira bu iki ilim gibi; çiftçilik, dokumacılık, si yaset, tababet ve terzilik sanatları ve diğer sanatların esaslı ilimleri de farz-ı kifâye'dir.
Eğer İslâm diyarında kendisine tedavi olunacak kimseler (doktorlar) bulunmazsa, müslümanlar helâk olurlar; kendilerini felâkete sürüklemiş olmaları sebebiyle de topyekün sorumludurlar. Çünkü derdi'veren Allah, o derdin devasını da vermiştir. O de Yayı bulacak kabiliyeti de insanoğluna bahsetmiştir. Bu bakımdan İslâm diyarında, sözü edilen ilimleri yeterince bilenler bulunmalıdır. Bunu öğrenmemek, müslümanları felâketle başbaşa bırakmaktır ki, böyle bir hareket hiçbir şekilde doğru olmaz.
Farz olmayan ve fakat öğrenilmesinde fazilet bulunan ilimlere gelince, bunlar sözünü ettiğimiz ilimlerin derinlerine (ayrıntılarına) inmek, esasta pek zarurî olmayan ince ve hassas noktalarıyla meşgul olmaktır. (Nitekim bu ilimlerde derinliğine bilgi sahibi olmak, müslümanlara büyük faydalar sağlayacağı için, bu dallarda derinleşen âlimlere büyük değer verilmiştir) .
Mezmum (Yerilen) ilimlere gelince, bunlar sihir, tılsım, hipno tizma, el çabukluğu ve göz boyacılığı ile yapılan marifetlerdir.
Mübah ilimlere gelince, bunlar şiirler ile milletlerin geçmişlerini anlatan, tarihî hâdiseleri bildiren ilimlerdir.
İzah etmeye çalıştığımız şer'î (dinî) ilimler e gelince, onların tamamı makbuldür. Fakat bazen şer'î ilimlerden olduğu zanne dildiği halde, aslında şer'î ilimlerle alâkası olmayanları vardır ki bunlar esasında mezmûm (zemmedilmiş) ilimlerdir.
Makbûl ilimler ise usûl, fürû, mukaddimât ve mütemmimat olmak üzere dört bölüme ayrılırlar.
Birinci Bölüm (Usûl)
a) Kitab
b) Sünnet
c) İcmâ-i Ümmet
d) Asar (sahabe sözleri)
İcmâ-i Ümmet'in asıl olması, Sünnet'e dayanmasından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan icmâ-i Ümmet üçüncü derecede bir hüccettir.
Âsar (sahabe sözleri) de aynı İcmâ gibi Sünnet'e dayalıdır. Çünkü sahabîler Rasûlüllah'ı bizzat görmüşler ve bunun için de ahvalin karinelerini başkalarına nisbetle çok daha iyi idrak etmişlerdir. Çoğu zaman ibareler, karinelerin ifade etmek istediği hakikatleri ifade etmekten aciz kalırlar. İşte âlimlerin, ashâbın sözlerinde ve amellerinde bildirilen ölçülere uymayı ve bu ölçüler den ayrılmayı şeriatın temcilerinden saymaları bu sebebe dayanır. Tabii bunun da muayyen şartları vardır. Ancak burada bu şartları zikretmek uygun düşmez.
İkinci Bölüm (Füru)
Fürûat yukarıda zikredilen asıllardan elde edilir. Ancak bunlar lâfızlarla değil, keskin zekâlar vasıtasıyla elde edilen meselelerdir. Bu ince mânâları kavrayanların anlayış ve idrâkleri, ağızdan çıkan lâfızların ifade ettiği mânâlardan daha başka mân âlar çıkarabilecek derecede geniştir. Örneğin Hazret-i Peygamberin 'Kadı (hâkim) öfkeli iken hüküm veremez'69 hadîsinden; kadı’nın def-i hâcet bakımından sıkışması, hasta veya acıkmış olması ânında da hüküm veremeyeceği neticesi çıkarılmıştır.
Fürûat iki kısma ayrılır:
1. Dünya meseleleriyle ilgili ilimler: Bunları fıkıh kitapları ele alır ve bu işlerle meşgul olanlar fakihlerdir. Fakihler ise dünya âlimleridir. (Dünya işlerini bilen ve çözen kimselerdir) .
2. Âhiret meseleleriyle ilgili ilimler: Bunlar ahlâkın çirkinini, güzelini ve kalbin hallerini bildiren ilimlerdir. Bu ilimler Allah indinde makbul olan veya olmayan halleri bildirirler. Nitekim bu kitabımızın son bölümü bu konuyu açıklığa kavuşturmaktadır.
Kalbî ibadetler ve âdetlerin de âzalar üzerindeki tesiri bu bölümde anlatılmaktadır.
Üçüncü Bölüm (mukaddimât)
Bunlar bir fikri, bir düşünceyi anlatmaya yarayan lûgat ve na hiv gibi ilimlerdir. Zira Lûgat ve Nahiv ilimleri, Allah'ın kitabını ve Rasûlü'nün sünnetini bilmemize yardım eden en gerekli âletlerdir. Lûgat ve Nahiv ilimleri esasında şer'î ilimler grubuna da hil değildir. Fakat bu iki ilmi bilmek ve onlarda söz sahibi olmak; şer'î ilimleri bilmek ve iyice öğrenmek için büyük bir ihtiyaçtır. Zira Allah'ın Kitabı Arap diliyle nazil olmuştur. Bu bakımdan şeriat, ancak Arap dilini bütün detaylarıyla bilenler tarafından anlaşılır. Bu nedenle ilâhî şeriatın nâzil olduğu dilin lûgatinı bilmek, şeriatın bilinmesinde başlıca müessir olmaktadır.
Bu âletlerden biri de yazının bilinmesi ise de, yazının bilinmesi o kadar zarurî değildir; zira Hazret-i Peygamber ümmî idi, yazı bil mezdi. 70
Bir kişi her dinlediğini ezberliyebiliyorsa, yazıyı bilmesi ge rekmez. Fakat böyle bir vasıftan yoksun kimseler için yazıyı bilmek çoğu zaman zarurî ve şarttır.
Dördüncü Bölüm (Mütemmimât)
Bu, Kur'ân ilimlerinde meydana gelen bir durumdur. Zira Kur'ân ilimleri, lâfızlarla ilgili olarak harflerin mahreçleri, tecvi din öğrenilmesi ve mânâ ile ilgili tefsir ilmine taksim edilmektedir ki bu ilim de tıpkı Lûgat ve Nahiv ilimleri gibi işitmekle elde edilir ve bir başkasına nakledilir. Çünkü Lûgat ilmi kendi başına Tefsir İlmi için yeterli olmamaktadır.
Bir de Kur'ân ilimleri, Kur'ân'ın ahkâmıyla ilgili olarak Nâsih ve Mensuh, Am ve Hâs, Nas ve Zâhir ve bir kısım ayetlerin diğerleriyle nasıl kullanılabileceği gibi hükümlere taksim olunur. Buna Usûl-u Fıkıh ilmi denilmektedir. Bu ilim aynı zamanda Sünnet-i de içine almaktadır.
Ashâb'dan gelen rivâyetlerdeki tamamlayıcı unsurlara ge lince; bunlar, rivâyetleri nakleden kişileri, onların isimlerini, ne seblerini ve sahabîlerin isimlerini ve özelliklerini bilmektir.
Râvilerin âdil, güvenilir ve zayıf olanlarını ayırabilmek için şahsî hallerinin bilinmesi; mürsel hadîsi, müsned hadîsten ayırabilmek için yaşlarının bilinmesi gibi malûmatlardır. İşte bü tün bunların hepsine birden şer'î ilimler denmektedir ve hepsi de makbul ve mübah olan ilimlerdir. Hattâ bütün bu ilimler farz-ı ki fâye olan ilimlere dahildir. Bana Fıkıh İlmi'ni niçin dünya ilmi olarak gösterdiğim sorulacak olursa şöyle derim:
Allahü teâlâ Hazret-i Adem'i topraktan, zürriyetini de çamurdan ve atılan bir damla sudan yarattı. Onları erkeklerin belinden anaların rahmine aktardı. Anaların rahminden dünyaya, dünyadan mezara, oradan hesab yerine; oradan da cennete veya cehenneme gönderecektir. İşte insanın başı ve sonu bu devrelerden iba rettir. Allahü teâlâ dünyayı âhiret azığını temin etme yeri olarak yarattı ki insanoğlu kendisine yarayan azığını alsın! Demek ki in sanoğlu bu azığı adalet dairesinde alırsa, aralarında bir husumet kalmamış olur. Böyle olunca da fakihlerin bulunmasına gerek de kalmaz. Çünkü husumet ve kavganın olmadığı bir yerde fakih için yapılacak iş yoktur.
Fakat insanoğlu dünyaya şehvetleriyle bağlıdır. Bu böyle olduğu için de insanlar arasında birtakım husumetlerin doğması kaçınılmaz olur. Onun için bu husumetleri giderici bir otoriteye ih tiyaç vardır. Yönetimde söz sahibi olanlar da toplumu idare ede bilmek için kanunlara ihtiyaç duyarlar. Fakih ise, bu siyasete ilişkin yasaları bilen kişidir. Şehvet hissiyle aralarına husumet gi ren insanları, ancak onların aracılığı ve vasıtası ile uzlaştırmak mümkün olabilmektedir. Böyle olunca fakih, sultanın öğretmeni ve sultanın siyasetini halka ileten en önemli vasıtadır. Halk için ka nunlar yaparak onları zabt u rabt altına alabilen kimse fakihtir. Sultanın siyasetini düzenlemekten maksat; halkın dünya hayatını bir düzen içine sokmak, durumlarını ayarlamak, düzensiz ve başıboş bir hayat yaşamalarına imkân vermemektir.
Yemin ederim ki Fıkıh İlmi ne kadar dünyayla ilgili ise, o ka dar da dinle ilgilidir. Fakat dinle olan alâkası, dünya vesilesiyle olmaktadır; zira dünya âhiretin tarlasıdır. Din ancak dünya ile tamam olur. Sultanlık ile din ikiz kardeştir. Din esas unsur, sultan da onun nöbetçisidir. Aslı ve temeli olmayan bir şeyin yıkılacağı yıkılmaya mahkûm olduğu herkesin malûmudur. Nöbetçisi bulunmayan bir malın da yağma edileceği açıktır. Yönetim ve halkın idaresi ancak bir sultanın varlığı ile mümkün dür. Sultan da hüküm verebilmek için fakihlere muhtaçtır; çünkü onların düzenlediği kanunlarla hükmeder. Sultanla halkı idare etmek, nasıl din ilminin öncelikli vasfı değil, ancak bir tamam layıcısı ve yardımcısı ise, saltanatı yürüten siyaseti bilmek de aynı şeydir.
Herkesin malûmudur ki hac ibâdeti, ancak soygunculardan emin olunduğu zaman tamamlanır. Fakat hac ayrı bir şey, hac yo lunda olmak ayrı bir şeydir. Haccm tamamlayıcısı olan yol emni yetine onun kanunlarına ve bilgisine sahip olmak da ayrı bir şeydir.
Özetle Fıkıh İlmi, koruyuculuk ve siyaset yollarını bilmekten başka birşey değildir. Bunun delili de şu hadîstir:
Halka ancak üç kimse fetva verir: Emîr, emîre bağlı memur veya kendiliğinden ilmine güvenerek bu vazifeyi yapmakla kendini mükellef sayan kimse!71
Fetva veren emîr, devletin başkanı oran kimsedır. Çünkü selef-i Sâlihîn zamanında devlet başkanları aynı zamanda fetva ma kamında olan kimselerdi.
Hükûmet işlerine bakan memurlar ise, devlet başkanının ve killeridir.
Üçüncüsü ise, emîr ile memurun dışında kalan kimselerdir ki bu kimseler, ihtiyaç olmadığı halde bu vazifeyi gönüllü olarak ya parlar.
Ashâb fetva vermekten sakınırdı. Hattâ biri sual sorarsa cevap vermemek için soranı başka bir sahabîye gönderirdi. Herkes böyle davranarak fetva vermekten kaçınırdı. Fakat Kur'ân'dan ve âhiret hallerinden sorulduğu zaman, hiç çekinmeden ve bıkmadan usanmadan cevap verirlerdi.
Yukarıdaki hadîsin bazı rivâyetlerinde mükellef (kendili ğinden ilmine güvenerek bu vazifeyi yapmaya kendini mecbur hisseden) yerine, mürâi (riyakârlıktan dolayı fetvaya yönelen ve fakat fetvasına ihtivaç bulunmayan) kelimesi geçmektedir.
Gerçekten de kendiliğinden fetvâ gösterisinde bulunan kimse, tak vâsını tehlikeye sokmuş kişi durumuna düşer ki; bu kişiler rütbe ve servet elde etmek için böyle davranırlar. Çünkü böyle bir niyet taşımasalardı, böyle bir tehlikeye atılmaktan kaçınırlardı.
Fıkıh İlminin husumetler, mesûliyetler, cezalar ve yaralama fiilleri ile ilgilenmesi bakımından dünya ilmi olduğu kabul edilebilirse de, namaz ve oruç gibi ibadetlerle ilişkili olan bölümü ya da haram ve helâlin tarifini bildiren muamelat bölümü itibarıyla aynı kategoriye sokulması mümkün değildir' şeklinde bir itiraz gelecek olursa, şu şekilde bir cevap veririz:
Fakihin sözünü ettiği amellerden âhiret amellerine en yakın olanları üç kısımdır: 1. İslâm, 2. Namaz ve zekât, 3. Helâl ve haram
Şayet bir fakihin bu üç bölümdeki görüşlerinin son olarak ulaştığı neticeyi düşünecek olursanız, fakihin bu konularda da dünya sınırlarını geçip, âhiret sınırlarına girmediğini görürsü nüz. Fakihin bu üç konu hakkındaki durumunun bu şekilde olduğu bilindikten sonra, diğer meseleler hakkındaki durumu daha kolay bilinir.
