8 - KUR'ÂN-I KERÎM TİLÂVETİ ÂDÂBI |
Giriş
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismi ile başlarız. Hamd Allah'a mahsustur. O, Allah ki, kullarına, peygamber gönderip Kitab'ı indirmiştir. O kitâb ki hakkında 'Ona ne önünden, ne ardından (hiçbir suretle) bâtıl yaklaşamaz, o herkes tarafından öğülen ve hikmet sâhibi olan Allah tarafından indirilmedir' (Fussılet/42) ayeti vârid olmuştur.
Öyle ki; ondaki kıssa ve haberler sayesinde düşünenler için ibret yolu oldukça genişlemiştir. Yine o kitabda tafsilatıyla beyân edilen ahkâm sayesinde dosdoğru yolda nasıl gidileceği, herkese bâriz bir şekilde görünmüştür. O kitâb, helâl ile harâmı ayırdı. Bu bakımdan o kitâb, ziyâ ve nurdur. O kitabın sayesinde insanoğlu gururundan kurtulur. O kitabda kalb (in mânevî) hastalıklarının şifası vardır. O kitaba muhalefet eden herhangi bir kaynaktan ilim arayanları, Allahü teâlâ dalâlete götürür. O kitâb Allah'ın kopmaz ipidir, apaçık nurdur. En sağlam kulpu ve insanı hedefine yetiştirici en sağlam tutanağıdır. O kitâb, azı çoğu, küçüğü büyüğü, kısacası bütün hakikati kendinde toplayan bir kitabdır. O kitabın içindeki hikmetler bitmez ve tükenmez. . .
Onun beşer takatinin üstündeki beyanâtı sonsuzdur. İlim sahipleri yanında onun faydaları hudutsuzdur. Kur'ân çok okumakla eskimez. Öncekileri ve sonrakileri irşâd eden o kitabdır. Cinler o kitabı dinledikten sonra hemen kavimlerini Allah'ın azabından korkutmak gayesiyle döndüler ve 'dediler ki: Biz çok hoş bir Kur'ân dinledik. Hidayete erdiriyor. Biz de ona imân ettik. Bundan böyle Rabbimize asla hiç kimseyi ortak koşmayacağız' (Cin/1-2) . Öyle ise, o kitaba îman eden bir kimse muvaffak olmuştur. Onunla söyleyen, doğru söylemiştir. Ona yapışan, hidayete ermiştir. Onunla amel eden, zaferi elde etmiştir.
Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de o kitâb hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Hiç kuşkusuz Kur'ân'ı biz indirdik ve muhakkak ki onu biz koruyacağız'. (Hicr)
Kalplerde ve mushaflarda korunmasının sebeplerinden birisi de, devamlı okumak, âdabı ve şartlarına riayet ederek tedkîkine devam etmek, ondaki zahirî adabı ve bâtınî amelleri muhafaza etmektir. Bunun beyan ve tefsiri gerekir. Maksad ve hedefleri dört bölümde toplanmıştır.
Birinci Bölüm: Kur'ân ve Kur'ân Ehli'nin Fazileti, Gafletle Kur'ân Okuyanların Kötülenmesi
İkinci Bölüm: Kur'ân Okumanın Zâhirî Adabı
Üçüncü Bölüm: Kur'ân Okunurken Riayet Edilmesi Gereken Bâtınî Ameller
Dördüncü Bölüm: Kur'ân'ın Anlaşılması, Şahsî Görüşle (Rey'le) ve Başka Yollarla Tefsir Edilmesi
8-1
Kur'ân'ın Fazileti
Hadîsler
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim Kur'ân'ı okuduktan sonra herhangi bir kimsenin kendisine verilen nimetten daha üstün bir nimete sahip olduğunu düşünürse, muhakkak o, Allahü teâlâ'nın bü yüttüğü nimeti küçümsemiş olur. 1
Hiçbir şefaatçı yoktur ki, Allah nezdinde mertebesi Kur'ân'ın mertebesinden daha efdal ve üstün olsun. Ne peygamberlerin, ne melek ve ne de başkasının, (yani en büyük şefaatçı Kur'ân'dır) . 2
Eğer Kur'ân bir deride bulunursa, ateş o deriyi yakmaz. 3
Ümmetimin en üstün ibadeti, Kur'ân okumaktır. 4
Allahü teâlâ, mahlûkunu yaratmazdan bin yıl önce, Tâhâ ve Yâsîn sûrelerini okudu, Melekler Allahü teâlâ'nın Kur'ân okuyuşunu dinlediklerinde dediler ki, cennet o ümmete olsun ki, bu okunan kelâm onun üzerine nâzil olacaktır. Cennet o göğüslere olsun ki, bunu yüklenecektir ve cennet o dillere olsun ki, bununla konuşacaktır. 5
Ey ümmetim! Sizin en hayırlınız, Kur'ân'ı öğrenen ve öğreteninizdir.
Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
Kur'ân'ı okumak, herhangi bir kimseyi bana yalvarmaktan ve benden ihtiyacını istemekten alıkoyuyorsa, o kimseye şükredenlerin en faziletli ve en yüce sevabını ihsan ederim. 6
Üç zümre vardır. Onlar kıyâmet gününde simsiyah miskten meydâna gelmiş bir tepenin üzerinde otururlar. Kıyâmetin korkunç manzarası onları korkutmaz. Onlar şunlardır:
a) Sadece Allah'ın cemâlini elde etmek ve onun rızâsını gözetmek gayesiyle Kur'ân okuyan kişi,
b) Kendisinden râzı olan bir cemaate Kur'ân okuyarak cemaatle namaz kıldıran kişi. . . (Metinde, üçüncü zümreden bahsedilmemiştir) . 7
Kur'ân ehli, Allah'ın ehli ve havâss kullarıdır.
'Demir paslandığı gibi, kalpler paslanır' demesi üzerine Hazret-i Peygambere şöyle soruldu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! O halde kalplerin cilâsı nedir?' Hazret-i Peygamber 'Kur'ân'ı okumak ve ölümü hatırlamak' diye cevap verdi. 9
Muhakkak ki, Allahü teâlâ, Kur'ân okuyucusunu, cariyesinin şarkısını dinleyen kimseden daha fazla dinler. 10
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Ebû Umâme el-Bâhilî şöyle buyurmuştur: 'Kur'ân'ı okuyunuz. Sakın bu duvarlarda asılı bulunan mushaflar sizi aldatmasın. Çünkü Kur'ân'a kap olan bir kalbi Allahü teâlâ azaba uğratmaz'.
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'İlmi istediğiniz zaman, Kur'ân'ı inceleyiniz. Çünkü öncekilerin ve sonrakilerin ilmi Kur'ân'dadır'.
Yine İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle der: 'Kur'ân'ı okuyunuz. Çünkü sizlere, Kur'ân'ın her harfi için on sevab verilir. Dikkat ediniz! Ben 'Elif, lam, mim' bir harftir demiyorum. Elif ayrı, Lâm ayrı ve Mim de ayrı harflerdir'.
Yine İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Herhangi birinizin kendi durumunu yoklamasına gerek yoktur. Eğer o kişi Kur'ân'ı sever ve ona hayranlık duyarsa, bilmiş olsun ki Allah'ı ve Rasûlü'nü de sever. Eğer Kur'ân'a buğzediyorsa, muhakkak Allah'a ve Rasûlü'ne de buğzediyor demektir'.
Amr b. el-As 'Kur'ân'ın her ayeti, cennetin bir derecesi ve evinizin de lambasıdır' demiştir.
Yine Amr b. el-Âs şöyle der: 'Kur'ân okuyan bir kimse, nübüvveti kaburgalarının arasına koymuş demektir. Ancak şu kadar var ki; bu kimseye vahiy gelmez'.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle der: 'Herhangi bir evde Kur'ân okunursa, şeksiz ve şüphesiz o ev (mânen) aile efradı için genişler, hayrı çoğalır, oraya melekler dolar ve şeytanlar kaçar. O ev ki, içinde Kur'ân okunmaz, aile efradı üzerine daralır, hayrı azalır, melekler oradan çıkıp şeytanlar dolar'.
Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) şöyle der: "Allahü teâlâ'yı rüyamda gördüm ve kendisine sordum: 'Ey Rabbim! Sana yakınlaşmak isteyenlerin, bu gayeye ulaşmaları için en iyi yol nedir?' Allah 'Yâ Ahmed! Kelâm'dır (Kur'ân'dır) ' dedi. 'Yârab! İster anlasın, ister anlamasın, her okuyan insan bu dereceye varır mı?' dedim. 'İster anlasın, ister anlamasın, varır' buyurdu".
