İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | KİBİR VE UCBUN (Kendini Beğenmişliğin) KÖTÜLÜĞÜ

 Giriş

Giriş

Hâlık, Bârî, Musavvir, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir ve Âlî olan Allah'a hamdolsun! O öyle bir âlî ki O'nu cömertliğinden hiç kimse düşüremezO öyle bir cebbâr ki her Cebbâr ve diktatör O'nun azameti önünde zelîl kalırHer mütekebbir, O'nun izzeti önünde miskin ve mütevazi olurO, kendisini irade ettiği hedeften hiçbir mâninin çeviremediği bir kahhârdırÖyle zengin ki ne ortağı var, ne de şerîki. . . Öyle bir kâdir ki, O'nun celâl ve azameti insanların gözlerini kamaştırmıştırO'nun istila ve istivası yüce arşı kahrının altına almıştırO'nun övgüsü, peygamberlerin lisanlarını hasr altına almıştırO'nun kudretinin hududunu, O'nun övgüsünü sonuna kadar saymaktan, O'nun celâlinin hakikatinin vasfını yapmaktan âciz olduklarını melekler ve peygamberler itiraf etmişlerdirO'nun izzet ve yüceliği Kisraların belini kırmıştırO'nun azamet ve kibriyası, Kayserlerin elini kısaltmıştırBu bakımdan azamet O'nun abâsı, kibriya O'nun ridasıdırKim azamet ve kibriya hususunda O'nunla cedelleşirse, ölüm hastalığıyla onun belini kırar ve o kırılışı tedavi etmekten kendisini âciz bırakırO'nun celâli (büyüklüğü) yüce ve isimleri her türlü eksiklikten mukaddes ve münezzehdir.

Salât ve selâm, ışığı dünyayı kaplayan bir nûra mazhar olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm) üzerine olsun! Öyle bir nûr ki âlemin bucakları ve ücra köşeleri bile onunla pırıl pırıl parlamakta. . . Allah'ın seçtiği, dost edindiği kimseler olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm) ashâbının ve âlinin üzerine de yarab salât ve selâm eyle! Hazret-i Peygamber, bir hadis-i kudsî de Allahü teâlâ'nın şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Kibriya benim abâmdırAzamet benim izarım. . . Bu bakımdan kim bu iki vasıfta benimle cedelleşirse onun belini kırarım1

Üç haslet helâk edicidirİtâati yapılan cimrilik, peşine takılman hevâ-i nefis ve kişinin nefsini beğenmesi2

Bu bakımdan kibir ve ucub, helâk edici iki hastalıktırMütekebbir ve kendisini beğenen kimseler malûl ve hastadırlarBunların ikisinden de Allah'ın nezdinde nefret edilirBu bölümden gaye helâk edicileri açıklamak olduğundan, kibir ve ucub'un izahı gereklidirÇünkü onlar helâk edicilerin en çirkinlerindendirlerBiz bu konuyu iki bölümde izah edeceğizBir kısmı kibir, diğer kısmı da ucub hakkındadır.

1) Hâkim

2) Bezzâr, Taberânî, Beyhâkî.

29-1

Birinci Bölüm "Kibir"

Bu kısımda kibrin kötülüğü, mağrur olmanın kötülüğü, tevâzuun faziletinin beyanı, tekebbürün hakikatinin ve âfetinin beyanı, kime karşı kibir gösterileceği ve kibrin derecelerinin beyanı, ne ile kibir yapılır, kibre sevkeden sebepler nelerdir, mütevazi kimselerin durumlarının beyanı, kibrin ortaya çıktığı yerlerin beyanı, kibrin tedavisinin, kibir ile nefsi imtihan etmenin, tevazu ahlâkının güzel ve mezmûm kısımlarının açıklaması yapılacaktır.

Kibir'in Zemmi

Âyet-i Kerîmeler

Allahü teâlâ Kur'ân'ın birçok yerinde kibiri ve mütekebbir olan her zorbayı zemmetmiştir.

Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım. (A'raf/146)

İşte Allah her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler. (Gafîr/35)

(Elçiler düşmanlarına karşı Allah'tan) zafer istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.

(İbrahim/15)

Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılarBüyük bir azgınlıkla haddi aştılar; (Furkan/21)

Rabbiniz buyurdu ki: 'Bana dua edin! Duanızı kabul edeyimBana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler küçülmüş olarak cehenneme gireceklerdik(Gafîr/60) Hadîsler

Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan bir kimse cennete giremezHardal tanesi kadar kalbinde îman olan bir kimse de cehenneme girmez3

Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadis-i kudsî de Allah şöyle buyurmuştur:

Kibriya benim ridâm, azamet benim izarımdırBu bakımdan kim bu iki sıfatta benimle ceddelleşirse, perva etmeksizin onu cehenneme atarım.

Ebû Seleme bAbdurrahman şöyle anlatır: Abdullah bAmr ile Abdullah b. Ömer Safa tepesinde bir araya geldilerİkisi de durakladıAmr'ın oğlu geçip gittiFakat İbn Ömer durarak ağladıYanındakiler şöyle sordu:

-Ey Ebû Abdurrahman! Seni ağlatan nedir?

Buna karşılık olarak, Amr'ın oğlu Abdullah'a işaret ederek dedi ki:

-Şu zat beni ağlattıŞu adam Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini söylüyor: 'Kimin kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunursa Allahü teâlâ onu yüzüstü cehenneme atar'4

Kul kendini beğenmek sûretiyle mütekebbirlerden yazılırBöylece onlara isabet eden azap ona da isabet eder5

Cimri, Cebbâr ve kötü ahlâklı olanlar cennete giremez7

En kötü kul o kuldur ki cebreder, saldırır, en yüce olan Cebbâr'ı unuturEn kötü kul, o kuldur ki gururlanır, zorbalık yapar ve yüce olan büyüğü (Allah'ı) unuturEn kötü kul, o kuldur ki, gâfil olur da çürüyüp yok olacağı mezarı unuturNe kötü kuldur o kul ki saldırır zulmeder, başlangıcı ve sonucu unutur7

Sabit'in anlattığına göre 'Falan adamın kibri ne kadar da büyüktür?' denilince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Acaba önünde ölüm yok mu?8

Abdullah bAmr Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Nûh (aleyhisselâm) , sekerata girdiği zaman iki oğlunu yanına çağırdı ve şöyle dedi: "Ben size iki şey tavsiye ve sizi iki şeyden de nehyediyorum: Sizi Allah'a şerik koşmak ve kibirlenmekten nehyediyor, 'lâ ilâhe illâllah' demeyi size tavsiye ediyorumÇünkü eğer gökler ve yerler ve onlarda bulunan şeyler terazinin bir kefesine konsa, 'Lâ ilâhe illâhlah' da diğer kefesine konsa, onun konduğu kefe daha ağır gelirEğer gökler, yerler ve onlarda bulunan varlıklar biraraya gelseler, 'Lâ ilâhe illâllah' da onların üzerine bırakılsa muhakkak 'Lâ ilâhe illâllah' onları kırar ve çökertirSize 'Sübhanallahi ve bihamdihi' demeyi tavsiye ediyorumÇünkü bu, herşeyin duasıdır ve herşey bununla rızıklanır"9

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Cennet o kimseye olsun ki Allah ona kitabını öğretmiş ve o da kitabı öğrendikten sonra mütekebbir olarak ölmemiştir'.

Cehennem ehli, her kaba ve çirkin sözlü, yürürken gururlanan, arkadaşlarına karşı büyüklük taslayan, hırsla mal toplayan, hakkı inkâr eden kimselerdirCennet ehli de yoksul ve zayıflardır10

Bizim yanımızda en sevimliniz ve âhirette bize en yakınınız, ahlâkça güzel olanınızdırNezdimizde en nefret edileniniz ve bizden en uzak olanınız gevezelik yapanlar, alabildiğine avurtlarını doldurarak konuşanlar ve mağrur olanlardır11

Ashâb-ı Kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz Sersarûn ve Müteşeddikûn kelimelerinin mânâsını biliyoruzAcaba mütefeyhekûn kimlerdir?' deyince,

cevap olarak şöyle buyurdu: 'Kibirlenenlerdir'.

Yine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kibirlenenler, kıyâmet gününde paçavra gibi ayaklar altında haşrolunurlar! Ayaklar altında ezilirler. Sonra cehennemde Buleş denilen bir zindana atılırlarCehennem ateşi onları kıskıvrak yakalarOnlar Habel çamurundan içerler. (Habel, cehennem ehlinin cesetlerinden akan sarı sudur) 12

Ebû HüreyreHazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

Cebbâr olanlar ve kibirlenenler kıyâmet gününde saçılmış zerreler hâlinde haşrolunurBunlar Allah'ın nezdinde zelil olduklarından dolayı insanlar tarafından çiğnenirler,13

Muhammed bVâsı14 der ki: Bilal bEbî Burde'nin huzuruna girdim ve kendisine 'Ey Bilâl! Babam babasından, o da Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi rivâyet etti' dedim.

Cehennemde bir vâdi vardırOnun adına hebheb denilirOraya mağrurları yerleştirmek Allah'ın hakkıdır15

'O halde ey Bilâl! Sakın sen o vâdide durdurulacak kimselerden olmayasın!'

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Cehennemde bir köşk vardırMağrur insanları oraya tıkarlar ve kapısı onların üzerine kapatılır16

Ey Allahım! Mütekebbirlerin şişirmesinden sana sığınıyorum17

Kim üç şeyden uzak olduğu halde ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girerO şeyler şunlardır: 'Kibir, borç ve başkasını aldatmaktır18

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sakın hiç kimse bir müslümanı tahkir etmesin; zira müslümanların (mertebece) küçüğü bile, Allah katında büyüktür'.

Vehb şöyle der: Allah, Adn cennetini yarattığı zaman, onu temaşa etti ve şöyle buyurdu: 'Sen her mağrur insana haramsın!7

Ahnef bKay s, Mus'ab bZübeyir ile beraber, Mus'ab'ın yatağı üzerine otururlardıBirgün Ahnef gelirken, Mus'ab ayaklarını uzatmış ve toparlanmamıştıBunun üzerine Ahnef, oturup Mus'ab'ın yüzüne baktı ve şöyle dedi: 'Âdem oğluna şaşıyorum! İki defa sidiğin yolundan çıktığı halde nasıl mağrur oluyor!'

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Âdem oğluna şaşmak gerek! Hergün bir veya iki defa eliyle pisliğini yıkıyor, sonra çıkıp göklerin (ve yerin) cebbârı olan Allah'a karşı baş kaldırıyor!'

Kendi canlarınızda da öyle (Allah'ın birliğini ve kudretini gösteren nice işaretler var) Hâlâ görmeyecek misiniz? (Zâriyat/21)

Bu âyet-i celîlenin tefsirinde 'o alâmet, büyük ve küçük taharetin yoludur' denilmiştir.

Muhammed bAli bHüseyin demiştir ki: 'müslüman bir kişinin kalbine kibirden bir şey girdi mi, ister az, ister çok olsun, o nisbette aklı azalır'.

Süleyman el-Fârisî'ye, beraberinde, sevabın fayda vermediği günahın ne olduğu sorulunca şöyle cevap verdi: 'Kibir!'

Numan bBişr19 minberde şöyle haykırdı: 'muhakkak ki şeytanın oltaları ve ağları vardırMuhakkak ki Allah'ın nimetleriyle kudurmak, Allah'ın vergisiyle böbürlenmek, Allah'ın kuluna karşı mağrur olmak, Allah'a değil de hevâ-i nefse tâbi olmak şeytanın oltasından ve ağlarındandır!'

Allahü teâlâ'dan dünya ve âhirette minnet ve keremiyle af ve âfiyet dileriz.

3) Müslim

4) İmâm-ı Ahmed, Beyhâkî

5) Tirmizî

6) Müslim, Buhârî

7) Tirmizî

8) Beyhakî

9) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Hâkim

10) Müslim, Buhârî

11) İmâm-ı Ahmed

12) Tirmizî

13) Bezzâr

14) Tam adı Muhammed b. Vasil b. Cabir Ahnas'dır. Basralı olan bu zat, güvenilir bir âbiddir. H. 123 yılında vefat etmiştir.

15) Ebû Yâ'lâ, Taberânî, Hâkim

16) Beyhakî

17) İbn Mâce, Ebû Dâvud

18) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce

19) Tam adı Numan b. Bişr b. Sa'd b. Salebe el-Ensarî el-Hazrecî'dir. Hem kendisi hem de babası sahabîdir. Şam, daha sonra da Kûfe valiliğinde bulundu. 64 yaşında iken Humus'da öldürüldü.

Tevazu Ahlâkında Riyazet'in Son Noktası

Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardırFazlalığa kayan tarafına gelince, ona tekebbür adı verilirEksikliğe doğru kayan tarafına ise, hasislik ve zillet adı verilirMûtedil olanına ise tevazu adı verilirDinen övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve tefrit taraflarının ikisi de kötüdürİşlerin Allah katında en sevimlisi normal olanlarıdırBu bakımdan arkadaşlarının önüne geçen mütekebbirdirOnlardan geri kalan mütevazidirYani birşeyi gerektiği gibi yapmış demektir.

Âlim kişinin huzuruna ayakkabı tamircisi girdiği zaman, yerinden kalkıp onu oturtursa, sonra o gittiğinde ayakkabısını düzeltirse, arkasından kapıya kadar giderse, hasislik ve zillet göstermiş olurBöyle yapmak da güzel ve dinen övülen bir hareket değildirAllah katında övülen şey adalettirO da her hak sahibine hakkını olduğu gibi vermektirBu bakımdan bu şekilde akran ve emsaline ve derecesine yakın kimselere tevazu göstermesi uygundur.

Çarşıdaki bir esnafa karşı tevazu göstermeye gelince, bu ayağa kalkmak, konuşurken güler yüz göstermek, isteğine karşı şefkatli davranmak, dâvetine icabet etmek, ihtiyacına koşmak ve benzeri hareketlerle olurNefsini ondan hayırlı görmemek, onun için korktuğundan daha fazla nefsi için korkmakla olur, Bu bakımdan onu tahkir edip, küçük görmemelidir; zira onun sonunu bilmemektedirDurum bu iken tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır: Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılırEğer bu tür tevazu kendisine ağır gelir ve bunu zoraki bir şekilde yaparsa, mütevazi değil, tevazuyu zoraki bir şekilde nefsine tatbik etmiş sayılırGerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o ahlâktan sâdır olurEğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu'yu tefrite götürmüş demektirO vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira Mü'min bir kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yokturBu zilletten kurtulmak için dosdoğru yoldan ibaret olan normal yola dönünceye kadar çaba sarfetmelidirBu ise, gerek tevazu ahlâkında ve gerek diğer ahlâklarda çözülmesi pek güç olan bir durumdurNormal dereceden tefrite doğru kaymak -ki ona temellük (yağcılık) denilir- tekebbür diye isimlendirilen ifrat tarafına kaymaktan daha kolaydırNitekim mal hususunda israf tarafına meyletmenin halk nezdinde, cimrilik tarafına meyletmekten daha güzel olduğu gibi. . . Oysa israfın da, cimriliğin de sonucu kötüdürFakat biri daha fâhiştirAynen bunun gibi gururun sonu tefrit, zilletin sonu da ifrattırBiri diğerinden daha çirkindirDinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektirNitekim bu hem şer'an ve hem de âdetçe böyle bilinmektedirBiz gurur ve tevazu ahlâklarının beyanında bu kadarıyla iktifâ edelim!

Giyinişte ve Yürüyüşte Gösterilen Kibir'in Zemmi Hadîsler

Kibirden ötürü eteğini yerde sürükleyen bir kimseye Allahü teâlâ nazar etmez (iltifat etmez) !20

Bir kişi elbisesine bürünüp sallana sallana gezerken nefsi kendisini ucb'a sevketti, dolayısıyle Allah onu yere batırdıO, kıyâmet gününe kadar yerde deprendikçe deprenir21

Kim gururdan ötürü elbisesini yerde sürürse, kıyâmet gününde Allah ona bakmaz (iltifat etmez)

Zeyd bEslem dedi ki: 'İbn Ömer'in yanına girdimO esnada Abdullah bVâkıd22 sırtında yeni bir elbise olduğu halde İbn Ömer'in yanından geçtiİbn Ömer'in şöyle söylediğini işittim: Ey oğul! Elbiseni biraz yukarıya kaldırYerde sürüme! Zira ben Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini duydum: 'ınağrur olduğundan dolayı elbisesini yerde sürükleyen bir kimseye Allah bakmaz (iltifat etmez) !'23

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birgün avucuna tükürüp parmağıyla dokunarak şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Ey Âdem oğlu! Sen beni mağlûp etmek mi istiyorsunOysa ben seni bunun benzerinden yarattım. Sonra seni geliştirdim ve bu kıvama getirdimO zaman sen nefsine aldanarak iki elbisenin içinde sallana sallana gezdinYer için bir ağırlık oldunMal topladın, hakları menettinTa ki can boğaza gelip dayanıncaya kadarBu sefer de dedin ki: 'ınalımı sadaka vereceğim!' Oysa sadakanın zamanı geçti!'24

Ümmetim mağrur ve kendilerini beğenerek yürüdükleri, kendilerine Fars ve Rumlar hizmet ettikleri zaman, Allah onların bir kısmını diğer bir kısmına musallat kılar25

İbn'ul-Arabî der ki: 'Hadîsin metninde geçen mutayta denen yürüyüş, içinde gurur ve kibir olan yürüyüş demektir'.

Kim nefsinde büyüklük taslar ve yürüyüşünde gururlanırsa Allahü teâlâ kendisinden nefret ettiği halde Allah'ın huzuruna varır26

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebû Bekir el-Huzelî'den27 şöyle rivâyet ediliyor: Biz Hasan'la beraber bulunduğumuz bir anda İbn'ul-Ethem28 yanımızdan geçerek mescidin maksuresine doğru yürüdüOnun sırtında Haz (Deniz koyunu denilen hayvanın yünü) denilen maddeden dokunmuş, bir kısmı diğer bir kısmının üzerine, baldırlarına kadar inen bir cübbe vardıO, sağa sola sallana sallana yürüdüğü için abâsı açılıp kapanıyordu ve baldırları görünüyorduO anda Hasan, ona baktı ve şöyle dedi: 'Öf! Öf! Ne de gururlu! Gururdan ötürü halktan yüzünü çeviriyorSağına soluna bakıyorEy Ahmak! Sen şükrü yapılmamış bir nimet içinde, o nimette Allah'ın emrini tutmadığın, o nimetten dolayı Allah'ın hakkını ödemediğin halde sağına soluna bakıyorsunAllah'a yemin ederim, eğer sizden biriniz, deli bir kimsenin sallanması gibi sallanarak yürürse, onun âzalarının her birinde Allah'ın bir nimeti, şeytanın da bir payı vardır'.

İbn'ul-Ethem bu sözü işittiHasan-ı Basrî'ye gelip özür talebinde bulunduHasan-ı Basrî kendisine 'Benden özür dileme! Rabbine tevbe et! Sen Allahü teâlâ'nın şu emrini işitmedin mi?' dedi.

(Kibirlilerin yaptığı gibi) insanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü Allah büyüklük taslayan övüngeni sevmezYürüyüşünde mütevazi ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir. (Lokmân/18-19)

Hasan-ı Basrî'nin yanından güzel giyimli bir genç geçtiHasan o genci çağırıp kendisine dedi ki: 'Âdem oğlu gençliğine mağrur olup gösterişi severToprağın senin bedenini örttüğünü, amelinle karşı karşıya geldiğini düşün! Rahmet olasıca! Kalbini tedavi et! Zira Allahü teâlâ'nın kullarından isteği, kalplerini ıslah etmeleridir'.

Rivâyet ediliyor ki Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce hacca gittiMağrur mağrur yürürken Tâvus kendisine baktıOnun sırtına dokunarak şöyle dedi: 'Senin bu yürüyüşün; midesi pislikle dolu olan bir kimseye yakışmaz'Bunun üzerine Ömer, özür dileyen bir kimse gibi dedi ki: 'Ey amca! Bu yürüyüşü öğreninceye kadar, bu yürüyüşten dolayı benim bütün âzalarım döğüldü'.

Muhammed bVâsıl mağrur davranan oğlunu gördüYanına çağırıp dedi ki: 'Sen kim olduğunu biliyor musun? Dikkatli ol! Senin anneni iki yüz dirheme satın aldımBabana gelince Allah onun gibisini müslümanlar (arasında) çoğaltmasın!'

İbn Ömer, izarını yerlerde sürüyen bir kişiyi görünce şöyle demiştir: 'muhakkak şeytanın kardeşleri vardır!' Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti.

Rivâyet ediliyor ki, Mutarrıf bAbdillah, el-Muhelleb'i29 Haz denilen maddeden yapılan cübbesine bürünmüş mağrur mağrur yürürken görünce ona şöyle seslendi: 'Ey Allah'ın kulu! Bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki Allah da, Allah'ın Rasûlü de ondan nefret eder'Muhelleb 'Herhalde beni tanıyamadın!' dediMutarrıf 'Evet seni tanıyorum! Senin başlangıcın bir damla menidirSonun da çirkin bir leştirSen de bu iki tarafın arasında pisliği yüklenen birisin!' diye karşılık verdiBu sert çıkışın karşısında Muhelleb, mağrur yürüyüşünü terketti.

Mücâhid 'Sonra da böbürlene böbürlene ehline gitti!' (Kıyâmet/33) ayetinin tefsirinde 'gururlana gururlana ehline gitti demektir' dedi.

Biz kibir ve gururun zemmini zikrettik; şimdi tevazu'nun faziletini zikredeceğizAllah en doğrusunu bilir.

20) Müslim, Buhârî

21) Müslim, Buhârî

22) Tam adı Abdullah b. Vâkıd b. Abdullah b. Ömer b. Hattâb'dır. Bu zat Medineli ve makbul bir zattır. H. 19'da vefat etmiştir.

23) Müslim

24) İbn Mâce, Hâkim

25) Tirmizî

26) İmâm-ı Ahmed, Taberânî, Hâkim

27) Tam adı Ebû Bekr Selmâ b. Abdullah b. Selmâ'dır. Hüzel kabilesinden olan bu zat Basralıdır. H. 67 senesinde vefat etmiştir.

28) Bu tâbir mutlak olarak zikredildiği zaman şerefli, şair, beliğ, hatîb sahâbî Amr b. Edhem'e hamledilir. Fakat Hasan-ı Basrî'nin bir sahabîye böyle demesi uzaktır. Zâhir olan şudur ki; bu söz, yeğenlerinden birine; ya Şeybe b. Sa'd'a, ya Müdmil b. Hakan'a veya Hâlid b. Safvan'a aittir. (İthâfu's-Saâde,VIII/349)

29) Tam adı Muhelleb b. Ebî Safra Azlim b. Şurak el-Ezde'dir. Meşhur idarecilerdendir.

Tevazu'nun Fazileti

Hadîsler

Affetmekten dolayı Allahü teâlâ, kulunu izzet yönünden yükseltirHiçbir kul yoktur ki Allah için tevazu göstersin de Allah onu yüceltmesin!30

Hiçbir kul yoktur ki, onunla beraber iki melek bulunmasın! O kulun ağzında (manevî) bir gem vardırMelekler onu o gemle zaptetmektedirlerEğer kul nefsini yüceltirse o gemi, ikisi birden çekerler. Sonra derler ki: 'Ey Allahım! Onu alçalt!' Eğer mütevazi olursa, şöyle dua ederler: 'Ey Allahım! Onu yücelt!31

Cennet o kimseye olsun ki zillet ve meskenet olmaksızın tevazu gösterirHelâlinden kazandığı malını infak ederZillet ve meskenet ehline merhamette bulunur, Fıkıh ve hikmet ehliyle haşır-neşir olur32

Ebû Seleme el-Medinî, babasından, o da babasından rivâyet ediyorHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kuba'da, oruçlu olduğu halde yanımızda bulunuyorduBiz iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt getirdikO sütün içine biraz da bal koydukSütü tattığı zaman balın tadını hissetti ve şöyle dedi: 'Bu nedir? Biz 'Ey Allah'ın Rasûlü! Süte biraz bal karıştırdık!' dedikBunun üzerine süt bardağını elinden yere koyarak şöyle buyurdu:

Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini haram kılmıyorum. (Fakat) kim Allah için tevazu gösterirse, Allah onu yüceltirKim gururlanırsa, Allah onu alçaltırKim tutumlu hareket ederse, Allah onu zengin ederKim israf ederse Allah onu fakir ederKim Allah'ı daha çok zikrederse, Allah onu sever33

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) evinde birkaç ashâbıyla beraber yemek yerken bir dilenci kapıya geldiDilencide bir aksaklık vardıHazret-i Peygamber, onun içeriye girmesine izin verdiİçeri girince Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onu dizine oturttu. Sonra kendisine yemesini söylediKureyş'ten bir kişi bundan alınarak sıkıldıBilâhare o kişi, o dilenci gibi topal olduktan sonra öldü34

Rabbim beni kul ve rasûl olmak veya sultan ve nebî35 olmak arasında serbest bıraktıBen hangisini seçeceğimde mütereddit kaldım, başımı dostum Cebrâîl'e (aleyhisselâm) doğru kaldırıp bakınca bana 'Rabbine karşı mütevazi ol!' dediBunun üzerine 'Kul ve Rasûl olmayı istiyorum!' dedim36

Allahü teâlâ, Musa'ya (aleyhisselâm) vahiy gönderip şöyle buyurmuştur: 'Ben ancak benim azametime tevazu gösteren, mahlûklarıma karşı büyüklük taslamayan, kalbine korkumu yerleştiren, gününü zikrimle geçiren, benim için nefsini şehvetlerden koruyan kimsenin namazını kabul ederim'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kerem, takva demektirŞeref, tevazu demek, yakîn ise zenginlik demektir37

Mesih Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ne mutlu dünyada mütevazi olanlara. . . Onlar kıyâmette minberlerin sahipleridirlerNe mutlu dünyada insanların arasını bulanlara. . . Onlar kıyâmet gününde Firdevs'i elde ederler. . . Ne mutlu dünyada kalplerini pâk edenlere. . . Allahü teâlâ kıyâmette onlara lûtuf ve merhametiyle bakar.

Allahü teâlâ bir kulu İslâm dinine hidayet ettiği, suretini güzelleştirdiği, kendisini ayıp sayılmayan bir yerde yerleştirdiği ve bununla beraber kendisine tevazu'yu rızık olarak verdiği zaman, bu kul Allah'ın seçtiği (kimseler) dendir38

Dört haslet vardırAllah onları sevdiği kimseye verir: Birincisi sükûtturSükût ibâdetin evvelidir, İkincisi Allah'a tevekkül etmektirÜçüncüsü tevazudurDördüncüsü ise dünya hakkında zühddür39

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet ediyor:

Kul tevazu gösterdiği zaman Allah onu yedinci göğe yüceltir40

Tevazu, kulu yücelik yönünden geliştirirBu bakımdan siz tevazu gösteriniz ki Allah size rahmet etsin!41

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yemek yiyorduBu arada siyah, yüzü çiçekli ve çiçekleri kabuk tutmuş bir kişi çıkageldiAdam kimin yanına otursa, o adam onun yanından kalkıp uzaklaşıyorduHazret-i Peygamber onu yanına oturttu42

Kişinin aile efradının ihtiyacını gidermesi ve nefsinden de kibri defetmesi benim hoşuma gider43

Bir gün ashâbına şöyle buyurmuştur: 'Ne oluyor ki sizin üzerinizde ibâdetin halâvetini görmüyorum?' Ashâb-ı kirâm İbâdetin halâveti nedir?' deyince, Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi: 'Tevazudur'44

Benim ümmetimden mütevazi kimseleri gördüğünüz zaman, onlara tevazu gösterinizMütekebbirleri gördüğünüz zaman onlara karşı kibirleninizÇünkü böyle yapmanız, onlar için zillettir45

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Kul, Allah için tevazu gösterdiğinde Allah onun hikmetini artırır, vekili bulunan melek şöyle der: 'Yücel! Allah seni yüceltsin!' Gururlandığı ve haddini aştığında ise, Allah onu yere batırırcasına alçaltır ve melek ona der ki: 'Alçal! Allah seni alçaltsın!' Bu kimse nefsinde büyük, halkın gözünde küçüktürHatta bu kimse halkın gözünde, domuzdan daha hakirdir!"