İslâm'a, gelince, Fakih bu konuda da sadece sahih, fâsid ve bunların şartları hakkında konuşabilir. Fakih bu konuda lâfızdan başka bir şeye bakamaz. Kalp, fakihin konusu dışındadır. Çünkü Hazret-i Peygamber, kılıç ve saltanat sahiplerini kalbi bilmekten 'Onun kalbini mi yarıp baktın?'72 buyurmak suretiyle uzaklaştırmıştır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu sözü, kelime-i şehadet getiren bir kim seyi öldüren bir sahabîye söylemiştir. Çünkü o sahabî, düşmanı öl dürmesinin sebebi olarak; öldürdüğü adamın, kılıcından korkarak kelime-i şehadet getirdiğini ileri sürmüştü.
Kılıç zoruyla imana gelen kişinin imanının sahih olduğuna hükmetmek fakihin vazifesidir. Halbuki fakih gayet iyi bilir ki, kılıç zoruyla imana girmiş bir kimsenin îmanı sağlam değildir ve fikrini her zaman değiştirmesi mümkündür. Çünkü kalbindeki cehalet perdesini yırtmış değildir. Aksine boynuna inecek kılıcın zoruyla ve malına el konması korkusuyla müslüman olmuştur. Onun lisanen söylediği kelime-i şehadet; boynunu kılıçtan, malını ise yağmadan korumuştur. Yeter ki kelime-i şehadet getirmeden önce boynu uçmamış, malı yağma edilmemiş olsun! Dolayısıyla bu hüküm ancak dünyada geçerli bir hükümdür.
Nitekim bu sırrı açıklamak maksadıyla Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lâ ilâhe illâllah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bu kelimeyi söylemeleri halinde mallarını ve canlarını benden korumuş olurlar,73
Hazret-i Peygamber bu kelimenin tesirinin sadece can ve mal üze rinde olduğunu vurgulamıştır. Âhirette malın ve canın hiçbir kıymetinin olmadığı herkesin malûmudur. Âhirette sadece kalplerin nûru, sırrı ve ihlası insana fayda verecektir. Bunlar ise fıkhın ilgilendiği hususların dışındadır. Şayet fakih, bu tür konulara dalarsa kelâm ve tıb ilimlerine dalmış gibi kendi sahasının dışına çıkmış olur.
Namazda, gelince, fakih her kılman namazın sahih olduğuna hükmetmekle mükelleftir. Şayet zahirî şartlara uyularak namaz kılınmışsa, bu namazın sahih olduğunu tasdik etmek fakihin kaçınamayacağı bir haldir.
Dış şartları yerine getirerek namaz kılan kişi, namaz kılma esnasında ister çarşıdaki alışverişle meşgul olsun, isterse bir takım şahsî hesaplarını düşünsün; fakih onun namazının sahih olduğunu kabul etmek mecburiyetindedir. Tahrim tekbiri geti rildiği zaman fakihe göre de kalp huzuru şarttır. Gaflet içinde kılman bu namaz dil ile söylenen kelime-i şehadet İslâm'a bir fayda vermediği gibi kişiye âhirette hiçbir fayda vermez. Fakat sa dece dil ile söylenen kelime-i şehadet'i ve sadece zahirî şartlara ri ayet edilerek kılınmış namazı fakih sahih kabul etmek zorundadır. Çünkü dil ile kelime-i şehadet getirmiş kişi emre uymuş sayılır; öldürülmesi veya tekdir edilmesi hükmü ortadan kalkmıştır.
Âhiret amellerinden olan kalbin huzur ve huşûu'na gelince ki zâhirî amellerin ancak bunların olması halinde yararı olur fakih bundan bahsetmeye ve bunun inceliklerini araştırmaya yetkili değildir. Şayet böyle bir araştırma yapmaya kalkarsa, kendi sa hasının dışına çıkmış olur.
Zekât'a gelince, fakih, sultanın isteğini yerine getiren sınırlara kadar bakar. Kişi zekâtını vermekten kaçsa, sultan da ondan bu zekâtı zorla alsa; fakih böyle bir insanın zekât mükellefiyetinden kurtulmuş olduğuna hükmetmek zorundadır.
Rivâyet edildiğine göre, Kadı Ebû Yusuf74 senenin sonunda zekâtını düşürmek için kendi malını hanımına hibe eder ve hanımının malını da kendisine hibe ettirirmiş. Onun bu durumu İmâm Ebû Hanîfe'ye bildirildiğinde, Ebû Hanîfe şöyle demiştir: 'Bunu, fıkhı (yasaların inceliklerini) bilmesi sayesinde yapabili yor'.
Gerçekten de Ebû Hanîfe doğru söylemiştir. Çünkü Ebû Yûsuf un böyle yapabilmesi dünyada geçerli olan fıkıh ilmini iyi bilmesi sayesindeydi. Fakat âhirette bunun vebâli diğer suçların vebâlinden daha büyüktür. Bu nedenle bu şekildeki olumsuzluklara açık kapı bırakan her ilim zarar verici ilimlerden sayılır.
Helâl ve haram'a gelince, haramdan kaçınmak dindendir. Fakat takvanın da dört derecesi vardır.
1. Şahidlik yapabilmek için gereken adalet sıfatını haiz olacak derecede takvâ ki bu takvâyı terketmekle insan şahidlik, kadılık ve valilik yapma hakkını kaybeder. Bu takvâ, açık haramlardan sakınma hâlidir.
2. Sâlihlerin takvası ki şüphe ihtimali taşıyan hususlardan sakınmaktır. . .
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Seni şüpheye düşüreni terket; şüpheye düşürmeyene koş!75
Günah, kalpleri kaplayıp tesiri altına alan ve şüphelere yol açan elemden ibarettir!76
3. Muttakîlerin, takvası ki haram olur korkusuyla katıksız helâli terketmektir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi, zarar verenin korkusundan zararsız şeyleri terketme dikçe, muttakîlerdcn olamaz. 77
Gıybete girmemek için daima halkın iyi hallerinden bahsetmek ve mahzurlu işleri yapmaya sevkeden şehvetin kabarıp heye cana gelmemesi için nefsin yemek istediği şeyleri ona yedirmemek gibi haller, bunun en iyi örnekleridir.
4. Sıddıkların takvası ki Allah'a yaklaştırıcı fiillerden uzak ol mamak için ömrünün bir ânını bile mâsivaya ait işlerle zâyi et memek, dünyanın herşeyinden yüzçevirmektir.
Bu insan her ne kadar mâsivayla ilgilenmenin kendisini ha rama götürmeyeceğini bilse bile, yine de mâsivadan (dünyadan) elini eteğini çekmelidir.
Şahidlere ve kadılara ait takvâ'ya gelince, zahirde adalete aykırı düşmeyen ve aynı zamanda da âhirette günahları bertaraf etmeyen birinci dereceden başka bütün dereceler fakihin görüşü dışında kalır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Vabise78 hazretlerine şöyle buyurmuştur:
Sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sana fetva ver seler de, sen yine fetvayı kendi kalbinden iste!79
Fakih, kalplerin ahvalinden (kalplerin düştüğü şüphelerden ve şüphelerle nasıl amel ettiğinden) bahsedemez. Fakih ancak adaleti zedeleyici ve yokedici haller ve sıfatlar hakkında konuşabili.
Demek ki fakihin vazifesi âhiret azığını hazırlama yeri olan dünya işlerini halletmeye bağlıdır. Şayet fakih kalbin sıfatlarından ve âhiretin ahkâmından bahsederse, bu, onun için ikinci plânda bir mesele olduğundan sözleri de ikinci planda kalır, Fakih tıpkı mesleği dışında kalan Tıb, Matematik, Astronomi ve Kelâm ilimle rine el atmak gibi, bazen da kalp ilimleri hakkında konuşur.
Nitekim Hikmet ilmi bazen Nahiv ve Şiir ilmine karışır; ama bu ikinci derecede bir karışmadır.
Zâhir ilminde asrının en büyüğü olan Süfyân es-Sevrî 'Fıkıh ilminin gayesi, âhiret azığı değildir' derdi. Nasıl olsun ki? Selef-i Sâlihîn ittifakla buyurmadılar mı ki ilmin şerefi kendisiyle amel etmektir? O halde zihar, liân, selem, icar ve sarf hususundaki bil giler nasıl fayda verecek birer amel sayılabilir? Allah'a mânen yakın olmak için bu ilimleri tahsil eden kişi mecnunun ta kendisidir! Amel ancak kalp ve âzalarla yapılır. Şeref bu amellerdedir. Şayet 'Bedenin sıhhatine yarayan ve bundan dolayı dinin salâhıyla alâkası bulunan bir dünya ilmi olan tıb ile fıkıh ilmini neden birbi rine karıştırıp, neden aynı seviyede mütalaa ediyorsunuz? Sizin bu iddianız bütün müslümanların icmama muhalif bir iddiadır' der seniz, şöyle cevap veririz: İkisinin eşit olması gerekmez, zaten değildir de. . . Aralarında büyük farklar vardır.
Fıkıh İlmi diğer ilme nisbetle üç bakımdan daha izzetli, daha şerefli ve daha üstündür.
1. Fıkıh, nübüvvetten (peygamberlikten) tevarüs edilmiş şer'î bir ilimdir. Tıb ilmi ise şerî ilimlerden değildir.
2. Âhiret yolcuları hasta olsalar da, olmasalar da Fıkıh ilmine muhtaçtırlar. Tıb ilmine ise ancak bedenen hasta olanlar muhtaçtır.
3. Fıkıh ilmi âhiret ilminin komşusudur. Zira Fıkıh ilmi âzaların yaptıklarına bakmak demektir. Âzada görülen amellerin kaynağı ise kalptir. Yâni insanın zâhirinde görülen hareketler, kalbinin dışta görülen birer tezahürüdür. İyi ameller âhirette insanı kurtaracak olan iyi ahlâktan, kötü ameller ise kötü ahlâktan doğarlar. Âzaların kalple ilgilerinin olduğu ise açık bir gerçektir.
Bedenin hasta veya sıhhatli oluşuna gelince, onların kaynağı mizacın sağlam veya karışık olması hâlidir. Bu hal de bedenin ta biî özelliklerindendir, kalple alâkalı değildir.
Dolayısıyla Tıb ilmi, ne zaman fıkıh ile mukayese edilirse edilsin, Fıkıh'ın Tıb'dan üs tün olduğu açıkça görülür. Âhiret ilmi de Fıkıh ile kıyas edildiği takdirde, bu sefer Âhiret İlmi'nın Fıkıh'tan üstün olduğu görülür.
Âhiret yolunun ilmini her ne kadar bu ilmin tafsilâtı say makla bitmez ise de bilmek istersen, Âhiret ilmi'nin yolu iki kısımdır:
1. Mükâşefe İlmi
2. Muâmele İlmi
Mükâşefe İlmi, bâtın ile ilgili bir ilimdir ve ilimlerin en son noktasıdır. Bu nedenle âriflerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Bu ilimden nasibi olmayan kimsenin âkibetinden korkulur. Bu ilim den az pay sahibi olmak, onu tasdik etmek ve ona vâkıf bulunan büyüklerin hakkını teslim etmektir'.
Başka biri de şöyle demiştir: 'Kimde iki sıfat bulunursa o kim seye âhiret ilminden bir kapı açılmaz. O iki haslet bid'at ve kibirdir'.
Yine denildi ki: 'Dünya ile dost olan veya nefsinin arzularının arkasından koşan kişi âhiret yolunun ilmini elde edemez. Halbuki bütün ilimleri elde etmenin yolu, önce âhiret ilminin yolunu öğrenmiş olmaktır. Âhiret ilmini inkâr etmenin en hafif cezası, inkâr edenin o ilimden hiç pay alamamasıdır'. Şu şiir bu sözü takviye etmektedir:
Senden kaybolanın kaybına razı ol!
Çünkü bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir.
Bu ilim, yani mükâşefe ilmi sıddıkların ve Allah'a yakın olanların ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan so yunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir. O nûrlu hal den birçok hususlar inkişâf eder. Kişi daha önce o şeylerin isimle rini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder, fakat kalbi nûr hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder, Allah'ın zât-ı ul ûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve âhireti yaratmasının hikmetini, âhireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur. Aynı zamanda peygamberliğin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve şeytanlar sözü nün anlamını da bihakkın bilir.
Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar. Yer ve gök âlemlerinin sırrına vâkıf olur. Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve me lekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür.
Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder. Âhiretin, cennetin, cehennemin, kabir azâbının, sırat köprüsünün, mizanın ve hesab gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir. 'Oku kitabını! Bugün sana hesab görücü olarak nefsin yeter! (İsra/14) ve 'Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, işte o gerçek ha yattır, eğer bir bilselerdi. . . (Ankebût/64) ayetlerinin mânâsını hakkıyla anlar. Allah'la karşılaşmanın, O'nun cemâk-i ilâhîsine bakmanın ve ona manen yakınlaşmanın ne demek olduğunu aa anlar. En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hâsıl olacak saadetin, me lekler ve peygamberlerle beraber olmanın anlamını da idrâk etmiş olur.
