21 - KALBİN ŞAŞIRTICI HALLERİ |
Giriş
Hamd Allah'a mahsustur.
O Allah ki, O'nun celâl ve azametini idrâk eden kalpler ve gönüller şaşkına dönerler. O'nun nûrunun parlamasının başlangıcında gözler dehşete düşer.
Öyle Allah ki, sırların gizliliklerine muttalidir. Kalplerin inceliklerini bilendir, Memleketini düzene sokmak için yardımcı bulundurmaktan müstağnidir.
Kalpleri dilediği şekilde evirir çevirir. Günahları affeder, ayıpları örter, üzüntüleri ve hüzünleri giderir.
Salât ve selâm peygamberlerin efendisi olan, dinden ayrılanları biraraya toplayan, mülhidlerin sonunu getiren zâtın (Hazret-i Muhammed'in) , tertemiz ve pak olan âlinin üzerine olsun.
Yarab! Onlara çokça salât ve selâm et!
İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara kendisini üstün kılan fazileti, Allah'ın mârifetine hazırlanmakla elde edilir.
Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdır. Öyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır.
İnsanoğlu ancak kalbiyle Allah'ın mârifetine hazırlanabilir. Kalbin dışında herhangi bir âzasıyla mârifete hazırlanamaz.
O halde Allah'ı bilen, Allah'a yaklaştıran, Allah için çalışan ve Allah için gayrette bulunan, Allah nezdindeki sırları keşfeden kalptir.
Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdır. Kalbin çalıştırdığı âletlerdir.
Efendinin, kölesini çalıştırdığı, çobanın (idarecinin) halkını güttüğü ve sanatkârın âletini çalıştırdığı gibi, kalp de diğer âzaları çalıştırmaktadır.
Bu bakımdan Allah nezdinde makbûl olan kalptir. Şu şartla ki, Allah'ın gayrisinde boş olmalıdır.
Allah'ın gayrisiyle dolu olduğu zaman da Allah'tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptir. Kendisine hitap edilen, kendisine itâb edilen de kalptir. Allah'a yaklaşmakla saîd olan da kalptir.
Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur, kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten mahrum olur.
Hakikatte Allah'a itaat eden kalptir. İbâdetlerden gelen nûrlarını âzalar üzerine saçan kalptir.
Allah'a karşı inat ve isyan bayrağını açan kalpten başka hangi âza olabilir?
Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun eseridir. Zâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin karanlık ve nûrlu olmasından ileri gelir.
Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırır. Kalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini tanımıştır. Nefsini tanıdığı zaman muhakkak rabbini tanımıştır.
İnsan kalbini tanımadığı zaman, kendi nefsini tanımamıştır. Kendi nefsini tanımadığı zaman da rabbini tanımamıştır. Kalbini bilmeyen de kalbinin gayrisini haydi haydi bilemez.
Zira insanların çoğu, kalplerini ve nefislerini bilmemekte, kalpleri ve nefisleri arasında perdeler gerilmiş bulunmaktadır.
Çünkü Allahü teâlâ, bazen insanoğlu ile kalbi arasına kuvvet ve kudretiyle girer.
Allah'ın kuvvet ve kudretiyle insanoğlu ile kalbi arasına girmesinin mânâsı, kendisinin müşâhedesinden, murâkabesinden, sıfatlarının mârifetinden ve Rahmân olan Allah'ın kudret parmaklarının ikisi arasında nasıl evrilip çevrildiğini görmekten men eder esfel-i sâfilîne nasıl indiğini, şeytanların ufkuna doğru yuvarlandığını ve nasıl â'lâ-i illiyyîn'e yükseldiğini, mukarreb meleklerin âlemine nasıl yükseldiğini ona bildirmez demektir.
Kalbini murâkebe ve gözetmek için melekût âleminin hazinelerinden kalbinin üzerine akan ve kalpte beliren incelikleri gözlemek için kalbini tanımayan bir kimse Allahü teâlâ'nın şu ayetinin mefhumuna dahil olmuş olur!
O kimseler gibi olmayın ki, Allah'ı unutmuşlar, Allah da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır. (Haşr/19)
Bu bakımdan kalbin mârifeti ve vasıflarının hakikati, dinin temeli, sâliklerin yolunun esasıdır.
Biz bu eserde âzalar üzerine icra edilen ibâdetler ve âdetler ki bunlar zâhirî ilimlerdir kısmının tedkîkinden uzak olduğumuzdan ve bu eserin ikinci kısmında yok edici ve kurtarıcı sıfatlardan kalbin üzerinde cereyan edenleri izah etmeyi va'ettiğimizden -ki bu ikinci kısım bâtın ilimlerdir dolayı elbette bize gereken kalbin üzerine icra edilenlerin izahına geçmezden önce iki kitaptan bahsetmektir.
Onlardan biri kalbin sıfat ve ahlâkının acâib hallerini izah eden kitaptır. İkincisi, kalbin riyâzetini ve ahlâkının temizlenmesinin keyfiyetini beyan eden kitaptır.
Bu iki kitaptan sonra Mühlikât'ın (Yok ediciler) ve Münciyât'ın (kurtarıcılar) tafsiline girişeceğiz. Bu bakımdan biz şimdi darb-ı meseller yoluyla insanların fehmine ve zekâlarına uygun bir şekilde kalp acâibliklerinin şerhini zikredelim.
Çünkü kalbin acâibliklerini ve melekût âlemine dahil olan sırlarını açık bir şekilde söylemek, birçok fehim ve zihinlerin idrâk etmekten âciz kaldığı bir gerçektir.
Kalb'in Süratle Değişmesi, Sebat ve Bozulma Kısımlarında Kalb'in Taksimi
Daha önce de dediğimiz gibi kalp, zikrettiğimiz sıfatlarla çepe-çevre sarılıdır. Daha önce belirttiğimiz kapılardan kalbe eserler ve böylece çeşitli haller meydana gelir. Sanki daimî bir şekilde kalp, her taraftan kendisine ok yağdırılan bir hedeftir. Ona bir şey isabet edip o şey ile müteessir oldu mu o şeyin tam zıddı diğer bir taraftan kendisine isabet eder ve böylece sıfatı değişir. Eğer araya bir şeytan girip onu davet ederse, bir melek iner onu hevâ-i nefisten çevirir. Eğer bir şeytan onu herhangi bir şerre çekerse, başka bir şeytan da onu diğer bir şerre çeker. Eğer bir melek onu hayra çekerse, diğer bir melek onu diğer bir hayra çeker. Bu bakımdan kalp bazen iki melek arasında, bazen de iki şeytan arasında çekişme yeri olur. Bazen de melekle şeytan arasında çekişme yeri olur. Hiçbir zaman kalp rahat bırakılmaz ve ihmal edilmez! Allahü teâlâ şu ayetiyle buna işaret buyurmuştur:
Biz onların kalplerini ve gözlerini gerçeği anlayıp görmekten evirip çeviririz.
(En'âm/110)
Hayır! Kalpleri evirip çeviren Allah'a yemin ederim . 85 Hazret-i Peygamber çoğu zaman şöyle diyordu:
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kalbin acaipliklerine ve değişmesindeki Allahü teâlâ'nın garib sanatına muttali olmasından ötürü bununla yemin ederek şöyle buyurmuştur:
-Ey kalpleri evirip çeviren Allah! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!
Bunun üzerine ashâb-ı kirâm Hazret-i Peygamber'e şöyle sordular:
-Ey Allah'ın Rasûlü! Sen korkar mısın?
-Bana teminat veren ne vardır? Kalp Rahmân'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği gibi evirip çevirir,86
Hadîsin başka bir lafzı şöyledir:
Eğer Allahü teâlâ onu doğrultmayı dilerse, onu doğrultur. Eğer onu kaydırmayı dilerse, onu kaydırır.
Kalbin misâli, kuşun misâline benzer, her saat (başka bir renge, başka) bir duruma girer. 87
Kalbin değişmesinin misâli, kaynayıp taşan çömleğe benzer. 88
Hazret-i Peygamber, kalp için üç misâl beyan ederek şöyle buyurmuştur:
Kalbin misali koskaca bir sahraya atılan bir tüy misaline benzer. Rüzgârlar onu istedikleri gibi evirip çevirirler. Üstünü altına, altını üstüne getirirler. 89
Bu değişmeler ve Allahü teâlâ'nın kalpleri evirip çevirmesindeki sanatının acaipliklerini ki marifet insanı onlara iletmez- ancak Allah ile beraber olan hallerini gözeten ve murakabe edenler bilirler. Hayır ve şer üzerinde sebat etmek ve onların aralarında dolaşmak bakımından kalpler üç kısma ayrılır:
I. Bu kalp, öyle bir kalptir ki takva ile tamir edilmiş, riyazet ile tertemiz kesilip kötü ahlâklardan temizlenmiş, melekûtun giriş noktalarından, gaybın hazinelerinden hayrın hâtıratı orada çakılmaktadır. Bu bakımdan akıl, kalpte meydana geleni düşünmek hususunda oradaki hayrın inceliklerini bilsin ve faydalarının sırlarına muttali olsun diye düşünür ve böylece basîret nûruyla onun yüzü kişiye keşfolur. Bu bakımdan kişi onu yapmasının gerekli olduğuna hükmeder ve böylece kişiyi bunu yapmaya teşvik ve davet eder. Melek kalbe bakar, onun cevherinden temiz olduğunu, takva ile temizlendiğini, aklın ışığıyla nûrlandığını, marifetin nûrlarıyla mamur olduğunu görür ve o kalbin istikrar merkezi ve iniş konağı olmaya elverişli olduğunu müşahede eder. O zaman görünmez ordular bu meleğin imdadına gelirler. Böylece kalbi daha nice hayırlara iletirler. Hatta hayr, kalbi başka bir hayra çeker ve bu durum devamlı şekilde olur. Hayır hakkında tergib ile imdada koşması ve işi kalbe kolaylaştırması bir türlü sonuçlanmaz.
Ama kim verir ve Allah'tan korkarsa, o en güzel kelimeyi tasdik ederse, biz onu en kolay yola hazırlarız. (Leyl/5)
Bu ayet-i celîleyle buna işaret vardır. Böyle bir kalbe rubûbiyet penceresinden lambanın nûru doğar, hatta burada gizli şirk gizlenmez. O gizli şirk ki simsiyah karıncanın zifirî karanlık gecede siyah taşın üzerinde yürüyüp iz bırakmasından daha gizlidir.
Bu nûrun önünde hiçbir gizli taraf kalmaz. Şeytanın hiçbir hilesi burada revaç bulmaz. Aksine şeytan durur. Aldatmaca yönünden saçma-sapan sözler vahyeder. Fakat bu kalp ona iltifat etmez. Bu kalp helâk eden şeylerden temizlendikten sonra yakında zikredeceğimiz kurtarıcılarla tamamen mamur olur. O kurtarıcılar ki şükür, Allah'ın azabından korkma, Allah'ın adaletini ümit etmek, fakirlik, zâhidlik, muhabbet, rıza, şevk, teveccüh, tefekkür, nefis muhasebesi ve benzeri sıfatlardır. Bu o kalptir ki
Allahü teâlâ ona yönelmiştir. İtminana kavuşan ve Allahü teâlâ'nın şu ayetlerinde kastedilen kalp ancak böyle bir kalptir.
İyi bilin ki kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur. (Ra'd/28)
Ey itminana kavuşan nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak rabbine dön! (Fecr/27-28)
II. Bu kalp, meleklerin kapıları kendisine kapatılan, şeytanların kapıları kendisine açılan, kötülüklerle, çirkin ahlâk ile mülevves olan hevâ-i nefisle dopdolu bulunan mahrum kalptir. Bu kalpte şerrin başlangıcı, hevâ-i nefisten bir hâtıratın orada meydana gelmesiyle olur. Bu bakımdan bu kalp fetva istemek ve doğruyu bulmak için aklın hakemliğine başvurur. Böylece akıl, hevâ-i nefsin hizmetine alışır ve onunla yakınlık kurar. Durmadan ona hileli yollar bulur, isteğinde kendisine yardımcı olur. Böylece nefse hâkim olur ve nefsi karşısında hevâya yardımcı olur. Göğüs bu durumda hevâ-i. nefisle genişler, karanlıklar orada yayıldıkça yayılır. Çünkü aklın ordusu savunma hattından çekilip meydanı serbest bırakmıştır. Böylece şeytanın saltanatı kuvvet bulup hevâ-i nefsin yayılmasından ötürü at oynatacak meydanı oldukça genişler! İnsanoğlunu süs, gurur ve yalancı emellerle yanıltır ve onu aldatmak için çalışır. Dolayısıyla Allah'ın va'dine ve vaîdine olan îman saltanatı zaafa uğrar, âhiret korkusundan ötürü var olan yakînin nuru körelir. Çünkü hevâ-i nefisten kapkaranlık bir duman kalbe yükselip her taraftan kalbi istilâ eder. Kalbin nûrları sönünceye kadar bu durumunu sürdürür. Böylece akıl, kirpikleri dumanla dolmuş göz gibi olur. Artık bakmaya gücü kalmaz.
Bütün bunları kalbin başına şehvet getirir. Hatta artık kalbin durmak, basiretle bakmak imkânı kalmaz. Eğer bir vâiz ona gösterir, hak olanı kendisine anlatırsa, anlamaktan kör ve dinlemekten sağır olur. Şehvet orada iyice kabarır. Şeytanın hâkimiyeti kurulur. Âzâlar hevâ-i nefse uygun şekilde hareket ederler. Günahlar, gayb aleminden şehâdet âlemine dökülür. Tabiî bu da Allah'ın kazâ ve kaderiyledir. Böyle bir kalbe şu ayetlerle işaret edilmiştir:
Heva ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi zannediyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar gidişce daha sapıktırlar.
(Furkan/43-44)
Doğrusu çoğunun üzerine azap gerçekleşmiştir. Artık onlar îman etmezler.
(Yâsin/7)
İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar îman etmezler. (Bakara/6)
Çok kalp vardır ki, birtakım şehvetlere nisbeten hâli budur. Tıpkı birtakım şeylerden sakınıp, takva gösteren bir kimse gibidir. Fakat güzel bir yüzü gördüğü zaman gözüne ve kalbine sahip olamaz. Aklı yerinden oynar. Kalbinin dizgini elinden çıkar veya içinde kibir, riyaset ve rütbe olan şeyler hakkında nefsine sahip olmayan kimse gibidir. Böyle bir durumda sebepler göründüğü zaman, sebretmek için iradesi kalmaz veya öfkelendiği zaman nefsine hâkim olamayan kimse gibidir. Ne zaman başkası tarafından tahrik edilir veya bir ayıbı yüzüne vurulursa öfkelenir ve nefsine hâkim olamaz veya muktedir olduğu zaman bir dirhem veya bu dinarı almak hususunda nefsine sahip olamayan bir kimse gibidir. Öyle ki meczub ve aklı başında olmayan bir kimsenin dalışı gibi oraya dalar. O hususta mürüvvet ve takvayı unutur. Bütün bunlar hevâ-i nefisten kalbe yükselen ve kalbi kaplayan, karartıp nûrlarını söndüren, dolayısıyla hayâ, mürüvvet ve îmanın nûrunun da sönmesine vesile olan bir dumandan ileri gelmektedir. Bu felâkete uğrayan bir kimse, şeytanın yardımına koşuyor demektir.
III. Bu, o kalptir ki orada hevâ-i nefsin hâtıratı görünür ve o kalbi şerre davet eder. Bu esnada îmanın hâtırı ona yetişir ve onu hayra davet eder. Bu durumda nefsi şehvetiyle harekete geçip, şerrin hâtıratına yardım eder. Böylece şehvet kuvvet bulur. Lezzetlenme ve nimetlenmeyi güzel gösterir. Akıl da hayra davet eden hâtıratın yardımına koşar, şehvetin önüne çıkar. Onun fiilini çirkin gösterir. Onu cehâlete nisbet eder. Şerre daldığı için onu yırtıcı hayvan ile diğer hayvanlara benzetir. Sonuçlara aldırmayış hususunu da yırtıcı hayvanların perva etmeyişine benzetir. Böylece nefis, aklın nasihatına meyil gösterir. Bu esnada şeytan oldukça kuvvetli bir şekilde akla hücum eder. Bu esnada hevâ-i nefsin dâvetçisi kuvvet bulup der ki:
Senin bu çekingenliğin ve soğukluğun nereden geliyor? Neden sen hevâ-i nefsine uymayarak nefsine eziyet veriyorsun? Acaba kendi asrının insanlarından hevâ-i nefsine muhalefet eden hiç kimseyi görüyor musun? Bütün dünyayı onlara mı bırakacaksın? Sadece onlar mı dünyanın zevk ve sefasını sürecekler? Sen yorgun ve düşkün bir vaziyette nefsini zevk ve sefadan mahrum ederek hacr altına almak mı istiyorsun? İnsanlar sana gülsün mü? Mansıb ve mertebenin, filan ve falan adamınkinden daha düşük olmasını mı istiyorsun? Oysa onlar senin iştahını kabartan şeyi çekinmeden yapmışlardır! Sen görmüyor musun, filan âlim senin çekindiğin fiilleri çekinmeden işliyor? Eğer şer olsaydı o işler miydi bunları?!
Bu sözlerden sonra nefis, şeytana meyleder, ona yönelir. Bu sefer melek, şeytana hücum ederek der ki: 'Neticeyi unutup halin lezzetine tâbi olandan başka helâk olan var mıdır. Sen azıcık bir lezzetle kanâat eder misin? Şu cennet lezzetini ve ebedî olan nimetleri terk mi ediyorsun veya şehvetini gemliyerek sabretmek elemi sana ağır mı geliyor? Oysa sen ateşin elemini ağır hissetmiyor musun? İnsanların kendi nefislerinden gâfil olmaları, seni aldatıyor mu? Nefislerinin hevalarına tâbi olmaları, şeytana yardımcı olmaları nasıl seni yanıltıyor? Oysa başkasının günahı ateşin azabını senden hafifletmez. Hiç düşünmez misin sen, harareti şiddetli bir yaz günündesin. Bütün insanlar güneşte duruyor. Senin de bir evin vardır. Acaba güneşte durmak sûretiyle insanlara yardım mı edeceksin, yoksa serin evine çekilmek sûretiyle kendini kurtaracak mısın? O halde güneşin hararetinden korkarak bu durumda halka muhalefet ediyorsun da neden ateşin hararetinden korkarak günahta onlara muhalefet etmiyorsun?' Bu nasihattan sonra nefis, meleğin sözüne meyleder. Böylece nefis, iki ordu tarafından daimi bir şekilde çekilmektedir. İki hizib arasında çekilip durmaktadır. Bu savaş, kalbe en uygunu, kalbe galip gelinceye kadar devam eder.