Cüreyr bAbdullah el-Bücelî şöyle anlatıyor: Bir ağacın altında ekmek dağarcığını kendisine gölge yapıp yatan bir kişi vardıGüneş dağarcığı geçmiştiBunun üzerine ben dağarcığı onun üzerine örttüm. Sonra kişi uyandıBaktım ki o kişi, Hazret-i Peygamber'in ashâbından Selman-ı Fârisî'dirBen ona yaptığımı söyledimBana nasihat olarak şunu söyledi: 'Ey Cüreyr! Dünyada Allah için tevazu göster! Çünkü dünyada Allah için mütevazi olan bir kimseyi Allah kıyâmet gününde yüceltir! Ey Cüreyr! Kıyâmet gününde ateşin zulmetinin ne olduğunu biliyor musun? O, insanların dünyada bazısının bazısına yapmış olduğu zulümdür!'46

Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'muhakkak sizler, ibâdetin en üstünü olan tevazudan gâfil bulunuyorsunuz!'

Yûsuf bEsbat şöyle demiştir: 'Takvanın azı, ibâdetin çoğunun yerine geçerTevâzunun azı, fazla gayretin yerine geçer'.

Kendisine tevazunun mânâsı sorulduğunda, Fudayl bIyâz şöyle demiştir: 'Tevazu demek, senin hakka karşı alçalman ve hakkı kabul etmen demektirEğer hakkı bir çocuktan veya insanların en cahilinden dinlesen bile kabul etmelisin!'

İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Tevazunun başı dünya nimetinde senden aşağıda olanın yanında nefsini alçaltmandırBöyle yapmakla dünyalığından ötürü bu zata herhangi bir üstünlüğün olmadığını bilmiş olursunDünyalıkta senden üstün olana karşı nefsini yüceltmendir ki onun dünyasından ötürü sana bir üstünlüğü olmadığını öğrenmiş olasın!'

Katâde şöyle demiştir: 'Kime mal veya güzellik veya elbise veya ilim verilirse, o da bu hususta tevazu göstermezse bu nimet, kıyâmet gününde onun için vebâl olur'.

Allahü teâlâHazret-i Îsa'ya şöyle vahiy gönderdi: 'Seni herhangi bir nimetle nimetlendirdiğim zaman o nimeti tevazu göstermek suretiyle karşıla! Bu takdirde o nimeti senin için tamamlarım!'

Kâ'b şöyle der: 'Allah dünyada bir kuluna herhangi bir nimeti ihsan eder, o kul da o nimetten dolayı Allah'a teşekkür eder, o nimetten dolayı Allah'a karşı tevazu gösterirse, muhakkak Allah ona, dünyada o nimetin faydasını gösterir, âhirette o nimetten ötürü derecesini yüceltirAllahü teâlâ dünyada bir kuluna, herhangi bir nimeti ihsan ettiği halde, o kul o nimetin şükrünü edâ etmez ve ondan ötürü Allah'a karşı tevazu göstermezse, Allahü teâlâ dünyada onun faydasını o kuldan menettiği gibi, ona cehennemden bir pencere açarDilerse ona azap eder, dilerse azabından vazgeçer.

Abdülmelik bMervan'a şöyle denildi: 'Kim daha fazla faziletlidir?' Abdülmelik 'Gücü ve kuvveti olduğu halde tevazu gösteren isteği olduğu halde dünyaya karşı zâhidlikte bulunan, muktedir olduğu halde nefsinin yardımını terkeden kişi' diye cevap verdi.

İbn Semmak, Harun Reşid'in huzuruna girip şöyle dedi:

-Ey Mü'minlerin emîri! Şerefinin içinde gösterdiğin tevazu senin için şerefinden daha şereflidir.

-Senin sözlerin ne kadar da güzel!

-Ey Mü'minlerin emîri! Allah'ın yaradılışında bir güzellik, nesebinde bir şeref, malda genişlik ihsan ettiği kişi, güzelliğinde hafif davranır, malından muhtaçlara yardımda bulunursa, o kimse Allah divanında, Allah'ın hâlis velîlerinden yazılır.

Bunun üzerine Hârun Reşid bir kâlem ile kâğıt istedi ve bunu eliyle yazdı.

Süleyman bDâvud (aleyhisselâm) sabahleyin dışarıya çıktığı zaman zenginlerin ve eşrafın yüzüne baka baka yanlarından geçer, fakirlere gelirdiOnlarla beraber oturur ve şöyle derdi: 'Fakir (kendi nefsini kastediyor) fakirlerle beraberdir'.

Biri şöyle demiştir: 'Nasıl ki zenginlerin seni kirli elbiselerle görmelerini istemiyorsan, fakirlerin de seni lüks elbiseler içerisinde görmesini isteme!'

Yunus b, Abîd, Eyyub es-Sahtıyanî ve Hasan-ı Basrî bir araya gelip tevazu meselesini müzakere ettilerHasan onlara dedi ki: Tevazu'nun ne olduğunu bilir misiniz? Tevazu senin evinden çıktığında rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu düşünmendir'.

Mücâhid de şöyle demiştir: Allahü teâlâ, Nûh'un kavmini (Tûfan'da) boğduğu zaman, dağlar yükseldi47 Ancak Cûdi dağı alçaldı ve tevazu gösterdiBu bakımdan Allahü teâlâ onu dağların üzerine çıkardı ve Nûh'un gemisinin onun üzerinde durmasını kararlaştırdı'.

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: Allahü teâlâ, Âdem oğullarının kalbine muttali olduMusa'nın kalbinden -tevazu yönünden- daha kuvvetli bir kalbe rastlamadı ve bundan dolayı da insanlar arasında Musa'yı kendisiyle konuşma şerefine yükseltti'.

Yunus b. Ubeyd Arafat'tan döndüğü zaman şöyle demiştir: "Ben Allah'ın hacılara merhamet etmesinden -eğer ben hacılarla beraber olmasaydım- şüphe etmezdimKorkuyorum ki hacılar benden ötürü rahmetten mahrum olmuş olsunlar'.

Deniliyor ki: 'mü'minin Allah katında en yüce olduğu an, nefsinin katında en alçak bulunduğu andırAllah katında en alçak bulunduğu an da nefsinin yanında en yüce bulunduğu andır'.

Ziyad bAbdullah en-Nemrî dedi ki: 'Tevazuu olmayan zâhid meyvesiz ağaç gibidir!'

Mâlik bDinar şöyle demiştir: "Eğer caminin kapısında dellal ' (Ey camidekiler!) Sizin en kötü olanınız dışarıya çıksın!' diye bağırsaydı, yemin olsun, benden önce kapıya çıkan olmayacaktı.

Ancak benden daha güçlü ve çabuk olduğu için, benden önce dışarı çıkan kişi müstesna!"

Bu söz, İbn Mübarek'in kulağına gittiği zaman şöyle dedi: 'ınâlik, bu mârifetiyle Mâlik olmuştur'.

Fudayl bIyâz şöyle demiştir: 'Riyaseti seven bir kimse ebediyyen iflâh olmaz!'

Musa bAsım şöyle demiştir: "Bizim yanımızda deprem oldu ve kırmızı rüzgâr (âfet) estiMuhammed bMukatil'e gittim ve dedim ki: 'Ey Ebû Abdullâh! Sen bizim imamımızsm! Bizim için Allah'a yalvar!' Bunun üzerine ağlayarak şöyle dedi: 'Keşke sizin helâk olmanızın sebebi ben olmasaydım (bu bana yeterdi) '.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'i rüyamda gördümBana şöyle dedi: 'muhakkak Allah, Muhammed bMukatil'in duası himmetiyle sizden bu felâketi kaldırdı!'

Bir kişi Şiblî'ye geldi, Şiblî kendisine dedi ki: 'Sen necisin?' (Böyle sormak Şiblî'nin âdetiydi ve bunun mânâsı 'senin halin nedir' demektir) Adam, Şiblî'ye

cevap olarak şöyle dedi: 'Ben, B harfinin altındaki noktayım'Bunun üzerine Şiblî ona 'Allah senin şahidini helâk ettiSen nefsine bir kıymet mi veriyorsun?' dedi.

Şiblî konuşmalarının birinde dedi ki: 'Benim zilletim yahudinin zilletini muattal kıldı!'

Deniliyor ki: 'Nefsine kıymet verenin tevazudan nasibi yoktur!'

Ebû Fetih bŞahref den şöyle rivâyet ediliyor: 'Rüyamda Ali bEbî Talib'i gördüm. Ona 'Ya Ebû Hasan! Bana nasihatta bulun!' dedimDedi ki: 'Fakirlerin meclislerinde zenginlere tevazu ne güzel yakışır! Eğer bunu Allah'ın sevabına nail olmak için yapıyorlarsa. . '

Bundan daha güzeli Allah'a güvenerek zenginlere karşı fakirlerin böbürlenmesidir.

Ebû Süleyman ed-Dâranî şöyle demiştir: 'Kul nefsini bilmedikçe mütevazi olamaz!'

Ebû Yezid şöyle demiştir: 'Kul, halk arasında kendisinden daha şerli bir kimsenin bulunduğunu sandıkça mütekebbirdir'Bunun üzerine Ebû Yezid'e denildi ki: 'O halde, kul ne zaman mütevazi olabilir?' Ebû Yezid şöyle cevap verdi: 'Kendine bir makam ve değer vermediği zamanÇünkü rabbini ve nefsini bilmesi nisbetinde insanlar tevazu gösterdiği zaman mütevazi sayılır'.

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Eğer bütün insanlar beni kendi kendimi düşürdüğüm gibi düşürmek hususunda birleşse buna güçleri yetmez'.

İrve bVerd şöyle demiştir: Tevazu, şerefin tuzaklarından biridirHer nimetten ötürü, o nimetin sahibine hased edilirAncak tevazu nimeti bunun dışındadır'.

Yahya bHâlid el-Bermekî dedi ki: 'Şerefli bir insan ibâdet yaptığı zaman tevazu gösterirAlçak bir insan ibâdet yaptığı zaman büyür, gururlanır!'

Yahya b. Muaz 'ınalıyla sana karşı kibirlenenlere karşı kibirlenmen tevazunun ta kendisidir!' dedi.

Deniliyor ki: 'Tevazu, bütün insanlarda güzeldirFakat zenginlerde daha güzeldirKibir bütün insanlarda çirkindirFakat fakirlerde daha çirkindir!'

Deniliyor ki: 'Ancak Allah'a karşı zelilliğini kabullenen bir kimse için izzet vardırAllah'a karşı tevazu gösteren için yücelik, Allah'tan korkan için emniyet, Allah'ın azabından nefsini satın alıp kurtaran için kâr etmek sözkonusudur'.

Ebû Ali el-Cüzcânî (Cürcânî değil) dedi ki: 'Nefis kibir, hırs ve hasedle yoğrulmuşturBu bakımdan Allah kimin helâk olmasını irade ederse, ondan tevazu, nasihat ve kanaati menederAllahü teâlâ bir kimseye hayrı irade ederse, bu hususta ona lütûfta bulunur'.

O halde, kişinin nefsinde kibrin ateşi alevlendiği zaman tevâzu ona yetişirAllah'ın yardımıyla onu söndürür, kişinin nefsinde hasedin ateşi alevlendiği zaman Allah'ın tevfikiyle nasihat ona yetişip onu durdurur, kişinin nefsinde hırs ateşi alevlendiği zaman, Allah'ın yardımıyla beraber kanaat ona yetişir (ve söndürür) .

Cüneyd-i Bağdâdî'den rivâyet edildiğine göre meclisinde bir cum'a günü şöyle dedi: Eğer bana Hazret-i Peygamber'den şöyle dediği rivâyet edilmeseydi sizin için konuşmazdım:

Zamanın sonunda, kavmin önderi en rezilleri olacaktır48

Yine Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Tevhîd ehlinin katında, tevazu, tekebbürdür'.

Umulur ki bu sözden gayesi şudur: Tevazu göstermek suretiyle, kişi nefsini isbatlar, sonra düşürürMuvahhid bir kimse ise, ne nefsini isbatlar, ne onu birşey olarak görür, ne de onu düşürmeye ve yüceltmeye hasret duyar!

Amr bŞeybe'den şöyle rivâyet ediliyor: Ben Mekke'de, Safâ ile Merve arasında bulunuyordumBir katıra binmiş, önünde hizmetçiler olan bir kişi gördümBaktım ki onlar halkı şiddetle uzaklaştırıyorlarBir zaman sonra tekrar dönüp Bağdad'a geldimKöprünün üzerinde iken baktım yalınayak, başı kabak, saçları upuzun bir kişi yanıma geldiDikkatle onu süzdüm ve tedkik ettimO bana 'Sana ne oldu ki beni böyle dikkatle izliyorsun?' deyince, ben cevap olarak dedim ki: 'Seni Mekke'de gördüğüm bir kişiye benzettim de ondan. . . ' Bunun üzerine ben ona Mekke'de gördüğüm kişinin sıfatlarını saydımO bana 'Ben o kişiyim!' dediOna 'Allah sana ne yaptı (ki bu hale gelmişsin?) ' dedimDedi ki: 'Halkın tevazu gösterdiği bir yerde yücelik tasladımBu bakımdan Allahü teâlâ da halkın yüceldiği bir yerde (başkent Bağdad'ı kasdediyor) beni alçalttı'.

Muğîre bMüslim dedi ki: 'Biz emirlerimizi tâzim ettiğimiz gibi, İbrahim en-Nehâî'yi de tâzim eder ve kendisinden korkardıkO şöyle derdi: 'Benim Kûfe'nin fakîhi olduğum şu zaman, ne kötü zamandır!'

Atâ es-Sülemî, gök gürültüsünü duyduğu zaman yerinden kalkar, otururduSanki doğum sancıları çeken bir kadın gibi karnını tutar ve derdi ki: 'Bu yıldırımlar benim hatamdan dolayı size isabet ediyor! Keşke Atâ ölseydi de insanlar rahat etseydi!'

Bişr el-Hafî şöyle demiştir: 'Dünya âşıklarına selâm vermemek suretiyle onları selâmette bırakınız!' Yani onlara selâm vermemek, sizin için, selâm vermekten daha selâmetlidir.

Bir kişi, Abdullah bMübarek için dua etti ve dedi ki: 'Sen neyi umarsan Allah onu sana versin!' Bunun üzerine İbn-i Mübârek o kişiye dedi ki: 'Ummak, mârifetten sonra olur! Mârifet bende ne gezer!'

Kureyşlilerden bir cemaat, günün birinde Selman-ı Fârisî'nin yanında övündülerSelman şöyle dedi: Takat ben necis bir damla sudan yaratıldım. Sonra iğrenç bir leşe dönüşeceğim. Sonra mizana geleceğim, Eğer mizanım ağır basarsa ben şerefliyimEğer hafif olursa ben alçak ve kötüyümdür'

Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Biz keremi takvada, zenginliği yakînde ve şerefi tevazuda bulduk!7

Kerîm olan Allah'tan hüsnü tevfîkini talep ederiz!

30) Müslim

31) Ukaylî, Zuafâ; Beyhakî, Şuab'ul-Îman

32) Begavî, İbn Kaniğ ve Taberî

33) Bezzâr

34) Irâkî bu hadisin aslına rastlamadığını söylemektedir.

35) Rasûl, kendisine müstakil şeriat verilen peygamber demektir. Başka bir tâbirle Rasûl, ümmet sahibi peygamber demektir. Nebî ise müstakil bir şeriata sahip değildir, kendisinden önceki peygamberin şeriatıyla amel eder. Hazret-i Dâvud'un, Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) şeriatıyla amel ettiği gibi.

36) Ebû Yâ'lâ, (Hazret-i Aişe'den) ; Taberânî, (İbn-i Abbâs'tan)

37) İbn Eb'id-Dünya, (mürsel olarak)

38) Taberânî, (mevkuf olarak)

39) Taberânî ve Hâkim

40) Beyhakî

41) İsfehanî, Terğib ve Terhib

42) Irâkî, hadîsi bu şekilde görmediğini kaydeder. Ancak Ebû Dâvud ve Tirmizî Hazret-i Peygamber'in cüzzamlı bir kimse ile oturup yemek yediğini belirten bir hadîs rivâyet etmişlerdir.

43) Hadîs-i Garib'dir.

44) Hadîs-i Garib'dir.

45) Hadîs-i Garib'dir.

46) Ebû Nuaym, Hilye

47) Yani her biri peygamberin ve Mü'minlerin kendi üzerinde durmalarını istedi, ancak Musul'un yakınında bulunan Cûdî dağı böyle bir şerefe kendisinde liyakat görmediğinden o şerefe nâil oldu.

48) Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den)

Kibir'in Hakikati ve Âfetleri

Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılırBâtınî kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettirZâhirî kibir ise, âzalardan çıkan hareketlerdirBâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundurZâhirî hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridirKibir, o hareketleri gerektirirBunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; 'filân adam kibirlendi'Ortaya çıkmadığı zaman denir ki 'Nefsinde kibir vardır'Bu bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktırO da nefsini, kendisine karşı gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir; zira kibir, kendisine karşı kibir taslayan kimseyi ve kibir âfetini gerektirirBöylece ileride geleceği gibi kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın gayrisini gerektirmezEğer insandan başka hiçbir şey yaratılmamış ise, o insanın ucba kapılması düşünülebilirFakat bu takdirde mütekebbir olması düşünülemezAncak başkasıyla beraber olursa ve kemâl sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilirMütekebbir olmak için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür, fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür:

Bu bakımdan ona karşı gururlanmazBaşkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmezÇünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmezMütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidirBu üç şey tahakkuk ettiği anda İnsan oğlunda kibir ahlâkı oluşur.

Bunun mânâsı 'Böyle görmek kibri yok eder' demek değildirAksine bu görgü ile bu inanç artarİnsanın kalbinde bir hazırlanma, bir sarsıntı, bir sevinç ve inandığına yönelme meydana gelirBundan dolayı da nefsinde azizleşirİşte bu izzet, bu sarsıntı ve inanca olan bu yöneliş kibir ahlâkıdırBu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Ben azametin üfürüşünden sana sığınırım49

Hazret-i Ömer de şöyle demiştir: 'Senin, Süreyya yıldızına varacak kadar şişmenden korktum'Bu sözü sabah namazından sonra vaaz vermek için izin isteyen kişiye söylemiştir.

Sanki insan, nefsini bu gözle gördüğü zaman büyür, şişer, galip olduğunu düşünürBu bakımdan kibir, inançlardan doğup nefiste oluşan durumdan ibarettirBuna aynı zamanda 'izzet ve taazzum' da denir.

İbn-i Abbâs 'Kendilerine (Allah'tan) gelmiş bir delil olmaksızın Allah'ın ayetlerini inkâr edenlerin kalplerinde ancak tekebbür varOnlar, o tasarladıkları büyüklüğe asla eremiyeceklerdir' (Mü'min/56) ayetinin tefsirinde 'O bir büyüklüktür ki onlar ona yetişemezler' demiştir

Görüldüğü gibi İbn-i Abbâs, kibri, azamet'le tefsir etmiştir. Sonra bu 'izzet taslamanın' meyveleri zâhirde ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirirBuna da 'kibir' ismi verilirÇünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi altındakini tahkir eder, alaya alırOnu nefsinden uzaklaştırırOnunla oturmaya tenezzül etmezOnunla yemeye yanaşmazEğer gururlanması daha fazla kabarırsa, o kimsenin huzurunda elpençe divan durmasını ister.

Eğer bundan daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınırHuzurunda durmasını bile lâyık görmezEşiğinde hizmet etmesini uygun görmezEğer bundan da aşağı ise onunla aynı yere gelmekten kaçınırYolun dar yerlerinde onun önüne geçmek isterMahfellerde onun üstünde oturmak isterOnun kendisine selâm vermesini beklerİhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak bir ihtimal sayarBöyle bir durum vâki olursa hayret ederEğer o kendisiyle mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül etmezEğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınırEğer kendisi ona vaaz ederse şiddetle hareket ederEğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenirEğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermezOnları zelil sayar, kovarOnlara karşı minnet gösterirOnlardan hizmet beklerHalk tabakasına, merkeplere bakıyormuş gibi bakarBunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar.

Kibirden kaynaklanan amel ve hareketler pek çoktur, sayılamayacak kadar fazladırBu bakımdan onları teker teker saymaya gerek yokturÇünkü onlar meşhur hareketlerdirİşte kibir budurKibrin âfeti büyük gailesi korkunçtur, kibir konusunda halkın havass tabakası bile helâk olmuşturÂbidler, zâhid ve âlimler bile çok az kibirden kurtulurlarHalk tabakası nasıl kurtulacaktır? Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse cennete giremez!

Kibir, kul ile diğer müslümanların arasına bir perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin kapıları güzel ahlâktırKibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatırÇünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip istediğini Mü'minlere istemeye muktedir olamazMuttakîlerin ahlâkının başı olan tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremezYine kalbinde gurur bulunduğu takdirde kindarlığı terketmeye muktedir olamazKalbinde gurur oldu mu doğruluğa devam etmeye, öfkeyi terketmeye, öfkesini yutmaya muktedir olamazHasedi terketmek, güzel nasihatta bulunmak, nasihati kabullenmek, halkla istihza etmek ve halkın gıybetinde bulunmaktan kurtulmak da -eğer kalbinde gurur varsa- mümkün değildirBu hususu uzatmak mânâsızdırBu bakımdan büyüklük taslayan ve kibirlenen bir kimse kibrini korumak için o kötü huylara muhtaçtırKibrinin elinden gitmesinden korkarak güzel huyları edinmekten uzak durur.

İşte bu hikmetten dolayı kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremezKötü ahlâkların biri diğerini getirirBazısı şüphesiz diğer bir kısmını çağırırKibrin en şerli çeşidi ilimden istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan kısmıdır, kibir hususunda birçok âyet vârid olmuştur ki o ayetlerde, hem kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır.

Ayetler

O zâlimlere ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış 'Haydi canlarınızı verin, Allah'a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve Allah'ın ayetlerine büyüklük tasladığınız için bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız' (derken) onların hâlini bir görsen! (En'âm/93)

'Girin cehennemin kapılarından! Ebediyyen kalmak üzere. . . İşte bak! Büyüklük taslayanların yeri ne kötüymüş' denildi. (Zümer/72)

Sonra Allahü teâlâ haber verdi ki cehennem ehlinin, azap yönünden en şiddetlisi, Allah'a karşı en şiddetli şekilde mütekebbir olanıdır.

Sonra her milletten Rahmân'a karşı en fazla karşı geleni ayıracağız. (Meryem/69)

Ama âhirete îman etmeyenlerin kalpleri inkârcıdır, onlar büyüklük taslarlar. (Nahl/22)

Sen, o zâlimleri, rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarken bir görsen! Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara 'Siz olmasaydınız muhakkak biz îman ederdik!' derler. (Sebe/31)

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir. (Gafir/60)

Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım. (A'raf/146)

Bu ayetin tefsiri hakkında şöyle denilmiştir: 'Kur'ân'ı anlamayı onların kalplerinden söküp alacağım'Bazı tefsirlerde de 'Onların kalplerini melekût âleminden perdeleyeceğim' diye kayıtlıdır.

İbn Güreye şöyle der: "Bu 'Onların kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan uzaklaştıracağım' demektir".

Bu sırra binaen Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle der: 'muhakkak ekin düzlüklerde yeşerirTümsekler üzerinde bitmezHikmet de böyledirMütevâzi bir kimsenin kalbinde müsbet bir tesir yaparMağrur bir kimsenin kalbinde yapmazGörmez misin? Başını tavana yükseltenin başı kırılırBaşını eğen bir kimseyi ise tavan gölgelendirir ve korur'.

Bu Hazret-i Îsa tarafından, mağrur kimseler için söylenmiş bir misâldirMağrurların hikmetten nasıl mahrum olduklarını gösterirBu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) hakkın inkârının, kibrin tarifinde ve hakikatinin keşfedilmesinde olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:

Kibir, o kimsenin hareketidir ki hakkı inkâr eder ve halkı hakir görür50

49) Daha önce geçmişti.

50) Müslim

Kimlere Karşı Kibirlenildiği, Kibir'in Dereceleri, Kısımları ve Neticeleri

Kendisine karşı kibir taslanan ya Allah'tır veya O'nun rasûlleri veya diğer mahlûkatıdırİnsan oğlu pek zâlim ve pek câhil olarak yaratılmıştırBazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı. . . Bu bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır:

Birincisi: Allah'a karşı kibirlenmektirBu, kibir çeşitlerinin en fâhişi ve çirkinidirBunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka kabartan bir sebep yokturNitekim Nemrud da böyle yapmıştırNemrud, göklerin rabbiyle çarpışmayı, nefsinde tasarlıyorduNitekim câhillerden müteşekkil bir cemaattan da bu durum hikâye edilmektedirRubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de hikâye edildiği gibi. . . Firavun, kibrinden dolayı 'Ben sizin en yüce rabbinizim' (Nâziât/24) dedi; zira Firavun Allah'a kul olmayı bir türlü nefsine yediremedi ve bunun için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, küçülmüş kimseler olarak cehenneme gireceklerdir. (Mü'minûn/30)

Kâfirlere 'Rahman'a secde edin' denildiği zaman 'Rahman ne imiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç' derler ve bu onların nefretini artırır. (Furkan/60)

İkincisi: Peygamberlere karşı gururlanmaktırNefsin kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelirBu kibir bazen kişiyi düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü cehalet karanlığında kalırDavasında haklı olduğunu sanarak peygamberlere itaat etmekten imtina ederBazen de bildiği halde itaat etmezBilmesine bilir, fakat nefsi bir türlü kendisine hakka teslim olmak hususunda itaat etmezPeygamberlere tevazu göstermek sadedinde râm olmazNitekim Allahü teâlâ onların sözlerinden hikaye ederek şöyle buyurmaktadır:

Bizim gibi iki insana mı îman edelim? (Mü'minûn/47)

Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. (İbrahim/10)

Eğer sizin gibi bir insana itaat edecek olursanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir. (Mü'minûn/34)

'Bize melekler indirilmeliydi, yahut rabbimizi görmeli değil miydik?' dedilerYemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar. (Furkan/21)

'Ona bir melek indirilmeli değil miydi?' dediler. (En'âm/8) Firavun da Allah'ın haber verdiği bir hâdisede şöyle diyor:

Yahut da beraberinde (kendisine yardım edecek ve kendisini tasdik edecek) melekler gelmeli değil miydi? (Zuhruf/53)

(Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar. (Kasas/39)

Firavun, Allah'a ve bütün peygamberlere karşı büyüklük tasladıVehb der ki: Musa (aleyhisselâm) Firavun'a Îman et de senin sultanlığın senin olsun!' dediFiravun, Hazret-i Mûsa'ya 'Bana mühlet ver ki Hâman'la müşavere edeyim!' dediBunun üzerine Hâman'la istişare ettiHâman ona 'Sen ibâdeti yapılan bir rab olduğun halde, ibâdet yapan bir kul olursun!' dediBunun üzerine Firavun, Allah'a itaat etmekten ve Hazret-i Mûsa'ya uymaktan kaçındı.

Allahü teâlâ'nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hazret-i Peygamber'e karşı şöyle dediler:

Şu Kur'ân iki şehirden (Mekke ve Tâif ten) bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya(Zuhruf/31)

Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü, Velid bMuğire ile Ebû Mes'ud es-Sakafî idilerKureyşliler reislik bakımından Hazret-i Peygamber'den daha büyük olanı aradılarÇünkü Hazret-i Peygamber yetim bir çocuktu'Allah onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?' diye itirazda bulundularAllahü teâlâ da

cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? (Zuhruf/32)

Böylece biz onların kimini kimiyle denedik ki 'Allah aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?' desinler. (En'âm/53)

Onları fakir gördükleri, onların mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardıKureyşliler Hazret-i Peygamber'e 'Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar vardır!' diyerek fakir müslümanlara işaret ettilerFakirliklerinden dolayı onları alaya aldılarOnlarla bir arada oturmaktan böbürlendilerBunun üzerine Allahü teâlâ şu âyeti indirdi:

Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yok ki onları kovup da zâlimlerden olasın! (En'âm/52)

Nefsini, sabah akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın! (Kehf/28)

Allah onların cehenneme girdikleri zaman hayrete kapıldıklarından haber verdi; zira onlar cehennemde dünyada alaya aldıkları kimseleri görmediler ve dediler ki: 'Bize ne oluyor ki, biz, şerirlerden saydığımız birtakım kişileri görmemekteyiz?'

