21-7
Mûtad Yolu Takip Etmeksizin ve Bir Öğrenme Olmaksızın Ehl-i Tasavvufun Marifet'i Elde Etmesinin Sahih Oluşuna Delâlet Ede
İlham yoluyla ve bilmediği bir yönden kalbe gelmek sûretiyle -az da olsa- kendisine birşey keşfolunan bir kimse, tasavvuf ehlinin yolunun doğru olduğunu bilen bir ârif olur. Hiç bir zaman nefsinde bunu idrâk etmeyen bir kimsenin kalben bunu tasdik etmesi uygundur. Çünkü buradaki marifet derecesi cidden pek nadirdir. Bunun hakikatine şer'î deliller, tecrübeler ve hikâyeler şahitlik etmektedirler. Şer'î delillere gelince, onlardan biri şu ayet-i celîledir:
Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. (Ankebût/69)
Bu nedenle öğrenmeksizin, ibadete devam etmekten ötürü kalpte oluşan her hikmet keşif ve ilham yoluyla olmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur
Bildiğiyle amel eden bir kimseye Allahü teâlâ bilmediğinin ilmini ihsân eder. Cennete müstehak oluncaya kadar onu çalıştığı sahada muvaffak kılar. Bildiğiyle amel etmeyen bir kimse ise bilmediğinde şaşkına döner ve çalışma sahasında muvaffak olamaz. Dolayısıyla ateşe müstehak olur. 31
Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Kim de Allah'tan korkarsa, ona (darlıktan) genişliğe bir çıkış yolu ihsân eder. (Talâk/2)
Yani Allahü teâlâ müşkilât ve şüphelerden çıkmak için kendisine bir yol ihsân eder, öğrenmeksizin ona bir ilim öğretir, tecrübe olmaksızın kendisini tecrübe sahibi yapar.
Ey müminler! Eğer Allah'tan korkarsanız, O size hak ile bâtılı ayırdedecek bir anlayış verir. (Enfal/29)
Bazı müfessirler 'Bu anlayıştan gaye, hak ile bâtılı ayırdedecek bir nûrdur' demişlerdir. Kişi bu nur vasıtasıyla şüphelerin içinden çıkar ve bunun içindir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) duasında Allah'tan çokça nûr isteyerek şöyle dua etmiştir:
Ey Allahım! Bana nûr ver, nûrumu artır. Kalbimde bana bir nûr kıl! Kabrimde bana bir nûr kıl! Kulağımda nûr, gözümde nûr kıl! Hatta devamla şunu da buyurmuştur: Kıllarımda, derimde, etimde, kanımda ve kemiğimde nûr kıl!32
Allah'ın İslâm dini için kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o rabbinden bir hidayet üzeredir. (Zümer/22)
Bu ayet-i celîle'de geçen genişlik 'ten gayenin ne olduğu Hazret-i Peygamber'e sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir:
Nûr bir kalbe atıldığı zaman, göğüs oldukça genişleşir ve inşiraha kavuşur. 33
Hazret-i Peygamber, İbn-i Abbâs için şöyle demiştir:
Ey Allahım! Onu dinde anlayışlı kıl ve ona Te'vîl'i öğret!34
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) der ki: 'Biz ehl-i beyt'in yanında Hazret-i Peygamberin gizlice bize teslim ettiği herhangi birşey yok! Ancak Allah'ın kuluna verdiği anlayış vardır'. Hazret-i Ali'nin sözünde bahsi geçen kulun anlayışı öğrenmekle değildir.
'Hikmeti dilediğine verir' (Bakara/229) ayetinin tefsirinde denilmiştir ki:
'Bu hikmetten gaye Allah'ın Kitabı'nda anlayış sahibi olmaktır'.
'Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirdik'. Hazret-i Süleymân'a (aleyhisselâm) keşif yoluyla görünen hakîkat 'fehm' kelimesiyle tahsis edilmiştir.
Ebu'd Derda şöyle der: 'mü'min o kimsedir ki incecik bir perdenin arkasından Allah'ın nûruyla bakar. Allah'a yemin ederim! Allah hakîkati onun diliyle söyletir'.
Mü'minin ferâsetinden sakınınız! Çünkü Mü'min, Allah'ın nûruyla bakar!35
Seleften biri şöyle demiştir: 'mü'minin zannı kehanettir'. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Elbette bunda keskin anlayışlılar için ibret alâmetleri vardır. (Hicr/75)
Biz kesinlikle inanan bir kavim için ayetleri beyan ettik. (Bakara/118)
Hasan, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder:
İlim iki kısımdır: Bir bâtın ilim vardır ki kalpte saklıdır. İşte en fazla fayda veren ilim odur. 36
Bazı âlimlerden 'bâtın ilmin' ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ'nın sırlarından bir sırdır. Allahü teâlâ o sırrını dostlarının kalbine atar. O sırra ne bir melek, ne de bir insan muttali olabilir'.
Yine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki benim ümmetimde ilham alanlar, öğretilenler ve kendileriyle konuşulanlar vardır ve muhakkak ki Ömer de bunlardan biridir. 37
İbn-i Abbâs 'Senden önce hiçbir peygamber göndermedik' (Enbiya/25) ayetinin hemen akabinde 'Nebî ve ilham alan da göndermedik' ibaresini eklemiştir. İbn-i Abbâs 'ilham alanlar'dan sıddîkları kastetmiştir. Hadîste ve İbn-i Abbâs'ın sözünde geçen 'Muhaddes' kelimesi 'ilham alan' mânâsına gelir. İlham alan o kimsedir ki dâhilî cihetten onun kalbinin bâtınında ona hakîkat keşfolunmuştur. Hariçten ve mahsusat cihetinden değil. . . Kur'ân, takvânın hidayet ve keşif anahtarı olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu ise öğrenmeksizin elde edilen bir ilimdir. Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklarda, Allah'tan korkan bir kavim için büyük deliller ve ibretler vardır. (Yunus/8)
Görüldüğü gibi, Allahü teâlâ, Allah'tan korkan muttakîleri bu delil ve ibretlerden anlayan kimseler olarak ilân etmektedir.
Yine Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
İşte Kur'ân-ı Kerîm'de olan bu kıssalar bütün insanlar için hak sözü açıklamadır ve Allah'tan korkanlar için de bir öğüt! (Âli İmrân/138)
Ebû Yezid ve bir başka âlim der ki: Âlim, kitaptan birşeyler ezberleyen değildir. Çünkü ne zaman ezberlediklerini unutursa câhil kesilir. Aksine âlim o kimsedir ki istediği vakitte ezberlemeksizin ve ders okumaksızın ilmini rabbinden alandır'. İşte rabbânî âlim, bu âlimdir!
Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve katımızdan bir ilim öğretmiştik! (Kehf/65)
Bütün ilimler Allah'ın nezdinden gelmesine rağmen ilimlerin bir kısmı insanların öğretmesi vasıtasıyla olduğundan ona 'ledünnî ilim' denilmez. Bilakis 'ledünnî ilim' o ilimdir ki hariçten gelen ve bilinen bir sebep olmaksızın kalpte açılıp inkişaf eder. İşte bunlar naklî delillerdir. Eğer bu konuda gelen ayet, haber ve eserlerin tamamı bir araya getirilirse hadde hesaba sığmaz.
Tecrübelerle bunu görmeye gelince, bu da hesaba sığmayacak kadar çoktur. Sahabîler, tâbiîn ve onlardan sonra gelenlerde meydana gelmiştir. Nitekim Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) vefat edeceği zaman, kızı ve Mü'minlerin vâlidesi Hazret-i Aişe'ye şöyle demiştir: 'Ancak onlar senin iki kardeşin ve iki kız kardeşindirler'. Ebû Bekir Sıddîk bu sözü söylediği zaman hanımı hamile idi ve bir müddet sonra bir kız doğurdu. İşte görüldüğü üzere, Ebû Bekir Sıddîk, hanımının doğumundan önce karnındaki yavrunun kız olacağını bilmiştir.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , hutbesinin ortasında şöyle haykırdı: 'Ey Sâriye! Dağa, dağa koş!' Çünkü Hazret-i Ömer'e keşfolundu ki düşman, dağın tepesine çıkmaktadır. Bunu bildiğinden dolayı kumandanı Hazret-i Sâriye'yi bundan sakındırdı. Hazret-i Ömer'in sesinin Sâriye'nin kulağına gitmesi büyük kerâmetlerdendir. 38
Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Ben yolda giderken bir kadına rastladım ve keskin bakışlarla ona baktım. Kadının güzelliği hakkında düşündüm ve böylece Hazret-i Osman'ın huzuruna girdim. Osman (radıyallahü anh) beni görünce şöyle dedi: 'Sizden herhangi biriniz, iki gözünde zinanın eseri açıkça görüldüğü halde huzuruma giriyor! Ey Enes! Sen bilmez misin? Gözlerin zinası, nâmahrem bir kadına bakmaktır. Allah'a yemin ederim, ya sen bu günahtan tevbe edeceksin veya seni cezalandıracağını!7
Bu söz üzerine ben şöyle îtirazda bulundum:
-Hazret-i Peygamber'den sonra vahy var mıdır?
-Hayır! Ondan sonra vahy yoktur. Fakat bâsiret, burhan ve doğru feraset vardır. (Yani ben basiret ve ferâsetimle bunu anladım) .
Ebû Said el-Harraz'dan şöyle rivâyet ediliyor: Mescid-i Harâm'a girdim, orada sırtında iki hırka olan bir fakir gördüm. İçimden şunları geçirdim: Bu ve benzeri kimseler, halkın sırtından geçiniyorlar, halkın boynunda asalaktırlar! Derhal bana döndü ve dedi ki: 'Ey kişi! Allah senin içinden geçeni biliyor! O halde Allah'ın kahrından kork!' Bunun üzerine Allah'tan af talep ettim. Tekrar bana haykırdı ve dedi ki: 'Ey kişi! Kulun tevbesini kabul eden O'dur!' Sonra benim gözümden kayboldu ve kendisini bir daha da görmedim.
Davud'un oğlu Zekeriyya der ki: Mesruk'un oğlu Ebû Abbas, hasta olan ve Haşim soyundan gelen Ebû Fadl'ın yanına gitti. Ebû Fadl denilen bu zat, aynı zamanda çoluk çocuk sahibi idi ve belli bir geliri de yoktu. Ebû Abbas der ki: Ziyaretinden kalkıp çıkmak istediğim zaman içimden şöyle dedim: 'Bu kişi nereden yiyor?'Arkamdan şöyle bağırdı; 'Ya Ebû Abbas! Bu kötü töhmeti kalbinden at! Çünkü Allahü teâlâ'nın gizli olan nice lûtufları vardır',
Ahmed en-Nakib der ki: Ebû Bekir eş-Şiblî'nin huzuruna girdim. Beni görünce dedi ki: 'Ya Ahmed! Fitnelendik!' Ben 'Durum nedir?' diye sorunca dedi ki: "Oturuyordum. Kalbimden 'sen cimrisin' diye geçti'. Dedim ki: 'Ben cimri değilim'. İkinci bir defa aynı şey hatırımdan geçti: 'Sen cimrisin'. Bunun üzerine kendi kendime dedim ki: 'Bugün bana ne gelirse, ilk rastladığım fakire onu vereceğim'. Şiblî devamla dedi ki: Kalbimden geçen bu söz henüz tamam olur olmaz, baktım ki halifenin hizmetçilerinden Mü'nis'in bir arkadaşı huzuruma girdi. Beraberinde elli dinar vardı. Bana dedi ki: Bunu maslahatına sarfet! Bunun üzerine ben kalktım, o elli dinarı aldım. Dışarı çıktım, baktım ki iki gözünden âma bir fakir bir berberin önünde oturmuş, başını traş ettirmekte. . . ona yaklaştım ve elli dinarı eline uzattım. Bana dedi ki: 'Bunu berbere ver!' Dedim ki: 'Onun hakkı şu kadardır!' Bunun üzerine âma zat bana şöyle dedi: "Biz daha önce sana 'sen cimrisin' demedik mi?" Bu söz üzerine parayı berbere uzattım. Berber bana 'Bu fakir benim önümde oturduğu zaman aramızda ücret almayacağımıza dair sözleştik'. Şiblî der ki: Bu durum karşısında kalınca parayı Dicle'ye fırlattım ve dedim ki: 'Seni aziz eden bir kimse muhakkak Allah tarafından zelîl edilmiştir'.
Abdullah el-Alevî'nin oğlu Hamza diyor ki: Ebû Hayr et-Tinânî'nin39 huzuruna girdim. Ona selâm vermek ve onun evinde birşey yemeden çıkıp gelmek niyetindeydim. Evinden çıktığım zaman baktım ki, arkamdan bir kap yemek yetiştirdi ve dedi ki: 'Ey genç! Sen artık bu saatte o kalbindeki niyetin dışına çıkmış bulunuyorsun! Onun için ye!' Ebû Hayr et-Tinânî denilen zat, kerametlerle şöhret bulmuştu.
İbrahim er-Rukkî diyor ki: Ebû Hayr et-Tinânî'ye selâm vermek maksadıyla gittim. Akşam namazı oldu, nerede ise doğru dürüst Fâtiha'yı sonuna kadar okuyamayacak bir durumdaydı. İçimden dedim ki: 'Benim' buraya kadar gelişim boşuna gitti!' Selâm verdiğim zaman abdeste çıktım. Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti. Ben Ebû Hayr'ın yanına geri döndüm ve kendisine dedim ki: 'Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti'. Bu söz üzerine dışarı çıktı ve o yırtıcı hayvana 'Sana, benim misafirlerime karışma demedim mi?'
Bu söz üzerine arslan geri geri çekildi. Ben de abdest alıp eve dönünce Ebû Hayr şöyle dedi: 'Siz dışınızı düzeltmeye çalışmışsınız! Fakat arslandan korkuyorsunuz. Biz de iç âlemimizi düzeltmeye çalışmışız. Arslan bizden korkuyor'.
Meşâyih-i kirâmın ferâsetinden, halkın inancını okuyuşlarından ve birçok kimsenin kalbinden geçirdikleri niyetleri keşfedişleri hakkında gelen hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Hatta onların Hızır'ı görmeleri, Hızır'dan sormaları, gaybdan gelen sesleri işitmeleri ve kerametlerin diğer türleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat inkâr eden, nefsinde bu durumu müşahede etmedikçe bu hikâyeler kendisine fayda veremez. Aslı inkâr eden bir kimse tafsilâtı da inkâr eder. Kesin delil odur ki hiç kimse tarafından inkâr edilmez, bunlar iki tanedir.
1. Doğru rüyaların acaiplikleridir. Zira doğru rüyalarla gayb âlemi keşfolunur. Madem ki bu uyku halinde caizdir ve oluyor, öyleyse uyanıklık halinde de olması muhal değildir demek olur. Çünkü uyku ancak beş duyunun durmasıyla uyanıklıktan ayrılır. O duyuların görünen şeylerden ilgisini kesmesiyle uyku uyanıklıktan ayrılır. Oysa nice uyanık kimseler vardır ki oldukça dalmış, ne dinler, ne de görür! Çünkü nefsi ile meşguldür.
2. Hazret-i Peygamber'in gaybdan ve gelecekte olacak şeylerden haber vermesidir. Nitekim Kur'ân bu durumu kapsamaktadır. Madem ki peygamberle gaybdan ve gelecekten haber vermek caiz ve mümkündür, öyleyse başkalarının da gaybdan haber vermesi caiz ve mümkün demektir. Çünkü peygamber (aleyhisselâm) işlerin hakikatine vâkıf ve halkın ıslahıyla meşgul olan bir şahıs demektir. Bu bakımdan dünyada işlerin hakikatini keşfedip halkın ıslahıyla meşgul olmayan başka bir şahsın varlığı muhal değildir.
Bu ikinci şahsa 'Peygamber' denilmez, 'Velî' denir. Kim peygamberlere inanır, doğru rüyayı tasdik ederse, şeksiz ve şüphesiz kalbin iki kapısı olduğuna inanması gerekir. Bu kapılardan biri, duyulardan ibaret olan ve dışa açılan kapıdır.
İkincisi kalbin dahilinde melekûta açılır. Bu iç kapı ilham, kalbe üfürme ve vahy kapısıdır. Ne zaman ki kişi bu iki kapıyı tasdik ederse, bu takdirde ilmi sadece öğrenmek ve bilinen sebeplere öğrenmeyi hasretmek onun için mümkün değildir. Hatta mücahede etmenin de ilme varan bir yol olmasını caiz görür. İşte bu hüküm, bizim söylediklerimizin hakikatine dikkati çekmektedir. O söylediklerimiz de şehâdet ve melekût âleminin arasındaki kalbin acaip bir şekilde tereddüdüdür.
İşin rüyâ âleminde tabire muhtaç olan bir misâl şeklinde keşfolunmasının ve böylece peygamberlere ve velîlere çeşitli şekillerde görünmesinin sebeplerine gelince, bunlar da kalp acâipliklerinin esrarındandır. Bunu izah etmek, mükâşefe ilmine dâhildir. Bu bakımdan biz söylediklerimizle kalalım. Çünkü söylediklerimiz, mücâhedeye teşvik ve mücâhede yoluyla keşfi elde etmeye teşvik hususunda yeterlidir.
Keşif erbabından biri dedi ki: Allah'ın meleği bana göründü! Melek benden kendisine, Tevhîdî müşahedemden gelen gizli zikrimden birşeyler okumamı istedi ve devamla melek bana dedi ki:
-Biz senin herhangi bir amelini yazmıyoruz. Oysa biz istiyoruz ki seni Allah'a yaklaştırıcı bir amelini Allah'ın huzuruna yükseltip götürelim.
-İkiniz farzları yazmıyor musunuz?
-Evet, yazıyoruz!
-O halde bu sizin için kâfidir!
Bu söz işaret eder ki 'Kirâmen kâtibîn' melekleri kalbin sırlarına muttali olmazlar, ancak zâhirî amellere muttalî olurlar.