Cennet ehlinin derecelerinin farkını ki bu fark bazı cennet ehli arasında o denli büyüktür ki; gökte parlayan yıldızlara biz nasıl bakıyorsak, bir kısım cennet ehli de yüksek derecedeki diğer cennet ehlinin durumlarına öylece hayran hayran bakacaktır hakkıyla bilip inanır.
Daha sayılması çok uzan sürecek neler neler. . . Zira insanlar bu hakikatlerin esasını tasdik ettikten sonra, mânâlarda çeşitli kanaatlere sahip olurlar. İnsanların bir kısmı bütün bu hakikatlerin birer misal oldukları, Allahü teâlâ'nın salih kulları için hazırladığı nimetlerin, gözle görülmemiş, kulakla işitilmemiş ve hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre halk sadece cennetin sıfatlarını ve isimlerini bilir; hakikatlerinden ise tamamen bihaberdir.
Bir kısım insanlar da bu hakikatların bazılarını misal kabul ederken, diğer bir kısmı da lâfızlarından anlaşılan hakikatler olduklarına inanmaktadırlar.
Bazıları da şu kanaattedirler; 'Allah'ı bilmenin en son zirvesi kulun kendi aczini kabul edip, O'na ilişkin hiçbir şeyi bilmediğini itiraf etmesidir'. Bazıları da Allah'ı bilmek hususunda büyük me selelerin varolduğunu iddia etmişlerdir.
Bazıları ise, halkın ulaştığı noktanın sadece mârifetullah'ın târifi olduğunu söylemişlerdir. Halkın inancı ise şöyledir: Allah vardır, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, işitir, konuşur. . .
Mükâşefe ilminden, gayemiz; perdenin, kaldırılması ve bütün bu işlerde açık bir şekilde hakkın şeksiz şüphesiz görülmesidir.
Bu ise, insanın yaratılışına göre mümkün bir haldir. Fakat kalp aynası, dünya pisliğinin pasından arınmış ve temizlenmiş ise. ,.
Âhiret İlmi'nden kastımız; kalp aynasının pislikten temizlen mesini bize bildiren ilimdir. O aynayı kaplayan kirler, Allah'ın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine perde olur. Bu aynanın temizlen mesi ise, ancak şehvetlerden korunmak ve her hâlinde peygamberlere tâbi olmakla mümkündür. Ayna ne kadar temizlenirse ve hakkın aynası olursa, hakikatları o nisbette aksettirir. Bu merte beye çıkmak için, daha sonraki bölümlerde gösterilecek riyazet yo lunu takip etmek, öğrenmek ve öğretmek gerekir. İşte kitaplarda yazılmayan, ancak ehline açılan ilimler bunlardır. Bu ilim, ancak ehli olan kimselere müzakere yoluyla açılabilir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlimden bir kısım vardır ki, gizlenmiş mücevherât gibidir. Onu ancak Allah'ı bilenler (arifler) bilirler. Allah'ı bilenler bu ilimden söz ettiklerinde, onların sözlerini sadece Allah'tan gâfil olan kimseler anlamazlar. Allahü teâlâ'nın bu ilmi kendisine nasib ettiği bir kulu asla küçük görmeyin; zira Allahü teâlâ onu hor görmemiştir. Hor görmediğinin delili ise, bu ilmi ona vermiş olmasıdır. 80
İkinci bölüm ise Muamele İlmine aittir. Bu ilim kalbin ahva linden, bu hallerin sabır, şükür, korku, ümid, rıza, zühd, takvâ, kanaat, cömertlik ve bütün bu hallerde Allah'a minnettar olduğunu bilmek; ihsan, hüsn-ü zan, iyi ahlâk, güzel muaşeret, doğruluk ve ihlâs gibi güzel hasletlerden ibarettir.
Bütün bu hallerin hakîkatlarını bilmek, hududlarmı anlamak ve vesilelerini idrâk etmek, meyvelerini devşirmek, cılız ve zayıf taraflarını tedâvi ederek kuvvetlendirmek Âhiret İlmi'nden sayılır.
Bu hallerin kötülerine gelince; fakirlik korkusu, takdir olu nana razı olmamak, hile, düşmanlık, hased, doğru hareket etmemek, riyaset peşinde koşmak, halkın kendisini övmesini beklemek; dünyadan daha fazla lezzet almak kasdıyla uzun zaman yaşamayı dilemek; kibir, riya, gazab, haksız yere böbürlenmek, düşmanlık hisleri taşımak, insanlara buğzetmek, tamahkâr olmak, cimrilik, nüfuz sahibi olmaya çalışmak, iyi konuşan bir insan oluşu do layısıyla bundan kendisine iftihar payı çıkarmak, oburluk, şehvetlerinin emrinde hareket etmek, zenginlere hürmet göstermek, fakirlerle istihza etmek, böbürlenmek, nefsine güvenmek, akranlarına üstünlük taslamak, servetle mağrur olmak, hakkı bildiği halde kabul etmemek, mâlâyanî şeylere dalmak, boş ve çok konuşmayı sevmek, şaşkın olmak, halkın görmesi için görülebile cek yerlerini süslemek, dininden tâviz vermek, kibir ve gurura sapmak, nefsindeki ayıpları bırakıp, başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak, üzüntü duyma hissini kalbinden söküp atmak, hiç bir şeyden korkmamak, nefsine dokunana hücum etmek, hakkın yardımına koşmamak, düşman olduğu halde düşmanlığını gizle yerek insana dostluk göstermek, Allah'ın vermiş olduğunu geri almak hususunda Allah'ın azabından emin olmak, ibadetlerine güvenmek, hilekârlık ve hainlik yapmak, kandırmak, tûl-i emel, kalp katılığı, dünya varlığı ile sevinmek, dünya varlığını kaybettiği için üzülmek, mahlûkata gönül vermek, merhametsiz olmak, hafiflik yapmak, aceleci olmak, az hayâ ve az merhamet hissine sâhip olmak. . .
Saydığımız bu sıfatlar ve kalbin bunlara benzer diğer halleri, fuhşiyâtın ekileceği ve mahzurlu diğer hareketlerin serpileceği tarlalardır. Bunların zıddı olan güzel ahlâklar ise, ibadetlerin ve Allah'a yaklaştırıcı diğer fiilleri yapmanın vesilesi ve ana kaynağıdır.
Bu bakımdan bu hususların sınırlarını, hakikatlerini, sebeplerini, sonuçlarını ve ilaçlarını bilmek, Âhiret ilmi'ni bilmek demektir. Âhiret ulemasının fetvasına göre, bunları bilmek farz-ı ayn'dır.
Bunların bilinmesinden yüz çevirenler, zahirî ameller den yüz çevirenler nasıl dünya padişahlarının kılıcıyla kahrolu yorsa padişahlar padişahının kahrıyla âhirette helâk olup gide ceklerdir.
Demek ki fakihler farz-ı ayn konusunda dünyada fayda verip vermediği noktasından hüküm verirler. Yukarıda geçen bazı fay dalı ve güzel sıfatlar ise, âhiretin salâhına bağlıdırlar.
Şayet bir fakihten bu hususlardan biri hakkında, örneğin ihlas veya tevekkül yahut da riya'dan sorulsa, ihmal edilmesinin âhiret için felaket doğuracağını bildiği halde, bütün bunlar hakkında farz-ı ayn hükmünü veremez. Kalp huzuru içinde bütün bu sıfatları elde etmenin farz-ı ayn olduğunu söyleyemez.
Bunun yanında fakihlere ilâ, zıhar, yarışma ve atıcılık konularında soru sorulacak olsa, ciltler dolusu ve zamanları zâyi edici geniş malûmatları önüne seriverir. Oysa fakih aslında bu ince ayrıntıların hiçbirine muhtaç değildir. Şayet bu ince ve geniş tefer ruata ihtiyaç duyulursa, İslâm diyarında bu sahadaki güçlükleri halledecek âlimler mutlaka bulunur.
Fakihlerin kendilerini bu meselelerde bu kadar zorlamalarına da gerek kalmamış olur. Ama bütün bunlara rağmen fakihler gece gündüz kendilerini bu meseleler üzerinde zorlamakta, en ince noktalarına kadar okuya rak hıfzetmekte, din konusunda kendileri için çok daha önemli olan meseleleri ise unutmaktadırlar.
Bir fakihe bu meselelere neden bu kadar ihtimam gösterdiği sorulacak olsa, 'Bunlar din ilmidir ve bilinmesi farz-ı kifayedir. Bu nedenle bunları öğrenmek için didindim, ihtimam gösterdim ve zamanımın çoğunu buna hasrettim' diye cevap verir.
Fakih bu sözüyle hem kendisim ve hem de başkalarını bunları ince mesele kabul etmek suretiyle aldatmaktadır. Zeki bir insan hemen anlar ki, şayet fakihin gayesi farz-ı kifaye hakkında İslâm'ın emrini hakkıyla edâ etmek olsaydı, farz-ı kifâye'den önce farz-ı ayn olan ilimlere ihtimam gösterir, bu tür bir farz-ı kifâye yerine, gereğini çok az insanın yaptığı daha nice farz-ı kifâyeler üzerinde, daha büyük bir titizlikle dururdu. Örneğin nice İslâm beldeleri var ki; o beldelerde sadece gayr-i müslim doktorlar görev yapmaktadırlar. Oysa gayr-i müslim doktorların tıb ile alâkalı dâ valarda, hukuken şahidlik yapma hakları bile yoktur. Böyle olduğu halde, nedense hiçbir fakihin farz-ı kifâye olan ve gayr-i müslimle rin elinde bulunan tıb ilmine ilgi duyduğunu görmüyoruz. Hepsi de fıkıh ilminde, özellikle bu ilmin hilâfiyat ve cedel kısımları üze rinde yoğunlaşmaktadırlar. Halbuki İslâm beldelerinde fetva ve ren, olaylara göre gerekli cevapları verebilecek kabiliyette nice fa kihler bulunmaktadır.
Keşke fakihlerin/din âlimlerinin toplum tarafından icra edilen farz-ı kifâyeler ile meşgul olup, hiç kimsenin alâka duymadığı farz-ı kifâyeleri niçin ihmal ettikleri bir anlaşılabilse!
Acaba bunun sebebi, tıb ilmiyle vakıflar tevellisine, vasiyetler memurluğuna, yetim malının bakıcılığına ulaşamaması, kadılık ve memuriyetin diğer kademelerini elde edememesi olabilir mi?
Tıb ilmiyle meşgul olan bir kimse ne zaman akranlarından daha üstün olabilmiş ve sevmediklerini ezme kuvvetini elde etmek imkânı bulabilmiştir?
Ne yazık ki kötü âlimlerin kötü davranışları yüzünden din ilmi ortadan kalktı. Bu konuda müslümanların yardımcısı ancak Allahü teâlâ kalmıştır. Sadece O'na sığmıyor, O'ndan bizi, kendi sini gazaba getiren ve şeytanın gülmesine vesile olan gururdan muhafaza etmesini diliyoruz!
Zâhir ulemasının müttaki olanları, kalp erbabının ve bâtın ulemasının faziletini daima tasdik ederlerdi. Örneğin İmâm-ı Şâfiî, Şeybân-ı Râî'nin huzurunda mektep sıralarında oturan çocuklar gibi oturur, ona sorular yöneltirdi. 81 Şeybân da bu sorulara gerekli cevapları verirdi.
İmâm-ı Şâfiî'nin bu durumunu hazmedemeyen birtakım âlimler kendisine şu ihtarda bulundular: 'Senin gibi bir âlim nasıl olur da Şeybân-ı Râi isimli bir çobana sualler sorar ve aldığı cevapları muteber kabul ederek yararlanır?' İmâm-ı Şâfiî bu itirazcılara şöyle cevap vermişti: 'Bizim ihmal ederek gâfil bulunduğumuz ilimlere bu zat bütünüyle muttali olmuştur'.
Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Main,82 Mâruf-u Kerhî'nin soh betine sık sık katılırlardı. Halbuki Mâruf, zâhir ilminde bu iki zâtın mertebesine asla çıkamamıştı. Bu iki zat buna rağmen Mâruf-u Kerhî'ye sorular sorarak ilminden istifade etmeye çalışırlardı. Nasıl böyle olmasın? Hazret-i Peygambere 'ey Allah'ın Rasûlü! Bir olayla karşılaşır ve onu Allah'ın Kitabı ile senin sün netinde bulamazsak nasıl hareket edelim?' diye sorduklarında, o şöyle buyurmuştu.
Sâlihler'e sorun, o hususu sâlihlere danışın!83
Nitekim bu hikmete binaen şöyle denilmiştir: 'Zâhir âlimleri yeryüzünün ve saltanatın süsleridir. Bâtın âlimleri ise göklerin ve melekût âleminin süsleridir'.
Cüneyd-i Bağdâdî84 şöyle anlatır: Şeyhim Sırrî es-Sakatî85 bir gün bana şöyle dedi: Benim meclisimden çıktığında kimin meclisine gideceksin?' 'Ben de şöyle cevap verdim: 'Hâris el-Muhâsibî'nin86 meclisine gideceğim'. 'Çok güzel, onun meclisine git. Onun ilminden ve edebinden istifade et. Fakat onun kelâm hakkındaki fikirlerini ve kelâmcılara yaptığı hücumları sen ken dine mâl etme'. Bu sözü söyledikten sonra, ben çıkmak için davrandım. Arkamdan şunları söyledi:
Allahü teâlâ seni önce hadîs ilmiyle nûrlandırsın sonra sûfi yapsın. Önce sûfi sonra muhaddis yapmasın!' Sözü edilen zat, bu sözüyle; hadîs ilmini tahsil ettikten sonra tasavvufa dalan kimselerin felâh bulduğuna, hadis ilmini öğrenmeden tasavvufa dalan kimselerin ise kendilerini tehlikeye attıklarına işâret etmiştir.