Eğer kalpte galip bulunan sıfatlar bizim daha önce zikrettiğimiz şeytanî sıfatlarsa, şeytan kalbe galip gelir. Böylece kalp, şeytanın hizbine meyleder. Allah'ın ve Allah'ın velîlerinin hizbinden yüz çevirir. Şeytanın ve Allah düşmanlarının yardımcısı olur. Kaderin hükmü ile Allah'tan uzaklaşmasına vesile olan şeyler onun âzâları üzerinde hükmünü yürütür. Eğer kalbe galip gelen meleklerin sıfatları ise, kalp şeytanın iğvasına ve geçici dünya zevkine tahrik etmesine kulak vermez. Şeytanın hafife aldığı âhiret işini hafife almaz. Aksine bütün ısrarlara rağmen Allah'ın hizbine meyleder. Geçmiş kaza ve kaderin gereği olarak âzâlarında taat ve ibâdet görünür. Bu bakımdan Mü'minin kalbi, Rahman'ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. Yani bu iki askerin arasında çekilmektedir ve galip gelen de kalbin değişmesi, bir partiden diğer bir partiye geçmesidir. Daimi bir şekilde meleklerin partisine veya şeytanın partisine katılması ise, iki taraf için de pek nadir bir durumdur. İbadetler ve günahlar gaybın hazinelerinden görünür. Kalp hazinesi vasıtasıyla şehâdet âlemine aktarılır. Çünkü bunlar melekût hazinelerindendir. Bunlar göründüklerinde alâmet de olurlar. Erbâb-ı kulûb onlarla kişi hakkındaki ezelî kaza ve kaderin hükmünü bilir. Bu bakımdan kim cennet için yaratılmışsa, ona ibâdet ve taatların sebepleri kolaylaştırılır, kim cehennem için yaratılmış ise günahların sebepleri ona kolaylaştırılır. Kötülüğün arkadaşları ona musallat olurlar. Onun kalbine şeytanın hükmü ilkâ olunur. Zira şeytan çeşitli hükümlerle 'Allah rahimdir! Sen perva etme! Bütün insanlar Allah'tan korkmuyorlar. O halde sen de onlara muhalefet etme! Ömür uzundur. Yarın tevbe edinceye kadar sabret' demekle ahmakları aldatır. Onlara bâtıl va'dlerde bulunur. Aldatıcı temennilerle onları avutur. Oysa şeytan onlara aldatmaktan başka bir vaîdde bulunmaz. Onlara tevbeyi va'deder, mağfireti temenni eder. Bu ve bunlara benzer hileleriyle onları helâk eder. Şeytanın bu hilelerini kişinin kabul etmesi için kalbi oldukça genişler, hakkı kabul etmekten daralır. Bütün bunlar Allah'tan olan kaza ve kaderledir ve takdir edilmiştir.
Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar, gönlüne genişlik verir. Kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. (En'âm/125)
Eğer Allah size yardım ederse, size galip gelecek yoktur ve eğer size yardım terk ederse, ondan sonra size yardım edecek kimdir? (Al-i îmran/160)
Bu bakımdan hidayete erdiren, dalâlette bırakan ancak O'dur. Dilediğini yapar, irade ettiğine hükmeder. Onun hükmünü çevirecek kimse yoktur. Onun kaza ve kaderini tesirsiz bırakacak kuvvet nerede? Cenneti yarattı, cennet için ehil olanları yarattı. Onları taat ve ibâdetinde kullandı. Cehennemi yarattı, ona ehil olanları yarattı, onları günahta kullandı! İnsanlara cennet ve cehennem ehlinin alâmetlerini tanıtarak şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki iyiler naim cennetindedirler. Fâcirler ise cehennemdedirler. (înfitar/13-14) .
Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
Şunlar cennettedirler, perva etmem! Şunlar da cehennemdedirler, perva etmem! Hak padişah olan Allah, müşriklerin dediğinden yücedir, yaptığından sorumlu değildir, insanlar ise sorumludur. .
Biz, kalbin acaip hallerinin zikrinden bu kadarla yetinelim. Çünkü kalbin acaip hallerini son noktasına kadar saymak muamele ilmine uygun düşmez. Biz ancak muamele ilimlerinin derinliklerinde ve sırlarının mârifetinde muhtaç olunan miktarı zikrettik ki zâhirle yetinmeyenler bundan istifade etsin! Özün yerine kabukla yetinmeyenler bu kadarcıkla yetinsin! Hatta sebeplerin hakikatlerinin inceliklerine aşık olanlar için bizim zikrettiğimiz miktar -Allah'ın izniyle- yeterlidir.
Tevfîki veren Allah'tır. Kitabu Şerhi Acâib'il-Kalb bölümü burada sona ermiş bulunuyor. Hamd ve nimet ancak Allah'a mahsustur. Bunun ardından -inşaallah- Kitabu Riyazet'in Nefs ve Tehzib'il-Ahlâk (Nefs'in Riyazeti ve Ahlâk'ın Güzelleştirilmesi) bölümü gelecektir. Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Allahü teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın!
85) Buhârî
86) Tirmizî
87) Hâkim
88) İmâm-ı Ahmed, Hâkim
89) Taberânî, Beyhakî
21-1
Nefis, Ruh, Kalp ve Akıl Kelimelerinin Mânâları ve Bu Kelimelerle Murâd Olunan Hakikatler
Âlimlerin önderlerinden dahi bu kelimelerin ihâta ettiği mânâları, târif ve müsemmâları arasındaki farkları kavrayan pek azdır. Yanlışlıkların çoğunun menşei, bu kelimelerin mânâlarını idrâk etmemektir. Biz ise, bu kelimelerin mânâsında bizim gayemizle ilgili bahisleri açıklamaya çalışacağız.
Kalp Kelimesinin Anlamı
Kalp iki mânâ için kullanılır:
1. Çam kozalağı şeklinde olan bir et parçasıdır ve bu et parçası göğsün sol tarafına konulmuş özel bir et parçasıdır. İçinde oluğa benzer boşluklar vardır. O boşluklarda simsiyah bir kan bulunur. Burası ruhun kaynağı ve mâdenidir. Şu anda kalbin şeklini ve keyfiyetini îzah etmek istemiyoruz. Zira bu doktorların vazifesidir. Dinî gaye ve maksatlar bununla ilgili değildirler. Bu kalp aynı zamanda hayvanlarda da vardır. Hatta ölülerde de vardır. Biz bu kitabımızda kalp kelimesini kullandığımızda, onunla bu et parçasından ibaret olan kalbi kastediyor değiliz; zira bu bir et parçasıdır, hiçbir kıymeti yoktur, mülk ve şehâdet âlemindendir. Hayvanlar da görme duyularıyla onu idrâk ederler. İnsanların onu idrâk etmemesi nerede kaldı?
2. Kalp, rabbânî ve ruhânî bir lâtife ve inceliktir. Onun cismanî kalp ile ilişkisi vardır. O lâtife, insanoğlunun hakikatidir. İdrâk eden, bilen ve kavrayan odur. Muhatap olan, cezalandırılan, kınanan ve sorumlu tutulan o! Onun cismanî kalp ile bir ilgisi vardır. İnsanların çoğunun akılları bu ruhî kalp ile cismanî kalbin arasındaki ilişkiyi idrâk etmek hususunda hayrete düşmüştür. Çünkü rabbânî kalbin cismanî kalple olan irtibatı tıpkı renklerin cisimlerle, sıfatlar ve niteliklerin mevsuflarla olan irtibat ve ilişkisi gibidir veya âleti kullananın âletle ilişkisi gibidir veyahut da oturanın oturduğu yerle ilişkisine benzer. Bunun açıklamasından iki mânâdan dolayı kaçınmaktayız.
O mânâlardan birincisi, bu konuyu açıklamak mükâşefe ilimleriyle alâkalıdır. Oysa bu kitapta bizim gaye ve hedefimiz sadece muamele ilmidir. İkincisi, o konuyu açıklamak, ruhun sırrını ifşâ etmeyi gerektirir. Ruh'un sırrını ifşâ etmek ise Hazret-i Peygamberin bile hakkında konuşmadığı konulardandır. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'den başkasının bu konuda konuşmaya yetkisi yoktur. Biz bu kitapta kalp kelimesini kullandığımız zaman, onunla bu rabbânî ve ruhânî latifeyi kastediyoruz. Gayemiz onun vasıf ve hallerini zikretmektir. Onun zâtındaki hakîkat ve künhünü değil! Muamele İlmi onun sıfatlarının mârifetine ve hallerine muhtaçtır. Onun hakikatinin ve mahiyetinin zikrine muhtaç değildir.
Ruh Kelimesinin Anlamı
Ruh da gayemiz açısından iki mânâ için kullanılır.
1. Lâtif bir cisimdir, kaynağı, cismanî kalbin oluklarıdır. Bu bakımdan bedene yayılan damarlar vasıtasıyla bedenin diğer âzalarına ve parçalarına dağılır. Onun bedene dağılışı ve ondan koklamanın, dinlemenin, görmenin, hissetme ve hayat nûrlarının beden âzaları üzerine dağılıp yayılması, tıpkı evin bir köşesinde yakılan lâmbadan çıkan ışığın dağılıp yayılmasına benzer. Çünkü o lâmbanın ışığı, evin hangi parçasına ve hangi köşesine ulaşırsa mutlaka orası onunla aydınlanır. Hayatın misâli ise duvarlarda meydana gelen ışık gibidir. Bunun misâli ise lâmbadır. Ruhungeçişi ve bâtındaki dalgalanması ise, çıra ışığının evin etrafına hareket edicinin hareket ettirmesiyle dalgalanması misâlidir. Doktorlar, ruh kelimesini kullandıkları zaman, bu mânâyı kastederler. Bu lâtif bir buhardır. Onu kalbin hareketi oluşturur. Bu mânâdaki ruhun îzahını yapmak, bizim vazifemiz değildir. Çünkü bu, doktorların hedefiyle ilgilidir. O doktorlar ki bedeni tedavi etmektedirler. Kalbi, Allahü teâlâ'nın komşuluğuna varıncaya kadar tedavi eden din doktorlarının hedefine gelince, onların hedefi kesinlikle bu ruh ile ilgili değildir.
2. Ruh insandaki idrâk edici ve bilici lâtifedir. O lâtife ki biz onu daha önce kalbin mânâlarından birisinde îzah ettik. Allâh Teâlâ'nın şu ayetinde kasdettiği ruh da bu ruh'tur: De ki: Ruh, rabbimin emrindendir' Ruh, rabbânî ve acâib bir şeydir. Onun hakikatini idrâk etmekten akılların ve anlayışların çoğu âciz kalmaktadır.
Nefis Kelimesinin Anlamı
Nefis de birçok mânâya gelir. Bu mânâlardan sadece ikisi bizim hedefimizle ilgilidir:
1. Nefis'ten insanoğlundaki şehvet ve öfke kuvvetini toplayan mânâ murâd edilir. Nitekim bunun açıklaması ileride gelecektir ve tasavvuf ehli çoğu zaman bu mânâyı kullanmaktadırlar.
Çünkü ehl-i tasavvuf nefisten, insanoğlunun çirkin sıfatlarını toplayan asıl ve esası kastederek 'Nefisle mücâhede etmek ve nefsi kırmak muhakkak lâzımdır' demektedir. Nitekim bu mânâya Hazret-i
Peygamberin şu hadîs-i şerîfi işaret etmiştir:
Senin en şiddetli düşmanın, iki yanının (kaburgalarının) arasında bulunan nefsindir!
2. İnsanın hakikati olan ve daha önce zikrettiğimiz lâtifedir.
Bu lâtife insanın zâtıdır. Fakat bu lâtife aynı zamanda hallerinin değişmesi hasebiyle çeşitli sıfatlarla sıfatlanır. Bu bakımdan emrin altında durduğu ve şehvetlerin muhalefetinden ötürü tirtir titrediği zaman kendisine nefs-i mutmainne adı verilir. Allahü teâlâ bu nefsin benzeri hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Ey itaatkâr nefis! Dön rabbine! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. . '
Birinci mânâya gelen nefis için Allah'a dönüş tasavvur edilemez. Çünkü o mânâdaki nefis, Allah'tan uzaklaştırıcıdır ve o nefis, şeytanın partisindendir. Nefsin sükûneti tamam olmadığı, fakat şehvâni nefse karşı direndiği ve itiraz ettiği zaman, ona nefs-i levvâme adı verilir. Çünkü bu nefis; sahibi, mevlâsının ibâdetinde kusur yaptığı zaman sahibini kınar. Nitekim Allahü teâlâ 'Kasem ederim pişmankâr nefse ki. . . ' (Kıyame/2) buyurmuştur.
Eğer nefis itiraz etmeyi terkederse, şehvetlerin isteğine ve şeytanın çağırısına itaat edip baş eğerse ona nefs-i emmâre-i bi's-sui (kötülüğü emreden nefis) adı verilir. Allahü teâlâ, kulu ve peygamberi olan Hazret-i
Yusuftan veya Azîz'in hanımından haber vererek şöyle buyurmuştur: 'Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak rabbimin esirgediği müstesnadır'. (Yûsuf/53) .
Bazen nefs-i emmâre'den gaye; nefsin birinci mânâsıdır demek de câiz olur. Bu bakımdan, nefis, birinci mânâ açısından gayet çirkin ve kötüdür, İkinci mânâsıyla mahmûd ve güzeldir. Çünkü ikinci mânâ ile insanın nefsi; yani insanın zâtı Allah'ı ve diğer bilinenleri idrâk eden hakikatidir.
Akıl Kelimesinin Anlamı
Akıl da İlim Kitabı'nda bahsettiğimiz gibi çeşitli mânâlarda müşterek kullanılmaktadır. Bizim gayemizle ilgili olan, o mânâların sadece ikisidir.
1. Akıl bazen emirlerin hakikatini bilmek mânâsında kullanılır. O zaman, merkezi kalp olan ilim sıfatından ibaret olur.
2. Akıl bazen zikredilir, kendisinden ilimleri idrâk eden şey kasdedilir. O vakit kalbin kendisi demektir. Kalpten gayem; o lâtifedir. Bizler biliyoruz ki, nefsinde varlığı olan her âlim, kendi nefsiyle kâim olan bir asıl ve esastır. İlim de o asıldan bir sıfattır.
Sıfat ise, mevsufun gayrisidir, aynısı değildir. Akıl 'dan bazen âlimin sıfatı kastolunur. Bazen de idrâkin mahalli; yani idrâk olunan kastedilir ve bu ikinci mânâ, Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerifiyle kastolunan mânâdır:
Allahü teâlâ'nın ilk yarattığı şey akıldır.
Çünkü ilim araz'dır. İlk yaratılmış olması tasavvur olunamaz. Elbette onun kâim olacağı yer ondan önce veya onunla beraber yaratılmalıdır. Çünkü ilme hitâb etmek mümkün değildir. Haberde varid olmuştur ki, Allahü teâlâ ilk yarattığı akla şöyle dedi: 'Gel! O da geldi. Sonra ona 'Git!' dedi ve o da gitti. Madem ki durum budur, öyleyse bu isimlerin mânâları mevcuttur. O mânâlar ise şunlardır: Cismânî kalp, cismanî ruh, şehvanî nefis ve ilimler. . .
İşte bunlar dört mânâdır. Bahsi geçen dört lâfız, bu mânâlarda kullanılırlar. Bir de bu kelimelerin beşinci ve ortak bir mânâsıvardır ki o da şudur:
İnsanoğlunun bilici ve idrâk edici lâtifesidir. Bu bakımdan mânâlar beş, lâfızlar dörttür ve her lâfız iki mânâda kullanılır. Âlimlerin çoğuna, bu lâfızların ihtilâfı ve değişik mânâlarda kullanılması karanlık görünmüştür. Bunun için de onların hâtırat hakkında konuşup, 'Bu akl'ın hâtırıdır. Bu ruh'un hâtırıdır. Şu kalb'in, şu da nefs'in hatırıdır!' dediklerini görürsün!
Düşünmeyen kimseler, bu isimlerin mânâları arasındaki farkları idrâk etmemektedirler. İşte bu karanlık kalan cepheden perdeyi kaldırmak için, biz bu isimlerin açıklamasını yaptık. Kur'ân ve Sünnet'te kalp lâfzı vârid olduğu zaman, ondan gaye; insanoğlunun anlayan ve şeylerin hakikâtini bilen tarafı kasdedilir. Bazen göğüste bulunan kalpten kinâye olur. Çünkü o lâtife ile kalbin cismi arasında özel bir alâka ve irtibat vardır. Zira kalp, her ne kadar bedenin diğer parçalarıyla alâkalı ve bütün beden mânâsında kullanılıyorsa da, yine de göğüsteki cismanî kalp vasıtasıyla alâkalıdır. Bu bakımdan onun ilk ilgisi kalpledir. Sanki cismanî kalp, onun yeri, memleketi, âlemi ve merkebidir ve bunun içindir ki Sehl et-Tüsterî kalbi arşa, göğsü kürsiye benzeterek şöyle demiştir:
'Kalp arştır, göğüs kürsüdür'. Sakın zannedilmesin ki Sehl et-Tüsteri kalbi Allah'ın arşı, göğsü de Allah'ın kürsüsü olarak görüyor! Zira böyle olması muhaldir. Aksine Sehl et-Tüsterî şunu kastediyor: Kalp, Allah'ın memleketi ve tasarruf yeridir. Allah'ın tedbîr ve tasarruf için birinci mecraıdır. Bu bakımdan kalp ile göğsün, tedbîre nisbeti, tıpkı arş ve kürsünün Allah'a nisbeti gibidirler ve bu teşbih de ancak bazı yönlerden doğru olabilir ki o yönleri açıklamak da bizim gayemize uygun değildir. Bu bakımdan biz onu açıklamaktan vazgeçiyoruz.
21-2
Kalbin Askerleri
Allahü teâlâ 'Rabbinin ordularını da ancak kendisi bilir' (Müddessir/31) buyurmuştur. Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın kalpler, ruhlar ve başka âlemlerde tâlim ve terbiye ettirilmiş orduları vardır. Onların hakikatlerini ve adedierinin tafsilini ancak Allah bilir. Biz şimdilik kalbin bazı ordularına işaret edeceğiz, Çünkü bizim gayemizle ilgili olan odur. Bu bakımdan kalbin iki ordusu vardır: Bir ordusu gözle görülür. İkinci bir ordusu vardır ki gözle değil basiretle görülür. Kalp padişah hükmündedir. Orduları ise, hizmetkâr ve yardımcılar hükmünde. . İşte ordunun mânâsı da budur.