Ariflerden biri der ki: Abdalların birinden yakînin müşahedesini sordum. Bu sual üzerine abdal, soluna baktı ve dedi ki: 'Allah senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?' Sonra sağına baktı ve yine 'Allah senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?' dedi. Sonra başını öne eğerek 'Allah senden razı olsun! Sen ne dersin?' diye sordu. Sonra dünyada işittiğim cevapların en garibini verdi ve ben kendisine şöyle sordum: 'Neden önce soluna, sağına sonra önüne bakarak birşeyler sordun?' Dedi ki: "Mesele hakkında benim kuvvetli bir cevabım yoktu. Önce soldaki melekten sordum. O 'bilmem' dedi. Sonra sağdaki melekten sordum -ki soldakinden daha âlimdir- o da 'bilmem' dedi. Sonra kalbime baktım; ona sordum. İşte sana vermiş olduğum cevabı kalbim bana haber verdi. Bu bakımdan kalbim iki melekten de daha âlimdir".
Sanki bu olay Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsıdır. 'muhakkak benim ümmetimden ilham alanlar vardır ve muhakkak Ömer, onlardan biridir'.
Bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurulmuştur: 'Herhangi bir kulun kalbine bakıp, onun kalbinde zikrime yapışma düşüncesini görürsem, o kulumun idaresini yürüten ben olurum. Onun arkadaşı ben, onunla konuşan ben olurum'.
Ebû Süleyman ed-Darânî der ki: 'Kalp, kurulmuş bir çadır mesabesindedir. Onun etrafında kapalı kapılar vardır. Ona hangi kapı açılırsa oradan girer'. Böylece anlaşıldı ki kalbin kapılarından bir kapı, melekût ve mele-i âlâ âleminin tarafına açılır ve o kapı ancak mücahede ve takvâ ile açılır. Dünya şehvetlerinden yüz çevirmek sûretiyle açılır ve bunun için de âdil halîfe Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , hududlarda çarpışan ordu kumandanlarına şöyle yazdı: 'Allah'a itaat eden kullardan dinlediklerinizi ezberleyin! Çünkü Allah'a itaat eden kullara birçok doğru şeyler keşfolunur'.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'Allah'ın kudret eli hükemanın ağızları üzerindedir. Bu bakımdan hükema, ancak Allahü teâlâ'nın kendilerine hazırladığı hakikati haykırırlar'.
Başka biri de şöyle demiştir: 'Eğer dilersem diyebilirim ki muhakkak Allahü teâlâ, kendisinden korkan kullarını birtakım sırlarına muttali kılar'.
31) ilim bölümünde geçmişti.
32) Buhârî, Müslim
33) İlim bölümünde geçmişti.
34) Buhârî, Müslim
35) Tirmizî
36) İlim bölümünde geçmişti.
37) Buhârî
38) Vâkıdî, (Usame b. Zeyd'den, o da Hazret-i Ömer'den)
39) Tinan, Musul'un köylerindendir. Bu zat aslen Mağriblidir, el-Ekda mahlasıyla tanınmaktadır.
21-8
Şeytanın Kalbe Vesvese İle Tasallutu, Vesvese'nin Anlamı ve Galebe Çalmasının Sebebi
Söylediğimiz gibi kalp kurulmuş bir çadır gibidir ve birtakım kapıları vardır. Her kapısından kendisine durum ve haller gelir ve yine kalbin misâli hedefe benzer. Ona her taraftan oklar atılır veya kalp, dikilmiş bir aynaya benzer. O aynanın üzerinde çeşitli sûretler geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret görünür. O ayna bu geçen sûretlerden boş değildir veya bir havuzun sularına benzer. Çeşitli nehirlerden o havuza sular akar. . . Her durumda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin giriş noktaları ya beş duyudan veya bâtındandır. Hayâ, şehvet, öfke ve insan mizacından oluşan şeylerdendir. Çünkü insanoğlu beş duyusuyla birşeyi idrâk ettiği zaman, o idrâk edilen şeyden kalpte bir eser oluşur. Böylece fazla yemekten veya mizacdaki bir kuvvetten dolayı şehvet kabardığı zaman onun kalpte bir etkisi olur. Her ne kadar kalp, hissettirmekten engellense de nefiste meydana gelen hayaller devamlı kalırlar. Hayal birşeyden diğer birşeye geçer. Hayalin geçişine göre, kalp de bir halden diğer bir hâle geçer. Maksat şudur; kalbin değişmesi ve etkilenmesi daima bu sebeplerdendir. Kalpte oluşan eserlerin en güzeli hatıralardır. Hatırat'tan gayemiz; kalpte meydana gelen fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gayemiz; teceddüd veya tezekkür yoluyla gelen ilimlerdir. İşte bu ilimlere 'hâtırat' adı verilir. Çünkü bunlar, kalp onlardan gâfil olduktan sonra kalbe gelirler. İradeleri harekete getiren hatırat'tır. Çünkü niyet, azim ve irade ancak niyet edilen mânânın tamamının kalpte meydana gelmesinden sonra oluşur.
Bu bakımdan fiillerin başlangıcını ve rağbeti tahrik eden hatırat'tır. Rağbet de azmi tahrik eder, azim de niyeti tahrik eder. Niyet ise âzayı harekete geçirir. Rağbeti harekete geçiren hatırat) şerre dâvet eden, sonucu zarar veren hâtırat ile hayra dâvet eden âhirette fayda veren hâtırat diye ikiye ayrılır. Bu iki kısım değişik hâtırattır. Bu bakımdan değişik isimlere muhtaçtırlar. Güzel sonuç veren hâtırata 'ilham', kötü hâtırata (şerre dâvet eden âtırata) ise Vesvese' adı verilir. Bunu bildikten sonra anlarsın ki bu hâtıratlar, hâdis (sonradan olma) dır. Her sonradan olanın mutlaka 'Muhdis'i (icat edicisi) vardır. Havadis ne zaman değişik olursa, onların değişmeleri, sebeplerinin çeşitliliğine delâlet eder. İşte müsebbebleri sebeplere bağlamak tertibindeki Allahü teâlâ'nın kanunundan anlaşılan budur! Ne zaman evin duvarları ateşin ışığıyla aydınlanırsa, tavanı ateşten çıkan duman ile kararırsa, bilirsin ki kararmanın sebebi, aydınlanmanın sebebinden ayrıdır.
İşte böylece kalbin nûrları ve zulmeti için de iki değişik sebep vardır. Bu bakımdan hayra davet eden hâtırat sebebine 'Melek' ismi verilir. Şerre dâvet eden hâtıratın sebebine 'şeytan' ismi verilir. Kalbin, sayesinde hayır ilhamını kabul etmeye hazır olduğu lûtufa 'tevfîk' ismi verilir. Kalbin, sayesinde şeytanın vesvesesini kabul etmeye hazır olduğu şeye de 'iğvâ' ve 'hizlân' ismi verilir. Çünkü çeşitli mânâlar, değişik isimlere muhtaçtırlar. Melek, Allahü teâlâ'nın yarattığı ve şanı hayır ile ilmi ifade etmek olan bir mahlûktan ibarettir. Bu mahlûk hakkı keşif, hayrı va'd ve emr-i bi'l-ma'ruf yapar. Allahü teâlâ onu yaratmış ve bu vazifelerde kullanmak üzere kendisini musahhar kılarak görevlendirmiştir. Şeytan ise, öyle bir yaratıktan ibarettir ki, meleğin zıddıdır. Yani şerri ve fuhşiyatı emreder, hayrı yapmaya azmettiğin zaman fakirlikle korkutur. Bu bakımdan vesvese ilhamın tam zıddıdır. Şeytan ise, meleğin tam zıddıdır. . . Tevfik de hizlân'ın zıddıdır ve bu duruma şu ayet-i celîle ile işaret vardır:
Herşeyden iki çift (erkek-dişi) yarattık. (Zâriyât/49)
Çünkü varlıkların tümü çifttirler. Ancak Allahü teâlâ bu hükmün dışındadır. Çünkü Allahü teâlâ 'tek'dir. O'nun karşılığı yoktur. Bil ki birdir, haktır ve bütün çiftleri yaratandır. Bu bakımdan kalp, şeytan ile melek arasında çekilmektedir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten gelen şeydir ki hayrı vadedip, hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu görürse, bilsin ki bu Allah'tan gelen bir lütûftur ve bunun için Allahü teâlâ'ya hamdetmelidir. Düşmandan gelen ikinci birşey vardır. O da şerri va'd edip hakkı yalanlar ve hayrı yasaklar. Kim kalbinde böyle birşeye rastlarsa kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın!40
Rasûlüllah bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu.
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah ise size kendi tarafından bir mağfiret ve bir fazl va'dediyor. Allah (ın lütfu) geniştir, herşeyi kemâliyle bilendir. (Bakara/268)
Hasan-ı Basrî diyor ki: Kalpteki bu iki hâdise, kalpte durmadan cevelan eden iki himmettir. Biri Allah'tan gelen, biri de şeytandan gelen himmet. . . O halde, Allah o kuldan razı olsun ki Allah'tan gelen himmetin hududunda durur ve Allah'tan geleni yapar, Allah'ın düşmanından gelenle mücadele edip reddeder. Kalp, musallat olan bu iki himmet arasında çekildiğinden dolayı Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mü'minin kalbi rahman Allah'ın kudret parmaklarından iki parmak arasındadır. 41
Çünkü damar, kan, kemik ve etten oluşan 'parmak'tan Allahü teâlâ münezzehtir. Boğumlara taksim olunan parmaktan Allahü teâlâ'nın şânı yücedir. Fakat parmaktan maksat süratle çevirmektir. Hareketlendirme ve bozmaya muktedir olmaktır. Çünkü sen, parmağını parmak olduğundan dolayı değil, evirip çevirmekteki çalışmasından dolayı istersin. Nasıl ki, parmaklarınla fiillerde bulunuyorsan, Allahü teâlâ da yaptıklarını, melek ve şeytanı musallat kılmak sûretiyle yapar. Bunların ikisi, Allah'ın kudretiyle, kalpleri evirip çevirmekle görevlendirilmişlerdir. Senin parmaklarının cisimleri evirip çevirmekte sana musahhar olduğu gibi. . .
Kalp -yaradılış itibariyle- melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de kabul etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunların biri diğerine esasında ağır basmamaktadır. Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevasına uymak, şehvetlere düşmek veya şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur. Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin isteğine ayak uydurursa heva-i nefis vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır. Kalp böylece şeytanın yuvası ve kaynağı olur. Çünkü heva-i nefis, şeytanın merasıdır. Eğer insanoğlu şehvetlerle mücahede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin ahlâkına uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur. Hiçbir kalp; şehvet, öfke, hırs, tamahkârlık ve kötü emelden, kısacası hevâ-i nefisten dallanıp budaklanan beşerî sıfatlardan boş olmadığı için şeytanın vesveseyle dolaşmadığı kalp yoktur. Bunun için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Hiç kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın.
-Ey Allah'ın Rasûlü! Senin de şeytanın var mı?
-Benim de var. Ancak Allahü teâlâ bana yardım ederek şeytanı mağlup etti ve böylece benim şeytanım teslim oldu. Bu bakımdan o bana hayırdan başkasını emretmez. 42
Hazret-i Peygamber'in şeytanının böyle olması, şu hikmetten ötürüdür: Şeytan ancak şehvet vasıtasıyla musallat olur. O halde şehvetine karşılık Allah'ın yardımına mazhar olan bir kulun şehveti, istediği yerde harekete geçer ve istediği hududlara kadar varır, bu kulun şehveti şerre dâvet etmez. Bu bakımdan şehvetin zırhına bürünmüş şeytan da ancak hayrı emreder.
Ne zaman hevanın istekleriyle dünyanın zevki kalbe hâkim olursa, şüphesiz şeytan, bir imkân bulur ve vesveseye başlar. Ne zaman ki kalp, Allah'ın zikrine dönerse, şeytan oradan göçeder ve onun için imkân kapısı oldukça daralır ve böylece melek gelip ilham eder. Kısacası kalbin savaş meydanında meleklerin ordusu ile şeytanların ordusu arasında daimî bir kavga vardır, kalp ikisinden birine teslim oluncaya kadar devam eder. Böylece fetheden geçebilir. Kalplerin çoğu, şeytanların orduları tarafından fethedilerek mülk edinilmiştir. Geçici dünyayı âhirete tercih etmeye, âhireti atmaya dâvet eden vesveselerle dolmuşlardır. Şeytan ordularının istilâları şehvetlere ve hevâ-i nefse tâbi olmakla başlar ve bundan sonra kalbin melekler tarafından fethedilmesi şeytanın pisliklerinden, yani hevâ ve şehvetlerden boşaltmak sûretiyle mümkün olur. Meleklerin iz bıraktıkları mekân olan kalbi Allah'ın zikriyle tâmir etmek de ancak meleklerce fethedilmesiyle mümkün olur.
Câbir b. Ubeyde el-Adevî şöyle anlatır: el-Ulaye b. Ziyad'a kalbimdeki vesveseden şikayet ettim. Bana dedi ki: 'Bunun misali, içinden hırsızların geçtiği bir evin misaline benzer. Eğer o evde birşeyler varsa hırsızlar sağa sola başvurur, evi arayıp tararlar. Eğer birşey yoksa evi bırakıp geçip giderler'.
Yani hevâ-i nefisten boş olan bir kalbe şeytan girmez ve bunun için de Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Benim (gerçek) kullarım (a gelince) senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. Rabbin ise, vekil olarak yeter! (İsrâ/65)
Bu bakımdan hevâ-i nefsine tâbi olan herkes Allah'ın değil, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Allahü teâlâ kendisine şeytanı musallat kılarak şöyle buyurmuştur: ' (Ey Rasûlüm) ! Şimdi o kimseyi gördün ya! (Hidayeti bırakıp keyfine taparcasına) zevkini kendisine ilâh edinmiş' (Câsiye/23) . Bu ayet işaret eder ki hevâ-i nefsini kendisine ilâh edinen bir kimse Allah'ın kulu değildir, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Amr b. As Hazret-i Peygamber'e şöyle sorar:
-Ya Rasûlüllah! Şeytan benimle namazımın ve okuyuşumun arasına girdi!
- O bir şeytandır ki kendisine hanzeb denir. Seninle ibadetlerinin arasına girdiğini hissettiğin zaman onun şerrinden Allah'a sığın ve üç defa sol tarafına tükür. 43
Amr der ki: 'Ben Hazret-i Peygamberin dediğini yaptım ve bu sayede Allahü teâlâ o şeytanı benden uzaklaştırdı'.
Muhakkak ki abdestin 'Velhan' adlı bir şeytanı vardır. Onun şerrinden Allahü teâlâ'ya sığının!44
Şeytanın vesvesesini ancak vesvese veren şeyden başkasını düşünmek siler. Çünkü herhangi birşeyin hatırlanması kalpte meydana gelirse, ondan önce kalpte bulunan şey yok olur. Fakat herşey Allahü teâlâ'nın gayrisidir ve herşey Allah ve Allah ile irtibatlı olanın gayrisidir. O, vesveseye vesile olup şeytanın at oynatma meydanı olabilir. Bu bakımdan veseveseyi silip artık bir daha şeytana cevelân etme imkânını vermeyen tek şey, Allah'ın zikridir ve bilinir ki Allah'ın zikrinde şeytanın mecali yoktur ve hiçbir şey zıddından başkasıyla tedavi olunamaz. Şeytanî vesvesenin tamamının zıddı ise, istiaze etmek vasıtasıyla Allah'ı anmaktır. Kuvvet ve kudretinden tamamen uzaklaşıp Allah'a iltica etmektir. Böyle yapman senin eûzü billâhi min'eş-şeytân'ir-racîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyıl-azîm demenin mânâsıdır. Böyle bir durumu meydana getirmek ancak muttakîlerin işidir. O muttakîler ki Allah'ın zikri onlarda galiptir. Şeytan ise ancak gaflet anlarında onları ziyaret eder.
Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman Allah'ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile. . . (A'raf/201)
Meşhur müfessir Mücâhid, Nas suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: 'Şeytan kalbe yayılır. Ne zaman insan, Allah'ı anarsa, geri çekilip kalıbına döner. İnsanoğlu gâfil olduğu zaman yeniden kalbi istilâya başlar!' Bu bakımdan Allah'ın zikriyle şeytanın vesvesesi arasında zulmet ile nûrun, gece ile gündüzün arasında olduğu gibi, kovalamaca vardır. Biri diğerinin zıddı olduğu için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Şeytan onları kuşatmış onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. (Mücâdele/19)
Enes, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder:
Muhakkak ki şeytan hortumunu Âdem oğlunun kalbine sarkıtır. Eğer Âdem oğlu Allah'ı zikrederse, şeytan gerisin geriye çekilir. Eğer Allah'ı unutursa şeytan onun kalbini yutar. 45
İbn Veddah'ın naklettiği bir hadîs ise şöyledir:
Kişi, kırk yaşına gelip de tevbe etmezse, şeytan onun yüzünü eliyle sıvazlar ve kendisine 'Babam felâha kavuşmamış bir kimsenin yüzüne kurban olsun!' der.
Nasıl ki şehvetler, Âdem oğlunun et ve kanına karışmışsa, şeytanın tasallutu da öylece etine, kanına karışmış ve her taraftan kalbini kuşatmıştır.
Muhakkak ki şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaştığı yolları, aç kalmak (oruç tutmak) sûretiyle daraltınız. 46
Neden şeytanın yolları acıkmak sûretiyle daralır? Çünkü acıkma, şehveti kırar. Şeytanın yolu ise şehvetlerdir. Şehvetler her taraftan kalbi kuşattığı için Allahü teâlâ İblis'ten hikâye ederek şöyle buyurur:
Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.