Muhammed b. Ka'b el-Kurzî şöyle buyurmuştur: 'İnsanlar, kıyâmet gününde Allahü teâlâ'dan Kur'ân'ı dinledikleri zaman, (öyle bir aşka gelirler ki) sanki Kur'ân'ı hiç dinlememişlerdir'.
Fudayl b. İyâz şöyle der: 'Kur'ân ile amel edene en yakışan hareket, hiç kimseye hatta sultanlara ve rütbece onlardan daha küçük olan diğer idarecilere de muhtaç olup el açmamasıdır! Bu bakımdan Kur'ân hâmilinin insanlara muhtaç olmaması, aksine insanların ona muhtaç olması, ona daha uygun ve yaraşır bir harekettir'.
Yine Fudayl b. İyâz şöyle der: 'Kur'ân'ın taşıyıcısı, İslâm bayrağının taşıyıcısıdır. Bu bakımdan ağır başlı olup oynayanlarla beraber oynamamalı ve unutanla beraber unutmamalı, gevezelik yapanlarla teşrik-i mesâi etmemelidir. Bütün bunları yüce Kur'ân'ın tazimine binaen yapmamalıdır'.
Süfyân es-Sevri (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kişi Kur'ân'ı okuduğu zaman, melek onun gözlerinin ortasından öper'.
Amr b. Meymûn (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Sabah namazını kıldığı zaman Kur'ân'ı açıp yüz ayet okuyan bir kimseyi, bütün insanların yaptığı hayırlı amelleri yapmış bir kimse gibi, Allahü teâlâ yüceltir'.
Hâlid b. Ukbe Allah Rasûlü'ne (sallâllahü aleyhi ve sellem) gelip, 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana Kur'ân oku!' diye teklifte bulununca, Hazret-i Peygamber şu ayeti okudu: 'muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor' (Nahl/90) . Bunun üzerine Hâlid, Rasûlüllah'a 'Ne olur, aynı ayeti tekrar et' diye yalvarınca, o da aynı ayeti yeniden okudu.
Hâlid 'Allah'a yemin ederim ki Kur'ân'ın halâveti vardır. Kur'ân'ın üzerinde pırıl pırıl parlayan bir nur vardır. Onun altı yapraklı, üstü ise meyve vericidir. Beşer böyle bir sözü asla söyleyemez'. 11
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim, Kur'ân’dan daha üstün bir zenginlik olmadığı gibi, ondan mahrum olmaktan da daha fakirlik yoktur3.
Fudayl b. Iyâz şöyle der: 'Haşr sûresinin son ayetlerini sabahladığında okuyup aynı günde ölen bir kimsenin defteri, şehidler defterinin mührü ile mühürlenir. Akşamleyin aynı sûrenin son ayetlerini okuyup o gecede ölen bir kimsenin de defteri şehidlerin defterlerini sonuçlandıran mühürle mühürlenir'.
Kasım b. Abdurrahman şöyle der: Abidlerden birine dedim ki 'Senin oturduğun bu halvethanede kendisiyle arkadaşlık edeceğin kimse yok herhâlde'. Bunun üzerine elini mushafa uzatıp dizlerinin üzerine koydu ve dedi ki: 'İşte arkadaşım budur'.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Üç şey vardır ki, insanın zekâsına kuvvet verir ve balgamı söker:
a) Misvak kullanmak,
b) Oruç tutmak,
c) Kur'ân okumak'.
1) Taberânî, (Abdullah b. Amr'dan zayıf bir senedle)
2) Abdülmelik b. Habib ve
3) Taberânî ve İbn Hıbbân
4) Ebû Nuaym, (Nu'man b. Beşir'den zayıf bir senedle)
5) Dârimî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)
6) Buharî, (Hazret-i Osman'dan)
7) Tirmizî, (Ebû Said'den)
8) Nesâî, İbn Mâce ve Hâkim, (Enes'ten hasen bir senedle)
9) Beyhâkî, (zayıf bir senedle İbn Ömer'den)
10) İbn Mâce, İbn Hıbbân ve Hâkim, (Fudale b. Ubeyd'den)
11) İbn Abdilberr, İstiâb; Beyhakî, Şuab'ul-Îman
Gafletle Kur'ân Okuyanların Zemmi
Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) şöyle der: 'Kur'ân okuyan çok kimseler vardır ki Kur'ân onlara lânet eder'.