Gözle görülen ordusuna gelince, o el, ayak, göz, kulak, dil ve diğer bâtın ve zâhir âzalardır. Zira bütün bu âzalar kalbin hizmetçisi ve yardımcısı olmuşlardır. Bu bakımdan onlara tasarruf eden; onları yürüten, durduran sadece kalptir. Onlarda kalbe itaat etmek üzere yaratılmıştır. Asla ona muhalif hareket etmeye güçleri yetmez. Ona karşı gelemezler. Meselâ kalp, göze açılmayı emrettiği zaman göz derhal açılır. Ayağa hareket etmeyi emrettiği zaman ayak derhal harekete geçer. Dile konuşmayı emrettiği ve bu emrini kesinlikle yürütmesini ferman ettiğinde dil derhal konuşur. Diğer âzalar da böyledir. Âzalar ve duyuların kalbe teshir olunmaları bir yönden meleklerin Allah'a (teşbihte hata olmasın) teshir olunmalarına benzer. Çünkü melekler itâat etmek üzere yaratılmışlardır. Allah'a muhalefet etmek gücüne sahip değildirler ve emrolunduklarını yaparlar. Bu âzalar ile melekler, ancak bir noktada ayrılırlar. Şöyle ki, yerine getirdikleri emri bilmektedirler. Göz kirpikleri ise, açılmak ve kapanmakta kalbe itâat eder, fakat teshir yönünden eder. Ne nefsinden ve ne de kalbe yaptığı itaatten haberdar değildir!
Kalbin bu ordulara ihtiyacı, yaratılışının sebebi olan yolculuğa çıkmak için merkep ve azığa olan ilgisindendir. Kalbin, çıkması için yaratılmış olduğu yolculuk, Allah'a giden yolculuktur. Allah'ın mülâkatı için gidilen konaklardır, işte kalpler bunun için yaratılmışlardır. Nitekim Allahü teâlâ 'Ben insanları ve cinleri, ancak beni tanısınlar diye yarattım' (Zâriyât/56) buyurmuştur. Kalbin merkezi bedendir. Azığı ilimdir. Onu bu azığa götüren ve bu azıktan faydalanmasını mümkün kılan sebepler ancak salih amellerdir. Bu bakımdan bedende durmadıkça ve dünyayı geçmedikçe Allah'a ulaşma imkânını kul elde edemez. Çünkü en yakın konağı, en uzak konağa varmak için mutlaka geçmesi gerekir. Bu bakımdan dünya, âhiretin tarlasıdır ve dünya hidayet konaklarından bir konaktır. İki konağın en yakını olduğundan dolayı kendisine, en yakın mânâsına gelen dünya ad olarak verilmiştir. Bu bakımdan insanoğlu bu âlemden azıklanmaya mecburdur. Onu bu âleme götüren merkep bedenidir. O halde bedeni beslemek ve korumak mecburiyetindedir. Beden de ancak kendisine uygun gelen gıda ve benzerlerini kendisine vermek sûretiyle korunur. Helâkinin sebeplerinden olan ve kendisine zıt düşen şeyleri kendisinden uzaklaştırmak sûretiyle korunur. Bu bakımdan kalp, bedene gıdayı ulaştırmak için iki orduya muhtaçtır: Biri şehvetten ibaret olan bâtın ordusudur. Diğeri de gıdayı getiren ayak ve elden ibaret olan zâhir ordusudur.
Onun için kalpte muhtaç olunacak şehvetler yaratıldı. Şehvetlerin âletleri bulunan âzalar yaratıldı ve böylece kalp, mühlikâtı (yok edicileri) defetmek için de iki orduya muhtaçtır:
A) Bâtın ordusu. Bu bâtın ordusunun mühlikâtları defetmekte kullandığı gazabtır ki bununla düşmanlardan intikam alır.
B) Zâhir ordusu. Bu zâhir ordusu el ve ayaktır ki gazabın istediği gibi onlarla çalışır. Bütün bunlar haricî emirlere bağlıdırlar. Bu bakımdan bedenin âzaları silâhlar ve benzerleri gibidir. Sonra gıdaya muhtaç olan bir kimse gıdayı bilmeyince gıdanın şehveti ve ülfiyeti ona zerre kadar fayda vermez. Bu bakımdan gıdayı bilmek için de iki orduya muhtaçtır:
1. Bâtın ordusu. Bu bâtın ordusu kulağın, gözün, burnun, dokunma hissinin ve zevkin idrâkinden ibarettir.
2. Zâhir ordusu. Bu zâhir ordusu göz, kulak, burun ve diğerleridir. Bunlara nasıl muhtaç olunur ve buradaki hikmet nedir? Bunun ayrıntıları meseleyi uzatır, birkaç cilde dahi sığmaz. Biz Şükür kitabında bunun az bir yönüne değinmiş bulunuyoruz.
Kalp ordularının tamamı üç sınıftır:
1. İteleyici ve tergib edici sınıf, ya kalbi şehvetine uygun ve fayda verene teşvik eder veya gazab gibi zararlıyı defetmeye teşvik eder. Bazen de bu teşvikçiye irade denir.
2. İkinci sınıf, bu maksatları elde etmek için âzaları tahrikedendir. Bu ikinci sınıfın adına kudret denir. Kudret insanın diğer âzalarına yayılmış bir ordudur. Öyle ki insanın adalelerine ve adale bağlantısı olan damarlarına kadar yayılmıştır.
3. Üçüncü sınıf, casuslar gibi, şeyleri târif edip idrâk edendir. Bu da göz, kulak, koku, zevk ve dokunma kuvvetidir. Bu kuvvet de belli âzalara yayılmıştır ve buna da İlim ve idrâk' adı verilir. Bu bâtın orduların her biriyle beraber zâhir ordular vardır. Bu zâhir ordular damar, kan, yağ, et ve kemikten olan âzalardır ki bu âzalar, bu orduların elinde âlet olmak için hazırlanmıştır. Zira çalışma kuvveti sadece parmakladır. Görme kuvveti de ancak gözledir ve diğer kuvvetler de böyledir. Biz burada zâhir ordular (âzalar) hakkında konuşmuyoruz. Çünkü bunlar mülk ve şehâdet âlemindendirler. Biz burada şimdilik sizlerce görünmeyen ve kalbi takviye eden ordular hakkında konuşuyoruz.
Bu üçüncü sınıf ki' bunların arasındaki idrâk edicidir, zâhir konaklarda duran havass-ı hamse (beş duyu; kulak, göz, burun, zevk ve dokunma) ile bâtın konaklarda ki bu bâtın konaklar da dimağın içerisindeki boşluklardır duranlara ayrılır. Bu bâtın konaklarda duranlar da beş tanedir. Çünkü insanoğlu bir şeyi gördükten sonra, iki gözünü kapatır. Gözünü kapatmadan önce, gördüğü o şeyin sûretini idrâk eder ki bu hayaldir. Sonra o sûret insanoğluyla beraber, koruyucusu olduğu için kalır. O koruyucusu da muhâfız askerdir. Sonra insanoğlu idrâk ettiği şeyler hakkında düşünür. Onun bir kısmını diğeriyle birleştirir. Sonra unuttukları varsa onları hatırlar ve onlar geri gelirler. Sonra hayaline görünür mânâların tamamını, görünenler arasında ortak bulunan bir his ile bir araya getirir. Bu bakımdan iç âlemde ortak olan bir his vardır. Bir de tahayyül ve tefekkür vardır. Hatırlama ve hissetme vardır. Eğer Allahü teâlâ tahayyül, hatırlama, düşünce ve korunma kuvvetleri yaratmasay'dı, insanoğlunun dimağı, eli ve ayağı bundan boş olduğu gibi, bu özelliklerden de boş olacaktı. O halde bu özellikler de bâtın âleminin ordularıdır. Onların kışlaları da bâtın âlemindedir. İşte buraya kadar saydıklarımız kalp ordularının kısımlarıdır. Bunun izâhı zayıf kimselerin fehmi idrâk etsin diye misaller vermek sûretiyle oldukça uzar. Bu gibi kitapların hedefi, kuvvetlilerin ve önder âlimlerin faydalanmasıdır. Fakat biz, bunları anlayışlara yaklaştırmak için bazı misaller vermek sûretiyle zayıflara anlatmaya çalışacağız.
Kalbin Gizli Orduları ve Misâlleri
Şehvet ve öfke orduları bazen tam mânâsıyla kalbe itaat ve inkıyad etmektedirler. Böylece kalp, onların bu itaatleri sayesinde, yürüdüğü yolda kendilerinden yardım görür ve aynı yolda onlarla güzelce arkadaşlık yapar. Bazen de kalbe karşı isyan bayrağını kaldırarak karşı gelirler. Öyle ki kalbi elde edip köleleştirirler. Bu takdirde kalbin helâk olması, ebedî saâdete kavuşmak içladığı yolculuğundan geri kalma durumu vardır. Kalbin başka bir ordusu vardır. O da ilim, hikmet ve tefekkürdür. Nitekim bunun izahı ileride gelecektir. Bu ordudan yardım dilemek kalbin hakkıdır. Çünkü bu ordu, Allahü teâlâ'nın, şehvet ve gazap ordusuna karşı çıkardığı ordusu ve partisidir. Zira şehvet ve gazap, bazen şeytanın partisine iltihak ederler! Bu bakımdan eğer kalp, ilim, hikmet ve tefekkür ordusundan yardım istemeyi terkederse, kendi nefsine gazap ve şehvet ordularını musallat kılarsa muhakkak helâk olur ve açıkça zarar eder. Halkın çoğunun durumu budur. Zira halkın akılları, şehvetlerinin giderilmesi için şehvanî kuvvetlere musahhar kılınmıştır. Oysa aklın muhtaç olduğu konularda şehvetin akla musahhar kılınması gerekir. Biz bunu, üç misâl vermek sûretiyle senin anlayışına yaklaştırmaya çalışacağız.
I. Misâl
İnsanoğlunun bedenindeki nefsinin misali ki nefis'ten adı geçen lâtifeyi kastediyorum memleketindeki padişahın misaline benzer. Zira beden, nefsin memleketi, âlemi, istikrar bulduğu yerdir. Âzalar ve kuvvetleri ise, sanatkârlar ve ameller mesabesindedir. Tefekkür ve aklî kuvvet ise, nasihatçi, müsteşar ve akıllı vezir gibidir. Şehvet ise, kötü köle gibidir. Ona yemek ve şehrine azık getirir. Öfke ve gayretkeşlik ise, polis müdürü gibidir. Azığı şehre getiren köle yalancı, hilebaz, kandırıcı ve habistir. Fakat nasihatçi sûretinde görünür. Oysa onun nasihatinin altında korkunç bir şer yatmaktadır. Öldürücü bir zehir vardır. Onun âdeti, hakikî nasihatçi olan vezirin görüşlerinde daima ona karşı çıkmaktır. Öyle ki bir saniye dahi bu karşı çıkıştan geri kalmaz. Nitekim memleketinin tedbîrinde vezîr ile yetinen, onunla istişarede bulunan ve bu kötü kölenin yanıltıcı işaretinden yüz çeviren ve sevabın, bu kölenin görüşüne muhâlif harekette olduğuna kanaat getiren vâlinin işine bu köle karışırsa, polis müdürü tarafından te'dib edilir, vezîre uyması sağlanır, vezirin emrini dinler hâle getirilir ve vezîr vâli tarafından bu habis köleye onun dost ve yardımcılarına musallat kılınır. Öyle ki bu köle, şerre çekici değil, şerden uzaklaştırılan biri olur. Emîr ve düzenleyici değil, memur ve düzene uyan biri olur. Bu takdirde memleketin işleri doğru-düzgün olur ve bu sebepten dolayı adâlet intizamlı yürür. İşte böylece nefis de akıldan yardım talep ettiği zaman, hamiyyetle gazabı edeblendirdiği ve şehvete musallat kıldığı, gazap veya şehvetin birisinden yardım isteyerek diğerini mağlup ettiği zaman şehvetin muhâlefeti ve kandırılmasıyla gazabın gururunu ve mertebesini azaltır, şehvetin isteklerini çirkin göstermek sûretiyle şehveti gemler ve kahreder.
Evet, böyle bir zamanda nefsin kuvvetleri mutedil olur, ahlâkları güzelleşir ve kim bu yoldan dönerse, tıpkı Allah Teâla'nın şu ayetinde kötülediği kimse gibi olur:
Heva ve hevesini ilâh edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağın ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?
(Casiye/23)
Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. (A'raf/176)
Allahü teâlâ, nefsini hevadan meneden bir kimse hakkında ise şöyle buyurmuştur:
Ama kim rabbinin divanına dur (up hesap ver) mekten korkmuş ve nefsi (ni) kötü heves (ler) den menetmişse, onun barınağı da cennettir. (Nâziat/40-41)
Bu ordularla mücâhede etmenin ve bu orduların bir kısmını diğerine musallat kılmanın keyfiyeti, Nefsin Riyazeti bahsinde -inşaallah- gelecektir.
II. Misâl
Beden şehir gibidir. Akıl yani insanın idrâk edici kuvveti, o şehri düzene sokan pâdişah gibidir. Onun zâhir ve bâtın havasslardan meydana gelen idrâk edici kudretleri, padişahın askerleri ve yardımcıları gibidir. Bedenin âzaları halk gibidir. Şehvet ve gazaptan ibaret olan 'kötülüğü emreden nefis' padişahın memleketini elinden almak için onunla çarpışan ve halkını helâk etmeye gayret gösteren düşman gibidir. Bu bakımdan insanoğlunun bedeni, sınır boylarında bulunan kale ve derbentler gibidir. Nefsi ise, o kale ve derbentlerde nöbet bekleyenler gibidir. Eğer bu nöbet bekleyen, düşmanla çarpışır, onu hezimete uğratır, bedenin istediğ gibi mağlup ederse, huzura vardığı zaman, onun yapmış olduğu güzel hareketler övülür. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece yönünden oturanlardan üstün kılmıştır. (Nisâ/95)
Eğer kaleyi koruyamaz, halkı ihmâl ederse, yaptığı reddedilir ve Allah nezdinde kendisinden intikam alınır. Kıyâmet gününde ona şöyle denilecektir:
Ey kötülük çobanı! Sen eti yedin! Sütü içtin, fakat kaybolana sahip çıkmadın. Yaralıyı tedavi etmedin. Bugün senden intikam alacağım. 3
Bu mücahede tarzına, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîsiyle işaret edilmiştir:
Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük. 4
III. Misâl
Aklın misali, avcı bir süvarinin misaline benzer. Şehveti atı gibidir, gazabı köpeği gibidir. Bu bakımdan ne zaman ki süvari usta, atı talimli, köpeği eğitimli ise, böyle bir süvarinin muzaffer olması uygundur. Ne zaman ki süvari haddi zâtında beceriksiz, atı serkeş, köpeği kendi nefsi için avlanır ise, böyle bir süvarinin altında kendisine itaat eden ne koşar atı vardır, ne de işaretiyle avın üzerine göndereceği köpeği vardır demektir. Bu bakımdan böyle bir süvarinin istediği avı yakalaması şöyle dursun, helâk olması kendisinin hâline daha uygun düşer. Süvarinin bilgisizliği, insanın cehaletine misaldir. Hikmetinin azlığına, basiretinin yorulmasına örnektir. Atın serkeşliği, şehvetin galebe çalmasına misaldir. Midenin ve tenâsül uzvunun şehveti ve köpeğin kendi nefsi için avlanması ise, gazabın galebe çalıp istilâ etmesinin misâlidir. Allahü teâlâ'dan lûtf-i ilâhîsi ile güzel tevfîkini bize refik eylemesini diliyoruz.
3) İmâm Irâkî, hadisin aslına rastlamadığını kaydeder. Fakat Ebû Nuaym, Hilye'de bu hadîsi rivâyet eder.
4) Beyhakî
İnsan Kalbinin Özellikleri
Bizim söylediğimizin tamamını, Allahü teâlâ insanoğlunun dışında kalan bütün hayvanlara da ihsan etmiştir. Zira hayvanın da şehveti, öfkesi, zâhirî ve bâtınî duyuları vardır. Hatta koyun, gözüyle kurdu görür, kalbiyle onun düşman olduğunu bilir ve ondan kaçar. İşte bu, bâtın idrâkin tâ kendisidir. Bu bakımdan biz burada insanoğlunun kalbine bahşedilen özellik ve hususiyetten bahsedelim. O özellik ki insanoğlunun şerefi ondan dolayı büyüdükçe büyümüş ve Allahü teâlâ'ya yaklaşmaya müstehak olmuştur. Bu da ilim ve iradeye dönüşmüştür.
İlim
İlim'den gaye; dünyevî ve uhrevî işleri, aklî hakikatleri kapsayan ilimdir. Zira bunlar mahsusatların (hislerle bilinenlerin) ötesinde bulunan emirlerdir. İnsanoğluna burada hayvanlar iştirâk etmemektedirler. Aksine zarurî ve umumî ilimler, aklî özelliklerindendir. Zira insanoğlu bir şahsın aynı halde iki yerde olmasının düşünülemeyeceğine hükmeder ve insan bu hükmü her şahıs için yürütür. Oysa insanoğlu bazı şahısları hissiyle idrâk etmiştir. Bu bakımdan onun bütün şahıslar üzerinde böyle hükmetmesi hissiyle idrâk ettiğinden fazladır. Zarurî ilim hakkında bunu anladığın zaman, bu durum diğer nazarîler hakkında daha açık bir şekilde anlaşılır.
İrade
İnsanoğlu aklen işin sonucunu ve o işteki salâh yolunu idrâk ettiği zaman, maslahat niyetine bir iştiyâk onun zâtından belirir. Maslahat sebeplerini elde etmeye doğru bir şevki olur, onları irâde eder. Bu irâde ise, şehvet irâdesinin dışındadır. Hayvanların irâdesinin de dışındadır. Hatta bu irâde şehvetin tam zıddına olur. Zira şehvet, bedenden kan aldırmak ve hacamat yapmaktan nefret eder. Akıl ise bunu ister, arar ve bu yolda mal sarfeder. Şehvet, hastalık ânında lezzetli yemeklere meyleder. Akıllı bir kimse ise nefsinde bu lezzetli yemeklerden meneden bir kuvvet hisseder. O menedici kuvvet şehvet değildir. Eğer Allahü teâlâ, işlerin sonucunu bilen aklı yaratmış olup, aklın hükmü istikametinde âzaları tahrik ve teşvik edici kuvveti yaratmasaydı, o vakit kesinlikle aklın hükmü zâyi olurdu. Durum bu iken, insanoğlunun kalbi, ilim ve irâde ile hususiyet kazanmış oldu. Hayvanların kalbi ise, bu özellikten mahrumdur. Hatta yaratılışın başlangıcında çocuk da bu özellikten mahrumdur. Ancak bu özellik, erginleşme çağından sonra çocukta oluşur.