Şeytan, Âdem oğlunu kandırmak için yollarda oturmuştur, Âdem oğlu'nun İslâm yoluna şeytan oturdu ve Âdem oğluna şöyle sordu: 'Sen müslüman mı oluyorsun? Sen dinini ve ecdadının dinini mi terkediyorsun?' Şeytanın bütün ısrarına rağmen Âdem oğlu kendisine isyan ederek müslüman oldu. Sonra şeytan, Âdem oğlunu kandırmak için hicret yoluna oturup ona şöyle dedi: 'Sen öz memleketinden hicret mi ediyorsun?' Yine Âdem oğlu şeytana isyan edip hicret etti. Sonra şeytan onu aldatmak için cihad yoluna oturdu ve dedi ki: 'Sen cihada mı gidiyorsun? Oysa cihad, nefsin ve malın telef edilmesidir. Savaşıp öldürüleceksin. Karıların başkası tarafından nikâh edilecektir ve malın vârislere taksim edilecektir'. Âdem oğlu, şeytanın bu iğvasına rağmen, ona isyan edip cihada devam etti. Kim böyle yapıp ölürse, onu cennete göndermek Allahü teâlâ'ya hak olur. 47
İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber vesvesenin mânâsına zikretti. Vesvese, Mücâhid bir kimsenin kalbine 'Sen öleceksin! Kadınların kocaya gidecekler' gibi sözler söyleyerek insanoğlunu cihaddan caydırır. Bunlar malûm ve herkesce bilinmektedir. Bu bakımdan vesveseler de müşâhede ile malûmdurlar. Kalbe gelen herşeyin bir sebebi vardır ve o sebep, bilinmesi için bir isme muhtaçtır. Bu bakımdan vesvesenin sebebinin ismi şeytandır ve insanoğulları şeytana isyan etmek veya ona tâbî olmak sûretiyle değişik durumda bulunurlar ve bunun için de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Hiçbir kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın!48
Böylece basiretin bu çeşidiyle vesvese, ilham, melek, şeytan ve hizlân'ın mânâları açığa kavuşmuş oldu. Bu hakikatten sonra, şeytanın zâtını düşünüp, acaba lâtif bir cisim midir veya cisim değil midir? Acaba cisim değilse, cisim olan insanın bedenine nasıl girer? Bu tür düşünceye muamele ilminde hiçbir ihtiyaç yoktur. Şeytanı bu yönden tedkik eden bir kimsenin misâli, tıpkı elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimsenin misâline benzer. Elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimse, herşeyden önce, yılanı çıkarıp atmaya ve zararını kendisinden uzaklaştırmaya muhtaçtır. Oysa adam yılanı çıkarıp atmıyor da onun şeklini, rengini, uzunluğunu tedkik etmekle meşgul oluyor. Bu ise, cehâletin ta kendisidir. Bu bakımdan insanoğlunu şerre iteleyici hatıratın bir sebepten doğduğu anlaşıldı ve şüphesiz düşman da anlaşıldı. Bu bakımdan düşman ile mücadele etmekle meşgul olması uygundur. Allahü teâlâ da şeytanın düşmanlığını Kur'ân'ın birçok ayetinde tarif etmiştir ki ehl-i îman bu tarif sayesinde şeytanın şerrinden emin olup sakınsın!
Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır. Siz de onu düşman edinin! Çünkü o, avanesini cehennemlik olmaya çağırır. (Fâtır/6)
'Şeytana itâat etmeyin. O size açık bir düşmandır' diye size öğüt vermedim mi ey Ademoğulları? (Yâsin/60)
Bu bakımdan kulun, düşmanı kendisinden uzaklaştırmakla meşgul olması gerekir. Düşmanın soyunu sopunu, yerini yurdunu sormakla meşgul olması gerekmez. Evet! Düşmanın silahını bilmesi gerekir ki onu nefsinden uzaklaştırsın. Şeytanın silahı ise, hevâ-i nefis ve şehvetlerdir ve bunu bilmek âlimlere kâfidir. Şeytanın zatını, sıfat ve hakikatlerini ve meleklerin hakikatini bilmeye gelince, bu ancak mükâşefe ilmine dalmış ârif kişilerin işidir. Muamele ilminde bunu bilmeye insanoğlu muhtaç olmaz. Evet, hatıratın şu kısımlara ayrıldığını herkes bilmelidir:
A) Kesinlikle şerre dâvet eden bir kısmı vardır ve bu kısmın vesvese olduğu da gizli değildir.
B) Kesinlikle hayra dâvet ettiği bilinen hâtırattır. Bunun ilham olduğunda şek ve şüphe yoktur.
C) Hangi kısım olduğunda tereddüt ve şüphe olandır. Bunun, meleği yaklaştıran hasletten mi geldiğini, yoksa şeytanı yaklaştıran hasletten mi geldiğini bilmek kolay değildir. Çünkü şerri, hayır şeklinde göstermek şeytanın hilelerindendir.
Acaba bu hayır mıdır yoksa şeytanın hilesiyle 'hayır' şeklinde gösterilen 'şer' midir diye ayırmak çok zordur. Âbidlerin çoğu bu üçüncü kısımla helâk olmuşlardır. Çünkü şeytan onları doğrudan doğruya açık şerre dâvet etmeye muktedir değildir. Bu bakımdan onları aldatmak için 'şerr'i hayır sûretinde göstererek tasvir eder. Nitekim âlim kişiye va'z ve nasihat yoluyla der ki: 'Sen halka bakmaz mısın? Onlar cehaletten ölüdürler, gafletten helâk olmuşlar, ateşe yaklaşmışlardır. Allah'ın kullarına hiç merhametin yok mudur? Nasihat ve va'zınla onları tehlikelerden neden kurtarmıyorsun? Oysa Allah sana gören bir kalp, ateşli bir dil, halk tarafından kabul edilen bir konuşma ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen nasıl Allah'ın nimetini inkâr eder, dolayısıyla Allah'ın kahrına kendini maruz bırakırsın? Hakîkati haykırmaktan nasıl susarsın? Halkı dosdoğru yola davet etmekten nasıl geri kalırsın?!!' Evet böylece şeytan, âlimin kalbinde bunu yerleştirmeye çalışır. Onu ince hilelerle durmadan çeker, ta ki o halka va'z ve nasihat yapmakla meşgul oluncaya kadar. Meşgul olduktan sonra onu halka süslü görünmeye, lâfızları güzelce telâffuz etmeye, hayrı açıkça söylemek sûretiyle riyâkârlık yapmaya dâvet eder ve âlime der ki: 'Eğer sen böyle yapmazsan senin konuşmanın tesiri cemaatin kalbinden düşer ve cemaat doğru yolu bulamaz'.
Böylece âlimin kalbinde bunu daimî bir şekilde işler ve böylece âlimin kalbinde riyânın kokularını yerleştirir. Halk tarafından kabul edilsin zihniyetini, dünyada rütbe sahibi olmanın lezzetini, yardımcılarının ve kendisinden ilim alanların çokluğuyla aziz olma fikrini, halka hakaret gözüyle bakmayı yerleştirir. Dolayısıyla miskin âlim, va'z ve nasihatinden ötürü helâke doğru sürüklenir gider. Hayrı kasdettiğini zannederek konuşur. Oysa maksadı post kapmak ve halk tarafından kabul görmektir ve bundan dolayı da helâk olur! Allah nezdinde bir kıymeti olduğu zannına kapılır. Oysa kendisi Hazret-i Peygamber'in şu sözlerinin mefhumuna dâhil olanlardan olur.
Muhakkak ki Allah bu dini, ahlâksız bir kavimle de takviye ve te'kid eder. 49
Muhakkak ki Allah bu dini fâcir ve fâsık kişiyle de takviye eder. 50
Bu sırra binaen rivâyet edilir ki İblis, Hazret-i isa'ya misâl âleminde görünür ve der ki: 'Lâ ilâhe illâllah de!' Buna karşılık olarak Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle der: 'Lâ ilâhe illâllah hak bir kelimedir. Fakat senin sözünle bu kelimeyi söylemem!'
Hazret-i isa'nın (aleyhisselâm) böyle söylemesinin hikmeti şudur: İblis'in hayra çağırmasında da birtakım karıştırmalar vardır. Şeytanın bu tür karıştırmaları sayılamayacak kadar çoktur ve bu tür karıştırmalarından ötürü birçok âlim, âbid, zâhid, fakir, zengin ve şerrin zâhirinden nefret eden, açık günahlara girmeyi nefislerine uygun görmeyen halk sınıfları helâk olmuşlardır.
Biz bu bölümün sonunda gelen Gurur Kitabı'nda şeytanın hilelerinden bir kısmını zikredeceğiz. Eğer zaman mühlet verirse, biz özel olarak bu hususta bir kitap telif edeceğiz ve telif edeceğimiz kitaba 'Telbîsu İblis' (İblis'in Kandırmaları) adını vereceğiz. Çünkü zamanımızda îblis'in aldatması memleketler ve kullar arasında oldukça yayılmıştır. Hele mezhep ve inançlar sahasında daha da fazla yaygındır. Hatta hayırlardan sadece resimler ve görünür tarafları kalmıştır. Bütün bunlar, İblisin kandırma ve hilelerine kurban olmaktan kaynaklanmıştır. Bu bakımdan kul'a, kalbine gelen her fikrin yanında durup süzmek gerekir ki bu fikrin melekten mi, yoksa şeytandan mı geldiğini bilsin ve basiret gözüyle derin derin düşünsün ve tabiattan gelen hevâ-i nefisle hareket etmesin! Kişi böyle bir hakikate ancak takva, basiret nûru ve ilmin çokluğu ile vâkıf olabilir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah'tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allah'ı ve azabını düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile. . . . (A'raf/201)
Yani ilmin nûruna dönmüşlerdir ve böylece onlara müşkil meseleler, hakikî yönüyle görünür ve keşfolunur.
Nefsini takva ile bezemeyen bir kimseye gelince, bu kimse tabiatça hevâ-i nefsine tâbi olduğundan ötürü şeytanın hilesine meyleder ve böylece şeytanın kandırması bu kimsede çoğalır ve bilmediği halde acelece şeytanın helak edici vesveselerine kurban gider. Böyle kimseler hakkında Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Artık zannetmedikleri bir azap Allah tarafından onlar için meydana çıkmıştır. (Zümer/47)
Denildi ki: 'Onlar için meydana çıkan azap', hayır zannettiği ve hakîkaten günah olan amelleridir. Muamele ilminin çeşitlerinin en çözülmez olanı, nefsin hilelerine ve şeytanın desiselerine vâkıf olmaktır. Oysa bunlara vâkıf olmak, her kul için farz-ı ayınıdır. Ama halk bunu ihmâl etmiştir. Kendilerini vesveseye çeken ilimlerle meşgul olmuşlardır. Şeytan onlara musallat olmuş, düşmanlığını onlara unutturmuştur. Şeytanın düşmanlığından sakınma yolu onlara unutturulmuştur. İnsanı ancak vesveselerin kapılarını kapatmak kurtarır. Hatıratın kapıları ise, beş duyudur. Bu kapılar şehvetlerden ve dünya ilgilerinden ötürü kalbe açılır. Karanlık bir evde oturmak, duyuların kapısını kapatır. Aile efradından ve maldan uzak durmak, vesveselerin kalbe girişlerini azaltır. Fakat bununla beraber kalpte cereyan eden hayallerde bulunan bâtınî menfezler kalır. Bu menfezleri kapatmak da ancak kalbi Allah'ın zikriyle meşgul etmekle mümkün olur. Sonra şeytan durmadan böyle bir kalbi çeker, onunla çekişir ve onu Allah'ın zikrinden gâfil etmeye çalışır. Bu bakımdan şeytanla daima mücahede etmek gerekir. Bu mücahede ise, ancak ölümle sonuçlanır. Zira hiç kimse hayatta oldukça şeytandan kurtulamaz.
Evet! İnsanoğlu bazen şeytana itaat etmeyecek derecede kuvvet kazanır. Mücahede sayesinde şeytanın şerrini nefsinden uzaklaştırır. Fakat kan bedende dolaştıkça, bu kişi cihad etmek ve şeytana karşı müdafaada bulunmaktan kurtulamaz. Çünkü kişi, sağ oldukça şeytanın kapıları onun kalbinde açık bulunur ve kilitlenmez. O kapılar da şehvet, öfke, hased, tamahkârlık, oburluk ve benzerleridir. Nitekim bunların beyanı ileride gelecektir. Kapı açık bulundukça, düşman da gâfil olmadıkça, düşmanın şerri ancak nöbet beklemek ve mücahede etmek sûretiyle defedilir.
Bir kişi, Hasan-ı Basrî'ye şöyle sorar: 'Ey Ebû Said! Şeytan uyur mu?' Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) tebessüm ederek şöyle cevap verir: 'Eğer şeytan uyusaydı, biz istirahat ederdik. Hiçbir zaman ehl-i îman şeytandan kurtulamaz'.
Evet! Her müslümanın şeytanı defetmek ve kuvvetini zayıf düşürmek için bir yolu vardır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Mü'min kimse, herhangi birinizin sefer hâlinde devesini zayıflattığı gibi şeytanını zayıflatır. 51
İbn Mes'ûd şöyle der: 'mü'minin şeytani, zayıf ve bi'tabdır'.
Kays b. Haccâc şöyle demiştir: "Benim şeytanım bana dedi ki: 'Ben senin bedenine girdiğim zaman kocaman bir deve gibiydim. Şimdi ise bir kuş gibi oldum!' Ben ona 'Neden böyle oldu?' diye sorunca, bana 'Sen beni Allah'ın zikriyle eritiyorsun!' diye cevap verdi".
Bu bakımdan takvâ ehli için şeytanın kapılarını kapatmak zor gelmez. Nöbet beklerse şerrinden sakınmak güç gelmez. Kapılardan zâhir kapıları ve açık günahlara götüren apaçık yolları kastediyorum. Takva sahibi zatlar, ancak şeytanın çözülemez veya çözülmesi zor olan yollarında kayarlar. Çünkü onlar bu dolambaçlı yolları bilmezler ki onlardan sakınsınlar. Nitekim biz buna âlimler ve vâizlerin aldanışı bahsinde işaret etmiştik.
Müşkil olan mesele şudur: Şeytanın kalbe açılan kapıları pek çoktur. Meleklerinki ise bir tek kapıdır. Kaldı ki bu tek kapı, şeytanın o çok olan kapılarıyla karışmaktadır. Bu bakımdan bu kapılarda kul, yolları çok olan ve hangi yolun nereye gideceği pek kestirilmeyen bir çölde, kapkaranlık bir gecede şaşıp kalan bir yolcuya benzer. Bu yolcu ancak gideceği yolu, basiret gözüyle seçebilecek duruma düşer veya pırıl pırıl parlayan güneşin doğuşuna muhtaç olur.
Burada ki göz ise, takvâ ile temizlenmiş kalptir. Pırıl pırıl parlayan güneş ise, Allah'ın Kitabı'ndan ve Hazret-i Peygamber'in sünnetinden öğrenilen ilimdir. İnsanı, seçilmesi güç olan yollara hidayet eden ilim. . . Eğer böyle bir durum mevcut değilse, yollar çok ve karışıktır. Çıkması pek zordur. Abdullah bin Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle rvayet eder:
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birgün bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: 'İşte bu çizgi Allah'ın yoludur'. Sonra o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler çizdi ve şöyle dedi: 'Bunlar çeşitli yollardır. Bu yolların herbirinin üzerinde bir şeytan durmakta ve insanları bu yola davet etmektedir'. Sonra şu ayeti okudu: 'Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara (ve dinlere) uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar'. (En'âm/53)
İşte ayette geçen 'başka yollar' bu çizgilerdir. Böylece Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yolların çokluğunu anlatmış oldu. 52
Biz, bâtıl yollardan ayırdedilmesi pek güç olan hak yol için bir misal zikrettik. O yol ki âlimler ve şehvetlerine sahip olan âbidler, zâhirî kötülüklerden nefislerini meneden kullar onunla aldanırlar. Bu bakımdan biz Âdem oğlunun yürümeye mecbur olduğu yola bir misal verelim. Hazret-i Peygamberin şöyle dediği rivâyet edilmektedir:
İsrâiloğulları'ndan bir rahip vardı. Onun zamanında şeytan bir kız çocuğunun gırtlağına sarılıp onu boğdu. Yani onu sara hastalığı gibi boğmacaya benzer bir hastalığa müptela etti. Sonra o kızın ailesinin kalbine 'bunun tedavisi ancak rahibin yanında mümkündür' diye ilka etti. Bu bakımdan aile efradı, kız çocuğunu rahibe getirdiler. Rahip ise, onu yanına alıp tedavi etmekten kaçındı. Onlar kızı rahibe kabul ettirinceye kadar yalvardılar. Kız tedavi için rahibin yanında bulunduğu sırada şeytan, rahibe geliverdi. Kıza yaklaşıp cinsî ilişki kurmasını rahibin kalbine vesvese yoluyla ilka etti ve rahip, kızla cinsî münasebette bulununcaya kadar şeytan bu vesvesesine devam etti ve kız, rahipten gebe kaldı. Bu sefer şeytan, rahibe şu vesveseyi verdi: "Ey rahip! Ne yapıyorsun? Şimdi rezil olacaksın! Kızın ailesi sana gelecektir. O halde kızı öldür. Çünkü senin için bundan başka çıkar yol yok! Eğer onlar senden kızın ne olduğunu sorarlarsa, kızın vefat ettiğini söyle". Bunun üzerine rahip, kızı öldürüp gömdü. Sonra şeytan, kızın aile efradına gitti. Onlara vesvese verdi. Kalplerine 'Rahip, kızı gebe bıraktıktan sonra öldürdü ve gömdü' diye ilka etti. Bunun üzerine kızın aile efradı rahibe geldi. Kızın durumunu sordu. Rahip kızın öldüğünü söyledi. Onlar rahibi tutup kızın yerine öldürmek istediler. Bunun üzerine şeytan, rahibe gelip dedi ki: 'Kızı sara illetine müptela eden ve sonra aile efradının kalbine 'rahibe götürün o tedavi eder' fikrini atan benim. Bu bakımdan bana itaat edersen, seni onlardan kurtarırım'. Rahip 'Nasıl ve ne ile sana itaat edeyim?' dedi. Şeytan 'Bana iki defa secde et!' dedi. Bunun üzerine rahip, şeytana iki secde yaptı! Şeytan, rahibe şöyle dedi: 'Ben senden beri ve uzağım'.