İlimler bölümünde Kelâm ve Felsefe İlmini zikredip, bu iki ilmin iyi veya kötü taraflarından niçin söz etmediğimi soracak olursanız, şöyle cevap veririm: Kelâm ilminin ortaya koyduğu delillerden istifade edilir. Ancak bu delillerin bütünü Kur'ân ve had îslerde bulunmaktadır. Kur'ân ile hadîslerin dışına çıkmış deliller ise, ya bu iki kaynakta var olduğu farzedimiş cedel'dir ki bu bid'at sayılır (Bu hususa daha ilerideki bölümlerde temas edeceğiz) veya fırkaların birbirlerini tenkid ederken çıkardıkları gürültüdür yahut fırkaların çoğunun hezeyandan ibaret olan ve insan mizacının nefret ettiği, kulakların duymak istemediği birtakım sözlerini uzun uzadıya bahis konusu etmesidir. Bu sözlerden bazıları din ile hiçbir ilgisi olmayan konulara dalmaktan ibarettir. Selef-i Sâlihîn zamanında bunların hiçbiri selefin yaptığı bir iş değildi. Bunlara dalmak tamamen bid'at sayılmaktaydı. Fakat zamanımızda bu kanaat değişmiştir. Zira Kur'ân ve Sünnet'e yönelme isteğinden insanları çeviren bid'atlar ortalığı doldurdu. Bu türden eserler yazıp ortalığı dolduran fırkalar türedi. Bunlar İslâm ülkelerini doldurdu!. . .
Selef-i Sâlihîn zamanında konuşulması yasak olan bu lâflardan bahsetmek, günümüz âlimlerinin ruhsatıyla bir moda halini aldı. Kelâm İlmi'nin, bid'atçıların bid'at propogandalarmı durdurmak için ihtiyaç duyulan kısımları farz-ı kifâyelerden oldu. Tabiî bu da gelecek bölümde zikredeceğimiz gibi belirli bir sınıra kadardır.
Felsefe'ye gelince: Felsefe başlı başına bir ilim değildir. Çünkü:
Felsefe de dört bölümden meydana gelen bir ekoldür.
1. Hendese ve Hesâb İlmi
Bu iki ilim daha önce de bildirdiğimiz gibi mübahdır. Ancak bu ilimler vasıtasıyla haddi tecavüz ederek harama girmesi muhte mel olan kimselerin bu ilimlerle uğraşmaları yasaktır; zira bu iki ilmi tahsil edenlerin çoğu hududu aşmış ve bid'atlara sapmışlardır. Zayıf kimselerin bu ilimlerle uğraşmaktan mene dilmeleri, bu iki ilimin bizatihi haranı olmalarından değil, o kim selerin zayıf olmalarındandır. Bu tıpkı yüzme bilmeyen bir çocuğun dere kenarına bırakılmaması veya yeni müslüman olan bir kimsenin İslâm dininden dönmemesi için kâfirlerle teşrik-i mesâi etmesinin yasaklanması gibidir. Aslında îmanı kuvvetli olan kimsenin, kendiliğinden eski arkadaş ve dindaşlarıyla alâ kasını kesip, onlarla birlikte olmayı kendisine yasak edeceği açıktır.
2. Mantık İlmi
Mantık İlmi delilin şartlarından ve mahiyetinden bahseder. Delilin şartlarını ve târifini bildirir. Bn iki konuda da Kelâm İlmine dahildir.
3. İlâhiyat İlmi
İlâhiyat İlmi Allah'ın zâtından ve sıfatlarından bahsetmektedir. Bu ilim de Mantık İlmi gibi Kelâm'a dahildir.
Felsefeciler bu ilimlerden ayrı bir bölüm meydana getirememişlerdir. Ancak bir kısmı küfür, bir kısmı da bid'at olan birtakım mezheplerin doğmasına sebep olmuşlardır.
Felsefecilerin durumu tıpkı i'tizal ekolünün başlıbaşına bir ilim olmadığı halde, kelâmcı, müdekkik ve mütefekkirlerden bir grup mutezilî âlimin birtakım bâtıl inançlar ortaya atıp, bu fikirlerle insanların düşüncelerini bulandırmalarına benzer.
4. Tabiat (Fizik) İlmi
Bu ilim, bir kısmıyla şeriat ilmine ve hak dine ters düşmektedir. Bunun esası cehalete dayanmaktadır. Bu nedenle ilim değildir ki ilim sınıfına dahil olabilsin.
Tabiat îlmi'nin bir bölümü de varlıkların sıfatlarından, husu siyetlerinden, nasıl değişim geçirdiklerinden ve nasıl başka şeylere dönüşeceğinden bahseder.
Bunlardan bahseden bölüm, doktorların düşüncelerine benzemektedir. Ancak doktor, kendisini tamamen insan bedenini incelemeye vakfettiğinden, sadece insan vücuduna bakıp, onun hasta veya sıhhatli olup olmadığını teşhis eder. Tabiatçılar ise, bütün cisimlere bozulmaları veya başka türlü ha reket etmeleri açısından bakarlar. Tıb ilmi bu noktada tabiat ilmi nin üstündedir. Çünkü insan sağlığı için tıb ilmi bir ihtiyaçtır.
Felsefecilerin Tabiat İlmi diye îcad ettikleri ilme insanın hiçbir ihtiyacı yoktur. Zira günümüzde halkın zihnini bid'atçılamı saç malıklarından korumak için farz-ı kifaye olan ilimlerden birisi de Kelâm İlmidir. Kelâm İlmi 'nin farz-ı kifaye ilimlerden sayılması, tıpkı yol kesicilerin ortaya çıkması nedeniyle hac yolunda koruyucuların bulunmasının şart olmasına benzer. Şayet hacca gidenlerin yolunu kesenler ortaya çıkmasaydı, bu koruyuculara da ihtiyaç kalmaz; hac yolunu para mukabilinde emniyete alan koruyucuların istihdam edilmesi gereği böylelikle ortadan kalkmış olurdu. Tıpkı bunun gibi bid'atçiler de hezeyanlarını terketselerdi, sahabe-i kirâm zamanında kullanılan deliller yeterli olacaktı. Böyle olunca da kelamcıların kullandığı delillere ihtiyaç kalmayacaktı.
Bu bakımdan kelâmcılar, kendilerinin dindeki yerlerinin ne olduğunu iyi bilmelidirler. Bilmelidirler ki, kendilerinin dindeki yerleri, hac yolunun koruyucularının sahip oldukları mevki gibidir.
Bir koruyucu kendisini her ibadetten âzad ederek, yalnız koruyucu sıfatıyla hacca gittiğinde, nasıl hacılardan sayılmaz ise; bir kelâmcı da âhiret amellerini bırakıp, kendisini sadece münazara ve müdafaacı olarak görürse, kalbini yoklayıp kendisini ıslah etmediği takdirde din âlimlerinden sayılmaz.
Kelâmcının ele aldığı meseleler herkesin ortak olduğu dinin inanç bölümüdür. Bu, kalp ile dilin zahirî amellerinden bir bölümdür. Kelâmcının halk tabakasından ayrılması, koruyuculuk yapmasından kaynaklanmaktadır. Allah'ın sıfatlarının ve fiilleri nin bilinmesi ve Mükâşefe İlminde işaret ettiğimiz âhiret yolunun ilmi, hiçbir surette Kelâm ilmiyle uğraşmak suretiyle bilinmez. Hatta denebilir ki Kelâm İlmi bunları öğrenmenin önüne bir perde çeker ve onları bilmekten insanı alıkoyar.
Bu makamlara varmak için hidayetin başlangıcı olan ve ne fisle yapılması lâzım gelen mücahede lâzımdır. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân'da bu hakikatı şöyle ifade buyurmaktadır:
Biz, bizim yolumuzda cehd edenlere elbette yollarımızı gös teririz. Muhakkak ki Allah iyilik yapanlarla beraberdir! (Ankebût/69)
'Kelâmcının derecesini sadece halkın inancını bid'atçıların ta sallutundan kurtarma derekesine düşürüp; sadece hacıların eşyalarını ve canını eşkıyaların elinden kurtarmak vazifesiyle is tihdam edilen hac koruyucusu gibi mütalâa ederek, kelâmcıyı da halkın inancını korumakla mükellef bir koruyucu kabul ettiniz. Bununla beraber fakihin derecesini de sultanın, zâlimlerin şerrinden halkı korumada kullanacağı kanunları hıfzetmek ola rak beyan ettiniz. Bu iki mertebe ise din ilmine nisbetle düşük mer tebelerdir. Halbuki ümmet-i Muhammed'in fazilet ve şöhret sahibi kimseleri fakihler ile kelâmcılardır.
Fakihler ve kelâmcılar Allah nezdinde en faziletli kimseler olduklarına göre, nasıl oluyor da onları din ilmine nisbetle çok düşük olan şu mertebeye düşürüyorsunuz?' diyecek olursanız, size şöyle cevap veririz: Hakkı şahıslarla bilenler sadece dalâlet bataklığının içine yuvarlanmış şaşkın kimselerdir. Eğer hak yolun yolcusu iseniz önce hakkı bilmeniz gerekir ki, o hakkı temsil edenleri de bilesiniz. Zaten böyle yapmak sizin vazifenizdir. Eğer taklidî bir yoldan in sanların arasında yalan yanlış şöhret bulmuş derecelere bağlı kalırsanız, unutmayınız ki ashâb-ı kirâm ve onların yüksek mer tebesi hiç de sizin zannettiğiniz gibi fıkıh veya kelâma bağlı değildi.
Ümmetin en faziletli ve meşhur şahısları olarak takdim et meye çalıştığınız kişiler, sahabîlerin bütün ümmetten daha fazi letli ve üstün derecelere sahip olduklarını ikrar ediyorlar ve hiç kimsenin dinde ashâb-ı kiramın vardığı zirveye varamayacağına inanıyorlardı.
Ümmet içerisinde hiç kimse, ashâb-ı kirâmın bu yolda hava landırdıkları toz ve dumanı yarıp geçerek onların varmış oldukları yüce makamlara erişemez. Bütün bu hakîkatlarla birlikte ashâbın ileride olmaları ne Kelâm ilmi'ne ve ne de Fıkıh ilmi'ne bağlı olmuştur. Onların yüceliği sadece Âhiret îlmi'ne ve âhiret ilminin yolculuğuna bağlıdır.
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) bütün insanlardan üstün olmasını, çok oruç tutmak, çok namaz kılmak, çok hadîs rivâyet etmek, fetva il mini çok bilmek ve Kelâm İlmi'ne dalmakla kazanmış değildir. O zâtın bu büyük mertebeyi elde etmesine sebep, kalbinde yerleşen sarsılmaz imanıdır. Bunu böyle kabul etmeye mecburuz. Nitekim rasûllerin serdârı ve iki cihanın serveri ve bütün kâinatın önderi Hazret-i Muhammed Mustafa da (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebû Bekir'in üstünlüğüne bu noktada şehadet etmiştir. 87
O halde Hazret-i Ebû Bekir'i bu yüce makama eriştiren sırrı iyice araştır; zira onu bu yüce mertebelere çıkaran sır, paha biçilmez bir mücevher ve değeri bulunmaz bir incidir.
İnsanların çoğunun ittifakıyla açıklanması uzun sürecek olan birtakım sebep ve vesilelere dayanarak büyük sayılanların bü yüklüğünü bir kenara bırakınız; zira Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) rabbine kavuştuğu zaman, binlerce sahabî vardı ve hepsi de Allah'ı bilen âlim kişilerdi. Allah Rasûlu nün diliyle övülmüşlerdi. Halbuki içlerinde kelâmcıların mesleğini bilen hiç kimse yoktu. On küsûru müstesna fetva vermeye kimse heveslenip ileri atılmamıştı. Fetva verenlerden biri olan İbn Ömer'den88 bir fetva sorulduğu zaman, o fetvayı soran kimseye 'Halkın idaresini omuzlarına almış emîrin yanına git.
Bu fetvanın mes'uliyetini onun omuzlarına yükle' derdi. İbn Ömer bu sözüyle, meseleler ve ahkâmlar hakkında fetva vermenin velayet ve saltanat vazifesi olduğuna işaret etmiş olu yordu.
Hazret-i Ömer vefat ettiği zaman İbn Mes'ûd şöyle buyurdu: İlmin onda dokuzu öldü'. 89 Bunun üzerine İbn Mes'ûd'a şöyle soruldu: 'Sahabe-i kirâmın büyükleri hayatta iken, sen bu sözü nasıl söyler sin?' O şöyle cevap verdi: 'Ben fetva ve ahkâm ilmini kastetmedim. Benim gayem Allah'ı bildiren ilimdir'.
