29 - KİBİR VE UCBUN (Kendini Beğenmişliğin) KÖTÜLÜĞÜ |
Giriş
Hâlık, Bârî, Musavvir, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir ve Âlî olan Allah'a hamdolsun! O öyle bir âlî ki O'nu cömertliğinden hiç kimse düşüremez. O öyle bir cebbâr ki her Cebbâr ve diktatör O'nun azameti önünde zelîl kalır. Her mütekebbir, O'nun izzeti önünde miskin ve mütevazi olur. O, kendisini irade ettiği hedeften hiçbir mâninin çeviremediği bir kahhârdır. Öyle zengin ki ne ortağı var, ne de şerîki. . . Öyle bir kâdir ki, O'nun celâl ve azameti insanların gözlerini kamaştırmıştır. O'nun istila ve istivası yüce arşı kahrının altına almıştır. O'nun övgüsü, peygamberlerin lisanlarını hasr altına almıştır. O'nun kudretinin hududunu, O'nun övgüsünü sonuna kadar saymaktan, O'nun celâlinin hakikatinin vasfını yapmaktan âciz olduklarını melekler ve peygamberler itiraf etmişlerdir. O'nun izzet ve yüceliği Kisraların belini kırmıştır. O'nun azamet ve kibriyası, Kayserlerin elini kısaltmıştır. Bu bakımdan azamet O'nun abâsı, kibriya O'nun ridasıdır. Kim azamet ve kibriya hususunda O'nunla cedelleşirse, ölüm hastalığıyla onun belini kırar ve o kırılışı tedavi etmekten kendisini âciz bırakır. O'nun celâli (büyüklüğü) yüce ve isimleri her türlü eksiklikten mukaddes ve münezzehdir.
Salât ve selâm, ışığı dünyayı kaplayan bir nûra mazhar olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm) üzerine olsun! Öyle bir nûr ki âlemin bucakları ve ücra köşeleri bile onunla pırıl pırıl parlamakta. . . Allah'ın seçtiği, dost edindiği kimseler olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm) ashâbının ve âlinin üzerine de yarab salât ve selâm eyle! Hazret-i Peygamber, bir hadis-i kudsî de Allahü teâlâ'nın şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kibriya benim abâmdır. Azamet benim izarım. . . Bu bakımdan kim bu iki vasıfta benimle cedelleşirse onun belini kırarım. 1
Üç haslet helâk edicidir. İtâati yapılan cimrilik, peşine takılman hevâ-i nefis ve kişinin nefsini beğenmesi. 2
Bu bakımdan kibir ve ucub, helâk edici iki hastalıktır. Mütekebbir ve kendisini beğenen kimseler malûl ve hastadırlar. Bunların ikisinden de Allah'ın nezdinde nefret edilir. Bu bölümden gaye helâk edicileri açıklamak olduğundan, kibir ve ucub'un izahı gereklidir. Çünkü onlar helâk edicilerin en çirkinlerindendirler. Biz bu konuyu iki bölümde izah edeceğiz. Bir kısmı kibir, diğer kısmı da ucub hakkındadır.
1) Hâkim
2) Bezzâr, Taberânî, Beyhâkî.
29-1
Birinci Bölüm "Kibir"
Bu kısımda kibrin kötülüğü, mağrur olmanın kötülüğü, tevâzuun faziletinin beyanı, tekebbürün hakikatinin ve âfetinin beyanı, kime karşı kibir gösterileceği ve kibrin derecelerinin beyanı, ne ile kibir yapılır, kibre sevkeden sebepler nelerdir, mütevazi kimselerin durumlarının beyanı, kibrin ortaya çıktığı yerlerin beyanı, kibrin tedavisinin, kibir ile nefsi imtihan etmenin, tevazu ahlâkının güzel ve mezmûm kısımlarının açıklaması yapılacaktır.
Kibir'in Zemmi
Âyet-i Kerîmeler
Allahü teâlâ Kur'ân'ın birçok yerinde kibiri ve mütekebbir olan her zorbayı zemmetmiştir.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım. (A'raf/146)
İşte Allah her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler. (Gafîr/35)
(Elçiler düşmanlarına karşı Allah'tan) zafer istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.
(İbrahim/15)
Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar. Büyük bir azgınlıkla haddi aştılar; (Furkan/21)
Rabbiniz buyurdu ki: 'Bana dua edin! Duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler küçülmüş olarak cehenneme gireceklerdik. ' (Gafîr/60) Hadîsler
Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan bir kimse cennete giremez. Hardal tanesi kadar kalbinde îman olan bir kimse de cehenneme girmez. 3
Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadis-i kudsî de Allah şöyle buyurmuştur:
Kibriya benim ridâm, azamet benim izarımdır. Bu bakımdan kim bu iki sıfatta benimle ceddelleşirse, perva etmeksizin onu cehenneme atarım.
Ebû Seleme b. Abdurrahman şöyle anlatır: Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer Safa tepesinde bir araya geldiler. İkisi de durakladı. Amr'ın oğlu geçip gitti. Fakat İbn Ömer durarak ağladı. Yanındakiler şöyle sordu:
-Ey Ebû Abdurrahman! Seni ağlatan nedir?
Buna karşılık olarak, Amr'ın oğlu Abdullah'a işaret ederek dedi ki:
-Şu zat beni ağlattı. Şu adam Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini söylüyor: 'Kimin kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunursa Allahü teâlâ onu yüzüstü cehenneme atar'. 4
Kul kendini beğenmek sûretiyle mütekebbirlerden yazılır. Böylece onlara isabet eden azap ona da isabet eder. 5
Cimri, Cebbâr ve kötü ahlâklı olanlar cennete giremez. 7
En kötü kul o kuldur ki cebreder, saldırır, en yüce olan Cebbâr'ı unutur. En kötü kul, o kuldur ki gururlanır, zorbalık yapar ve yüce olan büyüğü (Allah'ı) unutur. En kötü kul, o kuldur ki, gâfil olur da çürüyüp yok olacağı mezarı unutur. Ne kötü kuldur o kul ki saldırır zulmeder, başlangıcı ve sonucu unutur. 7
Sabit'in anlattığına göre 'Falan adamın kibri ne kadar da büyüktür?' denilince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Acaba önünde ölüm yok mu?8
Abdullah b. Amr Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Nûh (aleyhisselâm) , sekerata girdiği zaman iki oğlunu yanına çağırdı ve şöyle dedi: "Ben size iki şey tavsiye ve sizi iki şeyden de nehyediyorum: Sizi Allah'a şerik koşmak ve kibirlenmekten nehyediyor, 'lâ ilâhe illâllah' demeyi size tavsiye ediyorum. Çünkü eğer gökler ve yerler ve onlarda bulunan şeyler terazinin bir kefesine konsa, 'Lâ ilâhe illâhlah' da diğer kefesine konsa, onun konduğu kefe daha ağır gelir. Eğer gökler, yerler ve onlarda bulunan varlıklar biraraya gelseler, 'Lâ ilâhe illâllah' da onların üzerine bırakılsa muhakkak 'Lâ ilâhe illâllah' onları kırar ve çökertir. Size 'Sübhanallahi ve bihamdihi' demeyi tavsiye ediyorum. Çünkü bu, herşeyin duasıdır ve herşey bununla rızıklanır". 9
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Cennet o kimseye olsun ki Allah ona kitabını öğretmiş ve o da kitabı öğrendikten sonra mütekebbir olarak ölmemiştir'.
Cehennem ehli, her kaba ve çirkin sözlü, yürürken gururlanan, arkadaşlarına karşı büyüklük taslayan, hırsla mal toplayan, hakkı inkâr eden kimselerdir. Cennet ehli de yoksul ve zayıflardır. 10
Bizim yanımızda en sevimliniz ve âhirette bize en yakınınız, ahlâkça güzel olanınızdır. Nezdimizde en nefret edileniniz ve bizden en uzak olanınız gevezelik yapanlar, alabildiğine avurtlarını doldurarak konuşanlar ve mağrur olanlardır. 11
Ashâb-ı Kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz Sersarûn ve Müteşeddikûn kelimelerinin mânâsını biliyoruz. Acaba mütefeyhekûn kimlerdir?' deyince,
cevap olarak şöyle buyurdu: 'Kibirlenenlerdir'.
Yine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kibirlenenler, kıyâmet gününde paçavra gibi ayaklar altında haşrolunurlar! Ayaklar altında ezilirler. Sonra cehennemde Buleş denilen bir zindana atılırlar. Cehennem ateşi onları kıskıvrak yakalar. Onlar Habel çamurundan içerler. (Habel, cehennem ehlinin cesetlerinden akan sarı sudur) . 12
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Cebbâr olanlar ve kibirlenenler kıyâmet gününde saçılmış zerreler hâlinde haşrolunur. Bunlar Allah'ın nezdinde zelil olduklarından dolayı insanlar tarafından çiğnenirler,13
Muhammed b. Vâsı14 der ki: Bilal b. Ebî Burde'nin huzuruna girdim ve kendisine 'Ey Bilâl! Babam babasından, o da Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi rivâyet etti' dedim.
Cehennemde bir vâdi vardır. Onun adına hebheb denilir. Oraya mağrurları yerleştirmek Allah'ın hakkıdır. 15
'O halde ey Bilâl! Sakın sen o vâdide durdurulacak kimselerden olmayasın!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Cehennemde bir köşk vardır. Mağrur insanları oraya tıkarlar ve kapısı onların üzerine kapatılır. 16
Ey Allahım! Mütekebbirlerin şişirmesinden sana sığınıyorum. 17
Kim üç şeyden uzak olduğu halde ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. O şeyler şunlardır: 'Kibir, borç ve başkasını aldatmaktır. 18
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sakın hiç kimse bir müslümanı tahkir etmesin; zira müslümanların (mertebece) küçüğü bile, Allah katında büyüktür'.
Vehb şöyle der: Allah, Adn cennetini yarattığı zaman, onu temaşa etti ve şöyle buyurdu: 'Sen her mağrur insana haramsın!7
Ahnef b. Kay s, Mus'ab b. Zübeyir ile beraber, Mus'ab'ın yatağı üzerine otururlardı. Birgün Ahnef gelirken, Mus'ab ayaklarını uzatmış ve toparlanmamıştı. Bunun üzerine Ahnef, oturup Mus'ab'ın yüzüne baktı ve şöyle dedi: 'Âdem oğluna şaşıyorum! İki defa sidiğin yolundan çıktığı halde nasıl mağrur oluyor!'
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Âdem oğluna şaşmak gerek! Hergün bir veya iki defa eliyle pisliğini yıkıyor, sonra çıkıp göklerin (ve yerin) cebbârı olan Allah'a karşı baş kaldırıyor!'
Kendi canlarınızda da öyle (Allah'ın birliğini ve kudretini gösteren nice işaretler var) . Hâlâ görmeyecek misiniz? (Zâriyat/21)
Bu âyet-i celîlenin tefsirinde 'o alâmet, büyük ve küçük taharetin yoludur' denilmiştir.
Muhammed b. Ali b. Hüseyin demiştir ki: 'müslüman bir kişinin kalbine kibirden bir şey girdi mi, ister az, ister çok olsun, o nisbette aklı azalır'.
Süleyman el-Fârisî'ye, beraberinde, sevabın fayda vermediği günahın ne olduğu sorulunca şöyle cevap verdi: 'Kibir!'
Numan b. Bişr19 minberde şöyle haykırdı: 'muhakkak ki şeytanın oltaları ve ağları vardır. Muhakkak ki Allah'ın nimetleriyle kudurmak, Allah'ın vergisiyle böbürlenmek, Allah'ın kuluna karşı mağrur olmak, Allah'a değil de hevâ-i nefse tâbi olmak şeytanın oltasından ve ağlarındandır!'
Allahü teâlâ'dan dünya ve âhirette minnet ve keremiyle af ve âfiyet dileriz.
3) Müslim
4) İmâm-ı Ahmed, Beyhâkî
5) Tirmizî
6) Müslim, Buhârî
7) Tirmizî
8) Beyhakî
9) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Hâkim
10) Müslim, Buhârî
11) İmâm-ı Ahmed
12) Tirmizî
13) Bezzâr
14) Tam adı Muhammed b. Vasil b. Cabir Ahnas'dır. Basralı olan bu zat, güvenilir bir âbiddir. H. 123 yılında vefat etmiştir.
15) Ebû Yâ'lâ, Taberânî, Hâkim
16) Beyhakî
17) İbn Mâce, Ebû Dâvud
18) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
19) Tam adı Numan b. Bişr b. Sa'd b. Salebe el-Ensarî el-Hazrecî'dir. Hem kendisi hem de babası sahabîdir. Şam, daha sonra da Kûfe valiliğinde bulundu. 64 yaşında iken Humus'da öldürüldü.
Tevazu Ahlâkında Riyazet'in Son Noktası
Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardır. Fazlalığa kayan tarafına gelince, ona tekebbür adı verilir. Eksikliğe doğru kayan tarafına ise, hasislik ve zillet adı verilir. Mûtedil olanına ise tevazu adı verilir. Dinen övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve tefrit taraflarının ikisi de kötüdür. İşlerin Allah katında en sevimlisi normal olanlarıdır. Bu bakımdan arkadaşlarının önüne geçen mütekebbirdir. Onlardan geri kalan mütevazidir. Yani birşeyi gerektiği gibi yapmış demektir.
Âlim kişinin huzuruna ayakkabı tamircisi girdiği zaman, yerinden kalkıp onu oturtursa, sonra o gittiğinde ayakkabısını düzeltirse, arkasından kapıya kadar giderse, hasislik ve zillet göstermiş olur. Böyle yapmak da güzel ve dinen övülen bir hareket değildir. Allah katında övülen şey adalettir. O da her hak sahibine hakkını olduğu gibi vermektir. Bu bakımdan bu şekilde akran ve emsaline ve derecesine yakın kimselere tevazu göstermesi uygundur.
Çarşıdaki bir esnafa karşı tevazu göstermeye gelince, bu ayağa kalkmak, konuşurken güler yüz göstermek, isteğine karşı şefkatli davranmak, dâvetine icabet etmek, ihtiyacına koşmak ve benzeri hareketlerle olur. Nefsini ondan hayırlı görmemek, onun için korktuğundan daha fazla nefsi için korkmakla olur, Bu bakımdan onu tahkir edip, küçük görmemelidir; zira onun sonunu bilmemektedir. Durum bu iken tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır: Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılır. Eğer bu tür tevazu kendisine ağır gelir ve bunu zoraki bir şekilde yaparsa, mütevazi değil, tevazuyu zoraki bir şekilde nefsine tatbik etmiş sayılır. Gerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o ahlâktan sâdır olur. Eğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu'yu tefrite götürmüş demektir. O vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira Mü'min bir kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yoktur. Bu zilletten kurtulmak için dosdoğru yoldan ibaret olan normal yola dönünceye kadar çaba sarfetmelidir. Bu ise, gerek tevazu ahlâkında ve gerek diğer ahlâklarda çözülmesi pek güç olan bir durumdur. Normal dereceden tefrite doğru kaymak -ki ona temellük (yağcılık) denilir- tekebbür diye isimlendirilen ifrat tarafına kaymaktan daha kolaydır. Nitekim mal hususunda israf tarafına meyletmenin halk nezdinde, cimrilik tarafına meyletmekten daha güzel olduğu gibi. . . Oysa israfın da, cimriliğin de sonucu kötüdür. Fakat biri daha fâhiştir. Aynen bunun gibi gururun sonu tefrit, zilletin sonu da ifrattır. Biri diğerinden daha çirkindir. Dinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektir. Nitekim bu hem şer'an ve hem de âdetçe böyle bilinmektedir. Biz gurur ve tevazu ahlâklarının beyanında bu kadarıyla iktifâ edelim!
Giyinişte ve Yürüyüşte Gösterilen Kibir'in Zemmi Hadîsler
Kibirden ötürü eteğini yerde sürükleyen bir kimseye Allahü teâlâ nazar etmez (iltifat etmez) !20
Bir kişi elbisesine bürünüp sallana sallana gezerken nefsi kendisini ucb'a sevketti, dolayısıyle Allah onu yere batırdı. O, kıyâmet gününe kadar yerde deprendikçe deprenir. 21
Kim gururdan ötürü elbisesini yerde sürürse, kıyâmet gününde Allah ona bakmaz (iltifat etmez)
Zeyd b. Eslem dedi ki: 'İbn Ömer'in yanına girdim. O esnada Abdullah b. Vâkıd22 sırtında yeni bir elbise olduğu halde İbn Ömer'in yanından geçti. İbn Ömer'in şöyle söylediğini işittim: Ey oğul! Elbiseni biraz yukarıya kaldır. Yerde sürüme! Zira ben Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini duydum: 'ınağrur olduğundan dolayı elbisesini yerde sürükleyen bir kimseye Allah bakmaz (iltifat etmez) !'23
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birgün avucuna tükürüp parmağıyla dokunarak şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Ey Âdem oğlu! Sen beni mağlûp etmek mi istiyorsun. Oysa ben seni bunun benzerinden yarattım. Sonra seni geliştirdim ve bu kıvama getirdim. O zaman sen nefsine aldanarak iki elbisenin içinde sallana sallana gezdin. Yer için bir ağırlık oldun. Mal topladın, hakları menettin. Ta ki can boğaza gelip dayanıncaya kadar. Bu sefer de dedin ki: 'ınalımı sadaka vereceğim!' Oysa sadakanın zamanı geçti!'24
Ümmetim mağrur ve kendilerini beğenerek yürüdükleri, kendilerine Fars ve Rumlar hizmet ettikleri zaman, Allah onların bir kısmını diğer bir kısmına musallat kılar. 25
İbn'ul-Arabî der ki: 'Hadîsin metninde geçen mutayta denen yürüyüş, içinde gurur ve kibir olan yürüyüş demektir'.
Kim nefsinde büyüklük taslar ve yürüyüşünde gururlanırsa Allahü teâlâ kendisinden nefret ettiği halde Allah'ın huzuruna varır. 26
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Ebû Bekir el-Huzelî'den27 şöyle rivâyet ediliyor: Biz Hasan'la beraber bulunduğumuz bir anda İbn'ul-Ethem28 yanımızdan geçerek mescidin maksuresine doğru yürüdü. Onun sırtında Haz (Deniz koyunu denilen hayvanın yünü) denilen maddeden dokunmuş, bir kısmı diğer bir kısmının üzerine, baldırlarına kadar inen bir cübbe vardı. O, sağa sola sallana sallana yürüdüğü için abâsı açılıp kapanıyordu ve baldırları görünüyordu. O anda Hasan, ona baktı ve şöyle dedi: 'Öf! Öf! Ne de gururlu! Gururdan ötürü halktan yüzünü çeviriyor. Sağına soluna bakıyor. Ey Ahmak! Sen şükrü yapılmamış bir nimet içinde, o nimette Allah'ın emrini tutmadığın, o nimetten dolayı Allah'ın hakkını ödemediğin halde sağına soluna bakıyorsun. Allah'a yemin ederim, eğer sizden biriniz, deli bir kimsenin sallanması gibi sallanarak yürürse, onun âzalarının her birinde Allah'ın bir nimeti, şeytanın da bir payı vardır'.
İbn'ul-Ethem bu sözü işitti. Hasan-ı Basrî'ye gelip özür talebinde bulundu. Hasan-ı Basrî kendisine 'Benden özür dileme! Rabbine tevbe et! Sen Allahü teâlâ'nın şu emrini işitmedin mi?' dedi.
(Kibirlilerin yaptığı gibi) insanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü Allah büyüklük taslayan övüngeni sevmez. Yürüyüşünde mütevazi ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir. (Lokmân/18-19)
Hasan-ı Basrî'nin yanından güzel giyimli bir genç geçti. Hasan o genci çağırıp kendisine dedi ki: 'Âdem oğlu gençliğine mağrur olup gösterişi sever. Toprağın senin bedenini örttüğünü, amelinle karşı karşıya geldiğini düşün! Rahmet olasıca! Kalbini tedavi et! Zira Allahü teâlâ'nın kullarından isteği, kalplerini ıslah etmeleridir'.
Rivâyet ediliyor ki Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce hacca gitti. Mağrur mağrur yürürken Tâvus kendisine baktı. Onun sırtına dokunarak şöyle dedi: 'Senin bu yürüyüşün; midesi pislikle dolu olan bir kimseye yakışmaz'. Bunun üzerine Ömer, özür dileyen bir kimse gibi dedi ki: 'Ey amca! Bu yürüyüşü öğreninceye kadar, bu yürüyüşten dolayı benim bütün âzalarım döğüldü'.
Muhammed b. Vâsıl mağrur davranan oğlunu gördü. Yanına çağırıp dedi ki: 'Sen kim olduğunu biliyor musun? Dikkatli ol! Senin anneni iki yüz dirheme satın aldım. Babana gelince Allah onun gibisini müslümanlar (arasında) çoğaltmasın!'
İbn Ömer, izarını yerlerde sürüyen bir kişiyi görünce şöyle demiştir: 'muhakkak şeytanın kardeşleri vardır!' Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti.
Rivâyet ediliyor ki, Mutarrıf b. Abdillah, el-Muhelleb'i29 Haz denilen maddeden yapılan cübbesine bürünmüş mağrur mağrur yürürken görünce ona şöyle seslendi: 'Ey Allah'ın kulu! Bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki Allah da, Allah'ın Rasûlü de ondan nefret eder'. Muhelleb 'Herhalde beni tanıyamadın!' dedi. Mutarrıf 'Evet seni tanıyorum! Senin başlangıcın bir damla menidir. Sonun da çirkin bir leştir. Sen de bu iki tarafın arasında pisliği yüklenen birisin!' diye karşılık verdi. Bu sert çıkışın karşısında Muhelleb, mağrur yürüyüşünü terketti.
Mücâhid 'Sonra da böbürlene böbürlene ehline gitti!' (Kıyâmet/33) ayetinin tefsirinde 'gururlana gururlana ehline gitti demektir' dedi.
Biz kibir ve gururun zemmini zikrettik; şimdi tevazu'nun faziletini zikredeceğiz. Allah en doğrusunu bilir.
20) Müslim, Buhârî
21) Müslim, Buhârî
22) Tam adı Abdullah b. Vâkıd b. Abdullah b. Ömer b. Hattâb'dır. Bu zat Medineli ve makbul bir zattır. H. 19'da vefat etmiştir.
23) Müslim
24) İbn Mâce, Hâkim
25) Tirmizî
26) İmâm-ı Ahmed, Taberânî, Hâkim
27) Tam adı Ebû Bekr Selmâ b. Abdullah b. Selmâ'dır. Hüzel kabilesinden olan bu zat Basralıdır. H. 67 senesinde vefat etmiştir.
28) Bu tâbir mutlak olarak zikredildiği zaman şerefli, şair, beliğ, hatîb sahâbî Amr b. Edhem'e hamledilir. Fakat Hasan-ı Basrî'nin bir sahabîye böyle demesi uzaktır. Zâhir olan şudur ki; bu söz, yeğenlerinden birine; ya Şeybe b. Sa'd'a, ya Müdmil b. Hakan'a veya Hâlid b. Safvan'a aittir. (İthâfu's-Saâde,VIII/349)
29) Tam adı Muhelleb b. Ebî Safra Azlim b. Şurak el-Ezde'dir. Meşhur idarecilerdendir.
Tevazu'nun Fazileti
Hadîsler
Affetmekten dolayı Allahü teâlâ, kulunu izzet yönünden yükseltir. Hiçbir kul yoktur ki Allah için tevazu göstersin de Allah onu yüceltmesin!30
Hiçbir kul yoktur ki, onunla beraber iki melek bulunmasın! O kulun ağzında (manevî) bir gem vardır. Melekler onu o gemle zaptetmektedirler. Eğer kul nefsini yüceltirse o gemi, ikisi birden çekerler. Sonra derler ki: 'Ey Allahım! Onu alçalt!' Eğer mütevazi olursa, şöyle dua ederler: 'Ey Allahım! Onu yücelt!31
Cennet o kimseye olsun ki zillet ve meskenet olmaksızın tevazu gösterir. Helâlinden kazandığı malını infak eder. Zillet ve meskenet ehline merhamette bulunur, Fıkıh ve hikmet ehliyle haşır-neşir olur. 32
Ebû Seleme el-Medinî, babasından, o da babasından rivâyet ediyor. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kuba'da, oruçlu olduğu halde yanımızda bulunuyordu. Biz iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt getirdik. O sütün içine biraz da bal koyduk. Sütü tattığı zaman balın tadını hissetti ve şöyle dedi: 'Bu nedir? Biz 'Ey Allah'ın Rasûlü! Süte biraz bal karıştırdık!' dedik. Bunun üzerine süt bardağını elinden yere koyarak şöyle buyurdu:
Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini haram kılmıyorum. (Fakat) kim Allah için tevazu gösterirse, Allah onu yüceltir. Kim gururlanırsa, Allah onu alçaltır. Kim tutumlu hareket ederse, Allah onu zengin eder. Kim israf ederse Allah onu fakir eder. Kim Allah'ı daha çok zikrederse, Allah onu sever. 33
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) evinde birkaç ashâbıyla beraber yemek yerken bir dilenci kapıya geldi. Dilencide bir aksaklık vardı. Hazret-i Peygamber, onun içeriye girmesine izin verdi. İçeri girince Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onu dizine oturttu. Sonra kendisine yemesini söyledi. Kureyş'ten bir kişi bundan alınarak sıkıldı. Bilâhare o kişi, o dilenci gibi topal olduktan sonra öldü. 34
Rabbim beni kul ve rasûl olmak veya sultan ve nebî35 olmak arasında serbest bıraktı. Ben hangisini seçeceğimde mütereddit kaldım, başımı dostum Cebrâîl'e (aleyhisselâm) doğru kaldırıp bakınca bana 'Rabbine karşı mütevazi ol!' dedi. Bunun üzerine 'Kul ve Rasûl olmayı istiyorum!' dedim. 36
Allahü teâlâ, Musa'ya (aleyhisselâm) vahiy gönderip şöyle buyurmuştur: 'Ben ancak benim azametime tevazu gösteren, mahlûklarıma karşı büyüklük taslamayan, kalbine korkumu yerleştiren, gününü zikrimle geçiren, benim için nefsini şehvetlerden koruyan kimsenin namazını kabul ederim'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kerem, takva demektir. Şeref, tevazu demek, yakîn ise zenginlik demektir. 37
Mesih Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ne mutlu dünyada mütevazi olanlara. . . Onlar kıyâmette minberlerin sahipleridirler. Ne mutlu dünyada insanların arasını bulanlara. . . Onlar kıyâmet gününde Firdevs'i elde ederler. . . Ne mutlu dünyada kalplerini pâk edenlere. . . Allahü teâlâ kıyâmette onlara lûtuf ve merhametiyle bakar.
Allahü teâlâ bir kulu İslâm dinine hidayet ettiği, suretini güzelleştirdiği, kendisini ayıp sayılmayan bir yerde yerleştirdiği ve bununla beraber kendisine tevazu'yu rızık olarak verdiği zaman, bu kul Allah'ın seçtiği (kimseler) dendir. 38
Dört haslet vardır. Allah onları sevdiği kimseye verir: Birincisi sükûttur. Sükût ibâdetin evvelidir, İkincisi Allah'a tevekkül etmektir. Üçüncüsü tevazudur. Dördüncüsü ise dünya hakkında zühddür. 39
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Kul tevazu gösterdiği zaman Allah onu yedinci göğe yüceltir. 40
Tevazu, kulu yücelik yönünden geliştirir. Bu bakımdan siz tevazu gösteriniz ki Allah size rahmet etsin!41
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yemek yiyordu. Bu arada siyah, yüzü çiçekli ve çiçekleri kabuk tutmuş bir kişi çıkageldi. Adam kimin yanına otursa, o adam onun yanından kalkıp uzaklaşıyordu. Hazret-i Peygamber onu yanına oturttu. 42
Kişinin aile efradının ihtiyacını gidermesi ve nefsinden de kibri defetmesi benim hoşuma gider. 43
Bir gün ashâbına şöyle buyurmuştur: 'Ne oluyor ki sizin üzerinizde ibâdetin halâvetini görmüyorum?' Ashâb-ı kirâm İbâdetin halâveti nedir?' deyince, Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi: 'Tevazudur'. 44
Benim ümmetimden mütevazi kimseleri gördüğünüz zaman, onlara tevazu gösteriniz. Mütekebbirleri gördüğünüz zaman onlara karşı kibirleniniz. Çünkü böyle yapmanız, onlar için zillettir. 45
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Kul, Allah için tevazu gösterdiğinde Allah onun hikmetini artırır, vekili bulunan melek şöyle der: 'Yücel! Allah seni yüceltsin!' Gururlandığı ve haddini aştığında ise, Allah onu yere batırırcasına alçaltır ve melek ona der ki: 'Alçal! Allah seni alçaltsın!' Bu kimse nefsinde büyük, halkın gözünde küçüktür. Hatta bu kimse halkın gözünde, domuzdan daha hakirdir!"