Şehvet, öfke, zâhir ve bâtınî hassalar 'a gelince, bunlar çocuklarda mevcutturlar. Sonra bu ilimlerin çocukta oluşmasının iki derecesi vardır: Birinci derece, çocuğun kalbi, ilk basamakta bulunan ve zarurî olan diğer ilimleri kapsamaktadır. Muhallerin muhalliğini, zâhirî mümkünlerin mümkünlüğünü bilmek gibi. . . Bu bakımdan bu husustaki nazarî ilimler asıl değildir. Ancak bu nazarî ilimler, usûl ve imkânı, yakın ve mümkün kılmışlardır. Çocuğun ilimlere izafeten hâli, yazmaktan ancak divit, kâlem ve tertipli değil de tek olan harfleri bilen kâtibin hâline benzer. Çünkü böyle bir kâtip, yazmaya yaklaşmıştır. Fakat daha bilfiil yazmaya varmamıştır. İkinci derece, fikir ve denemelerle elde edilen ilimlerin çocuğa hâsıl olmasıdır. Bu bakımdan o ilimler, çocuk yanında depolanmış gibidir. Çocuk ne zaman isterse, onlara müracaat edebilir. Çocuğun hâli, yazmak hususunda usta olan bir kimsenin hâlidir. Zira böyle bir kimseye, bilfiil yazmasa dahi, yazmaya kudreti olduğundan dolayı kâtip denilmektedir. İşte bu, insanlık derecesinin en son haddidir. Fakat bu derecede sayılamayacak kadar mertebeler vardır. İnsanlar malûmatın çokluk, azlık, şerefli, hasis ve tahsil yolu ile elde edilmesi sebebiyle bu hususta değişik mertebelere sahiptirler. Zira mükâşefe yolu ile, ilâhî bir ilhamla fertlerin bazısına bunlar verilmiştir. Bazı kalplere de öğrenmek ve çalışmakla verilir. Fakat bazı kalpler bunu çabuk, bazı kalpler ise çalışmasına rağmen geç elde eder. Şu makamda âlimlerin, hükemanın, enbiya ve evliyânın mertebeleri değişiktir. Bu bakımdan bu husustaki terakki dereceleri had ve hesaba gelmez, Zirâ Allahü teâlâ'nın malûmatının sonu yoktur. Rütbelerin en yücesi peygamber rütbesidir. O peygamber ki ona bütün hakikatler veya hakikatlerin çoğu keşfolunur. Hem de çalışıp yorulmaksızın. . . Hatta çok kısa bir zamanda ilâhî bir keşifle keşfolunur. Bu saadetin sayesinde mekân ve mesafe ile değil, hakîkat ve sıfatla Allahü teâlâ'ya yakın olur
Bu derecelerin terakki merdivenleri Allah'a doğru gidenlerin menzil ve konaklarıdır. Onların haddi hesabı yoktur. Ancak her sâlih kul, sülûkü esnasında vardığı konağı bilir. O konağı ve arkasında kalan konakları târif edebilir. Önündeki konaklara gelince, onların hakikatlerini ilmen kapsayamaz. Fakat îman bi'l-gayb yönünden onları tasdik eder. Nitekim bizler, nübüvvete ve peygambere îman eder, onun varlığını tasdik ederiz. Fakat peygamberliğin hakikatini ancak peygamber bilir ve nitekim cenîn, çocukluk hâlini, çocuk da mümeyyizlik hâlini bilmediği, mümeyyize açılan zarurî ilimleri idrâk etmediği gibi, mümeyyiz de akıllının hâlini ve çalışma neticesinde elde ettiği nazarî ilimleri bilemez. İşte böyle akıllı bir kimse de Allahü teâlâ'nın velî ve peygamber kullarına lütfundan ve rahmetinden vermiş olduklarını bilmemektedir. Allahü teâlâ'nın kullarına açmış olduğu rahmeti kapatan hiçbir kuvvet yoktur. Bu rahmet Allah'ın kerem ve cömertliğinin gereği olarak bol bir şekilde verilir. Hiç kimseden esirgenmemektedir. Fakat bu rahmet Allah'ın rahmetinin kokularına açık bulunan kalplerde açık olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak sizin rabbinizin zamanınızın günlerinde dalgalı dalgalı gelen rahmet kokuları vardır. Dikkat ediniz! Bu koku dalgalarına kalbinizi açıp, hazır bulunun. 6)
Bu rahmet dalgalarına kalbi açıp hazır bulundurmak, kalbi temizlemek, kötü ahlâktan hâsıl olan bulanıklık ve pisliği kalpten söküp atmak demektir. Nitekim bunun açıklaması ilerde gelecektir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîs-i şerifiyle Allah'ın bu tür cömertliğine işaret etmiştir:
Allahü teâlâ her gece en yakın göğe (keyfiyeti bizce mâlûm olmayan bir şekilde) iner ve buyurur ki: 'Acaba çağıran var mı ki ben kendisine icâbet edeyim, dileğini kabul buyurayım!6
Rasûlüllah'ın rabbinden hikâye ederek söylediği şu hadîs-i şerifle de bu cömertliğe işaret vardır:
Muhakkak ki iyilerin benimle buluşmaya iştiyâkı arttıkça arttı. Oysa ben onlarla kavuşmaya daha fazla iştiyak duyuyorum. 7
Bu cömertliğe, Allahü teâlâ'nın hadîs-i kudsîde 'Bana bir karış yaklaşana bir zirâ' yaklaşırım'8 cümlesiyle de işaret edilmektedir. Bütün bunlar şuna işarettir ki, ilimlerin nûrları cimrilikten veya nimet sahibi Allahü teâlâ cimrilik ve esirgemeden yücedir, tarafından herhangi bir mâni ile kalplerden perdelenmiş değildir. Fakat ilimlerin nûrları kalpler cihetinden gelen meşguliyet, bulanıklık ve pisliklerden dolayı perdelenmiş olduğu için kalplere giremez. Çünkü kalpler, kaplar gibidir. Kap su ile dolu oldukça hava içine girmez. Bu bakımdan Allah'tan başka şeylerle meşgul olan kalplere Allah'ın celâlinin mârifeti girmez ve buna Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifiyle işaret edilmiştir:
Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki Ademoğulları göklerin melekûtunu seyredeceklerdi. 9
Bunlardan anlaşılıyor ki, insanoğlunun özelliği ve hususiyeti, ilim ve hikmettir. İlim çeşitlerinin en şereflisi Allah, Allah'ın sıfatları ve fiillerinin ilmidir. Bu bakımdan bu ilimle insanoğlunun kemâli tamamlanır. İnsanoğlunun saadet, celâl ve kemâl huzurunun komşuluğuna yararlılığı, ancak kemâlindedir. Bu bakımdan beden nefsin merkebidir. Nefis ilmin yeridir. İlim insanın maksududur ve insanoğlunun yaratılışından kastedilen özelliktir. Nitekim at da yük taşıma bakımından merkeple ortaktır, fakat düşman üzerine gitmek ve düşmanın hücumundan süvârisini kurtarmak ve güzel görünüşü gibi hususiyetleriyle merkepten ayrılır. Bu bakımdan at, bu özellik için yaratılmıştır. Eğer bu özellik attan sıyrılırsa, o vakit merkep mertebesine düşer. İnsanoğlu da böylece birtakım işlerde at ve merkeple ortaktır. Onlardan, özelliği olan birtakım işlerle ayrılır. İnsanoğlunun o özelliği, âlemlerin rabbine yakın olan meleklerin sıfatlarındandır. İnsanoğlu mertebe açısından hayvanlar ile melekler arasında bulunur. Çünkü insanoğlu yemesi ve üremesi bakımından bitki gibidir. Hissetmesi ve kendi iradesiyle hareket etmesi bakımından hayvan gibidir. Sûreti ve kıymeti bakımından duvar üzerine nakşedilmiş resim gibidir. Onun özelliği ancak şeylerin hakikatlerini bilmektir. Bu bakımdan kim bütün âzalarını ve kuvvetlerini -onlardan ilim ve amel elde etmek için- yardım istemek yönünde kullanırsa, bu kimse meleklere benzemiş olur. Madem ki meleklere benzer, onlara iltihak etmeye hak kazanır. Ona melek demek, rabbanî demek uygun düşer. Nitekim Allahü teâlâ Hazret-i Yûsuf hâdisesine isimleri karışan kadınların şöyle söylediklerini haber vermektedir:
Bu beşer değildir! Ancak bu, şerefli ve kerîm bir melektir! (Yûsuf/31)
O halde, kim himmetini, bedenî lezzetlerin arkasında koşmaya sarfederse, hayvanların yediği gibi yerse, böyle bir kimse, hayvan derekesine düşer. Böyle bir kimse, ya öküz gibi akılsız veya domuz gibi obur veya köpek gibi ısırıcı veya kedi gibi tırmalayıcı veya deve gibi kindar veya kaplan gibi kibirli veya tilki gibi hilebaz olur veya inatçı bir şeytan gibi bütün bu kötü sıfatları nefsinde toplar. Hiçbir âza ve hiçbir hâssa yoktur ki Allah'a giden yolda onun yardımından istifade etmek mümkün olmasın. Nitekim bunun bir kısmının izahı Şükür Kitabı'nda gelecektir. Bu bakımdan kim bu yolda herhangi bir âzasını kullanırsa, o zaferi elde etmiştir, kim de bunu kullanmaktan sarfı nazar ederse, böyle bir kimse zarar etmiş ve mahrum olmuştur. Bu husustaki saadetin özeti şudur: Kişi Allah ile kavuşmayı kendisine maksat ve hedef edinmelidir. Âhiret evini ebedî yurt, dünyayı konak, bedeni merkep, âzaları hizmetçi yapmalıdır. Bu bakımdan insanoğlunun idrâk edici özelliği padişah gibi memleketinin ortası olan kalpte istikrar etmelidir. Dimağın mukaddimesine bırakılan kuvve-i hayaliye, postacı gibi gidip gelmelidir. Zira hissedilen şeylerin haberleri, dimağların mukaddimesi yanında toplanır. Meskeni dimağın sonunda olan kuvve-i hâfıza, hazine gibi işlenmelidir. Dil de onun tercümanı gibi olmalıdır. Hareket hâlinde olan âzalar onun mektubu gibi olmalıdır. Bu bakımdan onların herbirine bir memleketin haberlerini toplamak vazifesini vermelidir.
Göz, renkler âleminin haberlerini; kulak, sesler âleminin haberlerini; burun, kokular âleminin haberlerini toplamakla görevlendirilmelidir. Diğer âzalar da böyledir. Çünkü o âzalar haber sahipleridir. Bu âlemlerden haberleri toplarlar. Postacı gibi olan kuvve-i hayaliye'ye o haberleri iletirler. Posta sahibi de onu kuvve-i hâfızadan ibaret olan hazineciye teslim eder. Hazineci de (değerlendirmek için) o haberleri padişaha arzeder. Padişah, memleketinin idaresinde, saadetinde ve üzerinde bulunduğu seferin tamamlanmasında, düşmanını yok edip yol kesicileri bertaraf etmekte kendisine yarayanları o haberlerden çıkarır. Padişah bunu yaptığı takdirde muvaffak ve mutlu olur, Allah'ın nimetinin şükrünü yapmış sayılır. Ne zaman ki bunları başıboş bırakırsa veya düşmanın lehinde kullanırsa (düşmanları ise şehvet, gazab ve diğer geçici zevklerdir) veya bunları konağında değil yolunun tâmirinde kullanırsa -zira dünya onun geçtiği yoludur- onun vatanı ve istikrar bulacağı yer âhirettir. Böyle kullandığı takdirde mahrum, şakî ve Allah'ın nimetini inkâr etmiş olur. Allah'ın ordularını zâyi eden ve düşmanlarına yardımda bulunan Allah'ın hizbini yardımsız bırakmış olur. Böylece gazaba, dünya ve âhiretinde uzaklaştırılmaya müstahak olur. Biz böyle olmaktan Allah'a sığınırız. Bizim beyan ettiğimiz bu misâle Ka'b'ul-Ahbâr işaret ederek şöyle demiştir: Aişe validemizin huzuruna girdim ve ona dedim ki:
İnsanoğlunun gözleri hidayet edici, kulakları derleyici, dili tercüman, elleri kanatlar, ayakları sağa-sola koşturulan postacı, kalbi ise padişahtır. Bu bakımdan padişah iyi oldu mu askerler de iyi olur
Bu sözleri işiten Aişe validemiz 'Ben de Rasûlüllah'tan böyle duydum' demiştir. 10 Hazret-i Ali kalplere misâl olarak şöyle demiştir:
Muhakkak Allahü teâlâ'nın yeryüzünde kapları vardır. O kaplar da kalplerdir. Bu bakımdan kalplerin Allah'a en sevimli geleni en incesi, en sâf ve en dürüstüdür.
Sonra Hazret-i Ali, bunu tefsir ederek şöyle demiştir; 'Bu, din hususunda en kuvvetli, yakîn hususunda en sâf ve müslümanlar için en fazla merhametlisi demektir'. Hazret-i Ali'nin bu sözü, Allahü teâlâ'nın şu ayetindeki 'Kâfirlere karşı şiddetli, aralarında ise merhametlidirler' (Fetih/29) cümlesine ve yine 'O'nun nûrunun misâli, içinde çıra bulunan bir kandil gibidir' (Nûr/35) ayetine işarettir.
Ubey b. Ka'b şöyle demiştir: Bu ayetin mânâsı 'mü'min bir kimsenin nûrunun ve kalbinin misâli, içinde çıra bulunan kandil misâline benzer demektir. Allahü teâlâ'nın 'Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir' (Nûr/40) sözü ise, münâfığın kalbi için misaldir'.
Zeyd b. Eslem 'ınahfuz ve korunmuş bir levh'dedir' (Buruc/21) ayetini 'mü'minlerin kalbidir' şeklinde tefsir etmiştir.
Sehl et-Tüsterî 'Kalbin ve göğsün misâli, arşın ve kürsünün misâli gibidir' demiştir. İşte bunlar kalbin misalleridir.
6) İmâm-ı Mâlik, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den)
7) Irâkî'ye göre aslına rastlanmamıştır. Ancak Deylemî bu hadîsi nakleder.
8) Buhârî, Müslim
9) İmâm-ı Ahmed
10) Ebû Nuaym, Taberânî
21-3
Kalbin Vasıfları ve Misallerinin Toplamı
İnsanoğlu, yaratılış ve terkibinde dört şüphe ile malûldur. İşte bunun için insanoğlunda dört çeşit sıfat vardır. Onlar yırtıcı, hayvanî, şeytanî ve yırtıcı hayvanların fiillerinden olan düşmanlık, buğz, vurmak ve küfretmekle insanlara hücum etmekten ibaret olan fiilleri ile alâkalıdır. Kendisine şehvet musallat olması bakımından hayvanların oburluk, halislik, şehvetperestlik ve benzeri fiilleri yapar ve yaratılışın hakikati açısından bu rabbânî bir emirdir. Nitekim Allahü teâlâ 'De ki: Ruh, rabbimin emrindendir' (İsra/85) buyurmuştur. Bu bakımdan insanoğlu nefsi için rububiyet iddia eder. İstilâ ve istivâyı sever. Bütün işlerde müstebidane hareket etmek ve sadece sözün kendisinde bulunmasını, tek başına reis olmayı, tevâzu ve ubûdiyet yularından çıkmayı ister. Bütün ilimlere vâkıf olmayı ister. Hatta ilim, mârifet ve her işin hakikatini bildiğini iddia eder. İlme nisbet edildiği zaman sevinir. Cehle nisbet edildiği zaman üzülür. Oysa bütün hakikatleri bilmek, cebir sûretiyle bütün mahlûkata galebe çalmak, rububiyetin sıfatlarındandır ve insanoğlunda bu vasfı elde etmeye karşı bir hırs vardır. Şehvet ve öfkede hayvanlarla ortak olmakla beraber, idrâk ile hayvanlardan ayrılma özelliği bakımından ise, kendisinde şeytanî sıfat hâsıl olur ve böylece şerir olur. Kendisini hayvanlardan ayıran sıfatını şerrin çeşitli yönlerini elde etmede kullanır. Hile ve aldatma ile hedefine varmak ister. Hayrın yerine şerri ister.
İşte bütün bunlar şeytanların ahlâkıdır. Bir de kendisine rabbânî, şeytanî, yırtıcı ve hayvanî sıfatlardan dört asıl katışmış olan her insanın -oysa bütün bu vasıflar, kalpte toplanmıştır- sanki derisinde domuz, köpek, şeytan ve bir hekim beraberce bulunurlar! Domuz şehvettir. Zira domuz, renginden, şeklinden ve sûretinden dolayı zemmedilmiş değildir. Aksine oburluğundan, köpekliğinden ve harîsliğinden zemmedilmiştir. Köpek ise öfkedir. Zira yırtıcı hayvan ve dişleyici köpek, sûret, renk ve şekil bakımından yırtıcı ve köpek sayılmış değildir. Aksine onlarda yırtıcılık, saldırganlık ve ısırıcılık mânâsının ruhu vardır da ondan! İnsanoğlunun iç âleminde yırtıcı hayvanın saldırganlığı, öfkesi, domuzun harisliği ve oburluğu vardır. Bu bakımdan domuz, oburluktan ötürü fuhşiyat ve münkeri işlemeye insanoğlunu dâvet eder. Yırtıcı hayvan, öfkeden ötürü zulüm ve eziyet yapmaya dâvet eder. Şeytan ise daimî bir şekilde domuzun şehvetini, yırtıcının öfkesini durmadan körükler, birisini diğeriyle kışkırtır. Yaratılışların îcabı olanı onlara güzel göstermeye gayret eder. Aklın misâli olan hekim ise, şeytanın hilesini ayırt edici basiretiyle keşfedip defetmekle görevlidir. Apaçık ve pırıl pırıl parlayan nûruyla onun desiselerini bilmek ve dolayısıyla köpeği bu domuza musallat kılmak sûretiyle domuzun oburluğunu kırmak ile görevlidir. Zira öfke, şehvetin kabarmasını kırıp söndürür ve yine aklın misâli olan hekim, domuzu köpeğe musallat kılmak sûretiyle köpeğin saldırganlığını defetmekle ve mağlup ederek emrinin altına almakla görevlidir. Eğer hekim bunu yapar ve güç yetirirse iş normale döner, beden memleketinde adalet görünür ve hepsi dosdoğru yol üzerinde yürür. Eğer hekim bunları mağlup etmekten âciz kalırsa, bu sefer onlar hekimi mağlup eder ve hizmetlerinde kullanırlar. Artık hekim, daimî bir şekilde domuzu doyurmak ve köpeği razı etmek için çeşitli hilelere baş vurmak ve ince fikirler yürütmek mecburiyetinde kalır. Böylece hekim, daimî bir şekilde köpek ve domuzun hizmetinde bulunur. (Maalesef insanların çoğunun hâli himmetleri, işkembeleri, tenasül uzuvları ve düşmanlara karşı kibir ve gurur cihetine fazlasıyla sarfedildiği için böyledir) .