İbn Mes'ûd'un 'Onda dokuzu gitti' dediği ilme niçin talip ol muyorsunuz? Neden bu ilmin öğrenilmesine taraftar değilsiniz? Kelâm ve Cedel ilminin kapılarını kapatan bizzat Hazret-i Ömer'di. Sabiğ90 Hazret-i Ömer'e Kur'ân-ı Kerîm'in iki ayetinin arasında tenâkuz olduğuna dair bir sual sorunca, Hazret-i Ömer meşhur kamçısıyla Sabiğ'i döverek huzurundan uzaklaştırdı. Bütün ashâb-ı kirâma da Sabiğ'den uzak durmalarını tembihliyerek, onunla konuşmamalarını istedi.
Âlimlerin meşhurları "fakihler ve kelâmcılardır" şeklindeki ifadenize gelince, biliniz ki, Allah nezdinde insana fazilet kazandıran şey sizin bildiğinizden başka birşeydir.
Nitekim Ebû Bekir Sıddîk'ın şöhreti, halife oluşu sebebiyle ise de, fazileti kalbinde yerleşmiş olan sırdan ileri geliyordu. Hazret-i Ömer'in şöhreti siyasetle; fakat fazileti, kendisiyle birlikte giden ilmin onda dokuzu sayesin deydi. Velayetinde, adaletinde ve halka karşı gayet müşfik dav ranmasında Allah'a yakınlık niyeti olduğu için bütün bu faziletleri elde etmiştir. Bu ise Hazret-i Ömer'in sırrında gizlenmiş bir husustur. Hazret-i Ömer'in diğer zahirî fiillerine gelince; o fiiller, dünya mertebe sine, nâm ve şöhrete tâlib olan herhangi bir kimsede de görülebilir. Şöhret insanı helâk eden âfetlerden birisidir. Fazilet ise, hiç kim senin kavrayamadığı sır mahiyetinde olan işlerdendir. Fakihler ve kelâmcılar, tıpkı halifeler ve kadılar gibidir. Bunlar da kısımlara ayrılmışlardır.
1. Onlardan bir kısmı ilmiyle ve fetvalarıyla Allah'ın rızasını elde etmeye, Hazret-i Peygamberin sünnetini muhafazaya çalışır. Hiçbir zaman ilmiyle gösterişe ve riyaya kaçmaz. Bu niyette olan âlimler, Allah'ın rızasını elde etmeye ehildirler. Onların Allah nezdindeki faziletleri, ilimleriyle amel etmelerinden, Allah'ın cemâl-i ilâhîsini ilimleriyle ve düşünceleriyle istemelerinden ileri gelir. Çünkü her ilim elde edilen bir ameldir. Her amel ise ilim değildir.
Doktor, ilmiyle mânen Allah'a yaklaşmaya ehil ve muktedirdir. Ancak bu takdirde ilimden sevap alır. Çünkü onun vasıtasıyla Allah'ın emrini yapmış ve bu emri yapmakla da yücelmiştir.
Sultan, halk arasına Allah rızasını tahsil etmek için girer. Allah kendisinden razı olur ve büyük sevap kazanır. Onun bu se vabı kazanmasının sebebi, dinî bir vazifeyi yerine getirmiş olması değildir; sadece yapmış olduğu hareketle Allah rızasını kastetmesi kendisine bu sevabı kazandırmıştır.
Allah'a yaklaştırıcı şeyler üç kısma ayrılır:
A. Mücerred ilim. Bu Mükâşefe İlmidir.
B. Mücerred amel. Sultanın âdil davranması ve insanları ilâhî nizamla idare etmesi gibi.
C. İlim ve amelden mürekkeb olan hareket. Buna Âhiret Yolunun ilmi denmektedir. Bu halin sahibi hem âlim ve hem de âmildir.
Kendinize şöyle bir bakın! Acaba kıyâmet gününde ilâhî âlimler hizbinden veya Allah'a amel edenler hizbinden veya her ikisi nin de dahil olduğu hizibden misiniz? Şayet her ikisinin de dahil olduğu hizibden iseniz, her iki grubun meziyetlerinden de pay almış olursunuz. Bu ise mücerred ilmin kör mukallidi olmaktan daha iyidir sizin için. Nitekim şöyle denilmiştir:
'Gördüğünü al, işittiklerini bırak! Güneşin yüzünde seni zuhal yıldızına muhtaç ettirmiyen bir berraklık vardır'.
Bütün bunlara ilâve olarak, ileride geçmiş fakihlerin güzel hallerinden bahsettiğimiz zaman görülecektir ki, onlara uyduğunu söyleyenler onlara zulmetmişlerdir. Kıyâmet günü en büyük hasımları onlar olacaktır. Zira Selefin fakihleri, ilimleriyle ancak Allah'ın cemâline kavuşmayı kastetmişlerdi.
Âhiret âlimlerinden olduklarını halleri ispatlamıştır. Bu gerçek, Âlimlerin Alâmetleri bahsinde açıklığa kavuşturulacaktır. Çünkü Selef yalnız Fıkıh ilmiyle meşgul olup ondan gayri herşeyi terketmiş değildi. Aynı zamanda Kalp İlmiyle meşgul olup kalplerini de murakabe ederlerdi. Fakat kalp ilmi hakkında kitap yazmak ve onu okutmaktan Selefi meneden sebep, ashâb-ı kiramı Fıkıh konusunda kitap yazmak ve okutmaktan meneden sebebin tâ kendisidir.
Sahabe-i kirâmın her biri, fetva ilminde müstakil birer fakih durumunda idiler. Onları bu konuda yazmaktan ve okutmaktan meneden âmiller kesinlikle bilinmektedir. O âmilleri bir kere daha burada zikretmeye lüzum yoktur. Fakat biz, İslâm fakihlerinin durumundan bir nebzecik olsun bahsedelim; edelim ki, bizim sözümüzün onlara değil, kendini Fıkıh ilmi'ne bağlı olarak gösteren ve fakat ahlâk bakımından Fıkıh ilmi'nin ve o ilmin büyüklerinin yolundan ayrılanlara ait olduğu anlaşılsın! Aksi takdirde bizim büyük fakihlere dil uzattığımız vehmi uyanabilir zihinlerde. . .
Fıkıh İlmi'nin kutubları
Fıkıh İlmi'nin kutubları ve bu ilimle halka doğru yolu gösteren mezhep sahipleri şu beş büyük zâttır:
1. İmâm-ı Şâfiî
2. İmâm-ı Mâlik
3. Ahmed b. Hanbel
4. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (Nûman b. Sâbit)
5. İmâm-ı Süfyân es-Sevrî
Allah, bu âlimlerin cümlesinden razı olsun! Bunların her biri âbid, zâhid, âhiret ilimlerini bilen, dünyada halkın maslahatı ile ilgili mevzularda hâkim ve fıkıhta gösterdikleri çalışmalar ile Allah'ın cemâlini görmeyi kasteden kimselerdi.
Yukarıda zikrettiğim hasletler, onların sadece beş hasletini ifade etmektedir. Onların çok daha fazla müsbet hasletleri vardır. Günümüzün fakihlerine gelince; onlar bu beş hasletin ancak birinde onlara tâbi olmuşlardır. Bu haslet de kolları sıvayıp çok mü balâğalı bir şekilde fıkıh ilminin meşgul olduğu sahaya girip, te ferruata ait meselelere dikkatli bir şekilde eğilmeleridir. Halbuki âhirette işe yarayan hasletle, geride kalan dört haslettir. Günümüzün fakihleri tarafından titizlikle yapılan bu haslet ise, hem dünyaya ve hem de âhirete yarayabilir. Şayet bu hasletten sa dece âhiret kastedilmişse, dünya için olan yararı zayıflar. Bizim zamanımızdaki fakihler kollarını sıvayıp yalnızca bu haslete sarılmışlar ve o hasletle mübarek imamların yolunda olduklarını iddia etmişlerdir. Ne var ki meleklerle demirciler arasında bir kıyaslama yapmak mümkün değildir.
Biz şimdilik o mübarek imamların günümüzün fakihleri ta rafından terkedilen hasletlerine delâlet eden durum ve hallerini zikredeceğiz. Fıkıh ilmindeki bilgilerine ise, delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü bu bilgide zirveye çıktıkları zaten herkesin malûmudur.
64) İbn Mâce, (Enes b. Mâlik'ten)
65) İbn Adiyy ve Beyhakî, (Enes'ten) ; Taberânî, (İbn-i Abbâs ve İbn Mes'ûd'dan)
66) Buharî, Müslim, Tirmizî, (İbn Ömer'den)
67) İmâm Gazâlî Şâfiî mezhebinden olması nedeniyle hac ibadetini tehiri mümkün bir farz olarak ifade etmiş ve rükûnlarının bilinmesinde aceleye lüzûm olmadığını söylemiştir. Nitekim Hanefî mezhebinden İmâm
68) Beyhakî, Şuah'il-Îman; Bezzâr ve Taberânî, (Enes'ten)
69) Buharî, Müslim, (Hazret-i Ebû Bekir'den)
70) İbn Merduveyh (Abdullah b. Ömer'den) ; İbn Hıbbân, Dârekutnî, Hâkim ve Beyhakî, (İbn Mes'ûd'dan) ; Buharî, (Berâ b. Âzib'den)
71) İbn Mâce (Amr b. Şuayb'dan)
72) Müslim, (Usâme b. Zeyd'den)
73) Buharî, Müslim, (Ebû Hüreyre ve Amr b. Ömer'den)
74) Ebû Yusufun künyesi Yakub b. İbrahim'dir. Ebû Hanîfe'nin talebesidir. el-Hâdî ile Harun Reşid zamanında Bağdad kadılığı yapmıştır. Hicretin 114. yılında doğmuş, 183. yılında Bağdad'da vefat etmiştir.
75) Tirmizî, Nesâî ve İbn Hıbbân, (Hasan b. Ali'den)
76) Beyhakî, Şuab'il-Îman, (İbn Mes'ûd'dan )
77) Tirmizî, İbn Mâce ve Hâkim
78) Bu zat Mâbed el-Ezdî'nin oğludur. Sahabe'nin önde gelenlerindendir. Hicterin yılında doğmuş, Rikka'da vefat etmiştir,
79) Ahmed b. Hanbel, Müsned
80) Ebû Âbdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Erbain, (Ebû Hüreyre'den) ; bkz. Tergib ve Terhib, Bab'ul-ilim
81) Şeyban-ı Râî, salâh ve takvâ ile şöhret bulan âriflerden biridir.
82) Yahya h. Main hicretin 158. yılında doğmuş ve 233. yılında Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir.
83) Taberânî, (İbn-i Abbâs'dan)
84) Cüneyd-i Bağdadî'nin künyesi Muhammed b. Cüneyd Nihavendî'dir. Mutasavvıfların ileri gelenlerindendir. Hicretin 298. yılında vefat etmiştir.
85) Künyesi İbn Muğalles b. Hasan'dır. Cüneyd-i Bağdâdî'nin dayısı ve şeyhidir. Mâruf-u Kerhî'nin talebesidir. Hicretin 257. yılında vefat etmiştir.
86) Künyesi Ebû Abdullah el-Hâris b. Esed'dir. Nefsini çokça hesaba çektiğinden dolayı kendisine el-Muhasibi lâkabını takmışlardır. Hicretin 243. yılında vefat etmiştir.
87) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir
88) İbn Ömer sahabe-i kirâm'ın asrında fetva veren büyüklerden birisiydi. Hazret-i Ömer'in oğludur. Hicretin 74. yılında vefat etmiştir.
89) Ebû Heyseme, Kitab'ul-ilim, (İbrahim b. Abdullah'tan) .
90) Sabiğ'in babası ısıl'dır. Temim kabilesindendir. İbn Hasin'e göre Sabiğ b. Şerik diye adlandırılmıştır. Cemel hâdisesinde hazır bulunmuştur. Sık sık Kur'ân'ın müteşabih ayetlerinden halka bahsetmekle, halka bunların mânâsını sormakla ve bu suretle halkı şüpheye düşürmekle şöhret bulmuştu. Hazret-i Ömer, Basra valisine bir emirnâme yazıp, Sabiğ'in bu şehre sokulmamasını istemişti.
İmâm-ı Şâfiî
Âbid olduğunu ifade eden delil şudur: Kendisi geceyi üçe tak sim eder, birinci bölümünü ilme, ikinci bölümünü ibadete, üçüncü bölümünü de uyku ve istirahate ayırırdı.
Rebî91 şöyle demiştir: İmâm-ı Şâfiî Ramazan ayında kıldığı namazlarda Kur'ân'ı Kerîm'i altmış kere hatmederdi'.
İmâm-ı Şâfiî'nin talebelerinden olan Ebû Yakub Yûsuf b. Yahya el-Buveytî92 de hocasına uyarak Ramazan ajanda hergün bir hatim indirirdi.
Hasan el-Kerabisî93 şöyle demiştir: 'Çok zaman İmâm-ı Şâfiî ile geceleyip gördüm ki, İmâm-ı Şâfiî gecenin üçte birinde namaz kılmakla meşgul olurdu. Bütün bu namazlarda, elli ayetten az okuduğuna asla rastlamadım. En fazla okuduğu da yüz ayeti geçmezdi. Rahmetten bahseden ayetleri okuduğu zaman kendisi ve bütün müslümanlar için Allah'ın rahmetini talep eder, azaptan haber veren bir ayeti okuduğu zaman mutlaka azabından Allah'a sığınırdı; kendisi ve bütün müslümanlar için azaptan emin olmayı Allah'tan dilerdi. Sanki onda ümit ve korku birbirlerine yakın iki komşu gibiydi'.