İşte bu rahip hakkında Allahü teâlâ, Haşr sûresinin onaltıncı ayetinde şöyle buyurmuştur:
(Yahudileri savaşa teşvik etme hususunda münafıkların hâli) şeytanın hâli gibidir. Hâni insana 'kâfir ol!' demişti de o insan kâfir olunca 'Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin rabbi Allah'tan korkarım' dedi. 53
Şimdi şeytanın hilelerine, rahibi nasıl bu büyük günahları işlemeye mecbur ettiğine dikkatle bak! Bütün bunlar bir sebepten doğmuştur. O da rahibin şeytana itaat edip cariyeyi tedavi etmek için yanına kabul etmesidir. Bu 'kabul ediş' kolay görünür. Hatta bunu kabul eden, çoğu zaman bunu hayır ve hasene olarak görür ve şeytan gizli bir heva ile kendisine bunu güzel gösterir ve o da bunu hayır işleyen bir kimse gibi yapar. Ondan sonra iş kendisinin ihtiyarından çıkar ve bir kısmı diğer bir kısmını çekip davet eder. Öyle ki artık kurtuluş yolunu bir türlü bulamaz. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarını zâyi etmekten Allah'a sığınırız! Buna Hazret-i Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle işaret buyurmuştur:
Kim korunun etrafında dolaşırsa, oraya girmesi pek yaklaşır!54
40) Tirmizî, Nesâî
41) Daha önce geçmişti
42) Müslim, (İbn Mes'ûd'dan)
43) Müslim
44) Tirmizî
45) İbn Eb'id-Dünya, Ebû Yâ'lâ, İbn Adiyy
47) Nesâî.
48) Daha önce geçmişti
49) Nesâî
50) Buhârî, Müslim
51) Ahmed
52) Nesâî
53) İbn Eb'id-Dünya, İbn Merduveyh, (mürsel olarak)
Şeytan'ın Kalbe Giriş Yolları
Kalbin misali, bir kalenin misaline benzer. Şeytan, kaleye girmek isteyen bir düşmandır. Onu kuşatıp sahip olmak ister. Kaleyi düşmandan korumak ancak kapılarını, giriş noktalarını ve kalede açılan delikleri korumak ve oralarda nöbet beklemek sûretiyle mümkündür. Kalenin kapılarını bilmeyen bir kimse, o kapıların nöbetçiliğini yapamaz.
Bu bakımdan kalbi, şeytanın vesveselerinden korumak farzdır. Hem de her mükellef kulun üzerine farz-ı ayındır. İnsanın, sayesinde farza yetiştiği şey de farzdır. Şeytanı defetmeye insanoğlu ancak onun giriş noktalarını bilmekle muktedir olabilir.
Bu bakımdan onun giriş noktalarının bilinmesi farzdır. Şeytanın giriş noktaları ve kapıları kulun sıfatlarıdır. Bu sıfatlar pek çoktur. Fakat biz kocaman yollar ve geçitler mesabesinde olan büyük yollarına işaret edeceğiz. O yollar ki binlerce askerin yürümesiyle dahi daralmaz.
Bu bakımdan şeytanın büyük kapılarından biri gazap (öfke) ve şehvettir. Çünkü öfke, aklın kandırıcısı ve helâk edicisidir. Ne zaman aklın askeri zayıflarsa, şeytanın askeri hücuma geçer ve ne zaman insan öfkelenirse, şeytan onunla oynar, tıpkı çocukların topla oynadığı gibi. . .
Rivâyet ediliyor ki İblis, Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) rastladı ve ona şöyle dedi: 'Ya Musa! Sen o kimsesin ki Allah Teala seni peygamberliğine seçmiş ve seninle konuşmuştur. Ben de Allah'ın bir mahlukuyum. Günah işledim ve tevbe etmek istiyorum. Bu bakımdan rabbimin yanında bana şefaatçi ol ki rabbim tevbemi kabul etsin'. Musa (aleyhisselâm) 'Olur' dedi, sonra dağa çıkıp rabbi ile konuştuğu zaman oradan inmek istedi. O vakit Allahü teâlâ,
Musa'ya 'Ya Musa! Emanetini yerine getirdim. O halde git kendisine söyle, tevbesinin kabul olunması için gitsin Âdem'in mezarına (tâzim) secdesinde bulunsun'. Bundan sonra Musa (aleyhisselâm) , İblis'e rastladı ve kendisine dedi ki: Ya İblis! Senin dileğin kabul edildi. Tevbenin kabul edilmesi için, Âdem'in kabrine secde etmekle emrolundun'. Bu söz üzerine İblis öfkelenip böbürlendi ve dedi ki: 'Âdem hayatta iken ben ona (tâzim) secdesi yapmadım. Kaldı ki şimdi ölüdür. Şimdi ben ona secde mi yapacağım?' Sonra dedi ki: Ya Musa! Sen rabbinin yanında benim için şefaatte bulunduğundan dolayı senin bende bir hakkın vardır. O halde (o hakkı ödemek için sana şunları tavsiye ediyorum) :
Beni üç şeyin yanında hatırla! Böyle yaptığın takdirde o üç şeyde seni helâk etmeyeceğim:
1. Öfkelendiğin zaman öfkenin benden geldiğini hatırla. Çünkü o anda benim ruhum senin kalbinde, gözüm senin gözündedir ve ben sende, kanın dolaştığı yerlerde dolaşmaktayım. Öfkelendiğin zaman beni hatırla! Çünkü insanoğlu öfkelendiği zaman ben onun burnuna üflerim, o âdeta ne yapacağını bilmez bir şaşkına döner.
2. Düşmanla karşı karşıya geldiğin zaman beni hatırla! Çünkü ben o anda Âdem oğluna gelir, ona zevcesini, çocuğunu hatırlatırım. O arkasını düşmana çevirip kaçıncaya kadar, yakasını bırakmam.
3. Sakın mahremin olmayan bir kadının yanında oturma! Çünkü ben o kadının sana gönderilmiş elçisi olurum! Senin de ona gönderilmiş elçin olurum. Seni onunla ve onu da seninle fıtnelendirinceye kadar elçilik vazifeme devam ederim.
Şeytan bu sözüyle şehvet, öfke ve harisliğe işaret etti. Çünkü düşmandan kaçmak dünyaya haris olmaktan ileri gelir. Şeytanın, Hazret-i Âdem'in ölüsüne secde etmekten kaçınması ise haseddir ve hased de şeytanın giriş noktalarının en büyüklerindendir.
Rivâyet edildiğine göre, velîlerden biri şeytana der ki: 'Âdem oğlunu nasıl mağlup ettiğini bana göster!' Şeytan da ona şöyle cevap verir: 'Ben öfke ve hevâ-i nefis ânında onun yakasına yapışırım'.
Hikâye ediliyor ki İblis bir rahibe göründü. Rahip, İblis'e şöyle sordu:
- İnsanoğlunun hangi ahlâkı sana daha yardımcıdır?
- Hiddeti! Çünkü kul, hiddetli olduğu zaman, çocukların topu evirip çevirmesi gibi biz de kendisini evirip çeviririz.
Şeytanın şöyle dediği rivâyet ediliyor: 'Âdem oğlu nasıl beni mağlup edebilir? Zira o razı olduğu zaman, ben gelir kendisinin kalbine oturuncaya kadar ona yaklaşırım. Öfkelendiği zaman da onun kafasında karar buluncaya kadar uçarım!'
Şeytanın büyük kapılarından biri de hased ve hırstır. Bu bakımdan kul ne zaman herşeye karşı haris ise, harisliği onu şeylerin ayıbını görmekten kör ve duymaktan da sağır eder. Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bir şeyi sevmen, seni hem kör eder, hem sağır! (Onun ayıbını görmekten seni kör, kusurunu dinlemekten de sağır yapar) . 55
Basiret nûru ile şeytanın giriş noktaları bilinir. Ne zaman hased ve hırs basireti örterse, artık insanoğlu şeytanın giriş noktalarını görmez olur. O zaman şeytan fırsatı elde eder ve haris bir kimseye şehvete götüren her şeyi güzel gösterir, hatta şehvete götüren şey münker ve fahiş olsa dahi. . .
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) gemiye bindiği zaman, her canlıdan bir çifti gemiye aldı. Nitekim böyle yapmasını Allah kendisine emretmişti. Bu esnada gemide tanımadığı bir ihtiyar gördü. Nûh (aleyhisselâm) bu ihtiyara 'Seni buraya getiren nedir?' diye sordu. İhtiyar 'Ben buraya senin arkadaşlarının kalplerine vesvese vermek için girdim, ta ki onların kalpleri benimle, bedenleri seninle olsun!' dedi. Bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm) ona 'Ey Allah'ın düşmanı! Gemiden çık! Çünkü sen Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış bir mel'unsun' dedi. Bunun üzerine İblis, Hazret-i Nûh'a dedi ki: 'Beş şey vardır, onlar vasıtasıyla insanları helâk ederim. Onlardan üç tanesini sana haber vereceğim. İki tanesini ise bildirmeyeceğim'. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Nûh'a vahy göndererek 'Sana söyleyeceği o üç şeye ihtiyacın yoktur. Bu bakımdan onları değil de söylemek istemediği o iki şeyi haber versin' dedi. Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) İblis'e şöyle sordu: 'Söylemek istemediğin o iki şey nedir?' İblis 'O iki şey sayesinde beni yalanlamazlar, bana muhalefet etmezler, onlar vasıtasıyla halkı helâk ederim. Onlardan biri hased, diğeri de hırstır! Hasedden ötürü lânetlendim ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş bir şeytan oldum. Hırsa gelince, o da Adem'e (aleyhisselâm) bir ağaç hariç, bütün cennet mübah kılındı. Ben ihtiyacımı, hırstan ötürü Âdem'den koparabildim' dedi.
Şeytanın büyük kapılarından biri de her ne kadar helâl ve saf ise de doyasıya yemektir. Çünkü doymak, şehveti takviye eder.
Şehvetler ise şeytanın silahlarıdır. Zira rivâyet ediliyor ki İblis, Yahya b. Zekeriyya'ya göründü. Yahya (aleyhisselâm) şeytanın üzerinde çengellerin takılı olduğunu gördü.
-Ey İblis! Şu çengeller nedir?
-Bunlar şehvetlerdir! Onlarla Âdem oğlu'nu avlarım!
-Acaba bunlarda bana ait birşey de var mı?
-Sen bazen doyuyorsun! Biz bu takdirde senin namaz kılmanı ve zikir yapmanı ağırlaştırıyoruz.
-Acaba bundan başka bir şeyim var mı?
-Hayır!
-Yeminim olsun ki artık ebediyyen karnımı yemekle doyurmayacağım.
-O halde benim de yeminim olsun ki, bundan böyle hiçbir müslümana nasihatta bulunmayacağım.
Çok yemekte altı tane kötü haslet vardır:
1. Allah korkusunu kalpten çıkarır.
2. Halka karşı merhameti kalpten söker. Çünkü tok bir kimse herkesin tok olduğunu zanneder.
3. İbadetleri ağırlaştırır.
4. Tok bir kimse hikmetli bir konuşmayı dinlediği zaman o konuşmanın kalbinde bir incelik meydana getirdiğini hissetmez.
5. Tok bir kimse, vaazda bulunur ve hikmetli konuşursa onun konuşması halkın kalbine tesir etmez.
6. Tokluk, kişide çeşitli hastalıklar doğurur ve hastalıklarını artırır,
Şeytanın kapılarından biri de ev eşyası, elbise, evin süsü ve fazla konforu sevmektir. Çünkü şeytan, bu süsün insanoğlunun kalbinde galip olduğunu görünce o kalpte yumurtlar, civcivler çıkarır ve böylece daimî bir şekilde insanı evi tamir etmeye davet eder. Evin tavanını ve duvarlarını süslemeye, odalar ve salonları genişletmeye teşvik eder. Elbisenin ve bineklerin süsüne davet eder ve bu hususta Ömrü boyunca onu kendisine hizmetçi yapar. Onu bir defacık buraya soktuğu zaman ikinci bir defa uğraşmasına gerek kalmaz. Çünkü bu şeylerin bazısı insanoğlunu diğerine çekip sürükler ve götürür. Böylece insanoğlunu bir şeyden diğer bir şeye -eceli gelip ölünceye kadar- bu dünya sevgisi sürükler götürür. İnsanoğlu, şeytanın yolunda ve hevâ-i nefsinin arkasındadır ve bu gidişatından ötürü imansız gitmesinden korkulur. Böyle bir gidişattan Allah'a sığınırız!
Şeytanın büyük kapılarından biri de halkın elindekine göz dikmek ve tamahkârlık yapmaktır. Çünkü bu tamahkârlık kalbe galip geldi mi, şeytan, malına göz diktiği kimseye karşı tasannu yapmasını ve süslü püslü görünmesini, riya ve hilelerin çeşitlerine bürünerek yağcılık yapmasını kendisine süslü gösterir. Hatta insanın tamah ettiği şey sanki onun ilâhı olur! Böylece şeytan daimî bir şekilde o şeyi insana sevdirmenin yollarını araştırıp durur ve bu hedefe varmak için her çareye başvurur. En azından insanoğlu malına göz diktiği bir kimsede olmayan sıfatlarla o kimseyi över, ona karşı emr-i bi'l-ma'rûfu (iyiliği emretmeyi) ve nehy-i an'il-münker'i, (kötülüğü yasaklamayı) terketmek sûretiyle yağcılık yapar.
Saffan b. Selim rivâyet ediyor ki: İblis, Abdullah b. Hanzele'ye göründü ve kendisine şöyle dedi:
- Ey Hanzele'nin oğlu! Benden sana öğreteceğim birşeyi ezberle.
-Senden gelen birşeye ihtiyacım yok!
-Benden öğreneceğin şeye bir bak, eğer hayır ise tut, şer ise reddedip at! Ey Hanzele'nin oğlu! Allah'tan başka hiç kimseden rağbet ederek isteme ve sorma, öfkelendiğin zamanda durumunun nasıl olduğuna dikkat et! Çünkü öfkelendiğin zaman senin gemin benim elime geçer'.
Onun büyük kapılarından birisi de acele etmek ve işlerde tahkik yapmayı bırakmaktır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Acele şeytandandır. Yavaşça ve teenni ile hareket etmek Allah'tandır. 56
Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:
İnsan aceleci yaratıldı. (Enbiya/37)
İnsan pek acelecidir. (İsra/11)
Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur'ân okumada acele etme! (Tâhâ/114)
Aceleciliğin, şeytanın büyük kapılarından olmasının sebebi şudur: Amellerin, görme ve marifetten sonra yapılması daha uygundur. Görmek ise, düşünmeye ve zamana muhtaçtır. Acelecilik ise, insanı bundan mahrum eder. Acelecilik anında şeytân -insanoğlunun bilmediği şekilde- şerrini insanoğlunun kalbine zerkeder.
Rivâyet edliyor ki; Meryem oğlu İsâ (aleyhisselâm) doğduğu zaman şeytanlar İblis'in yanına gelerek dediler ki: 'Putlar tepetaklak oldu! (Bu nedendir) ?' İblis 'muhakkak bu, bir hâdiseden ötürüdür. Siz durun da ben tedkik edip geleyim' dedi. Yeryüzünü gezip dolaştı. Hiçbir şey görmedi. Sonra Hazret-i İsâ'nın doğduğunu öğrendi ve baktı ki melekler onun etrafını çepeçevre sarmışlar. Bu manzarayı gördükten sonra, kendisine başvuran şeytanlara dönüp geldi ve dedi ki: 'Dün gece bir peygamber doğmuş. Hiçbir kadın yoktur ki gebe kaldığı ve doğurduğu zaman, ben onun yanında hazır bulunmayayım. Ancak bu çocuk müstesna. . . Siz bu geceden sonra putlara ibâdet edileceğinden ümidinizi kesin. Fakat bundan böyle insanoğluna acelecilik ve düşüncesizlik yönünden gelin'.
Şeytanın büyük kapılarından biri de dirhem ve dinar (para) ile menkul, gayr-i menkul servetlerin diğer sınıflarıdır. Zira insanın ihtiyacından fazla olan her servet şeytanın istikrar bulduğu yerdir. Çünkü beraberinde gıdası ve nafakası bulunan bir kimsenin kalbi, üzüntülerden uzaktır. Eğer bu kişi, mesela bir yolda yüz dinar bulsa, kalbinde o şehvet kabarır. Bu şehvetlerin herbiri, başka dinarlara muhtaç olur. Dolayısıyla elde ettiği yüz dinar ona kâfi gelmez. Çünkü dokuz yüz dinara daha muhtaçtır. Oysa yüz dinarı bulmadan önce zengindi. Şimdi ise, bulduğu yüz dinarla zengin olduğunu zannetti. Oysa onunla beraber dokuz yüz dinara daha muhtaç oldu ki onunla tamir edeceği bir evi, cariyesi, ev eşyaları olsun, güzel elbiseler satın alsın. Bütün bunlar ise, kendisine uygun düşen başka şeyleri ister. Bu istekler ise sonsuza doğru gider! Böylece kişi bir uçuruma yuvarlanır ki onun sonucu cehennem derinliğidir ve cehennemden başka onun sonucu yoktur!
Sâbit el-Bennânî der ki: Hazret-i Peygamber, peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, İblis yardımcılarına 'Yeryüzünde bir hâdise koptu. Onun ne olduğunu tedkik ediniz' diye emir verdi. Şeytanlar yeryüzüne dağıldılar, yorulup bîtab düşünceye kadar gezdiler. Sonra gelip 'bilmiyoruz' dediler. İblis onlara 'Ben size bu haberi getiririm' dedi. Gitti, hayli dolaştıktan sonra geldi ve dedi ki: 'Allah, Muhammed'i peygamber olarak göndermiştir'.
Sabit der ki: Bundan böyle İblis, şeytanlarını ashâb-ı kirâm'a gönderdi. Şeytanlar mahrum olarak, İblisin yanına döndüler ve şöyle dediler: 'Biz bunlar gibi bir kavim görmedik, onları aldatıyoruz, sonra namaza kalkıyorlar ve o günahları siliniyor!' İblis 'Onlar hakkında sabırlı olun! Umulur ki Allah onlara dünyayı açsın. O vakit biz ihtiyacımızı kendilerinden alırız' dedi.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i İsâ bir gün bir taşı yastık edindi. İblis onun yanından geçerek şöyle dedi: 'Ey isa! Sen dünyaya rağbet mi ettin?' Bu söz üzerine Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) taşı aldı ve İblis'e fırlatarak şöyle dedi: İşte bu, dünya ile beraber senin olsun!'