Böyle bir insanın, putperestlerin taşlara yapmış olduğu ibadetlerini kınamaları ne tuhaftır. Oysa eğer bu insanın manevî perdesi kalkar ve hâlinin hakikatini görürse ve hâlinin hakikati kendisine -nitekim uyku ve uyanıklık hâlinde ehl-i keşfe görüldüğü gibi- gösterilirse, nefsinin domuzun önünde el bağlayıp bazen domuza secde ettiğini, bazen domuza rükû ettiğini, bazen de domuza itaat ettiğini, emir ve işaretini beklediğini görür. Bu bakımdan domuz, şehvetlerinden herhangi bir şeyi istediği zaman derhal nefsinin domuzun hizmetine koştuğunu ve isteğini hemen yerine getirdiğini müşahede edecektir veya görecektir ki nefsi, saldırgan bir köpeğin önünde el pençe divan durmuştur. O köpeğe ibâdet edici, itaat edici, onun istek ve arzularını dinleyici, ona itaat etmek için çeşitli hileler hakkında inceden inceye düşünücü olduğunu görecektir. Tabiîdir ki domuza veya köpeğe böyle itaat eden nefis, şeytanın sevgisini kazanmak yolunda çaba sarfetmektedir. Zira domuzu harekete geçiren ve köpeği saldırtan ve onları hizmetine koşturan şeytandır! Bu nedenle bu tip bir insan, domuza ve köpeğe itaat ettiğinden ötürü şeytana ibâdet etmiş olur. Bu nedenle her kul, hareket ve sekenelerini, sükûtunu, konuşmasını, kalkışını, oturuşunu gözetmeli ve basiret gözüyle bakmalıdır!
Eğer nefsi insaflı ise, bütün gün bunların ibâdetinde koştuğundan başka birşey göremeyecektir. Bu ise, zulmün katmerlisidir. Çünkü böyle bir insan padişahı köle kılmıştır. Sahibi hizmetkâr, efendiyi kul, gâlibi mağlup kılmıştır. Çünkü efendi, galebe ve istilâya müstehak olan akıldır. Oysa bu insan, aklın domuz, nefis ve şeytana hizmetçi kılmıştır. Madem ki böyle yapmıştır, şek ve şüphe yoktur ki bunların taatinden onun kalbine, kalbi kaplayan birtakım sıfatlar yerleşecek, öyle ki kalp o kötü sıfatlardan ötürü mühürlenecek ve öldürücü ve helâk edici bir pas olarak kalbin yüzüne o sıfatlar sürülecektir. Şehvet domuzunun taatine gelince, bundan hayâsızlık, pislik, israf, cimrilik, riya, utanmazlık, boş bulunmak, harislik, oburluk, yağcılık, hased, kin, başkasının musibetine sevinmek ve benzeri çirkin sıfatlar doğar. Öfke köpeğinin tâatine gelince, o tâatten de kalbe şu sıfatlar yayılır; tehevvür, rezalet, kibir, ucub, öfkeden yırtılmak, gurur, enaniyet (egoistlik) , alay, küçük görme, halkı hakir görmek, şerri istemek, zulmün şehveti ve benzerleri. . . Şehvet ve öfkeye itaat etmek sûretiyle şeytana yapılan ibâdete gelince, bu ibâdetten, kalpte şu sıfatlar oluşur: Mekr (hile) , kandırmak, hilebazlık, şeytanî kurnazlık, cür'etkârlık, göz boyayıcılık, insanları birbirine düşürmek, saman altından su yürütmek, sinsilik ve benzerleri. . .
Eğer iş tersine çevrilirse, bütün bunlar rabbânî sıfatın emri altına sokulup, mağlup edilirse, bu takdirde kalpte rabbânî sıfatlardan olan ilim, hikmet, yakîn, şeylerin hakikatlerini ihata etmek, işlerin künhüne vâkıf olmak, ilim ve basîret sayesinde hepsini istilâ etmek, ilmin kemâli ve celâli için bütün halkın öncülüğüne müstehak olmak gibi sıfatlar yerleşecektir ve bu takdirde şehvet ve öfkeye ibâdet etmekten müstağni olacaktır ve şehvet domuzunu zaptetmek, onu îtidal sınırında durdurmak için kalpte şerefli sıfatlar oluşacaktır. İffet, kanâatkârlık, sükûnet, zâhidlik, verâ, takvâ, inbisat, güzel görünüş, hayâ, zarafet, yardımseverlik ve benzerleri gibi. . . Yine bu takdirde kalpte öfke kuvvetinin zaptı ve mağlup edilmesi mümkün olacaktır ve bu saldırgan kuvveti gerekli olan duruma şu sıfatlar dönüştürecektir: Şecâat, cömertlik, yardıma koşmak, nefsi zaptetmek, sabır, ilim, zahmetlere katlanmak, affetmek, musibetler karşısında tınmamak, yüksek hedeflere doğru atılmak azmi, şehamet, vekar ve benzerleri. . . Bu bakımdan kalp, kendisine tesir eden bütün bu şeyler tarafından kaplanan bir ayna hükmündedir. Şu eserler ardı kesilmeksizin kalbe doğru akıp giderler. Bizim zikrettiğimiz güzel eserlere gelince; onlar kalp aynasının cilâsını, revnakını, nûr ve ziyasını daha da arttırırlar. Öyle ki hakkın tecellisi orada pırıl pırıl parlar. Dinde güzel olan işin hakikati o kalpte keşfolunur. İşte Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle bir kalbe şu hadîs-i şerifîyle işaret etmiştir:
Allahü teâlâ bir kuluna hayrı irâde ettiği zaman, onun kalbinde, ona va'zedici bir kuvvet yaratır. 11
Kimin kalbinde ona va'zedici bir kuvvet varsa, Allah'tan o kimsenin üzerinde onu koruyucu bir kuvvet var demektir. 12
Hadîste bahsi geçen bu kalp, öyle bir kalptir ki Allah'ın zikri orada istikrar bulur. Nitekim Allahü teâlâ 'Dikkat ediniz! Allah'ın zikriyle kalpler itminan bulur' (Ra'd/28) buyurmuştur. Kötü eserlere gelince, o eserler kapkaranlık bir duman gibi kalbin aynasına yükselir, zaman zaman onu karartıp simsiyah yapıncaya kadar onun üzerine yerleşir ve böylece kalp tamamen Allah'tan gâfil olur. İşte perdeli ve mühürlenen kalp budur ve Allahü teâlâ'nın 'Hayır! Doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır' (Mutaffifîn/14) ve 'Eğer biz dilemiş olsaydık, öncekiler gibi bunlara da günahlarının cezasını verirdik. Fakat biz kalplerinin üzerlerini mühürleriz de onlar gerçeği işitmezler' (A'raf/100) ayetlerinde görüldüğü gibi, kalbin hak ve hakikati dinlememesi, günahlardan ötürü mühürlenmeye bağlanmıştır.
Nitekim Allahü teâlâ, dinlemeyi de başka bir ayetinde takvâya bağlayarak şöyle buyurmuştur:
Allah'tan korkun ve emirlerini dinleyin! (Mâide/108)
Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyor. Allah her şeyi kemâliyle bilicidir. (Bakara/282)
Günahlar ne zaman teraküm ederse, kalpler mühürlenir ve o zaman hakikati idrâk etmekten, dinin salâhını bilmekten kalp körleşir. Âhiret işini hafife alır. Dünya işini oldukça büyük telâkki eder. Bütün himmetini dünyaya sarfeder. Kulağına âhiret işi ve âhiretteki tehlikeler geldiği zaman, bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Kalpte istikrar bulmaz. Kendisini tevbeye ve kusurlarını telâfi etmeye doğru itmez. İşte onlar o kimselerdir ki âhiretten kâfirlerin, ölülerin dirilmesinden ümitsiz oldukları gibi ümitsizdirler'. Evet! Kalbin günahlarla kararmasının mânâsı budur. Nitekim bu durumu Kur'ân ve Sünnet açıkça beyan etmiştir.
Meymun b. Mehran şöyle demiştir: 'Kul herhangi bir günah işlediği zaman, onun kalbinde simsiyah bir nokta yazılmış olur. Ne zaman günahtan elini çekip tevbe ederse, kalbi kalaylanıp tertemiz olur. Eğer ikinci defa günah işlerse o siyah nokta, kalbini kaplayıncaya kadar fazlalaşır. İşte ayette bahsi geçen rân budur'.
Hazret-i Peygamber de (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mü'minin kalbi tertemizdir. O kalbin içinde pırıl pırıl yanan bir lâmba vardır. Kâfirin kalbi simsiyah ve baş aşağı dönüktür. 13
Şehvetlere muhalefet etmek sûretiyle Allah'a itaat kalbi temizler. Günahlar ise kalbi karartırlar. Bu bakımdan günaha yönelen bir kimsenin kalbi kararır. Günahın akabinde sevap işleyen bir kimsenin kalbinden ise, günahın eseri silinir, kalp kararmaz, sadece kalbin nûru azalır. Tıpkı üzerine üflenen, sonra silinen ayna gibi. Böyle bir ayna karanlıklardan boş değildir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.
(Sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.
Kalpler dört sınıftır:
1. Tertemiz bir kalptir ki onun içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu kalp Mü'minin kalbidir.
2. Simsiyah bir kalptir ki baş aşağıdır. Bu kalp kâfirin kalbidir.
3. Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlı bir kalptir. Bu kalp münâfığın kalbidir.
4. Açık bir kalptir ki orada hem îman, hem de nifak bulunur. O kalpteki îmanın misâli, baklanın misâline benzer. O baklaya tatlı su yardım eder. Oradaki nifakın misâli ise, çıbanın misâline benzer. O çıbanın gelişmesine irin ve sarı su yardım eder. Bu bakımdan bu iki maddeden hangisi galipse, o kalp için bu galip madde ile hükmedilir. 14
Hadîsin diğer bir rivâyetinde 'O kalpte hangi madde galipse, kalbi o kapıp götürür' buyurulmuştur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah'tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allah'ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulur. Şeytanın vesvesesini atmışlardır bile. . . (A'raf/201)
İşte görüldüğü gibi, Allahü teâlâ, kalbin cilâlanmasının ve kusurlarının telâfi edilmesinin ancak zikirle elde edildiğini haber vermektedir. Bunu da ancak muttakîlerin elde edeceğini bildirmektedir. Bu bakımdan takvâ, zikrin kapısıdır. Zikir de keşfin kapısı, keşif ise en büyük zaferin kapısıdır. En büyük zafer de Allah'la mülâki olmaktır.
11) Deylemî
12) .
13) İmâm-ı Ahmed, Taberânî
14) İmâm-ı Ahmed, Taberânî
21-4
İlm'e Nisbetle Kalbin Hâli
İlm'in konağı kalptir. Kalpten gayem; bütün âzaları sevk ve idare eden latifedir. İtaat edilen ve bütün âzalar tarafından hizmetine koşulan sadece bu kalptir. Bu kalbin, malûmatın hakikatlere izafesi, aynanın renkli sûretlere izafesi gibidir. Nasıl ki renklinin sûreti varsa ve o sûretin misali aynada belirip ayna ile meydana gelirse, böylece her malûmun bir hakikati var. O hakikatin de bir sûreti vardır. Kalbin aynasında o sûret belirip keşfolunur. Nasıl ki ayna başka, şahısların sûreti başka ise, aynada misâllerin meydana gelmesi de başkadır ki bunlar üç şekilde olur. Böylece burada üç husus vardır:
1. Kalp
2. Şeylerin hakikatleri
3. O hakikatlerin bizzat kendisinin kalpte hâsıl ve hazır olması
Bu bakımdan âlim, kendisinde şeylerin hakikatlerinin misâlinin meydana geldiği kalpten ibarettir. Malûm ise, şeylerin hakikatinden ibarettir. İlim ise, o misâlin aynada hâsıl olmasından ibarettir. Nasıl ki, meselâ tutmak, el gibi bir tutucuyu, kılıç gibi bir tutulanı, kılıcın ele alınmasıyla kılıç ile el arasındaki bitişmeyi -ki, ona kabz ismi verilir- istiyorsa, öylece mâlûmun misâlinin kalbe vâsıl olmasına ilim ismi verilir.
Oysa hakîkat mevcuttur. Kalp de mevcuttur. Fakat ilim hâsıl olmamıştır. Çüpkü ilim hakikatin kalbe varmasından ibarettir. Nitekim kılıç da mevcuttur, el de mevcuttur. Fakat kabzın (tutuşun) ismi hâsıl olmamıştır. Çünkü daha kılıç ele geçmemiştir. Evet! Kabz, kılıcın bizzat kendisinin ele alınmasından ibarettir. Malûmun bizzat kendisi ise, kalpte hâsıl olmaz. Bu bakımdan ateşi bilen bir kimsenin kalbinde ateşin bizzat kendisi bulunmaz. Aksine orada bulunan, ateşin târifi ve ateşin sûretine uygun düşen hakikatidir. Bu bakımdan kalbi ayna ile tefsir etmek daha uygundur. Çünkü insanoğlunun özü aynanın içerisine girmez. Ancak aynanın hakikatine uygun bir misâlin kalpte var oluşuna ilim ismi verilir.
Sebepler Nasıl ki aynada şu beş şeyden dolayı sûret gözükmüyor ise. . .
1. Sırlanmadan, teşekkül etmeden, müdevver kılınmadan önce, demirin cevheri gibi sûretin noksanlığıdır.
2. Her ne kadar şekli tam ise de bulanık, paslı ve kirli olması nedeniyledir.
3. Sûret cihetinden başka cihete çevrilmesidir. Sûretin aynanın arkasında olduğu zamanda olduğu gibi.
4. Ayna ile sûret arasında sarkıtılan perdeden dolayıdır.
5. İstenilen sûretin hangi cihette olduğunun bilinmemesinden dolayıdır ki bu bilgisizlik sebebiyle aynayı sûretin cephesine ve cihetine çevirmek zorlaşır.
İşte böyle bir kalp de kendisinde bütün emirlerdeki hakikatin künhü tecelli etsin diye hazırlanmış bir aynadır. Ancak şu gelecek beş sebepten dolayı kalpler ilimlerden boş bulunurlar:
I. Çocuğun kalbinde olduğu gibi; kalbin zâtında bir eksiklik vardır. Çocuğun kalbi nâkıs olduğu için, orada malûmatlar belirmez.
II. Şehvetlerin çokluğundan ötürü kalbin üzerinde biriken kir ve günahların bulanıklığıdır. Çünkü bu bulanıklık kalbin saflığını ve cilasını yok eder. Bu nedenle bulanıklığından ve karanlığından dolayı hakkın orada belirmesi mümkün olmaz. Nitekim Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifinde buna işaret vardır:
Kim bir günah işlerse, o kimseden akıl bir daha dönmemek üzere ayrılır!
Yani onun kalbinde, eseri bir daha kalkmamak üzere bir bulanıklık meydana gelir. Çünkü onun bu bulanıklığı kaldırmak için en son yapacağı onu silecek bir sevabı işlemektir. Bu bakımdan eğer daha önce, günah yapmadan bu sevabı işleseydi, hiç şüphesiz kalbi daha fazla parlardı. Madem ki günah, bu sevaptan önce işlenmiştir, sevabın faydası düşmüş demektir. Ancak o sevap sayesinde kalp, günahtan önceki durumuna dönebilir. Fakat o sevaptan ötürü, günahtan önceki kalbin parlaklığına herhangi bir parlaklık eklenmez. İşte bu apaçık bir zarardır ve kurtuluşu olmayan bir eksikliktir. Bu bakımdan önce kirlenen, sonra temizlemek sûretiyle temizlenen ayna, kirlenmeden parlaklığını daha fazlalaştırmak için temizlenen ayna gibi değildir. O halde Allah'ın taatına yönelmek, şehvetlerin isteklerinden yüz çevirmek kalbi parlaklaştırır, saflaştırır. Bunun için de Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah, iyilik yapanlarla beraberdir' (Ankebût/69) . Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Bildiğiyle amel eden bir kimseye Allahü teâlâ bilmediklerinin bilgisini ihsân eder.
III. İstenilen hakikatin cihetinden döndürülmesidir. Çünkü sâlih ve itaatkâr bir kimsenin kalbi, her ne kadar saf ise de bu durumda orada hakkın açıklığı tam mânâsıyla belirmez. Çünkü hakkı talep etmediği gibi aynasını da istenilenin tam yönünde tutmamaktadır. Aksine çoğu zaman himmetini bedenî ibâdetlerin ayrıntılarıyla ve maişet sebeplerinin hazırlanmasıyla meşgul etmektedir. Rubûbiyet hakkında, ilâhî ve gizli hakîkatler konusunda fikrini düşünceye doğru yöneltememektedir. Bu bakımdan ancak kendisine, düşündüğü amellerin âfetlerinin incelikleri, nefis ayıplarının gizlilikleri inkişaf eder. Eğer bu hususta düşünüyorsa tabiî. . . Eğer yaşantısının maslahatları için düşünüyorsa, onun maslahatları kendisine inkişâf eder. Amellere bağlanmak ve ibadetlerin ayrıntıları hakkın tecelli ve inkişafına mâni oluyorsa, acaba hikmetini dünyevî şehvetlere; lezzet ve ilgilere sarfeden bir kimse hakkında artık nasıl düşünürsün? Acaba böyle bir kimse hakikî keşiften nasıl mahrum olmaz?
IV. Hicab’dır; zira şehvetini yenen, itaatkâr, hakikatlerin hakîkati hakkında saf bir düşünceye dalan bir kimse için bazen bu düşündüğü hakîkat keşfolunmaz. Çünkü ta çocukluk devresinden beri taklid yoluyla ve hüsnü zan ile kabullendiği bir inançtan dolayı o hakkı görmekten perdelenmiştir. Zira bu yanlış inanç, onunla hakkın hakikati arasına perde olarak girer. Taklidin zâhirinden elde ettiği zanndan başka birşeyin kalbinde inkişâf etmesine engel olur. İşte bu da büyük bir perdedir. Kelâmcıların ve mezheb müteassıblarının çoğu bu perde ile hakikatten geri kalmışlardır. Hatta gök ve yerin melekûtu hakkında düşünen sâlih kimselerin çoğu da böylece mahrum kalmışlardır. Çünkü onlar da nefislerine dönüp kalmış, kalplerinde yerleşmiş birtakım taklidî îtikadlar yüzünden bu hakikatlerden perdelenmişlerdir ve onların o taklidî inançları, kendileri ile hakikatlerin idrâki arasında gerilmiş birer perde olmuştur.