Deniliyor ki: 'Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl, Süheyb ve Mikdad'ı kastediyorlar'.

Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu itiraf etmekten alıkoymuşturAllahü teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Ne zaman ki onlara Allah tarafından yanlarında bulunan (Tevrat) ı doğrulayıcı bir Kitab (Kur'ân) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler. (Bakara/89)

Vicdanları, onları (n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler. (Neml/14)

Bu gurur, Allah'a karşı taslanan gurura yakındırHer ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de. . . Fakat bu da Allah'ın emrinin kabulüne karşı bir gururdurHazret-i Peygamber'e karşı tevazu göstermekten kaçınmaktır.

Üçüncüsü: Kullara karşı kibirlenmektirBu kibirlenme, onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana gelirDolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı böbürlenmeye kalkışırOnlarla istihza ederOnları küçümserOnlarla eşit olmaktan kaçınırGururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi büyüktür.

1Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak, yücelik iddia etmektirBu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftırHiçbir şeye kudreti yetmeyen âciz, zayıf ve başkasının mülkü olan kula gelince, o nerede, kibir taslamak nerede? Bu bakımdan kul, ne zaman kibirlenirse muhakkak Allah'ın celâlinden başka birşeye yakışmayan bir sıfat hususunda Allah ile mücadele etmiş olur.

Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına otururBöyle yapan bir hizmetçi büyük bir cezaya müstehaktırBu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak yakışırEfendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok çirkin olduğu meydandadırBu duruma Allahü teâlâ'nın (bir hadîs-i kudsîdeki) sözüyle işaret edilmiştir:

Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdırBu bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım.

Yani bu benim sıfatımın özelliğidirAncak bana lâyıktır ve bana yakışırBu hususta mücadele eden bir kimse benim sıfatlarımdan biri hakkında mücadele etmiş olur.

Hâl bu iken kullarına karşı kibirlenmek O'ndan başkasına yakışmazBu bakımdan O'nun kullarına karşı böbürlenen O'na karşı cinayet işlemiş olur; zira sultanın özel hizmetkârını rezil etmek isteyen ve onları çalıştırmak talebinde bulunan, onlara karşı böbürlenen, sultanın onlara karşı yapacaklarını yapmış olurBu bakımdan böyle bir kimse sultanın bir kısım emirlerinde sultan ile mücadele ediyor demektirHer ne kadar bu kimsenin derecesi sultanlık tahtının üzerinde oturan bir kimsenin derecesine varmamış ve sultanlık yapmaya yetişmemiş ise de. . . Bu bakımdan bütün insanlar Allah'ın kullarıdırOnlara karşı azamet ve kibriya, ancak Allah'ın hakkıdırO halde, Allah'ın kullarından birine karşı böbürlenen bir kimse, Allah'ın hakkında Allah ile mücadele etmiş olur.

Evet! Bu mücadele ile Nemrud ve Firavun'un mücadelesi arasındaki fark, aynen sultanın birtakım kölelerini küçük görüp çalıştıran bir kimsenin sultan ile mücadele etmesi ile sultandan yönetimin esasını almak isteyenin mücadelesi arasındaki fark gibidir.

2Gurur rezaleti artan bir kimse Allah'ın emirlerinde Allah'a muhalefet etmeye çağırırÇünkü gururlanan bir kimse, Allah'ın kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten istinkâf kaçınırDerhal onu inkâra kalkışırBu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri görürsün ki 'dinin sırlarını araştırıyoruz' martavalını savururlar. Sonra onlar mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederlerOnlardan birinin diliyle hak vuzuha kavuştuğu zaman diğeri onu kabul etmezDerhal onu inkâra kalkışırGücünün yettiği hilelerle onu bertaraf etmeye yeltenirBöyle yapmak kâfirlerin ve münafıkların ahlâkındandır; zira Allahü teâlâ onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

İnkâra sapanlar dediler ki: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz! O okunurken gürültü çıkarınız! Belki (böylece) ona üstün gelirsiniz'. (Fussilet/26)

Hasmını mağlup etmek ve susturmak için mücadele eden, hakkı elde etmeye fırsat bulduğu zaman bu fırsatı değerlendirmeyen bir kimse bu kötü ahlâkta onlara katılmış ve ortak olmuşturBöylece kibirlenme, mütekebbir insanı nasihati kabul etmekten alıkoyar.

Ona 'Allah'tan kork' denildiği zaman gururu, kendisini günaha sürükler. (Bakara/206)

Hazret-i Ömer bu âyeti okuduğu zaman İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! (Biz Allah içiniz ve Allah'a döneceğiz) demek suretiyle zikredeceği hâdisenin büyük bir musibet olduğuna işaret ederek şöyle demiştir: "Bir kişi (halk arasında) kalkıp 'emr-i bilma'rûf yaptı ve öldürüldüBaşka biri kalktıÖldürenlere şöyle haykırdı: 'İnsanlardan adaleti emreden kimseleri mi öldürüyorsunuz?'

Bunun üzerine, mağrur kişi, hem kendisine muhalefet edeni, hem de kendisine iyiliği emredeni, gururundan ötürü öldürdü!"

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye 'Allah'tan kork' denildiği zaman böyle diyene 'Sen kendi nefsine karış ve kendini düzelt!' diye karşılık vermek yeter de artar bile!"

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bir kişiye 'Sağ elinle ye!' deyince o kişi 'Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Gücün yetmesin!' dediO kişiyi sağ eliyle yemekten gururu menetmiştiRâvî der ki: 'Bu kişinin, Hazret-i Peygamber'in bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi'51

Durum bu iken kişinin halka karşı gururlanması büyük bir musibettirÇünkü kişinin bu tür gururu kendisini Allah'ın emrine karşı gelmeye dâvet ederİblis'i ve onun durumlarını Allahü teâlâ insanlar ondan ibret alsın diye kibir ve gurur'a misal olarak beyan buyurmuşturÇünkü İblis şöyle demiştir:

Ben ondan (Âdem'den) daha hayırlıyım! (Sad/76)

İşte İblis'in bu gururu, soy ve mezheble olan bir gururdurBu bakımdan İblis'in bu gururu Allah'ın emir buyurduğu secde'yi yapmaktan kendisini menetmiştirOysa bu gururun başlangıcı Âdem'e (aleyhisselâm) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştıDolayısıyla İblis'i Allah'ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis'in helâk olmasına sebep oldu.

İşte kibir ve azamet taslamanın âfetlerinden biri olan bu âfet, âbidler için büyük bir tehlike teşkil etmektedir ve bunun için de Hazret-i Peygamber, kibri bu iki âfetle izah buyurmuşturÇünkü Sâbit (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben öyle bir kişiyim ki senin gördüğün gibi, güzellik (iyi giyinmek) bana sevdirilmiştir! Acaba bu güzellikleri takmam kibirden sayılır mı?' diye sorunca,

cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Hayır sayılmaz! Fakat kibir, hakka tecavüz eden ve insanları hakir gören bir kimsenin hareketidir52

Bu söz 'Hakkı reddeden mütekebbir olur!' şeklinde de vârid olmuştur.

Hadîs-i şerifteki 'Gemise'n-nâse' cümlesinin mânâsı 'Onlarla alay eder! Onlar kendisi gibi veya kendisinden daha hayırlı oldukları halde hakir sayar' demektir.

İşte birinci âfet budur! 'Sefihe'l-hakka' ibaresinin mânâsı ise, 'hakkı reddetmek' demektirBu da ikinci âfettirBu bakımdan kendisini müslüman kardeşinden daha hayırlı gören, o kardeşini hakir sayan, onunla alay eden, ona küçük bakan veya bildiği halde hakkı reddeden bir kimse, insanlara karşı kibirlenmiş demektirAllah'a boyun eğmekten çekinen, Allah'a ibadet etmek ve peygamberlerine tâbi olmak suretiyle Allah'a tevazu göstermekten imtina eden bir kimse ise Allah'a ve Allah'ın peygamberlerine karşı kibirlenmiştir!

51) Müslim

52) Müslim, Tirmizî

Ne ile Kibir Yapılır?

Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilirNefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütürBunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşürDinî kemâl, ilim ve ameldirDünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudurBu bakımdan bunlar yedi sebeptirler:

1- İlim

Âlimlerin gururlanması pek çabuk olduğu için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: İlmin âfeti, gururlanmaktır'53

Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslarNefsinde ilmin cemâl ve kemâlini sezerNefsini büyütürHalkı küçültürHalka hayvan nazarıyla bakarOnları cehaletle nitelerOnların kendisine selâm vermelerini beklerEğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanırOnlar için kendisi gibi bir insanın yapmayacağı şeyleri onlara yapmış olduğunu sanırKendisine kölelik yapmalarını ve hizmetine koşmalarını, iyilik yapmasına karşı böylece teşekkür borçlarını edâ etmelerini uygun ve münasib bulur! Oysa durum hiç de onun zannettiği gibi değildirÇoğu zaman o insanlar ona iyilik yapar da o onlara yapmaz! Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmezHastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormazİnsanlardan onunla ihtilât edenin kendisine hizmet etmesini talep ederİhtiyaçlarında onların yardımcı olmasını isterEğer o bu hizmette kusur ederse, onun hareketini şiddetle kınarSanki insanlar onun kölesi veya ücretli hizmetkârlarıdır! Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktirOnların üzerine kendi haklarını yüklenmiş sayar.

İşte buraya kadar söylediklerimiz, dünya ile ilgili olan şey hakkındadır.

Âhiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini Allah katında onlardan daha yüce ve daha üstün görürKendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkarOnlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdırHakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanırAkibetin tehlikesini, Allah'ın âlimlere karşı olan delilini, buradaki ilim tehlikesinin büyüklüğünü bilirNitekim bu durum, ilimle kibri tedavi etme bahsinde gelecektirBöyle bir ilim, korkuyu, tevazuyu, kalp huzurunu artırırBütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirirÇünkü ilimden ötürü kendisinin aleyhindeki Allahü teâlâ'nın hüccet ve delili daha büyük, ilim nimetinin şükrünü ifa etmekteki kusuru daha korkunçtur.

Bu sırra binaen Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!'

Hakîkaten bu hüküm, Ebu'd Derda'nın dediği gibidir.

Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?

Cevap: Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Hakîkî değil de ancak zâhirde ilim denilen şey ile meşgul olmasıdırGerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanırAllah ile mülâki olmaktaki ve Allah'tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlarBöyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verirGururu ve nefsinden emin olmayı değil!

Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan (gereğince) korkarlar. (Fâtır/28)

Bunun ötesi tıp, hesap, lûgat, şiir, nahiv, husumetleri ayırdetmek, mücadelelerin yolları gibi ilimler ise, insan bunlara tam mânâsıyla hazırlanıp dolduğu zaman, bununla beraber kibir ve münafıklık doğarBunlara sanatlar demek, ilimler demekten daha evlâdırİlim, kulluğun ve rabbin mârifeti ve ibâdetin yolu demektirBöyle bir ilim, çoğu zaman insana tevazuu telkin eder.

İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştırNefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştırBöylece cevheri kirli kalmıştırBu takdirde, hangi ilim olursa olsun ilme daldığı zaman, ilim onun kalbinde kirli bir konak bulurİlmin meyveleri, güzel olarak çıkmazHayırda eseri görünmez olur.

Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: İlim yağmur gibidirGökten tatlı ve berrak olarak inerAğaçlar onu damarlarıyla çekerOnu tadları nisbetinde değiştirirlerAcı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşırİlim de böyledir kişiler onu hıfzederlerHimmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirlerMağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artarÇünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, Allah'ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilirBöylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artarBu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendirBunun için de Allahü teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:

Mü'minlerden sana tâbi olanlara karşı tevazu kanadını indir. (Şuarâ/215)

Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi. (Âl-i İmrân/159)

Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur:

Mü'minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. (Muhammed/29)

Hazret-i Abbas'ın rivâyet ettiği hadîste, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir kavim gelecektirKur'ân'ı okuyacaklar fakat Kur'ân onların boğazlarından aşağı inmeyecektirOnlar 'Biz Kur'ân'ı okuduk! Bizden daha iyi okuyan ve bizden daha fazla bilen var mıdır?' diyeceklerdir!

Hazret-i Peygamber bunu söylerken dönüp ashâbına baktı ve şöyle dedi:

Onlar sizlerdendir! Onlar ateş yakıtlarının ta kendisidir!54

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sakın âlimlerin mağrurlarından olmayınızAksi takdirde ilminiz cehaletinize karşılık veremez'.

Bunun içindir ki Temim ed-Dârî, Hazret-i Ömer'den kıssalar anlatmak hususunda izin istediHazret-i Ömer de izin vermekten imtina etti ve şöyle dedi: 'Kıssalar anlatman boğazlanmandır'Yani senin için tehlikelidir.

Başka bir kişi, bir namazdan sonra halka nasihat etmek hususunda izin istediHazret-i Ömer şöyle dedi: 'Süreyya yıldızına yetişecek kadar büyüklenmenden korkuyorum'.

Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) bir cemaata namaz kıldırdıSelâm verdikten sonra şöyle dedi: 'Siz benden başka bir İmâm arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde 'Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok' kanâatinin varlığını müşahede ettim'.

Huzeyfe gibi bir sahabî'nin bundan sâlim kalmaması sözkonusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir? Yeryüzünde kendisine âlim denmeye lâyık olan ve ilmin gururu ve büyüklüğü kendisini harekete geçirmeyen bir kimse pek nadirdirEğer böyle bir kimse bulunursa, bu kimse zamanının sıddîkıdırOndan ayrılmak hiç uygun düşmezOna bakmak ibâdet olurOnun nefeslerinden, durumlarından istifade etmek de ayrı bir fazilet!

Eğer biz böyle bir kimseyi bilmiş olsaydık Çin'in en uzak yerinde olsa bile ona giderdik ki bereketi bizi kaplasınGüzel sîret ve ahlâkı bize geçsin! Böyle biri nerede? Zamanın sonlarında bunların benzerlerinin bulunması ne mümkün! Onlar ikbâl ve devlet sahibi idilerSahabenin asrında ve onu takip eden asırda (tâbiîn asrında) son bulduBizim zamanımızda bu hasletin bu ümmetten alındığına dahi üzülecek bir âlimin bulunması bile enderdirEvet! Böyle bir âlim de ya yoktur veya pek enderdir.

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda sizin şu anda üzerinde bulunduğunuzun onda birini tutan bir kimse kurtulur.

Eğer Hazret-i Peygamber'in bu müjdesi olmasaydı, muhakkak bizim için -Allah korusun- ümitsizlik deryasına düşmek, bu kötü amellerimizle beraber uygun olurdu.

Acaba ashâbın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığımıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz, onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! Allahü teâlâ'nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dilerizNitekim O'nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.

2. Amel ve İbâdet

Zâhid ve âbidlerin hiç biri halkın kalbini elde etmek, gururlanmak, büyüklük taslamak rezaletinden uzak değildirDin ve dünya hakkında kibir, onlardan taşmaktadırDünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstehak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki Allah'a yapmış oldukları ibâdetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler.

Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görürOysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir.

Kişinin 'halk helâk oldu!' dediğini iştittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir55

Hazret-i Peygamber bu hükmü ancak şu sırra binaen vermiştir: Kişinin bu sözü, Allah'ın mahlûklarını hafife aldığına, Allah'ın affına mağrur ve azabından emin olduğuna, satvetinden korkmadığına delâlet eder! Oysa bu kişi nasıl Allah'tan korkmaz? Şer olarak başkasını hakir görmek kendisine yeter de artar bile! Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Şer bakımından kişiye müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!56

Bu kimse ile Allah için kendisini seven, Allah'ın ibâdeti için kendisini büyüten ve büyütmesini talep eden, kendi nefsine ummadığını ümit eden bir kimsenin arasında çok fark vardır! Bu bakımdan halk, onu Allah için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde ederOna yaklaştığından dolayı Allah'a yaklaşırlarDiğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini Allah'ın buğzuna hedef kılarSanki o, onlarla beraber oturmaya tenezzül etmezOnlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, Allah tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman Allah tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!

Rivâyet ediliyor ki, İsrailoğulları arasında bir kişi vardıOna şerrinin çokluğundan dolayı 'İsrailoğulları'nın rezili!' derlerdiBu rezil bilinen kişi, başka bir kişinin yanına vardıOna da 'İsrailoğulları'nın âbidi' denilirdiÂbidin başı ucunda kendisini gölgelendiren bir bulut vardıRezil onun yanından geçtiği zaman içinden 'Ben İsrailoğulları'nın reziliyim, bu da İsrailoğulları'nın âbidi. . . Eğer ben bunun yanında oturursam, umulur ki Allah bunun yüzü suyu hürmetine bana rahmet eder' dedi ve onun yanına oturduÂbid de içinden 'Ben İsrailoğulları'nın âbidiyim, bu ise İsrailoğulları'nın rezili. . . Bu nasıl benim yanımda oturur?' diye düşündü ve ondan yüzçevirerek 'Benim yanımdan kalk git!' dedi.

Bu konuşmadan sonra Allah o devrin peygamberine şöyle vahiy gönderdi: 'Onların ikisine de yeniden amel yapmalarını söyle! Çünkü ben o rezili affettim, âbidin amelini de yaktım!'

Başka bir rivâyette, 'âbidi gölgelendiren bulut, bu sefer rezili gölgelendirmeye başladı' şeklindedirİşte bu hikâye sana, Allahü teâlâ'nın kullarından asıl kalplerini istediğini gösterirBu bakımdan âsî bir cahil, Allah'ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben Allah'a itaat etmiş olurBu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla Allah'a itaat eden bir kimsedir.

Rivâyet ediliyor ki, İsrailoğulları'ndan biri -kişi, İsrailoğulları'ndan bir âbide geldiÂbid secde halinde iken, kişi âbidin boynuna bastı ve dedi ki: 'Başını kaldır! Yemin olsun Allah seni affetmeyecek!' Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine şöyle vahiy gönderdi: 'Ey benim adıma yemin eden! Aksine Allah seni affetmeyecek!'

Hasan-ı Basrî de şöyle demiştir: 'Yün elbise giyen, işlenmiş elbise giyenden daha mağrurdur'Yani işlenmiş elbisenin sahibi yün elbiseyi giyene zillet gösterirOnu kendisinden üstün telâkki ederYün elbisenin sahibi ise, nefsini ondan daha faziletli bulur.

Bu âfetlerden âbidlerin çoğu kurtulamamaktırŞöyle ki: Eğer biri o âbidle alay eder veya ona eziyet verirse, bu kimseyi Allah'ın affetmesini, âbid uzak görür ve bu kimseden Allah'ın nefret ettiğine âbidin şüphesi kalmazEğer bu kimse başka bir müslümana eziyet verirse, âbid hiç de onu böyle telâkki etmezÂbidin böyle düşünmesinin sebebi şudur: Âbidin nezdinde nefsinin kıymeti pek büyüktürOysa bu düşünce cehalettir, kibir ile ucbu bir araya getirmektirAllah'ın lütfûna mağrur olmaktır.

Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: 'Siz başınıza geleceği göreceksiniz!' Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin 'kerametlerinden' olduğunu iddia eder'Allah ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!' derOysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, Allah'a, Hazret-i Peygamber'e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişlerOnların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdiBütün bunlardan sonra Allahü teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştırHatta onlardan bazıları müslüman olmuş, ne dünyada, ne de âhirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.

Sonra mağrur câhil, Allah katında Allah'ın peygamberlerinden daha üstün olduğunu zannederAllah'ın peygamberleri için almadığı intikamı kendisi için aldığını düşünürUmulur ki bu zavallı ucbundan ve kibrinden, nefsinin helâkinden gâfil olarak Allah'ın gazabı içerisinde kıvranmaktadırİşte bu mağrur kimselerin inancıdır.

Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî'nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyorEğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı'.

Bir de Arafat'tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler: 'Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!' Bu iki kişinin arasındaki farka bak! Bu kişi zâhir ve bâtında nefsinden korktuğu, amelini ve çalışmasını hakir telâkki ettiği halde Allah'tan çekinirÖbür kişi ise, çoğu zaman içinde riyâ, kibir, hased, ve şeytanın oyuncağı olacak şeyler olduğu halde, ameliyle Allah'a karşı minnet eder.

Kim kesinlikle Allah'ın kullarından herhangi birinden üstün olduğuna inanırsa bu kimse, cehaletinden dolayı bütün amelini yakmış olur; zira cehalet, günahların en fahişi ve kulu Allah'tan uzaklaştıran âmillerin en büyüğüdürKişinin nefsi için 'başkasından daha hayırlıdır' şeklindeki hükmü katıksız cehalettir ve Allah'ın azabından emin olmaktırOysa Allah'ın azabından ancak zarar eden bir kişi emin olabilir.

Rivâyet ediliyor ki bir kişi Hazret-i Peygamber'in yanında hayırla yâdedildiO kişi bir gün çıkageldiAshâb dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sana söylediğimiz kişi işte budur!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ben onun yüzünde şeytandan bir damga görüyorum!'

Kişi geldi, selâm verip Hazret-i Peygamber'in yanına durduHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona dedi ki:

Seni Allah ile yemine dâvet ediyorumNefsin sana bu milletin içerisinde 'senden daha üstünü yoktur' dedi mi?

Kişi 'Ey Allahım! Beni affet' dediEvet! İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber, peygamberlik nûruyla, onun kalbinde saklı olanı, yüzünde bir damga olarak görmüştürBu, Allah'ın koruduğu hariç, hiçbir âbidin kurtulamayacağı bir âfet ve felâkettirFakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler:

Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdırNefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar. . . Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştırFakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.

İkinci Derece: Meclislerde büyüklük taslaması, akran ve emsalinin önüne geçmesi ve hakkında kusur göstereni kınamayarak kibirli fiillerde bulunmasıdırÂlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdırÂbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdırSanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidirMiskin ârif bilmez ki takva, alında değildir ki alın buruşturulsun! Boyunda değildir ki eğilsin! Cübbenin, eteğinde değildir ki yukarıya kaldırılsınTakva ancak kalplerdedirNitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır'.

Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) insanların en keremlisi ve en muttakîsi idiAhlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.

Hâris ez-Zebidî -ki Hazret-i Peygamber'in ashâbındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma giderBazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılarİlmiyle sana âdeta minnet ederAllah böyle kimseleri müslümanların arasında çoğaltmasınEğer Allahü teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:

Sana tâbi olan Mü'minlere kanadını indir (tevazu göster) . (Şurâ/215)

Üçüncü Derece: Kibrin eserinin kendilerinde belirdiği kimselerin hali şu üçüncü derecede bahsi geçenlerin halinden daha hafiftirKibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülürÖyle ki onu iddiacılığa, böbürlenmeye, gurur taslamaya, refsini tezkiye etmeye, hâl ve makamların hikâyelerine, ilim ve amelde başkasını mağlup etmek için çalışmaya dâvet eder!

Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere 'O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?' derOnları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, hergün Kur'ân'ı hatmediyorumFilan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur'ân okumuyor!' Ve benzeri laflar. . .

Bazen de nefsini zımnen tezkiye ederek şöyle der: 'Filân adam bana kötülük yapmak istediOğlu öldüMalı alındı veya hasta oldu' ve benzeri sözler. . . Böylece nefsi için keramet iddiasında bulunur.

Abid'in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet ederEğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece 'başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor' veya 'Allah'ın dininde ondan daha kuvvetlidir' denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar!

Âlim'e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: 'Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyimHakikatlere muttaliyimBüyük âlimlerden filan filanı gördümSen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?' Bütün bunları, hasmını küçültmek, nefsini büyütmek için söyler.

Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışırGece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini, arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinirArkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmezÇünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.

İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdirAcaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? 'Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!' Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyorBüyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedirZaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yokturAlim odur ki Allahü teâlâ'nın, 'Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardırNefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur' dediğini anlarDinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildirBilen bir kimseye de gururlanmamak düşerNefsine kıymet vermemesi lâzımdırİşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.

3. Haseb ve Neseble Gururlanmak

Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.

Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinirBunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: 'Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım! Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?' ve bu sözlere benzer sözler. . . Bu gurur nefiste saklı bulunan bir damardırNeseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamazAncak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmazEğer öfke kendisine galebe çalarsa, bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ve gurur kendisinden sızarNitekim Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in yanında bir kişiyle tartıştıkOna 'Ey siyah kadının oğlu' dedimBunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:

Ey Ebû Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin) Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir!

Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: 'Benim yanağıma bas!' İşte Hazret-i Peygamber'in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebû Zer'i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebû Zer'in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve 'Kibri ancak zillet sökebilir' hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!

İki kişi Hazret-i Peygamber'in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılarOnlardan biri diğerine şöyle dedi: 'Ben filân oğlu filanım! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?'

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

'İki kişi Musa'nın yanında birbirine karşı böbürlendilerOnların biri şöyle dedi: 'Ben filân oğlu filânım!' Böylece dokuz atasını saydıBunun üzerine Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Böbürlenene söyle! Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun'57

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdirEcdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde Allah nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır58

4. Güzellikle Mağrur Olmak

Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.

Hazret-i Aişe'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilir: 'Bir kadın Hazret-i Peygamber'in huzuruna girdiBen elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedimBunun üzerine Hazret-i Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: 'Sen onun gıybetini yaptın!'59

Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdirÇünkü Hazret-i Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu 'kısa boylu olmakla' anmazdıSanki kendinin uzun boylu oluşu Hazret-i Aişe'nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştirKendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.

5. Malla Kibirlenmek

Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdurBu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: 'Sen yoksul ve fakirsinBen ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırımSen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladırBen senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!'

Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir gördüğü için söylerBütün bunlar fakirliğin faziletini ve zenginliğin de âfetini bilmemezlikten ileri gelir ve şu âyet-i celîlede buna işaret vardır:

(adamın) başka ürünü de vardırArkadaşıyla konuşurken ona 'Ben malca senden daha zenginim! Toplulukça senden daha kuvvetliyim!' dedi. (Kehf/34)

Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:

Bağına girdiğin zaman 'ınâşaallah, kuvvet yalnız Allah iledir!' demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verebilirSeninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir. (Kehf/39-40)

Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra Allahü teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir:

'Ah ne olaydı! Rabbime hiçbir ortak koşmamış olaydım!' diyordu. (Kehf/42)

Kârun'un gururu da bu türdendir; zira Allahü teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur:

Derken bir gün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktıDünya hayatını arzu edenler 'Keşke Kârun'a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!' dediler.

6Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek

Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.

7Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek

Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder.

Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündürHaddi zâtında kemâl değilse de. . . O şey ile böbürlenmek mümkündürHatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanırÇünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanırHer ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de. . .

Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zannederHer ne kadar bu zannında yanlış ise de. . .

İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdirBu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana karşı gururlanırBazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya Allah katında kendisinden daha değerli olurKendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi. . .

Allahü teâlâ'dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederizMuhakkak Allah herşeye kâdirdir.

53) Irâkî şöyle der: "müellif böyle rivâyet etmişse de Kuddal 'İlmin âfeti unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur' diye Hazret-i Ali'den bu hadîsi rivâyet etmiştir".

54) İbn-i Mübârek, Zühd

55) Müslim

56) Müslim

57) Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed

58) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Hıbbân

59) Daha önce geçmişti.

7. Kibir'i Teşvik Edip Hazırlayan Sebepler

Kibir, bâtınî bir ahlâktırGörünen ahlâk ve fillere gelince, onlar o bâtınî ahlâkın meyvesi ve neticesidirlerBuna tekebbür demek, kibir ismini de nefsin büyütülmesi ve kıymetinin başkasının kıymetinden üstün olması mânâsına tahsis etmek uygundurBu bâtınî ahlâkı gerektiren bir tek sebep vardırO da -mânâsı ileride geleceği gibi- mütekebbir kişiye bağlı bulunan ucubdur; zira kişi nefsinden, ilminden, amelinden veya sebeplerinden herhangi birşeyle ucb'a kapıldığı zaman nefsini büyütür ve kibirlenir.

Zahirî kibre gelince, onun sebepleri üçtür: Birinci sebep, mütekebbirdedirİkinci sebep, kendisine karşı kibir taslanan kimsedirÜçüncü sebep de bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan şeydir.