Hakîkaten bir taş alıp uyku sırasında onu yastık yerine kullanan bir kimse şeytanın eline kendisini kandırmak için bir koz vermiştir. Çünkü mesela geceleyin namaza kalkan bir kimse, yastık edinecek bir taş yakınında bulunduğu zaman, o taş onu uykuya ve kendisini yastık yapmaya davet eder. Eğer böyle bir taş olmazsa, uyku onun kalbine gelmez ve uykuya bir isteği de olmaz. İşte bir taş böyle ise, acaba yumuşacık yastıklar, yayılı yataklar, güzel tenezzühler edinenin hâli ne olacaktır? Böyle bir kimse Allah'ın ibâdetine ne zaman dalacaktır?
Şeytanın büyük kapılarından biri de cimrilik ve fakirlikten korkmaktır. Zira insanı infak etmekten ve sadaka vermekten, ancak cimrilik ve fakirliğin korkusu meneder. İnsanı azık edinmeye, mal biriktirmeye ve elem verici azaba davet eden cimriliktir. İstifçiler için Kur'ân'ın buyurduğu gibi, va'dedilen de budur.
Hayseme b. Abdurrahman57 der ki: Şeytan şöyle dedi:
Eğer Âdem oğlu beni bir defa mağlup ederse de, kesinlikle üç şeyde beni mağlup edemez:
1. Ona malı, hakkı olmayan yerden edinmeyi emrettiğim,
2. Malı, hakkı olmayan yere infak etmesini emrettiğim ve,
3. Malı, hakkından menetmeyi emrettiğim zaman. Yani almasına müstehak olmadığı bir yerden almayı, müstehak olmayan bir kimseye infakı ve müstehak olan bir kimseden menetmeyi kendisine emrettiğim zaman, bana muhalefet etmez.
Süfyân es-Sevrî der ki: -'Şeytanın, fakirlik korkusu kadar keskin bir silahı yoktur. Ne zaman onun bu vesvesesi kabul edilirse, bâtıla başlar, hakkı meneder, hevâ-i nefisle konuşur ve rabbi hakkında kötü zanlara kapılır!'
Cimriliğin âfetlerinden biri de mal toplamak için pazarlardan ayrılmamaya heves etmektir. Oysa pazarlar, şeytanların yuvalarıdır, daimî olarak şeytanlar orada merkez kurarlar. Oradan ayrılmayan bir kimse aldatılabilir. Nitekim Ebû Umâme Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:
İblis yeryüzüne indiği zaman şöyle dedi:
-Ya rabbî! Beni yeryüzüne gönderdin ve beni rahmetinden uzaklaştırdın. O halde bana bir ev ver.
-Senin evin hamamlardır.
-Yarab! Bana bir meclis ver!
-Senin meclisin çarşılar, pazarlar ve yol kavşaklarıdır.
-Yarab! Bana bir yemek ver.
-Senin yemeğin, üzerine Allah'ın ismi anılmayan yemektir.
-Yarab! Bana bir içki ver!
-Senin içkin, aklı gideren her türlü şeydir.
-Yarab! Bana bir müezzin ver!
-Senin müezzinin 'ınizmar' denilen çalgı aletleridir.
-Yarab! Bana bir Kur'ân ver!
-Senin Kur'ân'ın şiirdir.
-Yarab! Bana bir kitap ver!
-Senin kitabın derilere yapılan dövmelerdir.
-Yarab! Bana bir hadîs ver!
-Senin hadîsin yalandır.
-Yarab! Bana avlanma aletleri (tuzaklar) ver.
- Senin avlanma aletlerin (tuzakların) kadınlardır!58
Şeytanın büyük kapılarından biri de mezhepler, hevâ-i nefisler için gösterilen taassub ve hasımlara karşı kin gütmek, onlara istihza ve istihkâr gözüyle bakmaktır. Bu hareketler, hem âbid, hem de fâsık kimseleri felâkete götüren hareketlerdir! Zira halkı ayıplamak, onların eksikliklerini zikretmekle meşgul olmak, tabiatta yaratılmış yırtıcı sıfatlardan bir sıfattır. Ne zaman şeytan, insanoğluna bunun hak olduğunu hayâl ettirirse ve bu da insanoğlunun tabiatına uygun ise, bunun tadı insanoğlunun kalbine galip gelir. İnsanoğlu bütün himmetiyle bununla meşgul olur, bununla sevinir, övünür: Böylece din hakkında gayret sarfettiğini sanır. Oysa şeytanların arkasına takılıp gitmektedir! Onlardan birisini görürsün ki Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) için ifrat derecede taassub gösterir, onu sever görünür. Oysa haram yer, gereksiz sözlerle ve yalanla dilini meşgul eder, fesâdın her çeşidini işler. Eğer Hazret-i Ebû Bekir kendisini görseydi, onun baş düşmanı olurdu. Zira Ebû Bekir Sıddîk'ı seven; onun yolunda giden, onun yaşantısına uyan, onun ağzından çıkanı hıfzeden bir kimsedir. Ebû Bekir Sıddîk'ın (radıyallahü anh) sîretinden biri, fuzulî işler hakkında konuşmak için, ağzına taş koymasıydı. Acaba fuzulî konuşan bu insan Hazret-i Ebû Bekir'i sevdiğini ve onun ahlâkıyla ahlâklandığını nasıl iddia edebilir?
Başka bir fuzulî şey daha görüyoruz ki, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) taassubunu güdüyor. Oysa Hazret-i Ali zühd ve takvası gereği halife olduğu zaman, üç dirheme satın aldığı ve yenlerini bileklerine kadar kestiği bir elbise giymişti. Onu sevdiğini iddia eden bu fâsık ise, ipekli elbiseler giymekte, haramdan kazandığı mallarla süslenmektedir. Buna rağmen Hazret-i Ali'yi sevdiğini iddia etmektedir Oysa kıyâmet gününde onun ilk hasmı Hazret-i Ali olacaktır. Keşke bilseydim, bir insanın aziz ve gözünün nûru olan evlâdını, hayatı olan yavrusunu alıp döven, parçalayan, saçlarını çeken ve makasla etlerini doğrayan bir kimse, bununla beraber nasıl o yavrunun babasını sevdiğini ve onun arkasından gittiğini iddia edebilir? Bu câni insanın, bu babanın yanında durumu acaba nasıl olur? Herkesin malûmudur ki din ve şeriat, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabe nezdinde onların evlatlarından, hatta öz nefislerinden daha sevimlidir. Şer'an günah sayılan şeylere pervasızca dalanlar ise dini yırtıp paramparça edenlerdir. Şehvetlerin makaslarıyla parçalayanlardır. Böyle yaptıklarından dolayı Allah'ın düşmanı ve velîlerinin düşmanı iblis'e yaklaşıyor ve onun sevgisini kazanıyorlar. Acaba bu kimselerin kıyâmet gününde sahabenin ve Allah'ın velî kullarının nezdinde hallerinin ne olacağını ve nasıl karşılanacaklarını tahmin edebilir misin? Hayır! Eğer perde kalksaydı ve bu kimseler, ashâbın Ümmet-i Muhammed'den kimleri sevdiklerini bilseydiler, muhakkak o sahabîlerin isimlerini bile bu kötü fiillerinden ötürü ağızlarına almaktan utanacaklardı. Bütün bu hakikatlerden sonra bil ki, şeytan onlara şu hayali vermektedir: Herhangi bir kimse, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'i sevdiği halde ölürse, ateş ona yaklaşmaz. Şeytan başka birisine de şu hayali vermektedir: Hazret-i Ali'yi sevdiği halde ölen bir kimse için, korku sözkonusu değildir. Oysa Hazret-i Peygamber'i kendisinden bir parça olan kızı Hazret-i Fâtıma'ya (radıyallahü anh) şöyle derken görüyoruz:
Ey Fâtıma! Çalış ve amel et! Muhakkak ki ben Allah'ın azabından zerre kadar sana fayda verici değilim. 59
Hevâ-i nefisten olarak zikrettiğimiz bir misâldir bu. . . İmâm-ı Şâfiî, İmâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed b. Hanbel için taassub gösterenlerin hükmü de böyledir. Diğer imamların müfrit taraftarlarının hükmü de budur. Bu bakımdan herhangi bir kimse müctehid imamlardan birisinin mezhebini takib ettiğini iddia edip o imamın ahlâkıyla ahlâklanmazsa, bu kimsenin kıyâmet gününde en büyük hasmı o mezhebin kurucusu olan imamdır. Zira o İmâm, kıyâmet gününde bu sahtekâra der ki:
Benim mezhebim, çalışmak ve amel etmekti. Sadece dil ile söylemek değildi. Dil ile söylemek ise, hezeyan kusmak için değil, aksine amel etmek içindir. Sen amelde ve ahlâkta bana muhalefet ettiğin ve yürüyüp Allah'a vardığın yolundan ibaret olan mezhebimde bana aykırı hareket ettiğin halde neden yalandan benim mezhebimin mensubu olduğunu iddia ettin?
Evet! Bu kapı, şeytanın giriş noktalarının büyüklerindendir. Şeytan bu noktadan girmiş, âlemin çoğunu helâk etmiş ve böylece Allah'tan az korkan, din hususunda basiretleri zayıflamış bulunan, dünyaya olan rağbetleri oldukça kabaran, yardımcılar edinmeye fazlasıyla haris bulunan ve bunu da ancak taassub yoluyla elde edenlerin eline medreseler teslim edilmiştir! Bu kimseler, bu kötülükleri kalplerinde gizlemekte, şeytanın buradaki hilelerine muttali olmakta ve halkı mütenebbih kılmamaktadırlar. Aksine şeytanın hilesini infaz etmek hususunda, şeytanın vekili olmuşlardır. Böylece halk, bu sathî görüşün üzerinde yürümekte, dinin temel meselelerini unutmuş bulunmaktadır. Böylece hem kendileri helâk oldular ve hem de helâk ettiler. Allah onların da bizim de tevbemizi kabul etsin!
Hasan-ı Basrî der ki: Kulağımıza geldiğine göre İblis şöyle demiştir: 'Ben günahları, Ümmeti Muhammed'in gözünde süslü püslü gösterdim. Fakat onlar benim belimi, tevbe-istiğfar etmek sûretiyle kırdılar. Böylece ben onlara birtakım günahları cilveli bir şekilde gösterdim ki onlar onun günah olduğunu bilmedikleri için ondan istiğfar etmiyorlar. Bu günahlar da hevâ-i nefistir'.
Mel'un doğru söylemiştir. Çünkü Ümmet-i Muhammed, nefsin hevâlarının insanı günahlara çeken sebeplerden olduğunu bilmemektedir. O halde onun için nasıl istiğfar edip af dileyeceklerdir?
Şeytanın büyük hilelerinden biri de mezheplerde ve husûmette insanlar arasında vâki olan ihtilâflarla insanı meşgul edip insana nefsini unutturmasıdır.
Abdullah b. Mes'ud der ki: 'Bir kavim oturup Allah'ı zikretti. Şeytan onları dağıtmak ve o meclisten kaldırmak için geldi. Fakat buna gücü yetmedi. O oturan gruba katılmak üzere ikinci bir grup geldi. Onlar dünya işlerinden konuşmakta idiler ve böylece Allah'ı ananların arasını bozdular. Kalkıp birbirlerine girişip kıyasıya dövüştüler. Oysa bu dövüşenler şeytanın hedefi değildi. Bunlar dövüşürken, Allah'ı ananlar, bu sefer, onları ayırmak için kalkıp meşgul oldular ve böylece meclislerinden dağılıp gittiler. Zaten şeytanın maksadı da bu idi. '
Şeytanın kapılarından biri de okumamış avam tabakasını Allah'ın zâtı, sıfatları ve avamın aklının yetmediği konularda onları düşünmeye zorlamasıdır ki onları dinin esasında şek ve şüpheye düşürsün, Allah'ın münezzeh olduğu hayâlleri onların kafalarına yerleştirsin! O hayâller ki insan onlarla kâfir veya bid'atçı olur. Oysa kişinin kalbine girmiş olan şek ve şüpheden dolayı kişi mesrur ve sevinçli olur. Çünkü kişi, kalbine geleni mârifet ve basiret sanmaktadır ve zanneder ki zekâsı ve fazla aklıyla kendisine keşfolunan bir hakikattir. Bu bakımdan insanların hamakat yönünden en şiddetlisi, akıllı olduğuna en fazla inanandır. İnsanların akıl yönünden en doğrusu, nefsini en şiddetli itham edenidir ve âlimler arasında en fazla soru soranlardır. Hazret-i Âişe Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini nakleder:
Şeytan herhangi birinize gelerek der ki:
-Seni yaratan kimdir?
-Beni yaratan Allahü teâlâ!
-O halde Allah'ı kim yarattı?
Bu bakımdan sizden bir kimse böyle bir vesveseyi hissettiği zaman şöyle desin: 'Ben Allah'a ve onun Rasûlü'ne îman ettim'. Zira böyle demek ve inanmak, o vesveseyi kişinin kalbinden söküp atar. 60
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bu vesvesenin tedavisi hakkında tedkik yapmayı emretmemiştir. Çünkü âlimler değil, halk tabakası bu vesveseyi kalbinde bulmakta ve hissetmektedir. Oysa halk tabakasının vazifesi; îman edip kayıtsız-şartsız Allah'a ve nizamına teslim olmaktır, ibâdet ve geçimiyle meşgul olup, ilmi âlimlere terketmektir. Halk tabakasından olan bir kimsenin zinâ etmesi ve hırsızlık yapması dahi ilim hakkında konuşup fikir beyan etmesinden daha hayırlıdır! Zira ilmi tam mânâsıyla hazmetmeden Allah ve dini hakkında konuşan bir kimse, bilmediği bir noktadan küfre girmiş olur. Tıpkı yüzmeyi bilmediği halde denize atlayan bir kimse gibi. . . Şeytanın inançlar ve mezheplerle ilgili hileleri sayılmayacak kadar çoktur. Biz söylediğimizle sadece bir misâli belirtmek istedik.
Şeytanın kötü kapılarından biri de müslümanlar hakkında su-i zanda bulunmaktır. Nitekim Allahü teâlâ 'Ey îman edenler! Zannın bir çoğundan sakınınız! Muhakkak ki zannın bir kısmı günahtır!' (Hucurât/12) buyurmuştur. Bu bakımdan zanna dayanarak başkası hakkında şer ile hükmeden bir kimseyi şeytan, gıybeti yapılan adamın aleyhinde kışkırtmaktadır ki helâk olsun veya herhangi bir müslümanın hak ve hukukunu yerine getirmekte kusur göstersin veya gereken ikramında gevşeklik edip hakaret gözüyle baksın, nefsini ondan daha hayırlı görsün! İşte bütün bunlar insanı helâk eden âmil ve sebeplerdendir ve bunun için de Allah'ın şeriatı müslümanları itham oklarına hedef tutmayı menetmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: İtham edileceğiniz yerlerden sakınıp korunun!'61 Hatta Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bizzat böyle yerlerden korunmuştur.
Safiye validemiz şöyle anlatır:. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) mescidde îtikâfta bulunuyordu. Ben Hazret-i Peygamber'e gittim ve yanında konuştum. Akşam olunca kalktım odama döndüm. Hazret-i Peygamber de benimle beraber gelerek beni uğurladı. O anda ensardan iki kişi Hazret-i Peygamber'e selâm vererek yanımızdan geçtiler. Bizden uzaklaşan bu iki kişiyi Hazret-i Peygamber geri çağırarak kendilerine şöyle dedi: 'Benim yanımda bulunan kadın zevcem Safiye'dir'. O iki kişi şöyle dediler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz senin hakkında hayırdan başka birşey düşünmemekteyiz'. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Muhakkak ki şeytan, Âdem oğlu'nun bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaşıp cevelân etmektedir ve ben şeytanın sizi hakkımda vesveseye düşürmesinden korktum. 62.
Bak, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bu iki kişinin dinleri hakkında nasıl şefkat göstermiş ve dinlerinin ifsad olmasından kendilerini nasıl korumuştur! Yine bak ki Hazret-i Peygamber, ümmetine ithamdan korunma yolunu göstermek sûretiyle nasıl şefkat göstermiştir ki muttaki ve dindarlığıyla tanınan âlim kişi dahi gevşeklik göstermesin ve demesin ki: 'Benim gibi âlim kişinin hakkında hayırdan başka birşey düşünülmez'. Böylece nefsine aldanıp mağrur olmasın. Çünkü insanların en muttakîsi ve en bilgini olan bir kimseye dahi bütün insanlar aynı gözle bakmamaktadırlar, bir kısım insanlar rıza, bir kısım insanlar da kem gözle bakmaktadırlar. Nitekim şair der ki:
Rıza gözü her ayıptan kapalıdır, görmez.
Fakat kem göz çürük tarafları araştırıp meydana çıkarır.
Bu nedenle su-i zandan sakınmak, şerir kimselerin ithamından korunmak farzdır. Çünkü şerir kimseler, bütün insanlar hakkında, şerden başkasını düşünmezler. O halde halkın ayıplarını düşünerek su-i zanda bulunan bir insanı gördüğün zaman bil ki bu insan iç âleminde çirkin ve habis bir insandır ve bil ki dışarıya sızan onun içteki habasetidir. O herkesi kendisinde bulunan sıfatla görmektedir. Çünkü Mü'min bir kimse insanların mazeretlerini, münâfık bir kimse ise ayıplarını araştırır. Mü'minin kalbi bütün insanlar hakkında temizdir.
İşte buraya kadar saydıklarımız, şeytanın kalbe açılan giriş noktalarının bir kısmıdır. Eğer şeytanın bütün giriş noktalarını belirtmeye kalksam buna gücüm yetmez. Bu söylediklerimiz de başka noktalara dikkati çekmek için yeterlidir. Bu bakımdan Âdem oğlunda bulunan her kötü sıfat, şeytanın silâhı ve giriş noktalarından bir noktadır. Eğer "Şeytanı defetmenin ilacı nedir? Acaba burada Allah'ın zikri kâfi midir?