V. Matlûba götüren vesileyi bilmemektir. Çünkü ilim isteyen bir kimse için, meçhul ile ilmi elde etme imkânı yoktur. Ancak insanoğlu, matlûbuna uygun ilimleri hatırlamak sûretiyle elde edebilir. İnsanoğlu, o ilimleri hatırlar ve nefsinde hususî bir şekilde âlimlerce bilinen ve nazar-ı îtibara alınan yollardan elde ederse, o zaman istediği yere ulaşabilir. Böylece matlubun hakikati onun kalbinde belirir. Çünkü matlub olan ilimler, fıtrî ve yaratılıştan değildir. Onlar ancak hâsıl olan ilimlerin ağını kurmak sûretiyle elde edilirler. Hatta her ilim ancak daha önce geçmiş ve özel bir şekilde birleşen ve biri diğerine yakınlaşan ve onların birleşmesinden üçüncü bir ilim hâsıl olan iki ilimden elde edilir.
Tıpkı yavrunun, erkek ve dişinin çiftleşmesinden meydana gelmesi gibi. . . Sonra tıpkı bir kimse bir tayı elde etmek istediği zaman, onu eşek ile deveden veya insandan elde etme imkânına sahip değilse, tayı ancak dişi ve erkek atın hususî bir aslından elde edebiliyorsa, öylece her ilmin iki hususî aslı vardır. O asıllar arasında birleştirmede takip edilen bir yol vardır. Onların birleşmesinden istenilen ve istifade edilen ilim hâsıl olur. Bu bakımdan o asılları bilmemek ve çiftlerin birleşme yolunu kestirememek, ilmin elde edilmesine mânidir. Bunun misâli ise, daha önce sûretin bulunduğu ciheti bilmemektir.
Hatta onun misâli şudur: İnsanoğlu ensesini ayna ile görmek istiyorsa, aynayı yüzünün tam hizasına tuttuğu zaman o aynayı ensesinin hizasına getirmiş sayılmaz. Bu bakımdan o aynada ensesi görülmez. Eğer aynayı ensesinin hizasına kaldırırsa, bu takdirde de aynayı gözünden kaçırmış olur. Ne aynayı ve ne de aynadaki ensesinin sûretini görebilir, Bu bakımdan ikinci bir aynaya muhtaç olur ki o aynayı ensesinin arkasına tutsun, önündeki aynayı da tam onun hizasına getirsin ki arkadaki aynayı görmüş olsun ve iki aynanın duruşu arasındaki uygunluğu gözetmeli ki ensesinin sûreti öndeki aynada görünsün, işte böylece ilimleri elde etmekte de acaip yollar vardır. O yollarda dolambaçlar ve kayganlıklar vardır. Bunlar ayna hakkında söylediklerimizden daha acaiptirler. Yeryüzünde o dolambaçlardan yürümenin keyfiyetini bilen insan pek azdır. İşte bunlar, kalpleri işlerin hakikatini bilmekten meneden sebeplerdir. Aksi takdirde her kalp fıtrî ve yaratılışının icabı olarak hakikatlerin mârifetin elverişlidir. Çünkü kalp, rabbânî ve şerefli birşeydir. Bu özellik ve şereften ötürü âlemin diğer cevherlerinden ayrılmaktadır ve ona Allahü teâlâ'nın şu ayetiyle işaret edilmiştir:
Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi. (Ahzab/72)
Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Ancak anne ve babası onu yahûdî veya hiristiyan veya putperest yapar. 15
Bu ayet-i celîle işaret eder ki, kalbin bir özelliği vardır. O özellik sayesinde kalp, göklerden, yer ve dağlardan ayrılır. O özellik sayesinde Allah'ın emanetini yüklenmeye hazır olur ve esasında bu yükü çekmeye gücü yeter. Fakat teker teker zikrettiğimiz sebepler, emaneti yüklenmekten ve emanetin hakikatine varmaktan insanoğlunu geciktirmekte ve mâni olmaktadır. Bunun için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında dönüp dolaşmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı. 16
Bu hadîs, sebeplerin bir kısmının kalp ile melekût âlemi arasında perde olduklarına işarettir ve yine İbn Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîste de bu hakikate işaret edilmiştir: Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle soruldu:
'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah nerededir? Yerde mi, gökte mi?' Hazret-i Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'mü'min kullarının kalplerinde!'17
Bir hadîs-i kudsî'de Allahü teâlâ'nın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
Benim arzımı ve benim semâm beni istiâb edemedi. (Fakat beni) sâkin, yumuşak ve Mü'min kulumun kalbi istiâb etti. 18
Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı kimdir?' diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuşlardır:
-Her Mü'minin kalbi mahmûmdur!
-Kalbi mahmûm olan da ne demektir?
- Kalbi mahmûm demek; muttaki, kalbinde hile olmayan, zulüm, gadr, kin ve hased bulunmayan tertemiz Mü'min demektir!19
İşte bunun için Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kalbim rabbimi gördü!' Zira aradaki perde takvâ ile kaldırıldı. Kimin kendisiyle Allah arasındaki perde kalkarsa, mülk ve melekûtun sûreti onun kalbinde tecelli eder. O. eni gökler ve yer kadar olan cennetin bir kısmını görür. Cennetin tamamı ise, göklerden ve yerden çok daha geniştir. Çünkü gökler ve yer, mülk ve şehâdet âleminden ibarettir. Her ne kadar göklerin ve yerin etrafları genişse, birbirlerinden uzaksa da onun sonu vardır. Melekût âlemi ise -ki o da gözlerin müşahedesinden uzak olan ve basiretin idrâkine mahsus bulunan sırlardan ibarettir- onun sonu yoktur. Evet, o âlemden kalbe görünen sonlu bir miktardır. Fakat esasında ve Allah'ın ilmine izafeten sonu ve nihayeti yoktur. Mülk ve melekût âleminin tamamı, bir defada ele alınırsa buna rubûbiyet hazreti denir. Çünkü rubûbiyet hazreti, bütün mevcudatı kapsayıcıdır. Zira varlıkta Allah'tan ve O'nun fiillerinden başka birşey yoktur. O'nun memleketi ve kulları ise, bir kavme göre cennetin ta kendisidir ve bu ehl-i hak nezdinde cennete müstehak olmanın sebebidir. Cennetteki mülkünün genişliği, mârifetinin genişliği hasebiyledir. Allahü teâlâ'nın sıfat ve fiilleri ne kadar kulun kalbine tecelli etmişse, o kadardır. İbadetler, âzaların amellerinin bütün gayesi, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilâlanmasıdır. Kalbini temizleyen felâha kavuşmuştur. Kalbin temizlenmesinden gaye; îman nûrlarının orada meydana gelmesi, mârifet nûrunun parlamasıdır. Nitekim şu ayetle de bu mânâ kastedilmiştir:
Allah kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm'a açar, gönlüne genişlik verir. (En'am/125)
Allah'ın İslâm nûruyla kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o, rabbinden bir hidayet üzeredir. O halde vay o Allah'ın zikrinden kalpleri katı olanlara! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. (Zümer/22)
Bu tecelli ve bu îmanın üç mertebesi vardır:
I. Avâmın imanıdır. Bu îman katıksız taklidî bir imandır.
II. Kelâmcıların imanıdır, Bu îman bir nevi istidlâlle karışıktır. Derecesi avâmın îmanı derecesine yaklaşır.
III. Ariflerin imanıdır, Bu îman yakîn nûruyla müşahede edilen imandır.
İşte sana bu mertebeleri bir misâl ile beyan edeceğiz. Şöyle ki: Mesela Zeyd'in evde olduğunu tasdik etmenin üç derecesi vardır:
I. Doğruluğundan emin olduğun bir kimsenin sana haber vermesidir ki bu kimsenin yalan söylediğine vakıf olamamış ve hiçbir zaman onu itham edecek bir hâlini görememişsindir. Böyle bir kimsenin haber vermesiyle kalbin mutmain olup sadece ondan duymak sûretiyle kalbin sükûnete kavuşur. İşte bu mücerred taklid ile var olan imandır. Bu âvam-ı nâsın îmanı gibidir. Zira halk tabakası erginlik çağına vardığı zaman, babalarından ve annelerinden Allah'ın varlığını, ilmini, irâdesini, kudretini ve diğer sıfatlarını dinlerler. Peygamberler gönderildiğini, doğru olduklarını ve getirdikleri ilâhî nizamı işitirler. İşittikleri gibi de kabul edip bunun üzerinde sebat ederler. Kalpleri mutmain olur ve kalplerine işittiklerinin aksi birşey de gelmez. Çünkü babalarına, annelerine ve öğretmenlerine sonsuz güvenleri ve güzel zanları vardır. Bu îman, âhirette kurtuluş sebebidir. Bu îmanın sahipleri ashâb-ı yemin mertebelerinin ilk saflarını teşkil ederler. Fakat mukarreblerden değildirler. Çünkü bu tür imanda keşif, basîret ve yakîn nûruyla kalbin inşirahı yoktur. Zira fertlerden dinlenilen hükümde yanlışlık mümkündür. Hatta inançlarla ilgili konularda yanılmalar sayılamayacak kadar vardır. Zira yahûdî ve hiristiyanların kalpleri de atalarından dinledikleriyle mutmaindir.
Ancak onlar inandıklarına yanlış bir şekilde inanmışlardır.
Çünkü kendilerine yanlış şekilde telkin edilmiştir. Müslümanlar ise hakka inanmışlardır. Bu hakka inanışları, hakka vâkıf olmalarından değildir. Aksine onlara hak kelimesi telkin edilmiş olduğu içindir.
II. Senin, evinin içinde konuşan Zeyd'in konuşmasını ve sesini işitmendir. Fakat bunu duvarın arkasından dinlersin ve bununla Zeyd'in içeride olduğuna karar verirsin. Bu bakımdan senin îmanın, tasdikin ve yakînin, Zeyd'in içeride olduğuna dair sadece 'Zeyd içeridedir' demekle tasdik edenin tasdikinden daha kuvvetlidir. Çünkü sen 'Zeyd içeridedir' denildiği zaman, onun sesini de işitirsen yakînin daha da artar. Zira sesler, sûreti müşâhede ettiği halde, sesi dinleyenin nezdinde şekil ve sûrete delâlet ederler. Böylece müşahede edenin kalbi 'bu ses o şahsın sesidir' diyerek daha da kuvvet kazanır. İşte bu tür îman, delil ile karışık bir imandır. Yanlışlığın bu imana da karışması mümkündür. Zira ses, bazen başka bir sese benzer. Bazen de taklid yoluyla başkasının sesine benzetmek mümkündür. Ancak bu durum dinleyenin kalbine gelmez. Çünkü dinleyen, itham etmek için herhangi bir sebep ve bu hileli durumda herhangi bir hedef ve garezin olduğunu o anda düşünemez.
III. Eve girip kendi gözünle Zeydi görmen ve müşahede etmendir. İşte hakikî mârifet, yakînî müşâhede budur. Bu, mukarrebler ve sıddîkların müşahede ve mârifetine de benzer. Çünkü mukarreb ve sıddîklar görüp de îman ediyorlardı. Bu bakımdan onların imanının kapsamına avâm-ı-nâsın ve kelâmcıların îmanı dahildir. Üstelik onlar yanlışlık ve yanılma imkânını ortadan kaldıracak bir özellikle de avam-ı nas ve kelâmcılardan ayrılmış bulunuyorlar. Evet, mukarrebler ve sıddîklar da ilimlerine ve keşif derecelerine nisbeten derece alırlar.
İlimlerin derecelerine gelince, onun misâli şudur: Zeyd'i evde yakından görmek. Evin sahanlığında görmek. . . . Güneşin pırıl pırıl parladığı vakitte görmek. . . Böyle bir görüşte idrâk tam kemâle erer. Başka birisi onu bir evde görür veya uzaktan görür veya akşam vakti görür. Zeyd'in sûretinde ona öyle bir misâl görünür ki yakînen onun Zeyd olduğuna kanaat getirir. Fakat onun nefsinde Zeyd'in sûretindeki incelikler ve gizlilikler temessül etmez. İşte bunun gibisi ilâhî emirlerin müşahedesindeki farklılıklarda da tasavvur edilebilir.
İlimlerin miktarına gelince, evde Zeyd, Amr, Bekr ve başkasını görmendir. Diğer biri de ancak Zeyd'i görür. Bu bakımdan bunun mârifeti malûmatların çokluğuyla artar ve artmasında şüphe de yoktur! İşte bu, ilimlere izafeten kalbin hâlidir. En doğrusunu Allah bilir!
15) Buhârî, Müslim
16) Daha önce geçmişti.
17) Taberânî
18) Irâkî'ye göre aslına rastlanılmamıştır. Fakat Taberânî benzerini rivâyet etmiştir
19) İbn Mâce
21-5
Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına nisbeten hâli
Kalp, yaratılşıyla -daha önce de geçtiği gibi- mâlumatın hakikatlerini kabul etmeye hazırdır. Fakat kalbe gelen ilimler, aklî ve şer'î olmak üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler de zarurî ve kesbî ilimler diye iki kısma ayrılır. Kesbî ilimler de uhrevî ve dünyevî diye iki kısma ayrılır.
Aklî ilimlere gelince, aklî ilimlerden gayemiz; aklın tabiatının istediği ilimdir. Taklid ve dinlemekle elde edilemeyen ilimlerdir. Bu ilimler, insanoğlunun tek şahsın aynı anda iki yerde bulunamayacağını ve tek şeyin hem hâdis (sonradan olma) , hem kadîm, hem var, hem yok olmayacağını bildiği gibi, nerede ve ne zaman var olduğu bilinmeyen zarurî ilimdir. Bu ilimler ta çocukluk çağından beri insanoğlunun nefsinde bulunmakta ve insanoğlu bu ilimlerle birlikte yaratılmış olmakta ve bu ilim nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu, yani yakîn sebebini bilmemektedir. Eğer 'Yakîn sebebini bilmemektedir' dememizin sebebi, kesinlikle insanoğlu kendisini yaratan ve hidayet edenin Allah olduğunu bilir. Bir de istidlâl ve öğrenmekle elde edilen kesbî ilimlere bölünmektedir. Bu iki kısım ilme de aklî ilimler denilir. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir:
Aklı iki akıl olarak gördüm, birisi metbû (fıtrî) , diğeri mesmû (öğrenmek yoluyla elde edilen) . . . Fıtrî akıl olmadıkça öğretilmekle elde edilen akıl fayda vermez. Nitekim göz kör olduğu zaman güneşin fayda vermemesi gibi. . .
Birinci akıl, Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Ali'ye söylemiş olduğu şu hadîste kastolunmaktadır:
Nezdinde akıldan daha şerefli birşeyi Allah yaratmış değildir. 20
İkinci akıl, Hazret-i Peygamberin Hazret-i Ali'ye söylemiş olduğu şu hadîste kastedilmiştir:
Ya Ali! insanlar Allah'a iyiliğin çeşitleriyle (mânen) yaklaştığı zaman, sen de aklınla yaklaş!21
Zira fıtrî şeylerle ve zarurî ilimlerle Allah'a yaklaşmak mümkün değildir. Aksine insan çalışma neticesinde elde edilen ilimlerle Allah'a yaklaşır. Fakat Hazret-i Ali gibi kahramanlar ancak aklını kullanıp Allahü teâlâ'ya yaklaşmaya vesile olan ilimleri elde edip Allah'a yaklaşmaya muktedir olurlar. Bu bakımdan kalp, göz yerine geçer. Kalpteki akıl denilen nesne ise, gözde görünen kudret yerine geçer. Görme kuvveti ince bir kuvvettir. Kör olan bir kimsede okuma kaybolur. Gözleri sağlam olan bir kimsede ise gözlerini kapatsa veya, kapkaranlık bir gece olsa bile okuma kaybolmaz. Onun vasıtasıyla kalpte hasıl olan ilim, gözdeki görme özelliğinin kuvvet-i idrâkiyesi ve şeylerin bizzat kendilerini görme kuvveti yerine geçer.
Erginlik ve bülûğ çağına kadar çocukluk müddetinde ilmin, aklın bizzat kendisinden geri kalması, tıpkı görünen eşya üzerine feyezan eden ve güneşin pırıl pırıl parlama çağına kadar gözden geri kalan görmeye benzer. Kalp sayfalarının üzerine Allah tarafından yazan kalem ise, güneş kursunun yerine geçer. Erginlik çağından önce, çocuğun kalbinde hâsıl olması gereken ilim ancak şundan dolayı hâsıl olmamıştır: Çünkü çocuğun kalbi henüz ilmin bizzat kendisini kabul edecek raddeye gelmemiştir. Kalem, Allahü teâlâ'nın yarattığı mahlûklardan sadece bir tanesidir. Allah onu ilimlerin beşerin kalbine nakşedilmesine sebep kılmıştır. . . Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
O kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alâk/4-5)
Allah'ın vasfı, mahlûkatının vasfına benzemediği gibi, kalemi de mahlûkatnın kalemine benzemez. Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın kalemi ne kamıştandır, ne de ağaçtandır. Nasıl ki zâtı da ne cevherdir, ne araz. . . O halde, bâtın basiret ile zâhir görme arasındaki muvazene bu yönlerden doğrudur. Ancak şeref hususunda aralarında münasebet yoktur. Çünkü bâtın basîret, idrâk edici lâtifeden ibaret olan nefsin ta kendisidir. Bâtın basîret süvari gibidir. Beden ise at gibidir. Süvarinin körlüğü süvariye atın körlüğünden daha fazla zarar verir- Hatta bu iki zararın arasında kıyas bile tasavvur edilemez. Bâtın basîret, zâhir basiretle muvazeneli olduğu için Allahü teâlâ, bâtın basirete zâhir basiretin ismini vererek şöyle buyurmuştur.
Gördüğünü kalp tekzib etmedi.
(Necm/11) .
İşte görüldüğü gibi burada kalbin idrâk ettiğine görme denilmiştir. Böylece Allahü teâlâ'nın şu ayeti de te'vil edilmelidir
Biz İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin ve yerin acâipliklerini ve güzelliklerini de gösteriyorduk ki Tevhîd hususunda yakîn sahibi olsun! (En'am/75)
Allahü teâlâ buradaki 'göstermekten' zâhirî görmeyi irâde etmemiştir. Bu sadece Hazret-i İbrahim'in özelliği değildir ki bununla Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e minnet etsin! İşte bunun içindir ki bu görmenin zıddına körlük adı verilmiştir.
Gerçek şudur ki gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)
Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür (dünyada doğru yolu göremeyen, âhirette de kurtuluş yolunu göremeyecektir, hatta o) yol bakımından daha da sapıktır. (İsrâ/72)
İşte buraya kadar aklî ilimlerin açıklaması yapıldı. Dinî ilimlere gelince, bunlar peygamberlerden (sallâllahü aleyhi ve sellem) taklid yoluyla alınmıştır. Bu da Allah'ın Kitabı'nı okumak, Hazret-i Peygamber'in sünnetini öğrenmekle meydana gelir, Kitab ve Sünnet'in mânâsını anlamakla elde edilir. Bu ilimle kalbin sıfatı kemâle, erer. Kalp, hastalık ve marazlardan selâmette kalır. Bu bakımdan aklî ilimler tek başına kalbin selâmeti için yeterli değildir. Her ne kadar kalp, bu aklî ilimlere muhtaç ise de. . . Nitekim beden sıhhatinin devamında sadece aklın yeterli olmadığı gibi. . . Aksine insanoğlu doktorlardan öğrenmek yoluyla ilâçların özelliklerini, bitkilerin özelliklerini bilmeye muhtaçtır. . . Sadece akıl buna yetmez. . . Bunu işittikten sonra anlaması da ancak akılla mümkün olur. Bu nedenle işitmeden akıl ve akıl olmadan da işitmek yeterli olmaz, ikisi birden lâzımdır. O halde aklı tamamen bir kenara iterek katıksız bir taklide çağıran bir kimse câhildir. Sadece akılla Kur'ân ve Sünnet'in nûrlarından istifade etmeye kalkışan bir kimse de mağrur ve aldanmıştır. Bu bakımdan bu iki grubun birisinden olmaktan sakın! İki aslı bir arada bulunduranlardan ol! Çünkü aklî ilimler gıda, şer'i ilimler de ilaçlar gibidir. Hasta bir şahıs, ilaçsız gıda aldığı zaman, gıda kendisine zarar verir. İşte böylece kalplerin hastalıklarının tedavisi ancak şeriattan istifade edilen ilaçlarla mümkündür. Bu ilaçlar da kalplerin ıslahı için peygamberler tarafından terkibi yapılan' ameller ve ibâdetlerin vazifeleridir. O halde, hasta kalbini şer'î ibâdetlerle tedavi etmeyen ve sadece aklî ilimlerle yetinen bir kimseye bu aklî ilimler zarar verirler. Nitekim hasta bir kimsenin gıdadan zarar gördüğü gibi. . .
Aklî ilimlerin şer'î ilimlere zıt düştüğünü, bu iki ilmin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını zanneden bir kimsenin zannı, bâsiretinin körlüğünden meydana gelen bir zandır. Böyle bir zandan Allah'a sığınıyoruz. Hatta böyle diyen bir kimsenin görüşünde şer'î ilimlerin bir kısmını diğer bir kısmıyla çarpışmaktadır ve bu kimse şer'î ilimlerin çeşitli kısımlarını bir arada bulundurmaktan da âcizdir. Bu zavallı zanneder ki bu, dinde -hâşâ- bir tenakuzdur ve böylece şaşkına döner. Dolayısıyla yağdan çekilen kıl gibi, dinden sıyrılıp dinin dışına çıkar! Böyle olması da ancak nefsindeki âcizliğinden, dinde tenakuz olduğunu hayal etmesinden ileri gelir. Oysa Allah'ın dininde tenakuz nerede ve ne gezer! Bu zan sahibinin misâli tıpkı bir kavmin evine giren ve ev içinde yerli yerinde bulunan kapkacağa dolaşıp düşen bir körün misâline benzer. Bu kör, ev sahiplerine şöyle haykırır: 'Neden bu kap kacak yolun üzerinde bırakılmış? Neden bu kap kacak yerli yerine konulmuyor?' Ev sahipleri kendisine derler ki: 'O kap-kacak yerli yerinde yerleştirilmiştir. Fakat sen körlüğünden dolayı yolu görmemekte ve gidip onlara takılmaktasın. Senin durumuna hayret etmek gerekir. Sen düşmeni neden körlüğüne hamletmiyor, bir türlü kusurun kendinde olduğunu kabul etmiyorsun da kusuru başkasında görüyorsun'.
İşte buraya kadar söylediğimiz, dinî ilimlerin aklî ilimlerle olan nisbetidir. Aklî ilimler dünyevî ve uhrevî diye iki kısma ayrılır. Dünyevî ilimler, tıp, matematik, hendese, astronomi ve sair sanat ilimleri gibidir. Uhrevî ilimler de kalplerin halleri, amellerin âfeti, Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin ilmi gibidir. Nitekim biz bunlardan İlim Kitabı'nda uzun uzadıya bahsettik. Bu iki ilim, birbirine zıttır. Yani zıddiyetlerinden şunu kastediyoruz; kim inayetini onların birisine sarfeder ve bu iki ilimden birinde derinleşirse, artık basireti çok zaman öbür ilme ulaşmaz. Onu hakkıyla elde edemez ve bu sırra binaen Hazret-i Ali (radıyallahü anh) dünya ve âhiret için üç darb-ı mesel getirerek şöyle demiştir: 'Dünya ve âhiret, terazinin iki kefesi, veya batı ile doğu veya iki kuma gibidir. Ne zaman onlardan birini razı edersen, diğerini küstürürsün'. Bunun için dünya işlerinde, tıp, matematik, hendese ve felsefe de akıllı olanları görürsün ki, âhiret işlerinde câhildirler. Âhiret ilimlerinin inceliklerinde akıllı olan kimseleri görürsün ki dünya ilimlerinin pek çoğunda câhildirler. Çünkü aklın kudreti çoğu zaman iki işi birden yapmaktan âcizdir. Bu bakımdan bu işlerin biri, diğerinin mükemmel olmasına mânidir ve bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinin çoğu, dünya işlerinden habersiz olan kimselerdir 22)
Hasan-ı Basrî, va'zlarının birinde şöyle demiştir: 'Biz öyle bir kavme yetiştik ki eğer sizler onları görmüş olsaydınız, muhakkak onlara deli derdiniz. Eğer onlar da sizleri görmüş olsaydılar muhakkak size şeytan derlerdi!'
Buna rağmen ne zaman dinî emirlerden garip ve pek yayılmamış bir emri, diğer ilimlerde ilerlemiş bir kimsenin inkâr ettiğini görürsen sakın onların inkârı seni bu emri kabul etmekten alıkoymasın! Çünkü doğudaki yolcunun, batıdaki şeyleri bilmesi muhaldir. İşte böylece dünya ve âhiret işleri devam eder ve bunun için de Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Öldükten sonra huzurumuzda hesap vermeyeceklerini umup dünya hayatına razı ve onun emniyeti içinde olanlar, bir de delillerimizden gâfil bulunanlar, işte bunların elde ettikleri kötü ameller sebebiyle varacakları yer cehennem ateşidir! (Yunus/7)
Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler. (Rûm/7)
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir! İşte onların ilimden erebildikleri budur. (Necm/29-30)
Buna rağmen dünya ve din maslahatlarında basîretin kemâline varmak, ancak Allahü teâlâ tarafından kullarının dünya ve âhiretini tedbir ve tedvir etmekle kemâle erişen kimseler için müyesser olur. Bunlar da 'Rûh'ul-Kudüs' ile teyid ve takviye edilen peygamberlerdir. O peygamberler ilâhî bir kuvvetten yardım alırlar. O ilâhî kuvvet ki bütün işleri kabzasına alır ve işlerin çokluğundan yorulmaz. Diğer yaratıkların kalplerine gelince, bunlar dünya işleriyle meşgul oldukları zaman âhiretten yüz çevirirler. Âhirette kemâle varmaktan mahrum kalırlar.
20) Hakîm-i Tirmizî, Nevâdir
21) Ebû Nuaym
22) Bezzâr, (Enes'ten zayıf olarak) ; Kurtubî, Tezkire, (sahih olarak) ; İbn Adiyy'e göre bu ri-münker'dir.
21-6
İlham İle Öğrenmek ve Hakkın Keşfedilmesinde Sûfîlerin Yolu İle Ehl-i İstidlâl'in Yolu Arasındaki Fark
Bazı hallerde kalpte hâsıl olup zarurî olmayan ilimlerin meydana gelişi hakkında hallerin değişik olduğunu bil! Bu ilimler, bazen sanki bilinmeyen bir yerden kalbe atılırcasına kalbe hücum ederler. Bazen de öğrenmek ve istidlâl yoluyla elde edilir. Delil vasıtasıyla ve öğrenmek yolu ile değil de kendiliğinden hasıl olan ilme 'ilham' ismi verilir, istidlâl yoluyla elde edilen ilme 'îtibar' ve İstibsar' ismi verilmektedir. Sonra delilsiz ve öğrenmeksizin kalbe ilka edilen ilim, kulun nasıl ve nereden kendisine verildiğini bilmediği ve kendisinden istifade ettiği sebebe muttalî olduğu kısımlara ayrılmaktadır. O sebep de ilmi kalbe ilka eden meleğin müşahedesidir.
Birincisine 'ilham' ve 'kalbe üflemek' adı verilir.
İkincisine 'vahy' denir. Vahy sadece peygamberlere mahsustur.
Birincisi ise evliyâya mahsustur. İstidlâl yoluyla öğrenilen ilim ise âlimlere mahsustur.
Bu husustaki sözün hakikati şudur: Kalp, bütün eşyadaki hakikatin tecelli etmesine müsait ve hazırdır. Fakat kalp ile bu şeylerin arasında daha önce zikredilen beş sebep perde olarak girmektedir. Bu sebepler, sarkıtılan ve kalbin aynası ile kıyâmete kadar Allahü teâlâ'nın hükmettiği bütün şeylerin kendisine yazıldığı levh-i mahfuz arasına giren perde gibidir. İlimlerin hakikatini levh-i mahfuz aynasından kalp aynasına yansıtması, tıpkı bir aynadan, karşısına konan diğer bir aynaya yansıyan bir sûrete benzer. İki aynanın arasındaki perde bazen elle kaldırılır, bazen de kendisini kıpırdatan rüzgârların esmesiyle kalkar.
İşte böylece bazen ilâhî lütûfların rüzgârı eser, kalplerin gözünden perde kalkar. O kalplere levh-i mahfuzda yazılı olan bazı şeyler tecelli eder. Bu da bazen uyku zamanında olur. Böylece kişi, gelecekte olanları bunun vasıtasıyla bilir. Fakat perdenin tam kaldırılması ölümle olur. Orada perde tam mânâsıyla kalkar. Bazen uyanıklık halinde de perde kalkar. Hatta Allahü teâlâ'nın gizli bir lütfûyla perdeler kalkar, gayb perdesinin arkasında kalplerde ilmin gariplerinden birşey pırıl pırıl parlar. Bazen çakan şimşek gibi, bazen bir sınıra kadar arka arkaya parlar. Fakat devamlı parlaması gayet nadirdir. Buna rağmen gerek çalışma ve gerek yeri ve sebebindeki çalışma cihetiyle ilim, ilhamdan ayrılmaz. Ancak perdenin kaldırılması cihetinden ondan ayrılır. Zira perdenin kaldırılması kulun isteğiyle değildir. Vahy ise, bunların hiçbirinde ilhamdan ayrılmaz. Ancak meleğin görünmesi hususunda ayrılır. Çünkü ilim, bizim kalbimizde ancak melek vasıtasıyla hâsıl olur. Allahü teâlâ'nın şu ayetiyle buna işaret edilmiştir:
Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. (Şûra/51)
Sen bu hakikati duyduktan sonra bil ki tasavvuf ehlinin öğrenmek ve öğretmek yoluyla gelen ilimlere değil de ilham yoluyla gelen ilimlere meyli vardır ve bunun için de ilmi okumaya ve yazarların yazdığı kitapları tahsil etmeye, orada zikredilen delil ve sözleri araştırmaya pek taraftar görünmezler. Aksine derler ki; 'Çıkar yol, herşeyden önce mücâhede' yapmak, kötü sıfatları silmek, dünyevî alâkaların tamamını kesmek, bütün himmetiyle Allah'a yönelmektir'. Bu hakîkat var olduğu zaman, kulunun kalbini yönelten bizzat Allahü teâlâ olur. İlim nûrlarıyla kalbini aydınlatmaya Allahü teâlâ kefildir. Allahü teâlâ, kalbin işini bizzat uhdesine aldığı zaman, kalbin üzerine rahmet oluk halinde akar. Nûr kalbe doğar, göğüs inşiraha kavuşur. Melekûtun sırrı böyle bir kişiye inkişaf eder. Allahü teâlâ'nın rahmet lütfûyla kalpten mağrurluk perdesi kalkar. Kalpte ilâhî emirlerin hakikatleri pırıl pırıl parlar. Buna rağmen kulun vazifeleri, ancak mücerred tasfiye ile hazır olmak ve himmet göstermek, bunlar da doğru bir irade, tam bir susamışlık ve Allahü teâlâ'nın açacağı rahmeti daimî bir şekilde beklemekle olur, Bu bakımdan enbiya ve evliyâlar için emir inkişaf etmiş, onların mübarek göğüsleri üzerine nûr oluk halinde akmıştır. Bu ise, kitap yazmak, okumak, öğrenmekle değil, dünyada zâhidlik yapmakla, dünyadan uzaklaşmakla, kalbi dünyevî meşgalelerden boşaltmakla, himmetin tamamıyla birlikte Allahü teâlâ'ya yönelmekle olmuştur. Zira kim Allah'a yönelirse, Allah da ona yönelir.
Ehl-i tasavvuf der ki: Bu durumu elde etmenin yolu; önce tamamen dünya ile ilişkilerini kesmek, kalbi dünyadan boşaltmak, himmetini aile efradından, malından, evlâdından, vatanından, ilim, velayet ve nüfuzdan kesmektedir. Hatta bu yolun yolcusunun kalbi öyle bir duruma gelmeli ki o kalpte herşeyin varlığı ile yokluğu eşit olmalıdır. Sonra bu kimse nefsi ile bir zaviyede tek başına bulunmalı, sadece farz ibâdetlerle revatib ibadetleri yapmalı, kalbi herşeyden boş olarak oturmalı, himmeti derli toplu olmalı, fikrini Kur'ân'ın okunmasıyla, Kur'ân'ın tefsirini düşünmekle bile dağıtmamalıdır. Ne hadîs kitapları ve ne de başka birşeyle fikrini dağıtmamalıdır. Allah'tan başkasının kalbine gelmemesi hususunda çaba sarfetmelidir. Halvette oturduktan sonra diliyle daimî bir şekilde ve kalp huzuruyla 'Allah, Allah' demelidir. Dilinin kıpırdamasını terkedecek bir hale varıncaya kadar ve buna rağmen kelimenin lisanı üzerinde carî olduğunu görünceye kadar bu duruma devam etmelidir. Sonra kelimenin eseri tamamen dilinden silininceye kadar ve zikre devam ettiği halde kalbinde kelimeyi buluncaya kadar bu duruma karşı sabır göstermelidir. Sonra kalbinden lâfzın sureti, harfleri, kelimenin şekli silinip sadece kelimenin mânâsı kalbinde kalıncaya kadar bu şekilde devam etmelidir. Kelimenin mânâsı kalbinde hâzır, sanki kalpten ayrılmaz bir özellik şeklinde oluncaya kadar bundan önceki durumuna devam etmelidir.
Bu hadde varıncaya kadar kendisinin iradesi vardır. Bu hâlin devamında vesveseleri defetmek sûretiyle ihtiyarı vardır. Fakat Allah'ın rahmetini celbetmekte ihtiyarı yoktur. Kendisi, yaptığı ile Allah'ın rahmetinin esintilerine açık bir vaziyete gelmiştir. Bu bakımdan kendisine ancak Allahü teâlâ'nın açacağı rahmeti bekleme vazifesi kalır. Nitekim Allahü teâlâ bu rahmeti bu yolda diğer velîlerin ve peygamberlerin üzerine de açmıştır. Bu raddeye geldiği zaman iradesi doğru, himmeti sâf, devamlılığı güzel olduğu takdirde, şehveti kendisini baştan çıkarmadığı, dünya meşgaleleriyle nefsin konuşması kendisini meşgul etmediği takdirde hakkın parıltıları kalbinde parlar. Bu parıltılar başlangıçta durmaksızın çakan şimşekler gibi çakar geçer. Sonra tekrar gelir. Bazen de geç gelir. Eğer gelirse durur. Bazen de kapar götürür. Eğer durursa, durgunluğu uzun sürer. Bazen de uzun sürmez. Bazen benzerleri arka arkaya görünür. Bazen bir çeşidi gelir. Allah'ın velî kullarının bu husustaki dereceleri sayılamayacak kadar çoktur. Nitekim yaratılışları ve ahlâklarının sayılamayacak kadar çok oluşu gibi. . . İşte bu yol, senin tarafından katıksız bir temizleme, tasfiye, cilâ, sonra hazırlama ve sadece beklemeye dönüşmüştür.
Mü'minin kalbi, karışmak ve kaynamak yönünden fıkır fıkır kaynayan çanaktan daha şiddetlidir. 23
Ehl-i istidlâl ve ibret sahiplerine gelince, onlar bu yolun varlığını ve imkânını inkâr etmemişlerdir. Bu yoldan -az da olsa-insanoğlunun bu büyük hedefe ulaşabileceğine karşı çıkmamışlardır. Çünkü bu yol, peygamberlerin ve velî kulların hallerinin çoğudur. Fakat düşünürler bu yolu engebeli ve meyvesi geç verilen bir yol olarak görmüşlerdir ve bu yolun bütün şartlarının bir araya toplanmasını uzak görmüşlerdir. Daha önce zikrettiğimiz sınıra kadar dünya ile ilgileri kesmenin hemen hemen 0lmayacağını söylemişlerdir. Bu durum meydana geldiğinde kalıcı olması, meydana gelmesinden daha uzak bir ihtimaldir. Zira az bir vesvese kalbi alt üst eder! Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mü'minin kalbi, rahmanın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. 24
Bir de bu mücâhade esnasında bazen mizaç bozulur, akıl fesada uğrar, beden hasta olur. Eğer daha önce ilimlerin hakîkatleriyle nefsin temizlenmesi ve riyazeti gerçekleşmemişse, kalbe bir takım bozuk hayaller yapışır, uzun bir müddet nefis bunlara gönül verip mutmain olur. Bunların sökülüp atılması da ömür boyunca mümkün olmaz. Nice sûfî bu yolu seçmiştir. Sonra bir hayalin içinde yirmi sene kalmıştır. Eğer bu sûfî daha önce güzelce ilim öğrenmiş olsaydı, derhal bu hayaldeki karışıklık kendisine görünecekti. Bu bakımdan öğrenmek yoluyla iştigal daha kuvvetli ve hedefe daha yakındır. Düşünenler ve ibret alanlar bunu da söylemişler. Nitekim süfîlerin bu yolu takip etmeleri, tıpkı insanoğlunun fıkhı öğrenmeyi terkedip, 'Allah'ın rasûlü de fıkıh öğrenmedi, vahiy ve ilham vasıtasıyla dersleri tekrar etmeksizin, kitapların kenarlarına hâşiye ve tâlikler yazmaksızın fakih oldu. Bu bakımdan çoğu zaman riyâzet ve devamlılık beni de peygamberin vardığı gibi fıkha vardırır' demesine benzer. Kim böyle zannederse, o nefsine zulmetmiş, ömrünü boşuna geçirmiştir. Hatta böyle diyen bir kimse çalışma ve ziraat yolunu, gizli hazinelerden birine rastlayacağı ümidiyle terkeden bir kimseye benzer. Çünkü gizli hazinelerin birine rastlamak mümkünse de cidden uzaktır. İşte bu kimsenin hâli de böyledir. Düşünürler derler ki; 'Herşeyden önce âlimlerin tahsil ettiği ilmin tahsili gerekir. Onların söylediklerini anlamak lâzımdır. Bunu tafsil edip anladıktan sonra, diğer âlimlere keşfolunmayan bir rahmeti beklemekte herhangi bir sakınca yoktur. Hatta bu rahmet, ilim tahsilinden sonra mücâhede-i nefisle keşfolunur. '
23) Ahmed, Hâkim
24) Müslim
İki Makam Arasındaki Farkın Bir Misâl İle Beyanı
Kalbin acaip halleri duyuların idrâklerinin dışına taşmıştır. Çünkü kalp de hissin idrâkinin dışındadır. Duyularla idrâk edilmeyen birşeyi, anlayışlar ancak görünür bir misâl ile kavrayabilir. Biz de bunu zayıf anlayışlara iki misâl ile yakınlaştıracağız.
Birinci Misâl: Bir yerde kazılmış bir havuz düşünürsek, nehirlerden bu havuza su akma ihtimali vardır veya havuzun altından deşilip toprağı atmak sûretiyle suyun merkezine varıncaya kadar kazarsak havuzun altında suyun kaynaması ihtimali de vardır. Bu şekilde elde edilen su daha saf ve daha devamlıdır. Bazen de daha bol olur. İşte kalp havuza benzer, ilim de suya. . . Beş duyu da nehirlere. . . Bazen ilimleri, duyular vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Bazen de görünenlerden ibret alma vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Böylece kalp, ilimle dolar. Bu nehirleri halvete ve uzlete çekilmek, gözü kapatmak, temizleyerek kalbin derinleşmesini sağlamak, kalpten perdeleri kaldırmak sûretiyle kapatmak da mümkündür ki kalpte ilmin pınarları içten kaynasın!
Eğer 'İlimden boş olduğu halde, kalpte ilmin kaynaması nasıl mümkün olabilir?' dersen, bil ki böyle olması, kalp sırlarının acâipliklerindendir. Muamele ilminde bunu açıklamaya ruhsat yoktur. Açıklaması mümkün olan miktar şudur: Şeylerin hakikatleri levh-i mahfuzda yazılıdır. Hatta mukarreb meleklerin kalplerinde de yazılıdır. Nasıl ki mühendis olan bir zat, birtakım binaları kalbinde tasavvur eder, sonra tasavvur ettiği gibi onu fiiliyata dökerse, aynen onun gibi gökler ve yeri yoktan var eden Allah da âlemin plânını başından sonuna kadar levh-i mahfuzda yazmıştır. Sonra ona uygun olan varlık âlemine çıkmıştır. Sûretiyle var olan âlemden diğer bir sûret his ve hayale sirayet eder. Çünkü göğe ve yere bakan bir kimse, sonra gözünü kapatırsa, hayalinde gök ve yerin sûretini görür. Hatta sanki onlara bilfiil bakıyormuş gibi olur. Faraza yer ile gök yok olup, o adam kalsa dahi yine nefsinde yer ile göğün sûretini bulacaktır. Sanki onları müşahede eder, onlara bakar gibi. . . Sonra onun havalinden bir eser kalbine nüfuz eder. Kalpte, his ve hayale giren şeylerin hakikatleri hâsıl olur. Kalpte hâsıl olan, hayalde hâsıl olan âleme, hayalde hâsıl olan âlem de insan hayalinin ve kalbinin haricinde olan mevcut âleme uygundur. Mevcut âlem de levh-i mahfuzda mevcut olan şeye uygundur. Sanki âlemin varlıkta dört derecesi vardır:
1. Levh-i mahfuz'daki varlık. Bu varlık, cismanî varlıktan öncedir.
2. Bu varlığın arkasında, varlığın ikinci derecesi olan hakikî varlık gelir.
3. Bunu da hayalî varlık takip eder. Hayalî varlıktan gaye; sûretinin hayaldeki varlığı demektir.
4. Hayalî varlığın peşinden aklî varlık gelir. Aklî varlıktan maksadım; sûretinin kalpteki varlığıdır. Bu varlıkların bazısı ruhanî, bazısı cismanîdir. Ruhanî varlıkların bazısının ruhanîliği bazısından daha şiddetli ve kuvvetlidir. Bu lûtuf, ilâhî hikmetten gelmektedir. Çünkü Allahü teâlâ senin gözbebeğinin küçüklüğüne rağmen onu öyle yaratmıştır ki oracıkta âlemin, göklerin ve yerin bunca genişliğine rağmen sûreti tab' olunur. Histeki varlığından bir varlık hayale sirayet eder. Hayalden bir varlık kalbe gelir. Çünkü sen, hiçbir zaman sana gelenin dışında birşeyi idrâk etmemektesin. Eğer bütün âlemin bir misâli senin zatında olmamış olsaydı asla zâtına aykırı düşen şeyden senin haberin olmayacaktı. Kalpte ve gözde, bu acaiplikleri tedvîr eden, sonra bunların idrâkinden kalbi ve gözleri kör eden -öyle ki halkın çoğunun kalpleri, kendi nefsini ve nefsindeki acaiplikleri bilmemektedir Allah'ın şânı ne yücedir!
Biz maksud olan hedefimize dönelim. Kalpte âlemin hakîkat ve sûretinin hâsıl olması, bazen duyulardan, bazen de levh-i mahfuzdan ileri gelir. Nasıl ki gözde, güneşin sûreti, bazen güneşe bakmak, bazen de güneşin tam kaşısında bulunup güneşin sûretini yansıtan suya bakmak sûretiyle hâsıl oluyorsa. . . Bu bakımdan kalp ile levh-i mahfuz arasındaki perde kalktığı zaman, levh-i mahfuzdaki eşyayı görür ve levh-i mahfuzdan kalbe doğru ilim akmaya başlar. Böylece duyuların, iç âlemlerinden ilimleri iktibas etmeye ihtiyacı kalmaz ve böyle olan bir kalp, tıpkı yerin derinliğinden kaynayan suya benzer. Görünenlerden hâsıl olan hayallere yöneldiği zaman kalbin bu yönelişi levh-i mahfuz'u seyretmesine perde olmaktadır. Nitekim su nehirlerde toplandığı zaman, bu toplanışı yerden suyun kaynamasına mâni olduğu gibi veya güneşin sûretini yansıtan suya bakan bir kimsenin güneşin kendisine bakmış olmadığı gibi. . . Bu bakımdan kalbin iki kapısı vardır:
1. Melekût âlemine açılan kapı. Melekût âlemi, 'levh-i mahfuz'
ve 'Melekler âlemi' demektir.
2. Beş duyuya doğru açılan kapı. O duyular ki mülk ve şehâdet âlemine yapışıktırlar. Şehâdet ve mülk âlemi de bir tür yansıtma ile melekût âlemini aksettirirler. Duyulardan iktibasa doğru kalbin açılan kapısı ise, bunun nasıl olduğu sence gizli değildir. Melekût âlemine ve levh-i mahfuz'un mütalâasına açılan dahilî kapı ise, onu ancak yakînen rüyanın acaipliklerini, kalbin uyku âleminde gelecek zamandaki olaylara muttalî olmasını veya mâzide olan olayları görmesini, duyular cihetinden bunları iktibas ihtimâli olmadığı halde, böyle olmasını güzelce düşünürsen öğrenmiş olursun. Bu kapı, ancak ve ancak Allahü teâlâ'nın zikri için tamamen boşalmış bir kimseye açılır. Nitekim Hazret-i Peygamber
(sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
-Müferridler yarışı kazandılar.
-Ya Rasûlallah! Müferridler de kimlerdir?
-O kimselerdir ki Allah'ın zikrine bütün varlıklarıyla dalmışlardır. O'ndan başkasıyla konuşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir ve onlar bu sayede kıyâmete yükleri hafif olduğu halde gelmişlerdir. 25
Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Acaba yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi bilir misin veya herhangi bir kimse biliyor mu?
Onlara ilk verdiğim nûru onların kalbine atarım. Buna binâen benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber vermeye başlarlar. 26
Bu haberlerin giriş kapısı dahilî kapıdır. Bu bakımdan evliyâ ile enbiyânın ilimleriyle ulema ile hükemânın ilimleri arasındaki fark şudur: Evliyânın ve enbiyânın ilimleri kalbin dahilinden gelir, melekût âlemine açılan kapıdan gelir. Hikmet ilmi ise, duyuların kapılarından gelir. O kapılar ki mülk âlemine açılmışlardır. Kalp âleminin acaiplikleri, kalbin şehâdet ve gayb âlemleri arasındaki tereddüdünü muamele ilminde tamamen sayıp dökmek mümkün değildir. İşte bu, iki âlemin girişlerinin arasındaki farkı sana bildiren bir misâldir.
İkinci Misâl: Sana iki amelin arasındaki farkı bildirir. İki amelden gaye, âlimlerin ve velîlerin amelidir. Zira âlimler, ilimlerin bizzat kendisini öğrenip kalbe celbetmek için çalışırlar. Sûfîlerin velîleri ise, sadece kalbin cilâsı, temizlenmesi, tasfiye ve kalaylanması için çalışırlar. Hikâye ediliyor ki Çinliler ile Romalılar bir padişahın huzurunda sanatlarının güzelliğiyle ve nakış yaptıkları sûretlerin güzellikleriyle karşılıklı olarak övündüler. Neticede padişah onlara büyük bir salon tahsis edip Çinlilerin salonun bir tarafına, Romalıların da öbür tarafına nakışlarını işlemesine, iki grubun arasına perde gerilmesine ve böylece birisinin diğerinin yaptığından haberdar olmamasına, sonunda ikisinin sanatının karşılaştırılmasına karar verdi ve öyle yapıldı. Bunun üzerine Romalılar, hadde hesaba gelmeyecek kadar garip boyalar toplayarak çalışmaya başladılar. Çinliler ise, boyasız girdiler ve paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar da kendi paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar paylarına düşen duvarı bitirdikleri zaman Cinliler de işlerini bitirdiklerini söylediler. Fakat iki grubu kontrol eden padişah, Çinlilerin iddiasına hayret etti. 'Nasıl bunlar boyasız nakışlarını bitirebilir?' diye şaşkına döndü. Çinlilere 'Siz nasıl olur da duvarınızı boyasız bitirebilirsiniz?' dedi. Çinliler de 'Sizi ilgilendirmez. Siz perdeyi kaldırınız' dediler ve böylece perde kaldırıldı. Gördüler ki Çinlilerin duvarında Romalıların sanatlarının acaiplikleri, daha fazla bir parlaklık ve câzibe ile pırıl pırıl parlamaya başlamış! Zira Çinlilerin payına düşen duvar, sikalin çokluğundan cilâlı bir ayna gibi olmuştu. Sikalin çokluğu sebebiyle Çinlilerin tarafı daha fazla güzelleşmişti. İşte kalbin temizlenmesine, cilâsına, tezkiye ve tasfiyesine ihtimam gösteren ve dolayısıyla o kalpte sonsuz bir ışıkla hakkın tecellisini parlatan velîlerin durumu da Çinlilerin yaptığı gibidir. Hükema ve ulemanın çalışma yoluyla ilimleri nakşetmek, o nakışları kalpte tahsil etme ihtimamları Romalıların yaptığı gibidir.
İş nasıl olursa olsun, müslümanların kalbi ölmez. Ölüm çağında onun ilmi imhâ edilmez. Kalbinin saflığı bulanmaz. Nitekim Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şu sözleriyle buna işaret etmiştir: 'Toprak, îmanı yiyemez. Aksine toprak Allah'a yaklaşmanın bir vesilesi olur'. Kişinin tahsil ettiği ilim, ilmi kabul etmek için gayretle sarfettiği istidat ve saflık ise, kişi bundan müstağni olamaz ve hiç kimse için, ilim ve mârifet birlikte olmadığı takdirde saadet tasavvur edilemez. Saadetlerin bir kısmı diğer bir kısmından daha şerefli ve üstün olur. Nitekim malsız zenginlik tasavvur edilmediği gibi. . . Bu bakımdan bir dirhemin sahibi zengin, ağzına kadar dolu hazinelerin sahibi de zengindir. Saidlerin derecelerinin değişikliği mârifet ve îman değişikliğine göredir. Nasıl servetlerinin azlığı ve çokluğu hasebiyle zenginlerin dereceleri değişik oluyorsa, saidlerin dereceleri de öyledir. Bu bakımdan mârifetler nûrlardır. Mü'minler Allah'ın mülâkatına ancak nûrlarıyla varabilirler. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
O gün Mü'min erkekleri Mü'min kadınları nûrları önlerinde ve sağlarında koşuyor görürsün! (Hadid/12)
Nitekim şöyle bir rivâyet de nakledilmiştir:
Müzminlerin bir kısmına dağ gibi nûr verilir. Bir kısmına daha küçük nûr verilir. Hatta en son gelen bir kişiye, ayaklarının baş parmağı üzerinde bir nûr verilir. O nûr bazen ışık verir, bazen söner. Işık verdiği zaman iki ayağını ileriye atıp yürür. Söndüğü zaman olduğu yerde kalır. Mü'minlerin köprü üzerindeki geçişleri nûrları nisbetindedir; kimi göz kırpmak kadar çabuk geçer, kimi çakan şimşek gibi, kimi de bulut gibi, kimi kayan yıldız gibi, kimi yarış meydanında şiddetle koşan at gibi geçer. Ayağının baş parmağı üzerinde kendisine nûr verilmiş olan kimse ise yüzüstü sürünür, el ve ayak üstü sürünerek yürür. Bir eli çeker, diğer eli sarkıtır. Onun etrafına ateş isabet eder. Kurtuluncaya kadar bu durumda kalır. 27
İşte bu hadîsle ortaya çıkmaktadır ki insanlar imanda çeşitli derecelere sahiptirler. Eğer Ebû Bekir'in îmanı, nebîler ve rasûller hariç, bütün âlemin îmanı karşısında tartılsa, mutlaka ağır gelir. Bu hüküm, Hazret-i Peygamber'in şu sözüne de benzer: 'Eğer güneşin ışığı yeryüzündeki bütün lambaların ışığına karşı tartılsa mutlaka onlara ağır basar'. Bu bakımdan halk tabakasının fertlerinin imanının nûru, lamba ışığı gibidir. Bazılarının nûru mum ışığı gibidir. Sıddîkların imanının nûru ise ay ve yıldızların ışığı gibidir. Peygamberlerin îmanı ise, güneş gibidir. Nasıl ki güneş ışığında, genişliğine rağmen bütün âfâkın sıfatı belirir, lambanın ışığında ise ancak evin daracık bir zâviyesi görünürse, aynen böyle mârifetler vasıtasıyla kalp inşirahının farklılığı da düşünülebilir. Melekût âleminin genişliği böylece âriflerin kalplerine inkişâf eder.
Kıyâmet gününde 'Kalbinde bir miskal, yarım miskal, çeyrek miskal, bir arpa, hatta yarısı veya dörtte biri veya bir şaire veya bir zerre kadar îmanı olan bir kimseyi ateşten çıkarın!' denir. 28
Bütün bunlar îman derecelerinin farklı olduğuna işaret etmektedir. İmanın bu kadarının insanı ateşe girmekten alıkoymadığına işarettir. Bu hadîsin mefhumunda şu vardır: İmanı miskalden fazla olan kimse ateşe girmez. Girse de herkesten önce ateşten onun çıkması emredilir. Yine işaret eder ki kalbinde zerre kadar îman olan bir kimse ateşe girse dahi ebediyyen orada kalmaya müstehak değildir.
Mü'min insan hariç, hiçbir şey yoktur ki bin mislinden daha hayırlı olsun!
Bu hadîs-i şerîf de yakîn derecesinde Allah'ı bilen ârif kişinin kalbinin faziletine işarettir; zira böyle bir kişinin kalbi, halk tabakasından olan bin kişinin kalbinden daha hayırlıdır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz. (Al-i İmrân/139)
Mü'minleri müslümanlardan daha üstün kılmak yönünden Allahü teâlâ böyle ferman buyurmuştur. Buradaki Mü'minden gaye taklidçi Mü'min değil, ârif Mü'mindir.
Allah sizden îman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. (Mücâdele/1l)
Allahü teâlâ bu ayette Mü'minlerden ilimsiz olarak Allah'ı tasdik edenleri kastetmiştir ve onları ilim sahiplerinden ayırmıştır. Allahü teâlâ'nın bu ayırması delâlet eder ki Mü'min ismi mukallid bir kimseye de verilir, isterse bu mukallidin tasdiki basîret ve keşiften ileri gelmesin!
İbn-i Abbâs 'Kendilerine ilim verilenler için ise dereceler vardır' ayet-i celîlesini tefsir ederken şöyle demiştir: 'Allah Mü'min âlimi, âlim olmayan Mü'minden yediyüz derece daha üstün tutmuştur. Bu yediyüz derecenin herbirinin arası yer ile gök arası kadardır'.
Cennet ehlinin çoğu, dünya işinden pek fazla anlamayanlardır. İlliyyûn denilen makam da akıl sahipleri içindir. 29
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Âlimin âbidden üstünlüğü, benim, ashâbımın derece bakımından en küçüğünden üstünlüğüm gibidir. 30
Diğer bir rivâyette şöyle gelmiştir: 'Ondörtlük ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir'.
İşte bu delillerle sana açık bir şekilde göründü ki cennet ehlinin dereceleri arasındaki farklılık, kalpleri ve mârifetleri arasındaki farklılığa göredir. Bunun içindir ki kıyâmet günü Tegâbün Günü (zarar ve kâr günü) olmuştur. Zira Allah'ın rahmetinden mahrum olan bir kimsenin zararı çok büyüktür.
Mahrum bir kimse derecesinin üstünde çok büyük dereceler görür. Bu bakımdan bu kimsenin o üstün derecelere bakması, tıpkı on dirheme sahip olan bir zenginin şarktan garba sahip olan bir zenginin servetine bakması gibidir. Bunların ikisi de zengindir. Fakat aralarındaki fark pek büyüktür. Bundan nasibini almayanın zararı ne kadar da büyüktür!
25) Müslim (Ebû Hüreyre'den)
26) Müslim ve Hâkim
27) Taberânî
28) Taberânî
29) Daha önce geçmişti.
30) Tirmizî (Ebû Umâme'den)
KALBİN ŞAŞIRTICI HALLERİ konusu devamı;