Mütekebbir kimsedeki sebebe gelince, o sebep ucubdurKendisine karşı kibir taslananla ilgili sebebe gelince, o da hıkd ve hased'dirBu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan sebebe gelince, o sebep riyadırBu bakımdan bu itibarla sebepler dört olur: Ucub, hıkd, hased ve riya!

Ucub

Biz daha önce de ucbun bâtınî kibri gerektirdiğini, bâtınî kibrin de ameller, söz ve hallerde zâhirî kibri doğurduğunu söyledik.

Hıkd

Hıkd, insanı ucubsuz kibirlenmeye zorlarTıpkı kendisine ait veya daha üstün gördüğü bir insana karşı kibirlenen kimse gibi. . . Fakat o kimse, eşit veya daha üstün olmasına rağmen, daha önce geçen bir sebepten dolayı ona öfkelenmiş, öfke de onda hıkd hastalığını doğurmuşturBöylece o adamın nefreti onun kalbinde yerleşmiştirBu bakımdan kibirli kimse, bu illetten dolayı, bir türlü o adama tevazu göstermeye yanaşmazHer ne kadar o adam onun nezdinde kendisine tevazu göstermeye müstehak ise de. . . Nice rezil kimse vardır ki nefsi hıkdından ve buğzundan dolayı büyük insanlardan birine tevâzu göstermesine müsaade etmezKendisini, o büyük insan tarafından geldiği zaman hakkı reddetmeye, nasihati kabul etmemeye zorlarO büyük insanı geçmek hususunda, her ne kadar muvaffak olamayacağını bilse de var kuvvetiyle çaba sarfetmeye kendisini zorlarEğer o büyük insana zulmederse, gidip onunla helâllaşmayı nefsine yediremezOna karşı suç işlese bile ondan bir türlü özür dilemezBilmediği meseleleri ondan sormaz.

Hased

O da kendisine hased edilen insana buğzetmeyi gerektirirHer ne kadar o insan tarafından kendisine bir kötülük dokunmamış, buğz ve hıkdı gerektiren bir sebep yok ise de. . . Hased insanı, hakkı inkâr etmeye de dâvet eder! Hatta hasedçi bir kimse hased ettiği insanın nasihatini kabul etmezOndan ilim öğrenmeyi bile reddederNice cahil vardır ki ilme muhtaçtırOysa memleketinin halkından birinden veya akrabalarının birinden istifade etmekten çekindiğinden ve bunu da hasedden dolayı yaptığından cehaletin rezalet deryasına dalmıştırO hasedci kimse o ilim ehlinden yüz çevirir, ona karşı gurur taslarOysa, onun ilmî faziletinden dolayı, o kendisine tevazu gösterilmeye lâyıktırFakat hased onu mağrurların ahlâkıyla -her ne kadar bâtınında o insanın üstünlüğünü görse de- ona karşı hareket etmeye zorlar!

Riya

Riya da insanı mütekebbirlerin ahlâkına dâvet ederHatta kişi, kendisinden üstün olduğunu bildiği bir kimse ile aralarında ne bir dostluk, ne tanışıklık, ne hased ve ne de hıkd olmadığı halde münazara ederHer ne kadar böyle bir durum aralarında yoksa da ondan gelen hakkı kabul etmekten imtina ederİstifade etmek hususunda ona tevâzu göstermezBütün bunları halkın 'o kendisinden üstündür' diyeceği korkusundan yaparBu bakımdan kendisini kibirlenmeye sevkeden âmil sadece riyadırEğer onunla tek başına kalmış olsaydı ona karşı böbürlenmezdiUcub veya hased veya hıkddan ötürü böbürlenene gelince, böyle bir kimse, karşıdaki insanla tek başına kaldığı ve beraberlerinde üçüncü bir şahıs bulunmadığı takdirde de böbürlenirYalancı olduğu halde, nefsini şerefli bir soya nisbet ederYalancılığını bildiği halde o nesebe mensub olmayan bir kimseye karşı gururlanırMeclislerde ona karşı büyüklük taslar! Yolda giderken onun önünde yürürİkram ve i'zazda onunla eşit olmaya razı olmazOysa bunlara müstehak olmadığını bilirNeseb dâvasında yalancı olduğunu bildiği için, bâtınında kibir de yokturSanki mütekebbir ismi, ancak bâtınında bulunan bir kibirden dolayı bu fiilleri çoğu zaman işleyene, kibri ucub ve başkasına hakaret gözüyle bakmaktan ibaret olana ıtlak olunup kullanılırO halde eğer böyle bir kimseye mütekebbir denirse, bu İsim kibir fiillerine benzemekten ileri gelirAllahü teâlâ'dan hüsn-ü tevfîkini dilerizAllah en doğrusunu bilir!

8. Mütevazi Kimselerin Ahlâkı, Tevazu ile Tekebbür'ün Ortaya Çıktığı Yerler

Kibir kişide, yüzündeki ekşime, bakışındaki sertlik, başını eğmek, yaslanarak veya bağdaş kurarak oturmak gibi hareketlerinden belli olurBir de sözlerinde ortaya çıkarHatta sesinde ve nağmesinde, îrad ettiği ibarelerde, kullandığı kelimelerde yürüyüşünde, kalkışında, oturuşunda, hareketlerinde görülürFiillerinde, hallerinde, sözlerinde ve amellerinde görülürMütekebbirlerden bazıları vardır ki kibrin bütün bu türleri onda vardırBazıları bir kısmında tekebbür eder, bir kısmında tevazu gösterirTekebbür, yani önünde halkın ayağa kalkmasını veya huzurunda el pençe divan durmalarını isteyerek kibirlenmek de bunlardan biridirOysa Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Kim cehennem ehlinden birine bakmak istiyorsa, kendisi otururken huzurunda elpençe divan duran bir topluluk bulunan bir kimseye baksın!'

Enes (radıyallahü anh) dedi ki: 'Ashâb-ı kirâmın nezdinde Hazret-i Peygamber'den daha sevimli bir şahıs yoktuOnlar Hazret-i Peygamber'i gördükleri zaman ayağa kalkmazlardıO huylardan biri de yanında değil, arkasında biri olduğu halde yürümektir.

Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Kul, arkasından biri yürüyüp kendisini takip ettiği müddetçe durmadan Allah'tan uzaklaşır!'

Abdurrahman bAvf kölelerinden ayırt edilmiyorduÇünkü görünüşte onlardan farklı değildi.

Bir topluluk Hasan-ı Basrî'nin arkasında yürüdüHasan onları böyle yapmaktan menederek şöyle dedi: 'Bu durum, kulun kalbini sağlam bırakmaz!'

Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) ashâbıyla yürürken onlara önde yürümelerini emreder, kendisi geriden yürürdüBunu onlara öğretmek için veya nefsinde şeytanın kibir ve ucub ile yapmış olduğu vesveseleri uzaklaştırmak için yapardıNitekim namazın içinde yeni elbiseyi çıkarıp eski elbise ile değiştirdiği gibi. . . Bunu bu iki mânâdan biri için yapmıştır.

O ahlâklardan biri de kişinin başkasını ziyaret etmemesidirHer ne kadar ziyaret etmesinden, din hususunda başkasına bir hayır hâsıl olsa da yine yapmazBu durum, tevâzunun zıddıdır.

Süfyân es-Sevrî Remle'ye (Filistin'de bir yer) geldiİbrahim b. Edhem kendisine haber gönderip: 'Gel de bize hadîs rivâyet et' dediBunun üzerine Süfyân es-Sevrî geldi. İbrahim'e 'Ya Ebû İshak! Süfyân es-Sevrî'ye nasıl böyle haber gönderirsin?' denildiİbrahim, cevaben şöyle dedi: 'Onun tevâzusunu denemek istedim!'

O huylardan biri de, kişinin başkasının yakınına oturmasından kaçınmasıdırAncak önünde oturursa buna izin verirTevâzu bunun tam zıddıdır.

İbn Vehb60 şöyle anlatıyor: 'Ben Abdülâziz bEbî Revvad'ın61 yanına oturdumBaldırım onun baldırına bitişiktiKendimi biraz ondan uzaklaştırdımO benim elbisemden tuttuBeni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi: 'Neden zorbalara yapmadıklarınızı bana yapıyorsunuz? Oysa ben sizin içinizde benden daha şerir bir kimse görmüyorum'.

Enes der ki: 'Medine'nin cariyelerinden herhangi biri Hazret-i Peygamber'in elinden tutarO cariye Hazret-i Peygamber'in elini bırakıp gitmedikçe Hazret-i Peygamber elini onun elinden çekmezdi'.

O kötü huylardan biri de hasta ve malûllerin meclislerinden uzaklaşmaktırBu kibirdendir; zira rivâyet edildi ki bir kişi bedininde kabuk tutmuş çiçekler olduğu halde Hazret-i

Peygamber'in huzuruna girdiO anda Hazret-i Peygamber'in yanında yemek yiyen bir grup ashâb vardıHasta hangisinin yanına oturdu ise, o hastanın yanından kalktıBunun üzerine Hazret-i Peygamber onu tam yanına oturttu (ve yedirdi) .

Abdullah b. Ömer yemeğinden, cüzzamlı, alacalı veya herhangi bir hastayı uzaklaştırmazdıOnları mutlaka sofrasında oturturdu.

O huylardan biri de kişinin kendi eliyle evinde birşey yapmamasıdırOysa tevazu bunun tam zıddıdırRivâyet ediliyor ki, Ömer b. Abdulaziz'e bir gün misafir geldiÖmer de yazı yazıyorduÇıra sönmeye yüz tutmuştuMisafir dedi ki:

-Ben kalkıp çırayı düzelteyim mi?

-Misafiri çalıştırmak kişinin şerefine yakışmaz!

-O halde hizmetçiyi uyandırayım mı?

-Bu uykusu ilk uykudur. (Kalkmak ona zor gelir) .

Kendisi kalkıp yağ kabını eline aldı, çıraya yağ doldurduBunun üzerine misafir dedi ki:

-Ey Mü'minlerin emîri! Sen bizzat mı kalkıp bunu yaptın?

-Gittiğimde ben Ömer'dimDöndüğümde de yine Ömer'imBu hizmet benden hiçbir şey eksiltmediAllah nezdinde insanların en hayırlısı mütevâzi olandır.

O huylardan biri de kişinin malını bizzat evine taşımamasıdırBu da mütevazi kimselerin âdetinin hilâfınadırÇünkü Hazret-i Peygamber aksini yapardı62

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kâmil kişinin kemâlinden çoluk çocuğuna yüklenip götürdüğü şey zerre kadar birşey eksiltmez'. (Nehc'ul-Belâğa)

Ebû Ubeyde bCerrah (radıyallahü anh) Hazret-i Ömer'in Şam valisi olduğu halde, odundan yapılmış kazanını bizzat hamama taşır (ve yıkanır ) dı.

Tâbiînden Sadık bEbû Mâlik (radıyallahü anh) der ki: 'Ebû Hüreyre'yi pazardan gelirken gördümMedine valisi Mervan bHakem'in nâibi olduğu halde sırtına bir odun bağı almıştı ve 'Ey Ebû Mâlik'in oğlu! Emîre yol ver!' diyordu.

Esbağ bNübâte'den63 şöyle rivâyet ediliyor: 'Hazret-i Ömer'i görür gibiyimSol eline bir parça et almış, sağ elinde de kamçısı pazarlarda gezip kontrol yapa yapa gidip evine giriyor'.

Biri şöyle anlatıyor: Hazret-i Ali'yi gördümBir dirhemle et satın almıştıCübbesinin eteğine koyarak taşıyorduBen kendisine: 'Ey Mü'minlerin emîri! Müsaade et de ben taşıyayım!' teklifinde bulundumDedi ki: 'Hayır! VermemÇünkü çocukların babası, nafakalarını taşımaya daha müstehaktır'.

O huylardan biri de elbiseyle ilgilidir; zira elbise ile tekebbür ve tevâzu belirirNitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Ziyneti terketmek; normal elbise ile iktifa etmek imandandır'64

Harun65 der ki: 'Ben hadîsin metninde geçen 'el-Bezâe'nin mânâsını Muan'dan66 sordumCevap olarak 'Elbisenin düşüğüdür!' dedi.

Zeyd bVehb67 der ki: 'Hazret-i Ömer'i (radıyallahü anh) pazara çıkarken gördümElinde kamçısı, sırtında bir izar (abâ) vardıO abâda ondört yama bulunuyorduO yamaların bazıları deriden idi'.

Hazret-i Ali, yamalı bir elbisesinden dolayı kınandıBuna karşılık olarak şöyle dedi: 'Benim bu giyimime, Mü'min bir kimse uyarKalbi de bundan korkar!'

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Elbiselerin şatafatlısı kalpte gurur meydana getirir.

Tâvus şöyle demiştir: 'Ben bu iki elbisemi yıkıyorumOnlar kirlenmedikçe kalbimi değişik ve hoşuma gitmeyen bir şekilde görüyorum'. (Kalbine giren ucbu kasdetmektedir) .

Rivâyet ediliyor ki: Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce, kendisine bin dinara kürk satın aldığı halde yine de şöyle diyordu: 'Eğer sertliği olmasaydı ne güzeldi!' Halife seçildiği zaman kendisine beş dirheme bir elbise alıyordu ve şöyle diyordu: 'Yumuşaklığı olmasaydı ne güzeldi!' Kendisine 'Ey Mü'minlerin emîri! Senin elbisen, bineğin ve kokun nerede?' denilince, cevap olarak dedi ki: 'Benim pek fazla zevke düşkün bir nefsim vardırO nefsim dünyanın herhangi bir şeyini tattığı zaman, bu sefer onun daha üstündeki birşeye iştiyak gösterirÖyle ki mevkilerin en yücesi olan hilâfet makamını tattığı halde bu sefer de Allah nezdindeki nimetlere iştiyak gösterdi'.

Said bSüveyd şöyle anlatıyor: Ömer b. Abdülaziz, bize cuma namazını kıldırdı. Sonra oturduSırtında önünden ve arkasından yamalı bir gömlek vardıBiri kendisine 'Ey Mü'minlerin emîri! Allahü teâlâ sana varlık vermiştirAcaba bir elbise giysen ne olur?' dediBunun üzerine o başını eğerek düşündü. Sonra başını kaldırarak şöyle dedi: 'En büyük fazilet, zengin olduğun halde tutumlu davranmaktırAffetmenin en faziletlisi, gücün yettiği halde affetmektir'.

Kim herhangi bir süsü Allah için bırakırsa, güzel bir elbiseyi Allah için çıkarır, Allah'a tevazu göstermek ve rızasını talep etmek maksadıyla sırtından atarsa cennetin en güzel elbiselerini bu kimseye hazırlamak Allah'a gerekli olur68

SoruHazret-i Îsa (aleyhisselâm) 'Elbiselerin süslüsü kalpte gurur meydana getirir' dediOysa bizim peygamberimizden (sallâllahü aleyhi ve sellem) güzel elbisenin gurur olup olmadığı sorulduğu zaman, cevap olarak 'Hayır! Gurur olmaz! Fakat gurur, hakkı reddeden ve halkı hakir gören bir kimsenin hareketidir' buyurduBu bakımdan Hazret-i Îsa'nın bu sözü ile Hazret-i Peygamber'in bu hadîsini nasıl telif edebiliriz?

Cevap: Yeni elbisenin her durumda ve herkes için tekebbürü gerektirmesi zarurî değildirİşte Hazret-i Peygamber buna işaret etmiştir ve Hazret-i Peygamber'in Sâbit bKays'ın halinden bildiği bu idi; zira Sâbit şöyle sordu: 'Ben öyle bir kişiyim ki gördüğün gibi, güzel elbiseler bana sevdirilmiştirBu tekebbür olur mu?' Hazret-i Peygamber de Sâbit'in meylinin nezâfete ve elbisenin temizliğine olduğunu, o elbise ile başkasına karşı gururlanmak niyeti taşımadığını bildiği için böyle demiştir, zira temiz elbise giymek, ille de gurur olacaktır diye bir mecburiyet yokturFakat bazen de gururdan olurNitekim düşük kıymetli elbiseye razı olmak, bazen tevazudan olduğu gibi. . .

Mütekebbir bir kimsenin alâmeti; halk onu gördüğü zaman süslenmek istemesi, tek başına kaldığı zaman nasıl olacağına aldırmamasıdırGüzelliğe tâlip olanın alâmeti tek başına kalsa, hatta evinde bile bulunsa, herşeyde güzelliği sevmesidirBöyle bir sevgi kibirden olmazBu bakımdan haller birçok bölüme ayrıldığı zaman Hazret-i Îsa'nın 'O kalbin gururudur' sözü, 'bazen kalpte gururu gerektirir' mânâsındadırHazret-i Peygamber'in 'O kibirden değildir' sözü ise ille de kibri gerektirmez demektirKibri gerektirmemesi mümkün olduğu gibi, kibri doğurması da mümkündür.

Kısacası böyle bir durumda haller değişiktirEn güzeli, elbiselerin normal olmasıdırÖyle bir elbise olmalı ki ne şıklığı ile, ne de pek yıpranmışlığıyla şöhreti getirmemelidirHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Yiyiniz! İçiniz! Giyiniz ve isrâf ile gururun gayrisinden tasadduk ediniz! Muhakkak ki Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister69

Bekir bAbdullah el-Müzenî şöyle demiştir: 'Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi Allah korkusuyla öldürün!' O, bu sözüyle, takva ehlinin elbisesiyle gururlanan bir topluluğa hitap etmiştir.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Size ne oluyor ki sırtınızda ruhbanların elbisesi bulunduğu ve kalbiniz yırtıcı kurtların kalbi gibi olduğu halde bana geliyorsunuz? Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi Allah korkusuyla öldürün'.

Mütevazilerin ahlâkından biri de kendisine küfredildiği veya eziyet edildiği veya hakkı alındığı zaman, bunlara göğüs germek suretiyle tevazu göstermesidirBu tevazu esastırBiz, gazab ve hased bahsinde eziyete tahammül göstermek hakkında seleften vârid olan misalleri zikretmiştik.

Kısacası güzel ahlâk ve tevazunun kaynakları Hazret-i Peygamber'in ahlâkıdırBu bakımdan Hazret-i Peygamber'e uymak ve ondan öğrenmek daha uygundur.

Ebû Seleme der ki: 'Ebû Said el-Hudrî'ye şöyle sordum: 'Halkın îcad ettiği elbise, içecek, binecek ve yiyecek hakkında ne düşünüyorsun?' Bana

cevap olarak şöyle dedi: 'Ey yeğenim! Allah için ye! Allah için iç ve Allah için giy! Bu şeylerin birine gurur veya böbürlenme veya riya veya şöhret girerse o günah ve israftırEvindeki işi, Hazret-i Peygamber'in evinde hizmet ettiği gibi yap! Hazret-i Peygamber evine su taşır, devesinin yemini verir, devesini bağlar, evini temizler, koyunlarını sağar, ayakkabısını diker, elbisesini yamar, hizmetçisiyle yemek yer, hizmetçisi yorulduğu zaman onun elinden el değirmenini alarak un öğütürdüPazardan nevalesini satın alıp getirirdiPazardan aldığı nevalesini eline alarak getirmekten veya elbisenin eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdıEhline döner, zengin ve fakirle, büyük ve küçükle el sıkışırdıKendisiyle karşılaşan küçük veya büyük, siyah veya kırmızı, hür veya köle olan her müslümana önce selâm verirdiEvde kullanmak için ayrı, dışarda kullanmak için ayrı bir elbisesi yoktuÇağırıldığı zaman, icabet etmekten -velev ki çağıran saçı sakalı karışmış tozlu topraklı bir kimse olsa da- çekinmezdiHurmanın en çirkini olsa bile getirilen yemeği hakir saymazdıSabah yemeğini akşama, akşam yemeğini de sabaha bırakmazdıNafakası kolaydıAhlâkı yumuşak, tabiatı kerîm, muaşereti güzel, yüzünden tebessüm eksik olmazdıYüzünü ekşitmeksizin mahzunduŞiddet göstermeksizin sert idiZillete düşmeksizin mütevazi idiİsraf olmaksızın cömerttiHer akraba ve müslümana merhametliydiKalbi inceydiDaima düşünür yere bakardıHiçbir zaman yemekten sonra geğirmezdiElini hiçbir yemeğe uzatmazdı'.

Ebû Seleme bAbdurrahman der ki: Hazret-i Âişe'nin hanesine gittimEbû Said'in Hazret-i Peygamber'in zühdü hakkında bana söylediklerini ona naklettim.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Söylenenin bir harfi dahi yanlış değildirHatta eksik bile söylemiştirZira sana Hazret-i Peygamberin hiçbir zaman doyasıya yemediğini, hiç kimseye şikayet etmediğini, fakirliğin onun nezdinde genişlik ve zenginlikten daha sevimli olduğunu, bütün gün aç olduğu, bütün gece de açlık içerisinde kıvranıp sabahladığı halde, onun bu halinin onu o günün orucunu tutmaktan menetmediğini söylememişOysa Hazret-i Peygamber eğer rabbinden yeryüzünün hazinelerini, meyvelerini, doğusundan batısına kadar olan geniş maişetini isteseydi, muhakkak kendisine verirdiHazret-i Peygamber'e olan şefkatimden ve çektiği açlığa üzüldüğümden ötürü çok zaman ağlamışımdırOnun karnını elimle sıvazlar şöyle derdim: 'Nefsim sana fedâ olsun! Seni açlıktan menedecek kadar gıdayı dünyadan edinmiş olsaydın (daha iyi olmaz mıydı?) ' Bunun üzerine derdi ki: 'Ey Aişe! Ulû’l-Azim peygamberlerden olan arkadaşlarım bundan daha zahmetlisine katlandılarOnlar, o halleri ile gidip rablerinin huzuruna vardılarOnların varışlarını rableri güzel yaptıSevaplarını kat kat eylediBen maişette genişliğe kaçarsam, benim bu hareketimin beni onlardan geri bırakmasından korkarımBu bakımdan birkaç gün sabretmem, yarın âhirette nasibimin eksiltilmesinden bana daha sevimli gelir! Arkadaş ve dostlarım olan ulû’l-azim peygamberlere yetişmekten bana daha sevimli gelecek birşey yoktur'.

Hazret-i Aişe (ra. ) der ki: 'Allah'a yemin olsun! Bu sözlerden sonraHazret-i Peygamber, bir haftayı tamamlamadan Allahü teâlâ ruhunu kabzedip onu götürdü'.

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in hallerinden nakledilenler, mütevâzi kimselerin ahlâklarının özetini toplamaktadırO halde tevazu göstermek isteyen bir kimse Hazret-i Peygamber'e uysun! Nefsini Hazret-i Peygamber'in derecesinden üstün görenin ve Hazret-i Peygamber'in razı olduğuna razı olmayanın cehaleti, ne korkunç cehalettirHazret-i Peygamber dünya ve din hususunda, mertebe bakımından, mahlûkların en yükseğiydiHer beşerî izzet ve yücelik, ancak ona uymaktadır.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Biz öyle bir milletiz ki Allah bizi İslâm'la aziz ettiBu bakımdan biz, İslâm'ın gayrisinde izzet aramayız!'

Hazret-i Ömer, bu sözünü Şam arâzîsine pejmürde bir kıyafetle girdiği ve kınandığı zaman söylemişti70

Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır ki bunlara Abdal denirOnlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün istikrarı için kazıklarıdırPeygamberlik sona erdiği zaman, Allahü teâlâ, peygamberlerin yerine, Ümmet-i Muhammed'den bir kavmi vazifelendirdiOnlar fazla oruç tutmak, fazla namaz kılmak ve güzel yüz sahibi olmakla halktan üstün olmadılarFakat onlar, doğru takva, güzel niyet, bütün müslümanlara karşı sağlam göğüs, Allah rızası için müslümanlara nasihat etmek, korkmaksızın sabır göstermek ve zelîl olmaksızın tevazu göstermek suretiyle bu dereceye yükseldilerOnlar bir kavimdir ki Allah onları seçmiş, kulları arasında ulûhiyyetine ibâdet etmek hususunda onları tahsis kılmıştırOnlar kırk sıddîktırlarOnlardan otuz kişinin kalbi, Rahmân'ın dostu İbrahim'in yakînine benzer bir yakîn üzerindedirOnlardan birinin yerine, Allah tarafından biri yaratılmadıkça o ölmez.

Ey kardeşim! Bil ki onlar hiçbir şeye lânet okumazlar, hiçbir şeye eziyet vermezlerHiçbir şeyi tahkir etmezlerHiçbir şeye karşı böbürlenmezlerHiçbir kimseye hased etmez ve dünyaya haris olmazlarOnlar, haber verme bakımından insanların en doğrusudurTabiatça en yumuşaklarıdırlarNefisce en cömertleridirlerOnların alâmet-i fârikaları cömertlik, tabiatları güler yüzlülük, sıfatları selâmettirOnlar bugün korkuda, yarın gaflette değildirlerOnlar zâhirî hallerine devam ederlerOnlara, kendileriyle rablerinin arasındaki muamelelerde şiddetli esen rüzgârlar, şiddetli koşan atlar yetişemezlerKalpleri sevinerek Allah'ın yüce huzuruna şevk göstererek yükselirHayır yarışmasında herkesten önde olmak bakımından terakki ederlerOnlar Allah'ın hizbidirlerİyi bilin ki Allah'ın hizbi, zafere kavuşanların ta kendileridirler.

Râvî der ki: Ben Ebu'd Derda'ya 'Bana bu saydığın sıfattan daha zor gelecek bir sıfat işitmedimBen nasıl bu zor sıfatı elde ederim?' dedim.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Seninle bu sıfat arasında, ancak dünyadan nefret ettiğin zaman bir münasebet vardır; zira sen dünyadan nefret ettiğin zaman, âhiret sevgisine yönelirsinÂhiret sevgisi nisbetinde dünyadan yüzçevirip zühd ve takva gösterirsinZühd'ün ve takvân nisbetinde sana fayda verenleri basiretinle seversinAllahü teâlâ isteğinin güzel olduğunu bildiği zaman, ona istikamet yolunu açar, onu korurEy yeğenim! Bu durum, Allah'ın kitabında vardır:

Gerçekten Allah, takva sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir. (Nahl/12)

Yahya bEbî Kesir71 şöyle demiştir: 'Biz bu hususta düşündükLezzet alanların hiçbiri Allah sevgisinden ve rızasını talep etmekten almış oldukları zevki hiçbir şeyden alamazlarYarab! Bizi, seni sevenlerin sevenlerinden eyle! Ey âlemlerin rabbi! Çünkü senin vergin ancak senin razı olduğun bir kimseye lâyık olur'.

Allah rahmet deryalarını efendimiz Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), âlinin ve ashâbının üzerine akıtsın ve onlara selâm etsin!

60) Abdullah b. Vehb b. Müslim Kureyş kabilesindendir. Güvenilir olan bu zat, âbid idi. H. 97 senesinde 72 yaşında vefat etmiştir.

61) Künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Sâdık bir âbiddir. H. 59 senesinde vefat etmiştir.

62) Ebû Yâ'lâ, (Ebû Hüreyre'den)

63) Temim kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. Künyesi Ebû Kasım'dır. Râfızîlikle itham edilmiştir. (İthaf’us-Saade, VIII/380)

64) Ebû Dâvud, İbn Mâce, (Ebû Umâme b. Sa'lebe'den)

65) Tam adı Harun b. Said el-İllî es-Sa'dî'dir. Fazilet sahibi bu kişi H. 53 senesinde 83 yaşında vefat etmiştir.

66) Bu zat, Muan b. Îsa el-Fezzarî -İmâm-ı Mâlik'in talebelerindendir- veya Muhammed el-Gifârî'dir.

67) Ebû Süleyman Kûfelidir. Muhadramûn'dandır. Güvenilir bir zattır. H. 80

senesinden sonra vefat etmiştir.

68) Ebû Nuaym

69) Nesâî, İbn Mâce, Tirmizî

70) Zehebî, (Kays b. Müslim tarikiyle)

71) Kûfelidir.

9. Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu

Kibir, helâk eden şeylerdendirKibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yokturKibri sökmek farz-ı ayndırKibir, sadece temenni ile sökülmezTedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilirKibri tedavi etmekte iki yol vardır: Birinci yol, kibrin temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktırİkinci yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir.