İmâm-ı Şâfiî'nin bu uzun namazlarında sadece Kur'ân'ın elli ayeti gibi az bir miktarını okumakla Kur'ân'ın esrarına vakıf ol makta ne derece ileri gittiğini ve Kur'ân'a ne kadar derinlemesine daldığını bir görünüz!
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Onaltı seneden beri hiçbir zaman doya doya yemek yemiş değilim. Zira tam bir şekilde doymak be deni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, zekâyı dumura uğratır, uykuyu celbeder ve sahibini ibadet yapmaktan alıkoyar. . . '
İmâm-ı Şâfiî'nin tıka basa yemek yemenin âfetlerinden nasıl çekindiğine bakarak, birtakım hikmetleri anlamaya çalışınız! O, iba detler için doya doya yemek yemediğim söylüyor. Çünkü ibadetin başı, az yemekle yetinmektir.
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Gerek doğru ve gerek yalan, hiç bir şekilde ve hiçbir zaman bütün hayatım boyunca Allah'ın is miyle yemin etmedim'.
Allah'ı ulu ve büyük görmesinin ve O'na eğilmesinin derece sine bakınız! İmâm-ı Şâfiî'nin bu hâli, onun Allah'ın celâli hakkındaki derin ilminin en büyük delilidir.
İmâm-ı Şâfiî'ye bir mesele soruldu. Sükût ederek bu suale cevap vermedi. Orada hazır bulunanlardan biri kendisine 'Allah senden razı olsun, neden cevap vermedin?' deyince şöyle buyurdu: 'Acaba fazilet bu suale cevap vermekte midir, yoksa vermemekte mi? İşte bunu düşünebilmek için bekledim'.
Fakihlere en çok musallat olan illetlerden biri olan dilini, nasıl zapt u rapt altına aldığına bakınız! İşte İmâm-ı Şâfiî dilini kontrol ettiğini bu hâdisede göstermiş oluyor. Aynı zamanda bu hâdise İmâm-ı Şâfiî'nin sadece Allah nezdindeki sevaba nail olmak için konuşup, sustuğunu göstermektedir.
Ahmed b. Yahya b. Vezir94 şöyle anlatır: İmâm-ı Şâfiî birgün kandiller çarşısından çıktı, bizler de onun arkasından gidiyorduk. Baktık ki bir adam ilim ehlinden olan birinin gıybetinde bulunu yor. Bunu duyan İmâm-ı Şâfiî bizlere dönerek şöyle dedi: 'Dillerinizi gıybetten ve ihanetten koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da tıkamak suretiyle bunları işitmekten koruyun; zira dinleyen söyleyene ortak olur. Ahmak kimse kendi içindeki kötü şeyleri sizin gönüllerinize boşaltmak ister. Bu kimsenin sözlerini dinleyenler günahkâr olur, reddedenler ise saadete ererler'.
İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: "Bir hakîm başka bir hakîme yazdığı mektupta 'Allah sana bir ilim vermiş. Bu ilmi günahların çirkefiyle kirletme ki ehl-i ilinin, ilimlerinin nûru ile yürüdükleri o gün (kıyâmet günü) zulmette kalmış olmayasın' diye yazmıştır".
İmâm-ı Şâfiî'nin zühdüne gelince, o şöyle demiştir: 'Dünya ile Allah sevgisini bir kalpte barındırdığını söyleyen kimse yalan söy lemiş demektir'.
Humeydî95 şöyle anlatır: İmâm-ı Şâfiî bir ara bazı idarecilerle Yemen'e gitti. Oradan da Mekke'ye geldi. O anda elinde onbin dirhem para vardı. Mekke dışında kendisine bir çadır kuruldu. Halk onu grup grup ziyaret etmeye geliyordu. O da gelen fakirlere para dağıtıyordu. O kadar ki, o çevredeki fakirlere vermekten elinde bir kuruş bile kalmamış ve oradan meteliksiz ayrılıp gitmişti.
Bir gün İmâm-ı Şâfiî hamamdan çıkarken, hamamcıya birçok mal vererek ayrıldı. Elindeki kamçı bir ara yere düştü. Biri yere eğilip kamçıyı alarak kendisine verdi. İmâm-ı Şâfiî derhal o adama elli dinar para verdi.
İmâm-ı Şâfiî'nin cömertliği burada anlatılanlardan çok daha iyi bilinmektedir. Zaten zühdün başı cömertliktir. Kişi neyi seviyorsa onu elinden kaçırmamaya bakar, Dünya malını ancak dünyaya ehemmiyet vermeyen kişiler dağıtır. Bu hal zühdün kemâl hâlidir.
İmâm-ı Şâfiî'nin zühdünün ne kadar ileri olduğuna, Allah'tan ne kadar çok korktuğuna ve himmetini daima âhirete yönelttiğine delil olmak bakımından şu hikâye yeter de artar bile!
Süfyân b. Uyeyne96 Rekâik'den aldığı bir hadîsi kendisine ri vayet etti. İmâm, hadîsi duyar duymaz kendinden geçti. Süfyân'a 'İmâm öldü' dendiği zaman Süfyân şöyle buyurdu: 'Eğer Şâfiî bayılmış değil de ölmüş ise, zamanının en faziletli kişisi ölmüş demektir'.
Abdullah b. Muhammed el-Belevî şöyle anlatır: "Ben ve Ömer b. Nebâte oturuyorduk. Aramızda âbidlerden ve zâhidlerden bahsedi yorduk. Bu konuşma sırasında Ömer bana şunları söyledi: 'Muhammed b. İdris Şâfiî'den daha müttaki, daha beliğ, daha fasih bir kimseyi görmedim'. Ben, Ömer ve Haris b. Lebid, birlikte Safa tepesine çıktık. (Hâris b. Lebid, Salih el-Murrâ'nm97 talebe siydi ve çok güzel bir sesi vardı) .
Hâris burada Kur'ân'ı Kerim'den şu ayetleri okudu: 'Bugün dilleri tutulacak gündür. (İnkârcılara) izin verilmez ki özür dilesinler' (Mürselât/35-36) Orada bulunan ve ayeti dinleyen Şâfiî'nin benzi sarardı, âdeta tüyleri diken diken oldu. Sonra onun tir tir titreyerek yere serildiğini gördüm. Gözünü açtığı zaman Allahü teâlâ'ya şöyle niyazda bulundu.
Ey yüceler yücesi Allahım! Yalancılardan olmaktan ve ga fillerin yüzçevirmelerinden sana ve rahmetine sığınırım! Allahım! Ariflerin kalbi sana eğilmiş, müştekilerin boynu senin rahmetinin önünde bükülmüştür. İlâhi! Cömertliği bana hibe eyle ve beni örtünle setreyle. Mübarek yüzünün keremiyle kusurumu affet!
Abdullah diyor ki: Bu durumdan sonra İmâm-ı Şâfiî yürüdü ve biz de arkasından geri döndük. Ben Bağdad'a geldiğim zaman İmâm-ı Şâfiî de Irak'ta bulunuyordu. Dicle'nin kenarında abdest alıyordum. Birisi yanımdan geçerken bana seslendi: 'Ey genç! Abdestini güzel al ki, Allah sana dünyada ve âhirette güzellik ih san etsin'. Başımı çevirip baktığım zaman yanında topluluk bulunan bir zat gördüm. Abdestimi çabucak alarak derhal bu zâtı takip etmeye koyuldum. Bir ara bana dönerek şöyle buyurdu: 'Bir ihti yacın mı var?' Ben 'Evet, Allah'ın sana öğrettiklerinden sen de bana öğret!' dedim. O 'Bilmiş ol ki Allah'a sadakatle kulluk yapanlar kurtulur. Allah'ın dinine şefkat gösteren felâketten selâmet bu lur. Dünyada zâhid olanın gözleri yarın kıyâmet gününde karşılaştığı sevaptan dolayı nürlanır. Daha fazlasını söyleyeyim mi?' Ben 'evet' dedim. O da şöyle dedi: 'Kimde üç haslet varsa o imanını kemâle erdirmiştir, mârufu emr ve tatbik eden, münkeri yasaklayıp sakınan, Allah'ın hududlarını gözetip aşmayan. Daha fazlasını ister misin?' Ben 'evet isterim' dedim. O da şöyle dedi: 'Dünyaya sırt çevir, âhirete yöııel! Bütün işlerinde Allah'a doğruluk göster ki kurtulanlarla birlikte kurtulmuş olasın'. İşte bütün bunları söyleyerek uzaklaşıp gitti. O gittikten sonra kim olduğunu sordum. Bana onun İmâm-ı Şâfiî olduğunu söylediler".
İmâm-ı Şâfiî'nin Kur'ân karşısında nasıl bayıldığını ve ayıldıktan sonra neler söylediğini dikkatlice düşünecek olursanız, bütün bu haller İmâm-ı Şâfiî'nin ne kadar zâhid bir kimse olduğunu size anlatmaya, yeter. Çünkü bütün bu haller onun Allah'tan ne kadar çok korktuğunun apaçık birer delilidir. Böyle bir korku ve zühd ancak Allahü teâlâ'yı çok iyi tanıyanlara ve rilmiştir. Nitekim Allahü teâlâ Fâtır sûresinin 28. ayetinde bu hak îkate şu şekilde işaret buyurmaktadır: 'Allah'tan kulları içinde ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar'.
İmâm-ı Şâfiî bu takvâyı ve zühdü selem, icare ve diğer fıkhî ba hislerden elde etmemiştir. O takvâsını ancak Kur'ân ve Sünnet'ten çıkarmış, âhiret ilimlerinden almıştır. Çünkü geçmişlerin ve gele ceklerin ilmi Kur'ân'ı Kerim ile Sünnete dayanmaktadır.
İmâm-ı Şâfiî'nin kalbin sırlarını ve âhiret ilimlerini bilen bir âlim olduğuna dair delil ise, kendisinden rivâyet edilen hükümlerden anlaşılmaktadır:
Rivâyet edildiğine göre, İmâm-ı Şâfiî'ye riya hakkında sual sor dukları zaman hiç düşünmeksizin riyayı şöyle tarif etmiştir: 'Riya bir fitnedir. Bu fitneyi heva ve heves meydana getirmiş ve âlimlerin kalp gözlerini tıkayarak görmelerine mâni olmuştur. Âlimler ne fislerinin arzusuna uyarak bu perdeye bakmışlar ve bütün amelle
Yine İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurur: 'Amelini kibir ve gururun ze deleyeceğini hissedip korktuğun zaman, kimi razı etmek istediğine dikkat et! Hangi sevabı istediğini keşfetmeye çalış. Hangi cezadan korktuğunu araştır. Neden dolayı şükrettiğini anlamaya çalış. Hangi belâdan dolayı hatırlamış olduğunu tahkik et. Sen bu hasletlerden biri hakkında bile düşündüğünde amellerin gözünde küçülür'.
İmâm-ı Şâfiî'nin riyanın hakikatlerini nasıl belirtmiş olduğunu ve ayrıca riya kadar tehlikeli olan kibir ve gururun ilacını nasıl gösterdiğini düşün de, onun bu sahadaki büyük ilmini takdir et!
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Nefsini günahlardan korumayana ilim bir fayda sağlamaz'.
Yine İmâm-ı Şâfiî şöyle buyuruyor: 'İlmiyle Allah'a itâat eden, ibadetinin mânevî zevkine erer'.
Yine kendileri şöyle demiştir: 'Bu yeryüzünde dostu veya düşmanı olmayan hiç kimse yoktur. Madem ki durum böyledir sen, kendini Allah'ın ibadetine adayanlarla birlikte ol!'
Abdülkâhir b. Abdülâziz salihlerdendi ve çok muttaki bir kim seydi. İşte bu muttaki zat takvâ hakkında İmâm-ı Şâfiî'ye birçok sual sorardı. İmâm da bu zâtın suallerine takvasından dolayı usanmadan cevap verirdi. Bu zat günün birinde İmâm-ı Şâfiî'ye şu suali sordu: 'Sabır mı, mihnet mi yoksa temkin mi daha üstün dür?'
İmâm ise şöyle cevap verdi: Temkin peygamberlerin derecesidir. Temkin derecesine ancak Mihnet'ten sonra varılır. O hale eren kimse imtihana çekildiği zamanlarda sabreder. Sabrettiği zamanlarda ise temkine varmış olur. Ey Abdülkâhir! Görmez mi sin? Allahü teâlâ, kulu ve rasûlü İbrahim'i (aleyhisselâm) önce denedi. Sonra da temkin mertebesine ulaştırdı. Hazret-i Mûsa'yı da önce imtihan etti, sonra temkin derecesine vardırdı. Hazret-i Eyyûb'u da önce imtihandan geçirdi, sonra temkin'e vardırdı. Yine Hazret-i Süleymân'ı da imtihan ettikten sonra temkin derecesine vardırdı ve kendisine mülk ihsan eyledi. Demek oluyor ki temkin derecelerin en üstünü ve en efdalidir. 'İşte Yusufu böylece Mısır'a (temkin edip) yerleştirdik!' (Yûsuf/21) . Hazret-i Eyyûb büyük imtihandan sonra temkin mertebe sine vardi. Allahü teâlâ Hazret-i Eyyûb'un başından geçen bu imtihan ve temkini Kur'ân-ı Kerîm'de aynen şöyle ifade buyurmaktadır: 'Bizde duasını kabul edip hemen kendisindeki hastalığı giderdik. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir katını daha ver dik'. (Enbiya/84)
İmâm-ı Şâfiî'nin verdiği bu cevap, Kur'ân'ın sırlarını ve Allah'a yönelen enbiya ve evliyanın derecelerini ne denli bildiğini göstermektedir. Bu ise âhiret ilimlerini bilmenin bir sonucudur.