İnsanoğlunun 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' demesi yeterli midir?" diye sorarsan bil ki, bu konuda kalbin ilacı, bütün bu giriş noktalarını, kalbi bu kötü sıfatlardan temizlemek sûretiyle kapatmaktır. Bunun izahı pek uzun sürer. Oysa eserin bu bölümünde bizim hedefimiz öldürücü sıfatların ilacını beyan etmektir. Bu sıfatların herbiri -ileride izah edileceği gibi- müstakil bir esere muhtaçtır.
Evet! Bu sıfatların temelleri kalpten sökülüp atıldıktan sonra şeytan durmaksızın kalbe uğrar ve geçer. Artık orada şeytanın durabilme imkânı sözkonusu değildir. Bu durumda şeytanı oradan geçmekten meneden Allah'ın zikri olur. Çünkü zikrin hakikati ancak kalp, takva ile tamir edildiği ve kötü sıfatlardan temizlendiği takdirde mümkün olabilir, Aksi takdirde zikir, nefsin konuşmasından fazla birşey ifade etmez. Kalpte müsbet olarak herhangi bir tesiri bulunmaz ve böylece şeytanın tasallutuna mâni olamaz! Bunun için de Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman Allah'ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar, doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile. . . (A'raf/201)
Allahü teâlâ bu durumla, muttaki bir kimseyi tahsis etmiştir. Bu nedenle şeytanın misâli, aç olan ve sana yaklaşmak isteyen bir köpeğin durumuna benzer. Eğer senin önünde ekmek ve et yoksa ona 'hoşt' demek sûretiyle köpek geri çekilir, sadece 'hoşt' demek onu ürkütür.
Eğer önünde et varsa, o da acıkmış bir durumdaysa, sadece hoşt demekle geri çekilmez ve ete saldırır. Bu bakımdan şeytanın azığından boş olan bir kalpten şeytan sadece zikirle uzaklaşır. Şehvet kalbe galip geldiği zaman, zikrin hakikatini kalbin etrafına kaydırır ve böylece zikir kalbin merkezinde istikrar bulmaz ve şeytan gelip kalbin merkezinde karar kılar. Hevâ-i nefis ve kötü sıfatlardan tertemiz ve boş bulunan muttaki kimselerin kalplerine gelince, şeytan bu kalplere şehvet vardır diye değil de zikirden gâfil olduğu için ansızın gelmektedir. Ne zaman bu kalbin sahibi zikre dönüş yaparsa, şeytan geri çekilir. Bunun delili şu ayettir:
Kur'ân okumak istediğin zaman, hemen o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! (Nahl/98)
Zikir hakkında vârid olan diğer ayet ve hadîsler de yukarıdaki ayet gibi bunun delilidirler.
Ebû Hüreyre der ki:) Mü'min bir kimse ile kâfir bir kimsenin şeytanı bir araya geldi. Görüldü ki kâfirin şeytanı semiz, oldukça dolgun ve giyinikti. Mü'minin şeytanı ise zayıf, pejmürde, tozlu topraklı ve çırıl çıplaktı. Kâfirin şeytanı Mü'minin şeytanına şöyle sorar: 'Sen neden böyle zayıfsın?' Mü'minin şeytanı şöyle cevap verir: 'Ben öyle bir kişi ile bulunuyorum ki yediği zaman besmele çekiyor, böylece ben aç kalıyorum. İçtiği zaman besmele çekiyor, böylece ben susuz kalıyorum. Giydiği zaman besmele çekiyor, böylece ben çıplak kalıyorum. Saçını sakalını yağladığı zaman besmele çekiyor, böylece benim saçım sakalım pejmürde kalıyor'. Kâfirin şeytanı bunları dinledikten sonra şöyle söyler: Takat ben öyle bir kimse ile beraberim ki bunlardan hiçbirini yapmaz. Ben onun yemesinde, içmesinde ve giyiminde ortağıyımdır'.
Muhammed b. Vâsî hergün sabah namazından sonra şu duayı okurdu:
Ey Allahım! Sen bize ayıbımızı bilen, gerek kendisi, gerek kabilesi bizim tarafımızdan görülmediği halde bizi gören bir düşmanı musallat kılmışsın. Ey Allahım! Sen o şeytanı rahmetinden ümitsiz, affından nasipsiz kıldığın gibi, onu bizden de ümitsiz kıl. Onunla rahmetinin arasını uzaklaştırdığın gibi bizimle onun arasını da uzaklaştır. Muhakkak sen herşeye kâdirsin!
Râvi der ki: Günün birinde cami yolunda şeytan Muhammed b. Vâsî'ye göründü ve kendisine dedi ki:
-Sen beni tanıyor musun?
-Sen kimsin?
-Ben İblisim!
-Ne istiyorsun ey İblis?
-Benim isteğim, senin hergün sabah namazından sonra okuduğun bu sığınma duasını hiç kimseye öğretmemendir ve ben de bundan böyle sana karışmayacağım.
-Vallahi! Bu istiâze duasını, öğrenmek isteyenden esirgemem. Sen de elinden geleni yap!
Abdurrahman b. Ebi Leylâ'dan şöyle rivâyet ediliyor: Bir şeytan Hazret-i Peygamber'e, elinde ateşten bir köz olduğu halde gelir. Hazret-i Peygamber namaz kıldığı zaman, o da Hazret-i Peygamberin önünde dikilir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber istiâze eder buna rağmen şeytan gitmez. Bunun üzerine Cebrâil (aleyhisselâm) , gelip Hazret-i Peygamber'e şöyle der:
De ki: 'Allah'ın kelimelerini ne doğru, ne fâsık ve ne de fâcir bir kimse geçemez, onların hürmetine, yere giren ve yerden çıkan, gökten inen ve göğe yükselen şeylerin şerrinden, gece ve gündüzün fitnesinden, gece ve gündüzde ansızın gelip kapıyı dövenin şerrinden Allah'a sığınıyorum. Ancak hayır ile gelip kapıyı döven müstesnadır. Ya rahman!
Hazret-i Peygamber bu duayı okudu ve böylece şeytanın elindeki köz söndü ve şeytan da yüz üstü yere serildi.
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) der ki: Bana şöyle haber verildi: Cebrâil (aleyhisselâm) , Hazret-i Peygamber'e geldi ve dedi ki: 'Cinlerden bir ifrit sana hile yapmak istiyor! Bu bakımdan sen yatağına girdiğin zaman Ayet'el-Kürsî'yi oku!' 64
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Şeytan bana geldi ve benimle mücadele etti. Bunun üzerine ben onun gırtlağına sarıldım. Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim, onun dilinden akan suyun serinliğini, elimin üzerinde hissetmedikçe gırtlağını bırakmadım. Eğer kadeşim Süleyman'ın duası olmasaydı o, mescidde upuzun bir şekilde sabahlayacaktı!65
Ömer (radıyallahü anh) bir yola giderse, muhakkak şeytan o yolu değiştirip başka bir yola gider. 66
Bunun hikmeti şudur: Ashâb-ı kirâmın kalpleri şeytanın mer'asından ve şehvetlerden tertemizdi. Bu bakımdan şeytanın senden uzaklaşmasını, mücerred zikir ile sağlamayı Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) sağladığı gibi sağlamak istersen, bu isteğin muhâldir ve sen âdeta kaba maddelerden mideyi boşaltmadan önce ilaç içmek isteyen bir kimseye benzemiş olursun. Oysa mide, kaba yemeklerle doludur. Buna rağmen midesini boşalttıktan sonra ilacı alıp da fayda gören bir kimse gibi, ilacın kendisine fayda vermesini ümit eder. Zikir ise ilaçtır, devâdır. Takva ise mideyi kaba maddelerden boşaltmak mânâsına gelen ihtima, yani kalbi şehvetlerden boşaltmaktır. Bu bakımdan zikir, temizlenmiş bir kalbe indiği zaman, yemeklerden boşalmış mideye ilacın inmesiyle hastalığın ortadan kalktığı gibi, şeytan ortadan kalkar ve uzaklaşır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır.
(Kaf/37)
O şeytan hakkında şöyle hüküm verilmiştir: Kim onu dost edinirse, 'muhakkak bu o kimseyi saptırır ve cehennem azabına götürür! (Hac/4)
Ameliyle şeytana yardım eden bir kimse şeytanın yardımcılarından ve dostlarındandır, diliyle Allah'ı zikretse bile. . . Eğer "Mutlak bir şekilde 'zikir şaytanı kovar' diye bir hadîs vârid olmuştur" dersen, bu takdirde şeriatın umumî ahkâmının çoğunun din âlimlerinin naklettikleri birtakım şartlarla ilgili olduğunu anlayamamışsın demektir! Bu bakımdan nefsine bak! Çünkü işitmek, gözle görmek gibi değildir. Düşün! Senin zikrin ve ibadetinin zirvesi namazdır. Namazda olduğun zaman kalbini murâkabe et! Bak şeytan onu nasıl çarşı ve pazarlara çekmektedir. Âlemin hesabına nasıl kaydırmaktadır! İnatçı kimselerin, cevabına nasıl götürmektedir! Hatta sen dünyanın fuzulî meselelerinden unuttuklarını bile namazda hatırlarsın ve şeytan namaza başladığın zaman senin kalbini karıştırıp saldırır.
Bu bakımdan namaz kalplerin mihenk taşıdır. Namazı kılarken kalplerin iyilikleriyle kötülükleri belirir. O halde dünya şehvetleriyle ağzına kadar dolu bulunan kalplerden namaz kabul olunmaz. Şek ve şüphe yok ki şeytan senden uzaklaşmaz. Aksine çoğu zaman vesvesene vesvese katar. Tıpkı mide boşaltılmadan önce alınan ilacın fayda vermemesi, üstelik hastalığın üzerine hastalık getirmesi gibi. . . Eğer sen şeytandan kurtulmayı istiyorsan takva yoluyla manevî mideyi boşalt. Sonra hemen onun akabinde zikir ilacı ile tedavi ol! Böylece şeytan, Hazret-i Ömer'den kaçtığı gibi senden kaçacaktır. Bu sırra binaen Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: 'Allah'tan kork! Gizlide şeytanın dostu olduğun halde, açıkta ona küfretme. '
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'İyilik yapanı iyiliğiyle tanıdıktan sonra, ona karşı isyan eden şeytanı saldırganlığıyla tanıdıktan sonra o mel'una itâat eden bir kimse ne acaiptir? Böyle bir kimsenin haline şaşmamak mümkün değildir'. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Beni çağırınız, size cevap vereyim. (Mü'min/60)
Oysa sen Allah'ı çağırıyorsun, o sana cevap vermiyor ve Allah'ı andığın halde şeytan senden kaçmıyor. Zira zikrin ve duanın şartları ortada yoktur!
İbrahim b. Edhem'e şöyle denildi: "Neden biz Allah'a dua ediyoruz da Allah bizim duamızı kabul etmiyor. Oysa Allahü teâlâ 'Beni çağırınız! Sizin duanızı kabul edeyim' buyurmuştur". İbrahim b. Edhem cevap olarak 'Çünkü sizin kalpleriniz ölüdür de ondan' dedi, 'Acaba kalplerimizi öldüren nedir?' diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: 'Kalplerinizi öldüren sekiz haslettir:
1. Siz Allah'ın hakkını biliyorsunuz, fakat yerine getirmiyorsunuz.
2. Kur'ân'ı okuyorsunuz, fakat onun emirlerini tatbik etmiyorsunuz.
3. 'Biz Hazret-i Peygamberi seviyoruz' diyorsunuz, fakat sünnetine göre amel etmiyorsunuz.
4. 'Ölümden korkarız' diyorsunuz, fakat ölüm için hazırlık yapmıyorsunuz.
5. Allahü teâlâ 'muhakkak şeytan sizin için düşmandır, Bu bakımdan siz de onu düşman edinin' (Fatır/6) buyurmuştur. Siz ise günahlar hususunda şeytana uyuyorsunuz.
6. 'Biz ateşten korkuyoruz' diyorsunuz, oysa bedenlerinizi ateşte helâk ediyorsunuz.
7. 'Biz cenneti seviyoruz' diyorsunuz, oysa cennet için hiçbir amelde bulunmuyorsunuz.
8. Yataklarınızdan kalktığınız zaman, ayıplarınızı sırtınızın arkasına atıyorsunuz. Halkın ayıplarını getirip önünüze seriyorsunuz. Böylece rabbinizi gazaba getiriyorsunuz! Acaba durum böyle iken rabbiniz sizin duanızı nasıl kabul edecektir?'
Eğer 'İnsanoğlunu çeşitli günahlara çağıran şeytan bir midir veya birkaç tane midir?' dersen, bil ki muamele ilminde bunu bilmeye ihtiyaç yoktur. Bu bakımdan sen düşmanı püskürtme yollarını ara, düşmanın sıfatlarını öğrenmeye çalışma, sebze nereden geliyorsa ye ve sebze tarlasını sorma! Fakat basiret nûruyla haberlerin delillerinde görülen şudur: Şeytanlar donatılmış hazır bir ordudur ve her çeşit günahın özel bir şeytanı vardır. İnsanoğlunu o günaha o davet eder. Basiretin yolunu izah etmek uzun sürer. Bu bakımdan bizim zikrettiğimiz miktar sana kâfidir. Şöyle ki: Müsebbeblerin değişik olması, sebeplerin değişik olmasına delâlet eder. Nitekim biz bunu ateşin ışığı ve dumanın siyahlığı bahsinde zikrettik.
Haberlere gelince, Mücâhid şöyle demiştir: İblisin beş tane evladı vardır. Onların her birini bir işe tayin etmiş, o iş onun eline verilmiştir. İsimleri şunlardır:
1. Seber
2. A'ver
3. Mısvet
4. Dasim
5. Zelembur
Seber: O, musibetlerin arkadaşıdır. Musibet ânında azabı çağırmaya, yakaları yırtmaya, yanakları yumruklamaya ve cahiliyet âdetlerinin icrasına insanı teşvik etmektedir.
A'ver: O, zinanın arkadaşıdır. Zinayı emreder ve insana güzel gösterir.
Mısvet: O, yalanın arkadaşıdır.
Dasim: O, insanın yanında ailesini ayıplar, onu ailesine karşı kışkırtır.
Zelembur: O, çarşı ve pazarların arkadaşıdır, oraları idare etmektedir. Ondan dolayıdır ki alışverişle uğraşanlar durmadan zulümden şikayet etmektedirler ve başkalarına zulüm yapmaktadırlar.
Namazın şeytanına Hınzeb denir. 67 Abdestin şeytanına Velhan denir ve bu hususta birçok haber vârid olmuştur. 68 Şeytanların çokluğu gibi, melekler de çokturlar. Biz Şükür Kitabı'nda meleklerin çokluğunu, sırrını ve her birinin kendisine mahsus bir işte çalıştığını zikrettik. Ebû Umâme el-Bahilî Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet eder:
Mü'minden, gücü yetmediği musibetleri defetmek için yüzaltmış melek vazifelendirilmiştir. O yüzaltmış melekten yedi tanesi, yazın en hararetli gününde bal çanağının sineklerden korunduğu gibi, gözden musibetleri kovmakla ve gözü korumakla görevlidirler. O melekler insanoğlundan öyle şeyleri uzaklaştırıyorlar ki eğer o uzaklaştırılan şeyler size görünmüş olsaydı, siz insanoğlunu her ovada ve dağda, elini yaydığı, ağzını açtığı halde uzandığını görecektiniz! Eğer insanoğlu göz açıp kapayıncaya kadar kendi nefsine terkedilirse, kesinlikle şeytanlar onu kaparlardı. 69
Eyyub b. Yunus b. Zeyd der ki: 'Bize gelen haberlerde insan çocuklarıyla beraber cin çocuklarının doğacakları, sonra onlarla beraber yetişecekleri bildirilmiştir'.
Câbir b. Abdullah şöyle rivâyet ediyor: Adem (aleyhisselâm) yere indirildiği zaman şöyle dedi:
-Ya rabbî! Şu şeytan ki benimle onun arasında düşmanlık koymuşsun, eğer ona karşı bana yardım etmezsen, benim kendisine gücüm yetmez.
-Senden doğup dünyaya gelen her evlâdının korunması için bir melek görevlendirilecektir.
-Ya rabbî! Fazlasını ver!
-Yapılan günahı bir günah olarak yazacağım. Yapılan bir sevaba karşılık, on veya istediğim kadarını yazacağım.
-Ya rabbî! Daha da artır.
-Tevbenin kapısı, ruh bedende oldukça açıktır.
Bunun üzerine İblis dedi ki:
-Ya rabbî! Sen onu benden daha şerefli kıldın, eğer ona karşı bana yardım etmezsen ona gücüm yetmez!
-Ona verdiğim her evlâda karşılık senin de bir evlâdın olacaktır.
-Ya rabbî! Daha fazlasını ver!
-Onların bedeninde kanın damarlarda dolaştığı gibi dolaşacak, göğüslerini yuva edineceksin!
-Ya rabbî! Daha fazlasını ver!
-Hem insanlardan gücün yettiği kimseleri (şehevî çalgılarla) kaydır ve fenalığa götüren süvari ye piyadelerinle üzerlerine yaygara kopar. Mallarına ve (zina yaptırmakla) evlatlarına ortak ol! Onlara (yalan yere) va'dlerde bulun. 'Fakat şeytan onlara yalnızbir aldanış va'deder'. (îsra/64) :
Ebu'd Derda Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder::
Allahü teâlâ cinleri üç sınıf olarak yarattı. Bir sınıfı yılanlar, akrepler ve yerin haşeratı (sûretindedir) . . . Başka bir sınıf da esen rüzgâr gibidir. Diğer bir sınıf üzerinde ise ceza ve mükâfat sorumluluğu vardır.