Cüreyr b. Abdullah el-Bücelî şöyle anlatıyor: Bir ağacın altında ekmek dağarcığını kendisine gölge yapıp yatan bir kişi vardı. Güneş dağarcığı geçmişti. Bunun üzerine ben dağarcığı onun üzerine örttüm. Sonra kişi uyandı. Baktım ki o kişi, Hazret-i Peygamber'in ashâbından Selman-ı Fârisî'dir. Ben ona yaptığımı söyledim. Bana nasihat olarak şunu söyledi: 'Ey Cüreyr! Dünyada Allah için tevazu göster! Çünkü dünyada Allah için mütevazi olan bir kimseyi Allah kıyâmet gününde yüceltir! Ey Cüreyr! Kıyâmet gününde ateşin zulmetinin ne olduğunu biliyor musun? O, insanların dünyada bazısının bazısına yapmış olduğu zulümdür!'46
Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'muhakkak sizler, ibâdetin en üstünü olan tevazudan gâfil bulunuyorsunuz!'
Yûsuf b. Esbat şöyle demiştir: 'Takvanın azı, ibâdetin çoğunun yerine geçer. Tevâzunun azı, fazla gayretin yerine geçer'.
Kendisine tevazunun mânâsı sorulduğunda, Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Tevazu demek, senin hakka karşı alçalman ve hakkı kabul etmen demektir. Eğer hakkı bir çocuktan veya insanların en cahilinden dinlesen bile kabul etmelisin!'
İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Tevazunun başı dünya nimetinde senden aşağıda olanın yanında nefsini alçaltmandır. Böyle yapmakla dünyalığından ötürü bu zata herhangi bir üstünlüğün olmadığını bilmiş olursun. Dünyalıkta senden üstün olana karşı nefsini yüceltmendir ki onun dünyasından ötürü sana bir üstünlüğü olmadığını öğrenmiş olasın!'
Katâde şöyle demiştir: 'Kime mal veya güzellik veya elbise veya ilim verilirse, o da bu hususta tevazu göstermezse bu nimet, kıyâmet gününde onun için vebâl olur'.
Allahü teâlâ, Hazret-i Îsa'ya şöyle vahiy gönderdi: 'Seni herhangi bir nimetle nimetlendirdiğim zaman o nimeti tevazu göstermek suretiyle karşıla! Bu takdirde o nimeti senin için tamamlarım!'
Kâ'b şöyle der: 'Allah dünyada bir kuluna herhangi bir nimeti ihsan eder, o kul da o nimetten dolayı Allah'a teşekkür eder, o nimetten dolayı Allah'a karşı tevazu gösterirse, muhakkak Allah ona, dünyada o nimetin faydasını gösterir, âhirette o nimetten ötürü derecesini yüceltir. Allahü teâlâ dünyada bir kuluna, herhangi bir nimeti ihsan ettiği halde, o kul o nimetin şükrünü edâ etmez ve ondan ötürü Allah'a karşı tevazu göstermezse, Allahü teâlâ dünyada onun faydasını o kuldan menettiği gibi, ona cehennemden bir pencere açar. Dilerse ona azap eder, dilerse azabından vazgeçer.
Abdülmelik b. Mervan'a şöyle denildi: 'Kim daha fazla faziletlidir?' Abdülmelik 'Gücü ve kuvveti olduğu halde tevazu gösteren isteği olduğu halde dünyaya karşı zâhidlikte bulunan, muktedir olduğu halde nefsinin yardımını terkeden kişi' diye cevap verdi.
İbn Semmak, Harun Reşid'in huzuruna girip şöyle dedi:
-Ey Mü'minlerin emîri! Şerefinin içinde gösterdiğin tevazu senin için şerefinden daha şereflidir.
-Senin sözlerin ne kadar da güzel!
-Ey Mü'minlerin emîri! Allah'ın yaradılışında bir güzellik, nesebinde bir şeref, malda genişlik ihsan ettiği kişi, güzelliğinde hafif davranır, malından muhtaçlara yardımda bulunursa, o kimse Allah divanında, Allah'ın hâlis velîlerinden yazılır.
Bunun üzerine Hârun Reşid bir kâlem ile kâğıt istedi ve bunu eliyle yazdı.
Süleyman b. Dâvud (aleyhisselâm) sabahleyin dışarıya çıktığı zaman zenginlerin ve eşrafın yüzüne baka baka yanlarından geçer, fakirlere gelirdi. Onlarla beraber oturur ve şöyle derdi: 'Fakir (kendi nefsini kastediyor) fakirlerle beraberdir'.
Biri şöyle demiştir: 'Nasıl ki zenginlerin seni kirli elbiselerle görmelerini istemiyorsan, fakirlerin de seni lüks elbiseler içerisinde görmesini isteme!'
Yunus b, Abîd, Eyyub es-Sahtıyanî ve Hasan-ı Basrî bir araya gelip tevazu meselesini müzakere ettiler. Hasan onlara dedi ki: Tevazu'nun ne olduğunu bilir misiniz? Tevazu senin evinden çıktığında rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu düşünmendir'.
Mücâhid de şöyle demiştir: Allahü teâlâ, Nûh'un kavmini (Tûfan'da) boğduğu zaman, dağlar yükseldi. 47 Ancak Cûdi dağı alçaldı ve tevazu gösterdi. Bu bakımdan Allahü teâlâ onu dağların üzerine çıkardı ve Nûh'un gemisinin onun üzerinde durmasını kararlaştırdı'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: Allahü teâlâ, Âdem oğullarının kalbine muttali oldu. Musa'nın kalbinden -tevazu yönünden- daha kuvvetli bir kalbe rastlamadı ve bundan dolayı da insanlar arasında Musa'yı kendisiyle konuşma şerefine yükseltti'.
Yunus b. Ubeyd Arafat'tan döndüğü zaman şöyle demiştir: "Ben Allah'ın hacılara merhamet etmesinden -eğer ben hacılarla beraber olmasaydım- şüphe etmezdim. Korkuyorum ki hacılar benden ötürü rahmetten mahrum olmuş olsunlar'.
Deniliyor ki: 'mü'minin Allah katında en yüce olduğu an, nefsinin katında en alçak bulunduğu andır. Allah katında en alçak bulunduğu an da nefsinin yanında en yüce bulunduğu andır'.
Ziyad b. Abdullah en-Nemrî dedi ki: 'Tevazuu olmayan zâhid meyvesiz ağaç gibidir!'
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Eğer caminin kapısında dellal ' (Ey camidekiler!) Sizin en kötü olanınız dışarıya çıksın!' diye bağırsaydı, yemin olsun, benden önce kapıya çıkan olmayacaktı.
Ancak benden daha güçlü ve çabuk olduğu için, benden önce dışarı çıkan kişi müstesna!"
Bu söz, İbn Mübarek'in kulağına gittiği zaman şöyle dedi: 'ınâlik, bu mârifetiyle Mâlik olmuştur'.
Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Riyaseti seven bir kimse ebediyyen iflâh olmaz!'
Musa b. Asım şöyle demiştir: "Bizim yanımızda deprem oldu ve kırmızı rüzgâr (âfet) esti. Muhammed b. Mukatil'e gittim ve dedim ki: 'Ey Ebû Abdullâh! Sen bizim imamımızsm! Bizim için Allah'a yalvar!' Bunun üzerine ağlayarak şöyle dedi: 'Keşke sizin helâk olmanızın sebebi ben olmasaydım (bu bana yeterdi) '.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'i rüyamda gördüm. Bana şöyle dedi: 'muhakkak Allah, Muhammed b. Mukatil'in duası himmetiyle sizden bu felâketi kaldırdı!'
Bir kişi Şiblî'ye geldi, Şiblî kendisine dedi ki: 'Sen necisin?' (Böyle sormak Şiblî'nin âdetiydi ve bunun mânâsı 'senin halin nedir' demektir) . Adam, Şiblî'ye
cevap olarak şöyle dedi: 'Ben, B harfinin altındaki noktayım'. Bunun üzerine Şiblî ona 'Allah senin şahidini helâk etti. Sen nefsine bir kıymet mi veriyorsun?' dedi.
Şiblî konuşmalarının birinde dedi ki: 'Benim zilletim yahudinin zilletini muattal kıldı!'
Deniliyor ki: 'Nefsine kıymet verenin tevazudan nasibi yoktur!'
Ebû Fetih b. Şahref den şöyle rivâyet ediliyor: 'Rüyamda Ali b. Ebî Talib'i gördüm. Ona 'Ya Ebû Hasan! Bana nasihatta bulun!' dedim. Dedi ki: 'Fakirlerin meclislerinde zenginlere tevazu ne güzel yakışır! Eğer bunu Allah'ın sevabına nail olmak için yapıyorlarsa. . '
Bundan daha güzeli Allah'a güvenerek zenginlere karşı fakirlerin böbürlenmesidir.
Ebû Süleyman ed-Dâranî şöyle demiştir: 'Kul nefsini bilmedikçe mütevazi olamaz!'
Ebû Yezid şöyle demiştir: 'Kul, halk arasında kendisinden daha şerli bir kimsenin bulunduğunu sandıkça mütekebbirdir'. Bunun üzerine Ebû Yezid'e denildi ki: 'O halde, kul ne zaman mütevazi olabilir?' Ebû Yezid şöyle cevap verdi: 'Kendine bir makam ve değer vermediği zaman. Çünkü rabbini ve nefsini bilmesi nisbetinde insanlar tevazu gösterdiği zaman mütevazi sayılır'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Eğer bütün insanlar beni kendi kendimi düşürdüğüm gibi düşürmek hususunda birleşse buna güçleri yetmez'.
İrve b. Verd şöyle demiştir: Tevazu, şerefin tuzaklarından biridir. Her nimetten ötürü, o nimetin sahibine hased edilir. Ancak tevazu nimeti bunun dışındadır'.
Yahya b. Hâlid el-Bermekî dedi ki: 'Şerefli bir insan ibâdet yaptığı zaman tevazu gösterir. Alçak bir insan ibâdet yaptığı zaman büyür, gururlanır!'
Yahya b. Muaz 'ınalıyla sana karşı kibirlenenlere karşı kibirlenmen tevazunun ta kendisidir!' dedi.
Deniliyor ki: 'Tevazu, bütün insanlarda güzeldir. Fakat zenginlerde daha güzeldir. Kibir bütün insanlarda çirkindir. Fakat fakirlerde daha çirkindir!'
Deniliyor ki: 'Ancak Allah'a karşı zelilliğini kabullenen bir kimse için izzet vardır. Allah'a karşı tevazu gösteren için yücelik, Allah'tan korkan için emniyet, Allah'ın azabından nefsini satın alıp kurtaran için kâr etmek sözkonusudur'.
Ebû Ali el-Cüzcânî (Cürcânî değil) dedi ki: 'Nefis kibir, hırs ve hasedle yoğrulmuştur. Bu bakımdan Allah kimin helâk olmasını irade ederse, ondan tevazu, nasihat ve kanaati meneder. Allahü teâlâ bir kimseye hayrı irade ederse, bu hususta ona lütûfta bulunur'.
O halde, kişinin nefsinde kibrin ateşi alevlendiği zaman tevâzu ona yetişir. Allah'ın yardımıyla onu söndürür, kişinin nefsinde hasedin ateşi alevlendiği zaman Allah'ın tevfikiyle nasihat ona yetişip onu durdurur, kişinin nefsinde hırs ateşi alevlendiği zaman, Allah'ın yardımıyla beraber kanaat ona yetişir (ve söndürür) .
Cüneyd-i Bağdâdî'den rivâyet edildiğine göre meclisinde bir cum'a günü şöyle dedi: Eğer bana Hazret-i Peygamber'den şöyle dediği rivâyet edilmeseydi sizin için konuşmazdım:
Zamanın sonunda, kavmin önderi en rezilleri olacaktır. 48
Yine Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Tevhîd ehlinin katında, tevazu, tekebbürdür'.
Umulur ki bu sözden gayesi şudur: Tevazu göstermek suretiyle, kişi nefsini isbatlar, sonra düşürür. Muvahhid bir kimse ise, ne nefsini isbatlar, ne onu birşey olarak görür, ne de onu düşürmeye ve yüceltmeye hasret duyar!
Amr b. Şeybe'den şöyle rivâyet ediliyor: Ben Mekke'de, Safâ ile Merve arasında bulunuyordum. Bir katıra binmiş, önünde hizmetçiler olan bir kişi gördüm. Baktım ki onlar halkı şiddetle uzaklaştırıyorlar. Bir zaman sonra tekrar dönüp Bağdad'a geldim. Köprünün üzerinde iken baktım yalınayak, başı kabak, saçları upuzun bir kişi yanıma geldi. Dikkatle onu süzdüm ve tedkik ettim. O bana 'Sana ne oldu ki beni böyle dikkatle izliyorsun?' deyince, ben cevap olarak dedim ki: 'Seni Mekke'de gördüğüm bir kişiye benzettim de ondan. . . ' Bunun üzerine ben ona Mekke'de gördüğüm kişinin sıfatlarını saydım. O bana 'Ben o kişiyim!' dedi. Ona 'Allah sana ne yaptı (ki bu hale gelmişsin?) ' dedim. Dedi ki: 'Halkın tevazu gösterdiği bir yerde yücelik tasladım. Bu bakımdan Allahü teâlâ da halkın yüceldiği bir yerde (başkent Bağdad'ı kasdediyor) beni alçalttı'.
Muğîre b. Müslim dedi ki: 'Biz emirlerimizi tâzim ettiğimiz gibi, İbrahim en-Nehâî'yi de tâzim eder ve kendisinden korkardık. O şöyle derdi: 'Benim Kûfe'nin fakîhi olduğum şu zaman, ne kötü zamandır!'
Atâ es-Sülemî, gök gürültüsünü duyduğu zaman yerinden kalkar, otururdu. Sanki doğum sancıları çeken bir kadın gibi karnını tutar ve derdi ki: 'Bu yıldırımlar benim hatamdan dolayı size isabet ediyor! Keşke Atâ ölseydi de insanlar rahat etseydi!'
Bişr el-Hafî şöyle demiştir: 'Dünya âşıklarına selâm vermemek suretiyle onları selâmette bırakınız!' Yani onlara selâm vermemek, sizin için, selâm vermekten daha selâmetlidir.
Bir kişi, Abdullah b. Mübarek için dua etti ve dedi ki: 'Sen neyi umarsan Allah onu sana versin!' Bunun üzerine İbn-i Mübârek o kişiye dedi ki: 'Ummak, mârifetten sonra olur! Mârifet bende ne gezer!'
Kureyşlilerden bir cemaat, günün birinde Selman-ı Fârisî'nin yanında övündüler. Selman şöyle dedi: Takat ben necis bir damla sudan yaratıldım. Sonra iğrenç bir leşe dönüşeceğim. Sonra mizana geleceğim, Eğer mizanım ağır basarsa ben şerefliyim. Eğer hafif olursa ben alçak ve kötüyümdür. '
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Biz keremi takvada, zenginliği yakînde ve şerefi tevazuda bulduk!7
Kerîm olan Allah'tan hüsnü tevfîkini talep ederiz!
30) Müslim
31) Ukaylî, Zuafâ; Beyhakî, Şuab'ul-Îman
32) Begavî, İbn Kaniğ ve Taberî
33) Bezzâr
34) Irâkî bu hadisin aslına rastlamadığını söylemektedir.
35) Rasûl, kendisine müstakil şeriat verilen peygamber demektir. Başka bir tâbirle Rasûl, ümmet sahibi peygamber demektir. Nebî ise müstakil bir şeriata sahip değildir, kendisinden önceki peygamberin şeriatıyla amel eder. Hazret-i Dâvud'un, Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) şeriatıyla amel ettiği gibi.
36) Ebû Yâ'lâ, (Hazret-i Aişe'den) ; Taberânî, (İbn-i Abbâs'tan)
37) İbn Eb'id-Dünya, (mürsel olarak)
38) Taberânî, (mevkuf olarak)
39) Taberânî ve Hâkim
40) Beyhakî
41) İsfehanî, Terğib ve Terhib
42) Irâkî, hadîsi bu şekilde görmediğini kaydeder. Ancak Ebû Dâvud ve Tirmizî Hazret-i Peygamber'in cüzzamlı bir kimse ile oturup yemek yediğini belirten bir hadîs rivâyet etmişlerdir.
43) Hadîs-i Garib'dir.
44) Hadîs-i Garib'dir.
45) Hadîs-i Garib'dir.
46) Ebû Nuaym, Hilye
47) Yani her biri peygamberin ve Mü'minlerin kendi üzerinde durmalarını istedi, ancak Musul'un yakınında bulunan Cûdî dağı böyle bir şerefe kendisinde liyakat görmediğinden o şerefe nâil oldu.
48) Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den)
Kibir'in Hakikati ve Âfetleri
Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılır. Bâtınî kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettir. Zâhirî kibir ise, âzalardan çıkan hareketlerdir. Bâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundur. Zâhirî hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridir. Kibir, o hareketleri gerektirir. Bunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; 'filân adam kibirlendi'. Ortaya çıkmadığı zaman denir ki 'Nefsinde kibir vardır'. Bu bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktır. O da nefsini, kendisine karşı gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir; zira kibir, kendisine karşı kibir taslayan kimseyi ve kibir âfetini gerektirir. Böylece ileride geleceği gibi kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın gayrisini gerektirmez. Eğer insandan başka hiçbir şey yaratılmamış ise, o insanın ucba kapılması düşünülebilir. Fakat bu takdirde mütekebbir olması düşünülemez. Ancak başkasıyla beraber olursa ve kemâl sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilir. Mütekebbir olmak için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür, fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür:
Bu bakımdan ona karşı gururlanmaz. Başkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmez. Çünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmez. Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda İnsan oğlunda kibir ahlâkı oluşur.
Bunun mânâsı 'Böyle görmek kibri yok eder' demek değildir. Aksine bu görgü ile bu inanç artar. İnsanın kalbinde bir hazırlanma, bir sarsıntı, bir sevinç ve inandığına yönelme meydana gelir. Bundan dolayı da nefsinde azizleşir. İşte bu izzet, bu sarsıntı ve inanca olan bu yöneliş kibir ahlâkıdır. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ben azametin üfürüşünden sana sığınırım. 49
Hazret-i Ömer de şöyle demiştir: 'Senin, Süreyya yıldızına varacak kadar şişmenden korktum'. Bu sözü sabah namazından sonra vaaz vermek için izin isteyen kişiye söylemiştir.
Sanki insan, nefsini bu gözle gördüğü zaman büyür, şişer, galip olduğunu düşünür. Bu bakımdan kibir, inançlardan doğup nefiste oluşan durumdan ibarettir. Buna aynı zamanda 'izzet ve taazzum' da denir.
İbn-i Abbâs 'Kendilerine (Allah'tan) gelmiş bir delil olmaksızın Allah'ın ayetlerini inkâr edenlerin kalplerinde ancak tekebbür var. Onlar, o tasarladıkları büyüklüğe asla eremiyeceklerdir' (Mü'min/56) ayetinin tefsirinde 'O bir büyüklüktür ki onlar ona yetişemezler' demiştir
Görüldüğü gibi İbn-i Abbâs, kibri, azamet'le tefsir etmiştir. Sonra bu 'izzet taslamanın' meyveleri zâhirde ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirir. Buna da 'kibir' ismi verilir. Çünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi altındakini tahkir eder, alaya alır. Onu nefsinden uzaklaştırır. Onunla oturmaya tenezzül etmez. Onunla yemeye yanaşmaz. Eğer gururlanması daha fazla kabarırsa, o kimsenin huzurunda elpençe divan durmasını ister.
Eğer bundan daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınır. Huzurunda durmasını bile lâyık görmez. Eşiğinde hizmet etmesini uygun görmez. Eğer bundan da aşağı ise onunla aynı yere gelmekten kaçınır. Yolun dar yerlerinde onun önüne geçmek ister. Mahfellerde onun üstünde oturmak ister. Onun kendisine selâm vermesini bekler. İhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak bir ihtimal sayar. Böyle bir durum vâki olursa hayret eder. Eğer o kendisiyle mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül etmez. Eğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınır. Eğer kendisi ona vaaz ederse şiddetle hareket eder. Eğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenir. Eğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermez. Onları zelil sayar, kovar. Onlara karşı minnet gösterir. Onlardan hizmet bekler. Halk tabakasına, merkeplere bakıyormuş gibi bakar. Bunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar.
Kibirden kaynaklanan amel ve hareketler pek çoktur, sayılamayacak kadar fazladır. Bu bakımdan onları teker teker saymaya gerek yoktur. Çünkü onlar meşhur hareketlerdir. İşte kibir budur. Kibrin âfeti büyük gailesi korkunçtur, kibir konusunda halkın havass tabakası bile helâk olmuştur. Âbidler, zâhid ve âlimler bile çok az kibirden kurtulurlar. Halk tabakası nasıl kurtulacaktır? Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse cennete giremez!
Kibir, kul ile diğer müslümanların arasına bir perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin kapıları güzel ahlâktır. Kibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatır. Çünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip istediğini Mü'minlere istemeye muktedir olamaz. Muttakîlerin ahlâkının başı olan tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremez. Yine kalbinde gurur bulunduğu takdirde kindarlığı terketmeye muktedir olamaz. Kalbinde gurur oldu mu doğruluğa devam etmeye, öfkeyi terketmeye, öfkesini yutmaya muktedir olamaz. Hasedi terketmek, güzel nasihatta bulunmak, nasihati kabullenmek, halkla istihza etmek ve halkın gıybetinde bulunmaktan kurtulmak da -eğer kalbinde gurur varsa- mümkün değildir. Bu hususu uzatmak mânâsızdır. Bu bakımdan büyüklük taslayan ve kibirlenen bir kimse kibrini korumak için o kötü huylara muhtaçtır. Kibrinin elinden gitmesinden korkarak güzel huyları edinmekten uzak durur.
İşte bu hikmetten dolayı kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez. Kötü ahlâkların biri diğerini getirir. Bazısı şüphesiz diğer bir kısmını çağırır. Kibrin en şerli çeşidi ilimden istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan kısmıdır, kibir hususunda birçok âyet vârid olmuştur ki o ayetlerde, hem kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır.
Ayetler
O zâlimlere ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış 'Haydi canlarınızı verin, Allah'a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve Allah'ın ayetlerine büyüklük tasladığınız için bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız' (derken) onların hâlini bir görsen! (En'âm/93)
'Girin cehennemin kapılarından! Ebediyyen kalmak üzere. . . İşte bak! Büyüklük taslayanların yeri ne kötüymüş' denildi. (Zümer/72)
Sonra Allahü teâlâ haber verdi ki cehennem ehlinin, azap yönünden en şiddetlisi, Allah'a karşı en şiddetli şekilde mütekebbir olanıdır.
Sonra her milletten Rahmân'a karşı en fazla karşı geleni ayıracağız. (Meryem/69)
Ama âhirete îman etmeyenlerin kalpleri inkârcıdır, onlar büyüklük taslarlar. (Nahl/22)
Sen, o zâlimleri, rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarken bir görsen! Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara 'Siz olmasaydınız muhakkak biz îman ederdik!' derler. (Sebe/31)
Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir. (Gafir/60)
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım. (A'raf/146)
Bu ayetin tefsiri hakkında şöyle denilmiştir: 'Kur'ân'ı anlamayı onların kalplerinden söküp alacağım'. Bazı tefsirlerde de 'Onların kalplerini melekût âleminden perdeleyeceğim' diye kayıtlıdır.
İbn Güreye şöyle der: "Bu 'Onların kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan uzaklaştıracağım' demektir".
Bu sırra binaen Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle der: 'muhakkak ekin düzlüklerde yeşerir. Tümsekler üzerinde bitmez. Hikmet de böyledir. Mütevâzi bir kimsenin kalbinde müsbet bir tesir yapar. Mağrur bir kimsenin kalbinde yapmaz. Görmez misin? Başını tavana yükseltenin başı kırılır. Başını eğen bir kimseyi ise tavan gölgelendirir ve korur'.
Bu Hazret-i Îsa tarafından, mağrur kimseler için söylenmiş bir misâldir. Mağrurların hikmetten nasıl mahrum olduklarını gösterir. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) hakkın inkârının, kibrin tarifinde ve hakikatinin keşfedilmesinde olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:
Kibir, o kimsenin hareketidir ki hakkı inkâr eder ve halkı hakir görür. 50
49) Daha önce geçmişti.
50) Müslim
Kimlere Karşı Kibirlenildiği, Kibir'in Dereceleri, Kısımları ve Neticeleri
Kendisine karşı kibir taslanan ya Allah'tır veya O'nun rasûlleri veya diğer mahlûkatıdır. İnsan oğlu pek zâlim ve pek câhil olarak yaratılmıştır. Bazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı. . . Bu bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır:
Birincisi: Allah'a karşı kibirlenmektir. Bu, kibir çeşitlerinin en fâhişi ve çirkinidir. Bunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka kabartan bir sebep yoktur. Nitekim Nemrud da böyle yapmıştır. Nemrud, göklerin rabbiyle çarpışmayı, nefsinde tasarlıyordu. Nitekim câhillerden müteşekkil bir cemaattan da bu durum hikâye edilmektedir. Rubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de hikâye edildiği gibi. . . Firavun, kibrinden dolayı 'Ben sizin en yüce rabbinizim' (Nâziât/24) dedi; zira Firavun Allah'a kul olmayı bir türlü nefsine yediremedi ve bunun için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, küçülmüş kimseler olarak cehenneme gireceklerdir. (Mü'minûn/30)
Kâfirlere 'Rahman'a secde edin' denildiği zaman 'Rahman ne imiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç' derler ve bu onların nefretini artırır. (Furkan/60)
İkincisi: Peygamberlere karşı gururlanmaktır. Nefsin kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelir. Bu kibir bazen kişiyi düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü cehalet karanlığında kalır. Davasında haklı olduğunu sanarak peygamberlere itaat etmekten imtina eder. Bazen de bildiği halde itaat etmez. Bilmesine bilir, fakat nefsi bir türlü kendisine hakka teslim olmak hususunda itaat etmez. Peygamberlere tevazu göstermek sadedinde râm olmaz. Nitekim Allahü teâlâ onların sözlerinden hikaye ederek şöyle buyurmaktadır:
Bizim gibi iki insana mı îman edelim? (Mü'minûn/47)
Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. (İbrahim/10)
Eğer sizin gibi bir insana itaat edecek olursanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir. (Mü'minûn/34)
'Bize melekler indirilmeliydi, yahut rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler. Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar. (Furkan/21)
'Ona bir melek indirilmeli değil miydi?' dediler. (En'âm/8) Firavun da Allah'ın haber verdiği bir hâdisede şöyle diyor:
Yahut da beraberinde (kendisine yardım edecek ve kendisini tasdik edecek) melekler gelmeli değil miydi? (Zuhruf/53)
O (Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar. (Kasas/39)
Firavun, Allah'a ve bütün peygamberlere karşı büyüklük tasladı. Vehb der ki: Musa (aleyhisselâm) Firavun'a Îman et de senin sultanlığın senin olsun!' dedi. Firavun, Hazret-i Mûsa'ya 'Bana mühlet ver ki Hâman'la müşavere edeyim!' dedi. Bunun üzerine Hâman'la istişare etti. Hâman ona 'Sen ibâdeti yapılan bir rab olduğun halde, ibâdet yapan bir kul olursun!' dedi. Bunun üzerine Firavun, Allah'a itaat etmekten ve Hazret-i Mûsa'ya uymaktan kaçındı.
Allahü teâlâ'nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hazret-i Peygamber'e karşı şöyle dediler:
Şu Kur'ân iki şehirden (Mekke ve Tâif ten) bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya! (Zuhruf/31)
Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü, Velid b. Muğire ile Ebû Mes'ud es-Sakafî idiler. Kureyşliler reislik bakımından Hazret-i Peygamber'den daha büyük olanı aradılar. Çünkü Hazret-i Peygamber yetim bir çocuktu. 'Allah onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?' diye itirazda bulundular. Allahü teâlâ da
cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? (Zuhruf/32)
Böylece biz onların kimini kimiyle denedik ki 'Allah aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?' desinler. (En'âm/53)
Onları fakir gördükleri, onların mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardı. Kureyşliler Hazret-i Peygamber'e 'Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar vardır!' diyerek fakir müslümanlara işaret ettiler. Fakirliklerinden dolayı onları alaya aldılar. Onlarla bir arada oturmaktan böbürlendiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ şu âyeti indirdi:
Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yok ki onları kovup da zâlimlerden olasın! (En'âm/52)
Nefsini, sabah akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın! (Kehf/28)
Allah onların cehenneme girdikleri zaman hayrete kapıldıklarından haber verdi; zira onlar cehennemde dünyada alaya aldıkları kimseleri görmediler ve dediler ki: 'Bize ne oluyor ki, biz, şerirlerden saydığımız birtakım kişileri görmemekteyiz?'
Deniliyor ki: 'Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl, Süheyb ve Mikdad'ı kastediyorlar'.
Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu itiraf etmekten alıkoymuştur. Allahü teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:
Ne zaman ki onlara Allah tarafından yanlarında bulunan (Tevrat) ı doğrulayıcı bir Kitab (Kur'ân) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler. (Bakara/89)
Vicdanları, onları (n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler. (Neml/14)
Bu gurur, Allah'a karşı taslanan gurura yakındır. Her ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de. . . Fakat bu da Allah'ın emrinin kabulüne karşı bir gururdur. Hazret-i Peygamber'e karşı tevazu göstermekten kaçınmaktır.
Üçüncüsü: Kullara karşı kibirlenmektir. Bu kibirlenme, onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana gelir. Dolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı böbürlenmeye kalkışır. Onlarla istihza eder. Onları küçümser. Onlarla eşit olmaktan kaçınır. Gururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi büyüktür.
1. Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak, yücelik iddia etmektir. Bu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftır. Hiçbir şeye kudreti yetmeyen âciz, zayıf ve başkasının mülkü olan kula gelince, o nerede, kibir taslamak nerede? Bu bakımdan kul, ne zaman kibirlenirse muhakkak Allah'ın celâlinden başka birşeye yakışmayan bir sıfat hususunda Allah ile mücadele etmiş olur.
Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına oturur. Böyle yapan bir hizmetçi büyük bir cezaya müstehaktır. Bu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak yakışır. Efendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok çirkin olduğu meydandadır. Bu duruma Allahü teâlâ'nın (bir hadîs-i kudsîdeki) sözüyle işaret edilmiştir:
Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdır. Bu bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım.
Yani bu benim sıfatımın özelliğidir. Ancak bana lâyıktır ve bana yakışır. Bu hususta mücadele eden bir kimse benim sıfatlarımdan biri hakkında mücadele etmiş olur.
Hâl bu iken kullarına karşı kibirlenmek O'ndan başkasına yakışmaz. Bu bakımdan O'nun kullarına karşı böbürlenen O'na karşı cinayet işlemiş olur; zira sultanın özel hizmetkârını rezil etmek isteyen ve onları çalıştırmak talebinde bulunan, onlara karşı böbürlenen, sultanın onlara karşı yapacaklarını yapmış olur. Bu bakımdan böyle bir kimse sultanın bir kısım emirlerinde sultan ile mücadele ediyor demektir. Her ne kadar bu kimsenin derecesi sultanlık tahtının üzerinde oturan bir kimsenin derecesine varmamış ve sultanlık yapmaya yetişmemiş ise de. . . Bu bakımdan bütün insanlar Allah'ın kullarıdır. Onlara karşı azamet ve kibriya, ancak Allah'ın hakkıdır. O halde, Allah'ın kullarından birine karşı böbürlenen bir kimse, Allah'ın hakkında Allah ile mücadele etmiş olur.
Evet! Bu mücadele ile Nemrud ve Firavun'un mücadelesi arasındaki fark, aynen sultanın birtakım kölelerini küçük görüp çalıştıran bir kimsenin sultan ile mücadele etmesi ile sultandan yönetimin esasını almak isteyenin mücadelesi arasındaki fark gibidir.
2. Gurur rezaleti artan bir kimse Allah'ın emirlerinde Allah'a muhalefet etmeye çağırır. Çünkü gururlanan bir kimse, Allah'ın kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten istinkâf kaçınır. Derhal onu inkâra kalkışır. Bu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri görürsün ki 'dinin sırlarını araştırıyoruz' martavalını savururlar. Sonra onlar mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederler. Onlardan birinin diliyle hak vuzuha kavuştuğu zaman diğeri onu kabul etmez. Derhal onu inkâra kalkışır. Gücünün yettiği hilelerle onu bertaraf etmeye yeltenir. Böyle yapmak kâfirlerin ve münafıkların ahlâkındandır; zira Allahü teâlâ onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
İnkâra sapanlar dediler ki: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz! O okunurken gürültü çıkarınız! Belki (böylece) ona üstün gelirsiniz'. (Fussilet/26)
Hasmını mağlup etmek ve susturmak için mücadele eden, hakkı elde etmeye fırsat bulduğu zaman bu fırsatı değerlendirmeyen bir kimse bu kötü ahlâkta onlara katılmış ve ortak olmuştur. Böylece kibirlenme, mütekebbir insanı nasihati kabul etmekten alıkoyar.
Ona 'Allah'tan kork' denildiği zaman gururu, kendisini günaha sürükler. (Bakara/206)
Hazret-i Ömer bu âyeti okuduğu zaman İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! (Biz Allah içiniz ve Allah'a döneceğiz) demek suretiyle zikredeceği hâdisenin büyük bir musibet olduğuna işaret ederek şöyle demiştir: "Bir kişi (halk arasında) kalkıp 'emr-i bilma'rûf yaptı ve öldürüldü. Başka biri kalktı. Öldürenlere şöyle haykırdı: 'İnsanlardan adaleti emreden kimseleri mi öldürüyorsunuz?'
Bunun üzerine, mağrur kişi, hem kendisine muhalefet edeni, hem de kendisine iyiliği emredeni, gururundan ötürü öldürdü!"
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye 'Allah'tan kork' denildiği zaman böyle diyene 'Sen kendi nefsine karış ve kendini düzelt!' diye karşılık vermek yeter de artar bile!"
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bir kişiye 'Sağ elinle ye!' deyince o kişi 'Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Gücün yetmesin!' dedi. O kişiyi sağ eliyle yemekten gururu menetmişti. Râvî der ki: 'Bu kişinin, Hazret-i Peygamber'in bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi'. 51
Durum bu iken kişinin halka karşı gururlanması büyük bir musibettir. Çünkü kişinin bu tür gururu kendisini Allah'ın emrine karşı gelmeye dâvet eder. İblis'i ve onun durumlarını Allahü teâlâ insanlar ondan ibret alsın diye kibir ve gurur'a misal olarak beyan buyurmuştur. Çünkü İblis şöyle demiştir:
Ben ondan (Âdem'den) daha hayırlıyım! (Sad/76)
İşte İblis'in bu gururu, soy ve mezheble olan bir gururdur. Bu bakımdan İblis'in bu gururu Allah'ın emir buyurduğu secde'yi yapmaktan kendisini menetmiştir. Oysa bu gururun başlangıcı Âdem'e (aleyhisselâm) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştı. Dolayısıyla İblis'i Allah'ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis'in helâk olmasına sebep oldu.
İşte kibir ve azamet taslamanın âfetlerinden biri olan bu âfet, âbidler için büyük bir tehlike teşkil etmektedir ve bunun için de Hazret-i Peygamber, kibri bu iki âfetle izah buyurmuştur. Çünkü Sâbit (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben öyle bir kişiyim ki senin gördüğün gibi, güzellik (iyi giyinmek) bana sevdirilmiştir! Acaba bu güzellikleri takmam kibirden sayılır mı?' diye sorunca,
cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Hayır sayılmaz! Fakat kibir, hakka tecavüz eden ve insanları hakir gören bir kimsenin hareketidir. 52
Bu söz 'Hakkı reddeden mütekebbir olur!' şeklinde de vârid olmuştur.
Hadîs-i şerifteki 'Gemise'n-nâse' cümlesinin mânâsı 'Onlarla alay eder! Onlar kendisi gibi veya kendisinden daha hayırlı oldukları halde hakir sayar' demektir.
İşte birinci âfet budur! 'Sefihe'l-hakka' ibaresinin mânâsı ise, 'hakkı reddetmek' demektir. Bu da ikinci âfettir. Bu bakımdan kendisini müslüman kardeşinden daha hayırlı gören, o kardeşini hakir sayan, onunla alay eden, ona küçük bakan veya bildiği halde hakkı reddeden bir kimse, insanlara karşı kibirlenmiş demektir. Allah'a boyun eğmekten çekinen, Allah'a ibadet etmek ve peygamberlerine tâbi olmak suretiyle Allah'a tevazu göstermekten imtina eden bir kimse ise Allah'a ve Allah'ın peygamberlerine karşı kibirlenmiştir!
51) Müslim
52) Müslim, Tirmizî
Ne ile Kibir Yapılır?
Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu bakımdan bunlar yedi sebeptirler:
1- İlim
Âlimlerin gururlanması pek çabuk olduğu için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: İlmin âfeti, gururlanmaktır'53
Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslar. Nefsinde ilmin cemâl ve kemâlini sezer. Nefsini büyütür. Halkı küçültür. Halka hayvan nazarıyla bakar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanır. Onlar için kendisi gibi bir insanın yapmayacağı şeyleri onlara yapmış olduğunu sanır. Kendisine kölelik yapmalarını ve hizmetine koşmalarını, iyilik yapmasına karşı böylece teşekkür borçlarını edâ etmelerini uygun ve münasib bulur! Oysa durum hiç de onun zannettiği gibi değildir. Çoğu zaman o insanlar ona iyilik yapar da o onlara yapmaz! Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. İnsanlardan onunla ihtilât edenin kendisine hizmet etmesini talep eder. İhtiyaçlarında onların yardımcı olmasını ister. Eğer o bu hizmette kusur ederse, onun hareketini şiddetle kınar. Sanki insanlar onun kölesi veya ücretli hizmetkârlarıdır! Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir. Onların üzerine kendi haklarını yüklenmiş sayar.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, dünya ile ilgili olan şey hakkındadır.
Âhiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini Allah katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanır. Akibetin tehlikesini, Allah'ın âlimlere karşı olan delilini, buradaki ilim tehlikesinin büyüklüğünü bilir. Nitekim bu durum, ilimle kibri tedavi etme bahsinde gelecektir. Böyle bir ilim, korkuyu, tevazuyu, kalp huzurunu artırır. Bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirir. Çünkü ilimden ötürü kendisinin aleyhindeki Allahü teâlâ'nın hüccet ve delili daha büyük, ilim nimetinin şükrünü ifa etmekteki kusuru daha korkunçtur.
Bu sırra binaen Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!'
Hakîkaten bu hüküm, Ebu'd Derda'nın dediği gibidir.
Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?
Cevap: Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi: Hakîkî değil de ancak zâhirde ilim denilen şey ile meşgul olmasıdır. Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanır. Allah ile mülâki olmaktaki ve Allah'tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil!
Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan (gereğince) korkarlar. (Fâtır/28)
Bunun ötesi tıp, hesap, lûgat, şiir, nahiv, husumetleri ayırdetmek, mücadelelerin yolları gibi ilimler ise, insan bunlara tam mânâsıyla hazırlanıp dolduğu zaman, bununla beraber kibir ve münafıklık doğar. Bunlara sanatlar demek, ilimler demekten daha evlâdır. İlim, kulluğun ve rabbin mârifeti ve ibâdetin yolu demektir. Böyle bir ilim, çoğu zaman insana tevazuu telkin eder.
İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır. Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır. Bu takdirde, hangi ilim olursa olsun ilme daldığı zaman, ilim onun kalbinde kirli bir konak bulur. İlmin meyveleri, güzel olarak çıkmaz. Hayırda eseri görünmez olur.
Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler. Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, Allah'ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendir. Bunun için de Allahü teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:
Mü'minlerden sana tâbi olanlara karşı tevazu kanadını indir. (Şuarâ/215)
Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi. (Âl-i İmrân/159)
Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur:
Mü'minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. (Muhammed/29)
Hazret-i Abbas'ın rivâyet ettiği hadîste, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kavim gelecektir. Kur'ân'ı okuyacaklar fakat Kur'ân onların boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onlar 'Biz Kur'ân'ı okuduk! Bizden daha iyi okuyan ve bizden daha fazla bilen var mıdır?' diyeceklerdir!
Hazret-i Peygamber bunu söylerken dönüp ashâbına baktı ve şöyle dedi:
Onlar sizlerdendir! Onlar ateş yakıtlarının ta kendisidir!54
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sakın âlimlerin mağrurlarından olmayınız. Aksi takdirde ilminiz cehaletinize karşılık veremez'.
Bunun içindir ki Temim ed-Dârî, Hazret-i Ömer'den kıssalar anlatmak hususunda izin istedi. Hazret-i Ömer de izin vermekten imtina etti ve şöyle dedi: 'Kıssalar anlatman boğazlanmandır'. Yani senin için tehlikelidir.
Başka bir kişi, bir namazdan sonra halka nasihat etmek hususunda izin istedi. Hazret-i Ömer şöyle dedi: 'Süreyya yıldızına yetişecek kadar büyüklenmenden korkuyorum'.
Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) bir cemaata namaz kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle dedi: 'Siz benden başka bir İmâm arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde 'Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok' kanâatinin varlığını müşahede ettim'.
Huzeyfe gibi bir sahabî'nin bundan sâlim kalmaması sözkonusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir? Yeryüzünde kendisine âlim denmeye lâyık olan ve ilmin gururu ve büyüklüğü kendisini harekete geçirmeyen bir kimse pek nadirdir. Eğer böyle bir kimse bulunursa, bu kimse zamanının sıddîkıdır. Ondan ayrılmak hiç uygun düşmez. Ona bakmak ibâdet olur. Onun nefeslerinden, durumlarından istifade etmek de ayrı bir fazilet!
Eğer biz böyle bir kimseyi bilmiş olsaydık Çin'in en uzak yerinde olsa bile ona giderdik ki bereketi bizi kaplasın. Güzel sîret ve ahlâkı bize geçsin! Böyle biri nerede? Zamanın sonlarında bunların benzerlerinin bulunması ne mümkün! Onlar ikbâl ve devlet sahibi idiler. Sahabenin asrında ve onu takip eden asırda (tâbiîn asrında) son buldu. Bizim zamanımızda bu hasletin bu ümmetten alındığına dahi üzülecek bir âlimin bulunması bile enderdir. Evet! Böyle bir âlim de ya yoktur veya pek enderdir.
İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda sizin şu anda üzerinde bulunduğunuzun onda birini tutan bir kimse kurtulur.
Eğer Hazret-i Peygamber'in bu müjdesi olmasaydı, muhakkak bizim için -Allah korusun- ümitsizlik deryasına düşmek, bu kötü amellerimizle beraber uygun olurdu.
Acaba ashâbın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığımıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz, onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! Allahü teâlâ'nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz. Nitekim O'nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.
2. Amel ve İbâdet
Zâhid ve âbidlerin hiç biri halkın kalbini elde etmek, gururlanmak, büyüklük taslamak rezaletinden uzak değildir. Din ve dünya hakkında kibir, onlardan taşmaktadır. Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstehak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki Allah'a yapmış oldukları ibâdetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler.
Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir.
Kişinin 'halk helâk oldu!' dediğini iştittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir. 55
Hazret-i Peygamber bu hükmü ancak şu sırra binaen vermiştir: Kişinin bu sözü, Allah'ın mahlûklarını hafife aldığına, Allah'ın affına mağrur ve azabından emin olduğuna, satvetinden korkmadığına delâlet eder! Oysa bu kişi nasıl Allah'tan korkmaz? Şer olarak başkasını hakir görmek kendisine yeter de artar bile! Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Şer bakımından kişiye müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!56
Bu kimse ile Allah için kendisini seven, Allah'ın ibâdeti için kendisini büyüten ve büyütmesini talep eden, kendi nefsine ummadığını ümit eden bir kimsenin arasında çok fark vardır! Bu bakımdan halk, onu Allah için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı Allah'a yaklaşırlar. Diğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini Allah'ın buğzuna hedef kılar. Sanki o, onlarla beraber oturmaya tenezzül etmez. Onlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, Allah tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman Allah tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!
Rivâyet ediliyor ki, İsrailoğulları arasında bir kişi vardı. Ona şerrinin çokluğundan dolayı 'İsrailoğulları'nın rezili!' derlerdi. Bu rezil bilinen kişi, başka bir kişinin yanına vardı. Ona da 'İsrailoğulları'nın âbidi' denilirdi. Âbidin başı ucunda kendisini gölgelendiren bir bulut vardı. Rezil onun yanından geçtiği zaman içinden 'Ben İsrailoğulları'nın reziliyim, bu da İsrailoğulları'nın âbidi. . . Eğer ben bunun yanında oturursam, umulur ki Allah bunun yüzü suyu hürmetine bana rahmet eder' dedi ve onun yanına oturdu. Âbid de içinden 'Ben İsrailoğulları'nın âbidiyim, bu ise İsrailoğulları'nın rezili. . . Bu nasıl benim yanımda oturur?' diye düşündü ve ondan yüzçevirerek 'Benim yanımdan kalk git!' dedi.
Bu konuşmadan sonra Allah o devrin peygamberine şöyle vahiy gönderdi: 'Onların ikisine de yeniden amel yapmalarını söyle! Çünkü ben o rezili affettim, âbidin amelini de yaktım!'
Başka bir rivâyette, 'âbidi gölgelendiren bulut, bu sefer rezili gölgelendirmeye başladı' şeklindedir. İşte bu hikâye sana, Allahü teâlâ'nın kullarından asıl kalplerini istediğini gösterir. Bu bakımdan âsî bir cahil, Allah'ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben Allah'a itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla Allah'a itaat eden bir kimsedir.
Rivâyet ediliyor ki, İsrailoğulları'ndan biri -kişi, İsrailoğulları'ndan bir âbide geldi. Âbid secde halinde iken, kişi âbidin boynuna bastı ve dedi ki: 'Başını kaldır! Yemin olsun Allah seni affetmeyecek!' Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine şöyle vahiy gönderdi: 'Ey benim adıma yemin eden! Aksine Allah seni affetmeyecek!'
Hasan-ı Basrî de şöyle demiştir: 'Yün elbise giyen, işlenmiş elbise giyenden daha mağrurdur'. Yani işlenmiş elbisenin sahibi yün elbiseyi giyene zillet gösterir. Onu kendisinden üstün telâkki eder. Yün elbisenin sahibi ise, nefsini ondan daha faziletli bulur.
Bu âfetlerden âbidlerin çoğu kurtulamamaktır. Şöyle ki: Eğer biri o âbidle alay eder veya ona eziyet verirse, bu kimseyi Allah'ın affetmesini, âbid uzak görür ve bu kimseden Allah'ın nefret ettiğine âbidin şüphesi kalmaz. Eğer bu kimse başka bir müslümana eziyet verirse, âbid hiç de onu böyle telâkki etmez. Âbidin böyle düşünmesinin sebebi şudur: Âbidin nezdinde nefsinin kıymeti pek büyüktür. Oysa bu düşünce cehalettir, kibir ile ucbu bir araya getirmektir. Allah'ın lütfûna mağrur olmaktır.
Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: 'Siz başınıza geleceği göreceksiniz!' Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin 'kerametlerinden' olduğunu iddia eder. 'Allah ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!' der. Oysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, Allah'a, Hazret-i Peygamber'e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra Allahü teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları müslüman olmuş, ne dünyada, ne de âhirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.
Sonra mağrur câhil, Allah katında Allah'ın peygamberlerinden daha üstün olduğunu zanneder. Allah'ın peygamberleri için almadığı intikamı kendisi için aldığını düşünür. Umulur ki bu zavallı ucbundan ve kibrinden, nefsinin helâkinden gâfil olarak Allah'ın gazabı içerisinde kıvranmaktadır. İşte bu mağrur kimselerin inancıdır.
Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî'nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı'.
Bir de Arafat'tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler: 'Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!' Bu iki kişinin arasındaki farka bak! Bu kişi zâhir ve bâtında nefsinden korktuğu, amelini ve çalışmasını hakir telâkki ettiği halde Allah'tan çekinir. Öbür kişi ise, çoğu zaman içinde riyâ, kibir, hased, ve şeytanın oyuncağı olacak şeyler olduğu halde, ameliyle Allah'a karşı minnet eder.
Kim kesinlikle Allah'ın kullarından herhangi birinden üstün olduğuna inanırsa bu kimse, cehaletinden dolayı bütün amelini yakmış olur; zira cehalet, günahların en fahişi ve kulu Allah'tan uzaklaştıran âmillerin en büyüğüdür. Kişinin nefsi için 'başkasından daha hayırlıdır' şeklindeki hükmü katıksız cehalettir ve Allah'ın azabından emin olmaktır. Oysa Allah'ın azabından ancak zarar eden bir kişi emin olabilir.
Rivâyet ediliyor ki bir kişi Hazret-i Peygamber'in yanında hayırla yâdedildi. O kişi bir gün çıkageldi. Ashâb dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sana söylediğimiz kişi işte budur!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ben onun yüzünde şeytandan bir damga görüyorum!'
Kişi geldi, selâm verip Hazret-i Peygamber'in yanına durdu. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona dedi ki:
Seni Allah ile yemine dâvet ediyorum. Nefsin sana bu milletin içerisinde 'senden daha üstünü yoktur' dedi mi?
Kişi 'Ey Allahım! Beni affet' dedi. Evet! İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber, peygamberlik nûruyla, onun kalbinde saklı olanı, yüzünde bir damga olarak görmüştür. Bu, Allah'ın koruduğu hariç, hiçbir âbidin kurtulamayacağı bir âfet ve felâkettir. Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler:
Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar. . . Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır. Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.
İkinci Derece: Meclislerde büyüklük taslaması, akran ve emsalinin önüne geçmesi ve hakkında kusur göstereni kınamayarak kibirli fiillerde bulunmasıdır. Âlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır. Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir. Miskin ârif bilmez ki takva, alında değildir ki alın buruşturulsun! Boyunda değildir ki eğilsin! Cübbenin, eteğinde değildir ki yukarıya kaldırılsın. Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır'.
Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) insanların en keremlisi ve en muttakîsi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.
Hâris ez-Zebidî -ki Hazret-i Peygamber'in ashâbındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana âdeta minnet eder. Allah böyle kimseleri müslümanların arasında çoğaltmasın. Eğer Allahü teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:
Sana tâbi olan Mü'minlere kanadını indir (tevazu göster) . (Şurâ/215)
Üçüncü Derece: Kibrin eserinin kendilerinde belirdiği kimselerin hali şu üçüncü derecede bahsi geçenlerin halinden daha hafiftir. Kibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülür. Öyle ki onu iddiacılığa, böbürlenmeye, gurur taslamaya, refsini tezkiye etmeye, hâl ve makamların hikâyelerine, ilim ve amelde başkasını mağlup etmek için çalışmaya dâvet eder!
Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere 'O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?' der. Onları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, hergün Kur'ân'ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur'ân okumuyor!' Ve benzeri laflar. . .
Bazen de nefsini zımnen tezkiye ederek şöyle der: 'Filân adam bana kötülük yapmak istedi. Oğlu öldü. Malı alındı veya hasta oldu' ve benzeri sözler. . . Böylece nefsi için keramet iddiasında bulunur.
Abid'in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece 'başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor' veya 'Allah'ın dininde ondan daha kuvvetlidir' denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar!
Âlim'e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: 'Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?' Bütün bunları, hasmını küçültmek, nefsini büyütmek için söyler.
Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini, arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? 'Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!' Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur. Alim odur ki Allahü teâlâ'nın, 'Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır. Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur' dediğini anlar. Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildir. Bilen bir kimseye de gururlanmamak düşer. Nefsine kıymet vermemesi lâzımdır. İşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.
3. Haseb ve Neseble Gururlanmak
Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.
Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: 'Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım! Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?' ve bu sözlere benzer sözler. . . Bu gurur nefiste saklı bulunan bir damardır. Neseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamaz. Ancak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmaz. Eğer öfke kendisine galebe çalarsa, bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ve gurur kendisinden sızar. Nitekim Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona 'Ey siyah kadının oğlu' dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
Ey Ebû Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin) . Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir!
Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: 'Benim yanağıma bas!' İşte Hazret-i Peygamber'in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebû Zer'i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebû Zer'in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve 'Kibri ancak zillet sökebilir' hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!
İki kişi Hazret-i Peygamber'in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılar. Onlardan biri diğerine şöyle dedi: 'Ben filân oğlu filanım! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?'
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
'İki kişi Musa'nın yanında birbirine karşı böbürlendiler. Onların biri şöyle dedi: 'Ben filân oğlu filânım!' Böylece dokuz atasını saydı. Bunun üzerine Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Böbürlenene söyle! Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun'57
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde Allah nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır. 58
4. Güzellikle Mağrur Olmak
Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.
Hazret-i Aişe'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilir: 'Bir kadın Hazret-i Peygamber'in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: 'Sen onun gıybetini yaptın!'59
Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir. Çünkü Hazret-i Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu 'kısa boylu olmakla' anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hazret-i Aişe'nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.
5. Malla Kibirlenmek
Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: 'Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır. Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!'
Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir gördüğü için söyler. Bütün bunlar fakirliğin faziletini ve zenginliğin de âfetini bilmemezlikten ileri gelir ve şu âyet-i celîlede buna işaret vardır:
O (adamın) başka ürünü de vardır. Arkadaşıyla konuşurken ona 'Ben malca senden daha zenginim! Toplulukça senden daha kuvvetliyim!' dedi. (Kehf/34)
Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:
Bağına girdiğin zaman 'ınâşaallah, kuvvet yalnız Allah iledir!' demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verebilir. Seninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir. (Kehf/39-40)
Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra Allahü teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir:
'Ah ne olaydı! Rabbime hiçbir ortak koşmamış olaydım!' diyordu. (Kehf/42)
Kârun'un gururu da bu türdendir; zira Allahü teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur:
Derken bir gün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını arzu edenler 'Keşke Kârun'a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!' dediler.
6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek
Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.
7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek
Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder.
Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür. Haddi zâtında kemâl değilse de. . . O şey ile böbürlenmek mümkündür. Hatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanır. Çünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanır. Her ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de. . .
Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de. . .
İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdir. Bu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana karşı gururlanır. Bazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya Allah katında kendisinden daha değerli olur. Kendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi. . .
Allahü teâlâ'dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederiz. Muhakkak Allah herşeye kâdirdir.
53) Irâkî şöyle der: "müellif böyle rivâyet etmişse de Kuddal 'İlmin âfeti unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur' diye Hazret-i Ali'den bu hadîsi rivâyet etmiştir".
54) İbn-i Mübârek, Zühd
55) Müslim
56) Müslim
57) Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed
58) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Hıbbân
59) Daha önce geçmişti.
7. Kibir'i Teşvik Edip Hazırlayan Sebepler
Kibir, bâtınî bir ahlâktır. Görünen ahlâk ve fillere gelince, onlar o bâtınî ahlâkın meyvesi ve neticesidirler. Buna tekebbür demek, kibir ismini de nefsin büyütülmesi ve kıymetinin başkasının kıymetinden üstün olması mânâsına tahsis etmek uygundur. Bu bâtınî ahlâkı gerektiren bir tek sebep vardır. O da -mânâsı ileride geleceği gibi- mütekebbir kişiye bağlı bulunan ucubdur; zira kişi nefsinden, ilminden, amelinden veya sebeplerinden herhangi birşeyle ucb'a kapıldığı zaman nefsini büyütür ve kibirlenir.
Zahirî kibre gelince, onun sebepleri üçtür: Birinci sebep, mütekebbirdedir. İkinci sebep, kendisine karşı kibir taslanan kimsedir. Üçüncü sebep de bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan şeydir.
Mütekebbir kimsedeki sebebe gelince, o sebep ucubdur. Kendisine karşı kibir taslananla ilgili sebebe gelince, o da hıkd ve hased'dir. Bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan sebebe gelince, o sebep riyadır. Bu bakımdan bu itibarla sebepler dört olur: Ucub, hıkd, hased ve riya!
Ucub
Biz daha önce de ucbun bâtınî kibri gerektirdiğini, bâtınî kibrin de ameller, söz ve hallerde zâhirî kibri doğurduğunu söyledik.
Hıkd
Hıkd, insanı ucubsuz kibirlenmeye zorlar. Tıpkı kendisine ait veya daha üstün gördüğü bir insana karşı kibirlenen kimse gibi. . . Fakat o kimse, eşit veya daha üstün olmasına rağmen, daha önce geçen bir sebepten dolayı ona öfkelenmiş, öfke de onda hıkd hastalığını doğurmuştur. Böylece o adamın nefreti onun kalbinde yerleşmiştir. Bu bakımdan kibirli kimse, bu illetten dolayı, bir türlü o adama tevazu göstermeye yanaşmaz. Her ne kadar o adam onun nezdinde kendisine tevazu göstermeye müstehak ise de. . . Nice rezil kimse vardır ki nefsi hıkdından ve buğzundan dolayı büyük insanlardan birine tevâzu göstermesine müsaade etmez. Kendisini, o büyük insan tarafından geldiği zaman hakkı reddetmeye, nasihati kabul etmemeye zorlar. O büyük insanı geçmek hususunda, her ne kadar muvaffak olamayacağını bilse de var kuvvetiyle çaba sarfetmeye kendisini zorlar. Eğer o büyük insana zulmederse, gidip onunla helâllaşmayı nefsine yediremez. Ona karşı suç işlese bile ondan bir türlü özür dilemez. Bilmediği meseleleri ondan sormaz.
Hased
O da kendisine hased edilen insana buğzetmeyi gerektirir. Her ne kadar o insan tarafından kendisine bir kötülük dokunmamış, buğz ve hıkdı gerektiren bir sebep yok ise de. . . Hased insanı, hakkı inkâr etmeye de dâvet eder! Hatta hasedçi bir kimse hased ettiği insanın nasihatini kabul etmez. Ondan ilim öğrenmeyi bile reddeder. Nice cahil vardır ki ilme muhtaçtır. Oysa memleketinin halkından birinden veya akrabalarının birinden istifade etmekten çekindiğinden ve bunu da hasedden dolayı yaptığından cehaletin rezalet deryasına dalmıştır. O hasedci kimse o ilim ehlinden yüz çevirir, ona karşı gurur taslar. Oysa, onun ilmî faziletinden dolayı, o kendisine tevazu gösterilmeye lâyıktır. Fakat hased onu mağrurların ahlâkıyla -her ne kadar bâtınında o insanın üstünlüğünü görse de- ona karşı hareket etmeye zorlar!
Riya
Riya da insanı mütekebbirlerin ahlâkına dâvet eder. Hatta kişi, kendisinden üstün olduğunu bildiği bir kimse ile aralarında ne bir dostluk, ne tanışıklık, ne hased ve ne de hıkd olmadığı halde münazara eder. Her ne kadar böyle bir durum aralarında yoksa da ondan gelen hakkı kabul etmekten imtina eder. İstifade etmek hususunda ona tevâzu göstermez. Bütün bunları halkın 'o kendisinden üstündür' diyeceği korkusundan yapar. Bu bakımdan kendisini kibirlenmeye sevkeden âmil sadece riyadır. Eğer onunla tek başına kalmış olsaydı ona karşı böbürlenmezdi. Ucub veya hased veya hıkddan ötürü böbürlenene gelince, böyle bir kimse, karşıdaki insanla tek başına kaldığı ve beraberlerinde üçüncü bir şahıs bulunmadığı takdirde de böbürlenir. Yalancı olduğu halde, nefsini şerefli bir soya nisbet eder. Yalancılığını bildiği halde o nesebe mensub olmayan bir kimseye karşı gururlanır. Meclislerde ona karşı büyüklük taslar! Yolda giderken onun önünde yürür. İkram ve i'zazda onunla eşit olmaya razı olmaz. Oysa bunlara müstehak olmadığını bilir. Neseb dâvasında yalancı olduğunu bildiği için, bâtınında kibir de yoktur. Sanki mütekebbir ismi, ancak bâtınında bulunan bir kibirden dolayı bu fiilleri çoğu zaman işleyene, kibri ucub ve başkasına hakaret gözüyle bakmaktan ibaret olana ıtlak olunup kullanılır. O halde eğer böyle bir kimseye mütekebbir denirse, bu İsim kibir fiillerine benzemekten ileri gelir. Allahü teâlâ'dan hüsn-ü tevfîkini dileriz. Allah en doğrusunu bilir!
8. Mütevazi Kimselerin Ahlâkı, Tevazu ile Tekebbür'ün Ortaya Çıktığı Yerler
Kibir kişide, yüzündeki ekşime, bakışındaki sertlik, başını eğmek, yaslanarak veya bağdaş kurarak oturmak gibi hareketlerinden belli olur. Bir de sözlerinde ortaya çıkar. Hatta sesinde ve nağmesinde, îrad ettiği ibarelerde, kullandığı kelimelerde yürüyüşünde, kalkışında, oturuşunda, hareketlerinde görülür. Fiillerinde, hallerinde, sözlerinde ve amellerinde görülür. Mütekebbirlerden bazıları vardır ki kibrin bütün bu türleri onda vardır. Bazıları bir kısmında tekebbür eder, bir kısmında tevazu gösterir. Tekebbür, yani önünde halkın ayağa kalkmasını veya huzurunda el pençe divan durmalarını isteyerek kibirlenmek de bunlardan biridir. Oysa Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Kim cehennem ehlinden birine bakmak istiyorsa, kendisi otururken huzurunda elpençe divan duran bir topluluk bulunan bir kimseye baksın!'
Enes (radıyallahü anh) dedi ki: 'Ashâb-ı kirâmın nezdinde Hazret-i Peygamber'den daha sevimli bir şahıs yoktu. Onlar Hazret-i Peygamber'i gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı. O huylardan biri de yanında değil, arkasında biri olduğu halde yürümektir.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Kul, arkasından biri yürüyüp kendisini takip ettiği müddetçe durmadan Allah'tan uzaklaşır!'
Abdurrahman b. Avf kölelerinden ayırt edilmiyordu. Çünkü görünüşte onlardan farklı değildi.
Bir topluluk Hasan-ı Basrî'nin arkasında yürüdü. Hasan onları böyle yapmaktan menederek şöyle dedi: 'Bu durum, kulun kalbini sağlam bırakmaz!'
Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) ashâbıyla yürürken onlara önde yürümelerini emreder, kendisi geriden yürürdü. Bunu onlara öğretmek için veya nefsinde şeytanın kibir ve ucub ile yapmış olduğu vesveseleri uzaklaştırmak için yapardı. Nitekim namazın içinde yeni elbiseyi çıkarıp eski elbise ile değiştirdiği gibi. . . Bunu bu iki mânâdan biri için yapmıştır.
O ahlâklardan biri de kişinin başkasını ziyaret etmemesidir. Her ne kadar ziyaret etmesinden, din hususunda başkasına bir hayır hâsıl olsa da yine yapmaz. Bu durum, tevâzunun zıddıdır.
Süfyân es-Sevrî Remle'ye (Filistin'de bir yer) geldi. İbrahim b. Edhem kendisine haber gönderip: 'Gel de bize hadîs rivâyet et' dedi. Bunun üzerine Süfyân es-Sevrî geldi. İbrahim'e 'Ya Ebû İshak! Süfyân es-Sevrî'ye nasıl böyle haber gönderirsin?' denildi. İbrahim, cevaben şöyle dedi: 'Onun tevâzusunu denemek istedim!'
O huylardan biri de, kişinin başkasının yakınına oturmasından kaçınmasıdır. Ancak önünde oturursa buna izin verir. Tevâzu bunun tam zıddıdır.
İbn Vehb60 şöyle anlatıyor: 'Ben Abdülâziz b. Ebî Revvad'ın61 yanına oturdum. Baldırım onun baldırına bitişikti. Kendimi biraz ondan uzaklaştırdım. O benim elbisemden tuttu. Beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi: 'Neden zorbalara yapmadıklarınızı bana yapıyorsunuz? Oysa ben sizin içinizde benden daha şerir bir kimse görmüyorum'.
Enes der ki: 'Medine'nin cariyelerinden herhangi biri Hazret-i Peygamber'in elinden tutar. O cariye Hazret-i Peygamber'in elini bırakıp gitmedikçe Hazret-i Peygamber elini onun elinden çekmezdi'.
O kötü huylardan biri de hasta ve malûllerin meclislerinden uzaklaşmaktır. Bu kibirdendir; zira rivâyet edildi ki bir kişi bedininde kabuk tutmuş çiçekler olduğu halde Hazret-i
Peygamber'in huzuruna girdi. O anda Hazret-i Peygamber'in yanında yemek yiyen bir grup ashâb vardı. Hasta hangisinin yanına oturdu ise, o hastanın yanından kalktı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onu tam yanına oturttu (ve yedirdi) .
Abdullah b. Ömer yemeğinden, cüzzamlı, alacalı veya herhangi bir hastayı uzaklaştırmazdı. Onları mutlaka sofrasında oturturdu.
O huylardan biri de kişinin kendi eliyle evinde birşey yapmamasıdır. Oysa tevazu bunun tam zıddıdır. Rivâyet ediliyor ki, Ömer b. Abdulaziz'e bir gün misafir geldi. Ömer de yazı yazıyordu. Çıra sönmeye yüz tutmuştu. Misafir dedi ki:
-Ben kalkıp çırayı düzelteyim mi?
-Misafiri çalıştırmak kişinin şerefine yakışmaz!
-O halde hizmetçiyi uyandırayım mı?
-Bu uykusu ilk uykudur. (Kalkmak ona zor gelir) .
Kendisi kalkıp yağ kabını eline aldı, çıraya yağ doldurdu. Bunun üzerine misafir dedi ki:
-Ey Mü'minlerin emîri! Sen bizzat mı kalkıp bunu yaptın?
-Gittiğimde ben Ömer'dim. Döndüğümde de yine Ömer'im. Bu hizmet benden hiçbir şey eksiltmedi. Allah nezdinde insanların en hayırlısı mütevâzi olandır.
O huylardan biri de kişinin malını bizzat evine taşımamasıdır. Bu da mütevazi kimselerin âdetinin hilâfınadır. Çünkü Hazret-i Peygamber aksini yapardı. 62
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kâmil kişinin kemâlinden çoluk çocuğuna yüklenip götürdüğü şey zerre kadar birşey eksiltmez'. (Nehc'ul-Belâğa)
Ebû Ubeyde b. Cerrah (radıyallahü anh) Hazret-i Ömer'in Şam valisi olduğu halde, odundan yapılmış kazanını bizzat hamama taşır (ve yıkanır ) dı.
Tâbiînden Sadık b. Ebû Mâlik (radıyallahü anh) der ki: 'Ebû Hüreyre'yi pazardan gelirken gördüm. Medine valisi Mervan b. Hakem'in nâibi olduğu halde sırtına bir odun bağı almıştı ve 'Ey Ebû Mâlik'in oğlu! Emîre yol ver!' diyordu.
Esbağ b. Nübâte'den63 şöyle rivâyet ediliyor: 'Hazret-i Ömer'i görür gibiyim. Sol eline bir parça et almış, sağ elinde de kamçısı pazarlarda gezip kontrol yapa yapa gidip evine giriyor'.
Biri şöyle anlatıyor: Hazret-i Ali'yi gördüm. Bir dirhemle et satın almıştı. Cübbesinin eteğine koyarak taşıyordu. Ben kendisine: 'Ey Mü'minlerin emîri! Müsaade et de ben taşıyayım!' teklifinde bulundum. Dedi ki: 'Hayır! Vermem. Çünkü çocukların babası, nafakalarını taşımaya daha müstehaktır'.
O huylardan biri de elbiseyle ilgilidir; zira elbise ile tekebbür ve tevâzu belirir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Ziyneti terketmek; normal elbise ile iktifa etmek imandandır'. 64
Harun65 der ki: 'Ben hadîsin metninde geçen 'el-Bezâe'nin mânâsını Muan'dan66 sordum. Cevap olarak 'Elbisenin düşüğüdür!' dedi.
Zeyd b. Vehb67 der ki: 'Hazret-i Ömer'i (radıyallahü anh) pazara çıkarken gördüm. Elinde kamçısı, sırtında bir izar (abâ) vardı. O abâda ondört yama bulunuyordu. O yamaların bazıları deriden idi'.
Hazret-i Ali, yamalı bir elbisesinden dolayı kınandı. Buna karşılık olarak şöyle dedi: 'Benim bu giyimime, Mü'min bir kimse uyar. Kalbi de bundan korkar!'
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Elbiselerin şatafatlısı kalpte gurur meydana getirir.
Tâvus şöyle demiştir: 'Ben bu iki elbisemi yıkıyorum. Onlar kirlenmedikçe kalbimi değişik ve hoşuma gitmeyen bir şekilde görüyorum'. (Kalbine giren ucbu kasdetmektedir) .
Rivâyet ediliyor ki: Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce, kendisine bin dinara kürk satın aldığı halde yine de şöyle diyordu: 'Eğer sertliği olmasaydı ne güzeldi!' Halife seçildiği zaman kendisine beş dirheme bir elbise alıyordu ve şöyle diyordu: 'Yumuşaklığı olmasaydı ne güzeldi!' Kendisine 'Ey Mü'minlerin emîri! Senin elbisen, bineğin ve kokun nerede?' denilince, cevap olarak dedi ki: 'Benim pek fazla zevke düşkün bir nefsim vardır. O nefsim dünyanın herhangi bir şeyini tattığı zaman, bu sefer onun daha üstündeki birşeye iştiyak gösterir. Öyle ki mevkilerin en yücesi olan hilâfet makamını tattığı halde bu sefer de Allah nezdindeki nimetlere iştiyak gösterdi'.
Said b. Süveyd şöyle anlatıyor: Ömer b. Abdülaziz, bize cuma namazını kıldırdı. Sonra oturdu. Sırtında önünden ve arkasından yamalı bir gömlek vardı. Biri kendisine 'Ey Mü'minlerin emîri! Allahü teâlâ sana varlık vermiştir. Acaba bir elbise giysen ne olur?' dedi. Bunun üzerine o başını eğerek düşündü. Sonra başını kaldırarak şöyle dedi: 'En büyük fazilet, zengin olduğun halde tutumlu davranmaktır. Affetmenin en faziletlisi, gücün yettiği halde affetmektir'.
Kim herhangi bir süsü Allah için bırakırsa, güzel bir elbiseyi Allah için çıkarır, Allah'a tevazu göstermek ve rızasını talep etmek maksadıyla sırtından atarsa cennetin en güzel elbiselerini bu kimseye hazırlamak Allah'a gerekli olur. 68
Soru: Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) 'Elbiselerin süslüsü kalpte gurur meydana getirir' dedi. Oysa bizim peygamberimizden (sallâllahü aleyhi ve sellem) güzel elbisenin gurur olup olmadığı sorulduğu zaman, cevap olarak 'Hayır! Gurur olmaz! Fakat gurur, hakkı reddeden ve halkı hakir gören bir kimsenin hareketidir' buyurdu. Bu bakımdan Hazret-i Îsa'nın bu sözü ile Hazret-i Peygamber'in bu hadîsini nasıl telif edebiliriz?
Cevap: Yeni elbisenin her durumda ve herkes için tekebbürü gerektirmesi zarurî değildir. İşte Hazret-i Peygamber buna işaret etmiştir ve Hazret-i Peygamber'in Sâbit b. Kays'ın halinden bildiği bu idi; zira Sâbit şöyle sordu: 'Ben öyle bir kişiyim ki gördüğün gibi, güzel elbiseler bana sevdirilmiştir. Bu tekebbür olur mu?' Hazret-i Peygamber de Sâbit'in meylinin nezâfete ve elbisenin temizliğine olduğunu, o elbise ile başkasına karşı gururlanmak niyeti taşımadığını bildiği için böyle demiştir, zira temiz elbise giymek, ille de gurur olacaktır diye bir mecburiyet yoktur. Fakat bazen de gururdan olur. Nitekim düşük kıymetli elbiseye razı olmak, bazen tevazudan olduğu gibi. . .
Mütekebbir bir kimsenin alâmeti; halk onu gördüğü zaman süslenmek istemesi, tek başına kaldığı zaman nasıl olacağına aldırmamasıdır. Güzelliğe tâlip olanın alâmeti tek başına kalsa, hatta evinde bile bulunsa, herşeyde güzelliği sevmesidir. Böyle bir sevgi kibirden olmaz. Bu bakımdan haller birçok bölüme ayrıldığı zaman Hazret-i Îsa'nın 'O kalbin gururudur' sözü, 'bazen kalpte gururu gerektirir' mânâsındadır. Hazret-i Peygamber'in 'O kibirden değildir' sözü ise ille de kibri gerektirmez demektir. Kibri gerektirmemesi mümkün olduğu gibi, kibri doğurması da mümkündür.
Kısacası böyle bir durumda haller değişiktir. En güzeli, elbiselerin normal olmasıdır. Öyle bir elbise olmalı ki ne şıklığı ile, ne de pek yıpranmışlığıyla şöhreti getirmemelidir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Yiyiniz! İçiniz! Giyiniz ve isrâf ile gururun gayrisinden tasadduk ediniz! Muhakkak ki Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister. 69
Bekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: 'Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi Allah korkusuyla öldürün!' O, bu sözüyle, takva ehlinin elbisesiyle gururlanan bir topluluğa hitap etmiştir.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Size ne oluyor ki sırtınızda ruhbanların elbisesi bulunduğu ve kalbiniz yırtıcı kurtların kalbi gibi olduğu halde bana geliyorsunuz? Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi Allah korkusuyla öldürün'.
Mütevazilerin ahlâkından biri de kendisine küfredildiği veya eziyet edildiği veya hakkı alındığı zaman, bunlara göğüs germek suretiyle tevazu göstermesidir. Bu tevazu esastır. Biz, gazab ve hased bahsinde eziyete tahammül göstermek hakkında seleften vârid olan misalleri zikretmiştik.
Kısacası güzel ahlâk ve tevazunun kaynakları Hazret-i Peygamber'in ahlâkıdır. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'e uymak ve ondan öğrenmek daha uygundur.
Ebû Seleme der ki: 'Ebû Said el-Hudrî'ye şöyle sordum: 'Halkın îcad ettiği elbise, içecek, binecek ve yiyecek hakkında ne düşünüyorsun?' Bana
cevap olarak şöyle dedi: 'Ey yeğenim! Allah için ye! Allah için iç ve Allah için giy! Bu şeylerin birine gurur veya böbürlenme veya riya veya şöhret girerse o günah ve israftır. Evindeki işi, Hazret-i Peygamber'in evinde hizmet ettiği gibi yap! Hazret-i Peygamber evine su taşır, devesinin yemini verir, devesini bağlar, evini temizler, koyunlarını sağar, ayakkabısını diker, elbisesini yamar, hizmetçisiyle yemek yer, hizmetçisi yorulduğu zaman onun elinden el değirmenini alarak un öğütürdü. Pazardan nevalesini satın alıp getirirdi. Pazardan aldığı nevalesini eline alarak getirmekten veya elbisenin eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdı. Ehline döner, zengin ve fakirle, büyük ve küçükle el sıkışırdı. Kendisiyle karşılaşan küçük veya büyük, siyah veya kırmızı, hür veya köle olan her müslümana önce selâm verirdi. Evde kullanmak için ayrı, dışarda kullanmak için ayrı bir elbisesi yoktu. Çağırıldığı zaman, icabet etmekten -velev ki çağıran saçı sakalı karışmış tozlu topraklı bir kimse olsa da- çekinmezdi. Hurmanın en çirkini olsa bile getirilen yemeği hakir saymazdı. Sabah yemeğini akşama, akşam yemeğini de sabaha bırakmazdı. Nafakası kolaydı. Ahlâkı yumuşak, tabiatı kerîm, muaşereti güzel, yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Yüzünü ekşitmeksizin mahzundu. Şiddet göstermeksizin sert idi. Zillete düşmeksizin mütevazi idi. İsraf olmaksızın cömertti. Her akraba ve müslümana merhametliydi. Kalbi inceydi. Daima düşünür yere bakardı. Hiçbir zaman yemekten sonra geğirmezdi. Elini hiçbir yemeğe uzatmazdı'.
Ebû Seleme b. Abdurrahman der ki: Hazret-i Âişe'nin hanesine gittim. Ebû Said'in Hazret-i Peygamber'in zühdü hakkında bana söylediklerini ona naklettim.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Söylenenin bir harfi dahi yanlış değildir. Hatta eksik bile söylemiştir. Zira sana Hazret-i Peygamberin hiçbir zaman doyasıya yemediğini, hiç kimseye şikayet etmediğini, fakirliğin onun nezdinde genişlik ve zenginlikten daha sevimli olduğunu, bütün gün aç olduğu, bütün gece de açlık içerisinde kıvranıp sabahladığı halde, onun bu halinin onu o günün orucunu tutmaktan menetmediğini söylememiş. Oysa Hazret-i Peygamber eğer rabbinden yeryüzünün hazinelerini, meyvelerini, doğusundan batısına kadar olan geniş maişetini isteseydi, muhakkak kendisine verirdi. Hazret-i Peygamber'e olan şefkatimden ve çektiği açlığa üzüldüğümden ötürü çok zaman ağlamışımdır. Onun karnını elimle sıvazlar şöyle derdim: 'Nefsim sana fedâ olsun! Seni açlıktan menedecek kadar gıdayı dünyadan edinmiş olsaydın (daha iyi olmaz mıydı?) ' Bunun üzerine derdi ki: 'Ey Aişe! Ulû’l-Azim peygamberlerden olan arkadaşlarım bundan daha zahmetlisine katlandılar. Onlar, o halleri ile gidip rablerinin huzuruna vardılar. Onların varışlarını rableri güzel yaptı. Sevaplarını kat kat eyledi. Ben maişette genişliğe kaçarsam, benim bu hareketimin beni onlardan geri bırakmasından korkarım. Bu bakımdan birkaç gün sabretmem, yarın âhirette nasibimin eksiltilmesinden bana daha sevimli gelir! Arkadaş ve dostlarım olan ulû’l-azim peygamberlere yetişmekten bana daha sevimli gelecek birşey yoktur'.
Hazret-i Aişe (ra. ) der ki: 'Allah'a yemin olsun! Bu sözlerden sonra, Hazret-i Peygamber, bir haftayı tamamlamadan Allahü teâlâ ruhunu kabzedip onu götürdü'.
Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in hallerinden nakledilenler, mütevâzi kimselerin ahlâklarının özetini toplamaktadır. O halde tevazu göstermek isteyen bir kimse Hazret-i Peygamber'e uysun! Nefsini Hazret-i Peygamber'in derecesinden üstün görenin ve Hazret-i Peygamber'in razı olduğuna razı olmayanın cehaleti, ne korkunç cehalettir. Hazret-i Peygamber dünya ve din hususunda, mertebe bakımından, mahlûkların en yükseğiydi. Her beşerî izzet ve yücelik, ancak ona uymaktadır.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Biz öyle bir milletiz ki Allah bizi İslâm'la aziz etti. Bu bakımdan biz, İslâm'ın gayrisinde izzet aramayız!'
Hazret-i Ömer, bu sözünü Şam arâzîsine pejmürde bir kıyafetle girdiği ve kınandığı zaman söylemişti. 70
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır ki bunlara Abdal denir. Onlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün istikrarı için kazıklarıdır. Peygamberlik sona erdiği zaman, Allahü teâlâ, peygamberlerin yerine, Ümmet-i Muhammed'den bir kavmi vazifelendirdi. Onlar fazla oruç tutmak, fazla namaz kılmak ve güzel yüz sahibi olmakla halktan üstün olmadılar. Fakat onlar, doğru takva, güzel niyet, bütün müslümanlara karşı sağlam göğüs, Allah rızası için müslümanlara nasihat etmek, korkmaksızın sabır göstermek ve zelîl olmaksızın tevazu göstermek suretiyle bu dereceye yükseldiler. Onlar bir kavimdir ki Allah onları seçmiş, kulları arasında ulûhiyyetine ibâdet etmek hususunda onları tahsis kılmıştır. Onlar kırk sıddîktırlar. Onlardan otuz kişinin kalbi, Rahmân'ın dostu İbrahim'in yakînine benzer bir yakîn üzerindedir. Onlardan birinin yerine, Allah tarafından biri yaratılmadıkça o ölmez.
Ey kardeşim! Bil ki onlar hiçbir şeye lânet okumazlar, hiçbir şeye eziyet vermezler. Hiçbir şeyi tahkir etmezler. Hiçbir şeye karşı böbürlenmezler. Hiçbir kimseye hased etmez ve dünyaya haris olmazlar. Onlar, haber verme bakımından insanların en doğrusudur. Tabiatça en yumuşaklarıdırlar. Nefisce en cömertleridirler. Onların alâmet-i fârikaları cömertlik, tabiatları güler yüzlülük, sıfatları selâmettir. Onlar bugün korkuda, yarın gaflette değildirler. Onlar zâhirî hallerine devam ederler. Onlara, kendileriyle rablerinin arasındaki muamelelerde şiddetli esen rüzgârlar, şiddetli koşan atlar yetişemezler. Kalpleri sevinerek Allah'ın yüce huzuruna şevk göstererek yükselir. Hayır yarışmasında herkesten önde olmak bakımından terakki ederler. Onlar Allah'ın hizbidirler. İyi bilin ki Allah'ın hizbi, zafere kavuşanların ta kendileridirler.
Râvî der ki: Ben Ebu'd Derda'ya 'Bana bu saydığın sıfattan daha zor gelecek bir sıfat işitmedim. Ben nasıl bu zor sıfatı elde ederim?' dedim.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Seninle bu sıfat arasında, ancak dünyadan nefret ettiğin zaman bir münasebet vardır; zira sen dünyadan nefret ettiğin zaman, âhiret sevgisine yönelirsin. Âhiret sevgisi nisbetinde dünyadan yüzçevirip zühd ve takva gösterirsin. Zühd'ün ve takvân nisbetinde sana fayda verenleri basiretinle seversin. Allahü teâlâ isteğinin güzel olduğunu bildiği zaman, ona istikamet yolunu açar, onu korur. Ey yeğenim! Bu durum, Allah'ın kitabında vardır:
Gerçekten Allah, takva sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir. (Nahl/12)
Yahya b. Ebî Kesir71 şöyle demiştir: 'Biz bu hususta düşündük. Lezzet alanların hiçbiri Allah sevgisinden ve rızasını talep etmekten almış oldukları zevki hiçbir şeyden alamazlar. Yarab! Bizi, seni sevenlerin sevenlerinden eyle! Ey âlemlerin rabbi! Çünkü senin vergin ancak senin razı olduğun bir kimseye lâyık olur'.
Allah rahmet deryalarını efendimiz Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), âlinin ve ashâbının üzerine akıtsın ve onlara selâm etsin!
60) Abdullah b. Vehb b. Müslim Kureyş kabilesindendir. Güvenilir olan bu zat, âbid idi. H. 97 senesinde 72 yaşında vefat etmiştir.
61) Künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Sâdık bir âbiddir. H. 59 senesinde vefat etmiştir.
62) Ebû Yâ'lâ, (Ebû Hüreyre'den)
63) Temim kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. Künyesi Ebû Kasım'dır. Râfızîlikle itham edilmiştir. (İthaf’us-Saade, VIII/380)
64) Ebû Dâvud, İbn Mâce, (Ebû Umâme b. Sa'lebe'den)
65) Tam adı Harun b. Said el-İllî es-Sa'dî'dir. Fazilet sahibi bu kişi H. 53 senesinde 83 yaşında vefat etmiştir.
66) Bu zat, Muan b. Îsa el-Fezzarî -İmâm-ı Mâlik'in talebelerindendir- veya Muhammed el-Gifârî'dir.
67) Ebû Süleyman Kûfelidir. Muhadramûn'dandır. Güvenilir bir zattır. H. 80
senesinden sonra vefat etmiştir.
68) Ebû Nuaym
69) Nesâî, İbn Mâce, Tirmizî
70) Zehebî, (Kays b. Müslim tarikiyle)
71) Kûfelidir.
9. Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu
Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir. Kibri tedavi etmekte iki yol vardır: Birinci yol, kibrin temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. İkinci yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir.
Birinci Yol
Bu yol, kibrin kökünü kazımak hususundadır. Bu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki kısımdır. Şifa ancak bu iki ilacı birden kullanmakla mümkündür. İlmî ilaca gelince, o ilaç, kişinin hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektir. Kibri kazımak hususunda bu irfan kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar. . Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. Rabbini tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak Allah'a lâyık olduğunu bilir. Rabbini, O'nun azamet ve mecdini bilmeye gelince, bu husustaki söz oldukça uzar. Bu mükâşefe ilminin son noktasıdır.
Kişinin nefsini bilmesine gelince, bu da oldukça uzar. Fakat biz bu hususta tevazu ve güzelliği elde etmekte faydalı olan miktarı zikredeceğiz. Kişiye Allah'ın Kitabı'ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidir. Çünkü Kur'ân'da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.
Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden) . Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir. (Abese/17-22)
İşte bu âyet-i celîle, İnsan oğlunun yaratılışının öncesine ve varacağı yerin sonuna ve ortasına işaret ediyor. İnsan bunu dikkatle izlesin ki ayetin mânâsını anlamış olsun!
İnsanın öncesine gelince, insan anılacak birşey değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis birşey var mıdır? İnsan oğlu da böyle idi. Sonra Allah onu şeylerin en mebzulünden (topraktan) yarattı. Sonra şeylerin en pisinden (meniden) meydana getirdi; zira Allah onu topraktan, meniden, kan pıhtısından, bir çiğnem etten yarattı. Sonra bir yığın kemik yaptı. Sonra kemiğe et giydirdi. İşte İnsan oğlunun varlığının başlangıcı anılacak birşey olacağı andan itibaren budur. Bu bakımdan İnsan oğlu ancak vasıfların en hasisi üzerinde olduğu an anılacak birşey oldu; zira İnsan oğlu yaratılışının başlangıcında kâmil yaratılmadı. Allahü teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdi. Bu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce sağırlığıyla, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladı. İşte bu, Allahü teâlâ'nın şu ayetlerinin mânâsıdır:
Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi! (Abese/17-18)
İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. (İnsan/1-2)
Böylece Allahü teâlâ, önce insanı yarattı. Sonra ona minnet etti. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. (Abese/20)
Bu âyet-i celîle İnsan oğlu için hayatı boyunca kolaylaştırılan şeylere işarettir.
Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ya şükredici veya nankör olur. (İnsan/2-3)
Ayetin mânâsı şu demektir: İnsan cemad ve ölü olduktan sonra Allah onu diriltti. Birinci derecede toprak, ikinci derecede meni iken Allahü teâlâ ona hayat verdi. Sağır olduktan sonra ona dinleme âletini, gözü yokken ona göz, zafiyetten sonra ona kuvvet, cehaletten sonra ona ilim verdi. Azalarını, içindeki acaipliklerle ve alâmetlerle beraber yok iken var etti. Fakirlikten sonra zengin kıldı. Açlıktan sonra doyurdu. Çıplaklıktan sonra giydirdi. Dalâletten sonra hidayet etti. Dikkat et! Allah onu nasıl devirlerden geçirdi! Ona nasıl sûret verdi. Onun için yolu nasıl kolaylaştırdı ve yine insanın tuğyanına dikkat et ki insan ne kadar da nankördür. İnsanın cehâletine dikkat et ki o cehaleti nasıl belirtiyor!
İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi? (Yasin/77)
O'nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak çoğalıp yayılıyorsunuz! (Rûm/20)
Bu bakımdan Allah'ın İnsan oğluna bahşettiği nimetlerini dikkatle izle! Onu zillet, kıllet, hisset ve pislikten nasıl bu yücelik ve keramet mertebesine nakletmiştir? O, yokluktan sonra nasıl var olmuştur! İnsan oğlu haddi zatında birşey değildir. Acaba birşey olmayandan daha hasis birşey tasavvur edilebilir mi? Katıksız yokluktan daha değersiz birşey olabilir mi? Sonra İnsan oğlu Allah'ın kudretiyle mevcud birşey oldu. Ondan önce Allah İnsan oğlunu ayaklarla çiğnenen zelil topraktan yarattı. Katıksız yokluktan sonra da necis olan meniden yarattı ki insan, zatının hasisliğini tanımış olsun ve böylece nefsini de tanısın! Allahü teâlâ, insana kemâl derecesinde nimet verdi ki rabbini, O'nun azamet ve celâlini tanısın! Kibriyanın (büyüklüğün) ancak o yüce Allah'a lâyık olduğunu bilsin! Bunun için de ona minnet ederek şöyle buyurmuştur:
Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil ve iki dudak! Bir de ona (hak ve bâtıl) iki yol gösterdik! (Beled/8-10)
İnsan oğlunun başlangıcındaki hissetini tarif ederek şöyle buyurmuştur.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Allah onu) yarattı! Derken (insan) biçimine koydu. (Kıyâmet/36-38)
Bundan sonra Allahü teâlâ İnsan oğlunun üzerindeki nimetini zikrederek şöyle buyurmuştur:
Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Bunları yaratan, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi? (Kıyâmet/40)
O meniden erkek ve dişi iki eş yarattı ki üremek suretiyle insan varlığı devam etsin! Nitekim insan varlığının başlangıcı bu ise, onun durumları böyle ise, öyle bir kimseye haddini aşmak, kibir ve gurura kapılmak, böbürlenmek ne gerek? O kimse hakikatte hasislerin en hasisi, zayıfların en zayıfıdır. Fakat böbürlenmek, hasis kimsenin âdetidir. Hasisliğinden yüceldi mi burnu büyür, büyüklük taslar. Bu da öncesinin hasisliğine delâlet etsin diye böyle olmuştur. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş ancak Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir.
Evet! Eğer Allahü teâlâ, İnsan oğlunu kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür. Fakat Allahü teâlâ varlığın devamında çeşitli âfetleri, acı balgam, yel ve kandan mürekkep olan zıt unsurları (elementleri) ona musallat kılmıştır. Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O, ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Birşeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helâk eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği herşeyin kendisinden alınmasından emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Eğer terkedilirse devam eder. Eğer götürülürse yok olur. Başkasının da hiçbir şeyine gücü yetmez. O halde insandan daha zelîl ne olabilir? Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdi. İşte İnsan oğlunun durumlarının normali budur. Bu bakımdan İnsan oğlu bunu düşünmelidir. İnsan oğlunun akibeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür:
Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek! (Abese/21-22)
Âyetin mânâsı, Allah insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktır. İnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece âzalarının şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye birşey kalmaz. Sonra toprağa konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi. . . Sonra âzaları çürür. Parçaları birbirini bırakır. Kemikleri parçalanıp toprağa dönüşür. Kurtlar parçalarını yer. Onun iki göz bebeğinden başlayıp onları çanaklarından çıkarırlar. Diğer âzâlarını da yerler. O kurtların kursağında pisliğe dönüşür. Öyle bir leş olur ki hayvanlar bile ondan kaçar. Her insan ondan tiksinir. Kokunun şiddetinden ondan kaçar. Onun en güzel hali, ilk aslına dönüşmesidir. Bu bakımdan o, kendisinden testiler ve küpler yapılan toprak olur. Ondan binalar inşa edilir. Var olduktan sonra yok olur. Öyle bir duruma gelir ki sanki dün hiç yokmuş gibi paramparça olur. Uzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra rabbim onu diriltecek, ona belânın şiddetini tattıracaktır. Onun darmadağın olan parçaları bir araya geldikten sonra kabrinden kıyâmetin dehşetlerine doğru gitmek üzere çıkar. O kıyâmeti seyreder. Paramparça olmuş ve delinmiş bir göğü, değiştirilmiş bir arzı, yerinden yürütülmüş dağları, küme küme düşen yıldızları, simsiyah kesilen güneşi, kapkaranlık halleri, şiddetli ve katı melekleri, alev alev yanan cehennemi, mücrimlerin kendisine bakıp da hasret çekeceği cenneti seyreder. Dağılmış sahifeler görür. Ona 'Kitabını oku!' denilir. O, kitabına işaret ederek 'Bu nedir?' diye sorar. Ona 'O hayatın ki onunla seviniyor, onun nimetleriyle böbürleniyor, sebepleriyle iftihar ediyordun. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat Allah onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevkolunacaksın!' denir.
Böylece o hitabın korkusundan kişinin kalbi paramparça olur. Hem de sahifesi açılmadan ve oradaki rezaletlerini görmeden önce bu duruma düşer. Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der: 'Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük birşey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmektir!' İşte İnsan oğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin mânâsıdır: 'Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek' (Abese/22) . Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Hatta birtek lâhza bile olsa nasıl sevinebilir? Hele haddini aşmak, hele zâlimlik yapmak. . . (bunlar hiç de ona yakışmaz!)
İşte onun halinin başı ve ortası belli oldu. Eğer halinin sonu belli olursa ki onun dehşetinden Allah'a sığınırız, çoğu zaman köpek veya domuz olmasını temenni eder ki hayvanlarla beraber toprak olup gitsin, Allah'ın kitabını dinleyen ve azaba atılan bir insan olmasın! Eğer insan Allah nezdinde ateşe müstehak ise, domuz ondan daha şerefli, daha güzel ve daha yücedir; zira domuzun öncesi toprak, sonu da topraktır. Domuz, hesap ve azabdan kurtulmuştur. Köpek ve domuzdan halk kaçmaz. Eğer dünya ehli günahkâr kulu ateşte görürlerse, onun ateşteki hilkatinin vahşetinden, suretinin çirkinliğinden derhal ölürlerdi! Eğer onun kokusunu hissetseler pis kokusundan ölürlerdi. Eğer onun içtiği şaraptan bir damla dünya denizlerine dökülse, dünya denizleri leşten daha pis kokulu olurdu. Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -Allah'ın affetmesi müstesna ki Allah'ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini birşey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstehak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak kerîm olan Allah affederse o başka! Allah'ın kereminden ve Allah hakkındaki hüsn-i zandan dolayı Allah'tan bu af umulur. Kuvvet ancak Allah'tandır!
Acaba bir sultana karşı cinayet işlemiş, bin sopa yemeye müstehak olmuş, hapse tıkılmış, çıkarılıp halk huzurunda cezasının tatbik edilmesini bekleyen, bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmeyen bir kimsenin hapishanedeki zilleti nasıl olur ve bunu nasıl görüyorsun? Acaba bu adamın hapishanedekilere karşı gururlanacağını sanıyor musun? Oysa hiçbir günahkâr kul yoktur ki dünya onun hapishanesi olmasın ve o, Allah'ın azabını haketmiş olmasın ve sonucun ne olacağını bilmemiş olmasın! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.
Amelî ilaca gelince, o bilfiil Allah'a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce salihlerin ve Hazret-i Peygamber'in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazi olmaktır.
Hazret-i Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: 'Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim'. 72
Selmân-ı Fârisî'ye 'Neden yeni bir elbise giymiyorsun?' denildi. Cevap olarak 'Ben ancak köleyim. Âzad edildiğim gün yeni elbise giyeceğim!' dedi. Selman, bu sözüyle âhiretteki âzad edilmesine işaret etmiştir. Mârifetten sonra tevazu, ancak amelle hasıl olur.
Bu sırra binaen Allah ve Hazret-i Peygamber'e karşı böbürlenen Araplar, îman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: 'Namaz dinin direğidir!' Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin direği olmuştur.
O sırlardan olarak Allah'ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir. İslâm'dan önce Araplar, eğilmeyi horluk telâkki ederlerdi. Onlardan birinin kamçısı yere düştüğü zaman, onu almak için bile eğilmezdi. Papucunun bağı kopar, onu bağlamak için başını eğmezdi.
Hâkim b. Hizam73 der ki: 'Hazret-i Peygamber'e ancak secdeye ayakta varmak suretiyle biat etmiştim'. Hazret-i Peygamber de onun bu şekildeki biatini kabul etti. İslâm'ın hikmetini anladıktan sonra, îmanı kemâle erdi. Secdeye varmak Arapların nezdinde zillet ve alçaklığın en son derecesi kabul edildiğinden onların kibri kırılsın, gururları kökünden sökülsün ve tevazu kalplerinde yerleşsin diye secde etmekle emrolundular ve aynı zamanda bütün insanlar da secde etmekle emrolundu; zira rükû, secde, ayakta elpençe divan durmak, tevâzunun gereği olan amellerdir. Böylece nefsini tanıyan, kibrin gerektirdiği bütün fiilleri süzmeli ve onun zıddına devam etmelidir ki tevazu onun için tabiî bir ahlâk olsun. Çünkü kalpler, güzel ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde ederler. Bunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı içindir. Kalp ise melekût âlemindendir.
İkinci Yol
Bu yol daha önce zikredilen yedi sebepten doğan kibirle ilgilidir. Biz Câh'ın Zemmi bölümünde de hakikî kemâlin ilim ve amel olduğunu zikretmiştik. Bunun dışında kalan ve ölümle yok olan kemâl ise hayalî bir kemâldir. Bundan dolayı âlim kişiye gururlanmak zor gelir. Fakat biz bütün o yedi sebep hakkında ilim ve amelden mürekkeb olan tedavi yolunu zikredelim:
Birinci Sebep: Birinci sebep, neseble mağrur olmaktır. Bu bakımdan neseb cihetinden gururlanan bir kimse kalbini, iki şeyi bilmekle tedavi etmelidir: O şeylerden birincisi, bu gururu, başkasının kemâliyle gururlanmak olduğu için cehaletin ta kendisidir ve şöyle denilmiştir.
Eğer ben şeref sahibi ecdad ile öğünürsem, doğru söylemiş olurum. Fakat o ecdadların doğurdukları ne kötüdür!
Bu bakımdan neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: 'Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!' Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır.
İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa Allahü teâlâ, İnsan oğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur:
O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra insanın neslini bir özden, hakir bir sudan (meniden) yaptı. (Secde/7-8)
Bu bakımdan, aslı zelil ve ayaklarla çiğnenen bir toprak olan, sonra çamuru kokmaya yüz tutan, balçık oluncaya kadar yoğrulan bir kimse nasıl gururlanır? Oysa nisbet edildiği şey, şeylerin en hasisidir; zira şöyle denilir: 'Ey topraktan daha zelîl! Ey balçıktan daha pis kokulu! Ey kan pıhtısından daha necis!' Eğer kişinin babasından olması, topraktan olmasından daha yakın ise, biz deriz ki: 'Uzak ile değil, yakın ile iftihar et. Çünkü meni ve et oluşu kişiye, babasından daha yakındır. Bu bakımdan kişi bununla nefsini hakir saymalıdır. Sonra eğer bu yakınlıktan dolayı bir yücelik gerekiyorsa, en yüce babası topraktandır. O halde yüceliği nereden gelir? İnsan oğlunun yüceliği olmadığı zaman evlâdına yücelik nereden geliyor? İnsanın aslı toprak ve menidir. Öyle ise ne insanın aslı, ne de faslı vardır. Bu ise neseb hasisliğinin en son derecesidir. Bu bakımdan aslı, ayaklarla çiğnenir, faslından ise bedenlerin yıkanması gerekir. İşte İnsan oğlunun hakikî nesebi budur! Bunu bilen neseble gururlanmaz, kişinin bu bilgiden ve hakikî aslının yüzünden perde kalktıktan sonraki misâli, tıpkı şu kişinin misâline benzer ki Benî Hâşim soyundan (Hazret-i Peygamber'in soyundan) geldiğini anne ve babasından işitmiş, dolayısıyla kendisinde şeref gurur vardır! Fakat sözlerinden şüphe edilmeyen adil bir cemâat kendisine, hacamat yapan, pisliklerde çalışan Hindli bir kimsenin oğlu olduğunu haber verir ve bu husustaki düşüncesini alt-üst ederler. Onların vesikalı beyanlarının doğruluğunda şek ve şüphesi kalmaz. Acaba böyle bir kimseye verilen bu haberin onun nesebden gelen gururunun zerresini dahi bırakacağını sanır mısın?
Hayır! Aksine bu kişi kendi nefsinde insanların en hakîri ve en zelîli olur. O, hasisliğinden ötürü, sezdiği mahcubiyetten o kadar meşguldür ki, başkasına karşı mağrur olmaya artık imkânı yoktur. İşte bu hal, basireti açık bir kimsenin, aslını düşündüğü, meniden ve topraktan olduğunu bildiği zamanki halidir; zira eğer babası, toprak taşıyan veya hacamat yoluyla kan alan veya başka işlerde çalışan bir kimse ise bununla nefsinin hasisliğini bilmiş olur. Çünkü babasının âzası, toprakla kana temas etmektedir. Acaba nefsinde topraktan, kandan ve tiksindiği kirli şeylerden mevcut olduğunu bildiği zaman, nasıl bunu bilemez?
İkinci Sebep: İkinci sebep, güzellikle mağrur olmaktır. Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç âlemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdır. Kişi iç âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez. İnsan, pisliği barsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktır. Hergün bir veya iki defa pisliği eliyle yıkar, hergün bir veya iki defa içindeki pisliği çıkarmak için helâya gider. Öyle bir pislik ki eğer gözüyle görmüş olsaydı eliyle temas etmek veya koklamaya hacet kalmadan tiksinirdi. Bütün bunları necaset ve zilletini bilmesi için düşünmelidir. İşte bu, normal durumda olduğu haldir. İnsan, işin başlangıcında necasetlerden yaratılmıştır. Meniden, hayız kanından, necasetlerin mecrasından çıkarılmıştır; zira önce belden, sonra sidiğin mecrası olan yerden çıkmıştır. Sonra hayız kanının feyezan ettiği ana rahminden, sonra necasetin mecrasından çıkmıştır.
Enes (radıyallahü anh) der ki: 'Ebû Bekir Sıddîk bize hutbe okuyor, nefislerimizi gözümüzden düşürmek için çirkinleştiriyor ve şöyle diyordu: 'Herhangi biriniz, sidiğin yolundan iki defa çıktı!'
Tâvus, Ömer b. Abdülaziz'e şöyle dedi: 'Bu yürüyüş karnında pislik taşıyanın yürüyüşü değildir! Tâvus, Ömer'in mağrur bir şekilde yürüdüğünü görünce bunu söylemiştir. Bu olay Ömer halife olmadan önce cereyan etti. İşte İnsan oğlunun öncesi ve sonrası budur. Eğer insan bedenini bir gün yıkamadan kendi haline bırakırsa, ondan pis kokular ve necasetler gelmeye başlar. O, nefsine hiçbir zaman sahip çıkmayan ve başıboş olan dört ayaklı hayvanlardan daha pis kokulu ve daha necis olur. Bu bakımdan pisliklerden yaratıldığını ve pislikler içerisinde durdurulduğunu ve ölüp de tekrar diğer pisliklerden daha tiksindirici bir leşe döneceğini düşündüğü zaman, mezbelelikte biten çiçeklerin ve derelerin kenarında açılıp pırıl pırıl parladıkları bir anda, ansızın çer-çöp kesiliveren, esen rüzgârların önünde toz olup uçan çiçeklerin rengi gibi olan güzelliğiyle iftihar edip böbürlenmez. Nasıl böyle olmasın? Eğer kişinin güzelliği bâki olup, o kişi bu çirkinliklerden uzak olsaydı, yine çirkine karşı böbürlenmemesi farz olurdu; zira çirkinin çirkinliği elinde değildir ki ondan dolayı övünsün! Nasıl böyle olmasın ki? Oysa güzelliğinin bekâsı da yoktur. O güzelliğin her an hastalık veya çiçek veya çıban veya herhangi bir sebeple yok olup gitmesi düşünülebilir. Nice güzel yüzler vardır ki bu sebeplerden dolayı bedleştiler. Bu bakımdan bu şeylerin bilinmesi, güzellikten ötürü kalbe gelen gurur hastalığını bu durumları düşünen kimse kökünden kazıyıp atar.
Üçüncü Sebep: Üçüncü sebep, kuvvet ve güçten ötürü gurura kapılmaktır. Kişiyi bu şekil gurura kapılmaktan, kendisine musallat kılınan illet ve hastalıkları bilmesi, elindeki bir damarın acıdığı takdirde her âcizden daha âciz kesileceği, her zelilden daha zelîl olacağını takdir etmesi meneder ve yine eğer karasinek, kendisinden birşey aşırırsa, o şeyi sinekten kurtaramayacağını, eğer bir sivrisinek burnuna girerse veya bir karınca kulağına dalarsa, kendisini öldüreceğini veya bir diken ayağına batarsa kendisini âciz bırakacağını düşünmesi, kendisini bu gururdan kurtarır. Bir günün sıtmasını bir müddet boyunca düşünürse, gururundan vazgeçer. Bu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?
Dördüncü ve Beşinci Sebep: Zenginlik ve malın çokluğundan gurura kapılmaktır. Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da bu türdendir. Bütün bunlar insanın zatından hariç güzellik, kuvvet ve ilim gibi bir mânâdan ötürü gurura kapılmaktır. Bu gurur, gurur türlerinin en çirkinidir, zira malıyla gururlanan bir kimse, sanki atıyla, oturduğu eviyle gururlanır. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder. Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahûdî vardır. O şeref ki yahûdî senden önce ona nail olmuştur. O şeref ki bir lâhzada hırsız bir kimse onu elde eder ve onun sahibi de iflâs eden bir zelîl olur. O şerefe yuh olsun! İşte bunlar insanın zatında olmayan sebeplerdir. İnsanın zatında olan ve varlığının devamı insanın elinde olmayan ve âhirette insan için vebâl ve azap olan şeylerle mağrur olmak cehaletin en son derecesidir. O halde dizgini sende olmayan birşey senin değildir! Oysa bu saydığımız şeylerin hiç birinin dizgini senin elinde değildir. Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Eğer o onları sana bırakırsa ne âlâ, eğer isterse onlar senin elinden gider. Sen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Bunu bilen bir kimsenin gururu elbette yok olur. Bunun misâli, kuvveti, güzelliği, malı, hürriyeti, istiklâli, evinin genişliği, at ve hizmetçilerinin çokluğu ile gaflete dalanın böbürlenmesidir. Bu böyle böbürlenirken iki adil şahid, insaflı bir hâkimin yanına gelip onun filan adamın kölesi olduğuna, anne ve babasının da o adamın köleleri olduğuna şahidlik ederler. Hâkimde bununla hükmeder. Bunun üzerine esas sahibi gelir, onu ve elindeki şeyleri alıp götürür. Bununla beraber o, sahibinin mallarında tefrite kaçtığı, sahibinin istemesine rağmen kusur edip sahibini tanımaya bir türlü yanaşmadığı için cezaya çarptırılmasından korkar. Sonra bu kul, kendisini bir evde hapsedilmiş olarak görür. Etrafının yılan, akreb ve çiyanlarla sarılmış olduğunu görür. O her durumda bütün bunlardan korkmaktadır. Öyle bir durumdadır ki ne nefsine, ne de malına hâkimdir. Ne de hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulabilir. Acaba hali böyle olan bir kimsenin kudret, servet, kuvvet ve kemâliyle böbürleneceğini veya nefsini zelîl edip tevâzua yapışacağını mı sanıyorsunuz? İşte basiret sahibi ve akıllı kimsenin durumu budur. Çünkü o nefsini böyle görür. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildir. Bununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadır. Bunlar akrep ve yılanlar gibidir. Bunların kendisini helâk etmesinden korkar. Hali böyle olan bir kimse kuvvet ve kudretiyle nasıl mağrur olabilir? Zira kuvvet ve kudretinin olmadığını bilmektedir!
İşte haricî sebeplerden dolayı gurura kapılmanın tedavi yolu budur. Böyle bir gururun tedavisi, ilim ve amelden gelen gururun tedavisinden daha kolaydır. Çünkü ilim ve amel kişinin nefsinde, iki kemâl sıfatıdır. Onlarla kişinin sevinmesi uygundur. Fakat onlarla mağrur olmak da -ilerde zikredeceğimiz gibi- cehaletin gizli bir çeşididir.
Altıncı sebep: Altıncı sebep ilimden dolayı gurura kapılmaktır. Bu, âfetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Tedaviyi uzun bir çalışma ve yorucu bir zahmetten sonra da kabul etmekten en uzağıdır. Bu hastalığın hikmeti şudur: İlmin kıymeti Allah'ın nezdinde büyüktür. İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktür. Hatta mal ve güzelliğin büyüklüğü, eğer beraberinde ilim ve amel varsa sözkonusu olur.
Bunun için Kâ'b'ul-Ahbar şöyle demiştir: 'muhakkak malın tuğyânı gibi ilminde tuğyânı vardır'. Hazret-i Ömer de şöyle demiştir: Âlim kişi kaydığı zaman onun kayışıyla beraber bir âlem kayar'. Bu bakımdan Allah nizamında ilmin faziletini açıkça belirten hükümlerin çokluğundan dolayı cahile nisbeten âlim kişi nefsini büyütmekten aciz kalır.
Alim kişi ancak iki şeyi bilmek suretiyle gururu nefsinden uzaklaştırabilir.
Bir
Bilmelidir ki Allah'ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidir. Onda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul eder. Çünkü ilminden ötürü, Allah'a isyan eden bir kimsenin suçu daha fâhiştir; zira böyle bir kimse Allah'ın ilim hususunda kendisine vermiş olduğu nimetin hakkını edâ etmemiştir. Bunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde âlim kişi getirilir, cehennem ateşine atılır. Barsakları dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: 'Sana ne oldu?' Cevap olarak der ki: 'Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum'. 74
Allahü teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:
Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitap taşıyan eşeğin haline benzer. (Cum'a/5)
Bununla Allah yahûdî âlimlerini kasdetmiştir. Bel'am b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur:
Onlara şu kimsenin haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu arkasına taktı, böylece azgınlardan oldu. Eğer dileseydik o kimseyi o ayetlerle yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve hevasına uydu. Onun durumu tıpkı şu köpeğin haline benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. (A'raf/175-176)
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: 'Bel'am'a Allah tarafından bir kitap indirildi. Bel'am yeryüzünün şehvetlerine meyletti. Yani sevgisi bunlarla teskin oldu. Bu bakımdan onun misali, üzerine vardığında da soluyan, bıraktığında da soluyan bir köpeğe benzer. Yani Bel'am'a ister hikmet verilsin, ister verilmesin, o şehvetini terketmez. Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi âlim bu şehvete tâlip olmaz? Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür. Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi. . . Bu bakımdan o kıymete karşı bu tehlike vardır. Âlim kişi, düşmanlarının çokluğundan dolayı, mülkünde canı daima tehlike içinde olan sultan gibidir; zira sultan, düşman tarafından esir edildiği zaman daha önce fakir olmayı temenni eder. Nice âlim vardır ki âhirette cahil kimselerin selâmeti gibi bir selâmeti arzular. Böyle bir arzuda bulunacak raddeye düşmekten Allah'a sığınırız!
Bu bakımdan bu tehlike âlimi gururdan meneder; zira âlim eğer cehennem ehlinden ise domuz ondan daha üstündür. Hali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim kişinin, kendi nefsinde, ashâb-ı kirâmdan daha büyük olduğunu telâkki etmesi uygun değildir.
Ashâbdan biri şöyle demiştir: 'Keşke annem beni doğurmasaydı'. 75
Başka biri de yerden bir saman çöpünü kaldırarak şöyle dedi: 'Keşke ben çöp olsaydım!'
Başka biri de şöyle dedi: 'Keşke ben eti yenilen bir kuş olsaydım!' Diğer biri de 'Keşke ben anılan birşey olmasaydım' demiştir. Bütün bu sözler, akibetin tehlikesinden korkmaktan ileri geliyor. Bu bakımdan ashâb-ı kirâm nefislerini kuştan, topraktan daha düşük görürlerdi. Ne zaman âlim, üzerinde bulunduğu tehlikeyi uzun uzadıya düşünürse, onun gururu tamamen gider. Nefsini mahlûkatın en şerlisi imiş gibi görür. Böyle bir âlimin misali, bir kölenin misaline benzer ki o kölenin efendisi, kendisine birtakım vazifeler emretmiş, o da onları yapmaya başlamış. Bazılarını yapmış, bazılarını eksik bırakmış. Bazılarında da efendisinin razı olacağı bir şekilde yapıp yapmadığı hususunda şüphe etmiş, o bu durumda iken biri, efendisinin bir elçi gönderdiğini ve elçinin de onu çırıl çıplak soyup, güneşin harareti altında uzun bir zaman efendisinin kapısında işkence edeceğini haber verir. Öyle ki dünya kendisine daralır, tâkati son raddeye gelir. Bu sefer hesabının yapılması emredilir. Az veya çok bütün amellerinin kontrolu istenilir. Sonra daracık bir hapishaneye, daimi bir azaba götürülmesi emredilir. Öyle bir azap ki, bir saat dahi kendisinden hafifletilmez. Kendisi de bilir ki efendisi, birçok kölesine de aynen böyle yapmıştır. Bazılarını da atfetmiştir. Fakat kendisinin affedilip affedilmeyeceğini bilmemektedir. İzzet ve gururu iptal olur. Üzüntü ve korkusu artar. Halkın hiçbirine karşı artık gurura kapılmaz. Aksine halktan herhangi birine karşı 'bana şefaatçı olur' ümidiyle tevazu gösterir. İşte âlim kişi de böyledir. Rabbinin emirlerini, âzalarında beliren suçlarla, iç âlemindeki riya, hıkd, hased, ucub, nifak ve benzerinden ibaret olan günahlarla zâyi ettiği hususunda düşündüğü zaman ve üzerinde bulunduğu büyük tehlikeyi sezdiği an gururu derhal kendisinden ayrılır.
İki
Âlim kişi bilir ki kibir ancak Allah'a lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman Allah'ın nefretine uğrar. Oysa Allah da kendisinden tevazu göstermesini ister ve Allah kendisine 'Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur' demiştir. Böyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, mevlasının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep eder. Böyle bir istek kalbinden kibri götürür. Her ne kadar günahının olmadığını kesinlikle biliyor veya düşünüyorsa da yine böyle yapmalıdır. Bu tür tedavi ile peygamberlerden kibir zâil olmuştur; zira peygamberler, Allah'ın abâsı olan kibir hakkında Allah ile cedelleşen bir kimsenin belini Allah'ın kıracağını bilirler. Allah onlara manevî makamları Allah nezdinde büyüsün diye nefislerini küçümsemelerini emretmiştir. İşte bu da insanı şüphesiz tevazuya sürükleyen sebeplerdendir.
Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir fâsığa ve bir bid'atçıya kişi nasıl tevazu gösterir? Âlim ve âbid olduğu halde nasıl nefsini bunlardan daha küçük görür? Allah nezdindeki ilim ve ibâdetin faziletini nasıl bilmemezlikten gelir? Fâsığın ve bid'atçının tehlikesinin daha fazla olduğunu bildiği halde kalbine ilmin tehlikesinin hutûr etmesi, kendisini nasıl böyle birşeyden müstağni eder?
Cevap: Bu ancak akibetin tehlikesini düşünmek suretiyle mümkündür. Âlim kişi kâfir bir kimseye baksa dahi, ona karşı tekebbür etmesi mümkün değildir; zira kâfirin müslüman olması ve sonunun imanla mühürlenmesi, âlim kişinin de dalâlete gitmesi, sonunun da küfürle son bulması düşünülebilir. Âhirette Allah katında değerli olan kimse büyüktür. Köpek ve domuz rütbece Allah katında, cehennem ehlinden olup böyle olduğunu bilmeyen bir âlimden daha yücedirler; zira nice müslüman vardır ki Hazret-i Ömer'e müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona aldırmamıştır. Oysa Allahü teâlâ Hazret-i Ömer'e İslâm'ı nasib etti. Hazret-i Ebû Bekir hariç, bütün müslümanlardan üstün kıldı. Bu bakımdan neticeler insanlardan gizlidirler. Akıllı bir kimse de ancak neticeye bakar. Dünyadaki bütün faziletler ancak netice için talep edilir. Durum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye baktığı zaman 'Bu cehaletiyle Allah'a isyan etmiş, ben ise ilmimle Allah'a isyan ediyorum. Bu bakımdan Allah katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!' demelidir. Âlim kişiye baktığında 'Bu benim bilmediklerimi öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!' demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: 'Bu benden önce Allah'a itâat etmiştir. Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?' Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: 'Ben ondan önce Allah'a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?' Bid'atçı ve kâfire baktığı zaman 'Ben ne bileyim, belki bu, sonunda müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (Allah korusun) duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi. . . ' demelidir. Öyle ise neticenin düşünülmesiyle kul, kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olur. Bütün bunlar kemâlin âhiret saadetinde ve Allah'a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın şâşâlarında olmadığını bilmesine bağlıdır. Yemin ederim bu tehlike, gurura kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektir. Fakat herbirine himmetini kendi nefsine sarfetmesi, akıbetinden korktuğu ile meşgul olması uygun ve lâyıktır. Başkasının korkusuyla meşgul olmamalıdır. Çünkü şefkat gösteren insan, su-i zan yapmanın oburudur. Oysa her insanın şefkati kendi nefsinedir. Bu bakımdan bir cemaat, bir cinayetten dolayı hapsedildikleri zaman, hepsinin boynunun vurulmasıyla tehdid edildikleri an, artık bazısı diğerine karşı kibir takınmaya vakit bulamaz. Her ne kadar tehlike hepsini birden kaplamakta ise de; zira herbiri başkasına bakamayacak kadar meşguldür. Sanki onların her biri o musibet ve tehlikede tek başınadır.
Soru: Bu duruma göre Allah yolunda nasıl bid'atçı ve fâsık bir kimseden nefret edeceğim? Oysa onlardan nefret etmekle emredildim. Sonra buğz ile tevazuyu bir araya getirmek, ters düşenleri bir araya getirmek demektir?
Cevap: Bu karışık bir durumdur. Halkın çoğu burada hayrette kalır; zira Allah için bid'atı ve fıskı inkâr etmek hususundaki nefret, nefsin kibri, ilim ve takvanın ucb'a sürüklenmesiyle karışır. Nice cahil âbid ve mağrur âlim vardır ki fâsık bir kimsenin yanında oturduğunu gördüğü zaman, o fâsıkı rahatsız etmek suretiyle yanından kaldırmak ve nefsinde gizli olan bir gururdan dolayı ondan uzaklaşmak ister. Bu kimse Allah için o fâsıktan nefret ettiğini zanneder. Nitekim daha önce İsrailoğulları'nın âbidinin onların rezil kimsesine karşı yaptığı gibi. . . . Bunun hikmeti şudur: Allah'a itaat eden bir kimseye karşı gurura kapılmanın şer olduğu belli. . . Bundan sakınmak da mümkün! Fâsık ve bid'atçıyı gördüğün veya onlara emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker yaptığın zaman, kalbinde üç şeyin hazır bulunması gerekir: O şeylerin birincisi; daha önce geçmiş günahlarına ve hatalarına bakmandır, bu bakış senin gözünden senin kıymetini düşürür. O şeylerin ikincisi; senin alâmet-i fârikan olan ilminin, hakka inanmanın ve salih amelinin, ancak Allah'tan sana verilmiş bir nimet olduğunu düşünmendir. Bu bakımdan burada minnet senin değil, Allah'ındır. Bunu Allah'tan bilmelisin ki nefsin ucb'a kapılmasın. Ucb'a kapılmadıysa gurura da kapılmaz. O şeylerin üçüncüsü; hem kendi akibetinin hem de o adamın akıbetinin mübhem olduğunu düşünmektir. Senin için son nefesin kötü bir şekilde kapanabileceğini, onun için de güzel bir şekilde kapanabileceğini düşünmelisin ki korku seni ona karşı böbürlenmekterı alıkoysun!
Soru: Bütün bu hallerle beraber ben nasıl öfkeleneyim?
Cevap: Sen sadece mevlân için, efendin için öfkeleneceksin; zira O, kendisi için öfkelenmeni emretmiştir. Senin nefsin için öfkelenmeni emretmemiştir. Sen öfkelendiğin zaman nefsini kurtulmuş, arkadaşını da helâk olmuş görmemelisin. Aksine Allahü teâlâ'nın senin gizli günahlarını bildiğini düşünerek nefsin için, o adamın cehaletle beraber akibetinin korkusundan daha fazla korkmalısın. Anlaman için bunu bir misâl ile anlatayım. Allah için, kendisine öfkelendiğin bir kimseye karşı böbürlenmen, buğzetmen, zarurî birşey değildir. Değerini onun değerinden üstün bilmen zarurî değildir.
Bu hususa şöyle bir misâl verebiliriz: Sultanın gözünün nuru olan bir evlâdı vardır, bir de hizmetkârı. . . O hizmetkâra çocuğu muhafaza etmek görevini vermiş ve 'edebe mugayir bir harekette bulunup lâyık olmayanla meşgul oldu mu ona kız ve vur' diye emretmiştir. Eğer hizmetkâr efendisine mûtî ve dost ise, çocuğun edeb dışı bir hareketini gördüğü zaman, öfkelenmeyi kendisine zarurî görür. Çünkü köle, ancak mevlâsının emrini yerine getirmek suretiyle mevlâsına yaklaşmak ister. Mevlâsının hoşuna gitmeyen bir hareket çocuktan sâdır olduğu zaman gururlanmaksızın döver ve öfkelenir. Fakat mevlâsının evlâdına karşı mütevazidir. Mevlâsının nezdinde o çocuğun kıymetinin, kendi kıymetinden üstün olduğunu bilir. Çünkü evlâdın hizmetçiden daha aziz olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan gurur ve Âdem-i tevazu, öfkelenmenin gereği değildir. İşte aynen bunun gibi bid'atçı ve fâsığa bakıp onların âhirette Allah katında kıymetleri ezelde takdir edilen îmandan Ötürü senin kıymetinden daha üstün olduğunu düşünmen mümkündür. Senin de ezelde kötü kaza ve kaderinden ötürü gâfil olduğun halde, onların senden üstün olduklarını sanabilirsin. Bununla beraber, sen mevlânın sevgisinden ötürü emrin hükmüne uyarak bid'atçı ve fâsığa kızarsın. Çünkü onlardan mevlânın hoşuna gitmeyen hareketler sudur etmiştir. Bunu, mevlânın nezdinde âhiret âleminde mevlâya senden daha yakın olması muhtemel olan bir kimseye tevazu göstermekle beraber yaparsın. İşte bazı âlim ve akıllılar böyle yapardı. Buna korku ve tevazu da eklenirdi.
Mağrur bir kimseye gelince, o gururlanır, başkasına ümit ettiğinden daha fazlasını kendisine ümit eder. Neticenin bilinmemesine rağmen böyle hareket eder. Bu, gururun son derecesidir. Allah'a karşı isyan eden veya bid'at oluşuna inanarak emr-i ilâhînin hükmüyle bid'atçıya kızıp ondan uzaklaşan bir kimse için tevazuyu elde etme yolu budur!
Yedinci Sebep: İbâdet ve takva ile gururlanmaktır. Bu da kullar için büyük bir fitnedir. Bunun çıkar yolu diğer kullara karşı tevazu göstermeyi kalbine gerekli kılmaktır. Şöyle ki: İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? (Zümer/9) Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashâbımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir. 76
İlmin Fazileti hakkında vârid olan daha nice hadîsler vardır. Eğer âbid kişi 'Bence fazilet, ilmiyle amel eden âlim içindir. Bu ise fâcir bir âlimdir' derse, ona cevap olarak denir ki: 'Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, Allah katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür. Bu ihtimallerin her biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludur. Madem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz değildir. Aksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır'.
Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin kendini âbidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hazret-i Peygamber Âlimin âbide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashâbımdan üstünlüğüm gibidir' buyurmuştur.
Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurdu. Oysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü zaman ki hâlinin, Allah'ın katında Allah nezdinde kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Çünkü Allah ondan, o günahından ötürü nefret etmiştir. Madem böyle bir ihtimal vardır, o halde âlimin nefsi için korkması lâzımdır. Alim ve âbidin nefsi için korkması sözkonusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, âlime karşı âbidin durumudur.
Âlim olmayana karşı âbidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları âbide örtülü ve durumları âbide apaçık görünenler. . . Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması mümkündür. İbâdet bakımından daha fazla, Allah sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür.
Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve 'bunun günahı benden daha fazladır' demen de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen. . . Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, bâtıla inanmak, Allah'ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi Allah katında şiddetlidirler. Çoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı Allah'ın nefretine uğrarsın. Bazen de fâsıklığı açık olan bir fâsığın Allah sevgisi, ihlâs, korku ve Allah'ı tâzim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. Allahü teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affeder. Böylece kıyâmet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsün. Böyle olması pekâlâ mümkündür. Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmez. Sen bu tehlike hakkında düşündüğün zaman başkasına karşı mağrur olmaktan seni alıkoyacak bir meşguliyetin olur.
Vehb b. Münebbih der ki: 'Herhangi bir kul da o hasletler olmadıkça aklı tamam değildir'. Bunun üzerine o hasletlerin dokuzunu sayıp onuncu haslete gelince şöyle dedi: "Onuncu hasletin ne olduğunu biliyor musun? O onuncu hasletle kulun cömertliği artmış ve zikri yücelmiştir. O onuncu haslet, bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesidir. İnsanlar kişinin yanında ancak iki grupturlar. O gruplardan biri kişiden daha faziletli ve daha üstündür. Diğer grup, kişiden daha şerir ve daha düşüktür. Bu bakımdan kişi kalben bu iki gruba karşı da tevazu gösterir. Eğer kişi, kendisinden daha hayırlı birini görürse, ona tevazu gösterdiğinden dolayı sevinir ve onun mertebesine ulaşmayı temenni eder. Eğer kendisinden daha şerir birini görürse şöyle demelidir: 'Bu adamın kurtulması, benim de helâk olmam mümkündür'. Bu bakımdan bu kişiyi sonundan korktuğu için şöyle derken görürsün: 'Belki bu adamın iyiliği içindedir. Bu ise o kişi için hayırdır. Ben bilmem! Umulur ki onda, onunla Allah arasında şerefli bir ahlâk bulunsun! Allah o ahlâktan dolayı ona rahmet edip, tevbesini kabul etsin ve en güzel amellerle defterini kapatsın! Benim iyiliğim açıkta görülüyor ama bu durum benim için şerlidir'. Bu bakımdan, yaptığı ibâdetleri âfetlerin yakmasından emin değildir". Sonra Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bu durumda bulunan kişinin aklı kemâle ermiş, bu kimse zamanının ehline baş olmuştur'.
Bir kimsenin, Allah katında şakî olması ezelde, kaza ve kaderde takdir edilmiş olabilir. O kişiye hiçbir durumda böbürlenmek yakışmaz! Evet! Eğer korku bu kişiye galip ise bu kişi herkesi nefsinden daha hayırlı görür. Bu ise faziletin ta kendisidir.
Bir âbid bir dağa sığındı. O âbide, rüyâ âleminde denildi ki: 'Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sordu. Eskici ona gündüz oruç tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini söyledi. Bunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: 'Bu güzel bir ibâdet! Fakat bu sadece herşeyi bırakıp Allah'ın ibadetine dalmak gibi olmaz!' İkinci bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona 'Senin yüzünde görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?' diye sor" denildi. Bunun üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı: 'Ben insanlardan birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir'. Bunun üzerine âbid dedi ki: 'İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!' Bu hasletin faziletine delâlet eden şu âyet-i celîledir.
Verdiklerini, rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler. (Mü'minûn/60)
Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini yaparlar.
Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler. (Mü'minûn/57)
'Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan) korkardık' dediler. (Tûr/26)
Allah günahlardan uzak ve ibâdetlere devam ettikleri halde, meleklerini 'Allah'tan korkmak' ile vasıflandırarak onların durumunu şöyle haber vermiştir:
Gece gündüz hep Allah'ı tesbih ederler, hiç ara vermezler. (Enbiya/20)
Onlar O'nun korkusundan titrerler. (Enbiya/28)
Bu bakımdan ne zaman ki ezelde, kaza ve kaderin sebkat ettiği hükümden korkmak ve sakınmak ortadan kalkar, ecelin sonucunda inkişafa kavuşursa, o zaman Allah'ın azabından emin olmak galebe çalar ve kibir ortaya çıkar. Bu ise helâk olmanın sebebidir. Bu bakımdan kibir, emin olmanın delilidir. Emin olmak da helâk edicidir. Tevâzu korkunun delilidir. Korku ise, saadete vardıran bir vasıftır. Bu bakımdan âbid kişinin, nefsinde kibir taslaması, halkı hakir görmesi ve onları küçük görmesi yüzünden ifsad ettiği, amellerinin zâhiriyle ıslah ettiğinden pek fazladır.
İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdir. Ancak nefis, bu mârifetten sonra tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunur. Oysa yalancıdır. Bu bakımdan bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yapar. Va'dini unutur. Bundan dolayı tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildir. Mârifeti amel ile ikmal etmek, kibrin kabardığı yerlerde mütevâzilerin fiilleriyle nefsi denemek lâzımdır. Şöyle ki: Nefsi beş şeyle imtihan etmeli; imtihanlar her ne kadar çoksa da bu beş imtihan, bâtından çıkarılana her delilden daha fazla delâlet eden delillerdir.
Birinci İmtihan: Herhangi bir ilmî meselede, amellerinden biriyle münâzaat etmesidir. Eğer hak, arkadaşının diliyle ortaya çıkarsa, onu kabul etmek, arkadaşına haklı olduğundan dolayı itaat edip, faziletini ikrar etmek, kendisini ikaz ettiğinden, bilmediğini kendisine öğrettiğinden, hakikati ortaya çıkardığından ötürü kendisine teşekkür etmek ağır gelirse bu durum onun kalbinde gizli bir kibir olduğuna delâlet eder. Bu hususta Allah'tan korksun! Bunu tedavi etmekle meşgul olsun! İlim bakımından bu hastalığı tedavi etmeye gelince, ilmî tedavi şöyle yapılır: Nefsine hasisliğin ve âkıbetinin tehlikesini, kibir ve azametin ancak Allah'a lâyık olduğunu hatırlatmalıdır. Amelî tedavisine gelince, kendisine ağır gelen hakkı ikrar etmeye nefsini zorlamalı, karşıdaki adamı övmeli, nefsinin acizliğini ikrar etmeli, istifade ettiğinden dolayı karşısındaki insana teşekkür etmeli ve şöyle demelidir: 'Zekânla kavradığın hakîkat ne güzeldir! Oysa ben o hakîkati kavramaktan gâfil idim. Allah sana mükâfat versin. Çünkü sen bana bu hakikati öğrettin'. Çünkü hikmet, Mü'minin yitiğidir. Bu bakımdan Mü'min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali kılana teşekkür etmesi uygundur. Birkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu kendisi için tabiî bir durum olur. Kalbine hakkın ağır gelmesi ortadan kalktığı gibi, hakkı kabul etmeye doğru adımlar atmış olur. Ne zaman akran ve emsalinin faziletlerinden dolayı övülmeleri kendisine ağır gelirse, muhakkak kalbinde kibir vardır. Eğer bu tenha da değilde ancak cemaat içerisinde ağır gelirse, onda kibir yoktur, riya vardır. Bu bakımdan riyasını, insanlardan tamahı kesmekten ibaret olan tedavi formülüyle, daha önce söylediğimiz gibi tedavi etmelidir. Nefsine, haddi zâtında kemâle ermesinin, Allah katında kâmil olmanın zerre kadar yararlı olmadığını hatırlatmalıdır. Riyanın diğer tedavi formüllerine de başvurabilirsin. Eğer akran ve emsâlini övmek, hem tek başına kaldığında, hem de halk içerisinde bulunduğunda kendisine zor gelirse, bu takdirde kalbinde riya ve kibir aynı anda bulunur. Onlardan ikisinden de kurtulamadığı takdirde birinden kurtulması fayda sağlamaz. Bu bakımdan iki hastalığı birden tedavi etmelidir. Çünkü onların ikisi de helâk eder.
İkinci İmtihan: Mahfellerde arkadaş ve emsalleriyle bir araya gelmesi, onları nefsine tercih etmesi, onların arkasında yürümesi, mecliste onlardan daha aşağıda oturmasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, o mağrurdur. Bu bakımdan zoraki bir şekilde böyle yapmaya, ağırlık kendisinden sâkıt oluncaya kadar devam etmelidir. Böyle yapmakla kibir kendisinden silinir. Fakat burada şeytanın bir hilesi vardır. Şöyle ki: Ayakkabılarının bulunduğu yerde oturmasını veya kendisiyle emsallerinin arasında, mertebece küçük olan kimselerin oturmasını sağlar ve dolayısıyla kişi bunu tevazu sanar. Bu ise gururun ta kendisidir. Çünkü böyle yapmak mağrur kimselerin nefislerine hafif gelir; zira onlar, görenlere yüksek yerde oturmaya müstehak olduklarını ve faziletlerinin onu gerektirdiğini, buna rağmen onu terkettiklerini ifham ettirirler! Dolayısıyla gurura kapılmış olur. Tevazu göstermekle de gururunu belirtmiş olur. Akran ve emsâlini nefsine tercih etmeli, onların aralarında ve yanlarında oturmalı, onların safından çıkıp ayakkabıların safına gitmemelidir! Böyle yapmak gururun habâsetini, insanın içinden çıkarıcı bir hareket olur.
Üçüncü İmtihan: Fakirin dâvetine icabet etmesi, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmek için çarşı ve pazarlara uğramasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, bu gururdur; zira böyle yapmak güzel ahlâktandır. Bu hareketlerden ötürü elde edilen sevap, pek büyüktür. Bu bakımdan nefsin böyle hareketlerden ürkmesi, ancak içinde bulunan bir çirkinlikten ileri gelir. Kişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdır. Bununla beraber kibir hastalığının kökünü kazıyan ve tarafımızdan daha önce zikredilen bütün marifetleri de iyi anlamalıdır.
Dördüncü İmtihan: Kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdır. Eğer nefsi bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya kibirden veya riyadandır. Yolun boş olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdir. Eğer kendisine ağır gelmezse, bu düşünce riyadır. Bütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirler. İnsanlar kalp doktorluğunu tamamen bırakmış, beden doktorluğuyla iştigal etmektedirler. Oysa bedenlerin ölmesi muhakkak ve mukadderdir. Oysa İnsan oğlu ancak kalp selâmetiyle saadete varır.
Ancak Allah'a selîm bir kalp getiren (fayda görür) . (Şuâra/89)
Abdullah b. Selâm bir bağ odunu sırtladı. Kendisine 'Ey Ebû Yûsuf! Senin hizmetkârlarında ve evlatlarında bunu yapacak vardı. (Neden bunu bizzat yapıyorsun?) ' denildi.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Evet! Vardı. Fakat ben nefsimi, denemek istedim'.
İşte görüldüğü gibi bu zat gururu terketmek hususunda nefsine tatbik ettiği samimî tedavilerle kanaat etmeyip nefsinin bu hususta doğru veya yalancı olduğunu bu şekilde denemiştir. Haberde şöyle vârid olmuştur; 'Meyve veyahut başka bir şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır'. 77
Beşinci İmtihan: Eskimiş elbiseleri giymektir; zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten ürkmesi riya, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise kibirdir.
Ömer b. Abdülaziz'in (radıyallahü anh) siyah yünden yapılmış bir abası vardı, geceleyin onu giyerdi.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim devenin yularını veya dizlerini bağlar, yünden (kabaca) yapılmış elbise giyerse, o kibirden uzaklaşmıştır.
Ben ancak kulum. Yerde oturarak yerim. (Kabaca yapılan) yün elbise giyerim. Deveme yem veririm. Yemek yerken parmaklarımı yalarım. Kölenin dâvetine icabet ederim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.
Ebû Musa el-Eş'ari'ye şöyle denildi: 'Bir grup insan vardır, elbiselerinin yırtık olmasından ve eskimişliğinden ötürü cum'a namazından geri kalıyorlar!' Bunun üzerine Ebû Musa iç gömleği gibi bir abayı giyerek halkın önünde imamlık yaptı.
Bunlar öyle yerlerdir ki bu yerlerde riya ve kibir bir arada bulunur. Cemaatten ötürü meydana gelen riyadır. Tek başına bulunduğu zaman meydana gelen kibirdir. Bunu iyi bil! Çünkü şerri bilmeyen şerden korunamaz. Hastalığı bilmeyen tedavisini yapamaz.
72) Dârekutnî, İfrad] İbn Asâkir; Zühd, (mürsel olarak)
73) Tam adı, Hakîm b. Hizam b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay el-Esedî'dir. Hazret-i Hatice'nin yeğenidir. H. 50 (veya 60) senesinde vefat etmiştir. 120 sene yaşayıp ömrünün yarısını İslâm'da, yarısını da da küfürde geçirenlerdendi.
74) Müslim, Buhârî
75) Hazret-i Ömer'in sözünden alınmıştır: 'Keşke Ömer'i annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip yeseydiler'.
76) Tirmizi ve Taberânî, (Ebû Umâme'den)
77) Beyhakî, Şuab'ul-îman
29-2
İkinci Bölüm "Ucub"
Bu bölümde ucb'un zemini, âfetleri, hakikati, nazlanma, ucub ile nazlanmanın târifi ve özet olarak ucb'un tedavisi beyan edilmiş, ucub âfetinin kısımları ve tedavisinin tafsilâtı izah edilmiştir.
1. Ucb'un Zemmi ve Âfetleri
Ucub, gerek Allah'ın Kitabı'nda ve gerek Hazret-i Peygamber'in sünnet-i seniyyesinde kötülenmiştir.
Âyet-i Kerîmeler
Andolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozguna uğrayarak arkanızı dönmüş (kaçmaya başlamış) tınız. (Tevbe/25)
Allahü teâlâ bu âyet-i celîleyi onların ucb'a kapılmasını kötülemek sadedinde indirmiştir.
Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Allah onlara ummadıkları yerden geldi. (Haşr/2)
İşte görüldüğü gibi Allahü teâlâ, kâfirlerin kaleleri ve kuvvetleriyle ucb'a kapılmalarını kötülemektedir.
Onlar dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimselerdir. (Kehf/104)
Bu da çalışmakla ucb'a kapılmaya dönüşür. İnsan oğlu bazen isabetli bulduğu bir hareketinden dolayı ucb'a kapıldığı gibi, yanlış olan bir hareketiyle de ucb'a kapılır.
Hadîsler
Üç haslet vardır. Onlar helâk edicidirler: 1. İtâat olunan cimrilik, 2. Arkasından gidilen hevâ-i nefis, 3. Kişinin nefsini beğenmesi neticesinde ucb'a düşmesi
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ebû Salebe (el-Hüşenî'ye) , ümmetin sonunu zikrederken şöyle buyurmuştur:
Sen itâat olunan bir cimriliği, arkasında gidilen bir hevâ-i nefsi ve her rey sahibinin reyini benimsemesini gördüğün zaman, nefsini kurtarmaya çalış!78
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Helâk olmak iki haslettedir: a) Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak, b) Ucb'a kapılmak.
İbn Mes'ûd bu iki hasleti şu hikmetten dolayı bir arada zikretmiştir: Zira saadet ancak çalışmak, aramak, ciddiyet ve gayretle elde edilir. Ümitsiz bir kimse ise ne çalışır ne arar. Ucb'a kapılan bir kimse ise, saadete erdiğine inanır. Muradını elde ettiğine kanaat getirir ve dolayısıyla çalışmaz. Çünkü var olan birşey aranmaz. Muhâl olan birşey de aranmaz. Ucb'a kapılan bir kimsenin inancına göre saadet vardır ve kendisi de o saadete ulaşmıştır.
Ümitsiz bir kimse ise saadeti elde etmenin imkânsız olduğuna inanır. İşte bundan dolayı İbn Mes'ûd. bunların ikisini bir arada zikretmiştir.
Artık kendinizi övüp yüceltmeyin! (Necm/32)
İbn Cureyc79 der ki: 'Bu âyet-i celîlenin mânâsı, 'bir hayrı işlediğin zaman 'Ben onu işledim' demendir'.
Zeyd b. Eslem de ayete şu şekilde mânâ vermiştir: 'Nefsinizi hayır yapar ve hayır sever sanmayınız', İşte ucb' un mânâsı budur.
Talha80 Uhud gününde, kendi vücuduyla Hazret-i Peygamber'i düşmanın oklarından ve saldırısından korudu. Bedenini Hazret-i Peygamber'in önünde siper yaptı. Hatta kolu isabet aldı. Sanki bu büyük fiili, taaccübe kapılmasını gerektirdi; zira o canını Hazret-i Peygamber'e fedâ etti. Hazret-i Ömer, onda, bu durumu sezmiş ve şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'le beraber Talha'nın eli isabet aldığından bu yana Talha'da bir ucub vardır'. Fakat ondan ucbunu izhar ettiğine ve herhangi bir müslümanı hakir gördüğüne dair birşey nakledilmemiştir.
Şûra heyeti hakkında İbn-i Abbâs, Hazret-i Ömer'e dedi ki: 'Sen Talha hakkında ne düşünüyorsun?' Hazret-i Ömer şöyle dedi: 'Onda ucub vardır'.
Madem Talha gibi büyük insanlar ucubdan kurtulamıyorlar, acaba sakınmadıkları halde zayıflar nasıl kurtulabilir?
Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: 'Eğer ben geceyi uyuyarak geçirir, sabahleyin gecemi bu şekilde geçirdiğimden dolayı pişmanlık duyarak sabahlarsam böyle olmam, geceyi ibâdetle geçirip sabahleyin ucb'a kapılarak sabahlamamdan bana daha sevimli gelir'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, sizin için günahtan daha büyük olan bir şeyden korkardım. (O da) ucub'dur.
İşte görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, ucb'u günahlardan daha büyük göstermiştir.
Bişr b. Mansur görüldüğü zaman Allah ve âhiret günü hatıra gelirdi. Bişr'i bu mertebeye ulaştıran şey, ibâdete devamlılığı idi. Bir gün arkasında bekleyen biri olduğu halde, namazını uzattı. Bişr, arkada bekleyen insanın bunu iyiliğine yorumlayacağını sezince namazı bitirdi ve adama şöyle dedi: 'Benden gördüğün ibâdet seni hayrete sevketmesin. Çünkü İblis uzun bir müddet meleklerle beraber Allah'a ibâdet etti. Sonra bugünkü durumuna düştü'.
Hazret-i Aişe'ye denildi ki: 'Kişi ne zaman kötülük yapmış olur?' Cevap olarak dedi ki: İyilik yaptığını sandığı zaman'.
Sakın sadakalarınızı minnet edip başa kakmak ve eziyyet vermek suretiyle iptal etmeyiniz. (Bakara/264)
Minnet etmek, sadakayı çok saymanın neticesidir. Ameli büyük saymak ise ucbun ta kendisidir. Bu bakımdan bununla anlaşıldı ki ucub gerçekten kötüdür.
78) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Hâce
79) Adı Abdülmelik b. Abdülâziz el-Kureyşî'dir
80) Talha b. Ubeydullah et-Teymî el-Kureyşî'dir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.
2. Ucb'un Âfetleri
Ucb 'un âfetleri pek çoktur. Çünkü ucub, kibre çağırır; zira daha önce dediğimiz gibi ucub, kibrin sebeplerinden biridir. O halde ucubdan kibir doğar, kibirden de hiç kimseye gizli olmayan birçok âfetler doğar. Bu durum, kullara göre böyledir. Allah'a göre ise ucub, günahları unutmaya ve ihmal etmeye dâvet eder. Bu bakımdan kişi, günahlarının bir kısmını hatırlamaz, araştırmaz. Çünkü onları araştırmaya kendisini mecbur görmez ve dolayısıyla unutur. Günahlarından hatırladığı kısımları ise, küçük görür. Büyük telâkki edip telâfisine çalışmaz. Aksine bağışlandığını zanneder! İbâdet ve amellere gelince, kişi onları büyük görür. Onlarla mağrur olur. Onları yaptığından dolayı Allah'a minnet eder! Allah'ın tevfîk ve bu ibâdetleri yapması hususundaki nimetini inkâr eder. Sonra ibâdetleriyle ucb'a kapıldığı zaman âfetleri görmez olur. Oysa ibâdetlerin âfetlerini araştırmayan bir kimsenin, çalışmasının çoğu boşa gider. Çünkü zâhirî ameller halis ve riyadan tertemiz olmadıkça az fayda verir. Günahı, ucbu değil de korkusu galebe çalan bir kimse araştırır. Ucb'a kapılan kimse ise, nefsine ve görüşüne aldanıp Allah'ın azabından emin olur. Allah nezdinde bir mertebeye sahip olduğunu zanneder. Allah katında bir minneti ve Allah'ın nimetlerinden biri olan amellerinden ötürü Allah'ın ihsanından olan ibâdetlerinden dolayı bir hakkının olduğunu zanneder!
Ucub onu, nefsini övecek ve tezkiye edecek raddeye vardırır. Eğer görüşüne, amel ve ahlâkına güvenirse, bu güven onu istifade etmekten, istişarede bulunmaktan, bilenlerden sormaktan meneder. Bu bakımdan o, kendi nefsi ve görüşüyle hareket eder. Kendisinden daha âlim olan bir kimseden sormaktan çekinir. Bazen de kendisine doğru görünen yanlış fikrini benimser ve böyle bir fikrin kalbine doğan güzel mânâlardan olduğunu düşünerek sevinir. Fakat başkasının kalbine doğan mânâlara sevinmez. Böylece yanlış fikrinde ısrar eder. Nasihatçının nasihatini, vâizin va'zını dinlemez olur. Hatta başkasına câhil gözüyle bakar ve hatasında ısrar eder. Eğer görüşü dünyevî bir iş hakkında ise, orada sebat gösterir. Eğer dinî bir iş hakkında ise, hele inançların esaslarıyle ilgili olan meselelerde ise bu davranışı nedeniyle helâk olur. Eğer nefsini itham ederse, re'yine güvenmezse, Kur'ân'ın nûruyla nûrlanır, din âlimlerinden yardım talep eder, ilim öğrenmeye devam eder, basiret ehlinden sormayı azaltmazsa, bu durum onu hakikate ulaştırır. İşte bu ve benzeri şeyler ucb'un âfetlerindendir ve bundan dolayı da ucub, helâk edicilerden olmuştur. Ucb'un en büyük âfetlerinden biri de zaferi elde ettiğini, artık ibâdet ve amelden müstağni olduğunu sanmasından dolayı çalışmakta gevşeklik göstermesidir. Bu, katıksız ve açık bir helâktir. Yüce Allah'tan ibâdetine bizi muvaffak etmesini talep ederiz!
3. Ucb'un ve Idlâlin Hakikati ve Tarifleri
Ucub, ancak kemâl olan bir vasıf sebebiyle oluşur. Nefsinin bir ilimde, amelde, malda veya başka bir sahada, kemâlini bilen bir kişinin iki durumu vardır:
Birincisi: O kemâlin zevâlinden, eksilmesinden veya temelinden yok olup gitmesinden korkmasıdır. Böyle bir kimseye ucb'a kapıldı denilmez.
İkincisi: O kemâlin zevâlinden korkmaz. Fakat nefsine izafe edildiğinden değil de Allahü teâlâ tarafından kendisine bir nimet olarak verildiği için onunla sevinir. Bu kimse de ucb'a kapılmış değildir. Bu kimsenin üçüncü bir durumu vardır. O, ucb'un ta kendisidir. O kemâl sıfatının gitmesinden korkmaz ve onunla sevinir. Ona gönül bağlar, onunla sevinmesi de sadece kemâl, nimet, hayır ve yücelik olduğundan dolayıdır. Allah'ın bir nimeti olduğundan dolayı değildir! Bu durumda kemâl sıfatıyla sevinmesi ancak kendisinin sıfatı olduğundan dolayıdır. Kendisine nisbet edildiğinden ve kendisinin böyle bir sıfatı bulunduğundan ötürüdür. Allah'a ait ve Allah'tan geldiğinden dolayı değildir. Bu bakımdan ne zaman kişinin kalbine bu kemâl sıfatının Allah'tan gelen bir nimet olduğu ve Allah'ın dilediği anda o nimeti alabileceği düşüncesi hâkim ise bu takdirde ucub nefsinden zâil olur. Bu bakımdan ucub, nimetin büyütülmesi, ona güvenilmesi ve onu nimet verene izafe etmeyi unutmaktır.
Eğer ucb'a 'Allah katında hak sahibi olduğu, O'nun nezdinde bir makamının olduğu' düşüncesi eklenir ve bundan ötürü dünyadaki ibâdetinden bir keramet bekler, herhangi bir felâkete düçar olmayı uzak bir ihtimal sayarsa, fâsıkların başına fısklarından dolayı gelenin başına gelmeyeceğini uzak saymalarından daha fazla uzak bir ihtimal olarak sayarsa, bu durumuna 'Amelle idlâl (nazlanma) ' adı verilir. Sanki bu kimse Allah'ı minneti altında görür. Böylece bazen başkasına birşey verir, verdiği o şeyi büyütür. Ona minnet eder ve dolayısıyle ucb'a kapılmış olur. Eğer yardım etmiş olduğu kimsenin kendisine çalışmasını istiyorsa veya ona bir sürü tekliflerde bulunmuşsa veya haklarını ödemekten geri kalmasını uzak bir ihtimal sayarsa bu takdirde, ona minnet etmiş olur!
Verdiğini çok bularak başa kakma. (Müddessir/6)
Katâde bu ayetin tefsirinde 'amelinle minnet etme!' demiştir.
Namazını çok görüp nazlanan kimsenin namazı, başının üstüne yükselmez. Yemin olsun, günahlarını itiraf ettiğin halde gülmen, amelini çok görüp nazlandığın halde ağlamandan daha hayırlıdır. 81
İdlal (nazlanma) ucb'un arkasından gelen bir durumdur. İdlâl'e kapılan bir kimse yoktur ki ucb'a kapılmamış olsun. Ucb'a kapılan idlâle kapılmayabilir; zira ucub büyütmek ve nimeti unutmaktan dolayı meydana gelir. Ucb'a kapılan bir insan, amelinden dolayı bir mükâfat beklemez. İdlâl, amelinden dolayı mükâfatı beklemekle beraber meydana gelir. Eğer kişi, duasının kabul edilmesini umar, duasının reddedilmesini kalbinde hoş görmezse ve duasının reddedilmesinden hayrete kapılırsa, bu sefer ameliyle idlâle kapılmış sayılır. Çünkü fâsık bir kimsenin duasının reddedilmesinden hayret etmez. Bu gururundan dolayı kendi duasının reddedilmesine şaşırır. İşte bu ucub ve idlâl'in ta kendisidir. Bunlar kibrin başlangıç ve sebeplerindendirler. Allah en doğrusunu bilir!
81) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyorsa da Zebidî Benî İsrâil âbidlerinden birinin sözü olduğunu söylemektedir.
4. Özet Olarak Ucb'un Çaresi
Her hastalığın ilacı, o hastalığın sebebine zıddıyla karşı çıkmaktır. Ucub hastalığı katıksız cehalettir. Bu bakımdan onun ilacı, sadece o cehalete zıd düşen mârifettir. İbâdet etmek, sadaka vermek, gazaya gitmek, halkı idare edip ıslaha çalışmak gibi kulun ihtiyarı dahiline giren bir fiilden meydana gelen ucub, kulun ihtiyarı dahiline girmeyen ve kulun nefsinden görmediği güzellik, kuvvet, neseb gibi şeylerden gelen ucubdan daha fazladır. Bu bakımdan deriz ki; takva, ibâdet ve kişiyi ucuba sevkeden amel ile kişi ancak bunların kendisinden olduğu düşüncesiyle ucb'a kapılır. Çünkü bu amelin merkez ve mecrası kişidir veya kişiden olup, onun sebebiyle meydana geldiği, kudret ve kuvvetiyle olması bakımından onunla ucb'a kapılır. Eğer o amelin kendisinden olduğu, kendisi onun merkez ve mecrası bulunduğu, o amel kendisinden câri olduğu gibi başkası tarafından da kendisine tatbik edildiği halde ucb'a kapılırsa, bu katıksız bir cehalettir. Çünkü fiilin merkezi olanın, fiili icad ve oluşturmakta herhangi bir müdahelesi yoktur. Kendisi sadece o fiilin icrası için tatbikat yeridir. Bu bakımdan kendisine ait olmayan bir şeyle nasıl ucb'a kapılır? Eğer o fiilin kendisinden olduğunu ve kendisine döndüğünü, ihtiyarıyla oluştuğunu ve kudretiyle tamamlandığını hesaba katarak ucb'a kapılırsa, bu takdirde gücünü, iradesini, azalarını ve amelinin tamamlanmasına vesile olan diğer sebepleri düşünmelidir. Acaba bunlar nereden kendisine gelmiştir? Eğer bütün bunlar Allah tarafından kendisine bir nimet olarak verilmiş ise ve bu nimeti gerektiren bir hakkı da yoksa, bu nimetlere kendisini vardıracak bir vesilesi mevcut değil ise -ki muhakkak böyledir- bu takdirde Allah'ın cömertliğine, kerem ve faziletine hayret etmelidir; zira Allah, müstehak olmadığı nimeti kendisine vermiştir. Kendisinin bir hakkı bulunmadığı halde kendisini başkasına, bu hususta tercih etmiştir. Bu bakımdan sultan, ne zaman hizmetkârlarına görünür, onlara bakar, onların birine hediyeler verirse ve bu verdiği hediyelerde verilenin herhangi bir sıfatından, güzelliğinden ve hizmetinden değil ise, sultanın lütûf olarak, hakkı olmadığı halde kendisini başka hizmetkârlarına tercih edişinden dolayı ucb'a kapılması mümkündür. Fakat bu kimsenin ucb'u 'Bu nerden geliyor ve sebebi nedir?' düşüncesinden kaynaklanır. Böyle bir kimse, nefsine aldanarak ucb'a kapılmamalıdır. Evet; kulun, ucb'a kapılıp şöyle demesi mümkündür: 'Sultan âdil bir hâkimdir. Zulmetmez! Yaptıklarını -sebep olmadıkça- ne vaktinden önce, ne de vakti geçtikten sonra yapmaz! Eğer sultan bendeki bâtın sıfatlardan birini sezmeseydi hediyesiyle beni diğer arkadaşlarıma tercih etmez ve o hediyeyi sadece bana tahsis etmezdi'.
Bu bakımdan ona denilir ki; o sıfat da (hediye ile seni tercih etmeye vesile olan sıfat da) sultanın hediyesi ve atiyesidir. Öyle bir hediye ki senin hiçbir dahlin olmaksızın sultan onu sana kendiliğinden tahsis etmiştir veya o hediye başkasının hediyesidir. Başkasının hediyesi de eğer sultanın hediyesinden ise, onunla da ucb'a kapılmamalısın! Bu, tıpkı sultanın sana bir at verdiğinde ucb'a kapılmayıp, ondan sonra bir hizmetçi verdiği için ucb'a kapılman ve 'Ben at sahibiyim de hizmetkârı bana verdi. Başkasının ise atı yoktur ki ona hizmetkâr versin' demen gibidir. Bu takdirde denilir ki; 'Sana atı veren de odur. Bu bakımdan at ile hizmetkârı birden vermekle, birini diğerinden sonra vermek arasında hiçbir fark yoktur. Madem ki hepsi ondandır, senin nefsin değil de onun cömertliği ve fazileti seni ucb'a sürüklemelidir!'
Eğer o sıfat sultandan başkasından olsaydı, o sıfatla ucb'a kapılması uzak bir ihtimal değildi! Böyle birşey dünya sultanları hakkında düşünülebilir. Fakat sultanların sultanı, kahhâr, cebbâr, bütün kâinatı yoktan var eden, sıfatı da sıfat sahibini de, bir program ve proje olmaksızın yaratan hakkında bu düşünülemez; zira sen ibâdetinle ucb'a kapılır, 'Ben O'nu sevdiğim için beni ibâdete muvaffak etti' dersen, sana (cevap olarak) şöyle denir: 'Senin kalbinde sevgiyi yaratan kimdir?' Muhakkak sen 'O'dur!' diyeceksin. Bu takdirde sana denilir ki; 'Sevgi ile ibâdetin değeri O'nun katından gelen nimetlerdir. O nimetleri senin bir hakkın olmadığı halde sana vermiştir'. Bu bakımdan ucb'a kapılmak O'nun cömertliğiyle olur; zira o senin varlığını, sıfatlarının varlığını, amellerinin varlığını ve sebeplerini sana ihsan etmiştir. Durum bu iken âbidin ibâdetiyle, âlimin ilmiyle, güzelin güzelliğiyle, zenginin zenginliğiyle ucb'a kapılmasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bütün bunlar Allah'ın faziletindendir. Ancak kişi, Allah'ın faziletinin ve cömertliğinin feyezan ettiği merkezdir. Merkez de onun fazilet ve cömertliğindendir.
İtiraz: Amellerimi bilmemem mümkün değildir. Çünkü onları yapan benim! Onlardan ötürü sevap bekleyen benim! Eğer onlar benim amelim olmasaydı ben sevap bekler miydim? Eğer ameller, yoktan var etmek yoluyla Allah'ın mahlûkları olsa artık benim için sevap nerede kalır? Eğer ameller benden ise, benim kuvvet ve kudretimle olmuşsa, ben onlardan ötürü nasıl ucb'a kapılmayayım?
Cevap: Buna iki şekilde cevap verilir: Birincisi apaçık bir haktır. Diğerinde ise bir tür müsamaha vardır. Apaçık hakka gelince, sen, senin kudretin, iraden, hareketin ve bütün bunlar Allah'ın yarattıklarından ve yoktan var ettiklerindendir. Sen yaptığın zaman, yapmadın, ancak (O'nun yardımıyla yapmış oldun) . Namaz kıldığın zaman sen kılmadın, (ancak O'nun yardımıyla kıldın) .
Attığın zaman sen atmadın. Allah attı. (Enfâl/17) İşte kalp sahiplerine keşfolunan hakîkat budur.
Bu, gözün görmesinden daha açık bir şekilde müşâhede edilir. Seni, âzalarını, o âzalardaki kuvvet, kudret ve sıhhati Allah yarattı. Senin için akıl ve ilmi O yarattı. Senin için iradeyi O yarattı. Eğer sen bunlardan herhangi bir şeyi nefsinden yok etmek istersen buna gücün yetmez. Sonra âzalarında hareketleri yarattı. Yaratmak hususunda O'nunla beraber senin cihetinden gelen bir ortaklık olmaksızın bunları yaratmaya başladı. Bunları tertib üzere yarattı. Azada kuvveti ve kalpte iradeyi yaratmadan önce hareketi yaratmadı. Maksat ve murada taallûk eden ilmi yaratmadan önce iradeyi yaratmadı. Bu nedenle O'nun yaratmadaki tedricî prensibidir ki sana 'amelini var etmişsin' hayalini verir. Halbuki sen burada yanılmaktasın. Bunun izahı ve Allah'ın yarattığı amelden dolayı sevabın keyfiyetinin takriri Şükür Kitab'ında gelecektir. Çünkü orası bunun izahına daha uygundur.
Biz şimdilik senin müşkilatmı içinde bir tür müsamaha bulunan cevapla halletmeye çalışalım: Sanırsın ki amelin senin kudretinle var olmuştur (!) Senin kudretin neredendir?
Halbuki amel ancak senin varlığınla tasavvur edilebilir. Amelin, iraden, kudretin ve amel için diğer sebeplerin varlığı düşünüldükten sonra, amel düşünülebilir. Bütün bunlar senden değil, Allah'tandır. Eğer amel kudretle ise, kudret onun anahtarıdır. Bu anahtar da Allah'ın elindedir. Allah sana anahtarı vermedikçe, amel yapmak gücün dahilinde değildir. İbadetler hazinelerdir. Onlara saadetlerle varılır. Onların anahtarları kudret, irade ve ilimdir. Bütün bunlar şeksiz ve şüphesiz Allah'ın kudret elindedir.
Acaba bütün dünya hazinelerini bir kale içinde görsen, o kalenin anahtarı da öyle bir hazinedarın elindedir ki eğer o kalenin kapısında bin sene oturup duvarlarının etrafında bin sene gezsen onun bir dinarına bakma imkânını dahi sana vermez. Eğer sana anahtarı verirse, kolaylıkla elini uzatıp alırsın. O hazinedar sana anahtarları verdiği, o kaleye seni girdirip açma imkânlarını sana verdiği zaman, sen de elini uzatıp onu alırsan senin ucb'a kapılman hazinedarın anahtarları sana vermesiyle mi veya elini uzatıp anahtarları almanla mı olacaktır? Sen bunun hazinedardan bir nimet olduğundan şüphe etmezsin. Zira elin hareketiyle malı almak, az bir külfettir. Düğüm, ancak anahtarların teslimiyle çözülür. Aynen böyle kudret halkedildiği, kesin irade musallat kılındığı, yapmaya teşvik edici şeyler harekete geçtiği, engeller senden uzaklaştırıldığı zaman amel sana kolay gelir. Amelin teşvikçilerini harekete geçirmek, engelleri ortadan kaldırmak, sebepleri meydana getirmek, bütün bunlar Allah'tandır. Bunların hiç biri senden değildir. Bundan dolayı bütün işleri elinde tutan Allah'ın kuvvet ve kudretinden hayret etmeyip kendi nefsinin cılız kuvvetiyle hayrete kapılman anormalliktir. Sen Allahü teâlâ'nın seni fâsık kullarına, bir lütfu ve keremi olarak tercih ettiğine, o fâsıklara, fesada davet edici fikirleri musallat kılıp o fikirleri senden uzaklaştırdığına, fâsıklara şehvet ve lezzetlerin sebeplerini elde etme imkânını verip, bunları yararına olsun diye senden uzaklaştırdığına, onlardan hayra çağıran sebepleri uzaklaştırıp hayrı işlemeyi sana, şerri işlemeyi de onlara kolaylaştıran ve hayrın teşvikçilerini sana musallat kılan Allah olduğu halde ve bütün bunları da senin bir hakkın olmadığı halde sana ikram eden, fâsığıın da geçmiş bir suçu bulunmadığı halde onu öyle kılan, seni ona tercih eden, faziletine mazhar kılan, asiyi uzaklaştıran, adaletiyle şekavete sürükleyenin O olduğunu bilip bütün bunlardan sonra yine de nefsine paye verip ucb'a kapılırsan, doğrusu bu şâyân-ı hayrettir!
Hâl böyle iken, senin kudretin -kudretin dahilinde olana- ancak Allah'ın muhalefeti mümkün olmayan bir teşvikçiyi sana musallat kılmasıyla olur. O fiile -her ne kadar tahkikte faili sen olsan da- seni mecbur eden O'dur. Bundan ötürü şükür ve nimet senin değil, O'nundur. Tevhîd ve Tevekkül bölümünde sebeplerin ve müsebbiblerin zincirlemesinin beyanından Allah'tan başka hakikî failin olmadığını, ondan başka yaratıcının bulunmadığını öğreneceksin! Esasen o kimseye hayret etmeli ki Allah'ın kendisine akıl ihsan ettiği halde kendisini ilimsiz bir kimseden daha fakir bıraktığına hayret eder ve şöyle der: 'Ben akıllı ve faziletli olduğum halde Allah benden nasıl günlük nafakamı meneder de şu kişiye -gâfil ve cahil olduğu halde- dünya nimetlerini yağdırır?!' Hatta nerede ise bunu zulüm görecek kadar ileri gider. Mağrur adam bilmez ki eğer Allah ona akıl ve malı birden vermiş olsaydı, zahiren bu zulme daha çok benzerdi. Zira fakir olan cahil şöyle derdi: 'Yarab! Neden sen ona akıl ile zenginliği birden verdin, beni ikisinden de mahrum bıraktın? Neden ikisini birden bana vermedin veya neden birini bana ihsan etmedin?' Hazret-i Ali de buna işaret etmiştir. Nitekim kendisine 'Neden akıllılar fakirdirler?' diye sorulduğu zaman, şöyle demiştir: 'Kişinin aklı rızkından düşürülür!'
Şaşılacak şey şudur ki akıllı fakir, çoğu zaman zengin cahili kendisinden daha iyi görür! Halbuki eğer kendisine 'Onun cehaletini ve zenginliğini, aklınla fakirliğinin yerine kabul et' denilirse bunu kabul etmeyişi; Allah'ın ona vermiş olduğu nimetin daha büyük olduğuna delâlet eder. O halde neden cahile verilen zenginliğe hayret eder? Fakir ve güzel kadın, çirkin kadının üzerinde zînetler gördüğü zaman hayret ederek şöyle der: 'Bu güzelliğim süsten nasıl mahrum olur? O çirkinlik nasıl bu zînetlere sahip olur?' Halbuki mağrur kadın bilmez ki onun tabiî güzelliği, rızkından sayılır. Eğer kendisine 'Ya tabiî güzelliği veya zenginlikle çirkinliği kabul et' dense, elbette tabiî güzelliği seçer. O halde Allah'ın ona vermiş olduğu nimet daha büyüktür.
Akıllı ve fakir hakimin kalbinden 'Yarab! Neden beni dünyadan mahrum ettin? Dünyayı cahillere verdin?' demesi, tıpkı sultan tarafından kendisine at verilen bir kimsenin 'Ey sultanım! Ben at sahibi olduğum halde neden bana hizmetkâr vermedin?' demesi gibidir. Bu bakımdan sultan ona şöyle diyebilir: 'Eğer ben sana atı vermemiş olsaydım sen hizmetkârı başkasına vermeme hayret etmezdin! O halde sanki ben sana atı vermemişim gibi bir düşün bakalım! Acaba sana vermiş olduğum nimetim, senin için bir hüccet mi oluyor ki onunla başka bir nimet istiyorsun?'
İşte bunlar' cahillerin yakalarını kurtaramadığı birtakım vehimlerdir. Bütün bu vehimlerin kaynağı cehalettir. Cehalet de ancak, kulun amelinin ve vasıflarının tümünün Allah katında birer nimet olduklarını ve kul müstehak olmadan Allahü teâlâ'nın bu nimeti kendiliğinden kuluna ihsan ettiğini bilmekle ortadan kalkar. Tevazu ve teşekkür etmeyi insana gerekli kılar. Zevalinden korkmayı da nasip eder! Bunu bilen bir kimse için ilmiyle veya ameliyle ucb'a sapmak tasavvur olunamaz. Zira bunun Allah'tan olduğunu bilir. Nitekim Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Hiçbir gece yok ki Dâvud'un aile efradından biri ibadet etmesin. Hiçbir gün yok ki Dâvud'un aile efradından biri mutlaka oruçlu olmasın!'
Başka bir rivâyette 'Gecenin veya gündüzün herhangi bir saati yok ki o saat de Dâvud'un ailesinden biri sana ibadet etmesin. Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya senin zikrini yapar' diye varid olmuştur. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, Dâvud kuluna şöyle vahy gönderdi: 'Acaba bu kuvvet onlara nereden verilmiş? Muhakkak ki o kuvvet ancak bendendir. Eğer sana yardımım olmasaydı buna güç yetiremezdin. Gelecekte seni nefsine havale edeceğim'.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: 'Dâvud'a (aleyhisselâm) isabet eden zelle (günah) ancak ameliyle ucb'a kapılmasından ileri geldi. Zira Dâvud (aleyhisselâm) ameli, Dâvud'un aile efradına izafe ederek onunla nazlandı. Vaktâ ki nefsine havale edildi, pişmanlık ve üzüntüyü gerektiren zelleyi işledi'. 82
Dâvud (aleyhisselâm) dedi ki:
-Yarab! İsrâiloğulları, neden İbrahim, İshak ve Yâkub'un yüzü suyu hürmetine senden istiyorlar!
-Ben onları belâlandırdım. Onlar sabrettiler!
-Beni de belâlandırırsan sabrederim! Böylece vakti gelmeden önce ameliyle nazlandı. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
-Ben onlara belâ olarak verdiğim birşeyi haber vermedim.
Hangi ayda ve hangi günde olacağını söylemedim. Halbuki sana şu içinde bulunduğun senede, içinde bulunduğun ayda ve yarın bir kadınla seni imtihan edeceğimi haber veriyorum. Bu bakımdan nefsini koru!83
İşte bundan dolayı Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) girmiş olduğu girdaba girdi. Hazret-i Peygamber'in ashâbı da Huneyn gününde kuvvetlerine ve çokluklarına güvenip, Allah'ın kendilerine olan yardımını unuttukları ve 'Biz bugün azlıktan ötürü mağlup olmayız' dedikleri zaman, nefislerine havale edildiler. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
Andolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanızı dönmüştünüz! (kaçmıştınız) . (Tevbe/25)
İbn Uyeyne, Hazret-i Eyyûb'un (aleyhisselâm) şöyle dediğini rivâyet eder: 'Ya ilahî! Beni bu belâ ile müptela ettin! Halbuki bana herhangi bir emir geldiğinde mutlaka senin isteğini kendi isteğime tercih ettim'. Bunun üzerine bir buluttan, onbin ayrı sesle 'Ey Eyyûb! O fazilet sana nereden gelmiştir?' diye seslenildi.
Râvi der ki: 'Eyyûb (aleyhisselâm) bunun üzerine, yerden kum ve toprak avuçlayıp başına serpti ve şöyle dedi: 'Senden yarab! Senden yarab!' Böylece unutkanlığından onu Allah'a izafe etmeye döndü ve bunun için Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi aslâ temizlemezdi. (Nûr/21)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) insanların en hayırlısı oldukları halde ashâbına şöyle hitap etti:
-Hiç kimse yoktur ki ameli onu kurtarsın!
-Sen de mi ya Rasûlüllah?
-Benim de amelim beni kurtaramaz! Ancak rabbimin rahmetiyle beni örtmesi hariç!84
Hazret-i Peygamber'in ashâbı kendisinden sonra toprak, saman ve kuş olmalarını temenni ederlerdi. Hem de amellerinin ve kalplerinin saflığına rağmen: . . Durum bu iken, acaba basiret sahibi nasıl ameliyle ucb'a kapılıp onunla cilveler yapıp nefsi için korkmayacaktır?
Vaziyet bu iken ucub lekesini kalpten söküp atan ilaç ancak budur. Bu düşünce kalbe hâkim olduğu zaman, bu nimetin elinden alınacağı korkusu kalbi, amellerle ucb'a kapılmaktan meneder. Kalp kâfir ve fâsıklara bakar, onların daha önce işlemiş oldukları bir günah olmaksızın, îman ve taat nimetinden mahrum kılındıklarını görür. Bu durumdan korkar ve şöyle der: 'Allah, suçsuz mahrum etmekten perva etmez. Nice Mü'min vardır ki dininden dönmüş, nice mutî vardır ki fâsık olmuş ve sonucu kötülükle kapanmıştır'. İşte böyle bir düşünce ile beraber hiçbir halde ucub kalamaz. Allah herkesten daha iyi bilir.
82) Hakim ve Beyhakî, Şuab'ul-Îman
83) İbn Cerîr, (İbn-i Abbas'tan)
84) Müslim, Buhârî
Ucub'u Gerektiren Şeylerin Kısımları ve İlacının Tafsilatı
Daha önce zikrettiğimiz böbürlenmenin sebepleriyle ucub meydana gelir. Bazen de böbürlenmeye vesile olmayan birşey ile insan ucb'a kapılır. Cehaletiyle kendisine süslü püslü görünen yanlış fikirden ucb'a kapılması gibi. . . Ucb'a yol açan şeyler sekiz tanedir.
Birincisi: Güzelliği, giyinişi, sıhhati, kuvveti, fiziğinin ve sesinin güzelliği hususunda bedeniyle ucb'a kapılmaktır. Kısacası her şeyi ile ucb'a kapılmaktır. Bu bakımdan nefsinin güzelliğine bakar ve bu güzelliğin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu ve her durumda zevale mahkum olduğunu unutur. Bu şekilde ucb'a kapılmanın tedavi yolu; güzelliğiyle kibre kapılmak hakkında belirttiğimiz ilacın aynısıdır. O da şudur: 'İçindeki pislikleri, başlangıcını, sonunu düşünmeli, güzel yüzler ve yumuşak bedenlerin toprak altında nasıl paramparça olduklarını, kabirlerde nasıl koktuklarını düşünmelidir. Tabiatların kendilerinden nasıl ürker bir vaziyete geldiğini çok iyi düşünüp ibret almalıdır.
İkincisi: Kuvvet ve kudretiyle ucb'a kapılmasıdır. Nitekim Ad85 kavminden hikâye olunduğu gibi, Allah'ın haber verdiğine göre onlar dediler ki:
Bizden daha kuvvetli kim var? (Fussllet/15)
Nitekim Uc86 kuvvetine güvenerek, kuvvetinden dolayı ucb'a kapılarak büyük bir kayayı Hazret-i Mûsa'nın ordusu üzerine atmak için kaldırdı. Allahü teâlâ, kaya parçasını, Hüdhüd kuşunun gagası ile Uc'un boynuna geçirmek üzere deldirdi. Bazen Mü'min bir kimse de kuvvetine güvenir. Nitekim Hazret-i Süleymân'dan şöyle rivâyet ediliyor:
Muhakkak bu gece yüz hanımımın odalarına gideceğim; (onlarla birlikte olacağım)
Hazret-i Süleymân 'Eğer Allah dilerse' demeyi unuttu ve dolayısıyla istediği evlattan mahrum oldu. 87 Hazret-i Dâvud'un 'Eğer beni belâlandırırsan sabredeceğim' sözü de böyledir. O, kuvvetinden ucb'a kapılarak ve kuvvetine güvenerek bunu söyledi. Kadınla imtihan edildiği zaman sabredemedi. 88
Kuvvetle ucb'a kapılmak, savaşlarda hücum etmeyi, nefsi tehlikeye atmayı, kötülükle kasteden herkesi öldürmeyi ve vurmakta acele etmeyi beraberinde getirir. Bu tür ucb'un tedavisi, daha önce zikrettiğimiz şekildedir. Bilmelidir ki eğer bir günlük sıtmayı Allahü teâlâ kendisine musallat kılarsa kuvveti zayıflar. O kuvvet ile ucb'a kapıldığı takdirde, Allah'ın kendisine musallat kılacağı ufak bir âfetle o kuvvetin kendisinden selbedebileceğini de bilmelidir!
Üçüncüsü: Akıl ve zekasından, din ve dünya işlerinin inceliklerini sezdiğinden ucb'a kapılmaktır! Böyle bir ucb'un semeresi; kendi görüşünü beğenmek, meşvereti terketmek, kendisine ve görüşüne muhalif olan kimseleri cehaletle itham etmektir! Böyle bir kimse ehl-i ilme az kulak verdiğinden, aklı ve reyiyle kendisini büyük saydığından dolayı, onlardan yüz çevirmeye, onları hakir ve zelil görmeye cesaret eder. Bu tür ucb'un tedavisi Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği akıldan dolayı Allah'a teşekkür etmesi, bu aklı dimağına isabet edecek az bir hastalıkla nasıl deliliğe çevirebileceğini, kendisini nasıl gülünç bir duruma sokabileceğini düşünmektir. Bu bakımdan böyle bir kimse, eğer aklıyla ucb'a kapılırsa Allah'ın, aklı kendisinden alacağından emin olmamalıdır. Eğer onun şükrünü ifa etmezse, korkmalıdır. O halde kişi akıl ve ilmini az saysın ve bilsin ki kendisine ilimden pek az verilmiştir. Her ne kadar ilmi geniş ise de bildikleri bilmediklerinden daha azdır ve böyle bir kimse aklını daima itham etmeli, ahmaklara bakmalıdır. Halk onlara güldüğü halde, onlar akıllarını nasıl beğeniyorlar? Dolayısıyla bilmediği halde onlardan olmaktan sakınmalıdır. Zira aklı kısa olan bir kimse hiçbir zaman aklının kusurunu bilmez. Bu bakımdan aklının derecesini nefsinden değil, düşmanlarından öğrenmelidir. Zira kendisine yağ çeken bir kimse onu över, dolayısıyla onun ucb'u gittikçe kabarır. Halbuki o nefsi için sadece iyi şeyler düşünür. Nefsinin cehaletini bir türlü sezemez ve dolayısıyla bu övgü ile ucb'u daha da artar.
Dördüncüsü: Şerefli bir neseb ve soyla ucb'a kapılmaktır. Haşimî89 soyundan gelenlerin ucb'u gibi. . . Hatta bazıları nesebinin şerefiyle, ecdadının kurtuluşuyla kurtulacağını ve affolunacağını sanır (!) Bazıları da bütün insanların kendisinin kölesi ve kulu olduğunu düşünür. Bu tür ucb'un tedavisi şunları bilmesidir: Ne zaman fiil ve ahlâkında ecdadına muhalefet ederse, buna rağmen onların zümresine iltihak edeceğini sanırsa, cehalet girdabına girmiş olur. Eğer ecdadına uyarsa, ucb'a kapılmak onların ahlâkından değildir. Korku, nefsini hakir görmek, halkı büyütmek, nefsini zemmetmek onların ahlâkından idi. Onlar ibadet, ilim ve güzel hasletlerle şeref bulmuşlardır, neseble değil! Bu bakımdan ecdadı hangi yoldan şeref bulmuşsa, o da o yoldan şeref arasın. Zira onlarla, Allah'a ve son güne îman etmeyen kimseler de nesebde eşittirler. (Ebû Leheb'le Hazret-i Peygamber gibi) ve kabilelerde ortaktırlar. Halbuki bu kâfirler Allah katında köpeklerden daha şerîr, domuzlardan daha şenî'dirler.
Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık! (Hucurât/13)
Yani neseb bakımından aranızda herhangi bir fark yoktur. Çünkü hepiniz aynı asıldan geliyorsunuz. Sonra Allahü teâlâ, nesebin faydasını zikrederek şöyle buyurdu:
Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. (Hucurât/13)
Sonra Allahü teâlâ, şerefin neseble değil, takvâ ile olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
Allah katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır. (Hucurât/13)
Hazret-i Peygamber'i 'insanların en şereflisi ve en akıllısı kimdir?' diye sorulduğu zaman 'Benim nesebimden gelen bir kimsedir!' demeyip, şöyle dedi:
İnsanların en şereflisi, en fazla ölümü anan ve en fazla ölüm için hazırlıklı bulunanıdır. 90
Yukarıda bahsi geçen âyet-i celîle, Bilâl'in Mekke'nin fethedildiği günde Kâbe'nin damına çıkıp ezan okuduğu, Hâris b. Hişam, Süheyl b. Amir ve Hâlid b. Useyd'in 'Bu simsiyah köle mi ezan okuyor!' dedikleri zaman nazil olmuştur.
Allah katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır. (Hucurât/13)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Şüphe yoktur ki Allahü teâlâ, sizden cahiliyet devrinin kibrini gidermiştir. Hepiniz Âdem'in oğullarısınız. Âdem de topraktandır. 91
Ey Kureyş cemaati! İnsanlar kıyâmet gününde amellerle, sizler de sırtlarınıza almış olduğunuz dünya ile gelmeyesiniz! (O zaman) 'Ya Muhammed! Ya Muhammed!' diye sesleneceksiniz. Ben de sizden yüz çevireceğim. 92
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, eğer onlar dünyaya meylederlerse, onlara Kureyş soyundan gelmelerinin kendilerine hiçbir yarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur.
'En yakın akrabalarını korkut!' (Şuarâ/24) âyeti nâzil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber akrabalarını çağırdı ve onlara şöyle dedi:
Ey Muhammed'in (aleyhisselâm) kızı Fâtıma! Ey Muhammed'in (aleyhisselâm) halası ve Abdülmuttalib'in kızı Safiye! Nefisleriniz için amel işleyin. Çünkü ben sizi Allah'ın azabından hiçbir şekilde koruyamam. 93
Bu emirleri bilen ve aynı zamanda şerefinin takvâsı nisbetinde olduğunu anlayan ve yine geçmişlerinin âdetinin mütevazi davranmak olduğunu bilen bir kimse takvâ ve tevazu hususunda onlara uyar. Aksi takdirde lisan-ı hâliyle kendi soyunu tenkid etmiş olur. Onların soyundan gelse bile tevazu, takvâ, Allah korkusu hususunda onlara ayak uydurmazsa, hâl lisanıyla soyunu tenkid etmiş olur.
Soru: Hazret-i Peygamber, kızı Fâtıma ve halası Safiye'ye yukardaki sözlerini söyledikten sonra şöyle buyurdu:
Muhakkak ben ikiniz için Allah'ın azabını uzaklaştırmak hususunda hiçbir fayda sağlayamam. Ancak sizin (benimle) bir yakınlığınız vardır. Ben dünyada o hakkınızı vereceğim. 94
Acaba Benî Süleym (Araplardan bir kabiledir) , benim şefaatimi umar da Benî Abdülmuttalib ummazlar mı?95
Bu hadîsler, Hazret-i Peygamber'in yakın akrabalarına özel bir şekilde şefaat edeceğine delâlet eder.
Cevap: Her müslüman Hazret-i Peygamber'in şefaatini bekler. O halde onun soyundan gelenin beklemesi daha uygundur. Fakat soyundan gelenin şefaatini beklemesi ancak Allah'ın gazabından sakınmak şartıyla yerinde bir ümit olur. Çünkü Allahü teâlâ, eğer bir insana gazab ederse, hiç kimseye o insan için şefaat etme iznini vermez. Zira günahlar, Allahü teâlâ'nın öfkesini gerektirir ve dolayısıyla sahibine şefaat iznini vermemeyi icabettiren, şefaatten dolayı bağışlanan kısımlara ayrılır. Tıpkı dünya sultanlarının katındaki suçlar gibi. . . Zira sultan nezdinde büyük mertebeye sahip olan bir kimse için, sultanın öfkesini gerektiren bir harekette bulunan kimseler için şefaat etme yetkisi yoktur. Bu bakımdan birtakım günahlar vardır ki şefaat insanı onlardan kurtaramaz.
Allah onların önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar O'nun korkusundan titrerler. (Enbiya/28)
Onun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir? (Bakara/255)
Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez. (Müddessir/48)
O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. (Sebe/23)
Günahlar, şefaat kabul edilen ve edilmeyen kısımlara ayrıldıkları zaman, elbette korkmak ve titremek gerekir. Eğer her günah hakkında şefaat kabul olunsaydı, Hazret-i Peygamber Kureyşlilere ibadet ve taatı emretmezdi ve yine Hazret-i Peygamber, kızı Fâtıma'yı masiyetten sakındırmazdı. Ona -hâşâ- şehvetlerin arkasında gitmeyi, dünyadaki lezzetleri alabildiğince almaya izin verirdi. Sonra âhirette ona şefaat ederdi! Bu bakımdan günahlara dalmak, takvâyı terketmek, bunu da şefaat ümidine istinaden yapmak, hastanın babasına, kardeşine, başka bir yakınma veya doktora güvenerek şehvetlere dalmasına benzer. Böyle yapmak cahilce bir harekettir. Zira doktorun çabası ve ustalığı bütün hastalıklarda değil, ancak bir kısım hastalıklarda fayda verir, Bu bakımdan sadece tıbba güvenerek korunmayı terketmek caiz değildir. Belki doktor bazı yönlerden tesir yapabilir. Bu da gizli hastalıklar ve mizacın normal durumunun bozulması çağında olabilir. Bu bakımdan peygamberlerin ve sâlihlerin akrabalarına ve yabancılara şefaatlerinin fayda vereceğini düşünmek uygundur. Çünkü bu da aynen doktor ve hastanın misaline benzer. Bu şefaat, korkuyu, sakınmayı ortadan kaldırmaz. Nasıl kaldırabilir? Halbuki Hazret-i Peygamber'den sonra halkın en hayırlısı onun ashâbı idi. Onlar da âhiret korkusundan takvâlarının kemâline, amellerinin güzelliğine, kalplerinin saflığına (ve Hazret-i Peygamber'in özel olarak onlara cenneti va'detmesine, diğer müslümanlara da umumî olarak şefaati va'detmesine) rağmen sorumsuz hayvanlar olmayı temenni ederlerdi. Bütün bu va'dlere bakarak gevşemezlerdi Korku ve huşû onların kalplerinden ayrılmazdı. Acaba onlar gibi Hazret-i Peygamber ile sohbeti ve arkadaşlığı olmayan bir kimse nasıl nefsini beğenir ve şefaate güvenebilir?
Beşincisi: Zâlim sultanların ve yardımcılarının soyundan olması ile ucb'a kapılır. Din ve ilimden gelen soyla, şerefle değil! Bu ise cehaletin en koyusudur. Bunun tedavisi o zâlim sultanın ve yardımcılarının nasıl mahcub olduklarını, Allah'ın kullarına karşı ne gibi zulümler yaptıklarını, Allah'ın dininde nasıl fesad çıkardıklarını düşünmesidir ve yine onların Allah katındaki sevimsizliklerine, onların ateşteki durumlarına, pis kokularına ve ateşte kendilerinden akan pisliklere bakarsa, muhakkak onlardan tiksinecek, onlara nisbet edilmekten kaçacak, kendisini onlara nisbet edene şiddetle karşı çıkacaktır. Bütün bunları da onları çirkin ve hakir gördüğünden dolayı yapar. Eğer geçmişlerin kıyâmetteki zilletleri, hasımlarının yakalarına yapışmış oldukları, azap meleklerinin alınlarından tutup da kullara yapmış oldukları zulümden dolayı onları yüzüstü cehenneme sürükledikleri kendisine keşfolunsa, muhakkak onlara mensup olmaktan Allah'a sığınır, köpek ve domuza nisbet edilmesi onlara nisbet edilmesinden kendisine daha hoş gelir. Bu bakımdan zalim kimselerin soyundan olanların -eğer Allah onları ecdadlarının zalimliğinden korursa-dindarlığından ötürü Allah'a şükretmeli, eğer ecdadları müslüman ise, onlara da af dilemelidir. Onlara nisbet edilmesiyle ucb'a kapılmak katıksız bir cehalettir.
Altıncısı: Etbâ, yardımcı, akraba, aşiret, hizmetkâr, köle ve evlatlarının çokluğuyla ucb'a kapılmaktır. Nitekim kâfirler şöyle demişlerdir:
Dediler ki: 'Biz mallar ve çocuklar bakımından (sizden) daha fazlayız'. (Sebe/35)
Nitekim Mü'minler Huneyn gününde dediler ki: 'Biz azlıktan bugün mağlup olmayız'. Bu tür ucb'un tedavisi, kibir hakkında söylediklerimizle mümkündür. Şöyle ki: Kişi zayıflığını ve ucbuna sebep olan kimselerin zayıflığını ve onların aciz kullar olduğunu, nefislerine ne fayda ve ne de zarar verme yetkilerinin olmadığını ve nice az toplulukların, çok "toplulukları Allah'ın izniyle mağlup ettiklerini düşünmelidir.
Bütün bu düşüncelerden sonra kişi onların çokluğu ile nasıl ucb'a kapılır? Halbuki öldüğü zaman tek başına, zelil ve rezil bir şekilde kabrine konulacak, onların tümü ondan ayrılacaklar. Ne ailesi, ne çocuğu, ne yakını, ne dostu ve ne de soyundan olan herhangi bir kimse onunla beraber kabrinde durmaz. Onu çürümeye, yılan, akrep ve kurtlara terkederler. Bunlara karşı ona hiçbir faydaları da olmaz! O, onlara en muhtaç olduğu bir devrede onlardan bir fayda görmez ve yine kıyâmet gününde de ondan kaçarlar.
O gün kişi kaçacak kardeşinden, annesinden, babasından, zevcesinden ve oğullarından. (Abese/34-36)
Bu bakımdan senin en zor durumlarında senden ayrılan ve senden kaçan bir kimseden hangi hayır ve menfaati umarsın? Kabirde ve kıyâmette sana faydası dokunmayan bir kimse ile nasıl ucb'a kapılırsın? Halbuki köprü üzerinde senin amelinden ve Allah'ın faziletinden başka sana fayda verecek hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan sana fayda vermeyen bir kimseye güvenip de senin faydanı ve zararını, ölümünü ve hayatını elinde tutan Allah'ın nimetlerini nasıl unutursun?
Yedincisi: Mal ile ucb'a kapılmaktır. Nitekim Allahü teâlâ, iki bahçe sahibinden haber vererek şöyle buyurdu:
Ben malca senden daha zenginim. Toplulukça da senden daha kuvvetliyim. (Kehf/34)
Hazret-i Peygamber, zengin bir kişinin bir fakirin yanında oturup ona yüzünü ekşittiğini ve fakir dokunmasın diye elbiselerini çektiğini görünce şöyle buyurdu:
Acaba sen onun fakirliğinin sana sirayet edeceğinden mi korktun?90
Adam zenginlikle ucb'a kapıldığından dolayı bunu yaptı. Bu ucb'un tedavisi, malın âfetlerini, haklarının çokluğunu, tehlikelerinin büyüklüğünü düşünmekle olur. Bu ucb'a kapılan kişi, fakirlerin faziletine, kıyâmette zenginlerden önce cennete gideceğine, malın gelip-geçici olup asılsız olduğuna, yahudilerin zenginlikte kendisinden üstün olanlarına ve Hazret-i Peygamber'in şu hadis-i şerifine bakıp düşünsün:
Bir kişi nefsini beğendiği halde süslü elbisesine bürünerek sallana sallana yürürken Allahü teâlâ o anda yere emir verdi. Yer onu yuttu. O, kıyâmet gününe kadar yere batacaktır. 97
Bu hadisi serifiyle Hazret-i Peygamber, kişinin mal ve nefsinden ötürü ucb'a kapılmasının cezasına işaret etmektedir.
Ebû Zer el-Gıfârî şöyle anlatıyor: 'Hazret-i Peygamber ile beraberdim. Hazret-i Peygamber mescide girip bana: 'Ey Ebû Zer! Başını kaldır!' dedi. Başımı kaldırdım. Sırtında güzel bir elbise bulunan birini karşımda gördüm. Sonra yine 'Başını kaldır!' dedi. Başımı kaldırdım. Karşımda sırtında eski bir elbise bulunan birini gördüm. Sonra Hazret-i Peygamber bana şöyle buyurdu:
İşte şu elbisesi eski olan kişi Allah katında, öbürünün yeryüzünü dolduracak kadar benzerinden daha üstündür. 98
Zühd ve ayrıca Dünya ve Mal'ın Zemmi adlı bölümlerde söylediklerimizin tümü, Allah katında zenginliğin hakirliğini, fakirliğin de şerefini belirtmektedir. Durum bu iken, acaba imanlı bir kimsenin, servetinden dolayı ucb'a kapılması nasıl tasavvur edilebilir? Aksine Mü'min bir kimse malda olan hakları yerine getirmek hususunda, kusurlu oluşundan korkar. Malı helâlinden edinmiş midir? Bu hususta düşünüp korkar. Bunu yapmayan bir kimsenin sonucu rezil ve rüsvay olmaktır. Bu bakımdan kişi malından dolayı nasıl olur da ucb'a kapılabilir?
Sekizincisi: Yanlış görüşle ucb'a kapılmaktır.
Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu? (Fâtır/8)
Onlar o kimselerdir ki dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı. (Kehf/104)
Hazret-i Peygamber, bu durumun, Ümmet-i Muhammed'in (aleyhisselâm) son gelenlerine galebe çalacağını haber vermiştir. Zaten geçmiş ümmetler de bu belâdan dolayı helâk oldular. Zira onlar fırkalara ayrıldılar. Her fırka görüşünü beğendi ve her hizip kendi fikirleriyle sevindiler. Bid'at ve dalâlet ehli; kendi yanlış fikirlerini benimsediklerinden dolayı o fikirlerinde ısrar ederler. Bid'at ve ucb'a kapılmak demek, hevâ-i nefis ve şehvetin kendisini sürüklediği hedefi hak zannederek benimsemek demektir.
Bu ucb'un tedavisi, diğer çeşitlerin tedavisinden daha zordur. Çünkü yanlış fikrin sahibi, yanlışlığının cahilidir. Yani yanıldığını bilmemektedir. Eğer bilseydi derhal terkederdi. Bilinmeyen bir hastalık tedavi edilemez. Cehalet bilinmeyen bir hastalıktır. Bu bakımdan onun tedavisi gerçekten zor ve müşkildir. Zira ârif bir kimse cahil bir kimseye, cahilliğini göstermeye ve ortadan kaldırmaya muktedirdir. Ancak cahil kimse görüşünü ve cehaletini benimsediği takdirde ârife kulak vermez. Onu itham eder, Bu bakımdan Allahü teâlâ, bu cahile kendisini yok edici bir belâyı musallat kılmıştır; Cahil o belâyı nimet sanır. Durum bu iken onun tedavisi nasıl mümkün olabilir? Onun kendi inancına göre, saadetinin sebebi olan bir şeyden kendisini uzaklaştırmak nasıl ümit edilebilir? Sonuç olarak onun tedavisi görüşünü ve fikrini daima itham etmesidir. Ancak Kur'ân'ın veya hadîslerin veya sıhhatli delillerin bütün şartlarını içeren bir aklî delilin onun fikrinin doğruluğuna şahitlik etmesi hariç!
İnsan oğlu şer'î ve aklî delilleri, o delillerin şartlarını, o delillerdeki gizli yanlışlıkları ancak râcih bir tabiat, delici bir akıl, ciddi bir çalışma ile tanır, Kitab ve Sünnet'i öğrenmek, ilim meclislerinde ömür boyunca bulunmak, ilimleri ders olarak almak suretiyle bilir. Buna rağmen yine bazı işlerde yanlış gitmesinden emin değildir. Bütün ömrünü ilim yolunda sarfetme imkânından mahrum olan bir kimse için doğru yol; mezheplere (itikadî mezhep ve görüşlere) dalmamak, onlara kulak vermemek ve onları dinlememektir.
Fakat şuna inanmalıdır: Allah birdir. O'nun ortağı yoktur. O'nun misli birşey yok! İşitici ve görücü O'dur. O'nun peygamberi de haber verdiği hakikatlerde sâdıktır. Bu inançla selefin yoluna tâbi olmalıdır. Kitab ve Sünnet'in söylediklerini deşmeden, tafsilatını sormadan, olduğu gibi inanmalı ve şöyle demelidir: Îman ettik ve doğruladık!' Takvâ, günahlardan sakınmak, ibadetleri edâ etmek, müslümanlara şefkat göstermek ve diğer ibadetlerle meşgul olmaktır. Eğer mezheblere ve bid'atlara ve akâiddeki taassuba dalarsa bilmediği bir yönde helâk olur! Böyle hareket etmek, hayatında ilimden başka bir şeyle iştigal etmek isteyen herkesin vazifesidir.
Kendisini ilme adayana gelince, bunun ilk vazifesi, delili ve delilin şartlarını tanımaktır. Bu ise hakkında uzun uzadıya çalışılması gereken konulardandır. Hedeflerin çoğunda yakîn ve marifete varmak çok zordur. Buna ancak Allah'ın nûruyla takviye edilen insanlar güç yetirebilirler. Böyle bir insan ise, gerçekten pek enderdir. Bu bakımdan biz Allah'tan, dalâlete sapmaktan korunmamızı talep ederiz. Cahillerin hayalleriyle mağrur olmaktan Allah'a sığınırız.
Kitabu Zemm'il-Kibr ve'l-Ucûb (Kibir ve Ucûb'un Zemmi) adlı bölüm burada tamamlanmış oldu. Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş, ibadete yöneliş ancak azîm ve yüce olan Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir. Allahü teâlâ'dan efendimiz Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), âlinin ve ashâbının üzerine rahmet deryalarını boşaltmasını, onlara salât ve selâm etmesini dileriz!
85) Ad kabilesi Araplardan bir kabiledir. Hazret-i Hud'un kavmi idiler. Leys der ki: 'Onlar, Ad b. Adiyâ b. Sam b. Nûh'un zürriyetidirler. Diğer Ad'a gelince onlar Benî Tebibî kabilesidir'.
86) Adı Uc b. Unuk'tur. Hazret-i Âdem'in devrinde doğup Hazret-i Mûsa'nın zamanına kadar yaşadığı söylenmiştir. Lûgat âlimlerinden Kazaz, Câmi'ul-Lûğa adlı eserinde onun Firavunlardan bir kişi olduğunu söylemiştir. İmâm Suyûtî ise 'Ne Uc vardı, ne de Unuk, belki uydurmadır' der.
87) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî, (Ebü Hüreyre'den)
88) İbn Cerîr, (İbn-i Abbâs'tan)
89) Onlar Hâşimoğulları'dır. Alevî (Hazret-i Ali'nin zürriyeti) , Tâlibî ve Câferî (Hazret-i Câfer-i Tayyar soyundan) olanların hepsi bu soya dahildir.
90) İbn Mâce
91) Ebû Dâvud, Tirmizî
92) Taberânî
93) Müslim, Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
94) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
95) Taberâni, Evsat
96) İmâm-ı Ahmed, Zühd
97) Müslim, Buhârî
98) İbn-i Hıbbân, Sahih