İmâm-ı Şâfiî'ye 'Bir kişi ne zaman âlim olur?' diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'İlmini derinleştirip, diğer âlimleri tedkik ettiğinde hangisinin bilip, hangisinin bilmediğini anladığında. . . '
Hekîm Calinos'a 'Sen bir hastalık için niçin birçok ilaçtan mürekkeb bir tedavi usûlü tavsiye ediyorsun' diye sorulunca, o bu sözü söyleyenlere şöyle cevap vermiştir: 'Gayeye bir ilaç da vardırır. Ancak o bir ilaca birçok ilacın eklenmesi hastanın hiddetini dindirmeye yarar. Zira teklik öldürücüdür'.
İmâm-ı Şâfiî'nin bu ve buna benzer daha nice sözleri, onun ma rifetullah' ta ve Âhiret İlmi'nde ne denli yüksek mertebelere çıkmış olduğunu göstermektedir.
İmâm-ı Şâfiî'nin Fıkıh'tan ve fıkhî konulardaki münazaralardan sadece Allah'ın rızasını kastettiğine bir delil gösterelim.
Kendisi şöyle buyurmuştur: İsterdim ki herkes bu ilimden (fıkıh ilminden) menfaat görsün de bana bu menfaatin zerresi dahi isabet etmesin; hiçbir şeyi bana nisbet edilmesin'.
Dikkat edilecek olursa, İmâm-ı Şâfiî'nin ilimden doğacak olan âfeti ve ilmi şöhret elde etmek için istemenin felâketini nasıl idrâk etmiş olduğu, ilmi sadece Allah için istediği, ilimden gelecek olan şöhrete ise hiç iltifat etmeyip, kalbini benliğin her çeşidinden arındırdığı açıkça görülecektir.
İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Kimle konuştuysam ilmî mü nazarada muvaffak olmasını, doğru yolda gitmesini ve Allah'tan yardım görmesini, Allah'ın muhafazası altında olmasını niyaz et tim. Kimle ilmî bir münazara yapmış isem, Allahü teâlâ'nın onun diliyle mi, yoksa benim dilimle mi hakkı açığa çıkaracağını bir an bile kendime mesele edinmedim'.
Yine şöyle buyurmuşlardır: 'Hak ve hakikatı hangi âlime söy lemişsem ve o söylediğim kimse de hakkı kabul etmişse, mutlaka onu büyük saydım ve onun sevgisinin bana gerekli olduğuna inandım. Benimle hak ve hakîkat konusunda haksız yere tartışarak hakkı kabul etmeyen kimseler ise gözümden düşmüş; hakkı kabul etmedikleri için kalbimde onlara karşı en küçük bir sevgi kalmamıştır'. Bütün bunlar İmâm-ı Şâfiî'nin Fıkıh'ta ve fıkhî münazaralarda dahi sadece Allah'ın rızasını aradığının açık bi rer delilidir.
Dikkat edecek olursanız, İmâm-ı Şâfiî'den sonra gelen ve sözde onun yolunda olduklarını iddia edenler, yukarıda bahsi geçen beş hasletten ancak birinde ona tâbi olmuşlardır. Hatta sonradan o bir haslette bile kendisine muhalefet etmişlerdir.
İşte Ebû Sevr98 'Ben Şâfiî gibi ne bir kimseyi gördüm ve ne de başkaları onun gibisini bir daha göreceklerdir' sözünü bu sırra bi naen söylemiştir.
Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: 'Kırk seneden beri her kıldığım namazda Şâfiî'ye dua ediyorum'.
Dua edenin kadirşinaslığına, insafına ve dua edilenin de yük sek derecesine dikkat ediniz! Onunla günümüzdeki âlimleri, fa kihleri bir kıyas edin ve bu devirdeki âlimlerin aralarındaki buğz ve nefreti bir düşünün ki, bunların 'Biz Şâfiî gibilerin yoluna uy maktayız' sözlerinin ne kadar samimiyetsiz olduğunu anlayabile siniz.
Ahmed b. Hanbel, İmâm-ı Şâfiî'yi dualarında çokça andığı için oğlu kendisine 'Şâfiî nasıl bir kimse idi ki sen ona bu kadar dua ediyorsun?7 diye sorunca, Ahmed b. Hanbel oğluna şu cevabı verir: 'Ey oğlum! İmâm-ı Şâfiî dünya için bir güneş ve insanlar için de bir âfiyet kaynağı gibiydi'.
Tüm bu rivâyetler sizlere günümüzdeki âlimlerin İmâm-ı Şâfiî ile Ahmed b. Hanbel'in halefi olup olmadığını göstermektedir.
Yine İmâm Hanbel 'Eline kalem alan herkesin üzerinde mut laka İmâm-ı Şâfiî'nin hakkı vardır' demiştir.
Yahya b. Said el-Kattan" şöyle der: 'Kırk seneden beri her kıldığım namazda mutlaka İmâm-ı Şâfiî'ye dua ederim; zira Allahü teâlâ ona ilim kapısını açmış ve onu fıkıh ilminde başarılı kılmıştır'. İmâm-ı Şâfiî hakkında naklettiğimiz bu rivâyetlerle yeti nelim; zira ona ait hasletler saymakla ve yazmakla bitmez. Burada naklettiğimiz menkıbeleri
Şeyh Nâsir b. İbrâhim el-Makdisî nin100 İmâm-ı Şâfiî hakkında telif ettiği Menakıb adlı eserinden almış bulunmaktayız.
Allahü teâlâ, İmâm-ı Şâfiî den ve bütün müslümanlardan razı olsun!
91) Künyesi Rebî b. Süleyman b. Abdülcebbar b. Kâmil el-Muradi'dir, Hicretin 174. yılında doğmuş ve 204'de Şevval ayının 21. gecesinde vefat etmiştir.
92) Buveytî, Mısır'ın Buveyt köyündendir. Âlim, âbid ve zâhid bir kimseydi.
93) Ebû Ali Hasan b. Ali b. Yezid el-Kerabisî büyük bir imamdır. Önceleri Ebû Hanîfe'den ders almış sonra İmâm-ı Şafii den ders alarak ona tâbi olmuştur. Hicretin 245. yılında vefat etmiştir.
94) Künyesi Ahmed b. Yahya b. Vezir b. Süleyman b. Muhacir el-Mısrî'dir. Hicretin 171. yılında doğmuş, 251'de ve Şevval ayının altısında vefat etmiştir.
95) künyesi Ebû bekr Abdullah, b. zübeyr b. İsâ'dır. Küreydin Esed kabile sindendir. Mekke'de hicretin 219. yılında vefat etmiştir.
96) Künyesi Ebû Muhammed'dir. Hicretin 198. yılında ve Receb ayında vefat, etmiştir.
97) Künyesi Salih b. Beşir b. Vadi' b. Ebîl-Ek'as'dır. Hicretin 188. yılında vefat etmiştir.
98) künyesi Ebû Seyr İbrahim b. Halid b. Yamandır. Hicretin 240. yılında vefat etmiştir.
İmâm-ı Mâlik
İmâm-ı Mâlik'e gelince, o da İmâm-ı Şâfiî gibi bahsettiğimiz beş haslet ile donatılmıştı.
Kendisine 'Ey İmâm! İlim talebi hakkında ne dersin?' diye sorulduğunda, İmâm-ı Mâlik şu cevabı vermiştir: 'Güzeldir, fakat sa bahtan akşama kadar sana ilimden ne gerekiyorsa, sen o kadarına sarıl!'
İmâm-ı Mâlik, din ilminin tâzim edilmesi hakkında ifrat dene cek şekilde hareket ederdi. O kadar ki, bir hadîsi rivâyet etmek is tediği zaman önce abdest alır, sonra o meclisin en yüksek yerinde oturur, sakalını tarar, kokular sürer, heybetli bir vaziyet aldıktan sonra kelimelerin üzerine basa basa Allah Rasûlü'nün sözlerini rivâyet ederdi. Bu hali kendisine sorulduğunda 'Allah'ın Rasûlü'nün mübarek sözlerine tâzim etmeyi sevdiğim için böyle davranıyorum' cevabını vermiştir.
İmâm-ı Mâlik şöyle demiştir: 'İlim nûrdur. Allah o nûru di lediği yere bırakır. Bu nur ise çokça rivâyette bulunmaya bağlı değildir'.
İmâm-ı Mâlik'in ilme gösterdiği bu ihtiram ve tâzim, Allah'ın celâlini bütün dehşetiyle bilmesinden kaynaklanmaktadır.
İmâm-ı Mâlik'in, ilmiyle sadece Allah'ın rızasını aradığını bize bildiren en müşahhas delil, 'Din hususunda cedel, insana hiçbir şey kazandırmaz' sözüdür.
İmâm Malik'in bu yönüne, talebesi İmâm-ı Şâfiî'nin şu sözleri de delâlet etmektedir: 'Benim de hazır bulunduğum bir mecliste İmâm-ı Mâlik'e kırksekiz sual soruldu. İkisi hariç hepsine La Edri (Bilmiyorum) cevabını verdi'.
İlmiyle Allah'ın rızasını aramayan kimseler, kolay kolay 'Bilmiyorum' diyemezler; zira böyle söylemeyi gururlarına yedi remezler.
İşte bu sırrı anlatmak için İmâm-ı Şâfiî "Âlimler arasında, İmâm-ı Mâlik delici bir yıldız gibiydi. Benim için ilim hususunda İmâm-ı Mâlik'ten daha emin biri yoktur bu dünyada. (Başka bir ri vayete göre; 'Benim İmâm-ı Mâlik'ten daha çok minnet duyduğum bir âlim yoktur') " demiştir.
Rivâyet edildiğine göre Halife Ebû Cafer El-Mansur,101 'Karışım boşanmaya zorlayan kişinin karısı boşanmaz' hadîsini İmâm-ı Mâlik'in rivâyet etmesine zorla mâni olmuştur.
İmâm-ı Mâlik'in bu hadîs hakkında ne düşündüğünü anlamak için adamlarından birini gizlice göndererek bu konuda İmâm-ı Mâlik'e sual sordurmuştu. İmâm-ı Mâlik ise halkın huzurunda sual soran kişiye 'Karışım zorla boşayan bir kimsenin talâkı düşmemiştir' diye cevap verdi. Bunun üzerine devrin sultanı olan Ebû Cafer, İmâm-ı Mâlik'i kırbaçlatmıştı. Fakat o bütün bu işkencelere rağmen, o hadîsi nakletmekten bir an bile geri dur mamıştı.
İmâm-ı Mâlik şöyle buyurmuştur: 'Kişi konuşmalarında, doğru ise Allahü teâlâ onun aklını korur. Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın aklına bir eksiklik gelmez'.
İmâm-ı Mâlik'in dünya hakkındaki zühdüne gelince; o, zühdün zirvesine çıkmıştı.
Nitekim bunu şu rivâyet açıkça ispatlamak tadır:
Emîr'ul-Mü'minîn eî-Mehdî 102 İmara Mâlik'e şöyle sorar: 'Evin var mı?' İmâm-ı Mâlik 'Hayır evim yok. Fakat size ev mesele siyle ilgili bir hadîs nakledeyim; 'Ben Rabia b. Ebi Abdurrahman'dan dinledim, şöyle demişti: 'Kişinin nesebi onun evidir'. 103
Hârun Reşid. İmâm-ı Mâlik'e şöyle sorar: 'Evin var mı?' İmâm-ı Mâlik 'Hayır yok' der. Bu cevabı alan Hârun Reşid, İmâm-ı Mâlik 'e üç bin dinar vererek 'Bununla kendine bir ev al der.
İmâm-ı Mâlik, Harun Reşid'den parayı alır, fakat parayı ev almak için sarfetmez. Harun Reşid Bağdad'a dönmek istediğinde İmâm-ı Mâlike kendi siyle birlikte Bağdad'a gelmesini söyler: Ben herkesi senin Muvatta adlı kitabına tâbi kılmak istiyorum. Tıpkı Hazret-i Osman'ın herkesi istinsah ettirdiği mushaflara zorlaması gibi. . . '
Bu söz üzerine İmâm-ı Mâlik, Harun Reşid'e hitaben şöyle der: 'Herkesi benim Muvatta adlı kitabıma zorlamak imkânsız bir iştir. Çünkü Hazret-i Peygamberin ashâbı onun ölümünden sonra dünyanın dört bir bucağına yayıldılar. Hazret-i Peygamberin hadîslerim gittikleri diyarlara yaydılar. Bu nedenle her belde halkında ayrı ayrı ilim vardır. Hazret-i Peygamber 'Ümmetimin ihtilâfından rahmet doğar'104 buyurmuştur. Seninle birlikte hükümet merkezine gelmeme de imkân yoktur.
Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
'Eğer bilseler, Medineli Münevvere onlar için daha hayırlıdır'. 105
'Demircilerin körüğünün, demirin pasını temizlediği gibi, Medine i Münevvere de (günahkâr kulları) günahlarından öylece temizler'. 106 Buyurun, şunlar bana vermiş bulunduğunuz dinarlarınız! Bana verdiğiniz bu şeyleri ister geri alın, ister bırakın'.
İmâm-ı Mâlik bu sözleriyle Hârun Reşid'e şunları anlatmak is tiyordu: 'Bana yaptığın iyiliğin karşılığı olarak beni Medine'den ayırmak istiyorsun. Bana bütün dünyayı verseniz Hazret-i Peygamberin şehri olan Medine'den ayrılmam'.