Birinci Yol

Bu yol, kibrin kökünü kazımak hususundadırBu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki kısımdırŞifa ancak bu iki ilacı birden kullanmakla mümkündürİlmî ilaca gelince, o ilaç, kişinin hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektirKibri kazımak hususunda bu irfan kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar. . Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlarRabbini tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak Allah'a lâyık olduğunu bilirRabbini, O'nun azamet ve mecdini bilmeye gelince, bu husustaki söz oldukça uzarBu mükâşefe ilminin son noktasıdır.

Kişinin nefsini bilmesine gelince, bu da oldukça uzarFakat biz bu hususta tevazu ve güzelliği elde etmekte faydalı olan miktarı zikredeceğizKişiye Allah'ın Kitabı'ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidirÇünkü Kur'ân'da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.

Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden) Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir. (Abese/17-22)

İşte bu âyet-i celîle, İnsan oğlunun yaratılışının öncesine ve varacağı yerin sonuna ve ortasına işaret ediyorİnsan bunu dikkatle izlesin ki ayetin mânâsını anlamış olsun!

İnsanın öncesine gelince, insan anılacak birşey değildirYokluk içinde nice asırlar durduHatta onun yokluğunun öncesi yokturAcaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis birşey var mıdır? İnsan oğlu da böyle idi. Sonra Allah onu şeylerin en mebzulünden (topraktan) yarattı. Sonra şeylerin en pisinden (meniden) meydana getirdi; zira Allah onu topraktan, meniden, kan pıhtısından, bir çiğnem etten yarattı. Sonra bir yığın kemik yaptı. Sonra kemiğe et giydirdiİşte İnsan oğlunun varlığının başlangıcı anılacak birşey olacağı andan itibaren budurBu bakımdan İnsan oğlu ancak vasıfların en hasisi üzerinde olduğu an anılacak birşey oldu; zira İnsan oğlu yaratılışının başlangıcında kâmil yaratılmadıAllahü teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattıDuymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdiBu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladıKuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce sağırlığıyla, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladıİşte bu, Allahü teâlâ'nın şu ayetlerinin mânâsıdır:

Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi! (Abese/17-18)

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. (İnsan/1-2)

Böylece Allahü teâlâ, önce insanı yarattı. Sonra ona minnet etti. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. (Abese/20)

Bu âyet-i celîle İnsan oğlu için hayatı boyunca kolaylaştırılan şeylere işarettir.

Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptıkBiz ona yolu gösterdik. (O) ya şükredici veya nankör olur. (İnsan/2-3)

Ayetin mânâsı şu demektir: İnsan cemad ve ölü olduktan sonra Allah onu dirilttiBirinci derecede toprak, ikinci derecede meni iken Allahü teâlâ ona hayat verdiSağır olduktan sonra ona dinleme âletini, gözü yokken ona göz, zafiyetten sonra ona kuvvet, cehaletten sonra ona ilim verdiAzalarını, içindeki acaipliklerle ve alâmetlerle beraber yok iken var ettiFakirlikten sonra zengin kıldıAçlıktan sonra doyurduÇıplaklıktan sonra giydirdiDalâletten sonra hidayet ettiDikkat et! Allah onu nasıl devirlerden geçirdi! Ona nasıl sûret verdiOnun için yolu nasıl kolaylaştırdı ve yine insanın tuğyanına dikkat et ki insan ne kadar da nankördürİnsanın cehâletine dikkat et ki o cehaleti nasıl belirtiyor!

İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi? (Yasin/77)

O'nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak çoğalıp yayılıyorsunuz! (Rûm/20)

Bu bakımdan Allah'ın İnsan oğluna bahşettiği nimetlerini dikkatle izle! Onu zillet, kıllet, hisset ve pislikten nasıl bu yücelik ve keramet mertebesine nakletmiştir? O, yokluktan sonra nasıl var olmuştur! İnsan oğlu haddi zatında birşey değildirAcaba birşey olmayandan daha hasis birşey tasavvur edilebilir mi? Katıksız yokluktan daha değersiz birşey olabilir mi? Sonra İnsan oğlu Allah'ın kudretiyle mevcud birşey olduOndan önce Allah İnsan oğlunu ayaklarla çiğnenen zelil topraktan yarattıKatıksız yokluktan sonra da necis olan meniden yarattı ki insan, zatının hasisliğini tanımış olsun ve böylece nefsini de tanısın! Allahü teâlâ, insana kemâl derecesinde nimet verdi ki rabbini, O'nun azamet ve celâlini tanısın! Kibriyanın (büyüklüğün) ancak o yüce Allah'a lâyık olduğunu bilsin! Bunun için de ona minnet ederek şöyle buyurmuştur:

Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil ve iki dudak! Bir de ona (hak ve bâtıl) iki yol gösterdik! (Beled/8-10)

İnsan oğlunun başlangıcındaki hissetini tarif ederek şöyle buyurmuştur.

İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Allah onu) yarattı! Derken (insan) biçimine koydu. (Kıyâmet/36-38)

Bundan sonra Allahü teâlâ İnsan oğlunun üzerindeki nimetini zikrederek şöyle buyurmuştur:

Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var ettiBunları yaratan, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi? (Kıyâmet/40)

O meniden erkek ve dişi iki eş yarattı ki üremek suretiyle insan varlığı devam etsin! Nitekim insan varlığının başlangıcı bu ise, onun durumları böyle ise, öyle bir kimseye haddini aşmak, kibir ve gurura kapılmak, böbürlenmek ne gerek? O kimse hakikatte hasislerin en hasisi, zayıfların en zayıfıdırFakat böbürlenmek, hasis kimsenin âdetidirHasisliğinden yüceldi mi burnu büyür, büyüklük taslarBu da öncesinin hasisliğine delâlet etsin diye böyle olmuşturGünahtan dönüş ve ibâdete yöneliş ancak Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir.

Evet! Eğer Allahü teâlâ, İnsan oğlunu kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündürFakat Allahü teâlâ varlığın devamında çeşitli âfetleri, acı balgam, yel ve kandan mürekkep olan zıt unsurları (elementleri) ona musallat kılmıştırOnların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkarO, ister istemez acıkırİster istemez susarİster istemez hastalanırİster istemez ölürNefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremezNe şer, ne de hayr getirebilirBilmek ister, cahili olurAlmak ister, unuturBir şeyi unutmak ister bir türlü unutamazKalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalarKısacası kalbine, nefsine sahip olamazBirşeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helâk ederİlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirlerGece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildirDünyasında sevdiği herşeyin kendisinden alınmasından emin değildirBu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktırEğer terkedilirse devam ederEğer götürülürse yok olurBaşkasının da hiçbir şeyine gücü yetmezO halde insandan daha zelîl ne olabilir? Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdiİşte İnsan oğlunun durumlarının normali budurBu bakımdan İnsan oğlu bunu düşünmelidirİnsan oğlunun akibeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür:

Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek! (Abese/21-22)

Âyetin mânâsı, Allah insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktırİnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektirOnun sadece âzalarının şekil ve sureti kalırOnda his ve hareket diye birşey kalmaz. Sonra toprağa konurBundan sonra necis, pis kokulu bir leş olurNitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi. . . Sonra âzaları çürürParçaları birbirini bırakırKemikleri parçalanıp toprağa dönüşürKurtlar parçalarını yerOnun iki göz bebeğinden başlayıp onları çanaklarından çıkarırlarDiğer âzâlarını da yerlerO kurtların kursağında pisliğe dönüşürÖyle bir leş olur ki hayvanlar bile ondan kaçarHer insan ondan tiksinirKokunun şiddetinden ondan kaçarOnun en güzel hali, ilk aslına dönüşmesidirBu bakımdan o, kendisinden testiler ve küpler yapılan toprak olurOndan binalar inşa edilirVar olduktan sonra yok olurÖyle bir duruma gelir ki sanki dün hiç yokmuş gibi paramparça olurUzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalırKeşke bundan sonra da kalsaydıEğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurduHayır! Toprak olarak bırakılmazAksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra rabbim onu diriltecek, ona belânın şiddetini tattıracaktırOnun darmadağın olan parçaları bir araya geldikten sonra kabrinden kıyâmetin dehşetlerine doğru gitmek üzere çıkarO kıyâmeti seyrederParamparça olmuş ve delinmiş bir göğü, değiştirilmiş bir arzı, yerinden yürütülmüş dağları, küme küme düşen yıldızları, simsiyah kesilen güneşi, kapkaranlık halleri, şiddetli ve katı melekleri, alev alev yanan cehennemi, mücrimlerin kendisine bakıp da hasret çekeceği cenneti seyrederDağılmış sahifeler görürOna 'Kitabını oku!' denilirO, kitabına işaret ederek 'Bu nedir?' diye sorarOna 'O hayatın ki onunla seviniyor, onun nimetleriyle böbürleniyor, sebepleriyle iftihar ediyordunOrada iki melek seni kontrole memur edilmiştiSenin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardıSen onu unutmuşsun fakat Allah onları teker teker senin yüzüne vuracaktırBu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevkolunacaksın!' denir.

Böylece o hitabın korkusundan kişinin kalbi paramparça olurHem de sahifesi açılmadan ve oradaki rezaletlerini görmeden önce bu duruma düşerSahifeyi gördüğü zaman şöyle der: 'Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük birşey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmektir!' İşte İnsan oğlunun işinin sonucu budurBu da şu ayetin mânâsıdır: 'Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek' (Abese/22) Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Hatta birtek lâhza bile olsa nasıl sevinebilir? Hele haddini aşmak, hele zâlimlik yapmak. . . (bunlar hiç de ona yakışmaz!)

İşte onun halinin başı ve ortası belli olduEğer halinin sonu belli olursa ki onun dehşetinden Allah'a sığınırız, çoğu zaman köpek veya domuz olmasını temenni eder ki hayvanlarla beraber toprak olup gitsin, Allah'ın kitabını dinleyen ve azaba atılan bir insan olmasın! Eğer insan Allah nezdinde ateşe müstehak ise, domuz ondan daha şerefli, daha güzel ve daha yücedir; zira domuzun öncesi toprak, sonu da topraktırDomuz, hesap ve azabdan kurtulmuşturKöpek ve domuzdan halk kaçmazEğer dünya ehli günahkâr kulu ateşte görürlerse, onun ateşteki hilkatinin vahşetinden, suretinin çirkinliğinden derhal ölürlerdi! Eğer onun kokusunu hissetseler pis kokusundan ölürlerdiEğer onun içtiği şaraptan bir damla dünya denizlerine dökülse, dünya denizleri leşten daha pis kokulu olurduBu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -Allah'ın affetmesi müstesna ki Allah'ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini birşey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstehak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak kerîm olan Allah affederse o başka! Allah'ın kereminden ve Allah hakkındaki hüsn-i zandan dolayı Allah'tan bu af umulurKuvvet ancak Allah'tandır!

Acaba bir sultana karşı cinayet işlemiş, bin sopa yemeye müstehak olmuş, hapse tıkılmış, çıkarılıp halk huzurunda cezasının tatbik edilmesini bekleyen, bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmeyen bir kimsenin hapishanedeki zilleti nasıl olur ve bunu nasıl görüyorsun? Acaba bu adamın hapishanedekilere karşı gururlanacağını sanıyor musun? Oysa hiçbir günahkâr kul yoktur ki dünya onun hapishanesi olmasın ve o, Allah'ın azabını haketmiş olmasın ve sonucun ne olacağını bilmemiş olmasın! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.

Amelî ilaca gelince, o bilfiil Allah'a tevazu göstermektirDiğer yaratıklara ise, daha önce salihlerin ve Hazret-i Peygamber'in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazi olmaktır.

Hazret-i Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: 'Ben ancak kulumKulun yediği gibi yerim'72

Selmân-ı Fârisî'ye 'Neden yeni bir elbise giymiyorsun?' denildiCevap olarak 'Ben ancak köleyimÂzad edildiğim gün yeni elbise giyeceğim!' dediSelman, bu sözüyle âhiretteki âzad edilmesine işaret etmiştirMârifetten sonra tevazu, ancak amelle hasıl olur.

Bu sırra binaen Allah ve Hazret-i Peygamber'e karşı böbürlenen Araplar, îman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: 'Namaz dinin direğidir!' Namazda birtakım sırlar vardırO sırlardan ötürü dinin direği olmuştur.

O sırlardan olarak Allah'ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektirİslâm'dan önce Araplar, eğilmeyi horluk telâkki ederlerdiOnlardan birinin kamçısı yere düştüğü zaman, onu almak için bile eğilmezdiPapucunun bağı kopar, onu bağlamak için başını eğmezdi.

Hâkim bHizam73 der ki: 'Hazret-i Peygamber'e ancak secdeye ayakta varmak suretiyle biat etmiştim'Hazret-i Peygamber de onun bu şekildeki biatini kabul ettiİslâm'ın hikmetini anladıktan sonra, îmanı kemâle erdiSecdeye varmak Arapların nezdinde zillet ve alçaklığın en son derecesi kabul edildiğinden onların kibri kırılsın, gururları kökünden sökülsün ve tevazu kalplerinde yerleşsin diye secde etmekle emrolundular ve aynı zamanda bütün insanlar da secde etmekle emrolundu; zira rükû, secde, ayakta elpençe divan durmak, tevâzunun gereği olan amellerdirBöylece nefsini tanıyan, kibrin gerektirdiği bütün fiilleri süzmeli ve onun zıddına devam etmelidir ki tevazu onun için tabiî bir ahlâk olsunÇünkü kalpler, güzel ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde ederlerBunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı içindirKalp ise melekût âlemindendir.

İkinci Yol

Bu yol daha önce zikredilen yedi sebepten doğan kibirle ilgilidirBiz Câh'ın Zemmi bölümünde de hakikî kemâlin ilim ve amel olduğunu zikretmiştikBunun dışında kalan ve ölümle yok olan kemâl ise hayalî bir kemâldirBundan dolayı âlim kişiye gururlanmak zor gelirFakat biz bütün o yedi sebep hakkında ilim ve amelden mürekkeb olan tedavi yolunu zikredelim:

Birinci Sebep: Birinci sebep, neseble mağrur olmaktırBu bakımdan neseb cihetinden gururlanan bir kimse kalbini, iki şeyi bilmekle tedavi etmelidir: O şeylerden birincisi, bu gururu, başkasının kemâliyle gururlanmak olduğu için cehaletin ta kendisidir ve şöyle denilmiştir.

Eğer ben şeref sahibi ecdad ile öğünürsem, doğru söylemiş olurumFakat o ecdadların doğurdukları ne kötüdür!

Bu bakımdan neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: 'Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!' Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirlerŞeref, böceğin değil insanındır.

İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdırBu bakımdan babası ve dedesini tanımış olurÇünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktırOysa Allahü teâlâ, İnsan oğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur:

O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra insanın neslini bir özden, hakir bir sudan (meniden) yaptı. (Secde/7-8)

Bu bakımdan, aslı zelil ve ayaklarla çiğnenen bir toprak olan, sonra çamuru kokmaya yüz tutan, balçık oluncaya kadar yoğrulan bir kimse nasıl gururlanır? Oysa nisbet edildiği şey, şeylerin en hasisidir; zira şöyle denilir: 'Ey topraktan daha zelîl! Ey balçıktan daha pis kokulu! Ey kan pıhtısından daha necis!' Eğer kişinin babasından olması, topraktan olmasından daha yakın ise, biz deriz ki: 'Uzak ile değil, yakın ile iftihar etÇünkü meni ve et oluşu kişiye, babasından daha yakındırBu bakımdan kişi bununla nefsini hakir saymalıdır. Sonra eğer bu yakınlıktan dolayı bir yücelik gerekiyorsa, en yüce babası topraktandırO halde yüceliği nereden gelir? İnsan oğlunun yüceliği olmadığı zaman evlâdına yücelik nereden geliyor? İnsanın aslı toprak ve menidirÖyle ise ne insanın aslı, ne de faslı vardırBu ise neseb hasisliğinin en son derecesidirBu bakımdan aslı, ayaklarla çiğnenir, faslından ise bedenlerin yıkanması gerekirİşte İnsan oğlunun hakikî nesebi budur! Bunu bilen neseble gururlanmaz, kişinin bu bilgiden ve hakikî aslının yüzünden perde kalktıktan sonraki misâli, tıpkı şu kişinin misâline benzer ki Benî Hâşim soyundan (Hazret-i Peygamber'in soyundan) geldiğini anne ve babasından işitmiş, dolayısıyla kendisinde şeref gurur vardır! Fakat sözlerinden şüphe edilmeyen adil bir cemâat kendisine, hacamat yapan, pisliklerde çalışan Hindli bir kimsenin oğlu olduğunu haber verir ve bu husustaki düşüncesini alt-üst ederlerOnların vesikalı beyanlarının doğruluğunda şek ve şüphesi kalmazAcaba böyle bir kimseye verilen bu haberin onun nesebden gelen gururunun zerresini dahi bırakacağını sanır mısın?

Hayır! Aksine bu kişi kendi nefsinde insanların en hakîri ve en zelîli olurO, hasisliğinden ötürü, sezdiği mahcubiyetten o kadar meşguldür ki, başkasına karşı mağrur olmaya artık imkânı yokturİşte bu hal, basireti açık bir kimsenin, aslını düşündüğü, meniden ve topraktan olduğunu bildiği zamanki halidir; zira eğer babası, toprak taşıyan veya hacamat yoluyla kan alan veya başka işlerde çalışan bir kimse ise bununla nefsinin hasisliğini bilmiş olurÇünkü babasının âzası, toprakla kana temas etmektedirAcaba nefsinde topraktan, kandan ve tiksindiği kirli şeylerden mevcut olduğunu bildiği zaman, nasıl bunu bilemez?

İkinci Sebep: İkinci sebep, güzellikle mağrur olmaktırBunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç âlemine bakmasıdırHayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdırKişi iç âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmezİnsan, pisliği barsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktırHergün bir veya iki defa pisliği eliyle yıkar, hergün bir veya iki defa içindeki pisliği çıkarmak için helâya giderÖyle bir pislik ki eğer gözüyle görmüş olsaydı eliyle temas etmek veya koklamaya hacet kalmadan tiksinirdiBütün bunları necaset ve zilletini bilmesi için düşünmelidirİşte bu, normal durumda olduğu haldirİnsan, işin başlangıcında necasetlerden yaratılmıştırMeniden, hayız kanından, necasetlerin mecrasından çıkarılmıştır; zira önce belden, sonra sidiğin mecrası olan yerden çıkmıştır. Sonra hayız kanının feyezan ettiği ana rahminden, sonra necasetin mecrasından çıkmıştır.

Enes (radıyallahü anh) der ki: 'Ebû Bekir Sıddîk bize hutbe okuyor, nefislerimizi gözümüzden düşürmek için çirkinleştiriyor ve şöyle diyordu: 'Herhangi biriniz, sidiğin yolundan iki defa çıktı!'

TâvusÖmer b. Abdülaziz'e şöyle dedi: 'Bu yürüyüş karnında pislik taşıyanın yürüyüşü değildir! Tâvus, Ömer'in mağrur bir şekilde yürüdüğünü görünce bunu söylemiştirBu olay Ömer halife olmadan önce cereyan ettiİşte İnsan oğlunun öncesi ve sonrası budurEğer insan bedenini bir gün yıkamadan kendi haline bırakırsa, ondan pis kokular ve necasetler gelmeye başlarO, nefsine hiçbir zaman sahip çıkmayan ve başıboş olan dört ayaklı hayvanlardan daha pis kokulu ve daha necis olurBu bakımdan pisliklerden yaratıldığını ve pislikler içerisinde durdurulduğunu ve ölüp de tekrar diğer pisliklerden daha tiksindirici bir leşe döneceğini düşündüğü zaman, mezbelelikte biten çiçeklerin ve derelerin kenarında açılıp pırıl pırıl parladıkları bir anda, ansızın çer-çöp kesiliveren, esen rüzgârların önünde toz olup uçan çiçeklerin rengi gibi olan güzelliğiyle iftihar edip böbürlenmezNasıl böyle olmasın? Eğer kişinin güzelliği bâki olup, o kişi bu çirkinliklerden uzak olsaydı, yine çirkine karşı böbürlenmemesi farz olurdu; zira çirkinin çirkinliği elinde değildir ki ondan dolayı övünsün! Nasıl böyle olmasın ki? Oysa güzelliğinin bekâsı da yokturO güzelliğin her an hastalık veya çiçek veya çıban veya herhangi bir sebeple yok olup gitmesi düşünülebilirNice güzel yüzler vardır ki bu sebeplerden dolayı bedleştilerBu bakımdan bu şeylerin bilinmesi, güzellikten ötürü kalbe gelen gurur hastalığını bu durumları düşünen kimse kökünden kazıyıp atar.

Üçüncü Sebep: Üçüncü sebep, kuvvet ve güçten ötürü gurura kapılmaktırKişiyi bu şekil gurura kapılmaktan, kendisine musallat kılınan illet ve hastalıkları bilmesi, elindeki bir damarın acıdığı takdirde her âcizden daha âciz kesileceği, her zelilden daha zelîl olacağını takdir etmesi meneder ve yine eğer karasinek, kendisinden birşey aşırırsa, o şeyi sinekten kurtaramayacağını, eğer bir sivrisinek burnuna girerse veya bir karınca kulağına dalarsa, kendisini öldüreceğini veya bir diken ayağına batarsa kendisini âciz bırakacağını düşünmesi, kendisini bu gururdan kurtarırBir günün sıtmasını bir müddet boyunca düşünürse, gururundan vazgeçerBu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamazÖyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?

Dördüncü ve Beşinci Sebep: Zenginlik ve malın çokluğundan gurura kapılmaktırDost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da bu türdendirBütün bunlar insanın zatından hariç güzellik, kuvvet ve ilim gibi bir mânâdan ötürü gurura kapılmaktırBu gurur, gurur türlerinin en çirkinidir, zira malıyla gururlanan bir kimse, sanki atıyla, oturduğu eviyle gururlanırEğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olurNefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina ederEğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olurZatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktırNasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahûdî vardırO şeref ki yahûdî senden önce ona nail olmuşturO şeref ki bir lâhzada hırsız bir kimse onu elde eder ve onun sahibi de iflâs eden bir zelîl olurO şerefe yuh olsun! İşte bunlar insanın zatında olmayan sebeplerdirİnsanın zatında olan ve varlığının devamı insanın elinde olmayan ve âhirette insan için vebâl ve azap olan şeylerle mağrur olmak cehaletin en son derecesidirO halde dizgini sende olmayan birşey senin değildir! Oysa bu saydığımız şeylerin hiç birinin dizgini senin elinde değildirOnların dizgini onları hibe edenin elindedirEğer o onları sana bırakırsa ne âlâ, eğer isterse onlar senin elinden giderSen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesinBunu bilen bir kimsenin gururu elbette yok olurBunun misâli, kuvveti, güzelliği, malı, hürriyeti, istiklâli, evinin genişliği, at ve hizmetçilerinin çokluğu ile gaflete dalanın böbürlenmesidirBu böyle böbürlenirken iki adil şahid, insaflı bir hâkimin yanına gelip onun filan adamın kölesi olduğuna, anne ve babasının da o adamın köleleri olduğuna şahidlik ederlerHâkimde bununla hükmederBunun üzerine esas sahibi gelir, onu ve elindeki şeyleri alıp götürürBununla beraber o, sahibinin mallarında tefrite kaçtığı, sahibinin istemesine rağmen kusur edip sahibini tanımaya bir türlü yanaşmadığı için cezaya çarptırılmasından korkar. Sonra bu kul, kendisini bir evde hapsedilmiş olarak görürEtrafının yılan, akreb ve çiyanlarla sarılmış olduğunu görürO her durumda bütün bunlardan korkmaktadırÖyle bir durumdadır ki ne nefsine, ne de malına hâkimdirNe de hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulabilirAcaba hali böyle olan bir kimsenin kudret, servet, kuvvet ve kemâliyle böbürleneceğini veya nefsini zelîl edip tevâzua yapışacağını mı sanıyorsunuz? İşte basiret sahibi ve akıllı kimsenin durumu budurÇünkü o nefsini böyle görürNe boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildirBununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadırBunlar akrep ve yılanlar gibidirBunların kendisini helâk etmesinden korkarHali böyle olan bir kimse kuvvet ve kudretiyle nasıl mağrur olabilir? Zira kuvvet ve kudretinin olmadığını bilmektedir!

İşte haricî sebeplerden dolayı gurura kapılmanın tedavi yolu budurBöyle bir gururun tedavisi, ilim ve amelden gelen gururun tedavisinden daha kolaydırÇünkü ilim ve amel kişinin nefsinde, iki kemâl sıfatıdırOnlarla kişinin sevinmesi uygundurFakat onlarla mağrur olmak da -ilerde zikredeceğimiz gibi- cehaletin gizli bir çeşididir.

Altıncı sebep: Altıncı sebep ilimden dolayı gurura kapılmaktırBu, âfetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidirTedaviyi uzun bir çalışma ve yorucu bir zahmetten sonra da kabul etmekten en uzağıdırBu hastalığın hikmeti şudur: İlmin kıymeti Allah'ın nezdinde büyüktürİnsan nezdinde de büyüktürMal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktürHatta mal ve güzelliğin büyüklüğü, eğer beraberinde ilim ve amel varsa sözkonusu olur.

Bunun için Kâ'b'ul-Ahbar şöyle demiştir: 'muhakkak malın tuğyânı gibi ilminde tuğyânı vardır'Hazret-i Ömer de şöyle demiştir: Âlim kişi kaydığı zaman onun kayışıyla beraber bir âlem kayar'Bu bakımdan Allah nizamında ilmin faziletini açıkça belirten hükümlerin çokluğundan dolayı cahile nisbeten âlim kişi nefsini büyütmekten aciz kalır.

Alim kişi ancak iki şeyi bilmek suretiyle gururu nefsinden uzaklaştırabilir.

Bir

Bilmelidir ki Allah'ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidirOnda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul ederÇünkü ilminden ötürü, Allah'a isyan eden bir kimsenin suçu daha fâhiştir; zira böyle bir kimse Allah'ın ilim hususunda kendisine vermiş olduğu nimetin hakkını edâ etmemiştirBunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet gününde âlim kişi getirilir, cehennem ateşine atılırBarsakları dökülürDeğirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında dönerCehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: 'Sana ne oldu?' Cevap olarak der ki: 'Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum'74

Allahü teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:

Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitap taşıyan eşeğin haline benzer. (Cum'a/5)

Bununla Allah yahûdî âlimlerini kasdetmiştirBel'am bBaura hakkında da şöyle buyurmuştur:

Onlara şu kimsenin haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu arkasına taktı, böylece azgınlardan olduEğer dileseydik o kimseyi o ayetlerle yükseltirdikFakat o yere saplandı ve hevasına uyduOnun durumu tıpkı şu köpeğin haline benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. (A'raf/175-176)

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: 'Bel'am'a Allah tarafından bir kitap indirildiBel'am yeryüzünün şehvetlerine meylettiYani sevgisi bunlarla teskin olduBu bakımdan onun misali, üzerine vardığında da soluyan, bıraktığında da soluyan bir köpeğe benzerYani Bel'am'a ister hikmet verilsin, ister verilmesin, o şehvetini terketmezÂlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi âlim bu şehvete tâlip olmaz? Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidirÇünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktürNitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi. . . Bu bakımdan o kıymete karşı bu tehlike vardırÂlim kişi, düşmanlarının çokluğundan dolayı, mülkünde canı daima tehlike içinde olan sultan gibidir; zira sultan, düşman tarafından esir edildiği zaman daha önce fakir olmayı temenni ederNice âlim vardır ki âhirette cahil kimselerin selâmeti gibi bir selâmeti arzularBöyle bir arzuda bulunacak raddeye düşmekten Allah'a sığınırız!

Bu bakımdan bu tehlike âlimi gururdan meneder; zira âlim eğer cehennem ehlinden ise domuz ondan daha üstündürHali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim kişinin, kendi nefsinde, ashâb-ı kirâmdan daha büyük olduğunu telâkki etmesi uygun değildir.

Ashâbdan biri şöyle demiştir: 'Keşke annem beni doğurmasaydı'75

Başka biri de yerden bir saman çöpünü kaldırarak şöyle dedi: 'Keşke ben çöp olsaydım!'

Başka biri de şöyle dedi: 'Keşke ben eti yenilen bir kuş olsaydım!' Diğer biri de 'Keşke ben anılan birşey olmasaydım' demiştirBütün bu sözler, akibetin tehlikesinden korkmaktan ileri geliyorBu bakımdan ashâb-ı kirâm nefislerini kuştan, topraktan daha düşük görürlerdiNe zaman âlim, üzerinde bulunduğu tehlikeyi uzun uzadıya düşünürse, onun gururu tamamen giderNefsini mahlûkatın en şerlisi imiş gibi görürBöyle bir âlimin misali, bir kölenin misaline benzer ki o kölenin efendisi, kendisine birtakım vazifeler emretmiş, o da onları yapmaya başlamışBazılarını yapmış, bazılarını eksik bırakmışBazılarında da efendisinin razı olacağı bir şekilde yapıp yapmadığı hususunda şüphe etmiş, o bu durumda iken biri, efendisinin bir elçi gönderdiğini ve elçinin de onu çırıl çıplak soyup, güneşin harareti altında uzun bir zaman efendisinin kapısında işkence edeceğini haber verirÖyle ki dünya kendisine daralır, tâkati son raddeye gelirBu sefer hesabının yapılması emredilirAz veya çok bütün amellerinin kontrolu istenilir. Sonra daracık bir hapishaneye, daimi bir azaba götürülmesi emredilirÖyle bir azap ki, bir saat dahi kendisinden hafifletilmezKendisi de bilir ki efendisi, birçok kölesine de aynen böyle yapmıştırBazılarını da atfetmiştirFakat kendisinin affedilip affedilmeyeceğini bilmemektedirİzzet ve gururu iptal olurÜzüntü ve korkusu artarHalkın hiçbirine karşı artık gurura kapılmazAksine halktan herhangi birine karşı 'bana şefaatçı olur' ümidiyle tevazu gösterirİşte âlim kişi de böyledirRabbinin emirlerini, âzalarında beliren suçlarla, iç âlemindeki riya, hıkd, hased, ucub, nifak ve benzerinden ibaret olan günahlarla zâyi ettiği hususunda düşündüğü zaman ve üzerinde bulunduğu büyük tehlikeyi sezdiği an gururu derhal kendisinden ayrılır.

İki

Âlim kişi bilir ki kibir ancak Allah'a lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman Allah'ın nefretine uğrarOysa Allah da kendisinden tevazu göstermesini ister ve Allah kendisine 'Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardırNefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur' demiştirBöyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, mevlasının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep ederBöyle bir istek kalbinden kibri götürürHer ne kadar günahının olmadığını kesinlikle biliyor veya düşünüyorsa da yine böyle yapmalıdırBu tür tedavi ile peygamberlerden kibir zâil olmuştur; zira peygamberler, Allah'ın abâsı olan kibir hakkında Allah ile cedelleşen bir kimsenin belini Allah'ın kıracağını bilirlerAllah onlara manevî makamları Allah nezdinde büyüsün diye nefislerini küçümsemelerini emretmiştirİşte bu da insanı şüphesiz tevazuya sürükleyen sebeplerdendir.

Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir fâsığa ve bir bid'atçıya kişi nasıl tevazu gösterir? Âlim ve âbid olduğu halde nasıl nefsini bunlardan daha küçük görür? Allah nezdindeki ilim ve ibâdetin faziletini nasıl bilmemezlikten gelir? Fâsığın ve bid'atçının tehlikesinin daha fazla olduğunu bildiği halde kalbine ilmin tehlikesinin hutûr etmesi, kendisini nasıl böyle birşeyden müstağni eder?

Cevap: Bu ancak akibetin tehlikesini düşünmek suretiyle mümkündürÂlim kişi kâfir bir kimseye baksa dahi, ona karşı tekebbür etmesi mümkün değildir; zira kâfirin müslüman olması ve sonunun imanla mühürlenmesi, âlim kişinin de dalâlete gitmesi, sonunun da küfürle son bulması düşünülebilirÂhirette Allah katında değerli olan kimse büyüktürKöpek ve domuz rütbece Allah katında, cehennem ehlinden olup böyle olduğunu bilmeyen bir âlimden daha yücedirler; zira nice müslüman vardır ki Hazret-i Ömer'e müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona aldırmamıştırOysa Allahü teâlâ Hazret-i Ömer'e İslâm'ı nasib ettiHazret-i Ebû Bekir hariç, bütün müslümanlardan üstün kıldıBu bakımdan neticeler insanlardan gizlidirlerAkıllı bir kimse de ancak neticeye bakarDünyadaki bütün faziletler ancak netice için talep edilirDurum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktırCahil bir kimseye baktığı zaman 'Bu cehaletiyle Allah'a isyan etmiş, ben ise ilmimle Allah'a isyan ediyorumBu bakımdan Allah katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!' demelidirÂlim kişiye baktığında 'Bu benim bilmediklerimi öğrenmişBen nasıl onun gibi olurum!' demelidirYaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: 'Bu benden önce Allah'a itâat etmiştirBu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?' Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: 'Ben ondan önce Allah'a isyan etmişimO halde ben nasıl onun gibi olabilirim?' Bid'atçı ve kâfire baktığı zaman 'Ben ne bileyim, belki bu, sonunda müslüman olurBen de onun şimdi üzerinde bulunduğu (Allah korusun) duruma düşerimO halde hidayetin devamı benim elimde değildirNitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi. . . ' demelidirÖyle ise neticenin düşünülmesiyle kul, kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olurBütün bunlar kemâlin âhiret saadetinde ve Allah'a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın şâşâlarında olmadığını bilmesine bağlıdırYemin ederim bu tehlike, gurura kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektirFakat herbirine himmetini kendi nefsine sarfetmesi, akıbetinden korktuğu ile meşgul olması uygun ve lâyıktırBaşkasının korkusuyla meşgul olmamalıdırÇünkü şefkat gösteren insan, su-i zan yapmanın oburudurOysa her insanın şefkati kendi nefsinedirBu bakımdan bir cemaat, bir cinayetten dolayı hapsedildikleri zaman, hepsinin boynunun vurulmasıyla tehdid edildikleri an, artık bazısı diğerine karşı kibir takınmaya vakit bulamazHer ne kadar tehlike hepsini birden kaplamakta ise de; zira herbiri başkasına bakamayacak kadar meşguldürSanki onların her biri o musibet ve tehlikede tek başınadır.

Soru: Bu duruma göre Allah yolunda nasıl bid'atçı ve fâsık bir kimseden nefret edeceğim? Oysa onlardan nefret etmekle emredildim. Sonra buğz ile tevazuyu bir araya getirmek, ters düşenleri bir araya getirmek demektir?

Cevap: Bu karışık bir durumdurHalkın çoğu burada hayrette kalır; zira Allah için bid'atı ve fıskı inkâr etmek hususundaki nefret, nefsin kibri, ilim ve takvanın ucb'a sürüklenmesiyle karışırNice cahil âbid ve mağrur âlim vardır ki fâsık bir kimsenin yanında oturduğunu gördüğü zaman, o fâsıkı rahatsız etmek suretiyle yanından kaldırmak ve nefsinde gizli olan bir gururdan dolayı ondan uzaklaşmak isterBu kimse Allah için o fâsıktan nefret ettiğini zannederNitekim daha önce İsrailoğulları'nın âbidinin onların rezil kimsesine karşı yaptığı gibi. . . . Bunun hikmeti şudur: Allah'a itaat eden bir kimseye karşı gurura kapılmanın şer olduğu belli. . . Bundan sakınmak da mümkün! Fâsık ve bid'atçıyı gördüğün veya onlara emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker yaptığın zaman, kalbinde üç şeyin hazır bulunması gerekir: O şeylerin birincisi; daha önce geçmiş günahlarına ve hatalarına bakmandır, bu bakış senin gözünden senin kıymetini düşürürO şeylerin ikincisi; senin alâmet-i fârikan olan ilminin, hakka inanmanın ve salih amelinin, ancak Allah'tan sana verilmiş bir nimet olduğunu düşünmendirBu bakımdan burada minnet senin değil, Allah'ındırBunu Allah'tan bilmelisin ki nefsin ucb'a kapılmasınUcb'a kapılmadıysa gurura da kapılmazO şeylerin üçüncüsü; hem kendi akibetinin hem de o adamın akıbetinin mübhem olduğunu düşünmektirSenin için son nefesin kötü bir şekilde kapanabileceğini, onun için de güzel bir şekilde kapanabileceğini düşünmelisin ki korku seni ona karşı böbürlenmekterı alıkoysun!

Soru: Bütün bu hallerle beraber ben nasıl öfkeleneyim?

Cevap: Sen sadece mevlân için, efendin için öfkeleneceksin; zira O, kendisi için öfkelenmeni emretmiştirSenin nefsin için öfkelenmeni emretmemiştirSen öfkelendiğin zaman nefsini kurtulmuş, arkadaşını da helâk olmuş görmemelisinAksine Allahü teâlâ'nın senin gizli günahlarını bildiğini düşünerek nefsin için, o adamın cehaletle beraber akibetinin korkusundan daha fazla korkmalısınAnlaman için bunu bir misâl ile anlatayımAllah için, kendisine öfkelendiğin bir kimseye karşı böbürlenmen, buğzetmen, zarurî birşey değildirDeğerini onun değerinden üstün bilmen zarurî değildir.

Bu hususa şöyle bir misâl verebiliriz: Sultanın gözünün nuru olan bir evlâdı vardır, bir de hizmetkârı. . . O hizmetkâra çocuğu muhafaza etmek görevini vermiş ve 'edebe mugayir bir harekette bulunup lâyık olmayanla meşgul oldu mu ona kız ve vur' diye emretmiştirEğer hizmetkâr efendisine mûtî ve dost ise, çocuğun edeb dışı bir hareketini gördüğü zaman, öfkelenmeyi kendisine zarurî görürÇünkü köle, ancak mevlâsının emrini yerine getirmek suretiyle mevlâsına yaklaşmak isterMevlâsının hoşuna gitmeyen bir hareket çocuktan sâdır olduğu zaman gururlanmaksızın döver ve öfkelenirFakat mevlâsının evlâdına karşı mütevazidirMevlâsının nezdinde o çocuğun kıymetinin, kendi kıymetinden üstün olduğunu bilirÇünkü evlâdın hizmetçiden daha aziz olduğunda şüphe yokturBu bakımdan gurur ve Âdem-i tevazu, öfkelenmenin gereği değildirİşte aynen bunun gibi bid'atçı ve fâsığa bakıp onların âhirette Allah katında kıymetleri ezelde takdir edilen îmandan Ötürü senin kıymetinden daha üstün olduğunu düşünmen mümkündürSenin de ezelde kötü kaza ve kaderinden ötürü gâfil olduğun halde, onların senden üstün olduklarını sanabilirsinBununla beraber, sen mevlânın sevgisinden ötürü emrin hükmüne uyarak bid'atçı ve fâsığa kızarsınÇünkü onlardan mevlânın hoşuna gitmeyen hareketler sudur etmiştirBunu, mevlânın nezdinde âhiret âleminde mevlâya senden daha yakın olması muhtemel olan bir kimseye tevazu göstermekle beraber yaparsınİşte bazı âlim ve akıllılar böyle yapardıBuna korku ve tevazu da eklenirdi.

Mağrur bir kimseye gelince, o gururlanır, başkasına ümit ettiğinden daha fazlasını kendisine ümit ederNeticenin bilinmemesine rağmen böyle hareket ederBu, gururun son derecesidirAllah'a karşı isyan eden veya bid'at oluşuna inanarak emr-i ilâhînin hükmüyle bid'atçıya kızıp ondan uzaklaşan bir kimse için tevazuyu elde etme yolu budur!

Yedinci Sebep: İbâdet ve takva ile gururlanmaktırBu da kullar için büyük bir fitnedirBunun çıkar yolu diğer kullara karşı tevazu göstermeyi kalbine gerekli kılmaktırŞöyle ki: İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidirÂlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidirNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? (Zümer/9) Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashâbımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir76

İlmin Fazileti hakkında vârid olan daha nice hadîsler vardırEğer âbid kişi 'Bence fazilet, ilmiyle amel eden âlim içindirBu ise fâcir bir âlimdir' derse, ona cevap olarak denir ki: 'Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, Allah katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündürBu ihtimallerin her biri burada mümkündürHaberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludurMadem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz değildirAksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır'.

Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin kendini âbidden üstün görmesi uygun olurÇünkü Hazret-i Peygamber Âlimin âbide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashâbımdan üstünlüğüm gibidir' buyurmuştur.

Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurduOysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidirÂlimin öldüğü zaman ki hâlinin, Allah'ın katında Allah nezdinde kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardırÇünkü Allah ondan, o günahından ötürü nefret etmiştirMadem böyle bir ihtimal vardır, o halde âlimin nefsi için korkması lâzımdırAlim ve âbidin nefsi için korkması sözkonusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekirBaşkasının hakkında da ümidi olmalıdırİşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyarİşte bu, âlime karşı âbidin durumudur.

Âlim olmayana karşı âbidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlarDurumları âbide örtülü ve durumları âbide apaçık görünenler. . . Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundurÇünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması mümkündürİbâdet bakımından daha fazla, Allah sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür.

Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve 'bunun günahı benden daha fazladır' demen de uygun değildirÇünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündürHele onda katl, içki ve zina görürsen. . . Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, bâtıla inanmak, Allah'ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi Allah katında şiddetlidirlerÇoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı Allah'ın nefretine uğrarsınBazen de fâsıklığı açık olan bir fâsığın Allah sevgisi, ihlâs, korku ve Allah'ı tâzim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yokturAllahü teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affederBöylece kıyâmet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsünBöyle olması pekâlâ mümkündürSenin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundurBu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmezBaşkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmezSen bu tehlike hakkında düşündüğün zaman başkasına karşı mağrur olmaktan seni alıkoyacak bir meşguliyetin olur.

Vehb b. Münebbih der ki: 'Herhangi bir kul da o hasletler olmadıkça aklı tamam değildir'Bunun üzerine o hasletlerin dokuzunu sayıp onuncu haslete gelince şöyle dedi: "Onuncu hasletin ne olduğunu biliyor musun? O onuncu hasletle kulun cömertliği artmış ve zikri yücelmiştirO onuncu haslet, bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesidirİnsanlar kişinin yanında ancak iki grupturlarO gruplardan biri kişiden daha faziletli ve daha üstündürDiğer grup, kişiden daha şerir ve daha düşüktürBu bakımdan kişi kalben bu iki gruba karşı da tevazu gösterirEğer kişi, kendisinden daha hayırlı birini görürse, ona tevazu gösterdiğinden dolayı sevinir ve onun mertebesine ulaşmayı temenni ederEğer kendisinden daha şerir birini görürse şöyle demelidir: 'Bu adamın kurtulması, benim de helâk olmam mümkündür'Bu bakımdan bu kişiyi sonundan korktuğu için şöyle derken görürsün: 'Belki bu adamın iyiliği içindedirBu ise o kişi için hayırdırBen bilmem! Umulur ki onda, onunla Allah arasında şerefli bir ahlâk bulunsun! Allah o ahlâktan dolayı ona rahmet edip, tevbesini kabul etsin ve en güzel amellerle defterini kapatsın! Benim iyiliğim açıkta görülüyor ama bu durum benim için şerlidir'Bu bakımdan, yaptığı ibâdetleri âfetlerin yakmasından emin değildir". Sonra Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bu durumda bulunan kişinin aklı kemâle ermiş, bu kimse zamanının ehline baş olmuştur'.

Bir kimsenin, Allah katında şakî olması ezelde, kaza ve kaderde takdir edilmiş olabilirO kişiye hiçbir durumda böbürlenmek yakışmaz! Evet! Eğer korku bu kişiye galip ise bu kişi herkesi nefsinden daha hayırlı görürBu ise faziletin ta kendisidir.

Bir âbid bir dağa sığındıO âbide, rüyâ âleminde denildi ki: 'Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sorduEskici ona gündüz oruç tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini söylediBunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: 'Bu güzel bir ibâdet! Fakat bu sadece herşeyi bırakıp Allah'ın ibadetine dalmak gibi olmaz!' İkinci bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona 'Senin yüzünde görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?' diye sor" denildiBunun üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı: 'Ben insanlardan birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir'Bunun üzerine âbid dedi ki: 'İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!' Bu hasletin faziletine delâlet eden şu âyet-i celîledir.

Verdiklerini, rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler. (Mü'minûn/60)

Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini yaparlar.

Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler. (Mü'minûn/57)

'Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan) korkardık' dediler. (Tûr/26)

Allah günahlardan uzak ve ibâdetlere devam ettikleri halde, meleklerini 'Allah'tan korkmak' ile vasıflandırarak onların durumunu şöyle haber vermiştir:

Gece gündüz hep Allah'ı tesbih ederler, hiç ara vermezler. (Enbiya/20)

Onlar O'nun korkusundan titrerler. (Enbiya/28)

Bu bakımdan ne zaman ki ezelde, kaza ve kaderin sebkat ettiği hükümden korkmak ve sakınmak ortadan kalkar, ecelin sonucunda inkişafa kavuşursa, o zaman Allah'ın azabından emin olmak galebe çalar ve kibir ortaya çıkarBu ise helâk olmanın sebebidirBu bakımdan kibir, emin olmanın delilidirEmin olmak da helâk edicidirTevâzu korkunun delilidirKorku ise, saadete vardıran bir vasıftırBu bakımdan âbid kişinin, nefsinde kibir taslaması, halkı hakir görmesi ve onları küçük görmesi yüzünden ifsad ettiği, amellerinin zâhiriyle ıslah ettiğinden pek fazladır.

İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdirAncak nefis, bu mârifetten sonra tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunurOysa yalancıdırBu bakımdan bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yaparVa'dini unuturBundan dolayı tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildirMârifeti amel ile ikmal etmek, kibrin kabardığı yerlerde mütevâzilerin fiilleriyle nefsi denemek lâzımdırŞöyle ki: Nefsi beş şeyle imtihan etmeli; imtihanlar her ne kadar çoksa da bu beş imtihan, bâtından çıkarılana her delilden daha fazla delâlet eden delillerdir.

Birinci İmtihan: Herhangi bir ilmî meselede, amellerinden biriyle münâzaat etmesidirEğer hak, arkadaşının diliyle ortaya çıkarsa, onu kabul etmek, arkadaşına haklı olduğundan dolayı itaat edip, faziletini ikrar etmek, kendisini ikaz ettiğinden, bilmediğini kendisine öğrettiğinden, hakikati ortaya çıkardığından ötürü kendisine teşekkür etmek ağır gelirse bu durum onun kalbinde gizli bir kibir olduğuna delâlet ederBu hususta Allah'tan korksun! Bunu tedavi etmekle meşgul olsun! İlim bakımından bu hastalığı tedavi etmeye gelince, ilmî tedavi şöyle yapılır: Nefsine hasisliğin ve âkıbetinin tehlikesini, kibir ve azametin ancak Allah'a lâyık olduğunu hatırlatmalıdırAmelî tedavisine gelince, kendisine ağır gelen hakkı ikrar etmeye nefsini zorlamalı, karşıdaki adamı övmeli, nefsinin acizliğini ikrar etmeli, istifade ettiğinden dolayı karşısındaki insana teşekkür etmeli ve şöyle demelidir: 'Zekânla kavradığın hakîkat ne güzeldir! Oysa ben o hakîkati kavramaktan gâfil idimAllah sana mükâfat versinÇünkü sen bana bu hakikati öğrettin'Çünkü hikmet, Mü'minin yitiğidirBu bakımdan Mü'min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali kılana teşekkür etmesi uygundurBirkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu kendisi için tabiî bir durum olurKalbine hakkın ağır gelmesi ortadan kalktığı gibi, hakkı kabul etmeye doğru adımlar atmış olurNe zaman akran ve emsalinin faziletlerinden dolayı övülmeleri kendisine ağır gelirse, muhakkak kalbinde kibir vardırEğer bu tenha da değilde ancak cemaat içerisinde ağır gelirse, onda kibir yoktur, riya vardırBu bakımdan riyasını, insanlardan tamahı kesmekten ibaret olan tedavi formülüyle, daha önce söylediğimiz gibi tedavi etmelidirNefsine, haddi zâtında kemâle ermesinin, Allah katında kâmil olmanın zerre kadar yararlı olmadığını hatırlatmalıdırRiyanın diğer tedavi formüllerine de başvurabilirsinEğer akran ve emsâlini övmek, hem tek başına kaldığında, hem de halk içerisinde bulunduğunda kendisine zor gelirse, bu takdirde kalbinde riya ve kibir aynı anda bulunurOnlardan ikisinden de kurtulamadığı takdirde birinden kurtulması fayda sağlamazBu bakımdan iki hastalığı birden tedavi etmelidirÇünkü onların ikisi de helâk eder.

İkinci İmtihan: Mahfellerde arkadaş ve emsalleriyle bir araya gelmesi, onları nefsine tercih etmesi, onların arkasında yürümesi, mecliste onlardan daha aşağıda oturmasıdırEğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, o mağrurdurBu bakımdan zoraki bir şekilde böyle yapmaya, ağırlık kendisinden sâkıt oluncaya kadar devam etmelidirBöyle yapmakla kibir kendisinden silinirFakat burada şeytanın bir hilesi vardırŞöyle ki: Ayakkabılarının bulunduğu yerde oturmasını veya kendisiyle emsallerinin arasında, mertebece küçük olan kimselerin oturmasını sağlar ve dolayısıyla kişi bunu tevazu sanarBu ise gururun ta kendisidirÇünkü böyle yapmak mağrur kimselerin nefislerine hafif gelir; zira onlar, görenlere yüksek yerde oturmaya müstehak olduklarını ve faziletlerinin onu gerektirdiğini, buna rağmen onu terkettiklerini ifham ettirirler! Dolayısıyla gurura kapılmış olurTevazu göstermekle de gururunu belirtmiş olurAkran ve emsâlini nefsine tercih etmeli, onların aralarında ve yanlarında oturmalı, onların safından çıkıp ayakkabıların safına gitmemelidir! Böyle yapmak gururun habâsetini, insanın içinden çıkarıcı bir hareket olur.

Üçüncü İmtihan: Fakirin dâvetine icabet etmesi, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmek için çarşı ve pazarlara uğramasıdırEğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, bu gururdur; zira böyle yapmak güzel ahlâktandırBu hareketlerden ötürü elde edilen sevap, pek büyüktürBu bakımdan nefsin böyle hareketlerden ürkmesi, ancak içinde bulunan bir çirkinlikten ileri gelirKişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdırBununla beraber kibir hastalığının kökünü kazıyan ve tarafımızdan daha önce zikredilen bütün marifetleri de iyi anlamalıdır.

Dördüncü İmtihan: Kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdırEğer nefsi bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya kibirden veya riyadandırYolun boş olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdirEğer kendisine ağır gelmezse, bu düşünce riyadırBütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirlerİnsanlar kalp doktorluğunu tamamen bırakmış, beden doktorluğuyla iştigal etmektedirlerOysa bedenlerin ölmesi muhakkak ve mukadderdirOysa İnsan oğlu ancak kalp selâmetiyle saadete varır.

Ancak Allah'a selîm bir kalp getiren (fayda görür) . (Şuâra/89)

Abdullah bSelâm bir bağ odunu sırtladıKendisine 'Ey Ebû Yûsuf! Senin hizmetkârlarında ve evlatlarında bunu yapacak vardı. (Neden bunu bizzat yapıyorsun?) ' denildi.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Evet! VardıFakat ben nefsimi, denemek istedim'.

İşte görüldüğü gibi bu zat gururu terketmek hususunda nefsine tatbik ettiği samimî tedavilerle kanaat etmeyip nefsinin bu hususta doğru veya yalancı olduğunu bu şekilde denemiştirHaberde şöyle vârid olmuştur; 'Meyve veyahut başka bir şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır'77

Beşinci İmtihan: Eskimiş elbiseleri giymektir; zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten ürkmesi riya, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise kibirdir.

Ömer b. Abdülaziz'in (radıyallahü anh) siyah yünden yapılmış bir abası vardı, geceleyin onu giyerdi.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim devenin yularını veya dizlerini bağlar, yünden (kabaca) yapılmış elbise giyerse, o kibirden uzaklaşmıştır.

Ben ancak kulumYerde oturarak yerim. (Kabaca yapılan) yün elbise giyerimDeveme yem veririmYemek yerken parmaklarımı yalarımKölenin dâvetine icabet ederimBenim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.

Ebû Musa el-Eş'ari'ye şöyle denildi: 'Bir grup insan vardır, elbiselerinin yırtık olmasından ve eskimişliğinden ötürü cum'a namazından geri kalıyorlar!' Bunun üzerine Ebû Musa iç gömleği gibi bir abayı giyerek halkın önünde imamlık yaptı.

Bunlar öyle yerlerdir ki bu yerlerde riya ve kibir bir arada bulunurCemaatten ötürü meydana gelen riyadırTek başına bulunduğu zaman meydana gelen kibirdirBunu iyi bil! Çünkü şerri bilmeyen şerden korunamazHastalığı bilmeyen tedavisini yapamaz.

72) Dârekutnî, İfrad] İbn Asâkir; Zühd, (mürsel olarak)

73) Tam adı, Hakîm b. Hizam b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay el-Esedî'dir. Hazret-i Hatice'nin yeğenidir. H. 50 (veya 60) senesinde vefat etmiştir. 120 sene yaşayıp ömrünün yarısını İslâm'da, yarısını da da küfürde geçirenlerdendi.

74) Müslim, Buhârî

75) Hazret-i Ömer'in sözünden alınmıştır: 'Keşke Ömer'i annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip yeseydiler'.

76) Tirmizi ve Taberânî, (Ebû Umâme'den)

77) Beyhakî, Şuab'ul-îman

29-2

İkinci Bölüm "Ucub"

Bu bölümde ucb'un zemini, âfetleri, hakikati, nazlanma, ucub ile nazlanmanın târifi ve özet olarak ucb'un tedavisi beyan edilmiş, ucub âfetinin kısımları ve tedavisinin tafsilâtı izah edilmiştir.

1. Ucb'un Zemmi ve Âfetleri

Ucub, gerek Allah'ın Kitabı'nda ve gerek Hazret-i Peygamber'in sünnet-i seniyyesinde kötülenmiştir.

Âyet-i Kerîmeler

Andolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmiştiHani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmiştiFakat size hiçbir yarar da sağlamamıştıBütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozguna uğrayarak arkanızı dönmüş (kaçmaya başlamış) tınız. (Tevbe/25)

Allahü teâlâ bu âyet-i celîleyi onların ucb'a kapılmasını kötülemek sadedinde indirmiştir.

Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardıAllah onlara ummadıkları yerden geldi. (Haşr/2)

İşte görüldüğü gibi Allahü teâlâ, kâfirlerin kaleleri ve kuvvetleriyle ucb'a kapılmalarını kötülemektedir.

Onlar dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimselerdir. (Kehf/104)

Bu da çalışmakla ucb'a kapılmaya dönüşürİnsan oğlu bazen isabetli bulduğu bir hareketinden dolayı ucb'a kapıldığı gibi, yanlış olan bir hareketiyle de ucb'a kapılır.

Hadîsler

Üç haslet vardırOnlar helâk edicidirler: 1İtâat olunan cimrilik, 2Arkasından gidilen hevâ-i nefis, 3Kişinin nefsini beğenmesi neticesinde ucb'a düşmesi

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ebû Salebe (el-Hüşenî'ye) , ümmetin sonunu zikrederken şöyle buyurmuştur:

Sen itâat olunan bir cimriliği, arkasında gidilen bir hevâ-i nefsi ve her rey sahibinin reyini benimsemesini gördüğün zaman, nefsini kurtarmaya çalış!78

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Helâk olmak iki haslettedir: a) Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak, b) Ucb'a kapılmak.

İbn Mes'ûd bu iki hasleti şu hikmetten dolayı bir arada zikretmiştir: Zira saadet ancak çalışmak, aramak, ciddiyet ve gayretle elde edilirÜmitsiz bir kimse ise ne çalışır ne ararUcb'a kapılan bir kimse ise, saadete erdiğine inanırMuradını elde ettiğine kanaat getirir ve dolayısıyla çalışmazÇünkü var olan birşey aranmazMuhâl olan birşey de aranmazUcb'a kapılan bir kimsenin inancına göre saadet vardır ve kendisi de o saadete ulaşmıştır.

Ümitsiz bir kimse ise saadeti elde etmenin imkânsız olduğuna inanırİşte bundan dolayı İbn Mes'ûdbunların ikisini bir arada zikretmiştir.

Artık kendinizi övüp yüceltmeyin! (Necm/32)

İbn Cureyc79 der ki: 'Bu âyet-i celîlenin mânâsı, 'bir hayrı işlediğin zaman 'Ben onu işledim' demendir'.

Zeyd bEslem de ayete şu şekilde mânâ vermiştir: 'Nefsinizi hayır yapar ve hayır sever sanmayınız', İşte ucb' un mânâsı budur.

Talha80 Uhud gününde, kendi vücuduyla Hazret-i Peygamber'i düşmanın oklarından ve saldırısından koruduBedenini Hazret-i Peygamber'in önünde siper yaptıHatta kolu isabet aldıSanki bu büyük fiili, taaccübe kapılmasını gerektirdi; zira o canını Hazret-i Peygamber'e fedâ ettiHazret-i Ömer, onda, bu durumu sezmiş ve şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'le beraber Talha'nın eli isabet aldığından bu yana Talha'da bir ucub vardır'Fakat ondan ucbunu izhar ettiğine ve herhangi bir müslümanı hakir gördüğüne dair birşey nakledilmemiştir.

Şûra heyeti hakkında İbn-i AbbâsHazret-i Ömer'e dedi ki: 'Sen Talha hakkında ne düşünüyorsun?' Hazret-i Ömer şöyle dedi: 'Onda ucub vardır'.

Madem Talha gibi büyük insanlar ucubdan kurtulamıyorlar, acaba sakınmadıkları halde zayıflar nasıl kurtulabilir?

Mutarrıf bAbdillah şöyle demiştir: 'Eğer ben geceyi uyuyarak geçirir, sabahleyin gecemi bu şekilde geçirdiğimden dolayı pişmanlık duyarak sabahlarsam böyle olmam, geceyi ibâdetle geçirip sabahleyin ucb'a kapılarak sabahlamamdan bana daha sevimli gelir'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, sizin için günahtan daha büyük olan bir şeyden korkardım. (O da) ucub'dur.

İşte görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, ucb'u günahlardan daha büyük göstermiştir.

Bişr bMansur görüldüğü zaman Allah ve âhiret günü hatıra gelirdiBişr'i bu mertebeye ulaştıran şey, ibâdete devamlılığı idiBir gün arkasında bekleyen biri olduğu halde, namazını uzattıBişr, arkada bekleyen insanın bunu iyiliğine yorumlayacağını sezince namazı bitirdi ve adama şöyle dedi: 'Benden gördüğün ibâdet seni hayrete sevketmesinÇünkü İblis uzun bir müddet meleklerle beraber Allah'a ibâdet etti. Sonra bugünkü durumuna düştü'.

Hazret-i Aişe'ye denildi ki: 'Kişi ne zaman kötülük yapmış olur?' Cevap olarak dedi ki: İyilik yaptığını sandığı zaman'.

Sakın sadakalarınızı minnet edip başa kakmak ve eziyyet vermek suretiyle iptal etmeyiniz. (Bakara/264)

Minnet etmek, sadakayı çok saymanın neticesidirAmeli büyük saymak ise ucbun ta kendisidirBu bakımdan bununla anlaşıldı ki ucub gerçekten kötüdür.

78) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Hâce

79) Adı Abdülmelik b. Abdülâziz el-Kureyşî'dir

80) Talha b. Ubeydullah et-Teymî el-Kureyşî'dir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.

2. Ucb'un Âfetleri

Ucb 'un âfetleri pek çokturÇünkü ucub, kibre çağırır; zira daha önce dediğimiz gibi ucub, kibrin sebeplerinden biridirO halde ucubdan kibir doğar, kibirden de hiç kimseye gizli olmayan birçok âfetler doğarBu durum, kullara göre böyledirAllah'a göre ise ucub, günahları unutmaya ve ihmal etmeye dâvet ederBu bakımdan kişi, günahlarının bir kısmını hatırlamaz, araştırmazÇünkü onları araştırmaya kendisini mecbur görmez ve dolayısıyla unuturGünahlarından hatırladığı kısımları ise, küçük görürBüyük telâkki edip telâfisine çalışmazAksine bağışlandığını zanneder! İbâdet ve amellere gelince, kişi onları büyük görürOnlarla mağrur olurOnları yaptığından dolayı Allah'a minnet eder! Allah'ın tevfîk ve bu ibâdetleri yapması hususundaki nimetini inkâr eder. Sonra ibâdetleriyle ucb'a kapıldığı zaman âfetleri görmez olurOysa ibâdetlerin âfetlerini araştırmayan bir kimsenin, çalışmasının çoğu boşa giderÇünkü zâhirî ameller halis ve riyadan tertemiz olmadıkça az fayda verirGünahı, ucbu değil de korkusu galebe çalan bir kimse araştırırUcb'a kapılan kimse ise, nefsine ve görüşüne aldanıp Allah'ın azabından emin olurAllah nezdinde bir mertebeye sahip olduğunu zannederAllah katında bir minneti ve Allah'ın nimetlerinden biri olan amellerinden ötürü Allah'ın ihsanından olan ibâdetlerinden dolayı bir hakkının olduğunu zanneder!

Ucub onu, nefsini övecek ve tezkiye edecek raddeye vardırırEğer görüşüne, amel ve ahlâkına güvenirse, bu güven onu istifade etmekten, istişarede bulunmaktan, bilenlerden sormaktan menederBu bakımdan o, kendi nefsi ve görüşüyle hareket ederKendisinden daha âlim olan bir kimseden sormaktan çekinirBazen de kendisine doğru görünen yanlış fikrini benimser ve böyle bir fikrin kalbine doğan güzel mânâlardan olduğunu düşünerek sevinirFakat başkasının kalbine doğan mânâlara sevinmezBöylece yanlış fikrinde ısrar ederNasihatçının nasihatini, vâizin va'zını dinlemez olurHatta başkasına câhil gözüyle bakar ve hatasında ısrar ederEğer görüşü dünyevî bir iş hakkında ise, orada sebat gösterirEğer dinî bir iş hakkında ise, hele inançların esaslarıyle ilgili olan meselelerde ise bu davranışı nedeniyle helâk olurEğer nefsini itham ederse, re'yine güvenmezse, Kur'ân'ın nûruyla nûrlanır, din âlimlerinden yardım talep eder, ilim öğrenmeye devam eder, basiret ehlinden sormayı azaltmazsa, bu durum onu hakikate ulaştırırİşte bu ve benzeri şeyler ucb'un âfetlerindendir ve bundan dolayı da ucub, helâk edicilerden olmuşturUcb'un en büyük âfetlerinden biri de zaferi elde ettiğini, artık ibâdet ve amelden müstağni olduğunu sanmasından dolayı çalışmakta gevşeklik göstermesidirBu, katıksız ve açık bir helâktirYüce Allah'tan ibâdetine bizi muvaffak etmesini talep ederiz!

3. Ucb'un ve Idlâlin Hakikati ve Tarifleri

Ucub, ancak kemâl olan bir vasıf sebebiyle oluşurNefsinin bir ilimde, amelde, malda veya başka bir sahada, kemâlini bilen bir kişinin iki durumu vardır:

Birincisi: O kemâlin zevâlinden, eksilmesinden veya temelinden yok olup gitmesinden korkmasıdırBöyle bir kimseye ucb'a kapıldı denilmez.

İkincisi: O kemâlin zevâlinden korkmazFakat nefsine izafe edildiğinden değil de Allahü teâlâ tarafından kendisine bir nimet olarak verildiği için onunla sevinirBu kimse de ucb'a kapılmış değildirBu kimsenin üçüncü bir durumu vardırO, ucb'un ta kendisidirO kemâl sıfatının gitmesinden korkmaz ve onunla sevinirOna gönül bağlar, onunla sevinmesi de sadece kemâl, nimet, hayır ve yücelik olduğundan dolayıdırAllah'ın bir nimeti olduğundan dolayı değildir! Bu durumda kemâl sıfatıyla sevinmesi ancak kendisinin sıfatı olduğundan dolayıdırKendisine nisbet edildiğinden ve kendisinin böyle bir sıfatı bulunduğundan ötürüdürAllah'a ait ve Allah'tan geldiğinden dolayı değildirBu bakımdan ne zaman kişinin kalbine bu kemâl sıfatının Allah'tan gelen bir nimet olduğu ve Allah'ın dilediği anda o nimeti alabileceği düşüncesi hâkim ise bu takdirde ucub nefsinden zâil olurBu bakımdan ucub, nimetin büyütülmesi, ona güvenilmesi ve onu nimet verene izafe etmeyi unutmaktır.

Eğer ucb'a 'Allah katında hak sahibi olduğu, O'nun nezdinde bir makamının olduğu' düşüncesi eklenir ve bundan ötürü dünyadaki ibâdetinden bir keramet bekler, herhangi bir felâkete düçar olmayı uzak bir ihtimal sayarsa, fâsıkların başına fısklarından dolayı gelenin başına gelmeyeceğini uzak saymalarından daha fazla uzak bir ihtimal olarak sayarsa, bu durumuna 'Amelle idlâl (nazlanma) ' adı verilirSanki bu kimse Allah'ı minneti altında görürBöylece bazen başkasına birşey verir, verdiği o şeyi büyütürOna minnet eder ve dolayısıyle ucb'a kapılmış olurEğer yardım etmiş olduğu kimsenin kendisine çalışmasını istiyorsa veya ona bir sürü tekliflerde bulunmuşsa veya haklarını ödemekten geri kalmasını uzak bir ihtimal sayarsa bu takdirde, ona minnet etmiş olur!

Verdiğini çok bularak başa kakma. (Müddessir/6)

Katâde bu ayetin tefsirinde 'amelinle minnet etme!' demiştir.

Namazını çok görüp nazlanan kimsenin namazı, başının üstüne yükselmezYemin olsun, günahlarını itiraf ettiğin halde gülmen, amelini çok görüp nazlandığın halde ağlamandan daha hayırlıdır81

İdlal (nazlanma) ucb'un arkasından gelen bir durumdurİdlâl'e kapılan bir kimse yoktur ki ucb'a kapılmamış olsunUcb'a kapılan idlâle kapılmayabilir; zira ucub büyütmek ve nimeti unutmaktan dolayı meydana gelirUcb'a kapılan bir insan, amelinden dolayı bir mükâfat beklemezİdlâl, amelinden dolayı mükâfatı beklemekle beraber meydana gelirEğer kişi, duasının kabul edilmesini umar, duasının reddedilmesini kalbinde hoş görmezse ve duasının reddedilmesinden hayrete kapılırsa, bu sefer ameliyle idlâle kapılmış sayılırÇünkü fâsık bir kimsenin duasının reddedilmesinden hayret etmezBu gururundan dolayı kendi duasının reddedilmesine şaşırırİşte bu ucub ve idlâl'in ta kendisidirBunlar kibrin başlangıç ve sebeplerindendirlerAllah en doğrusunu bilir!

81) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyorsa da Zebidî Benî İsrâil âbidlerinden birinin sözü olduğunu söylemektedir.

4. Özet Olarak Ucb'un Çaresi

Her hastalığın ilacı, o hastalığın sebebine zıddıyla karşı çıkmaktırUcub hastalığı katıksız cehalettirBu bakımdan onun ilacı, sadece o cehalete zıd düşen mârifettirİbâdet etmek, sadaka vermek, gazaya gitmek, halkı idare edip ıslaha çalışmak gibi kulun ihtiyarı dahiline giren bir fiilden meydana gelen ucub, kulun ihtiyarı dahiline girmeyen ve kulun nefsinden görmediği güzellik, kuvvet, neseb gibi şeylerden gelen ucubdan daha fazladırBu bakımdan deriz ki; takva, ibâdet ve kişiyi ucuba sevkeden amel ile kişi ancak bunların kendisinden olduğu düşüncesiyle ucb'a kapılırÇünkü bu amelin merkez ve mecrası kişidir veya kişiden olup, onun sebebiyle meydana geldiği, kudret ve kuvvetiyle olması bakımından onunla ucb'a kapılırEğer o amelin kendisinden olduğu, kendisi onun merkez ve mecrası bulunduğu, o amel kendisinden câri olduğu gibi başkası tarafından da kendisine tatbik edildiği halde ucb'a kapılırsa, bu katıksız bir cehalettirÇünkü fiilin merkezi olanın, fiili icad ve oluşturmakta herhangi bir müdahelesi yokturKendisi sadece o fiilin icrası için tatbikat yeridirBu bakımdan kendisine ait olmayan bir şeyle nasıl ucb'a kapılır? Eğer o fiilin kendisinden olduğunu ve kendisine döndüğünü, ihtiyarıyla oluştuğunu ve kudretiyle tamamlandığını hesaba katarak ucb'a kapılırsa, bu takdirde gücünü, iradesini, azalarını ve amelinin tamamlanmasına vesile olan diğer sebepleri düşünmelidirAcaba bunlar nereden kendisine gelmiştir? Eğer bütün bunlar Allah tarafından kendisine bir nimet olarak verilmiş ise ve bu nimeti gerektiren bir hakkı da yoksa, bu nimetlere kendisini vardıracak bir vesilesi mevcut değil ise -ki muhakkak böyledir- bu takdirde Allah'ın cömertliğine, kerem ve faziletine hayret etmelidir; zira Allah, müstehak olmadığı nimeti kendisine vermiştirKendisinin bir hakkı bulunmadığı halde kendisini başkasına, bu hususta tercih etmiştirBu bakımdan sultan, ne zaman hizmetkârlarına görünür, onlara bakar, onların birine hediyeler verirse ve bu verdiği hediyelerde verilenin herhangi bir sıfatından, güzelliğinden ve hizmetinden değil ise, sultanın lütûf olarak, hakkı olmadığı halde kendisini başka hizmetkârlarına tercih edişinden dolayı ucb'a kapılması mümkündürFakat bu kimsenin ucb'u 'Bu nerden geliyor ve sebebi nedir?' düşüncesinden kaynaklanırBöyle bir kimse, nefsine aldanarak ucb'a kapılmamalıdırEvet; kulun, ucb'a kapılıp şöyle demesi mümkündür: 'Sultan âdil bir hâkimdirZulmetmez! Yaptıklarını -sebep olmadıkça- ne vaktinden önce, ne de vakti geçtikten sonra yapmaz! Eğer sultan bendeki bâtın sıfatlardan birini sezmeseydi hediyesiyle beni diğer arkadaşlarıma tercih etmez ve o hediyeyi sadece bana tahsis etmezdi'.

Bu bakımdan ona denilir ki; o sıfat da (hediye ile seni tercih etmeye vesile olan sıfat da) sultanın hediyesi ve atiyesidirÖyle bir hediye ki senin hiçbir dahlin olmaksızın sultan onu sana kendiliğinden tahsis etmiştir veya o hediye başkasının hediyesidirBaşkasının hediyesi de eğer sultanın hediyesinden ise, onunla da ucb'a kapılmamalısın! Bu, tıpkı sultanın sana bir at verdiğinde ucb'a kapılmayıp, ondan sonra bir hizmetçi verdiği için ucb'a kapılman ve 'Ben at sahibiyim de hizmetkârı bana verdiBaşkasının ise atı yoktur ki ona hizmetkâr versin' demen gibidirBu takdirde denilir ki; 'Sana atı veren de odurBu bakımdan at ile hizmetkârı birden vermekle, birini diğerinden sonra vermek arasında hiçbir fark yokturMadem ki hepsi ondandır, senin nefsin değil de onun cömertliği ve fazileti seni ucb'a sürüklemelidir!'

Eğer o sıfat sultandan başkasından olsaydı, o sıfatla ucb'a kapılması uzak bir ihtimal değildi! Böyle birşey dünya sultanları hakkında düşünülebilirFakat sultanların sultanı, kahhâr, cebbâr, bütün kâinatı yoktan var eden, sıfatı da sıfat sahibini de, bir program ve proje olmaksızın yaratan hakkında bu düşünülemez; zira sen ibâdetinle ucb'a kapılır, 'Ben O'nu sevdiğim için beni ibâdete muvaffak etti' dersen, sana (cevap olarak) şöyle denir: 'Senin kalbinde sevgiyi yaratan kimdir?' Muhakkak sen 'O'dur!' diyeceksinBu takdirde sana denilir ki; 'Sevgi ile ibâdetin değeri O'nun katından gelen nimetlerdirO nimetleri senin bir hakkın olmadığı halde sana vermiştir'Bu bakımdan ucb'a kapılmak O'nun cömertliğiyle olur; zira o senin varlığını, sıfatlarının varlığını, amellerinin varlığını ve sebeplerini sana ihsan etmiştirDurum bu iken âbidin ibâdetiyle, âlimin ilmiyle, güzelin güzelliğiyle, zenginin zenginliğiyle ucb'a kapılmasının hiçbir mânâsı yokturÇünkü bütün bunlar Allah'ın faziletindendirAncak kişi, Allah'ın faziletinin ve cömertliğinin feyezan ettiği merkezdirMerkez de onun fazilet ve cömertliğindendir.

İtiraz: Amellerimi bilmemem mümkün değildirÇünkü onları yapan benim! Onlardan ötürü sevap bekleyen benim! Eğer onlar benim amelim olmasaydı ben sevap bekler miydim? Eğer ameller, yoktan var etmek yoluyla Allah'ın mahlûkları olsa artık benim için sevap nerede kalır? Eğer ameller benden ise, benim kuvvet ve kudretimle olmuşsa, ben onlardan ötürü nasıl ucb'a kapılmayayım?

Cevap: Buna iki şekilde cevap verilir: Birincisi apaçık bir haktırDiğerinde ise bir tür müsamaha vardırApaçık hakka gelince, sen, senin kudretin, iraden, hareketin ve bütün bunlar Allah'ın yarattıklarından ve yoktan var ettiklerindendirSen yaptığın zaman, yapmadın, ancak (O'nun yardımıyla yapmış oldun) Namaz kıldığın zaman sen kılmadın, (ancak O'nun yardımıyla kıldın) .

Attığın zaman sen atmadınAllah attı. (Enfâl/17) İşte kalp sahiplerine keşfolunan hakîkat budur.

Bu, gözün görmesinden daha açık bir şekilde müşâhede edilirSeni, âzalarını, o âzalardaki kuvvet, kudret ve sıhhati Allah yarattıSenin için akıl ve ilmi O yarattıSenin için iradeyi O yarattıEğer sen bunlardan herhangi bir şeyi nefsinden yok etmek istersen buna gücün yetmez. Sonra âzalarında hareketleri yarattıYaratmak hususunda O'nunla beraber senin cihetinden gelen bir ortaklık olmaksızın bunları yaratmaya başladıBunları tertib üzere yarattıAzada kuvveti ve kalpte iradeyi yaratmadan önce hareketi yaratmadıMaksat ve murada taallûk eden ilmi yaratmadan önce iradeyi yaratmadıBu nedenle O'nun yaratmadaki tedricî prensibidir ki sana 'amelini var etmişsin' hayalini verirHalbuki sen burada yanılmaktasınBunun izahı ve Allah'ın yarattığı amelden dolayı sevabın keyfiyetinin takriri Şükür Kitab'ında gelecektirÇünkü orası bunun izahına daha uygundur.

Biz şimdilik senin müşkilatmı içinde bir tür müsamaha bulunan cevapla halletmeye çalışalım: Sanırsın ki amelin senin kudretinle var olmuştur (!) Senin kudretin neredendir?

Halbuki amel ancak senin varlığınla tasavvur edilebilirAmelin, iraden, kudretin ve amel için diğer sebeplerin varlığı düşünüldükten sonra, amel düşünülebilirBütün bunlar senden değil, Allah'tandırEğer amel kudretle ise, kudret onun anahtarıdırBu anahtar da Allah'ın elindedirAllah sana anahtarı vermedikçe, amel yapmak gücün dahilinde değildirİbadetler hazinelerdirOnlara saadetlerle varılırOnların anahtarları kudret, irade ve ilimdirBütün bunlar şeksiz ve şüphesiz Allah'ın kudret elindedir.

Acaba bütün dünya hazinelerini bir kale içinde görsen, o kalenin anahtarı da öyle bir hazinedarın elindedir ki eğer o kalenin kapısında bin sene oturup duvarlarının etrafında bin sene gezsen onun bir dinarına bakma imkânını dahi sana vermezEğer sana anahtarı verirse, kolaylıkla elini uzatıp alırsınO hazinedar sana anahtarları verdiği, o kaleye seni girdirip açma imkânlarını sana verdiği zaman, sen de elini uzatıp onu alırsan senin ucb'a kapılman hazinedarın anahtarları sana vermesiyle mi veya elini uzatıp anahtarları almanla mı olacaktır? Sen bunun hazinedardan bir nimet olduğundan şüphe etmezsinZira elin hareketiyle malı almak, az bir külfettirDüğüm, ancak anahtarların teslimiyle çözülürAynen böyle kudret halkedildiği, kesin irade musallat kılındığı, yapmaya teşvik edici şeyler harekete geçtiği, engeller senden uzaklaştırıldığı zaman amel sana kolay gelirAmelin teşvikçilerini harekete geçirmek, engelleri ortadan kaldırmak, sebepleri meydana getirmek, bütün bunlar Allah'tandırBunların hiç biri senden değildirBundan dolayı bütün işleri elinde tutan Allah'ın kuvvet ve kudretinden hayret etmeyip kendi nefsinin cılız kuvvetiyle hayrete kapılman anormalliktirSen Allahü teâlâ'nın seni fâsık kullarına, bir lütfu ve keremi olarak tercih ettiğine, o fâsıklara, fesada davet edici fikirleri musallat kılıp o fikirleri senden uzaklaştırdığına, fâsıklara şehvet ve lezzetlerin sebeplerini elde etme imkânını verip, bunları yararına olsun diye senden uzaklaştırdığına, onlardan hayra çağıran sebepleri uzaklaştırıp hayrı işlemeyi sana, şerri işlemeyi de onlara kolaylaştıran ve hayrın teşvikçilerini sana musallat kılan Allah olduğu halde ve bütün bunları da senin bir hakkın olmadığı halde sana ikram eden, fâsığıın da geçmiş bir suçu bulunmadığı halde onu öyle kılan, seni ona tercih eden, faziletine mazhar kılan, asiyi uzaklaştıran, adaletiyle şekavete sürükleyenin O olduğunu bilip bütün bunlardan sonra yine de nefsine paye verip ucb'a kapılırsan, doğrusu bu şâyân-ı hayrettir!

Hâl böyle iken, senin kudretin -kudretin dahilinde olana- ancak Allah'ın muhalefeti mümkün olmayan bir teşvikçiyi sana musallat kılmasıyla olurO fiile -her ne kadar tahkikte faili sen olsan da- seni mecbur eden O'durBundan ötürü şükür ve nimet senin değil, O'nundurTevhîd ve Tevekkül bölümünde sebeplerin ve müsebbiblerin zincirlemesinin beyanından Allah'tan başka hakikî failin olmadığını, ondan başka yaratıcının bulunmadığını öğreneceksin! Esasen o kimseye hayret etmeli ki Allah'ın kendisine akıl ihsan ettiği halde kendisini ilimsiz bir kimseden daha fakir bıraktığına hayret eder ve şöyle der: 'Ben akıllı ve faziletli olduğum halde Allah benden nasıl günlük nafakamı meneder de şu kişiye -gâfil ve cahil olduğu halde- dünya nimetlerini yağdırır?!' Hatta nerede ise bunu zulüm görecek kadar ileri giderMağrur adam bilmez ki eğer Allah ona akıl ve malı birden vermiş olsaydı, zahiren bu zulme daha çok benzerdiZira fakir olan cahil şöyle derdi: 'Yarab! Neden sen ona akıl ile zenginliği birden verdin, beni ikisinden de mahrum bıraktın? Neden ikisini birden bana vermedin veya neden birini bana ihsan etmedin?' Hazret-i Ali de buna işaret etmiştirNitekim kendisine 'Neden akıllılar fakirdirler?' diye sorulduğu zaman, şöyle demiştir: 'Kişinin aklı rızkından düşürülür!'

Şaşılacak şey şudur ki akıllı fakir, çoğu zaman zengin cahili kendisinden daha iyi görür! Halbuki eğer kendisine 'Onun cehaletini ve zenginliğini, aklınla fakirliğinin yerine kabul et' denilirse bunu kabul etmeyişi; Allah'ın ona vermiş olduğu nimetin daha büyük olduğuna delâlet ederO halde neden cahile verilen zenginliğe hayret eder? Fakir ve güzel kadın, çirkin kadının üzerinde zînetler gördüğü zaman hayret ederek şöyle der: 'Bu güzelliğim süsten nasıl mahrum olur? O çirkinlik nasıl bu zînetlere sahip olur?' Halbuki mağrur kadın bilmez ki onun tabiî güzelliği, rızkından sayılırEğer kendisine 'Ya tabiî güzelliği veya zenginlikle çirkinliği kabul et' dense, elbette tabiî güzelliği seçerO halde Allah'ın ona vermiş olduğu nimet daha büyüktür.

Akıllı ve fakir hakimin kalbinden 'Yarab! Neden beni dünyadan mahrum ettin? Dünyayı cahillere verdin?' demesi, tıpkı sultan tarafından kendisine at verilen bir kimsenin 'Ey sultanım! Ben at sahibi olduğum halde neden bana hizmetkâr vermedin?' demesi gibidirBu bakımdan sultan ona şöyle diyebilir: 'Eğer ben sana atı vermemiş olsaydım sen hizmetkârı başkasına vermeme hayret etmezdin! O halde sanki ben sana atı vermemişim gibi bir düşün bakalım! Acaba sana vermiş olduğum nimetim, senin için bir hüccet mi oluyor ki onunla başka bir nimet istiyorsun?'

İşte bunlar' cahillerin yakalarını kurtaramadığı birtakım vehimlerdirBütün bu vehimlerin kaynağı cehalettirCehalet de ancak, kulun amelinin ve vasıflarının tümünün Allah katında birer nimet olduklarını ve kul müstehak olmadan Allahü teâlâ'nın bu nimeti kendiliğinden kuluna ihsan ettiğini bilmekle ortadan kalkarTevazu ve teşekkür etmeyi insana gerekli kılarZevalinden korkmayı da nasip eder! Bunu bilen bir kimse için ilmiyle veya ameliyle ucb'a sapmak tasavvur olunamazZira bunun Allah'tan olduğunu bilirNitekim Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Hiçbir gece yok ki Dâvud'un aile efradından biri ibadet etmesinHiçbir gün yok ki Dâvud'un aile efradından biri mutlaka oruçlu olmasın!'

Başka bir rivâyette 'Gecenin veya gündüzün herhangi bir saati yok ki o saat de Dâvud'un ailesinden biri sana ibadet etmesin. Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya senin zikrini yapar' diye varid olmuşturBunun üzerine, Allahü teâlâDâvud kuluna şöyle vahy gönderdi: 'Acaba bu kuvvet onlara nereden verilmiş? Muhakkak ki o kuvvet ancak bendendirEğer sana yardımım olmasaydı buna güç yetiremezdinGelecekte seni nefsine havale edeceğim'.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: 'Dâvud'a (aleyhisselâm) isabet eden zelle (günah) ancak ameliyle ucb'a kapılmasından ileri geldiZira Dâvud (aleyhisselâm) ameli, Dâvud'un aile efradına izafe ederek onunla nazlandıVaktâ ki nefsine havale edildi, pişmanlık ve üzüntüyü gerektiren zelleyi işledi'82

Dâvud (aleyhisselâm) dedi ki:

-Yarab! İsrâiloğulları, neden İbrahim, İshak ve Yâkub'un yüzü suyu hürmetine senden istiyorlar!

-Ben onları belâlandırdımOnlar sabrettiler!

-Beni de belâlandırırsan sabrederim! Böylece vakti gelmeden önce ameliyle nazlandıBunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

-Ben onlara belâ olarak verdiğim birşeyi haber vermedim.

Hangi ayda ve hangi günde olacağını söylemedimHalbuki sana şu içinde bulunduğun senede, içinde bulunduğun ayda ve yarın bir kadınla seni imtihan edeceğimi haber veriyorumBu bakımdan nefsini koru!83

İşte bundan dolayı Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) girmiş olduğu girdaba girdiHazret-i Peygamber'in ashâbı da Huneyn gününde kuvvetlerine ve çokluklarına güvenip, Allah'ın kendilerine olan yardımını unuttukları ve 'Biz bugün azlıktan ötürü mağlup olmayız' dedikleri zaman, nefislerine havale edildilerNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

Andolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmiştiHani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmiştiFakat size hiçbir yarar da sağlamamıştıBütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanızı dönmüştünüz! (kaçmıştınız) . (Tevbe/25)

İbn UyeyneHazret-i Eyyûb'un (aleyhisselâm) şöyle dediğini rivâyet eder: 'Ya ilahî! Beni bu belâ ile müptela ettin! Halbuki bana herhangi bir emir geldiğinde mutlaka senin isteğini kendi isteğime tercih ettim'Bunun üzerine bir buluttan, onbin ayrı sesle 'Ey Eyyûb! O fazilet sana nereden gelmiştir?' diye seslenildi.

Râvi der ki: 'Eyyûb (aleyhisselâm) bunun üzerine, yerden kum ve toprak avuçlayıp başına serpti ve şöyle dedi: 'Senden yarab! Senden yarab!' Böylece unutkanlığından onu Allah'a izafe etmeye döndü ve bunun için Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi aslâ temizlemezdi. (Nûr/21)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) insanların en hayırlısı oldukları halde ashâbına şöyle hitap etti:

-Hiç kimse yoktur ki ameli onu kurtarsın!

-Sen de mi ya Rasûlüllah?

-Benim de amelim beni kurtaramaz! Ancak rabbimin rahmetiyle beni örtmesi hariç!84

Hazret-i Peygamber'in ashâbı kendisinden sonra toprak, saman ve kuş olmalarını temenni ederlerdiHem de amellerinin ve kalplerinin saflığına rağmen: . . Durum bu iken, acaba basiret sahibi nasıl ameliyle ucb'a kapılıp onunla cilveler yapıp nefsi için korkmayacaktır?

Vaziyet bu iken ucub lekesini kalpten söküp atan ilaç ancak budurBu düşünce kalbe hâkim olduğu zaman, bu nimetin elinden alınacağı korkusu kalbi, amellerle ucb'a kapılmaktan menederKalp kâfir ve fâsıklara bakar, onların daha önce işlemiş oldukları bir günah olmaksızın, îman ve taat nimetinden mahrum kılındıklarını görürBu durumdan korkar ve şöyle der: 'Allah, suçsuz mahrum etmekten perva etmezNice Mü'min vardır ki dininden dönmüş, nice mutî vardır ki fâsık olmuş ve sonucu kötülükle kapanmıştır'İşte böyle bir düşünce ile beraber hiçbir halde ucub kalamazAllah herkesten daha iyi bilir.

82) Hakim ve Beyhakî, Şuab'ul-Îman

83) İbn Cerîr, (İbn-i Abbas'tan)

84) Müslim, Buhârî

Ucub'u Gerektiren Şeylerin Kısımları ve İlacının Tafsilatı

Daha önce zikrettiğimiz böbürlenmenin sebepleriyle ucub meydana gelirBazen de böbürlenmeye vesile olmayan birşey ile insan ucb'a kapılırCehaletiyle kendisine süslü püslü görünen yanlış fikirden ucb'a kapılması gibi. . . Ucb'a yol açan şeyler sekiz tanedir.

Birincisi: Güzelliği, giyinişi, sıhhati, kuvveti, fiziğinin ve sesinin güzelliği hususunda bedeniyle ucb'a kapılmaktırKısacası her şeyi ile ucb'a kapılmaktırBu bakımdan nefsinin güzelliğine bakar ve bu güzelliğin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu ve her durumda zevale mahkum olduğunu unuturBu şekilde ucb'a kapılmanın tedavi yolu; güzelliğiyle kibre kapılmak hakkında belirttiğimiz ilacın aynısıdırO da şudur: 'İçindeki pislikleri, başlangıcını, sonunu düşünmeli, güzel yüzler ve yumuşak bedenlerin toprak altında nasıl paramparça olduklarını, kabirlerde nasıl koktuklarını düşünmelidirTabiatların kendilerinden nasıl ürker bir vaziyete geldiğini çok iyi düşünüp ibret almalıdır.

İkincisi: Kuvvet ve kudretiyle ucb'a kapılmasıdırNitekim Ad85 kavminden hikâye olunduğu gibi, Allah'ın haber verdiğine göre onlar dediler ki:

Bizden daha kuvvetli kim var? (Fussllet/15)

Nitekim Uc86 kuvvetine güvenerek, kuvvetinden dolayı ucb'a kapılarak büyük bir kayayı Hazret-i Mûsa'nın ordusu üzerine atmak için kaldırdıAllahü teâlâ, kaya parçasını, Hüdhüd kuşunun gagası ile Uc'un boynuna geçirmek üzere deldirdiBazen Mü'min bir kimse de kuvvetine güvenirNitekim Hazret-i Süleymân'dan şöyle rivâyet ediliyor:

Muhakkak bu gece yüz hanımımın odalarına gideceğim; (onlarla birlikte olacağım)

Hazret-i Süleymân 'Eğer Allah dilerse' demeyi unuttu ve dolayısıyla istediği evlattan mahrum oldu87 Hazret-i Dâvud'un 'Eğer beni belâlandırırsan sabredeceğim' sözü de böyledirO, kuvvetinden ucb'a kapılarak ve kuvvetine güvenerek bunu söylediKadınla imtihan edildiği zaman sabredemedi88

Kuvvetle ucb'a kapılmak, savaşlarda hücum etmeyi, nefsi tehlikeye atmayı, kötülükle kasteden herkesi öldürmeyi ve vurmakta acele etmeyi beraberinde getirirBu tür ucb'un tedavisi, daha önce zikrettiğimiz şekildedirBilmelidir ki eğer bir günlük sıtmayı Allahü teâlâ kendisine musallat kılarsa kuvveti zayıflarO kuvvet ile ucb'a kapıldığı takdirde, Allah'ın kendisine musallat kılacağı ufak bir âfetle o kuvvetin kendisinden selbedebileceğini de bilmelidir!

Üçüncüsü: Akıl ve zekasından, din ve dünya işlerinin inceliklerini sezdiğinden ucb'a kapılmaktır! Böyle bir ucb'un semeresi; kendi görüşünü beğenmek, meşvereti terketmek, kendisine ve görüşüne muhalif olan kimseleri cehaletle itham etmektir! Böyle bir kimse ehl-i ilme az kulak verdiğinden, aklı ve reyiyle kendisini büyük saydığından dolayı, onlardan yüz çevirmeye, onları hakir ve zelil görmeye cesaret ederBu tür ucb'un tedavisi Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği akıldan dolayı Allah'a teşekkür etmesi, bu aklı dimağına isabet edecek az bir hastalıkla nasıl deliliğe çevirebileceğini, kendisini nasıl gülünç bir duruma sokabileceğini düşünmektirBu bakımdan böyle bir kimse, eğer aklıyla ucb'a kapılırsa Allah'ın, aklı kendisinden alacağından emin olmamalıdırEğer onun şükrünü ifa etmezse, korkmalıdırO halde kişi akıl ve ilmini az saysın ve bilsin ki kendisine ilimden pek az verilmiştirHer ne kadar ilmi geniş ise de bildikleri bilmediklerinden daha azdır ve böyle bir kimse aklını daima itham etmeli, ahmaklara bakmalıdırHalk onlara güldüğü halde, onlar akıllarını nasıl beğeniyorlar? Dolayısıyla bilmediği halde onlardan olmaktan sakınmalıdırZira aklı kısa olan bir kimse hiçbir zaman aklının kusurunu bilmezBu bakımdan aklının derecesini nefsinden değil, düşmanlarından öğrenmelidirZira kendisine yağ çeken bir kimse onu över, dolayısıyla onun ucb'u gittikçe kabarırHalbuki o nefsi için sadece iyi şeyler düşünürNefsinin cehaletini bir türlü sezemez ve dolayısıyla bu övgü ile ucb'u daha da artar.

Dördüncüsü: Şerefli bir neseb ve soyla ucb'a kapılmaktırHaşimî89 soyundan gelenlerin ucb'u gibi. . . Hatta bazıları nesebinin şerefiyle, ecdadının kurtuluşuyla kurtulacağını ve affolunacağını sanır (!) Bazıları da bütün insanların kendisinin kölesi ve kulu olduğunu düşünürBu tür ucb'un tedavisi şunları bilmesidir: Ne zaman fiil ve ahlâkında ecdadına muhalefet ederse, buna rağmen onların zümresine iltihak edeceğini sanırsa, cehalet girdabına girmiş olurEğer ecdadına uyarsa, ucb'a kapılmak onların ahlâkından değildirKorku, nefsini hakir görmek, halkı büyütmek, nefsini zemmetmek onların ahlâkından idiOnlar ibadet, ilim ve güzel hasletlerle şeref bulmuşlardır, neseble değil! Bu bakımdan ecdadı hangi yoldan şeref bulmuşsa, o da o yoldan şeref arasınZira onlarla, Allah'a ve son güne îman etmeyen kimseler de nesebde eşittirler. (Ebû Leheb'le Hazret-i Peygamber gibi) ve kabilelerde ortaktırlarHalbuki bu kâfirler Allah katında köpeklerden daha şerîr, domuzlardan daha şenî'dirler.

Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık! (Hucurât/13)

Yani neseb bakımından aranızda herhangi bir fark yokturÇünkü hepiniz aynı asıldan geliyorsunuz. Sonra Allahü teâlâ, nesebin faydasını zikrederek şöyle buyurdu:

Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. (Hucurât/13)

Sonra Allahü teâlâ, şerefin neseble değil, takvâ ile olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:

Allah katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır. (Hucurât/13)

Hazret-i Peygamber'i 'insanların en şereflisi ve en akıllısı kimdir?' diye sorulduğu zaman 'Benim nesebimden gelen bir kimsedir!' demeyip, şöyle dedi:

İnsanların en şereflisi, en fazla ölümü anan ve en fazla ölüm için hazırlıklı bulunanıdır90

Yukarıda bahsi geçen âyet-i celîle, Bilâl'in Mekke'nin fethedildiği günde Kâbe'nin damına çıkıp ezan okuduğu, Hâris bHişam, Süheyl bAmir ve Hâlid bUseyd'in 'Bu simsiyah köle mi ezan okuyor!' dedikleri zaman nazil olmuştur.

Allah katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır. (Hucurât/13)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Şüphe yoktur ki Allahü teâlâ, sizden cahiliyet devrinin kibrini gidermiştirHepiniz Âdem'in oğullarısınızÂdem de topraktandır91

Ey Kureyş cemaati! İnsanlar kıyâmet gününde amellerle, sizler de sırtlarınıza almış olduğunuz dünya ile gelmeyesiniz! (O zaman) 'Ya Muhammed! Ya Muhammed!' diye sesleneceksinizBen de sizden yüz çevireceğim92

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, eğer onlar dünyaya meylederlerse, onlara Kureyş soyundan gelmelerinin kendilerine hiçbir yarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur.

'En yakın akrabalarını korkut!' (Şuarâ/24) âyeti nâzil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber akrabalarını çağırdı ve onlara şöyle dedi:

Ey Muhammed'in (aleyhisselâm) kızı Fâtıma! Ey Muhammed'in (aleyhisselâm) halası ve Abdülmuttalib'in kızı Safiye! Nefisleriniz için amel işleyinÇünkü ben sizi Allah'ın azabından hiçbir şekilde koruyamam93

Bu emirleri bilen ve aynı zamanda şerefinin takvâsı nisbetinde olduğunu anlayan ve yine geçmişlerinin âdetinin mütevazi davranmak olduğunu bilen bir kimse takvâ ve tevazu hususunda onlara uyarAksi takdirde lisan-ı hâliyle kendi soyunu tenkid etmiş olurOnların soyundan gelse bile tevazu, takvâ, Allah korkusu hususunda onlara ayak uydurmazsa, hâl lisanıyla soyunu tenkid etmiş olur.

SoruHazret-i Peygamber, kızı Fâtıma ve halası Safiye'ye yukardaki sözlerini söyledikten sonra şöyle buyurdu:

Muhakkak ben ikiniz için Allah'ın azabını uzaklaştırmak hususunda hiçbir fayda sağlayamamAncak sizin (benimle) bir yakınlığınız vardırBen dünyada o hakkınızı vereceğim94

Acaba Benî Süleym (Araplardan bir kabiledir) , benim şefaatimi umar da Benî Abdülmuttalib ummazlar mı?95

Bu hadîsler, Hazret-i Peygamber'in yakın akrabalarına özel bir şekilde şefaat edeceğine delâlet eder.

Cevap: Her müslüman Hazret-i Peygamber'in şefaatini beklerO halde onun soyundan gelenin beklemesi daha uygundurFakat soyundan gelenin şefaatini beklemesi ancak Allah'ın gazabından sakınmak şartıyla yerinde bir ümit olurÇünkü Allahü teâlâ, eğer bir insana gazab ederse, hiç kimseye o insan için şefaat etme iznini vermezZira günahlar, Allahü teâlâ'nın öfkesini gerektirir ve dolayısıyla sahibine şefaat iznini vermemeyi icabettiren, şefaatten dolayı bağışlanan kısımlara ayrılırTıpkı dünya sultanlarının katındaki suçlar gibi. . . Zira sultan nezdinde büyük mertebeye sahip olan bir kimse için, sultanın öfkesini gerektiren bir harekette bulunan kimseler için şefaat etme yetkisi yokturBu bakımdan birtakım günahlar vardır ki şefaat insanı onlardan kurtaramaz.

Allah onların önlerinde ve arkalarında ne varsa bilirAllah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar O'nun korkusundan titrerler. (Enbiya/28)

Onun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir? (Bakara/255)

Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez. (Müddessir/48)

O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. (Sebe/23)

Günahlar, şefaat kabul edilen ve edilmeyen kısımlara ayrıldıkları zaman, elbette korkmak ve titremek gerekirEğer her günah hakkında şefaat kabul olunsaydı, Hazret-i Peygamber Kureyşlilere ibadet ve taatı emretmezdi ve yine Hazret-i Peygamber, kızı Fâtıma'yı masiyetten sakındırmazdıOna -hâşâ- şehvetlerin arkasında gitmeyi, dünyadaki lezzetleri alabildiğince almaya izin verirdi. Sonra âhirette ona şefaat ederdi! Bu bakımdan günahlara dalmak, takvâyı terketmek, bunu da şefaat ümidine istinaden yapmak, hastanın babasına, kardeşine, başka bir yakınma veya doktora güvenerek şehvetlere dalmasına benzerBöyle yapmak cahilce bir harekettirZira doktorun çabası ve ustalığı bütün hastalıklarda değil, ancak bir kısım hastalıklarda fayda verir, Bu bakımdan sadece tıbba güvenerek korunmayı terketmek caiz değildirBelki doktor bazı yönlerden tesir yapabilirBu da gizli hastalıklar ve mizacın normal durumunun bozulması çağında olabilirBu bakımdan peygamberlerin ve sâlihlerin akrabalarına ve yabancılara şefaatlerinin fayda vereceğini düşünmek uygundurÇünkü bu da aynen doktor ve hastanın misaline benzerBu şefaat, korkuyu, sakınmayı ortadan kaldırmazNasıl kaldırabilir? Halbuki Hazret-i Peygamber'den sonra halkın en hayırlısı onun ashâbı idiOnlar da âhiret korkusundan takvâlarının kemâline, amellerinin güzelliğine, kalplerinin saflığına (ve Hazret-i Peygamber'in özel olarak onlara cenneti va'detmesine, diğer müslümanlara da umumî olarak şefaati va'detmesine) rağmen sorumsuz hayvanlar olmayı temenni ederlerdiBütün bu va'dlere bakarak gevşemezlerdi Korku ve huşû onların kalplerinden ayrılmazdıAcaba onlar gibi Hazret-i Peygamber ile sohbeti ve arkadaşlığı olmayan bir kimse nasıl nefsini beğenir ve şefaate güvenebilir?

Beşincisi: Zâlim sultanların ve yardımcılarının soyundan olması ile ucb'a kapılırDin ve ilimden gelen soyla, şerefle değil! Bu ise cehaletin en koyusudurBunun tedavisi o zâlim sultanın ve yardımcılarının nasıl mahcub olduklarını, Allah'ın kullarına karşı ne gibi zulümler yaptıklarını, Allah'ın dininde nasıl fesad çıkardıklarını düşünmesidir ve yine onların Allah katındaki sevimsizliklerine, onların ateşteki durumlarına, pis kokularına ve ateşte kendilerinden akan pisliklere bakarsa, muhakkak onlardan tiksinecek, onlara nisbet edilmekten kaçacak, kendisini onlara nisbet edene şiddetle karşı çıkacaktırBütün bunları da onları çirkin ve hakir gördüğünden dolayı yaparEğer geçmişlerin kıyâmetteki zilletleri, hasımlarının yakalarına yapışmış oldukları, azap meleklerinin alınlarından tutup da kullara yapmış oldukları zulümden dolayı onları yüzüstü cehenneme sürükledikleri kendisine keşfolunsa, muhakkak onlara mensup olmaktan Allah'a sığınır, köpek ve domuza nisbet edilmesi onlara nisbet edilmesinden kendisine daha hoş gelirBu bakımdan zalim kimselerin soyundan olanların -eğer Allah onları ecdadlarının zalimliğinden korursa-dindarlığından ötürü Allah'a şükretmeli, eğer ecdadları müslüman ise, onlara da af dilemelidirOnlara nisbet edilmesiyle ucb'a kapılmak katıksız bir cehalettir.

Altıncısı: Etbâ, yardımcı, akraba, aşiret, hizmetkâr, köle ve evlatlarının çokluğuyla ucb'a kapılmaktırNitekim kâfirler şöyle demişlerdir:

Dediler ki: 'Biz mallar ve çocuklar bakımından (sizden) daha fazlayız'. (Sebe/35)

Nitekim Mü'minler Huneyn gününde dediler ki: 'Biz azlıktan bugün mağlup olmayız'Bu tür ucb'un tedavisi, kibir hakkında söylediklerimizle mümkündürŞöyle ki: Kişi zayıflığını ve ucbuna sebep olan kimselerin zayıflığını ve onların aciz kullar olduğunu, nefislerine ne fayda ve ne de zarar verme yetkilerinin olmadığını ve nice az toplulukların, çok "toplulukları Allah'ın izniyle mağlup ettiklerini düşünmelidir.

Bütün bu düşüncelerden sonra kişi onların çokluğu ile nasıl ucb'a kapılır? Halbuki öldüğü zaman tek başına, zelil ve rezil bir şekilde kabrine konulacak, onların tümü ondan ayrılacaklarNe ailesi, ne çocuğu, ne yakını, ne dostu ve ne de soyundan olan herhangi bir kimse onunla beraber kabrinde durmazOnu çürümeye, yılan, akrep ve kurtlara terkederlerBunlara karşı ona hiçbir faydaları da olmaz! O, onlara en muhtaç olduğu bir devrede onlardan bir fayda görmez ve yine kıyâmet gününde de ondan kaçarlar.

O gün kişi kaçacak kardeşinden, annesinden, babasından, zevcesinden ve oğullarından. (Abese/34-36)

Bu bakımdan senin en zor durumlarında senden ayrılan ve senden kaçan bir kimseden hangi hayır ve menfaati umarsın? Kabirde ve kıyâmette sana faydası dokunmayan bir kimse ile nasıl ucb'a kapılırsın? Halbuki köprü üzerinde senin amelinden ve Allah'ın faziletinden başka sana fayda verecek hiçbir şey yokturBu bakımdan sana fayda vermeyen bir kimseye güvenip de senin faydanı ve zararını, ölümünü ve hayatını elinde tutan Allah'ın nimetlerini nasıl unutursun?

Yedincisi: Mal ile ucb'a kapılmaktırNitekim Allahü teâlâ, iki bahçe sahibinden haber vererek şöyle buyurdu:

Ben malca senden daha zenginimToplulukça da senden daha kuvvetliyim. (Kehf/34)

Hazret-i Peygamber, zengin bir kişinin bir fakirin yanında oturup ona yüzünü ekşittiğini ve fakir dokunmasın diye elbiselerini çektiğini görünce şöyle buyurdu:

Acaba sen onun fakirliğinin sana sirayet edeceğinden mi korktun?90

Adam zenginlikle ucb'a kapıldığından dolayı bunu yaptıBu ucb'un tedavisi, malın âfetlerini, haklarının çokluğunu, tehlikelerinin büyüklüğünü düşünmekle olurBu ucb'a kapılan kişi, fakirlerin faziletine, kıyâmette zenginlerden önce cennete gideceğine, malın gelip-geçici olup asılsız olduğuna, yahudilerin zenginlikte kendisinden üstün olanlarına ve Hazret-i Peygamber'in şu hadis-i şerifine bakıp düşünsün:

Bir kişi nefsini beğendiği halde süslü elbisesine bürünerek sallana sallana yürürken Allahü teâlâ o anda yere emir verdiYer onu yuttuO, kıyâmet gününe kadar yere batacaktır97

Bu hadisi serifiyle Hazret-i Peygamber, kişinin mal ve nefsinden ötürü ucb'a kapılmasının cezasına işaret etmektedir.

Ebû Zer el-Gıfârî şöyle anlatıyor: 'Hazret-i Peygamber ile beraberdimHazret-i Peygamber mescide girip bana: 'Ey Ebû Zer! Başını kaldır!' dediBaşımı kaldırdımSırtında güzel bir elbise bulunan birini karşımda gördüm. Sonra yine 'Başını kaldır!' dediBaşımı kaldırdımKarşımda sırtında eski bir elbise bulunan birini gördüm. Sonra Hazret-i Peygamber bana şöyle buyurdu:

İşte şu elbisesi eski olan kişi Allah katında, öbürünün yeryüzünü dolduracak kadar benzerinden daha üstündür98

Zühd ve ayrıca Dünya ve Mal'ın Zemmi adlı bölümlerde söylediklerimizin tümü, Allah katında zenginliğin hakirliğini, fakirliğin de şerefini belirtmektedirDurum bu iken, acaba imanlı bir kimsenin, servetinden dolayı ucb'a kapılması nasıl tasavvur edilebilir? Aksine Mü'min bir kimse malda olan hakları yerine getirmek hususunda, kusurlu oluşundan korkarMalı helâlinden edinmiş midir? Bu hususta düşünüp korkarBunu yapmayan bir kimsenin sonucu rezil ve rüsvay olmaktırBu bakımdan kişi malından dolayı nasıl olur da ucb'a kapılabilir?

Sekizincisi: Yanlış görüşle ucb'a kapılmaktır.

Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu? (Fâtır/8)

Onlar o kimselerdir ki dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştirHalbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı. (Kehf/104)

Hazret-i Peygamber, bu durumun, Ümmet-i Muhammed'in (aleyhisselâm) son gelenlerine galebe çalacağını haber vermiştirZaten geçmiş ümmetler de bu belâdan dolayı helâk oldularZira onlar fırkalara ayrıldılarHer fırka görüşünü beğendi ve her hizip kendi fikirleriyle sevindilerBid'at ve dalâlet ehli; kendi yanlış fikirlerini benimsediklerinden dolayı o fikirlerinde ısrar ederlerBid'at ve ucb'a kapılmak demek, hevâ-i nefis ve şehvetin kendisini sürüklediği hedefi hak zannederek benimsemek demektir.

Bu ucb'un tedavisi, diğer çeşitlerin tedavisinden daha zordurÇünkü yanlış fikrin sahibi, yanlışlığının cahilidirYani yanıldığını bilmemektedirEğer bilseydi derhal terkederdiBilinmeyen bir hastalık tedavi edilemezCehalet bilinmeyen bir hastalıktırBu bakımdan onun tedavisi gerçekten zor ve müşkildirZira ârif bir kimse cahil bir kimseye, cahilliğini göstermeye ve ortadan kaldırmaya muktedirdirAncak cahil kimse görüşünü ve cehaletini benimsediği takdirde ârife kulak vermezOnu itham eder, Bu bakımdan Allahü teâlâ, bu cahile kendisini yok edici bir belâyı musallat kılmıştır; Cahil o belâyı nimet sanırDurum bu iken onun tedavisi nasıl mümkün olabilir? Onun kendi inancına göre, saadetinin sebebi olan bir şeyden kendisini uzaklaştırmak nasıl ümit edilebilir? Sonuç olarak onun tedavisi görüşünü ve fikrini daima itham etmesidirAncak Kur'ân'ın veya hadîslerin veya sıhhatli delillerin bütün şartlarını içeren bir aklî delilin onun fikrinin doğruluğuna şahitlik etmesi hariç!

İnsan oğlu şer'î ve aklî delilleri, o delillerin şartlarını, o delillerdeki gizli yanlışlıkları ancak râcih bir tabiat, delici bir akıl, ciddi bir çalışma ile tanır, Kitab ve Sünnet'i öğrenmek, ilim meclislerinde ömür boyunca bulunmak, ilimleri ders olarak almak suretiyle bilirBuna rağmen yine bazı işlerde yanlış gitmesinden emin değildirBütün ömrünü ilim yolunda sarfetme imkânından mahrum olan bir kimse için doğru yol; mezheplere (itikadî mezhep ve görüşlere) dalmamak, onlara kulak vermemek ve onları dinlememektir.

Fakat şuna inanmalıdır: Allah birdirO'nun ortağı yokturO'nun misli birşey yok! İşitici ve görücü O'durO'nun peygamberi de haber verdiği hakikatlerde sâdıktırBu inançla selefin yoluna tâbi olmalıdırKitab ve Sünnet'in söylediklerini deşmeden, tafsilatını sormadan, olduğu gibi inanmalı ve şöyle demelidir: Îman ettik ve doğruladık!' Takvâ, günahlardan sakınmak, ibadetleri edâ etmek, müslümanlara şefkat göstermek ve diğer ibadetlerle meşgul olmaktırEğer mezheblere ve bid'atlara ve akâiddeki taassuba dalarsa bilmediği bir yönde helâk olur! Böyle hareket etmek, hayatında ilimden başka bir şeyle iştigal etmek isteyen herkesin vazifesidir.

Kendisini ilme adayana gelince, bunun ilk vazifesi, delili ve delilin şartlarını tanımaktırBu ise hakkında uzun uzadıya çalışılması gereken konulardandırHedeflerin çoğunda yakîn ve marifete varmak çok zordurBuna ancak Allah'ın nûruyla takviye edilen insanlar güç yetirebilirlerBöyle bir insan ise, gerçekten pek enderdirBu bakımdan biz Allah'tan, dalâlete sapmaktan korunmamızı talep ederizCahillerin hayalleriyle mağrur olmaktan Allah'a sığınırız.

Kitabu Zemm'il-Kibr ve'l-Ucûb (Kibir ve Ucûb'un Zemmi) adlı bölüm burada tamamlanmış olduHamd, bir ve tek olan Allah'a mahsusturAllah bize kâfidir ve O ne güzel vekildirGünahtan dönüş, ibadete yöneliş ancak azîm ve yüce olan Allah'ın kuvvet ve kudretiyledirAllahü teâlâ'dan efendimiz Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), âlinin ve ashâbının üzerine rahmet deryalarını boşaltmasını, onlara salât ve selâm etmesini dileriz!

85) Ad kabilesi Araplardan bir kabiledir. Hazret-i Hud'un kavmi idiler. Leys der ki: 'Onlar, Ad b. Adiyâ b. Sam b. Nûh'un zürriyetidirler. Diğer Ad'a gelince onlar Benî Tebibî kabilesidir'.

86) Adı Uc b. Unuk'tur. Hazret-i Âdem'in devrinde doğup Hazret-i Mûsa'nın zamanına kadar yaşadığı söylenmiştir. Lûgat âlimlerinden Kazaz, Câmi'ul-Lûğa adlı eserinde onun Firavunlardan bir kişi olduğunu söylemiştir. İmâm Suyûtî ise 'Ne Uc vardı, ne de Unuk, belki uydurmadır' der.

87) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî, (Ebü Hüreyre'den)

88) İbn Cerîr, (İbn-i Abbâs'tan)

89) Onlar Hâşimoğulları'dır. Alevî (Hazret-i Ali'nin zürriyeti) , Tâlibî ve Câferî (Hazret-i Câfer-i Tayyar soyundan) olanların hepsi bu soya dahildir.

90) İbn Mâce

91) Ebû Dâvud, Tirmizî

92) Taberânî

93) Müslim, Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

94) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

95) Taberâni, Evsat

96) İmâm-ı Ahmed, Zühd

97) Müslim, Buhârî

98) İbn-i Hıbbân, Sahih