Allahü teâlâ insanları da üç sınıf olarak yarattı: Bir sınıf vardır ki hayvan gibidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ki cin ve insanlardan birçoğunu cehhennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, bu kalplerle gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla nasihat dinlemezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Doğrusu daha sapık ve şaşkındırlar. Gâfil olanlar da işte bunlardır'. (A'raf/179)
Başka bir sınıf vardır ki, görünüşleri insan gibidir, fakat ruhları ise şeytanların ruhlarıdır. Başka bir sınıf vardır ki kıyâmet gününde Allah'ın (arşının) gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı o günde Allah'ın (arşının) gölgesindedirler. 70
Vüheyb b. al-Verd der ki: Gelen haberlerde şu vardır: İblis bir ara Hazret-i Zekeriyya'nın oğlu Hazret-i Yahya'ya göründü ve dedi ki: "Ben sana nasihat etmek istiyorum!' Yahya (aleyhisselâm) 'Senin nasihatına ihtiyacım yok, fakat Ademoğulları'ndan bana haber ver!' dedi.
Bunun üzerine İblis şunları söyledi: 'Ademoğulları bizim nezdimizde üç sınıftır: Onlardan bir sınıf- ki bizim için yenilmesi en çetin olan sınıftır- vardır ki, biz onlardan herhangi birini fitneye düşürmek ve kalbine hâkim olmak için yöneldiğimizde o derhal istiğfar ve tevbe eder. Bu bakımdan ondan elde etmiş olduğumuz herşeyi alt üst eder. Biz tekrar onu şüphelendirmeye uğraşırız. O tekrar tevbeye müracaat eder. Kısaca biz ondan ne ümidimizi keseriz ve ne de ihtiyacımızı koparabiliriz. Bu bakımdan onun elinden zahmet çekmekteyiz. Diğer sınıfa gelince, onlar elimizde, çocukların elindeki top gibidirler. Biz dilediğimiz şekilde onları evirip çeviririz. Nefislerini aldatmak hususunda. onlar bizim vazifelerimizi yapmaktadırlar. Üçüncü sınıfa gelince, onlar senin gibi mâsum kimselerdir. Biz onlardan herhangi birşeyi koparmaya muktedir değiliz'.
Soru: Şeytan nasıl olur da bir kısım insanlara görünür, bir kısmına ise görünmez! Acaba herhangi bir sûrette göründüğü zaman o, şeytanın hakikî sûreti midir, yoksa bir misâl midir ki şeytan onunla temessül ediyor? Eğer şeytan hakikî sûreti üzerinde ise nasıl çeşitli suretlerde görünebilir ve aynı anda iki yerde iki başka sûrette nasıl görünebilir? Öyle ki iki ayrı şahıs onu iki ayrı sûrette görebiliyorlar?
Cevap: Melek ile şeytanın iki sûreti vardır. O da hakikî sûretleridir. Onların sûretlerinin hakikati müşahede ile görünmez. Ancak nübüvvet nûrlarıyla görünebilir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Cebrâil'i asıl sûretinde ancak iki defa görmüştür.
Bu görüşme şundan ileri gelmiştir. Hazret-i Peygamber, Cebrâil'den hakikî sûretinde kendisini göstermesini diledi. Cebrâil de Baki'de (Medine'nin mezarlığı) Peygambere görünmeyi va'detti ve böylece Hira'da ona göründü. Gökleri şarktan garba kadar doldurdu. Diğer bir zaman, Mirac gecesinde sidretü'l-müntehâ'nın yanında Hazret-i Peygamber, Cebrâil'i hakikî sûretinde gördü. Çoğu zaman peygamber onu Âdem oğlu sûretinde görüyordu. 71 Bazen Dıhyetu'l-Kelbî'nin sûretinde onu görmekteydi. Çünkü Dıhyetu'l-Kelbî güzel yüzlü bir zattı.
Melekler genellikle mükâşefe ehlinden erbâb-ı kulûbe sûretinin misâliyle görünür. Şeytan, uyanıklık halinde mükâşefe ehline temessül eder ve mükâşefe ehli onu gözüyle görür, kulağıyla konuşmasını dinler. Bu da onun hakikî sûretinin yerine geçer. Nitekim uyku âleminde sâlihlerin çoğuna göründüğü gibi. . . Uyanık iken keşfe mazhar olan zat o kimsedir ki dünya ile duyularının meşguliyeti uyku âleminde olan keşiften onu menetmeyecek bir dereceye varmıştır. Bu bakımdan başkasının ancak uyku âleminde gördüğünü o uyanıklık halinde görür.
Ömer b. Abdülaziz'den şöyle rivâyet ediliyor: Adamın birisi, Allahü teâlâ'dan, şeytanın, Âdem oğlunun kalbindeki yerini kendisine göstermesini istedi. Bunun üzerine uyku âleminde bir insanın cesedini gördü; billûr gibiydi, içi dışından görünüyordu. Şeytanı bir kurbağa sûretinde insanoğlunun sol omuzu üzerinde, omuzu ile kulağı arasında oturduğunu ve ince bir hortumu olduğunu, o hortumu sol omuzdan insanoğlunun kalbine salıverdiğini ve böylece vesveseler yaptığını gördü ve yine gördü ki insanoğlu Allah'ı andığı zaman bu şeytan gerisin geriye kaçıyor.
İşte böyle bir müşahede bazen uyanıklık halinde gözle de olur. Keşif ehlinden bazısı, şeytanı bir leşe konmuş ve insanları o leşe çağıran bir köpek sûretinde görmüştür! Şeytanın önündeki leş dünyanın misâlidir. İşte bu, şeytanın hakikî sûretinin müşahedesi yerine geçer. Zira kalbin, melekût âlemine açılan yönünden şeytanın hakikî sûretinin görünmesi muhakkak lâzımdır. Bu durumda mülk ve şehâdet âlemine açılan yönünde onun eseri doğup meydana gelir. Çünkü biri diğeriyle bitişik ve irtibatlıdır. Biz daha önce kalbin iki yönlü olduğunu, o yönlerden birinin gayb âlemine açıldığını ve gayb âlemine açılan bu yönün ilhâm ve giriş noktası olduğunu ve diğer bir yönünün de şehâdet (dünya) âlemine açıldığını beyan ettik. Bu bakımdan şehâdet âlemine açılan yönde beliren şekil ancak şeytanın hayalî bir sûreti olabilir. Çünkü şehâdet âleminin tamamı hayallerden ibarettir. Ancak hayal, bazen şehâdet âleminin zâhirine bakmaktan his ile hasıl olur.
Bu bakımdan sûretin mânâya uygun olmaması mümkün ve caizdir. Çünkü insan, bazen güzel sûretli bir şahsı görür. Oysa o şahsın iç âlemi habis ve sırrı kabihtir. Çünkü şehâdet âlemi fazlasıyla karışıktır. Kalp sırlarının bâtınları üzerine melekût âleminin pırıltılarından hayalde oluşan şeyler ise, onlar ancak sıfatı hikâye etmekte ve sıfata uygun düşmektedirler. Çünkü melekût âlemindeki sûret, sıfata tâbi ve ona uygundur. Şüphe yok ki kabih mânâ ancak kabih bir sûrette görünür. Bu bakımdan şeytan, köpek, kurbağa, domuz ve benzeri hayvanlar sûretinde görünür. Melek ise güzel sûrette görünür. O halde görünen sûret, mânâların ünvanı ve onların doğru bir yansımasıdır. Bu sırra binaen maymun ve domuz, rüyada görüldükleri zaman kötü bir insana delâlet ederler. Koyun ise, halim ve selîm insana delâlet eder. Böylece rüya ve tabirin bütün kapılarının hükmü bu şekilde yorumlanır. Bunlar acaip sırlardır. Kalbin acaipliklerinin sırlarındandır. Onları belirtmek muamele ilmine uygun düşmez, ancak burada belirtilen miktardan gaye, senin kesinlikle şeytanın erbâb-ı kulûbe göründüğünü tasdik etmen içindir. Melek de böyle bazen temsil ve mukayese yoluyla görünür. Nitekim uykuda olduğu gibi. . . Bazen de hakîkat yoluyla olur. Çoğu zaman mânâyı hikâye eden sûret ile temsil o mânânın misâlidir. Onun aynısı değildir. Ancak o mânâ gözle muhakkak görülür. Onun görünmesi de ancak keşif ehline mahsustur. Keşif ehlinin etrafında uyuyan kimse gibi olanlara değil!
54) Buhârî, Müslim
55) Ebû Dâvud
56) Tirmizî
57) Ebû Sire Yezid b. Mâlik Cafi'nin oğludur. Babası ve dedesi sahabedendi. İbn Main ve Nesâî'ye göre güvenilir bir kimsedir. Çok cömert olduğu söylenmiştir. Hicrî 80 senesinden sonra vefat etmiştir
58) Taberânî, el-Kebir, (cidden zayıf hır isnadla)
59) Buhârî, Müslim
60) Buhârî, Müslim, İmâm-ı Ahmed, Bezzâr, Ebû Yâ'lâ
61) İmâm Irâkî hadisin aslına rastlamadığını kaydetmektedir
62) Buhârî, Müslim
63) İbn Eb'id-Dünya (mürsel olarak)
64) İbn Eb'id-Dünya, (mürsel olarak
65) İbn Eb'id-Dünya, (mürsel olarak)
66) Buhârî, Müslim
67) Müslim
68) Tirmizî
69) İbn Ebt Dünya, Taberânî
70) İbn Eb'id-Dünya, İbn Hıbbân
71) Buhârî, Müslim
Kulun, Kalbin Vesveselerinden, Himmet ve Hatıratından ve Maksudunun Hangi Kısımlarından Muâhaze Edilip-Edilemeyeceğinin izahı
Bu konu, çözülmesi çok zor bir iştir. Bu hususta birtakım âyetler ve (zahirde) biri diğeriyle çarpışan haberler gelmiştir. Bu haberleri telif etmek ancak âlimlerin zekî ve ilimde râsih olanlarına kolaydır. Çünkü Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet edilir:
Ümmetimden, konuşmadıkları veya yapmadıkları takdirde, sadece düşündükleri kötülükler affedilmiştir. 72
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Allahü teâlâ, koruyucu meleklere 'Benim kulum herhangi bir günahı işlemeye kast ve teşebbüs ederse, onu yazmayın. Eğer onu bilfiil işlerse, o zaman bir günah olarak yazın. Eğer kulum bir sevabı işlemeyi kast ve teşebbüs ettiği halde bilfiil işlememişse, onu bir hasene (bir sevap) olarak yazın. Eğer bilfiil işlerse, o vakit on sevap yazın' buyurur. 73
Bu hadîs, kalp amelinin ve günahı işleme teşebbüs ve kasdinin bağışlandığına delildir. Başka bir lâfızda şöyle gelmiştir:
Kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse, fakat buna rağmen işlemezse, ona bir sevap yazılır, kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar sevap yazılır, kim bir günah işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar günah yazılır, kim bir günah işlemeyi kasteder ve bilfiil yapmazsa o günah defterine yazılmaz. Eğer işlerse o zaman yazılır. 74
Başka bir lâfızda da şöyle vârid olmuştur:
Kulum herhangi bir günahı işlemeyi tasarlarsa, onu işlemedikçe ben onu affederim.
İşte bütün bunlar, affa delâlet etmektedirler. Muâhazeye delâlet eden deliller ise şunlardır:
Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da Allahü teâlâ sizi onunla hesaba çeker. Nihayet dilediğini bağışlar ve dilediğine de azap eder. Allah herşeye kâdirdir. (Bakara/284)
Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardından gitme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsra/36)
İşte bu âyet işaret eder ki, kalbin ameli, kulak ve gözün ameli gibi bağışlanmaz.
Şahidliği gizlemeyin kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günah içindedir. Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir. (Bakara/283)
Allah sehven ve kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar. (Mâide/89)
Bizim kanâatimize göre insan bu meseledeki hakîkate, başlangıcından meydana çıkıncaya kadar olan kalp amellerini tafsilâtıyla ihâta etmedikçe vâkıf olamaz.
1. Kalbe ilk gelen şey 'Hâtır'dır. Nitekim kişiye yolda giderken arkasında yürüyen, geri baktığında görebileceği bir kadının sûretinin tahattur etmesi gibi. . .
2. Bakmaya olan rağbetin heyecanıdır. Bu, tabiatta bulunan şehvetin hareketi demektir. Bu hareket 'birinci hâtır'dan doğar. Biz buna 'tabiatın meyli' adını veriyoruz. Birincisine 'nefsin hâdisi' dediğimiz gibi. . .
3. Kalbin 'şunu yapmak uygundur'; yani o kadına bakmak uygundur hükmüdür. Zira tabiat meylettiği zaman, engeller bertaraf edilmedikçe himmet ve niyet harekete geçmez. Çünkü bazen hayâ veya bakmaktan gelen korku engel olur. Bu engellerin yokluğu çoğu zaman düşünce ile elde edilir. Bu hüküm her durumda akıldan gelen bir hükümdür ve buna 'îtikad' adı verilir. Bu hüküm 'hâtır' ile 'meyl'e tâbidir.
4. Dönüp kadına bakmak azmini ve bu azimdeki niyetini sadeleştirmektir. İşte biz buna 'bilfiil himmet, niyet ve kasıt' adını veriyoruz. Bu himmet, bazen zayıf bir başlangıçla olur. Fakat kalp, birinci hâtıra kulak verdiği zaman nefsi cezbetmesi uzadığı takdirde, bu himmet kuvvet kazanır. Sonunda kesin bir iradeye dönüşür. İrâde kesinlik kazandığı zaman, insanoğlu bu kesinlikten sonra bazen pişman olur, o fiili terkeder. Çoğu zaman da bir ârızdan ötürü gaflete dalar, onu ne işler, ne de iltifat eder. Bazen de herhangi bir engel onu geciktirir ve böylece onu işlemesi zorlaşır.
Bu bakımdan burada âza ile işlemezden önce kalbin dört hâl ve durumu vardır:
1. Hâtır (Buna nefsin hadisi adı verilir) .
2. Meyl
3. İtikad
4. Himmet
Hâtır'a gelince, Allahü teâlâ ondan dolayı kişiyi muahaze etmez. Çünkü bu, kişinin ihtiyarına bağlı değildir.
Meyl ve Şehvet'in heyecanı da böyledir. Çünkü bunlar da ihtiyar altına girmezler.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) : 'Ümmetimden düşündükleri kötülükler bağışlanmıştır' hadîs-i şerîfleriyle meyl ve şehvetin heyecanını kastetmiştir. Bu bakımdan nefsin hâdisi nefiste hâsıl olan hâtırattan ibarettir. Bunda işlemek azmi yoktur.
Himmet ile Azm'e gelince, bunlara 'nefsin hâdisi' denilmez. Nefsin hâdisi, Osman b. Maz'un'dan rivâyet edildiği gibidir.
Zira Osman, Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle der:
-Ey Allah'ın Rasûlü! Benim nefsim, eşim Havle'yi boşamamı söylüyor!
Yavaş ol! Muhakkak nikâh benim sünnetimdendir.
-Nefsim bana, kendimi hadım etmemi söylüyor.
Yavaş ol! Benim ümmetimin hadımlaştırılması, oruca devam etmektir.
- Nefsim bana rahiplik etmemi, yani insanlardan uzaklaşıp ibâdete sarılmamı söylüyor.
Yavaş ol! Ümmetimin ruhbanlığı cihad etmek ve hacca gitmektir.
- Nefsim bana et yemeyi terketmemi söylüyor.
Yavaş ol! Muhakkak ben eti severim Eğer onu bulursam yerim. Eğer isteseydim Allahü teâlâ mutlaka bana et yedirirdi. 75
İşte bunlar yapılmasına azim olmaksızın nefiste meydana gelen hâtırattır ve nefis hâdisi dediğimiz budur. Bu sırra binaen Osman b. Maz'un Hazret-i Peygamber ile bunları yapıp yapmaması hususunda istişare etmiştir. Çünkü bu hâtıratla beraber azim ve yapma himmeti yoktur.
Üçüncüsü, yapılmasının uygun olduğuna inanmak ve kalben hükmetmektir. Bu hüküm, ihtiyar ile ıztırar arasında gezmektedir. Yani bazen ihtiyarî, bazen de ıztırarî olur. Buradaki durumlar değişiktir. Bu işin ihtiyarî kısmından insan sorumludur. Iztırarî ve mecburî kısmından sorumlu değildir.
Dördüncüsüne gelince, bilfiil himmet edip kasdetmektir. İnsanoğlu bundan sorumludur. Ancak bilfiil yapmadığı takdirde düşünülür. Eğer Allah korkusundan bırakmış ve bu himmetinden dolayı pişmanlık duymuşsa, bu himmeti kedisine bir hasene olarak yazılır. Çünkü bunu kasdetmek günah, o günahı işlemekten imtina edip bu hususta nefsiyle mücahede etmek ise sevaptır. Tabiatın muvafakatına binaen kasdetmek insanoğlunun Allah'tan tamamen gâfil olduğuna delalet eder. Tabiatın hilafına mücahede edip de o işi yapmaktan imtina etmek ise büyük bir kuvvete muhtaçtır. Bu bakımdan tabiata muhalefetindeki çalışma ve gayreti Allah için amel etmektir. Allah için amel etmekse tabiata mutabık ve uygun bir şekilde şeytana uymaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan kişiye bir hasene yazılır. Çünkü kişinin o günahı işlememekteki gayret ve himmeti, bilfiil onu yapmak hususundaki himmetine galip gelmiştir. Eğer işlemesi, herhangi bir sebepten veya Allah'tan korkarak değil de herhangi bir özürden ileri geliyorsa bu takdirde defterine bir günah yazılır. Çünkü himmeti ve kasdı, kalpten gelen ihtiyarî bir fiildir. Bu tafsilâtın delili Sahîh-i Müslim'de mufassalan rivâyet edilen hakîkattir. Hazret-i
Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur
Melekler dediler ki: 'Yârab! O senin kulun yok mu? O bir günâhı işlemeyi irade ediyor', Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Onu gözetleyin! Eğer o, o gün kasdettiği günâhı işlerse, işlediği günâhın bir mislini onun defterine yazın. Eğer terkederse, terkettiği o günâhı kendisi için bir hasene olarak kaydedin. Çünkü o günâhı benim hatırım için terketmiştir. '76
Allahü teâlâ 'Eğer o günâhı işlemezse' sözüyle, 'Onu Allah için terkettiğini murad etmiştir. Ama fâhiş bir fiili işlemeye kesinlikle azmeder, sonra o fâhiş fiili işlemek bir sebep veya gafletten ötürü kendisine zorlaşırsa, bu takdirde kendisine nasıl bir hasene yazılabilir.
Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İnsanlar ancak niyetleri üzerine haşrolunurlar.
Oysa biz biliriz ki, geceleyin bir müslümanı öldürmeye veya bir kadınla zina etmeye azmeden bir kimse, o gece ölürse günâhı üzerine ısrar ettiği halde ölmüş olur ve niyeti üzerine haşredilir. Oysa bu kişi, bir günâhı işlemeyi kasdetmişse de bilfiil işlememiştir. Bu husustaki kesin delil, Hazret-i Peygamberden rivâyet edilen şu hadîs-i şeriftir:
İki müslüman kılıçlarıyla çarpıştıkları zaman, ölen de öldürülen de ateştedir.
Bu söz üzerine denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü!! Öldüreni anladık! Fakat öldürülenin suçu ne?' Cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Çünkü öldürülen de arkadaşını öldürmeyi kasdetmiştir'.
İşte bu, mücerred irade ile kişinin ateş ehlinden olduğuna delâlet eden bir nasstır. Oysa kişi, mazlum olarak öldürülmüştür. Durum bu iken acaba Allahü teâlâ'nın niyet ve kasıttan ötürü insanları muâhaze etmeyeceği nasıl düşünülebilir? Aksine kulun ihtiyarı dahilinde olan her kastından kul muâhaze edilir. Ancak onu bir sevap ile sildirmişse, hüküm değişir. Azmi pişmanlıkla kırmak sevaptır ve bunun için de böyle yapan bir kimseye bir sevap yazılır. Maksadın herhangi bir sebeple yerine getirilmesi ise sevap değildir
Kalbin hâtıratı, nefsin hâdisi, rağbetin heyecanı ise, bunlar insanoğlunun ihtiyarı dahilinde değildirler. Bunlardan ötürü insanoğlunu muâhaze etmek teklîf-i mala yutak (insanın güç yetiremediği ile insanı mükellef kılıp zorlamak) olur.
Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da Allahü teâlâ sizi onunla hesaba çeker. (Bakara/ 284)
Bu ayet indiği zaman, ashâb-ı kirâmdan bir grup Hazret-i Peygamber'e gelip şöyle dediler:
Biz gücümüz ve tâkâtimizin dışında olan bir emirle mükellef kılındık. Muhakkak hepimizin nefsi kalbin istemediği ve sevmediği şeyleri kendisine söylemektedir. Sonra Allah tarafından bundan dolayı hesaba çekilirse (durumumuz ne olur?)
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Zannederim siz, yahudilerin dediği gibi diyorsunuz: 'Biz dinledik ve isyan ettik'. Sakın böyle demeyin, aksine şöyle deyin: 'Biz dinledik ve itaat ettik'. 77
Bunun üzerine ashâb-ı kirâm 'Biz dinledik ve itaat ettik' dediler. O zaman Allahü teâlâ bir sene sonra kurtuluş ve sevgiyi şu ayet-i celîlesiyle indiriverdi:
Allah, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez! (Bakara/286)
Bu ayetle açıklandı ki kalp amellerinden insanoğlunun ihtiyarı dahiline girmeyen her şeyden insanoğlu sorumlu tutulmaz. İşte şüphenin yüzünden perdeyi kaldırmak budur. Herhangi bir kimse kalpte cereyan eden herşeye nefis hadisi adı verilir zannederse ve bu üç kısım arasında ayrım yapmazsa, elbette bu kimsenin yanıldığına hükmetmelidir.
İnsanoğlu hased, nifak, riyâ, ucub ve kibir gibi kalbin amellerinden ve kalp amellerinin diğer kötülüklerinden nasıl muâhaze edilemez? Aksine kulak, göz, kalp ve bütün bunlardan insanoğlu sorumludur. Eğer kişinin gözü -ihtiyarı olmaksızın- namahrem bir kadına takılırsa, ondan muâhaze edilmez. Eğer ikinci bir defa kendi ihtiyarıyla bakarsa, bu defa sorumludur. Çünkü ikinci bir bakışta muhtardır. Kalbin hâtıratı da böylece bu mecrada seyreder. Hatta kalp muâhaze edilmeye daha uygundur. Çünkü kalp, bütün azaların esasını teşkil eder. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bunu söylerken Hazret-i Peygamber mübarek kalbine işaret etmiştir.
Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a erişmez. Fakat takvânız O'na ulaşır. (Hac/37) )
Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: Günah odur ki kalplere tesir eder. 79)
Sevap o şeydir ki kalp onunla mutmaindir, sana aksine fetva verseler de, sana aksine fetva verseler de. . . 80
Hatta ben derim ki;) kalp, bir şeyin farziyyetine hükmederse ve esasında kalp de burada yanılmışsa, kişi yine bundan dolayı sevap kazanır. Hatta temizlendiğini zanneden bir kimsenin namaz kılması gerekir. Eğer namazı kılıp sonra abdest almadığını hatırlarsa, kılmış olduğu namazdan dolayı sevabı vardır. Eğer hatırlar sonra bırakırsa, o zaman bundan dolayı cezalandırılır. Yatağında bir kadın olsa ve o kadının kendi eşi olduğunu zannetse, onunla yatmaktan dolayı günahkâr olmaz, yabancı bir kadın olsa bile. . Eğer o kadının yabancı olduğunu zanneder, sonra onunla yatarsa, bu fiilinden dolayı günahkâr olur, o kadın kendi eşi olsa bile. . . Bütün bunlar âzâlara değil, kalbe bakılarak verilen hükümlerdir.
72) Buhârî, Müslim
73) Buhârî, Müslim
74) Buhârî, Müslim
75) Hakim-i Tirmizî, Nevâdir'ul-Usûl
76) Müslim
77) Müslim
78) Müslim
79) İlim bölümünde geçmişti.
80) Taberânî, (Ebû Sa'lebe'den)
Zikir Anında Vesveselerin Tamamen Yok Olup-Olmayacağı Meselesi
Kalpleri murakabe eden âlimler, kalbin sıfat ve acaipliklerine bakan müdekkikler bu meselede beş gruba ayrılmışlardır:
1. Bir grup şöyle dedi: Vesvese Allah'ın zikriyle kesilir. Çünkü
Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur.
Allah anıldığı zaman şeytan tahannüs eder. 81 Tahannüs susmak demektir. Sanki şeytan susar!
2. Diğer bir grup 'Vesvese tamamen yok olmaz. Ancak kalpte tesiri olmaksızın cereyan eder. Çünkü kalp Allah'ın zikriyle kaplandığı zaman, vesvese ile müteessir olup etkilenmekten perdelenir. Tıpkı kendi himmet ve maksadıyla meşgul olan bir kimse gibi. . . Zira bu kimse bazen konuşur, fakat ne konuştuğu anlaşılmaz. Her ne kadar onun kulağından bir ses geçiyorsa da' demişlerdir.
3. Başka bir grup dedi ki: 'Vesvese yok olmaz. Eseri de ortadan kalkmaz. Fakat kalbe galebe çalması mümkün olmaz. Sanki uzaktan ve zayıf bir şekilde kalbe vesvese gelir'.
4. Diğer bir grup dedi ki: 'Vesvese, zikir anında bir anda yok olur. Diğer bir anda zikir yok olur, vesvese ile zikrin yok oluşları yakın aralıklarla birbirlerini takip edişleri yakın olduğu için âdeta yarışma halinde oldukları zannedilir. Bu tıpkı yüzeyinde çeşitli noktalar olan bir küre gibidir. Sen o küreyi süratle çevirdiğin zaman o noktaları süratle gezer görürsün ki onlar hareketten ötürü birbirlerine bitişmişlerdir'. Bu grup şeytanın zikir anında sustuğunu bildiren hadîsle istidlal etmişlerdir. Oysa biz, zikirle beraber vesveseyi aynı zamanda müşahede ederiz. Bu bakımdan bunun çıkar tarafı bundan başkası değildir.
5. Diğer bir grup dedi ki: 'Vesvese ile zikir, daimi bir şekilde, kalpte sonu gelmeyen bir yarışma halindedirler. Nasıl insanoğlu bazen aynı halde iki gözü ile iki şeyi görüyorsa, öylece kalbi de aynı halde iki şeyin cereyan merkezi olur'. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her kulun dört gözü vardır ikisi başındadır. Onlarla dünyasının işlerini görür. İki gözü de kalbindedir. Onlarla dininin işlerini görür. 82
Hâris el-Muhâsibî de bu görüşü tercih etmiştir. Bize göre sıhhatli fetva şudur: Bu görüşlerin hepsi de doğrudur. Fakat vesvesenin bütün sınıflarını kapsamaktan uzaktırlar. Bu görüş sahiplerinin her biri vesvesenin bir sınıfına bakıp ondan haber vermiştir. Oysa vesvese birkaç sınıftan ibarettir:
Bir
Birincisi, vesvesenin, hak sûretinde gelmesidir. Zira şeytan bazen hak sûretinde gelerek insanoğluna der ki: 'Lezzetlerle nimetlenmeyi terkediyorsun, oysa hayat uzundur. Hayat boyunca lezzetleri terketmek büyük bir elemdir'. İşte bu vesvese ânında insanoğlu Allah'ın büyük hakkını, büyük sevap ve cezasını hatırladığı ve nefsine 'şehvetleri bırakmak zordur ama ateşe sabretmek bundan daha zordur ve bunlardan muhakkak birisini yapmak lâzımdır' dediği zaman şeytanın vesvesesi yok olur. Yine kul, Allah'ın va'dini ve vaîdini hatırladığı, imanını ve yakînini yenilediği zaman, şeytan susar ve geri kaçar. Zira şeytan ona 'günahları işlemek hususunda sabretmekten ateş daha kolaydır' ve 'Günah insanı ateşe götürmez' diyemez. Çünkü kişinin Allah'ın kitabına îman etmesi, şeytanın böyle söylemesine kulak vermemeyi gerektirir. Böylece vesvese ortadan kalkar. Yine şeytan kişinin amellerini beğenmekle de kişiye vesvese vererek der ki: 'Senin Allah'ı tanıdığın gibi hangi kul Allah'ı tanır? O'na ibâdet ettiğin gibi hangi kul ibâdet eder? Bu bakımdan Allah nezdindeki makamın çok büyüktür!' Böyle bir vesvese ânında kul, marifetinin, kalbinin ve amellerinde kullandığı âzâlarının ve ilminin Allahü teâlâ'nın yarattığı şeyler olduğunu hatırlar, bunu hatırladığı zaman artık bunlarla mağrur olması düşünülemez. Böylece şeytan susar. Çünkü şeytanın ona 'Bunlar Allah'tan değildir' deme imkânı yoktur. Çünkü böyle dediği takdirde, kulun marifet ve îmanı onu şiddetle reddeder, işte bu da vesvesenin diğer bir çeşididir. Mârifet ve îman nûruyla gören ariflerden bu vesvese tamamen kesilir.
İki
İkincisi, vesvesenin heyecan ve şehvetin tahrikinden gelmesidir. Bu tür vesvese kulun yakînen günah olduğunu bildiği ve zann-ı galib ile günah olduğunu zannettiği kısımlara ayrılır. Eğer yakînen günah olduğunu biliyorsa, şeytan şehvetin tahrikine tesir eden heyecanı veremez. Fakat heyecan vermekten tamamen uzaklaşmaz. Eğer günah olduğunu zan ile biliyorsa, bu takdirde bazen müessir olarak kalır, öyle ki onu defetmekte mücâhede etmeye insanoğlu mecbur kalır. Bu bakımdan vesvese mevcuttur. Fakat galebe çalacak vaziyete gelmeden defedilir.
Üç
Üçüncüsü, vesvesenin mücerred hâtırat ve insanoğlunda galip olan hallerin hatırlanmasından olmasıdır. Mesela; namazda namazın dışında birşey düşünmekten gelmesidir. Bu bakımdan kişi zikre yöneldiği zaman bu vesvesenin bir an gidip, başka bir an geri gelmesi, yine gidip yine gelmesi tasavvur edilebilir. Böylece zikir ile vesvese birbirini takip eder ve ikisinin yarışmaları da düşünülebilir. Hatta insanın anlayışı okunanın mânâsını anlamasıyla o hâtıratı birden kapsaması sanki bunların herbiri kalbin başka bir yerinde imiş gibi düşünülebilir. Kalbe gelmeksizin tamamen bu vesvesenin kaldırılması cidden uzak bir ihtimaldir. Fakat muhal değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.
Kim iki rek'at namaz kılıp, o iki rek'at namaz esnasında kalbine dünyanın hiçbir işi gelmez ve vesvese yapmazsa, o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. 83
Eğer vesvesenin tamamının ortadan kaldırılması düşünülmeseydi, Hazret-i Peygamber böyle dermiydi? Ancak vesvesenin tamamen ortadan kalkması, Allah'ın sevgisinin galip gelip aklını kaybetmiş bir kimse gibi olan insan hakkında düşünülebilir.
Zira biz kalbi bir düşman ile meşgul olan kimseleri görüyoruz ki düşmanıyla nasıl mücadele edeceği hususunda uzun bir tefekküre dalmaktadır. Öyle ki düşmamyla yapacağı mücadeleden başka onun kalbine birşey gelmemektedir. Muhabbete dalan bir kimse de böyledir. Bazen kalbiyle mahbubunun muhaveresine dalar. Onun düşüncesiyle gark olur. Öyle ki sevdiğiyle konuşmaktan başka onun kalbine birşey gelmez. Eğer başkası kendisiyle konuşursa dinlemez, önünden başkası geçerse sanki onu görmez. Bir düşmanın korkusu bu derece düşündürürse, mal ve rütbeye karşı harislik ânında böyle bir dalış muhal değil ise, acaba ateş korkusundan, cennete olan iştiyaktan ötürü böyle bir derece neden düşünülmesin? Fakat bu derece, Allah'a ve son güne îman etmek (çoğu insanlarda) zayıf olduğu için pek nadir görülen bir derecedir.
Sen bu kısımları ve vesvesenin bu sınıflarını güzelce düşündüğün zaman bileceksin ki, daha önce beyan ettiğimiz mezhep ve meşreplerin herbirinin bir yönü vardır. Fakat bu hususî bir yere aittir. Kısacası bir anda veya bir saatte şeytandan kurtulmak uzak bir ihtimal değildir. Fakat ömür boyu şeytandan kurtulmak cidden uzak bir ihtimaldir ve varlık âleminde muhaldir. Eğer herhangi bir şahıs hâtırat ve rağbeti tahrik etmekten ötürü meydana gelen şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olsaydı mutlaka Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kurtulurdu. Oysa rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber namazın içinde sırtındaki elbisenin nişanlarına baktı. Selâm verdiği zaman, o elbiseyi sırtından çıkarıp attı ve şöyle dedi: 'Bu elbise beni namazda meşgul etti' ve devamla şunları söyledi:
Bunu Ebû Cehm'e götürün. Bana Ebû Cehm'in enbicaniye'sini (bir nevi elbise) getirin'. 84
Yine Hazret-i Peygamber'in parmağında bir altın yüzük bulunuyordu. Minberde hutbe okurken o altın yüzüğe baktı. Sonra onu çıkarıp attı ve dedi ki: 'Bir ona, bir de size bakıyorum'. Hazret-i Peygamber'in böyle yapması, şeytanın vesvesesinden ileri geliyordu. Şeytan bakışın lezzetini altın yüzüğe ve elbisenin nişanına tahrik etmek sûretiyle bu vesveseyi yaptırıyordu. Bu hâdise, altın haram edilmezden önce olmuştur ve bunun içinde Hazret-i Peygamber, önce yüzüğü parmağına takmış, sonra da çıkarıp atmıştır. Bu bakımdan dünya malından gelen vesvese, ancak onu atmakla, ondan ayrılmakla sona erer. Kişi ihtiyacından fazla bir şeyi mülk edindikçe -velev ki bir dinar olsun- şeytan onu namazında o dinar hakkında düşünmeye sevkederek vesveseden boş bırakmaz. 'O dinarı nasıl harcayacağı, kimse onu görmesin diye onu nasıl gizleyeceği veya onu gösterip de başkasına karşı onunla nasıl övüneceği' gibi vesveseler onun yakasını bırakmaz! Bu bakımdan tırnağını dünyaya batıran ve bununla beraber şeytanın hilelerinden kurtulmak isteyen bir kimse, âdeta tepeden tırnağına kadar bala dalmış, sonra sivrisineklerin gelip bedenine konmayacağını sanmış bir kimse gibi olur, bu ise muhaldir. O halde dünya şeytanın vesvesesi için büyük bir kapıdır ve vesvesenin bir tek kapısı yoktur, aksine birçok kapısı vardır.
Hükemadan birisi şöyle demiştir: 'Şeytan günahlar yönünden Âdem oğlu'na başvurur. Eğer Âdem oğlu bu yönden kendisine itaat etmezse, nasihat yönünden ona gelir, onu bir bid'ate götürünceye kadar devam eder. Eğer burada da Âdem oğlu şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine sakınma ve takva yönünden şiddete başvurmayı emreder. Öyle ki insanoğlu haram olmayan şeyleri bile haram bilir, eğer burada da şeytana itaat etmezse şeytan onu abdest ve namazından şüpheye düşürür. Öyle ki, vesveseli kimse ilmin dairesinden çıkar, eğer burada da şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine iyi amellerini hafif gösterir. Hatta insanlar onu sabırlı ve iffetli olarak görürler. Kalpleri ona meyleder. Bu sefer o da nefsine mağrur olur ve böylece helak olup gider! Bu durum meydana geldiği zaman ihtiyaç oldukça katılaşır. Çünkü bu, derecelerin sonudur ve şeytan bilir ki eğer bu kul bu dereceyi de geçerse, yakasını kendisinin elinden kurtarıp cennete varacaktır'.
81) İbn Eb'id-Dünya, İbn Adiyy
82) Deylemî
83) Namaz bölümünde geçmişti.
84) Daha önce geçmişti