İşte İmâm-ı Mâlikin dünyaya karşı zühdü bu derecedeydi. İlmi ve talebeleri, dünyanın her tarafına yayıldığı sıralarda dünyanın her tarafından kendisine bolca para akmaktaydı. Fakat o kendisine gelen bütün paraları Allah yolunda sarfederdi. Onun cömertliği, dünyayı az sevdiğine ve zühdüne delâlet eder. Zâhidlik sadece malı sarfetmekten ibaret değildir. Zâhidlik, aynı zamanda kalbi mal sevgisinden uzak tutmaktır. Nitekim peygamberlerin en zengini olan Hazret-i Süleymân, mülk ve serveti hususunda çok zâhid bir kişi idi.
İmâm-ı Mâlik'in dünyayı hakir gördüğünün delili olarak İmâm-ı Şâfiî'den gelen şu rivâyet yeterlidir: "İmâm-ı Mâlik'in kapısında Horasan diyarının küheylan atlarından ve Mısır'ın meşhur katırlarından öylelerini gördüm ki, onlardan daha güzelini hiçbir yerde görmemiştim. Bunları gördüğümde hocam İmâm-ı Mâlik'e 'Bunlar ne güzel şeyler' dedim. O bu sözümü işittiği zaman şöyle dedi: 'Ey Ebû Abdullah,! Onlar benden sana hediye olsun'. Ben de ona 'Bari binmeniz için kendinize birini bırakın' dedim. O 'Allah'ın Rasûlü'nün gömülü bulunduğu bir toprakta binekli ola rak dolaşmaya utanırım' dedi".
İmâm-ı Mâlik'in cömertliğine bakınız ki; elindeki servetin ta mamını birden hediye edebilmektedir. Üstelik Medine-i Münevverinin topraklarında binekli olarak dolaşmayı hürmetsiz lik kabul ettiği için o topraklara hayvan ayağıyla basmak istemiyor.
Onun sadece Allah'ın rızası için ilim talep ettiğini ve dünyayı bir hiç mesabesinde gördüğünü ispatlayan delillerden biri de şudur:İmâm Malikin şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Harun Reşid'in huzuruna girdim. Bana 'Ey Ebû Abdullah! Bize sık sık gelmen gerekir; zira çocuklarımın senden Muvatta'yı dinlemesini istiyorum' deyince, ona şöyle cevap verdim: Allahü teâlâ Emîr'ul Mü'minîn'i aziz etsin. Bu ilim siz ehl-i beyt'ten gelmiştir. Eğer siz bu ilme hürmet gösterirseniz, bu ilim hürmet görür. Bu nedenle ilmin ayağına gidilmesi gerekir, ilim insanın ayağına gelmez'. Benim bu sözümü dinleyen Emîr'ul-Mü'minîn 'Doğru söylüyor sun yâ Mâlik!' diye mukabele etti. Sonra çocuklarına dönerek 'Mescide giderek halkla beraber İmâm-ı Mâlik'in derslerini dinleyin' diye emir verdi".
99) Künyesi Ebû Said'dir. Hadîs hafızıdır. Hicretin 158. yılında doğmuş ve 98) yılında vefat etmiştir.
100) Bu zat birçok İslâm beldesini gezerek âlimlerden ders almıştır. Zahidlikte, kitap yazmada ve selefe uymada emsalsizdi. Sayısız kitap telif etmiştir hicretin 506. senesinde Şam'da vefat etmiştir.
101) künyesi Ebû cafer abdullah b. Ah b. Abdullah b. Abbas'dır. Hazret-i Abbas'ın neslinden gelen Abbasî halifelerinin ikincisidir.
102) Künyesi el-Mehdi Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Abdullah b. Abbas tır. Abbasî halifelerinin üçüncüsüdür.
103) Bu bir hadis değil, İmâm-ı Mâlik'in ismini verdiği Rabia'nın sözüdür, Bu söze mecaz yoluyla hadîs denmiştir. Bu sözün sahibi olan Rabia, Medine'nin meşhur âlimlerindcndir. Hicretin 130. yılında el-Enbarda vefat etmiştir.
104) Beyhaki, el-Eş'arıyye ve ayrıca bkz. el-medhal (İbn-i Abbâs'dan)
105) ibn ebi Hatim, el-cerh ve ta'dil, (İmâm-ı Mâlik'den)
106) İbn Esir ve İmâm-ı Mâlik, (Ebû Hüreyre'den) ; Buharî, Müslim ve Nesâî
İmâm Ebû Hanîfe
İmâm Ebû Hanîfe âbid, zâhid, Allah'ı bilen, Allah'tan korkan ve ilmiyle sadece Allah'ın rızasını murad eden bir zât idi.
Onun büyük bir âbid olduğu şu menkıbesinden açıkça anlaşılmaktadır:
İbn-i Mübârek107 şöyle der 'Ebû Hanîfe büyük bir mürüvvete sahip ve çokça ibadet eden bir zât idi'.
Hammad b. Ebi Süleyman108 Ebû Hanîfe'nin (ömrünün son günlerinde) bütün geceyi ibadetle geçirdiğini rivâyet etmiştir.
İmâm-ı A'zam, hayatının ilk devrelerinde gecelerinin yarısını ibadetle ihya ederdi. Bir gün yoldan geçerken bir adam kendisini yanındakilere göstererek şöyle söyledi: İşte bu zat bütün geceyi ibadetle ihya eden bir kimsedir'. Bu sözü duyan İmâm-ı A'zam o günden itibaren kendisi hakkında bu bilgiyi taşıyan adamı yalancı çıkarmamak için bütün gecelerini ibadetle ihya etmeye başladı ve 'Ben halkın beni bende olmayan vasıflarla övmesinden dolayı Allahü teâlâ'dan utanırım' dedi.
Rebî b. Asım109 şöyle anlatır: 'Yezid b. Ömer b. Hubeyre, beni Ebû Hanîfe yi onun huzuruna getirmem için gönderdi. Vezir, Ebû Hanîfe ye Beytülmal nâzırı (Mâliye Vekili) olması için teklifte bu lundu. Ebû Hanîfe vezirin bu teklifini reddetti. Teklifini reddettiği için vezir ona yirmi değnek vurarak cezalandırdı.
İmâm-ı A'zam'ın işkence çekmek pahasına makam ve mansıbdan nasıl kaçtığına çok iyi dikkat edilmelidir.
Hakem b. Hişam Sakafi110 'Şam'da bulunduğum bir sırada bana, Ebû Hanîfe'nin devrimizin en emin insanı olduğunu söylediler' demiş ve şu menkıbeyi anlatmıştır: "Devrin sultanı Ebû Hanîfe'ye Beytülmal nâzırlığı teklif etmiş ve 'Şayet benim bu tekli fimi kabul etmezsen seni kırbaçlatırım' diyerek onu tehdit etmeyi de ihmal etmemişti. Ebû Hanîfe ise, onun vuracağı kırbaçların acısını Allah'ın kendisine vereceği azabın acısından daha hafif bulduğu için dünya azabını tercih etti ve hükümdarın kendisine teklif ettiği görevi reddetti".
İmâm-ı A'zam hakkında İbn-i Mübârek'in yanında bir söz açılınca İbn-i Mübârek şöyle der: 'Siz öyle bir kişiye kötülük yakıştırıyorsunuz ki, bütün dünya ona ait olmak istedi, fakat o, Allah'tan korkarak kendisini isteyen bu dünyadan kaçtı'.
Muhammed b. Şücâ'dan ve bir kısım arkadaşlarından rivâyet edildiğine göre, Ebû Hanîfe'ye 'Emîr'ul-Mü'minin Ebû Cafer Mansur size on bin dirhem verilmesini emretmiştir' denildiği zaman Ebû Hanîfe 'Ben bu parayı kabul etmem' diye razı olmadığını izhar eder. Fakat sultanın bu parayı kendisine göndereceği günün sabahı, namazını kılar ve sonra elbisesine bürünerek sessiz se dâsız yatağına girer ve kimseyle konuşmaz. Bu esnada Hasan b. Kahtebe'nin111 bir adamı, yanında bahsi geçen parayı getirerek Ebû Hanîfe'nin huzuruna girer.
İmamın yanında bulunanlardan bazıları devletin gönderdiği elçiye 'Ancak arada sırada ve pek az konuşabiliyor' derler ve ilâve ederler:'Sizin anlayacağınız kendisine bir hastalık ârız olmuştur; bu hastalık ârız olduğundan bu yana hâli hep böyledir'. Parayı getiren elçi 'O halde getirdiğim parayı şu keseye koyup evin bir ke narına bırakın ve iyileştiği zaman da kendisine teslim edin' der,
Bu hal karşısında İmâm-ı A'zam, terekesi hakkında oğlu Hammad'a şu vasiyette bulunur: 'Öldüğüm zaman beni defneder etmez bu paraları al, Hasan b. Kahtebe'ye götür ve ona de ki: 'Ebû Hanîfenin yanında emanet olarak bıraktığınız şu paranızı geri alın.
Oğlu Hammad şöyle anlatır: 'Babamın vasiyetim aynen tatbik ettim. Bunun üzerine Hasan bana dedi ki: 'Allah'ın rahmeti ba banın üzerine olsun. O, dini hakkında çok sıkı idi. . . '
Ebû Hanîfe Kadı'ul-Kudal (Şeyhülislâm) olmaya dâvet edildiğinde şunları söylemiştir: 'Ben bu vazifeye lâyık değilim'. Neden lâyık olmadığı sorulduğu zaman da şu cevabı vermiştir: 'Eğer doğru isem bu vazife için ben işe yaramam; şayet yalancı isem bir yalancının kadı olması yanlış bir iş olur'.
Âhiret yolunu, din işlerim ve Allahü teâlâ'nın sıfat-ı ilâhîyele rini bilmesine gelince, dünyadaki zühd ve takvâsı ve Allah'tan şiddetle korkar olması bunun açık bir delilidir.
İbn Cüreyh112 şöyle der: 'Sizin şu Kûfeli Nûman b. Sâbit'ten bahsedenler, hep onun Allah'tan şiddetle korktuğunu söylüyorlar'.
Şerik en-Nehaî113 şöyle demiştir: 'Ebû Hanîfe çok susardı, da ima düşünceliydi ve halk ile az konuşurdu'.
Bu durumu, onun Bâtınî İlim e sahip olduğunun en bariz deli lidir. O, dinin en mühim ve "hayatî konularıyla ilgili meseleleri üzerinde düşünür ve netice çıkarmaya çalışırdı. Çünkü susmasını bilip, sükût eden kimseye ilmin tamamı verilmiştir.
Yukarıda zikrettiğimiz menkıbeler sözü edilen üç büyük imamın hallerinden sadece birer küçük bölümdür.
107) Künyesi İbn-i Mübârek b. Vadih el-Hanzelî'dir. Muhaddislerin Sultanı kabul edilir. Hicretin 181. yılında ve 63 yaşında vefat etmiştir. Ebû Hanîfe'nin talebelerindendir. Hocasının ilminden birçok bilgiler nakletmiş ve onun rahle-i tedrisinde uzun zaman kalmıştır,
108) Asıl ismi Müslim'dir, Kûfelidir. Sahabe'den Ebû Musa el-Eş'ari'nin azadlısıdır.
109) Bazı nüshalarda er-Rebî b. İsmail Ebû Asım diye geçmektedir.
110) Aslen Kûfelidir, Bilahare Şam'a yerleşmiştir.
111) Abbasî devletinin hükûmet erkânından biridir.
112) Mekkelidir. Büyük âlimlerdendi ve ünlü bir fakihti. Hicretin 149, yılında vefat etmiştir.
113) Künyesi Şerik b. Abdullah b. Ebi Şerik'tir. Aslen Kûfelidir. Buhara şehrinde hicrî 95 yılında doğmuş, hicretin 177. yılında vefat etmiştir.
Ahmed b. Hanbel ve Süfyân es-Sevrî
Ahmed b. Hanbel ve Süfyân es-Sevrî'ye gelince, bu iki imamın takipçileri diğer üç imamınkinden daha azdır. Hele Süfyân'a tâbi olanlar hemen hemen hiç kalmamıştır. Fakat bu iki zâtın takvâsı ve zühdü apaçık ortadadır. Şu kitabımızın birçok bölümlerinde bu iki zâtın fiillerinden ve sözlerinden sık sık bahsedilmektedir. Bu bakımdan acele edip onlara ait menkıbeleri şuracığa sıkıştırmak lüzumsuz bir hareket olur.
Bu nedenle şimdilik sözünü etmiş olduğumuz üç imamın hallerine bakarak derin derin düşününüz! O zaman göreceksiniz ki bu haller, sözler ve fiiller, sadece fıkıh ilminin Lian, İla, Zihar, İcare ve Selem gibi fer'î meselelerine vakıf olmaktan dolayı elde edilecek şeyler değildir. Çünkü bu ilimler veya bu ilimlerden daha şerefli ilimler insana bu semereleri vermez. Bunlar sadece dünyadan yüzçevirmiş ve yalnız Allah'a gönül vermiş kimselerin halleri, sözleri ve fiilleridir.
Bir de bu zatların peşinden gittiğini iddia edenlerin hallerine bakınız, hiç sözlerinde bir doğruluk payı var mı? Söyledikleri yalan mı, değil mi bir düşünün!
İLİM KONUSU DEVAMI: