İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | KALBİN ŞAŞIRTICI HALLERİ

 Giriş


Giriş

Hamd Allah'a mahsustur.

O Allah ki, O'nun celâl ve azametini idrâk eden kalpler ve gönüller şaşkına dönerlerO'nun nûrunun parlamasının başlangıcında gözler dehşete düşer.

Öyle Allah ki, sırların gizliliklerine muttalidirKalplerin inceliklerini bilendir, Memleketini düzene sokmak için yardımcı bulundurmaktan müstağnidir.

Kalpleri dilediği şekilde evirir çevirirGünahları affeder, ayıpları örter, üzüntüleri ve hüzünleri giderir.

Salât ve selâm peygamberlerin efendisi olan, dinden ayrılanları biraraya toplayan, mülhidlerin sonunu getiren zâtın (Hazret-i Muhammed'in) , tertemiz ve pak olan âlinin üzerine olsun.

Yarab! Onlara çokça salât ve selâm et!

İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara kendisini üstün kılan fazileti, Allah'ın mârifetine hazırlanmakla elde edilir.

Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdırÖyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır.

İnsanoğlu ancak kalbiyle Allah'ın mârifetine hazırlanabilirKalbin dışında herhangi bir âzasıyla mârifete hazırlanamaz.

O halde Allah'ı bilen, Allah'a yaklaştıran, Allah için çalışan ve Allah için gayrette bulunan, Allah nezdindeki sırları keşfeden kalptir.

Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdırKalbin çalıştırdığı âletlerdir.

Efendinin, kölesini çalıştırdığı, çobanın (idarecinin) halkını güttüğü ve sanatkârın âletini çalıştırdığı gibi, kalp de diğer âzaları çalıştırmaktadır.

Bu bakımdan Allah nezdinde makbûl olan kalptirŞu şartla ki, Allah'ın gayrisinde boş olmalıdır.

Allah'ın gayrisiyle dolu olduğu zaman da Allah'tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptirKendisine hitap edilen, kendisine itâb edilen de kalptirAllah'a yaklaşmakla saîd olan da kalptir.

Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur, kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten mahrum olur.

Hakikatte Allah'a itaat eden kalptirİbâdetlerden gelen nûrlarını âzalar üzerine saçan kalptir.

Allah'a karşı inat ve isyan bayrağını açan kalpten başka hangi âza olabilir?

Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun eseridirZâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin karanlık ve nûrlu olmasından ileri gelir.

Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırırKalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini tanımıştırNefsini tanıdığı zaman muhakkak rabbini tanımıştır.

İnsan kalbini tanımadığı zaman, kendi nefsini tanımamıştırKendi nefsini tanımadığı zaman da rabbini tanımamıştırKalbini bilmeyen de kalbinin gayrisini haydi haydi bilemez.

Zira insanların çoğu, kalplerini ve nefislerini bilmemekte, kalpleri ve nefisleri arasında perdeler gerilmiş bulunmaktadır.

Çünkü Allahü teâlâ, bazen insanoğlu ile kalbi arasına kuvvet ve kudretiyle girer.

Allah'ın kuvvet ve kudretiyle insanoğlu ile kalbi arasına girmesinin mânâsı, kendisinin müşâhedesinden, murâkabesinden, sıfatlarının mârifetinden ve Rahmân olan Allah'ın kudret parmaklarının ikisi arasında nasıl evrilip çevrildiğini görmekten men eder esfel-i sâfilîne nasıl indiğini, şeytanların ufkuna doğru yuvarlandığını ve nasıl â'lâ-i illiyyîn'e yükseldiğini, mukarreb meleklerin âlemine nasıl yükseldiğini ona bildirmez demektir.

Kalbini murâkebe ve gözetmek için melekût âleminin hazinelerinden kalbinin üzerine akan ve kalpte beliren incelikleri gözlemek için kalbini tanımayan bir kimse Allahü teâlâ'nın şu ayetinin mefhumuna dahil olmuş olur!

O kimseler gibi olmayın ki, Allah'ı unutmuşlar, Allah da onları kendilerine unutturmuşturİşte bunlar fâsık olanlardır. (Haşr/19)

Bu bakımdan kalbin mârifeti ve vasıflarının hakikati, dinin temeli, sâliklerin yolunun esasıdır.

Biz bu eserde âzalar üzerine icra edilen ibâdetler ve âdetler ki bunlar zâhirî ilimlerdir kısmının tedkîkinden uzak olduğumuzdan ve bu eserin ikinci kısmında yok edici ve kurtarıcı sıfatlardan kalbin üzerinde cereyan edenleri izah etmeyi va'ettiğimizden -ki bu ikinci kısım bâtın ilimlerdir dolayı elbette bize gereken kalbin üzerine icra edilenlerin izahına geçmezden önce iki kitaptan bahsetmektir.

Onlardan biri kalbin sıfat ve ahlâkının acâib hallerini izah eden kitaptırİkincisi, kalbin riyâzetini ve ahlâkının temizlenmesinin keyfiyetini beyan eden kitaptır.

Bu iki kitaptan sonra Mühlikât'ın (Yok ediciler) ve Münciyât'ın (kurtarıcılar) tafsiline girişeceğizBu bakımdan biz şimdi darb-ı meseller yoluyla insanların fehmine ve zekâlarına uygun bir şekilde kalp acâibliklerinin şerhini zikredelim.

Çünkü kalbin acâibliklerini ve melekût âlemine dahil olan sırlarını açık bir şekilde söylemek, birçok fehim ve zihinlerin idrâk etmekten âciz kaldığı bir gerçektir.

Kalb'in Süratle Değişmesi, Sebat ve Bozulma Kısımlarında Kalb'in Taksimi

Daha önce de dediğimiz gibi kalp, zikrettiğimiz sıfatlarla çepe-çevre sarılıdırDaha önce belirttiğimiz kapılardan kalbe eserler ve böylece çeşitli haller meydana gelirSanki daimî bir şekilde kalp, her taraftan kendisine ok yağdırılan bir hedeftirOna bir şey isabet edip o şey ile müteessir oldu mu o şeyin tam zıddı diğer bir taraftan kendisine isabet eder ve böylece sıfatı değişirEğer araya bir şeytan girip onu davet ederse, bir melek iner onu hevâ-i nefisten çevirirEğer bir şeytan onu herhangi bir şerre çekerse, başka bir şeytan da onu diğer bir şerre çekerEğer bir melek onu hayra çekerse, diğer bir melek onu diğer bir hayra çekerBu bakımdan kalp bazen iki melek arasında, bazen de iki şeytan arasında çekişme yeri olurBazen de melekle şeytan arasında çekişme yeri olurHiçbir zaman kalp rahat bırakılmaz ve ihmal edilmez! Allahü teâlâ şu ayetiyle buna işaret buyurmuştur:

Biz onların kalplerini ve gözlerini gerçeği anlayıp görmekten evirip çeviririz.

(En'âm/110)

Hayır! Kalpleri evirip çeviren Allah'a yemin ederim 85 Hazret-i Peygamber çoğu zaman şöyle diyordu:

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kalbin acaipliklerine ve değişmesindeki Allahü teâlâ'nın garib sanatına muttali olmasından ötürü bununla yemin ederek şöyle buyurmuştur:

-Ey kalpleri evirip çeviren Allah! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm Hazret-i Peygamber'e şöyle sordular:

-Ey Allah'ın Rasûlü! Sen korkar mısın?

-Bana teminat veren ne vardır? Kalp Rahmân'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadırOnu dilediği gibi evirip çevirir,86

Hadîsin başka bir lafzı şöyledir:

Eğer Allahü teâlâ onu doğrultmayı dilerse, onu doğrulturEğer onu kaydırmayı dilerse, onu kaydırır.

Kalbin misâli, kuşun misâline benzer, her saat (başka bir renge, başka) bir duruma girer87

Kalbin değişmesinin misâli, kaynayıp taşan çömleğe benzer88

Hazret-i Peygamber, kalp için üç misâl beyan ederek şöyle buyurmuştur:

Kalbin misali koskaca bir sahraya atılan bir tüy misaline benzerRüzgârlar onu istedikleri gibi evirip çevirirlerÜstünü altına, altını üstüne getirirler89

Bu değişmeler ve Allahü teâlâ'nın kalpleri evirip çevirmesindeki sanatının acaipliklerini ki marifet insanı onlara iletmez- ancak Allah ile beraber olan hallerini gözeten ve murakabe edenler bilirlerHayır ve şer üzerinde sebat etmek ve onların aralarında dolaşmak bakımından kalpler üç kısma ayrılır:

IBu kalp, öyle bir kalptir ki takva ile tamir edilmiş, riyazet ile tertemiz kesilip kötü ahlâklardan temizlenmiş, melekûtun giriş noktalarından, gaybın hazinelerinden hayrın hâtıratı orada çakılmaktadırBu bakımdan akıl, kalpte meydana geleni düşünmek hususunda oradaki hayrın inceliklerini bilsin ve faydalarının sırlarına muttali olsun diye düşünür ve böylece basîret nûruyla onun yüzü kişiye keşfolurBu bakımdan kişi onu yapmasının gerekli olduğuna hükmeder ve böylece kişiyi bunu yapmaya teşvik ve davet ederMelek kalbe bakar, onun cevherinden temiz olduğunu, takva ile temizlendiğini, aklın ışığıyla nûrlandığını, marifetin nûrlarıyla mamur olduğunu görür ve o kalbin istikrar merkezi ve iniş konağı olmaya elverişli olduğunu müşahede ederO zaman görünmez ordular bu meleğin imdadına gelirlerBöylece kalbi daha nice hayırlara iletirlerHatta hayr, kalbi başka bir hayra çeker ve bu durum devamlı şekilde olurHayır hakkında tergib ile imdada koşması ve işi kalbe kolaylaştırması bir türlü sonuçlanmaz.

Ama kim verir ve Allah'tan korkarsa, o en güzel kelimeyi tasdik ederse, biz onu en kolay yola hazırlarız. (Leyl/5)

Bu ayet-i celîleyle buna işaret vardırBöyle bir kalbe rubûbiyet penceresinden lambanın nûru doğar, hatta burada gizli şirk gizlenmezO gizli şirk ki simsiyah karıncanın zifirî karanlık gecede siyah taşın üzerinde yürüyüp iz bırakmasından daha gizlidir.

Bu nûrun önünde hiçbir gizli taraf kalmazŞeytanın hiçbir hilesi burada revaç bulmazAksine şeytan dururAldatmaca yönünden saçma-sapan sözler vahyederFakat bu kalp ona iltifat etmezBu kalp helâk eden şeylerden temizlendikten sonra yakında zikredeceğimiz kurtarıcılarla tamamen mamur olurO kurtarıcılar ki şükür, Allah'ın azabından korkma, Allah'ın adaletini ümit etmek, fakirlik, zâhidlik, muhabbet, rıza, şevk, teveccüh, tefekkür, nefis muhasebesi ve benzeri sıfatlardırBu o kalptir ki

Allahü teâlâ ona yönelmiştirİtminana kavuşan ve Allahü teâlâ'nın şu ayetlerinde kastedilen kalp ancak böyle bir kalptir.

İyi bilin ki kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur. (Ra'd/28)

Ey itminana kavuşan nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak rabbine dön! (Fecr/27-28)

IIBu kalp, meleklerin kapıları kendisine kapatılan, şeytanların kapıları kendisine açılan, kötülüklerle, çirkin ahlâk ile mülevves olan hevâ-i nefisle dopdolu bulunan mahrum kalptirBu kalpte şerrin başlangıcı, hevâ-i nefisten bir hâtıratın orada meydana gelmesiyle olurBu bakımdan bu kalp fetva istemek ve doğruyu bulmak için aklın hakemliğine başvururBöylece akıl, hevâ-i nefsin hizmetine alışır ve onunla yakınlık kurarDurmadan ona hileli yollar bulur, isteğinde kendisine yardımcı olurBöylece nefse hâkim olur ve nefsi karşısında hevâya yardımcı olurGöğüs bu durumda hevâ-inefisle genişler, karanlıklar orada yayıldıkça yayılırÇünkü aklın ordusu savunma hattından çekilip meydanı serbest bırakmıştırBöylece şeytanın saltanatı kuvvet bulup hevâ-i nefsin yayılmasından ötürü at oynatacak meydanı oldukça genişler! İnsanoğlunu süs, gurur ve yalancı emellerle yanıltır ve onu aldatmak için çalışırDolayısıyla Allah'ın va'dine ve vaîdine olan îman saltanatı zaafa uğrar, âhiret korkusundan ötürü var olan yakînin nuru körelirÇünkü hevâ-i nefisten kapkaranlık bir duman kalbe yükselip her taraftan kalbi istilâ ederKalbin nûrları sönünceye kadar bu durumunu sürdürürBöylece akıl, kirpikleri dumanla dolmuş göz gibi olurArtık bakmaya gücü kalmaz.

Bütün bunları kalbin başına şehvet getirirHatta artık kalbin durmak, basiretle bakmak imkânı kalmazEğer bir vâiz ona gösterir, hak olanı kendisine anlatırsa, anlamaktan kör ve dinlemekten sağır olurŞehvet orada iyice kabarırŞeytanın hâkimiyeti kurulurÂzâlar hevâ-i nefse uygun şekilde hareket ederlerGünahlar, gayb aleminden şehâdet âlemine dökülürTabiî bu da Allah'ın kazâ ve kaderiyledirBöyle bir kalbe şu ayetlerle işaret edilmiştir:

Heva ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi zannediyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar gidişce daha sapıktırlar.

(Furkan/43-44)

Doğrusu çoğunun üzerine azap gerçekleşmiştirArtık onlar îman etmezler.

(Yâsin/7)

İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdirOnlar îman etmezler. (Bakara/6)

Çok kalp vardır ki, birtakım şehvetlere nisbeten hâli budurTıpkı birtakım şeylerden sakınıp, takva gösteren bir kimse gibidirFakat güzel bir yüzü gördüğü zaman gözüne ve kalbine sahip olamazAklı yerinden oynarKalbinin dizgini elinden çıkar veya içinde kibir, riyaset ve rütbe olan şeyler hakkında nefsine sahip olmayan kimse gibidirBöyle bir durumda sebepler göründüğü zaman, sebretmek için iradesi kalmaz veya öfkelendiği zaman nefsine hâkim olamayan kimse gibidirNe zaman başkası tarafından tahrik edilir veya bir ayıbı yüzüne vurulursa öfkelenir ve nefsine hâkim olamaz veya muktedir olduğu zaman bir dirhem veya bu dinarı almak hususunda nefsine sahip olamayan bir kimse gibidirÖyle ki meczub ve aklı başında olmayan bir kimsenin dalışı gibi oraya dalarO hususta mürüvvet ve takvayı unuturBütün bunlar hevâ-i nefisten kalbe yükselen ve kalbi kaplayan, karartıp nûrlarını söndüren, dolayısıyla hayâ, mürüvvet ve îmanın nûrunun da sönmesine vesile olan bir dumandan ileri gelmektedirBu felâkete uğrayan bir kimse, şeytanın yardımına koşuyor demektir.

IIIBu, o kalptir ki orada hevâ-i nefsin hâtıratı görünür ve o kalbi şerre davet ederBu esnada îmanın hâtırı ona yetişir ve onu hayra davet ederBu durumda nefsi şehvetiyle harekete geçip, şerrin hâtıratına yardım ederBöylece şehvet kuvvet bulurLezzetlenme ve nimetlenmeyi güzel gösterirAkıl da hayra davet eden hâtıratın yardımına koşar, şehvetin önüne çıkarOnun fiilini çirkin gösterirOnu cehâlete nisbet ederŞerre daldığı için onu yırtıcı hayvan ile diğer hayvanlara benzetirSonuçlara aldırmayış hususunu da yırtıcı hayvanların perva etmeyişine benzetirBöylece nefis, aklın nasihatına meyil gösterirBu esnada şeytan oldukça kuvvetli bir şekilde akla hücum ederBu esnada hevâ-i nefsin dâvetçisi kuvvet bulup der ki:

Senin bu çekingenliğin ve soğukluğun nereden geliyor? Neden sen hevâ-i nefsine uymayarak nefsine eziyet veriyorsun? Acaba kendi asrının insanlarından hevâ-i nefsine muhalefet eden hiç kimseyi görüyor musun? Bütün dünyayı onlara mı bırakacaksın? Sadece onlar mı dünyanın zevk ve sefasını sürecekler? Sen yorgun ve düşkün bir vaziyette nefsini zevk ve sefadan mahrum ederek hacr altına almak mı istiyorsun? İnsanlar sana gülsün mü? Mansıb ve mertebenin, filan ve falan adamınkinden daha düşük olmasını mı istiyorsun? Oysa onlar senin iştahını kabartan şeyi çekinmeden yapmışlardır! Sen görmüyor musun, filan âlim senin çekindiğin fiilleri çekinmeden işliyor? Eğer şer olsaydı o işler miydi bunları?!

Bu sözlerden sonra nefis, şeytana meyleder, ona yönelirBu sefer melek, şeytana hücum ederek der ki: 'Neticeyi unutup halin lezzetine tâbi olandan başka helâk olan var mıdırSen azıcık bir lezzetle kanâat eder misin? Şu cennet lezzetini ve ebedî olan nimetleri terk mi ediyorsun veya şehvetini gemliyerek sabretmek elemi sana ağır mı geliyor? Oysa sen ateşin elemini ağır hissetmiyor musun? İnsanların kendi nefislerinden gâfil olmaları, seni aldatıyor mu? Nefislerinin hevalarına tâbi olmaları, şeytana yardımcı olmaları nasıl seni yanıltıyor? Oysa başkasının günahı ateşin azabını senden hafifletmezHiç düşünmez misin sen, harareti şiddetli bir yaz günündesinBütün insanlar güneşte duruyorSenin de bir evin vardırAcaba güneşte durmak sûretiyle insanlara yardım mı edeceksin, yoksa serin evine çekilmek sûretiyle kendini kurtaracak mısın? O halde güneşin hararetinden korkarak bu durumda halka muhalefet ediyorsun da neden ateşin hararetinden korkarak günahta onlara muhalefet etmiyorsun?' Bu nasihattan sonra nefis, meleğin sözüne meylederBöylece nefis, iki ordu tarafından daimi bir şekilde çekilmektedirİki hizib arasında çekilip durmaktadırBu savaş, kalbe en uygunu, kalbe galip gelinceye kadar devam eder.

Eğer kalpte galip bulunan sıfatlar bizim daha önce zikrettiğimiz şeytanî sıfatlarsa, şeytan kalbe galip gelirBöylece kalp, şeytanın hizbine meylederAllah'ın ve Allah'ın velîlerinin hizbinden yüz çevirirŞeytanın ve Allah düşmanlarının yardımcısı olurKaderin hükmü ile Allah'tan uzaklaşmasına vesile olan şeyler onun âzâları üzerinde hükmünü yürütürEğer kalbe galip gelen meleklerin sıfatları ise, kalp şeytanın iğvasına ve geçici dünya zevkine tahrik etmesine kulak vermezŞeytanın hafife aldığı âhiret işini hafife almazAksine bütün ısrarlara rağmen Allah'ın hizbine meylederGeçmiş kaza ve kaderin gereği olarak âzâlarında taat ve ibâdet görünürBu bakımdan Mü'minin kalbi, Rahman'ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadırYani bu iki askerin arasında çekilmektedir ve galip gelen de kalbin değişmesi, bir partiden diğer bir partiye geçmesidirDaimi bir şekilde meleklerin partisine veya şeytanın partisine katılması ise, iki taraf için de pek nadir bir durumdurİbadetler ve günahlar gaybın hazinelerinden görünürKalp hazinesi vasıtasıyla şehâdet âlemine aktarılırÇünkü bunlar melekût hazinelerindendirBunlar göründüklerinde alâmet de olurlarErbâb-ı kulûb onlarla kişi hakkındaki ezelî kaza ve kaderin hükmünü bilirBu bakımdan kim cennet için yaratılmışsa, ona ibâdet ve taatların sebepleri kolaylaştırılır, kim cehennem için yaratılmış ise günahların sebepleri ona kolaylaştırılırKötülüğün arkadaşları ona musallat olurlarOnun kalbine şeytanın hükmü ilkâ olunurZira şeytan çeşitli hükümlerle 'Allah rahimdir! Sen perva etme! Bütün insanlar Allah'tan korkmuyorlarO halde sen de onlara muhalefet etme! Ömür uzundurYarın tevbe edinceye kadar sabret' demekle ahmakları aldatırOnlara bâtıl va'dlerde bulunurAldatıcı temennilerle onları avuturOysa şeytan onlara aldatmaktan başka bir vaîdde bulunmazOnlara tevbeyi va'deder, mağfireti temenni ederBu ve bunlara benzer hileleriyle onları helâk ederŞeytanın bu hilelerini kişinin kabul etmesi için kalbi oldukça genişler, hakkı kabul etmekten daralırBütün bunlar Allah'tan olan kaza ve kaderledir ve takdir edilmiştir.

Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar, gönlüne genişlik verirKimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. (En'âm/125)

Eğer Allah size yardım ederse, size galip gelecek yoktur ve eğer size yardım terk ederse, ondan sonra size yardım edecek kimdir? (Al-i îmran/160)

Bu bakımdan hidayete erdiren, dalâlette bırakan ancak O'durDilediğini yapar, irade ettiğine hükmederOnun hükmünü çevirecek kimse yokturOnun kaza ve kaderini tesirsiz bırakacak kuvvet nerede? Cenneti yarattı, cennet için ehil olanları yarattıOnları taat ve ibâdetinde kullandıCehennemi yarattı, ona ehil olanları yarattı, onları günahta kullandı! İnsanlara cennet ve cehennem ehlinin alâmetlerini tanıtarak şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki iyiler naim cennetindedirlerFâcirler ise cehennemdedirler. (înfitar/13-14) .

Allahü teâlâHazret-i Peygamber'den rivâyet edilen bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:

Şunlar cennettedirler, perva etmem! Şunlar da cehennemdedirler, perva etmem! Hak padişah olan Allah, müşriklerin dediğinden yücedir, yaptığından sorumlu değildir, insanlar ise sorumludur. .

Biz, kalbin acaip hallerinin zikrinden bu kadarla yetinelimÇünkü kalbin acaip hallerini son noktasına kadar saymak muamele ilmine uygun düşmezBiz ancak muamele ilimlerinin derinliklerinde ve sırlarının mârifetinde muhtaç olunan miktarı zikrettik ki zâhirle yetinmeyenler bundan istifade etsin! Özün yerine kabukla yetinmeyenler bu kadarcıkla yetinsin! Hatta sebeplerin hakikatlerinin inceliklerine aşık olanlar için bizim zikrettiğimiz miktar -Allah'ın izniyle- yeterlidir.

Tevfîki veren Allah'tırKitabu Şerhi Acâib'il-Kalb bölümü burada sona ermiş bulunuyorHamd ve nimet ancak Allah'a mahsusturBunun ardından -inşaallah- Kitabu Riyazet'in Nefs ve Tehzib'il-Ahlâk (Nefs'in Riyazeti ve Ahlâk'ın Güzelleştirilmesi) bölümü gelecektirHamd, bir ve tek olan Allah'a mahsusturAllahü teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın!

85) Buhârî

86) Tirmizî

87) Hâkim

88) İmâm-ı Ahmed, Hâkim

89) Taberânî, Beyhakî

21-1

Nefis, Ruh, Kalp ve Akıl Kelimelerinin Mânâları ve Bu Kelimelerle Murâd Olunan Hakikatler

Âlimlerin önderlerinden dahi bu kelimelerin ihâta ettiği mânâları, târif ve müsemmâları arasındaki farkları kavrayan pek azdırYanlışlıkların çoğunun menşei, bu kelimelerin mânâlarını idrâk etmemektirBiz ise, bu kelimelerin mânâsında bizim gayemizle ilgili bahisleri açıklamaya çalışacağız.

Kalp Kelimesinin Anlamı

Kalp iki mânâ için kullanılır:

1Çam kozalağı şeklinde olan bir et parçasıdır ve bu et parçası göğsün sol tarafına konulmuş özel bir et parçasıdırİçinde oluğa benzer boşluklar vardırO boşluklarda simsiyah bir kan bulunurBurası ruhun kaynağı ve mâdenidirŞu anda kalbin şeklini ve keyfiyetini îzah etmek istemiyoruzZira bu doktorların vazifesidirDinî gaye ve maksatlar bununla ilgili değildirlerBu kalp aynı zamanda hayvanlarda da vardırHatta ölülerde de vardırBiz bu kitabımızda kalp kelimesini kullandığımızda, onunla bu et parçasından ibaret olan kalbi kastediyor değiliz; zira bu bir et parçasıdır, hiçbir kıymeti yoktur, mülk ve şehâdet âlemindendirHayvanlar da görme duyularıyla onu idrâk ederlerİnsanların onu idrâk etmemesi nerede kaldı?

2Kalp, rabbânî ve ruhânî bir lâtife ve inceliktirOnun cismanî kalp ile ilişkisi vardırO lâtife, insanoğlunun hakikatidirİdrâk eden, bilen ve kavrayan odurMuhatap olan, cezalandırılan, kınanan ve sorumlu tutulan o! Onun cismanî kalp ile bir ilgisi vardırİnsanların çoğunun akılları bu ruhî kalp ile cismanî kalbin arasındaki ilişkiyi idrâk etmek hususunda hayrete düşmüştürÇünkü rabbânî kalbin cismanî kalple olan irtibatı tıpkı renklerin cisimlerle, sıfatlar ve niteliklerin mevsuflarla olan irtibat ve ilişkisi gibidir veya âleti kullananın âletle ilişkisi gibidir veyahut da oturanın oturduğu yerle ilişkisine benzerBunun açıklamasından iki mânâdan dolayı kaçınmaktayız.

O mânâlardan birincisi, bu konuyu açıklamak mükâşefe ilimleriyle alâkalıdırOysa bu kitapta bizim gaye ve hedefimiz sadece muamele ilmidirİkincisi, o konuyu açıklamak, ruhun sırrını ifşâ etmeyi gerektirirRuh'un sırrını ifşâ etmek ise Hazret-i Peygamberin bile hakkında konuşmadığı konulardandırBu bakımdan Hazret-i Peygamber'den başkasının bu konuda konuşmaya yetkisi yokturBiz bu kitapta kalp kelimesini kullandığımız zaman, onunla bu rabbânî ve ruhânî latifeyi kastediyoruzGayemiz onun vasıf ve hallerini zikretmektirOnun zâtındaki hakîkat ve künhünü değil! Muamele İlmi onun sıfatlarının mârifetine ve hallerine muhtaçtırOnun hakikatinin ve mahiyetinin zikrine muhtaç değildir.

Ruh Kelimesinin Anlamı

Ruh da gayemiz açısından iki mânâ için kullanılır.

1Lâtif bir cisimdir, kaynağı, cismanî kalbin oluklarıdırBu bakımdan bedene yayılan damarlar vasıtasıyla bedenin diğer âzalarına ve parçalarına dağılırOnun bedene dağılışı ve ondan koklamanın, dinlemenin, görmenin, hissetme ve hayat nûrlarının beden âzaları üzerine dağılıp yayılması, tıpkı evin bir köşesinde yakılan lâmbadan çıkan ışığın dağılıp yayılmasına benzerÇünkü o lâmbanın ışığı, evin hangi parçasına ve hangi köşesine ulaşırsa mutlaka orası onunla aydınlanırHayatın misâli ise duvarlarda meydana gelen ışık gibidirBunun misâli ise lâmbadırRuhungeçişi ve bâtındaki dalgalanması ise, çıra ışığının evin etrafına hareket edicinin hareket ettirmesiyle dalgalanması misâlidirDoktorlar, ruh kelimesini kullandıkları zaman, bu mânâyı kastederlerBu lâtif bir buhardırOnu kalbin hareketi oluştururBu mânâdaki ruhun îzahını yapmak, bizim vazifemiz değildirÇünkü bu, doktorların hedefiyle ilgilidirO doktorlar ki bedeni tedavi etmektedirlerKalbi, Allahü teâlâ'nın komşuluğuna varıncaya kadar tedavi eden din doktorlarının hedefine gelince, onların hedefi kesinlikle bu ruh ile ilgili değildir.

2Ruh insandaki idrâk edici ve bilici lâtifedirO lâtife ki biz onu daha önce kalbin mânâlarından birisinde îzah ettikAllâh Teâlâ'nın şu ayetinde kasdettiği ruh da bu ruh'tur: De ki: Ruh, rabbimin emrindendir' Ruh, rabbânî ve acâib bir şeydirOnun hakikatini idrâk etmekten akılların ve anlayışların çoğu âciz kalmaktadır.

Nefis Kelimesinin Anlamı

Nefis de birçok mânâya gelirBu mânâlardan sadece ikisi bizim hedefimizle ilgilidir:

1Nefis'ten insanoğlundaki şehvet ve öfke kuvvetini toplayan mânâ murâd edilirNitekim bunun açıklaması ileride gelecektir ve tasavvuf ehli çoğu zaman bu mânâyı kullanmaktadırlar.

Çünkü ehl-i tasavvuf nefisten, insanoğlunun çirkin sıfatlarını toplayan asıl ve esası kastederek 'Nefisle mücâhede etmek ve nefsi kırmak muhakkak lâzımdır' demektedirNitekim bu mânâya Hazret-i

Peygamberin şu hadîs-i şerîfi işaret etmiştir:

Senin en şiddetli düşmanın, iki yanının (kaburgalarının) arasında bulunan nefsindir!

2İnsanın hakikati olan ve daha önce zikrettiğimiz lâtifedir.

Bu lâtife insanın zâtıdırFakat bu lâtife aynı zamanda hallerinin değişmesi hasebiyle çeşitli sıfatlarla sıfatlanırBu bakımdan emrin altında durduğu ve şehvetlerin muhalefetinden ötürü tirtir titrediği zaman kendisine nefs-i mutmainne adı verilirAllahü teâlâ bu nefsin benzeri hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Ey itaatkâr nefis! Dön rabbine! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. . '

Birinci mânâya gelen nefis için Allah'a dönüş tasavvur edilemezÇünkü o mânâdaki nefis, Allah'tan uzaklaştırıcıdır ve o nefis, şeytanın partisindendirNefsin sükûneti tamam olmadığı, fakat şehvâni nefse karşı direndiği ve itiraz ettiği zaman, ona nefs-i levvâme adı verilirÇünkü bu nefis; sahibi, mevlâsının ibâdetinde kusur yaptığı zaman sahibini kınarNitekim Allahü teâlâ 'Kasem ederim pişmankâr nefse ki. . . (Kıyame/2) buyurmuştur.

Eğer nefis itiraz etmeyi terkederse, şehvetlerin isteğine ve şeytanın çağırısına itaat edip baş eğerse ona nefs-i emmâre-i bi's-sui (kötülüğü emreden nefis) adı verilirAllahü teâlâ, kulu ve peygamberi olan Hazret-i

Yusuftan veya Azîz'in hanımından haber vererek şöyle buyurmuştur: 'Ben nefsimi temize de çıkarmıyorumÇünkü nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emrederAncak rabbimin esirgediği müstesnadır'. (Yûsuf/53) .

Bazen nefs-i emmâre'den gaye; nefsin birinci mânâsıdır demek de câiz olurBu bakımdan, nefis, birinci mânâ açısından gayet çirkin ve kötüdür, İkinci mânâsıyla mahmûd ve güzeldirÇünkü ikinci mânâ ile insanın nefsi; yani insanın zâtı Allah'ı ve diğer bilinenleri idrâk eden hakikatidir.

Akıl Kelimesinin Anlamı

Akıl da İlim Kitabı'nda bahsettiğimiz gibi çeşitli mânâlarda müşterek kullanılmaktadırBizim gayemizle ilgili olan, o mânâların sadece ikisidir.

1Akıl bazen emirlerin hakikatini bilmek mânâsında kullanılırO zaman, merkezi kalp olan ilim sıfatından ibaret olur.

2Akıl bazen zikredilir, kendisinden ilimleri idrâk eden şey kasdedilirO vakit kalbin kendisi demektirKalpten gayem; o lâtifedirBizler biliyoruz ki, nefsinde varlığı olan her âlim, kendi nefsiyle kâim olan bir asıl ve esastırİlim de o asıldan bir sıfattır.

Sıfat ise, mevsufun gayrisidir, aynısı değildirAkıl 'dan bazen âlimin sıfatı kastolunurBazen de idrâkin mahalli; yani idrâk olunan kastedilir ve bu ikinci mânâ, Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerifiyle kastolunan mânâdır:

Allahü teâlâ'nın ilk yarattığı şey akıldır.

Çünkü ilim araz'dırİlk yaratılmış olması tasavvur olunamazElbette onun kâim olacağı yer ondan önce veya onunla beraber yaratılmalıdırÇünkü ilme hitâb etmek mümkün değildirHaberde varid olmuştur ki, Allahü teâlâ ilk yarattığı akla şöyle dedi: 'Gel! O da geldi. Sonra ona 'Git!' dedi ve o da gittiMadem ki durum budur, öyleyse bu isimlerin mânâları mevcutturO mânâlar ise şunlardır: Cismânî kalp, cismanî ruh, şehvanî nefis ve ilimler. . .

İşte bunlar dört mânâdırBahsi geçen dört lâfız, bu mânâlarda kullanılırlarBir de bu kelimelerin beşinci ve ortak bir mânâsıvardır ki o da şudur:

İnsanoğlunun bilici ve idrâk edici lâtifesidirBu bakımdan mânâlar beş, lâfızlar dörttür ve her lâfız iki mânâda kullanılırÂlimlerin çoğuna, bu lâfızların ihtilâfı ve değişik mânâlarda kullanılması karanlık görünmüştürBunun için de onların hâtırat hakkında konuşup, 'Bu akl'ın hâtırıdırBu ruh'un hâtırıdırŞu kalb'in, şu da nefs'in hatırıdır!' dediklerini görürsün!

Düşünmeyen kimseler, bu isimlerin mânâları arasındaki farkları idrâk etmemektedirlerİşte bu karanlık kalan cepheden perdeyi kaldırmak için, biz bu isimlerin açıklamasını yaptıkKur'ân ve Sünnet'te kalp lâfzı vârid olduğu zaman, ondan gaye; insanoğlunun anlayan ve şeylerin hakikâtini bilen tarafı kasdedilirBazen göğüste bulunan kalpten kinâye olurÇünkü o lâtife ile kalbin cismi arasında özel bir alâka ve irtibat vardırZira kalp, her ne kadar bedenin diğer parçalarıyla alâkalı ve bütün beden mânâsında kullanılıyorsa da, yine de göğüsteki cismanî kalp vasıtasıyla alâkalıdırBu bakımdan onun ilk ilgisi kalpledirSanki cismanî kalp, onun yeri, memleketi, âlemi ve merkebidir ve bunun içindir ki Sehl et-Tüsterî kalbi arşa, göğsü kürsiye benzeterek şöyle demiştir:

'Kalp arştır, göğüs kürsüdür'Sakın zannedilmesin ki Sehl et-Tüsteri kalbi Allah'ın arşı, göğsü de Allah'ın kürsüsü olarak görüyor! Zira böyle olması muhaldirAksine Sehl et-Tüsterî şunu kastediyor: Kalp, Allah'ın memleketi ve tasarruf yeridirAllah'ın tedbîr ve tasarruf için birinci mecraıdırBu bakımdan kalp ile göğsün, tedbîre nisbeti, tıpkı arş ve kürsünün Allah'a nisbeti gibidirler ve bu teşbih de ancak bazı yönlerden doğru olabilir ki o yönleri açıklamak da bizim gayemize uygun değildirBu bakımdan biz onu açıklamaktan vazgeçiyoruz.

21-2

Kalbin Askerleri

Allahü teâlâ 'Rabbinin ordularını da ancak kendisi bilir' (Müddessir/31) buyurmuşturBu bakımdan Allahü teâlâ'nın kalpler, ruhlar ve başka âlemlerde tâlim ve terbiye ettirilmiş orduları vardırOnların hakikatlerini ve adedierinin tafsilini ancak Allah bilirBiz şimdilik kalbin bazı ordularına işaret edeceğiz, Çünkü bizim gayemizle ilgili olan odurBu bakımdan kalbin iki ordusu vardır: Bir ordusu gözle görülürİkinci bir ordusu vardır ki gözle değil basiretle görülürKalp padişah hükmündedirOrduları ise, hizmetkâr ve yardımcılar hükmünde. . İşte ordunun mânâsı da budur.

Gözle görülen ordusuna gelince, o el, ayak, göz, kulak, dil ve diğer bâtın ve zâhir âzalardırZira bütün bu âzalar kalbin hizmetçisi ve yardımcısı olmuşlardırBu bakımdan onlara tasarruf eden; onları yürüten, durduran sadece kalptirOnlarda kalbe itaat etmek üzere yaratılmıştırAsla ona muhalif hareket etmeye güçleri yetmezOna karşı gelemezlerMeselâ kalp, göze açılmayı emrettiği zaman göz derhal açılırAyağa hareket etmeyi emrettiği zaman ayak derhal harekete geçerDile konuşmayı emrettiği ve bu emrini kesinlikle yürütmesini ferman ettiğinde dil derhal konuşurDiğer âzalar da böyledirÂzalar ve duyuların kalbe teshir olunmaları bir yönden meleklerin Allah'a (teşbihte hata olmasın) teshir olunmalarına benzerÇünkü melekler itâat etmek üzere yaratılmışlardırAllah'a muhalefet etmek gücüne sahip değildirler ve emrolunduklarını yaparlarBu âzalar ile melekler, ancak bir noktada ayrılırlarŞöyle ki, yerine getirdikleri emri bilmektedirlerGöz kirpikleri ise, açılmak ve kapanmakta kalbe itâat eder, fakat teshir yönünden ederNe nefsinden ve ne de kalbe yaptığı itaatten haberdar değildir!

Kalbin bu ordulara ihtiyacı, yaratılışının sebebi olan yolculuğa çıkmak için merkep ve azığa olan ilgisindendirKalbin, çıkması için yaratılmış olduğu yolculuk, Allah'a giden yolculukturAllah'ın mülâkatı için gidilen konaklardır, işte kalpler bunun için yaratılmışlardırNitekim Allahü teâlâ 'Ben insanları ve cinleri, ancak beni tanısınlar diye yarattım' (Zâriyât/56) buyurmuşturKalbin merkezi bedendirAzığı ilimdirOnu bu azığa götüren ve bu azıktan faydalanmasını mümkün kılan sebepler ancak salih amellerdirBu bakımdan bedende durmadıkça ve dünyayı geçmedikçe Allah'a ulaşma imkânını kul elde edemezÇünkü en yakın konağı, en uzak konağa varmak için mutlaka geçmesi gerekirBu bakımdan dünya, âhiretin tarlasıdır ve dünya hidayet konaklarından bir konaktırİki konağın en yakını olduğundan dolayı kendisine, en yakın mânâsına gelen dünya ad olarak verilmiştirBu bakımdan insanoğlu bu âlemden azıklanmaya mecburdurOnu bu âleme götüren merkep bedenidirO halde bedeni beslemek ve korumak mecburiyetindedirBeden de ancak kendisine uygun gelen gıda ve benzerlerini kendisine vermek sûretiyle korunurHelâkinin sebeplerinden olan ve kendisine zıt düşen şeyleri kendisinden uzaklaştırmak sûretiyle korunurBu bakımdan kalp, bedene gıdayı ulaştırmak için iki orduya muhtaçtır: Biri şehvetten ibaret olan bâtın ordusudurDiğeri de gıdayı getiren ayak ve elden ibaret olan zâhir ordusudur.

Onun için kalpte muhtaç olunacak şehvetler yaratıldıŞehvetlerin âletleri bulunan âzalar yaratıldı ve böylece kalp, mühlikâtı (yok edicileri) defetmek için de iki orduya muhtaçtır:

A) Bâtın ordusuBu bâtın ordusunun mühlikâtları defetmekte kullandığı gazabtır ki bununla düşmanlardan intikam alır.

B) Zâhir ordusuBu zâhir ordusu el ve ayaktır ki gazabın istediği gibi onlarla çalışırBütün bunlar haricî emirlere bağlıdırlarBu bakımdan bedenin âzaları silâhlar ve benzerleri gibidir. Sonra gıdaya muhtaç olan bir kimse gıdayı bilmeyince gıdanın şehveti ve ülfiyeti ona zerre kadar fayda vermezBu bakımdan gıdayı bilmek için de iki orduya muhtaçtır:

1Bâtın ordusuBu bâtın ordusu kulağın, gözün, burnun, dokunma hissinin ve zevkin idrâkinden ibarettir.

2Zâhir ordusuBu zâhir ordusu göz, kulak, burun ve diğerleridirBunlara nasıl muhtaç olunur ve buradaki hikmet nedir? Bunun ayrıntıları meseleyi uzatır, birkaç cilde dahi sığmazBiz Şükür kitabında bunun az bir yönüne değinmiş bulunuyoruz.

Kalp ordularının tamamı üç sınıftır:

1İteleyici ve tergib edici sınıf, ya kalbi şehvetine uygun ve fayda verene teşvik eder veya gazab gibi zararlıyı defetmeye teşvik ederBazen de bu teşvikçiye irade denir.

2İkinci sınıf, bu maksatları elde etmek için âzaları tahrikedendirBu ikinci sınıfın adına kudret denirKudret insanın diğer âzalarına yayılmış bir ordudurÖyle ki insanın adalelerine ve adale bağlantısı olan damarlarına kadar yayılmıştır.

3Üçüncü sınıf, casuslar gibi, şeyleri târif edip idrâk edendirBu da göz, kulak, koku, zevk ve dokunma kuvvetidirBu kuvvet de belli âzalara yayılmıştır ve buna da İlim ve idrâk' adı verilirBu bâtın orduların her biriyle beraber zâhir ordular vardırBu zâhir ordular damar, kan, yağ, et ve kemikten olan âzalardır ki bu âzalar, bu orduların elinde âlet olmak için hazırlanmıştırZira çalışma kuvveti sadece parmakladırGörme kuvveti de ancak gözledir ve diğer kuvvetler de böyledirBiz burada zâhir ordular (âzalar) hakkında konuşmuyoruzÇünkü bunlar mülk ve şehâdet âlemindendirlerBiz burada şimdilik sizlerce görünmeyen ve kalbi takviye eden ordular hakkında konuşuyoruz.

Bu üçüncü sınıf ki' bunların arasındaki idrâk edicidir, zâhir konaklarda duran havass-ı hamse (beş duyu; kulak, göz, burun, zevk ve dokunma) ile bâtın konaklarda ki bu bâtın konaklar da dimağın içerisindeki boşluklardır duranlara ayrılırBu bâtın konaklarda duranlar da beş tanedirÇünkü insanoğlu bir şeyi gördükten sonra, iki gözünü kapatırGözünü kapatmadan önce, gördüğü o şeyin sûretini idrâk eder ki bu hayaldir. Sonra o sûret insanoğluyla beraber, koruyucusu olduğu için kalırO koruyucusu da muhâfız askerdir. Sonra insanoğlu idrâk ettiği şeyler hakkında düşünürOnun bir kısmını diğeriyle birleştirir. Sonra unuttukları varsa onları hatırlar ve onlar geri gelirler. Sonra hayaline görünür mânâların tamamını, görünenler arasında ortak bulunan bir his ile bir araya getirirBu bakımdan iç âlemde ortak olan bir his vardırBir de tahayyül ve tefekkür vardırHatırlama ve hissetme vardırEğer Allahü teâlâ tahayyül, hatırlama, düşünce ve korunma kuvvetleri yaratmasay'dı, insanoğlunun dimağı, eli ve ayağı bundan boş olduğu gibi, bu özelliklerden de boş olacaktıO halde bu özellikler de bâtın âleminin ordularıdırOnların kışlaları da bâtın âlemindedirİşte buraya kadar saydıklarımız kalp ordularının kısımlarıdırBunun izâhı zayıf kimselerin fehmi idrâk etsin diye misaller vermek sûretiyle oldukça uzarBu gibi kitapların hedefi, kuvvetlilerin ve önder âlimlerin faydalanmasıdırFakat biz, bunları anlayışlara yaklaştırmak için bazı misaller vermek sûretiyle zayıflara anlatmaya çalışacağız.

Kalbin Gizli Orduları ve Misâlleri

Şehvet ve öfke orduları bazen tam mânâsıyla kalbe itaat ve inkıyad etmektedirlerBöylece kalp, onların bu itaatleri sayesinde, yürüdüğü yolda kendilerinden yardım görür ve aynı yolda onlarla güzelce arkadaşlık yaparBazen de kalbe karşı isyan bayrağını kaldırarak karşı gelirlerÖyle ki kalbi elde edip köleleştirirlerBu takdirde kalbin helâk olması, ebedî saâdete kavuşmak içladığı yolculuğundan geri kalma durumu vardırKalbin başka bir ordusu vardırO da ilim, hikmet ve tefekkürdürNitekim bunun izahı ileride gelecektirBu ordudan yardım dilemek kalbin hakkıdırÇünkü bu ordu, Allahü teâlâ'nın, şehvet ve gazap ordusuna karşı çıkardığı ordusu ve partisidirZira şehvet ve gazap, bazen şeytanın partisine iltihak ederler! Bu bakımdan eğer kalp, ilim, hikmet ve tefekkür ordusundan yardım istemeyi terkederse, kendi nefsine gazap ve şehvet ordularını musallat kılarsa muhakkak helâk olur ve açıkça zarar ederHalkın çoğunun durumu budurZira halkın akılları, şehvetlerinin giderilmesi için şehvanî kuvvetlere musahhar kılınmıştırOysa aklın muhtaç olduğu konularda şehvetin akla musahhar kılınması gerekirBiz bunu, üç misâl vermek sûretiyle senin anlayışına yaklaştırmaya çalışacağız.

IMisâl

İnsanoğlunun bedenindeki nefsinin misali ki nefis'ten adı geçen lâtifeyi kastediyorum memleketindeki padişahın misaline benzerZira beden, nefsin memleketi, âlemi, istikrar bulduğu yerdirÂzalar ve kuvvetleri ise, sanatkârlar ve ameller mesabesindedirTefekkür ve aklî kuvvet ise, nasihatçi, müsteşar ve akıllı vezir gibidirŞehvet ise, kötü köle gibidirOna yemek ve şehrine azık getirirÖfke ve gayretkeşlik ise, polis müdürü gibidirAzığı şehre getiren köle yalancı, hilebaz, kandırıcı ve habistirFakat nasihatçi sûretinde görünürOysa onun nasihatinin altında korkunç bir şer yatmaktadırÖldürücü bir zehir vardırOnun âdeti, hakikî nasihatçi olan vezirin görüşlerinde daima ona karşı çıkmaktırÖyle ki bir saniye dahi bu karşı çıkıştan geri kalmazNitekim memleketinin tedbîrinde vezîr ile yetinen, onunla istişarede bulunan ve bu kötü kölenin yanıltıcı işaretinden yüz çeviren ve sevabın, bu kölenin görüşüne muhâlif harekette olduğuna kanaat getiren vâlinin işine bu köle karışırsa, polis müdürü tarafından te'dib edilir, vezîre uyması sağlanır, vezirin emrini dinler hâle getirilir ve vezîr vâli tarafından bu habis köleye onun dost ve yardımcılarına musallat kılınırÖyle ki bu köle, şerre çekici değil, şerden uzaklaştırılan biri olurEmîr ve düzenleyici değil, memur ve düzene uyan biri olurBu takdirde memleketin işleri doğru-düzgün olur ve bu sebepten dolayı adâlet intizamlı yürürİşte böylece nefis de akıldan yardım talep ettiği zaman, hamiyyetle gazabı edeblendirdiği ve şehvete musallat kıldığı, gazap veya şehvetin birisinden yardım isteyerek diğerini mağlup ettiği zaman şehvetin muhâlefeti ve kandırılmasıyla gazabın gururunu ve mertebesini azaltır, şehvetin isteklerini çirkin göstermek sûretiyle şehveti gemler ve kahreder.

Evet, böyle bir zamanda nefsin kuvvetleri mutedil olur, ahlâkları güzelleşir ve kim bu yoldan dönerse, tıpkı Allah Teâla'nın şu ayetinde kötülediği kimse gibi olur:

Heva ve hevesini ilâh edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağın ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?

(Casiye/23)

Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştüOnun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzerÜstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. (A'raf/176)

Allahü teâlâ, nefsini hevadan meneden bir kimse hakkında ise şöyle buyurmuştur:

Ama kim rabbinin divanına dur (up hesap ver) mekten korkmuş ve nefsi (ni) kötü heves (ler) den menetmişse, onun barınağı da cennettir. (Nâziat/40-41)

Bu ordularla mücâhede etmenin ve bu orduların bir kısmını diğerine musallat kılmanın keyfiyeti, Nefsin Riyazeti bahsinde -inşaallah- gelecektir.

IIMisâl

Beden şehir gibidirAkıl yani insanın idrâk edici kuvveti, o şehri düzene sokan pâdişah gibidirOnun zâhir ve bâtın havasslardan meydana gelen idrâk edici kudretleri, padişahın askerleri ve yardımcıları gibidirBedenin âzaları halk gibidirŞehvet ve gazaptan ibaret olan 'kötülüğü emreden nefis' padişahın memleketini elinden almak için onunla çarpışan ve halkını helâk etmeye gayret gösteren düşman gibidirBu bakımdan insanoğlunun bedeni, sınır boylarında bulunan kale ve derbentler gibidirNefsi ise, o kale ve derbentlerde nöbet bekleyenler gibidirEğer bu nöbet bekleyen, düşmanla çarpışır, onu hezimete uğratır, bedenin istediğ gibi mağlup ederse, huzura vardığı zaman, onun yapmış olduğu güzel hareketler övülürNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece yönünden oturanlardan üstün kılmıştır. (Nisâ/95)

Eğer kaleyi koruyamaz, halkı ihmâl ederse, yaptığı reddedilir ve Allah nezdinde kendisinden intikam alınırKıyâmet gününde ona şöyle denilecektir:

Ey kötülük çobanı! Sen eti yedin! Sütü içtin, fakat kaybolana sahip çıkmadınYaralıyı tedavi etmedinBugün senden intikam alacağım3

Bu mücahede tarzına, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîsiyle işaret edilmiştir:

Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük4

IIIMisâl

Aklın misali, avcı bir süvarinin misaline benzerŞehveti atı gibidir, gazabı köpeği gibidirBu bakımdan ne zaman ki süvari usta, atı talimli, köpeği eğitimli ise, böyle bir süvarinin muzaffer olması uygundurNe zaman ki süvari haddi zâtında beceriksiz, atı serkeş, köpeği kendi nefsi için avlanır ise, böyle bir süvarinin altında kendisine itaat eden ne koşar atı vardır, ne de işaretiyle avın üzerine göndereceği köpeği vardır demektirBu bakımdan böyle bir süvarinin istediği avı yakalaması şöyle dursun, helâk olması kendisinin hâline daha uygun düşerSüvarinin bilgisizliği, insanın cehaletine misaldirHikmetinin azlığına, basiretinin yorulmasına örnektirAtın serkeşliği, şehvetin galebe çalmasına misaldirMidenin ve tenâsül uzvunun şehveti ve köpeğin kendi nefsi için avlanması ise, gazabın galebe çalıp istilâ etmesinin misâlidirAllahü teâlâ'dan lûtf-i ilâhîsi ile güzel tevfîkini bize refik eylemesini diliyoruz.

3) İmâm Irâkî, hadisin aslına rastlamadığını kaydederFakat Ebû Nuaym, Hilye'de bu hadîsi rivâyet eder.

4) Beyhakî

İnsan Kalbinin Özellikleri

Bizim söylediğimizin tamamını, Allahü teâlâ insanoğlunun dışında kalan bütün hayvanlara da ihsan etmiştirZira hayvanın da şehveti, öfkesi, zâhirî ve bâtınî duyuları vardırHatta koyun, gözüyle kurdu görür, kalbiyle onun düşman olduğunu bilir ve ondan kaçarİşte bu, bâtın idrâkin tâ kendisidirBu bakımdan biz burada insanoğlunun kalbine bahşedilen özellik ve hususiyetten bahsedelimO özellik ki insanoğlunun şerefi ondan dolayı büyüdükçe büyümüş ve Allahü teâlâ'ya yaklaşmaya müstehak olmuşturBu da ilim ve iradeye dönüşmüştür.

İlim

İlim'den gaye; dünyevî ve uhrevî işleri, aklî hakikatleri kapsayan ilimdirZira bunlar mahsusatların (hislerle bilinenlerin) ötesinde bulunan emirlerdirİnsanoğluna burada hayvanlar iştirâk etmemektedirlerAksine zarurî ve umumî ilimler, aklî özelliklerindendirZira insanoğlu bir şahsın aynı halde iki yerde olmasının düşünülemeyeceğine hükmeder ve insan bu hükmü her şahıs için yürütürOysa insanoğlu bazı şahısları hissiyle idrâk etmiştirBu bakımdan onun bütün şahıslar üzerinde böyle hükmetmesi hissiyle idrâk ettiğinden fazladırZarurî ilim hakkında bunu anladığın zaman, bu durum diğer nazarîler hakkında daha açık bir şekilde anlaşılır.

İrade

İnsanoğlu aklen işin sonucunu ve o işteki salâh yolunu idrâk ettiği zaman, maslahat niyetine bir iştiyâk onun zâtından belirirMaslahat sebeplerini elde etmeye doğru bir şevki olur, onları irâde ederBu irâde ise, şehvet irâdesinin dışındadırHayvanların irâdesinin de dışındadırHatta bu irâde şehvetin tam zıddına olurZira şehvet, bedenden kan aldırmak ve hacamat yapmaktan nefret ederAkıl ise bunu ister, arar ve bu yolda mal sarfederŞehvet, hastalık ânında lezzetli yemeklere meylederAkıllı bir kimse ise nefsinde bu lezzetli yemeklerden meneden bir kuvvet hissederO menedici kuvvet şehvet değildirEğer Allahü teâlâ, işlerin sonucunu bilen aklı yaratmış olup, aklın hükmü istikametinde âzaları tahrik ve teşvik edici kuvveti yaratmasaydı, o vakit kesinlikle aklın hükmü zâyi olurduDurum bu iken, insanoğlunun kalbi, ilim ve irâde ile hususiyet kazanmış olduHayvanların kalbi ise, bu özellikten mahrumdurHatta yaratılışın başlangıcında çocuk da bu özellikten mahrumdurAncak bu özellik, erginleşme çağından sonra çocukta oluşur.

Şehvet, öfke, zâhir ve bâtınî hassalar 'a gelince, bunlar çocuklarda mevcutturlar. Sonra bu ilimlerin çocukta oluşmasının iki derecesi vardır: Birinci derece, çocuğun kalbi, ilk basamakta bulunan ve zarurî olan diğer ilimleri kapsamaktadırMuhallerin muhalliğini, zâhirî mümkünlerin mümkünlüğünü bilmek gibi. . . Bu bakımdan bu husustaki nazarî ilimler asıl değildirAncak bu nazarî ilimler, usûl ve imkânı, yakın ve mümkün kılmışlardırÇocuğun ilimlere izafeten hâli, yazmaktan ancak divit, kâlem ve tertipli değil de tek olan harfleri bilen kâtibin hâline benzerÇünkü böyle bir kâtip, yazmaya yaklaşmıştırFakat daha bilfiil yazmaya varmamıştırİkinci derece, fikir ve denemelerle elde edilen ilimlerin çocuğa hâsıl olmasıdırBu bakımdan o ilimler, çocuk yanında depolanmış gibidirÇocuk ne zaman isterse, onlara müracaat edebilirÇocuğun hâli, yazmak hususunda usta olan bir kimsenin hâlidirZira böyle bir kimseye, bilfiil yazmasa dahi, yazmaya kudreti olduğundan dolayı kâtip denilmektedirİşte bu, insanlık derecesinin en son haddidirFakat bu derecede sayılamayacak kadar mertebeler vardırİnsanlar malûmatın çokluk, azlık, şerefli, hasis ve tahsil yolu ile elde edilmesi sebebiyle bu hususta değişik mertebelere sahiptirlerZira mükâşefe yolu ile, ilâhî bir ilhamla fertlerin bazısına bunlar verilmiştirBazı kalplere de öğrenmek ve çalışmakla verilirFakat bazı kalpler bunu çabuk, bazı kalpler ise çalışmasına rağmen geç elde ederŞu makamda âlimlerin, hükemanın, enbiya ve evliyânın mertebeleri değişiktirBu bakımdan bu husustaki terakki dereceleri had ve hesaba gelmez, Zirâ Allahü teâlâ'nın malûmatının sonu yokturRütbelerin en yücesi peygamber rütbesidirO peygamber ki ona bütün hakikatler veya hakikatlerin çoğu keşfolunurHem de çalışıp yorulmaksızın. . . Hatta çok kısa bir zamanda ilâhî bir keşifle keşfolunurBu saadetin sayesinde mekân ve mesafe ile değil, hakîkat ve sıfatla Allahü teâlâ'ya yakın olur

Bu derecelerin terakki merdivenleri Allah'a doğru gidenlerin menzil ve konaklarıdırOnların haddi hesabı yokturAncak her sâlih kul, sülûkü esnasında vardığı konağı bilirO konağı ve arkasında kalan konakları târif edebilirÖnündeki konaklara gelince, onların hakikatlerini ilmen kapsayamazFakat îman bi'l-gayb yönünden onları tasdik ederNitekim bizler, nübüvvete ve peygambere îman eder, onun varlığını tasdik ederizFakat peygamberliğin hakikatini ancak peygamber bilir ve nitekim cenîn, çocukluk hâlini, çocuk da mümeyyizlik hâlini bilmediği, mümeyyize açılan zarurî ilimleri idrâk etmediği gibi, mümeyyiz de akıllının hâlini ve çalışma neticesinde elde ettiği nazarî ilimleri bilemezİşte böyle akıllı bir kimse de Allahü teâlâ'nın velî ve peygamber kullarına lütfundan ve rahmetinden vermiş olduklarını bilmemektedirAllahü teâlâ'nın kullarına açmış olduğu rahmeti kapatan hiçbir kuvvet yokturBu rahmet Allah'ın kerem ve cömertliğinin gereği olarak bol bir şekilde verilirHiç kimseden esirgenmemektedirFakat bu rahmet Allah'ın rahmetinin kokularına açık bulunan kalplerde açık olurNitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak sizin rabbinizin zamanınızın günlerinde dalgalı dalgalı gelen rahmet kokuları vardırDikkat ediniz! Bu koku dalgalarına kalbinizi açıp, hazır bulunun6)

Bu rahmet dalgalarına kalbi açıp hazır bulundurmak, kalbi temizlemek, kötü ahlâktan hâsıl olan bulanıklık ve pisliği kalpten söküp atmak demektirNitekim bunun açıklaması ilerde gelecektirHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîs-i şerifiyle Allah'ın bu tür cömertliğine işaret etmiştir:

Allahü teâlâ her gece en yakın göğe (keyfiyeti bizce mâlûm olmayan bir şekilde) iner ve buyurur ki: 'Acaba çağıran var mı ki ben kendisine icâbet edeyim, dileğini kabul buyurayım!6

Rasûlüllah'ın rabbinden hikâye ederek söylediği şu hadîs-i şerifle de bu cömertliğe işaret vardır:

Muhakkak ki iyilerin benimle buluşmaya iştiyâkı arttıkça arttıOysa ben onlarla kavuşmaya daha fazla iştiyak duyuyorum7

Bu cömertliğe, Allahü teâlâ'nın hadîs-i kudsîde 'Bana bir karış yaklaşana bir zirâ' yaklaşırım'8 cümlesiyle de işaret edilmektedirBütün bunlar şuna işarettir ki, ilimlerin nûrları cimrilikten veya nimet sahibi Allahü teâlâ cimrilik ve esirgemeden yücedir, tarafından herhangi bir mâni ile kalplerden perdelenmiş değildirFakat ilimlerin nûrları kalpler cihetinden gelen meşguliyet, bulanıklık ve pisliklerden dolayı perdelenmiş olduğu için kalplere giremezÇünkü kalpler, kaplar gibidirKap su ile dolu oldukça hava içine girmezBu bakımdan Allah'tan başka şeylerle meşgul olan kalplere Allah'ın celâlinin mârifeti girmez ve buna Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifiyle işaret edilmiştir:

Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki Ademoğulları göklerin melekûtunu seyredeceklerdi9

Bunlardan anlaşılıyor ki, insanoğlunun özelliği ve hususiyeti, ilim ve hikmettirİlim çeşitlerinin en şereflisi Allah, Allah'ın sıfatları ve fiillerinin ilmidirBu bakımdan bu ilimle insanoğlunun kemâli tamamlanırİnsanoğlunun saadet, celâl ve kemâl huzurunun komşuluğuna yararlılığı, ancak kemâlindedirBu bakımdan beden nefsin merkebidirNefis ilmin yeridirİlim insanın maksududur ve insanoğlunun yaratılışından kastedilen özelliktirNitekim at da yük taşıma bakımından merkeple ortaktır, fakat düşman üzerine gitmek ve düşmanın hücumundan süvârisini kurtarmak ve güzel görünüşü gibi hususiyetleriyle merkepten ayrılırBu bakımdan at, bu özellik için yaratılmıştırEğer bu özellik attan sıyrılırsa, o vakit merkep mertebesine düşerİnsanoğlu da böylece birtakım işlerde at ve merkeple ortaktırOnlardan, özelliği olan birtakım işlerle ayrılırİnsanoğlunun o özelliği, âlemlerin rabbine yakın olan meleklerin sıfatlarındandırİnsanoğlu mertebe açısından hayvanlar ile melekler arasında bulunurÇünkü insanoğlu yemesi ve üremesi bakımından bitki gibidirHissetmesi ve kendi iradesiyle hareket etmesi bakımından hayvan gibidirSûreti ve kıymeti bakımından duvar üzerine nakşedilmiş resim gibidirOnun özelliği ancak şeylerin hakikatlerini bilmektirBu bakımdan kim bütün âzalarını ve kuvvetlerini -onlardan ilim ve amel elde etmek için- yardım istemek yönünde kullanırsa, bu kimse meleklere benzemiş olurMadem ki meleklere benzer, onlara iltihak etmeye hak kazanırOna melek demek, rabbanî demek uygun düşerNitekim Allahü teâlâ Hazret-i Yûsuf hâdisesine isimleri karışan kadınların şöyle söylediklerini haber vermektedir:

Bu beşer değildir! Ancak bu, şerefli ve kerîm bir melektir! (Yûsuf/31)

O halde, kim himmetini, bedenî lezzetlerin arkasında koşmaya sarfederse, hayvanların yediği gibi yerse, böyle bir kimse, hayvan derekesine düşerBöyle bir kimse, ya öküz gibi akılsız veya domuz gibi obur veya köpek gibi ısırıcı veya kedi gibi tırmalayıcı veya deve gibi kindar veya kaplan gibi kibirli veya tilki gibi hilebaz olur veya inatçı bir şeytan gibi bütün bu kötü sıfatları nefsinde toplarHiçbir âza ve hiçbir hâssa yoktur ki Allah'a giden yolda onun yardımından istifade etmek mümkün olmasınNitekim bunun bir kısmının izahı Şükür Kitabı'nda gelecektirBu bakımdan kim bu yolda herhangi bir âzasını kullanırsa, o zaferi elde etmiştir, kim de bunu kullanmaktan sarfı nazar ederse, böyle bir kimse zarar etmiş ve mahrum olmuşturBu husustaki saadetin özeti şudur: Kişi Allah ile kavuşmayı kendisine maksat ve hedef edinmelidirÂhiret evini ebedî yurt, dünyayı konak, bedeni merkep, âzaları hizmetçi yapmalıdırBu bakımdan insanoğlunun idrâk edici özelliği padişah gibi memleketinin ortası olan kalpte istikrar etmelidirDimağın mukaddimesine bırakılan kuvve-i hayaliye, postacı gibi gidip gelmelidirZira hissedilen şeylerin haberleri, dimağların mukaddimesi yanında toplanırMeskeni dimağın sonunda olan kuvve-i hâfıza, hazine gibi işlenmelidirDil de onun tercümanı gibi olmalıdırHareket hâlinde olan âzalar onun mektubu gibi olmalıdırBu bakımdan onların herbirine bir memleketin haberlerini toplamak vazifesini vermelidir.

Göz, renkler âleminin haberlerini; kulak, sesler âleminin haberlerini; burun, kokular âleminin haberlerini toplamakla görevlendirilmelidirDiğer âzalar da böyledirÇünkü o âzalar haber sahipleridirBu âlemlerden haberleri toplarlarPostacı gibi olan kuvve-i hayaliye'ye o haberleri iletirlerPosta sahibi de onu kuvve-i hâfızadan ibaret olan hazineciye teslim ederHazineci de (değerlendirmek için) o haberleri padişaha arzederPadişah, memleketinin idaresinde, saadetinde ve üzerinde bulunduğu seferin tamamlanmasında, düşmanını yok edip yol kesicileri bertaraf etmekte kendisine yarayanları o haberlerden çıkarırPadişah bunu yaptığı takdirde muvaffak ve mutlu olur, Allah'ın nimetinin şükrünü yapmış sayılırNe zaman ki bunları başıboş bırakırsa veya düşmanın lehinde kullanırsa (düşmanları ise şehvet, gazab ve diğer geçici zevklerdir) veya bunları konağında değil yolunun tâmirinde kullanırsa -zira dünya onun geçtiği yoludur- onun vatanı ve istikrar bulacağı yer âhirettirBöyle kullandığı takdirde mahrum, şakî ve Allah'ın nimetini inkâr etmiş olurAllah'ın ordularını zâyi eden ve düşmanlarına yardımda bulunan Allah'ın hizbini yardımsız bırakmış olurBöylece gazaba, dünya ve âhiretinde uzaklaştırılmaya müstahak olurBiz böyle olmaktan Allah'a sığınırızBizim beyan ettiğimiz bu misâle Ka'b'ul-Ahbâr işaret ederek şöyle demiştir: Aişe validemizin huzuruna girdim ve ona dedim ki:

İnsanoğlunun gözleri hidayet edici, kulakları derleyici, dili tercüman, elleri kanatlar, ayakları sağa-sola koşturulan postacı, kalbi ise padişahtırBu bakımdan padişah iyi oldu mu askerler de iyi olur

Bu sözleri işiten Aişe validemiz 'Ben de Rasûlüllah'tan böyle duydum' demiştir10 Hazret-i Ali kalplere misâl olarak şöyle demiştir:

Muhakkak Allahü teâlâ'nın yeryüzünde kapları vardırO kaplar da kalplerdirBu bakımdan kalplerin Allah'a en sevimli geleni en incesi, en sâf ve en dürüstüdür.

Sonra Hazret-i Ali, bunu tefsir ederek şöyle demiştir; 'Bu, din hususunda en kuvvetli, yakîn hususunda en sâf ve müslümanlar için en fazla merhametlisi demektir'Hazret-i Ali'nin bu sözü, Allahü teâlâ'nın şu ayetindeki 'Kâfirlere karşı şiddetli, aralarında ise merhametlidirler' (Fetih/29) cümlesine ve yine 'O'nun nûrunun misâli, içinde çıra bulunan bir kandil gibidir' (Nûr/35) ayetine işarettir.

Ubey bKa'b şöyle demiştir: Bu ayetin mânâsı 'mü'min bir kimsenin nûrunun ve kalbinin misâli, içinde çıra bulunan kandil misâline benzer demektirAllahü teâlâ'nın 'Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir' (Nûr/40) sözü ise, münâfığın kalbi için misaldir'.

Zeyd bEslem 'ınahfuz ve korunmuş bir levh'dedir' (Buruc/21) ayetini 'mü'minlerin kalbidir' şeklinde tefsir etmiştir.

Sehl et-Tüsterî 'Kalbin ve göğsün misâli, arşın ve kürsünün misâli gibidir' demiştirİşte bunlar kalbin misalleridir.

6) İmâm-ı Mâlik, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den)

7) Irâkî'ye göre aslına rastlanmamıştırAncak Deylemî bu hadîsi nakleder.

8) Buhârî, Müslim

9) İmâm-ı Ahmed

10) Ebû Nuaym, Taberânî

21-3

Kalbin Vasıfları ve Misallerinin Toplamı

İnsanoğlu, yaratılış ve terkibinde dört şüphe ile malûldurİşte bunun için insanoğlunda dört çeşit sıfat vardırOnlar yırtıcı, hayvanî, şeytanî ve yırtıcı hayvanların fiillerinden olan düşmanlık, buğz, vurmak ve küfretmekle insanlara hücum etmekten ibaret olan fiilleri ile alâkalıdırKendisine şehvet musallat olması bakımından hayvanların oburluk, halislik, şehvetperestlik ve benzeri fiilleri yapar ve yaratılışın hakikati açısından bu rabbânî bir emirdirNitekim Allahü teâlâ 'De ki: Ruh, rabbimin emrindendir' (İsra/85) buyurmuşturBu bakımdan insanoğlu nefsi için rububiyet iddia ederİstilâ ve istivâyı severBütün işlerde müstebidane hareket etmek ve sadece sözün kendisinde bulunmasını, tek başına reis olmayı, tevâzu ve ubûdiyet yularından çıkmayı isterBütün ilimlere vâkıf olmayı isterHatta ilim, mârifet ve her işin hakikatini bildiğini iddia ederİlme nisbet edildiği zaman sevinirCehle nisbet edildiği zaman üzülürOysa bütün hakikatleri bilmek, cebir sûretiyle bütün mahlûkata galebe çalmak, rububiyetin sıfatlarındandır ve insanoğlunda bu vasfı elde etmeye karşı bir hırs vardırŞehvet ve öfkede hayvanlarla ortak olmakla beraber, idrâk ile hayvanlardan ayrılma özelliği bakımından ise, kendisinde şeytanî sıfat hâsıl olur ve böylece şerir olurKendisini hayvanlardan ayıran sıfatını şerrin çeşitli yönlerini elde etmede kullanırHile ve aldatma ile hedefine varmak isterHayrın yerine şerri ister.

İşte bütün bunlar şeytanların ahlâkıdırBir de kendisine rabbânî, şeytanî, yırtıcı ve hayvanî sıfatlardan dört asıl katışmış olan her insanın -oysa bütün bu vasıflar, kalpte toplanmıştır- sanki derisinde domuz, köpek, şeytan ve bir hekim beraberce bulunurlar! Domuz şehvettirZira domuz, renginden, şeklinden ve sûretinden dolayı zemmedilmiş değildirAksine oburluğundan, köpekliğinden ve harîsliğinden zemmedilmiştirKöpek ise öfkedirZira yırtıcı hayvan ve dişleyici köpek, sûret, renk ve şekil bakımından yırtıcı ve köpek sayılmış değildirAksine onlarda yırtıcılık, saldırganlık ve ısırıcılık mânâsının ruhu vardır da ondan! İnsanoğlunun iç âleminde yırtıcı hayvanın saldırganlığı, öfkesi, domuzun harisliği ve oburluğu vardırBu bakımdan domuz, oburluktan ötürü fuhşiyat ve münkeri işlemeye insanoğlunu dâvet ederYırtıcı hayvan, öfkeden ötürü zulüm ve eziyet yapmaya dâvet ederŞeytan ise daimî bir şekilde domuzun şehvetini, yırtıcının öfkesini durmadan körükler, birisini diğeriyle kışkırtırYaratılışların îcabı olanı onlara güzel göstermeye gayret ederAklın misâli olan hekim ise, şeytanın hilesini ayırt edici basiretiyle keşfedip defetmekle görevlidirApaçık ve pırıl pırıl parlayan nûruyla onun desiselerini bilmek ve dolayısıyla köpeği bu domuza musallat kılmak sûretiyle domuzun oburluğunu kırmak ile görevlidirZira öfke, şehvetin kabarmasını kırıp söndürür ve yine aklın misâli olan hekim, domuzu köpeğe musallat kılmak sûretiyle köpeğin saldırganlığını defetmekle ve mağlup ederek emrinin altına almakla görevlidirEğer hekim bunu yapar ve güç yetirirse iş normale döner, beden memleketinde adalet görünür ve hepsi dosdoğru yol üzerinde yürürEğer hekim bunları mağlup etmekten âciz kalırsa, bu sefer onlar hekimi mağlup eder ve hizmetlerinde kullanırlarArtık hekim, daimî bir şekilde domuzu doyurmak ve köpeği razı etmek için çeşitli hilelere baş vurmak ve ince fikirler yürütmek mecburiyetinde kalırBöylece hekim, daimî bir şekilde köpek ve domuzun hizmetinde bulunur. (Maalesef insanların çoğunun hâli himmetleri, işkembeleri, tenasül uzuvları ve düşmanlara karşı kibir ve gurur cihetine fazlasıyla sarfedildiği için böyledir) .

Böyle bir insanın, putperestlerin taşlara yapmış olduğu ibadetlerini kınamaları ne tuhaftırOysa eğer bu insanın manevî perdesi kalkar ve hâlinin hakikatini görürse ve hâlinin hakikati kendisine -nitekim uyku ve uyanıklık hâlinde ehl-i keşfe görüldüğü gibi- gösterilirse, nefsinin domuzun önünde el bağlayıp bazen domuza secde ettiğini, bazen domuza rükû ettiğini, bazen de domuza itaat ettiğini, emir ve işaretini beklediğini görürBu bakımdan domuz, şehvetlerinden herhangi bir şeyi istediği zaman derhal nefsinin domuzun hizmetine koştuğunu ve isteğini hemen yerine getirdiğini müşahede edecektir veya görecektir ki nefsi, saldırgan bir köpeğin önünde el pençe divan durmuşturO köpeğe ibâdet edici, itaat edici, onun istek ve arzularını dinleyici, ona itaat etmek için çeşitli hileler hakkında inceden inceye düşünücü olduğunu görecektirTabiîdir ki domuza veya köpeğe böyle itaat eden nefis, şeytanın sevgisini kazanmak yolunda çaba sarfetmektedirZira domuzu harekete geçiren ve köpeği saldırtan ve onları hizmetine koşturan şeytandır! Bu nedenle bu tip bir insan, domuza ve köpeğe itaat ettiğinden ötürü şeytana ibâdet etmiş olurBu nedenle her kul, hareket ve sekenelerini, sükûtunu, konuşmasını, kalkışını, oturuşunu gözetmeli ve basiret gözüyle bakmalıdır!

Eğer nefsi insaflı ise, bütün gün bunların ibâdetinde koştuğundan başka birşey göremeyecektirBu ise, zulmün katmerlisidirÇünkü böyle bir insan padişahı köle kılmıştırSahibi hizmetkâr, efendiyi kul, gâlibi mağlup kılmıştırÇünkü efendi, galebe ve istilâya müstehak olan akıldırOysa bu insan, aklın domuz, nefis ve şeytana hizmetçi kılmıştırMadem ki böyle yapmıştır, şek ve şüphe yoktur ki bunların taatinden onun kalbine, kalbi kaplayan birtakım sıfatlar yerleşecek, öyle ki kalp o kötü sıfatlardan ötürü mühürlenecek ve öldürücü ve helâk edici bir pas olarak kalbin yüzüne o sıfatlar sürülecektirŞehvet domuzunun taatine gelince, bundan hayâsızlık, pislik, israf, cimrilik, riya, utanmazlık, boş bulunmak, harislik, oburluk, yağcılık, hased, kin, başkasının musibetine sevinmek ve benzeri çirkin sıfatlar doğarÖfke köpeğinin tâatine gelince, o tâatten de kalbe şu sıfatlar yayılır; tehevvür, rezalet, kibir, ucub, öfkeden yırtılmak, gurur, enaniyet (egoistlik) , alay, küçük görme, halkı hakir görmek, şerri istemek, zulmün şehveti ve benzerleri. . . Şehvet ve öfkeye itaat etmek sûretiyle şeytana yapılan ibâdete gelince, bu ibâdetten, kalpte şu sıfatlar oluşur: Mekr (hile) , kandırmak, hilebazlık, şeytanî kurnazlık, cür'etkârlık, göz boyayıcılık, insanları birbirine düşürmek, saman altından su yürütmek, sinsilik ve benzerleri. . .

Eğer iş tersine çevrilirse, bütün bunlar rabbânî sıfatın emri altına sokulup, mağlup edilirse, bu takdirde kalpte rabbânî sıfatlardan olan ilim, hikmet, yakîn, şeylerin hakikatlerini ihata etmek, işlerin künhüne vâkıf olmak, ilim ve basîret sayesinde hepsini istilâ etmek, ilmin kemâli ve celâli için bütün halkın öncülüğüne müstehak olmak gibi sıfatlar yerleşecektir ve bu takdirde şehvet ve öfkeye ibâdet etmekten müstağni olacaktır ve şehvet domuzunu zaptetmek, onu îtidal sınırında durdurmak için kalpte şerefli sıfatlar oluşacaktırİffet, kanâatkârlık, sükûnet, zâhidlik, verâ, takvâ, inbisat, güzel görünüş, hayâ, zarafet, yardımseverlik ve benzerleri gibi. . . Yine bu takdirde kalpte öfke kuvvetinin zaptı ve mağlup edilmesi mümkün olacaktır ve bu saldırgan kuvveti gerekli olan duruma şu sıfatlar dönüştürecektir: Şecâat, cömertlik, yardıma koşmak, nefsi zaptetmek, sabır, ilim, zahmetlere katlanmak, affetmek, musibetler karşısında tınmamak, yüksek hedeflere doğru atılmak azmi, şehamet, vekar ve benzerleri. . . Bu bakımdan kalp, kendisine tesir eden bütün bu şeyler tarafından kaplanan bir ayna hükmündedirŞu eserler ardı kesilmeksizin kalbe doğru akıp giderlerBizim zikrettiğimiz güzel eserlere gelince; onlar kalp aynasının cilâsını, revnakını, nûr ve ziyasını daha da arttırırlarÖyle ki hakkın tecellisi orada pırıl pırıl parlarDinde güzel olan işin hakikati o kalpte keşfolunurİşte Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle bir kalbe şu hadîs-i şerifîyle işaret etmiştir:

Allahü teâlâ bir kuluna hayrı irâde ettiği zaman, onun kalbinde, ona va'zedici bir kuvvet yaratır11

Kimin kalbinde ona va'zedici bir kuvvet varsa, Allah'tan o kimsenin üzerinde onu koruyucu bir kuvvet var demektir12

Hadîste bahsi geçen bu kalp, öyle bir kalptir ki Allah'ın zikri orada istikrar bulurNitekim Allahü teâlâ 'Dikkat ediniz! Allah'ın zikriyle kalpler itminan bulur' (Ra'd/28) buyurmuşturKötü eserlere gelince, o eserler kapkaranlık bir duman gibi kalbin aynasına yükselir, zaman zaman onu karartıp simsiyah yapıncaya kadar onun üzerine yerleşir ve böylece kalp tamamen Allah'tan gâfil olurİşte perdeli ve mühürlenen kalp budur ve Allahü teâlâ'nın 'Hayır! Doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır' (Mutaffifîn/14) ve 'Eğer biz dilemiş olsaydık, öncekiler gibi bunlara da günahlarının cezasını verirdikFakat biz kalplerinin üzerlerini mühürleriz de onlar gerçeği işitmezler' (A'raf/100) ayetlerinde görüldüğü gibi, kalbin hak ve hakikati dinlememesi, günahlardan ötürü mühürlenmeye bağlanmıştır.

Nitekim Allahü teâlâ, dinlemeyi de başka bir ayetinde takvâya bağlayarak şöyle buyurmuştur:

Allah'tan korkun ve emirlerini dinleyin! (Mâide/108)

Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyorAllah her şeyi kemâliyle bilicidir. (Bakara/282)

Günahlar ne zaman teraküm ederse, kalpler mühürlenir ve o zaman hakikati idrâk etmekten, dinin salâhını bilmekten kalp körleşirÂhiret işini hafife alırDünya işini oldukça büyük telâkki ederBütün himmetini dünyaya sarfederKulağına âhiret işi ve âhiretteki tehlikeler geldiği zaman, bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkarKalpte istikrar bulmazKendisini tevbeye ve kusurlarını telâfi etmeye doğru itmezİşte onlar o kimselerdir ki âhiretten kâfirlerin, ölülerin dirilmesinden ümitsiz oldukları gibi ümitsizdirler'Evet! Kalbin günahlarla kararmasının mânâsı budurNitekim bu durumu Kur'ân ve Sünnet açıkça beyan etmiştir.

Meymun bMehran şöyle demiştir: 'Kul herhangi bir günah işlediği zaman, onun kalbinde simsiyah bir nokta yazılmış olurNe zaman günahtan elini çekip tevbe ederse, kalbi kalaylanıp tertemiz olurEğer ikinci defa günah işlerse o siyah nokta, kalbini kaplayıncaya kadar fazlalaşırİşte ayette bahsi geçen rân budur'.

Hazret-i Peygamber de (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Mü'minin kalbi tertemizdirO kalbin içinde pırıl pırıl yanan bir lâmba vardırKâfirin kalbi simsiyah ve baş aşağı dönüktür13

Şehvetlere muhalefet etmek sûretiyle Allah'a itaat kalbi temizlerGünahlar ise kalbi karartırlarBu bakımdan günaha yönelen bir kimsenin kalbi kararırGünahın akabinde sevap işleyen bir kimsenin kalbinden ise, günahın eseri silinir, kalp kararmaz, sadece kalbin nûru azalırTıpkı üzerine üflenen, sonra silinen ayna gibiBöyle bir ayna karanlıklardan boş değildirHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.

(Sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.

Kalpler dört sınıftır:

1Tertemiz bir kalptir ki onun içinde alev alev yanan bir lâmba vardırBu kalp Mü'minin kalbidir.

2Simsiyah bir kalptir ki baş aşağıdırBu kalp kâfirin kalbidir.

3Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlı bir kalptirBu kalp münâfığın kalbidir.

4Açık bir kalptir ki orada hem îman, hem de nifak bulunurO kalpteki îmanın misâli, baklanın misâline benzerO baklaya tatlı su yardım ederOradaki nifakın misâli ise, çıbanın misâline benzerO çıbanın gelişmesine irin ve sarı su yardım ederBu bakımdan bu iki maddeden hangisi galipse, o kalp için bu galip madde ile hükmedilir14

Hadîsin diğer bir rivâyetinde 'O kalpte hangi madde galipse, kalbi o kapıp götürür' buyurulmuşturNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah'tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allah'ı ve azabı düşünürlerBir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulurŞeytanın vesvesesini atmışlardır bile. . . (A'raf/201)

İşte görüldüğü gibi, Allahü teâlâ, kalbin cilâlanmasının ve kusurlarının telâfi edilmesinin ancak zikirle elde edildiğini haber vermektedirBunu da ancak muttakîlerin elde edeceğini bildirmektedirBu bakımdan takvâ, zikrin kapısıdırZikir de keşfin kapısı, keşif ise en büyük zaferin kapısıdırEn büyük zafer de Allah'la mülâki olmaktır.

11) Deylemî

12) .

13) İmâm-ı Ahmed, Taberânî

14) İmâm-ı Ahmed, Taberânî

21-4

İlm'e Nisbetle Kalbin Hâli

İlm'in konağı kalptirKalpten gayem; bütün âzaları sevk ve idare eden latifedirİtaat edilen ve bütün âzalar tarafından hizmetine koşulan sadece bu kalptirBu kalbin, malûmatın hakikatlere izafesi, aynanın renkli sûretlere izafesi gibidirNasıl ki renklinin sûreti varsa ve o sûretin misali aynada belirip ayna ile meydana gelirse, böylece her malûmun bir hakikati varO hakikatin de bir sûreti vardırKalbin aynasında o sûret belirip keşfolunurNasıl ki ayna başka, şahısların sûreti başka ise, aynada misâllerin meydana gelmesi de başkadır ki bunlar üç şekilde olurBöylece burada üç husus vardır:

1Kalp

2Şeylerin hakikatleri

3O hakikatlerin bizzat kendisinin kalpte hâsıl ve hazır olması

Bu bakımdan âlim, kendisinde şeylerin hakikatlerinin misâlinin meydana geldiği kalpten ibarettirMalûm ise, şeylerin hakikatinden ibarettirİlim ise, o misâlin aynada hâsıl olmasından ibarettirNasıl ki, meselâ tutmak, el gibi bir tutucuyu, kılıç gibi bir tutulanı, kılıcın ele alınmasıyla kılıç ile el arasındaki bitişmeyi -ki, ona kabz ismi verilir- istiyorsa, öylece mâlûmun misâlinin kalbe vâsıl olmasına ilim ismi verilir.

Oysa hakîkat mevcutturKalp de mevcutturFakat ilim hâsıl olmamıştırÇüpkü ilim hakikatin kalbe varmasından ibarettirNitekim kılıç da mevcuttur, el de mevcutturFakat kabzın (tutuşun) ismi hâsıl olmamıştırÇünkü daha kılıç ele geçmemiştirEvet! Kabz, kılıcın bizzat kendisinin ele alınmasından ibarettirMalûmun bizzat kendisi ise, kalpte hâsıl olmazBu bakımdan ateşi bilen bir kimsenin kalbinde ateşin bizzat kendisi bulunmazAksine orada bulunan, ateşin târifi ve ateşin sûretine uygun düşen hakikatidirBu bakımdan kalbi ayna ile tefsir etmek daha uygundurÇünkü insanoğlunun özü aynanın içerisine girmezAncak aynanın hakikatine uygun bir misâlin kalpte var oluşuna ilim ismi verilir.

Sebepler Nasıl ki aynada şu beş şeyden dolayı sûret gözükmüyor ise. . .

1Sırlanmadan, teşekkül etmeden, müdevver kılınmadan önce, demirin cevheri gibi sûretin noksanlığıdır.

2Her ne kadar şekli tam ise de bulanık, paslı ve kirli olması nedeniyledir.

3Sûret cihetinden başka cihete çevrilmesidirSûretin aynanın arkasında olduğu zamanda olduğu gibi.

4Ayna ile sûret arasında sarkıtılan perdeden dolayıdır.

5İstenilen sûretin hangi cihette olduğunun bilinmemesinden dolayıdır ki bu bilgisizlik sebebiyle aynayı sûretin cephesine ve cihetine çevirmek zorlaşır.

İşte böyle bir kalp de kendisinde bütün emirlerdeki hakikatin künhü tecelli etsin diye hazırlanmış bir aynadırAncak şu gelecek beş sebepten dolayı kalpler ilimlerden boş bulunurlar:

IÇocuğun kalbinde olduğu gibi; kalbin zâtında bir eksiklik vardırÇocuğun kalbi nâkıs olduğu için, orada malûmatlar belirmez.

IIŞehvetlerin çokluğundan ötürü kalbin üzerinde biriken kir ve günahların bulanıklığıdırÇünkü bu bulanıklık kalbin saflığını ve cilasını yok ederBu nedenle bulanıklığından ve karanlığından dolayı hakkın orada belirmesi mümkün olmazNitekim Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifinde buna işaret vardır:

Kim bir günah işlerse, o kimseden akıl bir daha dönmemek üzere ayrılır!

Yani onun kalbinde, eseri bir daha kalkmamak üzere bir bulanıklık meydana gelirÇünkü onun bu bulanıklığı kaldırmak için en son yapacağı onu silecek bir sevabı işlemektirBu bakımdan eğer daha önce, günah yapmadan bu sevabı işleseydi, hiç şüphesiz kalbi daha fazla parlardıMadem ki günah, bu sevaptan önce işlenmiştir, sevabın faydası düşmüş demektir. Ancak o sevap sayesinde kalp, günahtan önceki durumuna dönebilirFakat o sevaptan ötürü, günahtan önceki kalbin parlaklığına herhangi bir parlaklık eklenmezİşte bu apaçık bir zarardır ve kurtuluşu olmayan bir eksikliktirBu bakımdan önce kirlenen, sonra temizlemek sûretiyle temizlenen ayna, kirlenmeden parlaklığını daha fazlalaştırmak için temizlenen ayna gibi değildirO halde Allah'ın taatına yönelmek, şehvetlerin isteklerinden yüz çevirmek kalbi parlaklaştırır, saflaştırırBunun için de Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririzMuhakkak ki Allah, iyilik yapanlarla beraberdir' (Ankebût/69) Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Bildiğiyle amel eden bir kimseye Allahü teâlâ bilmediklerinin bilgisini ihsân eder.

IIIİstenilen hakikatin cihetinden döndürülmesidirÇünkü sâlih ve itaatkâr bir kimsenin kalbi, her ne kadar saf ise de bu durumda orada hakkın açıklığı tam mânâsıyla belirmezÇünkü hakkı talep etmediği gibi aynasını da istenilenin tam yönünde tutmamaktadırAksine çoğu zaman himmetini bedenî ibâdetlerin ayrıntılarıyla ve maişet sebeplerinin hazırlanmasıyla meşgul etmektedirRubûbiyet hakkında, ilâhî ve gizli hakîkatler konusunda fikrini düşünceye doğru yöneltememektedirBu bakımdan ancak kendisine, düşündüğü amellerin âfetlerinin incelikleri, nefis ayıplarının gizlilikleri inkişaf ederEğer bu hususta düşünüyorsa tabiî. . . Eğer yaşantısının maslahatları için düşünüyorsa, onun maslahatları kendisine inkişâf ederAmellere bağlanmak ve ibadetlerin ayrıntıları hakkın tecelli ve inkişafına mâni oluyorsa, acaba hikmetini dünyevî şehvetlere; lezzet ve ilgilere sarfeden bir kimse hakkında artık nasıl düşünürsün? Acaba böyle bir kimse hakikî keşiften nasıl mahrum olmaz?

IVHicab’dır; zira şehvetini yenen, itaatkâr, hakikatlerin hakîkati hakkında saf bir düşünceye dalan bir kimse için bazen bu düşündüğü hakîkat keşfolunmazÇünkü ta çocukluk devresinden beri taklid yoluyla ve hüsnü zan ile kabullendiği bir inançtan dolayı o hakkı görmekten perdelenmiştirZira bu yanlış inanç, onunla hakkın hakikati arasına perde olarak girerTaklidin zâhirinden elde ettiği zanndan başka birşeyin kalbinde inkişâf etmesine engel olurİşte bu da büyük bir perdedirKelâmcıların ve mezheb müteassıblarının çoğu bu perde ile hakikatten geri kalmışlardırHatta gök ve yerin melekûtu hakkında düşünen sâlih kimselerin çoğu da böylece mahrum kalmışlardırÇünkü onlar da nefislerine dönüp kalmış, kalplerinde yerleşmiş birtakım taklidî îtikadlar yüzünden bu hakikatlerden perdelenmişlerdir ve onların o taklidî inançları, kendileri ile hakikatlerin idrâki arasında gerilmiş birer perde olmuştur.

VMatlûba götüren vesileyi bilmemektirÇünkü ilim isteyen bir kimse için, meçhul ile ilmi elde etme imkânı yokturAncak insanoğlu, matlûbuna uygun ilimleri hatırlamak sûretiyle elde edebilirİnsanoğlu, o ilimleri hatırlar ve nefsinde hususî bir şekilde âlimlerce bilinen ve nazar-ı îtibara alınan yollardan elde ederse, o zaman istediği yere ulaşabilirBöylece matlubun hakikati onun kalbinde belirirÇünkü matlub olan ilimler, fıtrî ve yaratılıştan değildirOnlar ancak hâsıl olan ilimlerin ağını kurmak sûretiyle elde edilirlerHatta her ilim ancak daha önce geçmiş ve özel bir şekilde birleşen ve biri diğerine yakınlaşan ve onların birleşmesinden üçüncü bir ilim hâsıl olan iki ilimden elde edilir.

Tıpkı yavrunun, erkek ve dişinin çiftleşmesinden meydana gelmesi gibi. . . Sonra tıpkı bir kimse bir tayı elde etmek istediği zaman, onu eşek ile deveden veya insandan elde etme imkânına sahip değilse, tayı ancak dişi ve erkek atın hususî bir aslından elde edebiliyorsa, öylece her ilmin iki hususî aslı vardırO asıllar arasında birleştirmede takip edilen bir yol vardırOnların birleşmesinden istenilen ve istifade edilen ilim hâsıl olurBu bakımdan o asılları bilmemek ve çiftlerin birleşme yolunu kestirememek, ilmin elde edilmesine mânidirBunun misâli ise, daha önce sûretin bulunduğu ciheti bilmemektir.

Hatta onun misâli şudur: İnsanoğlu ensesini ayna ile görmek istiyorsa, aynayı yüzünün tam hizasına tuttuğu zaman o aynayı ensesinin hizasına getirmiş sayılmazBu bakımdan o aynada ensesi görülmezEğer aynayı ensesinin hizasına kaldırırsa, bu takdirde de aynayı gözünden kaçırmış olurNe aynayı ve ne de aynadaki ensesinin sûretini görebilir, Bu bakımdan ikinci bir aynaya muhtaç olur ki o aynayı ensesinin arkasına tutsun, önündeki aynayı da tam onun hizasına getirsin ki arkadaki aynayı görmüş olsun ve iki aynanın duruşu arasındaki uygunluğu gözetmeli ki ensesinin sûreti öndeki aynada görünsün, işte böylece ilimleri elde etmekte de acaip yollar vardırO yollarda dolambaçlar ve kayganlıklar vardırBunlar ayna hakkında söylediklerimizden daha acaiptirlerYeryüzünde o dolambaçlardan yürümenin keyfiyetini bilen insan pek azdırİşte bunlar, kalpleri işlerin hakikatini bilmekten meneden sebeplerdirAksi takdirde her kalp fıtrî ve yaratılışının icabı olarak hakikatlerin mârifetin elverişlidirÇünkü kalp, rabbânî ve şerefli birşeydirBu özellik ve şereften ötürü âlemin diğer cevherlerinden ayrılmaktadır ve ona Allahü teâlâ'nın şu ayetiyle işaret edilmiştir:

Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi. (Ahzab/72)

Her çocuk fıtrat üzerine doğarAncak anne ve babası onu yahûdî veya hiristiyan veya putperest yapar15

Bu ayet-i celîle işaret eder ki, kalbin bir özelliği vardırO özellik sayesinde kalp, göklerden, yer ve dağlardan ayrılırO özellik sayesinde Allah'ın emanetini yüklenmeye hazır olur ve esasında bu yükü çekmeye gücü yeterFakat teker teker zikrettiğimiz sebepler, emaneti yüklenmekten ve emanetin hakikatine varmaktan insanoğlunu geciktirmekte ve mâni olmaktadırBunun için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında dönüp dolaşmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı16

Bu hadîs, sebeplerin bir kısmının kalp ile melekût âlemi arasında perde olduklarına işarettir ve yine İbn Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîste de bu hakikate işaret edilmiştir: Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle soruldu:

'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah nerededir? Yerde mi, gökte mi?' Hazret-i Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'mü'min kullarının kalplerinde!'17

Bir hadîs-i kudsî'de Allahü teâlâ'nın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

Benim arzımı ve benim semâm beni istiâb edemedi. (Fakat beni) sâkin, yumuşak ve Mü'min kulumun kalbi istiâb etti18

Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı kimdir?' diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuşlardır:

-Her Mü'minin kalbi mahmûmdur!

-Kalbi mahmûm olan da ne demektir?

- Kalbi mahmûm demek; muttaki, kalbinde hile olmayan, zulüm, gadr, kin ve hased bulunmayan tertemiz Mü'min demektir!19

İşte bunun için Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kalbim rabbimi gördü!' Zira aradaki perde takvâ ile kaldırıldıKimin kendisiyle Allah arasındaki perde kalkarsa, mülk ve melekûtun sûreti onun kalbinde tecelli ederOeni gökler ve yer kadar olan cennetin bir kısmını görürCennetin tamamı ise, göklerden ve yerden çok daha geniştirÇünkü gökler ve yer, mülk ve şehâdet âleminden ibarettirHer ne kadar göklerin ve yerin etrafları genişse, birbirlerinden uzaksa da onun sonu vardırMelekût âlemi ise -ki o da gözlerin müşahedesinden uzak olan ve basiretin idrâkine mahsus bulunan sırlardan ibarettir- onun sonu yokturEvet, o âlemden kalbe görünen sonlu bir miktardırFakat esasında ve Allah'ın ilmine izafeten sonu ve nihayeti yokturMülk ve melekût âleminin tamamı, bir defada ele alınırsa buna rubûbiyet hazreti denirÇünkü rubûbiyet hazreti, bütün mevcudatı kapsayıcıdırZira varlıkta Allah'tan ve O'nun fiillerinden başka birşey yokturO'nun memleketi ve kulları ise, bir kavme göre cennetin ta kendisidir ve bu ehl-i hak nezdinde cennete müstehak olmanın sebebidirCennetteki mülkünün genişliği, mârifetinin genişliği hasebiyledirAllahü teâlâ'nın sıfat ve fiilleri ne kadar kulun kalbine tecelli etmişse, o kadardırİbadetler, âzaların amellerinin bütün gayesi, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilâlanmasıdırKalbini temizleyen felâha kavuşmuşturKalbin temizlenmesinden gaye; îman nûrlarının orada meydana gelmesi, mârifet nûrunun parlamasıdırNitekim şu ayetle de bu mânâ kastedilmiştir:

Allah kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm'a açar, gönlüne genişlik verir. (En'am/125)

Allah'ın İslâm nûruyla kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o, rabbinden bir hidayet üzeredirO halde vay o Allah'ın zikrinden kalpleri katı olanlara! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. (Zümer/22)

Bu tecelli ve bu îmanın üç mertebesi vardır:

IAvâmın imanıdırBu îman katıksız taklidî bir imandır.

IIKelâmcıların imanıdır, Bu îman bir nevi istidlâlle karışıktırDerecesi avâmın îmanı derecesine yaklaşır.

IIIAriflerin imanıdır, Bu îman yakîn nûruyla müşahede edilen imandır.

İşte sana bu mertebeleri bir misâl ile beyan edeceğizŞöyle ki: Mesela Zeyd'in evde olduğunu tasdik etmenin üç derecesi vardır:

IDoğruluğundan emin olduğun bir kimsenin sana haber vermesidir ki bu kimsenin yalan söylediğine vakıf olamamış ve hiçbir zaman onu itham edecek bir hâlini görememişsindirBöyle bir kimsenin haber vermesiyle kalbin mutmain olup sadece ondan duymak sûretiyle kalbin sükûnete kavuşurİşte bu mücerred taklid ile var olan imandırBu âvam-ı nâsın îmanı gibidirZira halk tabakası erginlik çağına vardığı zaman, babalarından ve annelerinden Allah'ın varlığını, ilmini, irâdesini, kudretini ve diğer sıfatlarını dinlerlerPeygamberler gönderildiğini, doğru olduklarını ve getirdikleri ilâhî nizamı işitirlerİşittikleri gibi de kabul edip bunun üzerinde sebat ederlerKalpleri mutmain olur ve kalplerine işittiklerinin aksi birşey de gelmezÇünkü babalarına, annelerine ve öğretmenlerine sonsuz güvenleri ve güzel zanları vardırBu îman, âhirette kurtuluş sebebidirBu îmanın sahipleri ashâb-ı yemin mertebelerinin ilk saflarını teşkil ederlerFakat mukarreblerden değildirlerÇünkü bu tür imanda keşif, basîret ve yakîn nûruyla kalbin inşirahı yokturZira fertlerden dinlenilen hükümde yanlışlık mümkündürHatta inançlarla ilgili konularda yanılmalar sayılamayacak kadar vardırZira yahûdî ve hiristiyanların kalpleri de atalarından dinledikleriyle mutmaindir.

Ancak onlar inandıklarına yanlış bir şekilde inanmışlardır.

Çünkü kendilerine yanlış şekilde telkin edilmiştirMüslümanlar ise hakka inanmışlardırBu hakka inanışları, hakka vâkıf olmalarından değildirAksine onlara hak kelimesi telkin edilmiş olduğu içindir.

IISenin, evinin içinde konuşan Zeyd'in konuşmasını ve sesini işitmendirFakat bunu duvarın arkasından dinlersin ve bununla Zeyd'in içeride olduğuna karar verirsinBu bakımdan senin îmanın, tasdikin ve yakînin, Zeyd'in içeride olduğuna dair sadece 'Zeyd içeridedir' demekle tasdik edenin tasdikinden daha kuvvetlidirÇünkü sen 'Zeyd içeridedir' denildiği zaman, onun sesini de işitirsen yakînin daha da artarZira sesler, sûreti müşâhede ettiği halde, sesi dinleyenin nezdinde şekil ve sûrete delâlet ederlerBöylece müşahede edenin kalbi 'bu ses o şahsın sesidir' diyerek daha da kuvvet kazanırİşte bu tür îman, delil ile karışık bir imandırYanlışlığın bu imana da karışması mümkündürZira ses, bazen başka bir sese benzerBazen de taklid yoluyla başkasının sesine benzetmek mümkündürAncak bu durum dinleyenin kalbine gelmezÇünkü dinleyen, itham etmek için herhangi bir sebep ve bu hileli durumda herhangi bir hedef ve garezin olduğunu o anda düşünemez.

IIIEve girip kendi gözünle Zeydi görmen ve müşahede etmendirİşte hakikî mârifet, yakînî müşâhede budurBu, mukarrebler ve sıddîkların müşahede ve mârifetine de benzerÇünkü mukarreb ve sıddîklar görüp de îman ediyorlardıBu bakımdan onların imanının kapsamına avâm-ı-nâsın ve kelâmcıların îmanı dahildirÜstelik onlar yanlışlık ve yanılma imkânını ortadan kaldıracak bir özellikle de avam-ı nas ve kelâmcılardan ayrılmış bulunuyorlarEvet, mukarrebler ve sıddîklar da ilimlerine ve keşif derecelerine nisbeten derece alırlar.

İlimlerin derecelerine gelince, onun misâli şudur: Zeyd'i evde yakından görmekEvin sahanlığında görmek. . . . Güneşin pırıl pırıl parladığı vakitte görmek. . . Böyle bir görüşte idrâk tam kemâle ererBaşka birisi onu bir evde görür veya uzaktan görür veya akşam vakti görürZeyd'in sûretinde ona öyle bir misâl görünür ki yakînen onun Zeyd olduğuna kanaat getirirFakat onun nefsinde Zeyd'in sûretindeki incelikler ve gizlilikler temessül etmezİşte bunun gibisi ilâhî emirlerin müşahedesindeki farklılıklarda da tasavvur edilebilir.

İlimlerin miktarına gelince, evde Zeyd, Amr, Bekr ve başkasını görmendirDiğer biri de ancak Zeyd'i görürBu bakımdan bunun mârifeti malûmatların çokluğuyla artar ve artmasında şüphe de yoktur! İşte bu, ilimlere izafeten kalbin hâlidirEn doğrusunu Allah bilir!

15) Buhârî, Müslim

16) Daha önce geçmişti.

17) Taberânî

18) Irâkî'ye göre aslına rastlanılmamıştırFakat Taberânî benzerini rivâyet etmiştir

19) İbn Mâce

21-5

Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına nisbeten hâli

Kalp, yaratılşıyla -daha önce de geçtiği gibi- mâlumatın hakikatlerini kabul etmeye hazırdırFakat kalbe gelen ilimler, aklî ve şer'î olmak üzere iki kısma ayrılırAklî ilimler de zarurî ve kesbî ilimler diye iki kısma ayrılırKesbî ilimler de uhrevî ve dünyevî diye iki kısma ayrılır.

Aklî ilimlere gelince, aklî ilimlerden gayemiz; aklın tabiatının istediği ilimdirTaklid ve dinlemekle elde edilemeyen ilimlerdirBu ilimler, insanoğlunun tek şahsın aynı anda iki yerde bulunamayacağını ve tek şeyin hem hâdis (sonradan olma) , hem kadîm, hem var, hem yok olmayacağını bildiği gibi, nerede ve ne zaman var olduğu bilinmeyen zarurî ilimdirBu ilimler ta çocukluk çağından beri insanoğlunun nefsinde bulunmakta ve insanoğlu bu ilimlerle birlikte yaratılmış olmakta ve bu ilim nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu, yani yakîn sebebini bilmemektedirEğer 'Yakîn sebebini bilmemektedir' dememizin sebebi, kesinlikle insanoğlu kendisini yaratan ve hidayet edenin Allah olduğunu bilirBir de istidlâl ve öğrenmekle elde edilen kesbî ilimlere bölünmektedirBu iki kısım ilme de aklî ilimler denilirNitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

Aklı iki akıl olarak gördüm, birisi metbû (fıtrî) , diğeri mesmû (öğrenmek yoluyla elde edilen) . . . Fıtrî akıl olmadıkça öğretilmekle elde edilen akıl fayda vermezNitekim göz kör olduğu zaman güneşin fayda vermemesi gibi. . .

Birinci akıl, Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Ali'ye söylemiş olduğu şu hadîste kastolunmaktadır:

Nezdinde akıldan daha şerefli birşeyi Allah yaratmış değildir20

İkinci akıl, Hazret-i Peygamberin Hazret-i Ali'ye söylemiş olduğu şu hadîste kastedilmiştir:

Ya Ali! insanlar Allah'a iyiliğin çeşitleriyle (mânen) yaklaştığı zaman, sen de aklınla yaklaş!21

Zira fıtrî şeylerle ve zarurî ilimlerle Allah'a yaklaşmak mümkün değildirAksine insan çalışma neticesinde elde edilen ilimlerle Allah'a yaklaşırFakat Hazret-i Ali gibi kahramanlar ancak aklını kullanıp Allahü teâlâ'ya yaklaşmaya vesile olan ilimleri elde edip Allah'a yaklaşmaya muktedir olurlarBu bakımdan kalp, göz yerine geçerKalpteki akıl denilen nesne ise, gözde görünen kudret yerine geçerGörme kuvveti ince bir kuvvettirKör olan bir kimsede okuma kaybolurGözleri sağlam olan bir kimsede ise gözlerini kapatsa veya, kapkaranlık bir gece olsa bile okuma kaybolmazOnun vasıtasıyla kalpte hasıl olan ilim, gözdeki görme özelliğinin kuvvet-i idrâkiyesi ve şeylerin bizzat kendilerini görme kuvveti yerine geçer.

Erginlik ve bülûğ çağına kadar çocukluk müddetinde ilmin, aklın bizzat kendisinden geri kalması, tıpkı görünen eşya üzerine feyezan eden ve güneşin pırıl pırıl parlama çağına kadar gözden geri kalan görmeye benzerKalp sayfalarının üzerine Allah tarafından yazan kalem ise, güneş kursunun yerine geçerErginlik çağından önce, çocuğun kalbinde hâsıl olması gereken ilim ancak şundan dolayı hâsıl olmamıştır: Çünkü çocuğun kalbi henüz ilmin bizzat kendisini kabul edecek raddeye gelmemiştirKalem, Allahü teâlâ'nın yarattığı mahlûklardan sadece bir tanesidirAllah onu ilimlerin beşerin kalbine nakşedilmesine sebep kılmıştır. . . Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

O kalem ile öğrettiİnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alâk/4-5)

Allah'ın vasfı, mahlûkatının vasfına benzemediği gibi, kalemi de mahlûkatnın kalemine benzemezBu bakımdan Allahü teâlâ'nın kalemi ne kamıştandır, ne de ağaçtandırNasıl ki zâtı da ne cevherdir, ne araz. . . O halde, bâtın basiret ile zâhir görme arasındaki muvazene bu yönlerden doğrudurAncak şeref hususunda aralarında münasebet yokturÇünkü bâtın basîret, idrâk edici lâtifeden ibaret olan nefsin ta kendisidirBâtın basîret süvari gibidirBeden ise at gibidirSüvarinin körlüğü süvariye atın körlüğünden daha fazla zarar verir- Hatta bu iki zararın arasında kıyas bile tasavvur edilemezBâtın basîret, zâhir basiretle muvazeneli olduğu için Allahü teâlâ, bâtın basirete zâhir basiretin ismini vererek şöyle buyurmuştur.

Gördüğünü kalp tekzib etmedi.

(Necm/11) .

İşte görüldüğü gibi burada kalbin idrâk ettiğine görme denilmiştirBöylece Allahü teâlâ'nın şu ayeti de te'vil edilmelidir

Biz İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin ve yerin acâipliklerini ve güzelliklerini de gösteriyorduk ki Tevhîd hususunda yakîn sahibi olsun! (En'am/75)

Allahü teâlâ buradaki 'göstermekten' zâhirî görmeyi irâde etmemiştirBu sadece Hazret-i İbrahim'in özelliği değildir ki bununla Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e minnet etsin! İşte bunun içindir ki bu görmenin zıddına körlük adı verilmiştir.

Gerçek şudur ki gözler kör olmazFakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)

Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür (dünyada doğru yolu göremeyen, âhirette de kurtuluş yolunu göremeyecektir, hatta o) yol bakımından daha da sapıktır. (İsrâ/72)

İşte buraya kadar aklî ilimlerin açıklaması yapıldıDinî ilimlere gelince, bunlar peygamberlerden (sallâllahü aleyhi ve sellem) taklid yoluyla alınmıştırBu da Allah'ın Kitabı'nı okumak, Hazret-i Peygamber'in sünnetini öğrenmekle meydana gelir, Kitab ve Sünnet'in mânâsını anlamakla elde edilirBu ilimle kalbin sıfatı kemâle, ererKalp, hastalık ve marazlardan selâmette kalırBu bakımdan aklî ilimler tek başına kalbin selâmeti için yeterli değildirHer ne kadar kalp, bu aklî ilimlere muhtaç ise de. . . Nitekim beden sıhhatinin devamında sadece aklın yeterli olmadığı gibi. . . Aksine insanoğlu doktorlardan öğrenmek yoluyla ilâçların özelliklerini, bitkilerin özelliklerini bilmeye muhtaçtır. . . Sadece akıl buna yetmez. . . Bunu işittikten sonra anlaması da ancak akılla mümkün olurBu nedenle işitmeden akıl ve akıl olmadan da işitmek yeterli olmaz, ikisi birden lâzımdırO halde aklı tamamen bir kenara iterek katıksız bir taklide çağıran bir kimse câhildirSadece akılla Kur'ân ve Sünnet'in nûrlarından istifade etmeye kalkışan bir kimse de mağrur ve aldanmıştırBu bakımdan bu iki grubun birisinden olmaktan sakın! İki aslı bir arada bulunduranlardan ol! Çünkü aklî ilimler gıda, şer'i ilimler de ilaçlar gibidirHasta bir şahıs, ilaçsız gıda aldığı zaman, gıda kendisine zarar verirİşte böylece kalplerin hastalıklarının tedavisi ancak şeriattan istifade edilen ilaçlarla mümkündürBu ilaçlar da kalplerin ıslahı için peygamberler tarafından terkibi yapılan' ameller ve ibâdetlerin vazifeleridirO halde, hasta kalbini şer'î ibâdetlerle tedavi etmeyen ve sadece aklî ilimlerle yetinen bir kimseye bu aklî ilimler zarar verirlerNitekim hasta bir kimsenin gıdadan zarar gördüğü gibi. . .

Aklî ilimlerin şer'î ilimlere zıt düştüğünü, bu iki ilmin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını zanneden bir kimsenin zannı, bâsiretinin körlüğünden meydana gelen bir zandırBöyle bir zandan Allah'a sığınıyoruzHatta böyle diyen bir kimsenin görüşünde şer'î ilimlerin bir kısmını diğer bir kısmıyla çarpışmaktadır ve bu kimse şer'î ilimlerin çeşitli kısımlarını bir arada bulundurmaktan da âcizdirBu zavallı zanneder ki bu, dinde -hâşâ- bir tenakuzdur ve böylece şaşkına dönerDolayısıyla yağdan çekilen kıl gibi, dinden sıyrılıp dinin dışına çıkar! Böyle olması da ancak nefsindeki âcizliğinden, dinde tenakuz olduğunu hayal etmesinden ileri gelirOysa Allah'ın dininde tenakuz nerede ve ne gezer! Bu zan sahibinin misâli tıpkı bir kavmin evine giren ve ev içinde yerli yerinde bulunan kapkacağa dolaşıp düşen bir körün misâline benzerBu kör, ev sahiplerine şöyle haykırır: 'Neden bu kap kacak yolun üzerinde bırakılmış? Neden bu kap kacak yerli yerine konulmuyor?' Ev sahipleri kendisine derler ki: 'O kap-kacak yerli yerinde yerleştirilmiştirFakat sen körlüğünden dolayı yolu görmemekte ve gidip onlara takılmaktasınSenin durumuna hayret etmek gerekirSen düşmeni neden körlüğüne hamletmiyor, bir türlü kusurun kendinde olduğunu kabul etmiyorsun da kusuru başkasında görüyorsun'.

İşte buraya kadar söylediğimiz, dinî ilimlerin aklî ilimlerle olan nisbetidirAklî ilimler dünyevî ve uhrevî diye iki kısma ayrılırDünyevî ilimler, tıp, matematik, hendese, astronomi ve sair sanat ilimleri gibidirUhrevî ilimler de kalplerin halleri, amellerin âfeti, Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin ilmi gibidirNitekim biz bunlardan İlim Kitabı'nda uzun uzadıya bahsettikBu iki ilim, birbirine zıttırYani zıddiyetlerinden şunu kastediyoruz; kim inayetini onların birisine sarfeder ve bu iki ilimden birinde derinleşirse, artık basireti çok zaman öbür ilme ulaşmazOnu hakkıyla elde edemez ve bu sırra binaen Hazret-i Ali (radıyallahü anh) dünya ve âhiret için üç darb-ı mesel getirerek şöyle demiştir: 'Dünya ve âhiret, terazinin iki kefesi, veya batı ile doğu veya iki kuma gibidirNe zaman onlardan birini razı edersen, diğerini küstürürsün'Bunun için dünya işlerinde, tıp, matematik, hendese ve felsefe de akıllı olanları görürsün ki, âhiret işlerinde câhildirlerÂhiret ilimlerinin inceliklerinde akıllı olan kimseleri görürsün ki dünya ilimlerinin pek çoğunda câhildirlerÇünkü aklın kudreti çoğu zaman iki işi birden yapmaktan âcizdirBu bakımdan bu işlerin biri, diğerinin mükemmel olmasına mânidir ve bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Cennet ehlinin çoğu, dünya işlerinden habersiz olan kimselerdir 22)

Hasan-ı Basrî, va'zlarının birinde şöyle demiştir: 'Biz öyle bir kavme yetiştik ki eğer sizler onları görmüş olsaydınız, muhakkak onlara deli derdinizEğer onlar da sizleri görmüş olsaydılar muhakkak size şeytan derlerdi!'

Buna rağmen ne zaman dinî emirlerden garip ve pek yayılmamış bir emri, diğer ilimlerde ilerlemiş bir kimsenin inkâr ettiğini görürsen sakın onların inkârı seni bu emri kabul etmekten alıkoymasın! Çünkü doğudaki yolcunun, batıdaki şeyleri bilmesi muhaldirİşte böylece dünya ve âhiret işleri devam eder ve bunun için de Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Öldükten sonra huzurumuzda hesap vermeyeceklerini umup dünya hayatına razı ve onun emniyeti içinde olanlar, bir de delillerimizden gâfil bulunanlar, işte bunların elde ettikleri kötü ameller sebebiyle varacakları yer cehennem ateşidir! (Yunus/7)

Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler. (Rûm/7)

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir! İşte onların ilimden erebildikleri budur. (Necm/29-30)

Buna rağmen dünya ve din maslahatlarında basîretin kemâline varmak, ancak Allahü teâlâ tarafından kullarının dünya ve âhiretini tedbir ve tedvir etmekle kemâle erişen kimseler için müyesser olurBunlar da 'Rûh'ul-Kudüs' ile teyid ve takviye edilen peygamberlerdirO peygamberler ilâhî bir kuvvetten yardım alırlarO ilâhî kuvvet ki bütün işleri kabzasına alır ve işlerin çokluğundan yorulmazDiğer yaratıkların kalplerine gelince, bunlar dünya işleriyle meşgul oldukları zaman âhiretten yüz çevirirlerÂhirette kemâle varmaktan mahrum kalırlar.

20) Hakîm-i Tirmizî, Nevâdir

21) Ebû Nuaym

22) Bezzâr, (Enes'ten zayıf olarak) ; Kurtubî, Tezkire, (sahih olarak) ; İbn Adiyy'e göre bu ri-münker'dir.

21-6

İlham İle Öğrenmek ve Hakkın Keşfedilmesinde Sûfîlerin Yolu İle Ehl-i İstidlâl'in Yolu Arasındaki Fark

Bazı hallerde kalpte hâsıl olup zarurî olmayan ilimlerin meydana gelişi hakkında hallerin değişik olduğunu bil! Bu ilimler, bazen sanki bilinmeyen bir yerden kalbe atılırcasına kalbe hücum ederlerBazen de öğrenmek ve istidlâl yoluyla elde edilirDelil vasıtasıyla ve öğrenmek yolu ile değil de kendiliğinden hasıl olan ilme 'ilham' ismi verilir, istidlâl yoluyla elde edilen ilme 'îtibar' ve İstibsar' ismi verilmektedir. Sonra delilsiz ve öğrenmeksizin kalbe ilka edilen ilim, kulun nasıl ve nereden kendisine verildiğini bilmediği ve kendisinden istifade ettiği sebebe muttalî olduğu kısımlara ayrılmaktadırO sebep de ilmi kalbe ilka eden meleğin müşahedesidir.

Birincisine 'ilham' ve 'kalbe üflemek' adı verilir.

İkincisine 'vahy' denirVahy sadece peygamberlere mahsustur.

Birincisi ise evliyâya mahsusturİstidlâl yoluyla öğrenilen ilim ise âlimlere mahsustur.

Bu husustaki sözün hakikati şudur: Kalp, bütün eşyadaki hakikatin tecelli etmesine müsait ve hazırdırFakat kalp ile bu şeylerin arasında daha önce zikredilen beş sebep perde olarak girmektedirBu sebepler, sarkıtılan ve kalbin aynası ile kıyâmete kadar Allahü teâlâ'nın hükmettiği bütün şeylerin kendisine yazıldığı levh-i mahfuz arasına giren perde gibidirİlimlerin hakikatini levh-i mahfuz aynasından kalp aynasına yansıtması, tıpkı bir aynadan, karşısına konan diğer bir aynaya yansıyan bir sûrete benzerİki aynanın arasındaki perde bazen elle kaldırılır, bazen de kendisini kıpırdatan rüzgârların esmesiyle kalkar.

İşte böylece bazen ilâhî lütûfların rüzgârı eser, kalplerin gözünden perde kalkarO kalplere levh-i mahfuzda yazılı olan bazı şeyler tecelli ederBu da bazen uyku zamanında olurBöylece kişi, gelecekte olanları bunun vasıtasıyla bilirFakat perdenin tam kaldırılması ölümle olurOrada perde tam mânâsıyla kalkarBazen uyanıklık halinde de perde kalkarHatta Allahü teâlâ'nın gizli bir lütfûyla perdeler kalkar, gayb perdesinin arkasında kalplerde ilmin gariplerinden birşey pırıl pırıl parlarBazen çakan şimşek gibi, bazen bir sınıra kadar arka arkaya parlarFakat devamlı parlaması gayet nadirdirBuna rağmen gerek çalışma ve gerek yeri ve sebebindeki çalışma cihetiyle ilim, ilhamdan ayrılmazAncak perdenin kaldırılması cihetinden ondan ayrılırZira perdenin kaldırılması kulun isteğiyle değildirVahy ise, bunların hiçbirinde ilhamdan ayrılmazAncak meleğin görünmesi hususunda ayrılırÇünkü ilim, bizim kalbimizde ancak melek vasıtasıyla hâsıl olurAllahü teâlâ'nın şu ayetiyle buna işaret edilmiştir:

Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmazAncak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. (Şûra/51)

Sen bu hakikati duyduktan sonra bil ki tasavvuf ehlinin öğrenmek ve öğretmek yoluyla gelen ilimlere değil de ilham yoluyla gelen ilimlere meyli vardır ve bunun için de ilmi okumaya ve yazarların yazdığı kitapları tahsil etmeye, orada zikredilen delil ve sözleri araştırmaya pek taraftar görünmezlerAksine derler ki; 'Çıkar yol, herşeyden önce mücâhede' yapmak, kötü sıfatları silmek, dünyevî alâkaların tamamını kesmek, bütün himmetiyle Allah'a yönelmektir'Bu hakîkat var olduğu zaman, kulunun kalbini yönelten bizzat Allahü teâlâ olurİlim nûrlarıyla kalbini aydınlatmaya Allahü teâlâ kefildirAllahü teâlâ, kalbin işini bizzat uhdesine aldığı zaman, kalbin üzerine rahmet oluk halinde akarNûr kalbe doğar, göğüs inşiraha kavuşurMelekûtun sırrı böyle bir kişiye inkişaf ederAllahü teâlâ'nın rahmet lütfûyla kalpten mağrurluk perdesi kalkarKalpte ilâhî emirlerin hakikatleri pırıl pırıl parlarBuna rağmen kulun vazifeleri, ancak mücerred tasfiye ile hazır olmak ve himmet göstermek, bunlar da doğru bir irade, tam bir susamışlık ve Allahü teâlâ'nın açacağı rahmeti daimî bir şekilde beklemekle olur, Bu bakımdan enbiya ve evliyâlar için emir inkişaf etmiş, onların mübarek göğüsleri üzerine nûr oluk halinde akmıştırBu ise, kitap yazmak, okumak, öğrenmekle değil, dünyada zâhidlik yapmakla, dünyadan uzaklaşmakla, kalbi dünyevî meşgalelerden boşaltmakla, himmetin tamamıyla birlikte Allahü teâlâ'ya yönelmekle olmuşturZira kim Allah'a yönelirse, Allah da ona yönelir.

Ehl-i tasavvuf der ki: Bu durumu elde etmenin yolu; önce tamamen dünya ile ilişkilerini kesmek, kalbi dünyadan boşaltmak, himmetini aile efradından, malından, evlâdından, vatanından, ilim, velayet ve nüfuzdan kesmektedirHatta bu yolun yolcusunun kalbi öyle bir duruma gelmeli ki o kalpte herşeyin varlığı ile yokluğu eşit olmalıdır. Sonra bu kimse nefsi ile bir zaviyede tek başına bulunmalı, sadece farz ibâdetlerle revatib ibadetleri yapmalı, kalbi herşeyden boş olarak oturmalı, himmeti derli toplu olmalı, fikrini Kur'ân'ın okunmasıyla, Kur'ân'ın tefsirini düşünmekle bile dağıtmamalıdırNe hadîs kitapları ve ne de başka birşeyle fikrini dağıtmamalıdırAllah'tan başkasının kalbine gelmemesi hususunda çaba sarfetmelidirHalvette oturduktan sonra diliyle daimî bir şekilde ve kalp huzuruyla 'Allah, Allah' demelidirDilinin kıpırdamasını terkedecek bir hale varıncaya kadar ve buna rağmen kelimenin lisanı üzerinde carî olduğunu görünceye kadar bu duruma devam etmelidir. Sonra kelimenin eseri tamamen dilinden silininceye kadar ve zikre devam ettiği halde kalbinde kelimeyi buluncaya kadar bu duruma karşı sabır göstermelidir. Sonra kalbinden lâfzın sureti, harfleri, kelimenin şekli silinip sadece kelimenin mânâsı kalbinde kalıncaya kadar bu şekilde devam etmelidirKelimenin mânâsı kalbinde hâzır, sanki kalpten ayrılmaz bir özellik şeklinde oluncaya kadar bundan önceki durumuna devam etmelidir.

Bu hadde varıncaya kadar kendisinin iradesi vardırBu hâlin devamında vesveseleri defetmek sûretiyle ihtiyarı vardırFakat Allah'ın rahmetini celbetmekte ihtiyarı yokturKendisi, yaptığı ile Allah'ın rahmetinin esintilerine açık bir vaziyete gelmiştirBu bakımdan kendisine ancak Allahü teâlâ'nın açacağı rahmeti bekleme vazifesi kalırNitekim Allahü teâlâ bu rahmeti bu yolda diğer velîlerin ve peygamberlerin üzerine de açmıştırBu raddeye geldiği zaman iradesi doğru, himmeti sâf, devamlılığı güzel olduğu takdirde, şehveti kendisini baştan çıkarmadığı, dünya meşgaleleriyle nefsin konuşması kendisini meşgul etmediği takdirde hakkın parıltıları kalbinde parlarBu parıltılar başlangıçta durmaksızın çakan şimşekler gibi çakar geçer. Sonra tekrar gelirBazen de geç gelirEğer gelirse dururBazen de kapar götürürEğer durursa, durgunluğu uzun sürerBazen de uzun sürmezBazen benzerleri arka arkaya görünürBazen bir çeşidi gelirAllah'ın velî kullarının bu husustaki dereceleri sayılamayacak kadar çokturNitekim yaratılışları ve ahlâklarının sayılamayacak kadar çok oluşu gibi. . . İşte bu yol, senin tarafından katıksız bir temizleme, tasfiye, cilâ, sonra hazırlama ve sadece beklemeye dönüşmüştür.

Mü'minin kalbi, karışmak ve kaynamak yönünden fıkır fıkır kaynayan çanaktan daha şiddetlidir23

Ehl-i istidlâl ve ibret sahiplerine gelince, onlar bu yolun varlığını ve imkânını inkâr etmemişlerdirBu yoldan -az da olsa-insanoğlunun bu büyük hedefe ulaşabileceğine karşı çıkmamışlardırÇünkü bu yol, peygamberlerin ve velî kulların hallerinin çoğudurFakat düşünürler bu yolu engebeli ve meyvesi geç verilen bir yol olarak görmüşlerdir ve bu yolun bütün şartlarının bir araya toplanmasını uzak görmüşlerdirDaha önce zikrettiğimiz sınıra kadar dünya ile ilgileri kesmenin hemen hemen 0lmayacağını söylemişlerdirBu durum meydana geldiğinde kalıcı olması, meydana gelmesinden daha uzak bir ihtimaldirZira az bir vesvese kalbi alt üst eder! Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Mü'minin kalbi, rahmanın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır24

Bir de bu mücâhade esnasında bazen mizaç bozulur, akıl fesada uğrar, beden hasta olurEğer daha önce ilimlerin hakîkatleriyle nefsin temizlenmesi ve riyazeti gerçekleşmemişse, kalbe bir takım bozuk hayaller yapışır, uzun bir müddet nefis bunlara gönül verip mutmain olurBunların sökülüp atılması da ömür boyunca mümkün olmazNice sûfî bu yolu seçmiştir. Sonra bir hayalin içinde yirmi sene kalmıştırEğer bu sûfî daha önce güzelce ilim öğrenmiş olsaydı, derhal bu hayaldeki karışıklık kendisine görünecektiBu bakımdan öğrenmek yoluyla iştigal daha kuvvetli ve hedefe daha yakındırDüşünenler ve ibret alanlar bunu da söylemişlerNitekim süfîlerin bu yolu takip etmeleri, tıpkı insanoğlunun fıkhı öğrenmeyi terkedip, 'Allah'ın rasûlü de fıkıh öğrenmedi, vahiy ve ilham vasıtasıyla dersleri tekrar etmeksizin, kitapların kenarlarına hâşiye ve tâlikler yazmaksızın fakih olduBu bakımdan çoğu zaman riyâzet ve devamlılık beni de peygamberin vardığı gibi fıkha vardırır' demesine benzerKim böyle zannederse, o nefsine zulmetmiş, ömrünü boşuna geçirmiştirHatta böyle diyen bir kimse çalışma ve ziraat yolunu, gizli hazinelerden birine rastlayacağı ümidiyle terkeden bir kimseye benzerÇünkü gizli hazinelerin birine rastlamak mümkünse de cidden uzaktırİşte bu kimsenin hâli de böyledirDüşünürler derler ki; 'Herşeyden önce âlimlerin tahsil ettiği ilmin tahsili gerekirOnların söylediklerini anlamak lâzımdırBunu tafsil edip anladıktan sonra, diğer âlimlere keşfolunmayan bir rahmeti beklemekte herhangi bir sakınca yokturHatta bu rahmet, ilim tahsilinden sonra mücâhede-i nefisle keşfolunur'

23) Ahmed, Hâkim

24) Müslim

İki Makam Arasındaki Farkın Bir Misâl İle Beyanı

Kalbin acaip halleri duyuların idrâklerinin dışına taşmıştırÇünkü kalp de hissin idrâkinin dışındadırDuyularla idrâk edilmeyen birşeyi, anlayışlar ancak görünür bir misâl ile kavrayabilirBiz de bunu zayıf anlayışlara iki misâl ile yakınlaştıracağız.

Birinci Misâl: Bir yerde kazılmış bir havuz düşünürsek, nehirlerden bu havuza su akma ihtimali vardır veya havuzun altından deşilip toprağı atmak sûretiyle suyun merkezine varıncaya kadar kazarsak havuzun altında suyun kaynaması ihtimali de vardırBu şekilde elde edilen su daha saf ve daha devamlıdırBazen de daha bol olurİşte kalp havuza benzer, ilim de suya. . . Beş duyu da nehirlere. . . Bazen ilimleri, duyular vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardırBazen de görünenlerden ibret alma vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardırBöylece kalp, ilimle dolarBu nehirleri halvete ve uzlete çekilmek, gözü kapatmak, temizleyerek kalbin derinleşmesini sağlamak, kalpten perdeleri kaldırmak sûretiyle kapatmak da mümkündür ki kalpte ilmin pınarları içten kaynasın!

Eğer 'İlimden boş olduğu halde, kalpte ilmin kaynaması nasıl mümkün olabilir?' dersen, bil ki böyle olması, kalp sırlarının acâipliklerindendirMuamele ilminde bunu açıklamaya ruhsat yokturAçıklaması mümkün olan miktar şudur: Şeylerin hakikatleri levh-i mahfuzda yazılıdırHatta mukarreb meleklerin kalplerinde de yazılıdırNasıl ki mühendis olan bir zat, birtakım binaları kalbinde tasavvur eder, sonra tasavvur ettiği gibi onu fiiliyata dökerse, aynen onun gibi gökler ve yeri yoktan var eden Allah da âlemin plânını başından sonuna kadar levh-i mahfuzda yazmıştır. Sonra ona uygun olan varlık âlemine çıkmıştırSûretiyle var olan âlemden diğer bir sûret his ve hayale sirayet ederÇünkü göğe ve yere bakan bir kimse, sonra gözünü kapatırsa, hayalinde gök ve yerin sûretini görürHatta sanki onlara bilfiil bakıyormuş gibi olurFaraza yer ile gök yok olup, o adam kalsa dahi yine nefsinde yer ile göğün sûretini bulacaktırSanki onları müşahede eder, onlara bakar gibi. . . Sonra onun havalinden bir eser kalbine nüfuz ederKalpte, his ve hayale giren şeylerin hakikatleri hâsıl olurKalpte hâsıl olan, hayalde hâsıl olan âleme, hayalde hâsıl olan âlem de insan hayalinin ve kalbinin haricinde olan mevcut âleme uygundurMevcut âlem de levh-i mahfuzda mevcut olan şeye uygundurSanki âlemin varlıkta dört derecesi vardır:

1Levh-i mahfuz'daki varlıkBu varlık, cismanî varlıktan öncedir.

2Bu varlığın arkasında, varlığın ikinci derecesi olan hakikî varlık gelir.

3Bunu da hayalî varlık takip ederHayalî varlıktan gaye; sûretinin hayaldeki varlığı demektir.

4Hayalî varlığın peşinden aklî varlık gelirAklî varlıktan maksadım; sûretinin kalpteki varlığıdırBu varlıkların bazısı ruhanî, bazısı cismanîdirRuhanî varlıkların bazısının ruhanîliği bazısından daha şiddetli ve kuvvetlidirBu lûtuf, ilâhî hikmetten gelmektedirÇünkü Allahü teâlâ senin gözbebeğinin küçüklüğüne rağmen onu öyle yaratmıştır ki oracıkta âlemin, göklerin ve yerin bunca genişliğine rağmen sûreti tab' olunurHisteki varlığından bir varlık hayale sirayet ederHayalden bir varlık kalbe gelirÇünkü sen, hiçbir zaman sana gelenin dışında birşeyi idrâk etmemektesinEğer bütün âlemin bir misâli senin zatında olmamış olsaydı asla zâtına aykırı düşen şeyden senin haberin olmayacaktıKalpte ve gözde, bu acaiplikleri tedvîr eden, sonra bunların idrâkinden kalbi ve gözleri kör eden -öyle ki halkın çoğunun kalpleri, kendi nefsini ve nefsindeki acaiplikleri bilmemektedir Allah'ın şânı ne yücedir!

Biz maksud olan hedefimize dönelimKalpte âlemin hakîkat ve sûretinin hâsıl olması, bazen duyulardan, bazen de levh-i mahfuzdan ileri gelirNasıl ki gözde, güneşin sûreti, bazen güneşe bakmak, bazen de güneşin tam kaşısında bulunup güneşin sûretini yansıtan suya bakmak sûretiyle hâsıl oluyorsa. . . Bu bakımdan kalp ile levh-i mahfuz arasındaki perde kalktığı zaman, levh-i mahfuzdaki eşyayı görür ve levh-i mahfuzdan kalbe doğru ilim akmaya başlarBöylece duyuların, iç âlemlerinden ilimleri iktibas etmeye ihtiyacı kalmaz ve böyle olan bir kalp, tıpkı yerin derinliğinden kaynayan suya benzerGörünenlerden hâsıl olan hayallere yöneldiği zaman kalbin bu yönelişi levh-i mahfuz'u seyretmesine perde olmaktadırNitekim su nehirlerde toplandığı zaman, bu toplanışı yerden suyun kaynamasına mâni olduğu gibi veya güneşin sûretini yansıtan suya bakan bir kimsenin güneşin kendisine bakmış olmadığı gibi. . . Bu bakımdan kalbin iki kapısı vardır:

1Melekût âlemine açılan kapıMelekût âlemi, 'levh-i mahfuz'

ve 'Melekler âlemi' demektir.

2. Beş duyuya doğru açılan kapıO duyular ki mülk ve şehâdet âlemine yapışıktırlarŞehâdet ve mülk âlemi de bir tür yansıtma ile melekût âlemini aksettirirlerDuyulardan iktibasa doğru kalbin açılan kapısı ise, bunun nasıl olduğu sence gizli değildirMelekût âlemine ve levh-i mahfuz'un mütalâasına açılan dahilî kapı ise, onu ancak yakînen rüyanın acaipliklerini, kalbin uyku âleminde gelecek zamandaki olaylara muttalî olmasını veya mâzide olan olayları görmesini, duyular cihetinden bunları iktibas ihtimâli olmadığı halde, böyle olmasını güzelce düşünürsen öğrenmiş olursunBu kapı, ancak ve ancak Allahü teâlâ'nın zikri için tamamen boşalmış bir kimseye açılırNitekim Hazret-i Peygamber

(sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:

-Müferridler yarışı kazandılar.

-Ya Rasûlallah! Müferridler de kimlerdir?

-O kimselerdir ki Allah'ın zikrine bütün varlıklarıyla dalmışlardırO'ndan başkasıyla konuşmazlarBu zikir onlardan yüklerini indirmiştir ve onlar bu sayede kıyâmete yükleri hafif olduğu halde gelmişlerdir25

Sonra ben yüzümle onlara yönelirimAcaba yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi bilir misin veya herhangi bir kimse biliyor mu?

Onlara ilk verdiğim nûru onların kalbine atarımBuna binâen benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber vermeye başlarlar26

Bu haberlerin giriş kapısı dahilî kapıdırBu bakımdan evliyâ ile enbiyânın ilimleriyle ulema ile hükemânın ilimleri arasındaki fark şudur: Evliyânın ve enbiyânın ilimleri kalbin dahilinden gelir, melekût âlemine açılan kapıdan gelirHikmet ilmi ise, duyuların kapılarından gelirO kapılar ki mülk âlemine açılmışlardırKalp âleminin acaiplikleri, kalbin şehâdet ve gayb âlemleri arasındaki tereddüdünü muamele ilminde tamamen sayıp dökmek mümkün değildirİşte bu, iki âlemin girişlerinin arasındaki farkı sana bildiren bir misâldir.

İkinci Misâl: Sana iki amelin arasındaki farkı bildirirİki amelden gaye, âlimlerin ve velîlerin amelidirZira âlimler, ilimlerin bizzat kendisini öğrenip kalbe celbetmek için çalışırlarSûfîlerin velîleri ise, sadece kalbin cilâsı, temizlenmesi, tasfiye ve kalaylanması için çalışırlarHikâye ediliyor ki Çinliler ile Romalılar bir padişahın huzurunda sanatlarının güzelliğiyle ve nakış yaptıkları sûretlerin güzellikleriyle karşılıklı olarak övündülerNeticede padişah onlara büyük bir salon tahsis edip Çinlilerin salonun bir tarafına, Romalıların da öbür tarafına nakışlarını işlemesine, iki grubun arasına perde gerilmesine ve böylece birisinin diğerinin yaptığından haberdar olmamasına, sonunda ikisinin sanatının karşılaştırılmasına karar verdi ve öyle yapıldıBunun üzerine Romalılar, hadde hesaba gelmeyecek kadar garip boyalar toplayarak çalışmaya başladılarÇinliler ise, boyasız girdiler ve paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılarRomalılar da kendi paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılarRomalılar paylarına düşen duvarı bitirdikleri zaman Cinliler de işlerini bitirdiklerini söyledilerFakat iki grubu kontrol eden padişah, Çinlilerin iddiasına hayret etti'Nasıl bunlar boyasız nakışlarını bitirebilir?' diye şaşkına döndüÇinlilere 'Siz nasıl olur da duvarınızı boyasız bitirebilirsiniz?' dediÇinliler de 'Sizi ilgilendirmezSiz perdeyi kaldırınız' dediler ve böylece perde kaldırıldıGördüler ki Çinlilerin duvarında Romalıların sanatlarının acaiplikleri, daha fazla bir parlaklık ve câzibe ile pırıl pırıl parlamaya başlamış! Zira Çinlilerin payına düşen duvar, sikalin çokluğundan cilâlı bir ayna gibi olmuştuSikalin çokluğu sebebiyle Çinlilerin tarafı daha fazla güzelleşmiştiİşte kalbin temizlenmesine, cilâsına, tezkiye ve tasfiyesine ihtimam gösteren ve dolayısıyla o kalpte sonsuz bir ışıkla hakkın tecellisini parlatan velîlerin durumu da Çinlilerin yaptığı gibidirHükema ve ulemanın çalışma yoluyla ilimleri nakşetmek, o nakışları kalpte tahsil etme ihtimamları Romalıların yaptığı gibidir.

İş nasıl olursa olsun, müslümanların kalbi ölmezÖlüm çağında onun ilmi imhâ edilmezKalbinin saflığı bulanmazNitekim Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şu sözleriyle buna işaret etmiştir: 'Toprak, îmanı yiyemezAksine toprak Allah'a yaklaşmanın bir vesilesi olur'Kişinin tahsil ettiği ilim, ilmi kabul etmek için gayretle sarfettiği istidat ve saflık ise, kişi bundan müstağni olamaz ve hiç kimse için, ilim ve mârifet birlikte olmadığı takdirde saadet tasavvur edilemezSaadetlerin bir kısmı diğer bir kısmından daha şerefli ve üstün olurNitekim malsız zenginlik tasavvur edilmediği gibi. . . Bu bakımdan bir dirhemin sahibi zengin, ağzına kadar dolu hazinelerin sahibi de zengindirSaidlerin derecelerinin değişikliği mârifet ve îman değişikliğine göredirNasıl servetlerinin azlığı ve çokluğu hasebiyle zenginlerin dereceleri değişik oluyorsa, saidlerin dereceleri de öyledirBu bakımdan mârifetler nûrlardırMü'minler Allah'ın mülâkatına ancak nûrlarıyla varabilirlerNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

O gün Mü'min erkekleri Mü'min kadınları nûrları önlerinde ve sağlarında koşuyor görürsün! (Hadid/12)

Nitekim şöyle bir rivâyet de nakledilmiştir:

Müzminlerin bir kısmına dağ gibi nûr verilirBir kısmına daha küçük nûr verilirHatta en son gelen bir kişiye, ayaklarının baş parmağı üzerinde bir nûr verilirO nûr bazen ışık verir, bazen sönerIşık verdiği zaman iki ayağını ileriye atıp yürürSöndüğü zaman olduğu yerde kalırMü'minlerin köprü üzerindeki geçişleri nûrları nisbetindedir; kimi göz kırpmak kadar çabuk geçer, kimi çakan şimşek gibi, kimi de bulut gibi, kimi kayan yıldız gibi, kimi yarış meydanında şiddetle koşan at gibi geçerAyağının baş parmağı üzerinde kendisine nûr verilmiş olan kimse ise yüzüstü sürünür, el ve ayak üstü sürünerek yürürBir eli çeker, diğer eli sarkıtırOnun etrafına ateş isabet ederKurtuluncaya kadar bu durumda kalır27

İşte bu hadîsle ortaya çıkmaktadır ki insanlar imanda çeşitli derecelere sahiptirlerEğer Ebû Bekir'in îmanı, nebîler ve rasûller hariç, bütün âlemin îmanı karşısında tartılsa, mutlaka ağır gelirBu hüküm, Hazret-i Peygamber'in şu sözüne de benzer: 'Eğer güneşin ışığı yeryüzündeki bütün lambaların ışığına karşı tartılsa mutlaka onlara ağır basar'Bu bakımdan halk tabakasının fertlerinin imanının nûru, lamba ışığı gibidir. Bazılarının nûru mum ışığı gibidirSıddîkların imanının nûru ise ay ve yıldızların ışığı gibidirPeygamberlerin îmanı ise, güneş gibidirNasıl ki güneş ışığında, genişliğine rağmen bütün âfâkın sıfatı belirir, lambanın ışığında ise ancak evin daracık bir zâviyesi görünürse, aynen böyle mârifetler vasıtasıyla kalp inşirahının farklılığı da düşünülebilirMelekût âleminin genişliği böylece âriflerin kalplerine inkişâf eder.

Kıyâmet gününde 'Kalbinde bir miskal, yarım miskal, çeyrek miskal, bir arpa, hatta yarısı veya dörtte biri veya bir şaire veya bir zerre kadar îmanı olan bir kimseyi ateşten çıkarın!' denir28

Bütün bunlar îman derecelerinin farklı olduğuna işaret etmektedirİmanın bu kadarının insanı ateşe girmekten alıkoymadığına işarettirBu hadîsin mefhumunda şu vardır: İmanı miskalden fazla olan kimse ateşe girmezGirse de herkesten önce ateşten onun çıkması emredilirYine işaret eder ki kalbinde zerre kadar îman olan bir kimse ateşe girse dahi ebediyyen orada kalmaya müstehak değildir.

Mü'min insan hariç, hiçbir şey yoktur ki bin mislinden daha hayırlı olsun!

Bu hadîs-i şerîf de yakîn derecesinde Allah'ı bilen ârif kişinin kalbinin faziletine işarettir; zira böyle bir kişinin kalbi, halk tabakasından olan bin kişinin kalbinden daha hayırlıdırNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz. (Al-i İmrân/139)

Mü'minleri müslümanlardan daha üstün kılmak yönünden Allahü teâlâ böyle ferman buyurmuşturBuradaki Mü'minden gaye taklidçi Mü'min değil, ârif Mü'mindir.

Allah sizden îman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. (Mücâdele/1l)

Allahü teâlâ bu ayette Mü'minlerden ilimsiz olarak Allah'ı tasdik edenleri kastetmiştir ve onları ilim sahiplerinden ayırmıştırAllahü teâlâ'nın bu ayırması delâlet eder ki Mü'min ismi mukallid bir kimseye de verilir, isterse bu mukallidin tasdiki basîret ve keşiften ileri gelmesin!

İbn-i Abbâs 'Kendilerine ilim verilenler için ise dereceler vardır' ayet-i celîlesini tefsir ederken şöyle demiştir: 'Allah Mü'min âlimi, âlim olmayan Mü'minden yediyüz derece daha üstün tutmuşturBu yediyüz derecenin herbirinin arası yer ile gök arası kadardır'.

Cennet ehlinin çoğu, dünya işinden pek fazla anlamayanlardırİlliyyûn denilen makam da akıl sahipleri içindir29

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Âlimin âbidden üstünlüğü, benim, ashâbımın derece bakımından en küçüğünden üstünlüğüm gibidir30

Diğer bir rivâyette şöyle gelmiştir: 'Ondörtlük ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir'.

İşte bu delillerle sana açık bir şekilde göründü ki cennet ehlinin dereceleri arasındaki farklılık, kalpleri ve mârifetleri arasındaki farklılığa göredirBunun içindir ki kıyâmet günü Tegâbün Günü (zarar ve kâr günü) olmuşturZira Allah'ın rahmetinden mahrum olan bir kimsenin zararı çok büyüktür.

Mahrum bir kimse derecesinin üstünde çok büyük dereceler görürBu bakımdan bu kimsenin o üstün derecelere bakması, tıpkı on dirheme sahip olan bir zenginin şarktan garba sahip olan bir zenginin servetine bakması gibidirBunların ikisi de zengindirFakat aralarındaki fark pek büyüktürBundan nasibini almayanın zararı ne kadar da büyüktür!

25) Müslim (Ebû Hüreyre'den)

26) Müslim ve Hâkim

27) Taberânî

28) Taberânî

29) Daha önce geçmişti.

30) Tirmizî (Ebû Umâme'den)


KALBİN ŞAŞIRTICI HALLERİ konusu devamı;