Meysere el-Eşcâî şöyle demiştir: 'Asıl garip olan, fâcirin ezberindeki Kur'ân'dır'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî der ki: 'Zebaniler, putperestlerden önce (veya putperesti tutmasından daha şiddetli) Allah'a isyan eden Kur'ân okuyucularını tutup azaba çekerler!'
Bazı âlimler de şöyle demiştir: Âdem oğlu Kur'ân'ı okuduktan sonra günah ile karışık hareketlerde bulunursa, sonra dönüp yine de Kur'ân'ı okursa, kendisine (Allah tarafından) denilir ki: 'Sen nerede, benim kelâmım nerede?'
İbn Rimah (Ümeyr b. Me'mun) şöyle buyurmuştur: Kur'ân'ı ezberlediğim için (korkudan) nedâmet getirdim. Çünkü bana şöyle bir haber gelmiştir: 'Kür'an'ı hıfzedenler kıyâmet gününde peygamberler neden sorulursa aynı şeyden sorulurlar'.
İbn Mes'ûd şöyle der: 'Kur'ân hafızına en uygun ve en yakışan hareket insanların uyuduğu zamanda geceyi uykusuz, insanların dünya meşgalelerine dalıp ifrat ettikleri zamanda da gününü uyanıklıkla geçirmektir. İnsanların sevinip eğlendiği zamanda üzülmek, insanların gülüp oynadıkları zamanda ağlamak, insanların dünya kelâmına dalıp gaflete düştükleri zamanda sükût edip düşünmek ve insanların onu bunu kandırmaya çalıştıkları zamanda da Allah'tan korkmaktır. Yine Kur'ân hafızına en yakışan hareket, yumuşaklıktır. Katı kalpli olmak, mücadeleci olmak, bağırıp çağırmak ve şiddetli olmaksa hiç de Kur'ân hâmiline yaraşmayan sıfatlardır'.
Hadîsler
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Bu ümmetin münafıklarının çoğu, Kurrâ (Kur'ân okuyucuları) dır. 12
Kur'ân seni yasaklardan alıkoyduğu müddetçe Kur'ân'ı oku. (O zaman onu okumuş sayılırsın) . Eğer Kur'ân, seni yasaklardan alıkoymazsa onu okumuş sayılmazsın. 13
Kur'ân'ın haram ilân ettiklerini helâl bilen bir kimse, Kur'ân'a îman etmemiştir. 14
Seleften bir zât şöyle buyurmuştur: 'Kul, Kur'ân'ın herhangi bir sûresini açtığında, melekler onun üzerine, o sûreyi bitirinceye kadar salâvat-ı şerife getirirler. Başka bir kul da Kur'ân'ın herhangi bir sûresini açıp okur, onu bitirinceye kadar melekler kendisine lânet ederler, Bu söz üzerine o kimseye soruldu: 'Bu nasıl olur?' Şöyle cevap verdi: 'Kişi, Kur'ân'ın helâl ilân ettiklerini helâl; ve haram ilân ettiklerini de haram olarak bildiği zaman, melekler onun üzerine salâvat getirirler. Aksi takdirde de lânet ederler'.
Bir âlim şöyle buyurmuştur: "Kul, Kur'ân'ı okur ve bilmediği halde kendi kendisine lanet eder. Şöyle ki: İyi bilin ki Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir' der; oysa kendisi zâlimdir. 'İyi bilin ki Allah'ın laneti yalancıların üzerinedir' der; oysa kendisi yalancılardandır" .
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle der: 'Siz Kur'ân'ın okunmasını konaklar edinmişsiniz, geceyi de deve. . . O deveye biner, onunla konakları geçersiniz. Oysa, sizden öncekiler Kur'ân'ı rablerinden risaleler ve fermanlar olarak görürlerdi. Geceleyin sabahlara kadar Kur'ân'ı düşünür ve gündüzleyin onun ahkâmını uygularlardı'.
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: 'Kur'ân insanlara onunla amel etmeleri için nâzil oldu. İlk insanlar ise, Kur'ân'ı amel etmek için okudular. Sizin herhangi biriniz ise, Kur'ân'ı başından sonuna kadar okur, tek bir harfini dahi bırakmaz. Oysa onunla amel etmeyi tamamen terketmiştir'.
İbn Ömer ve Cündüb'ün hadîsinde şöyle vârid olmuştur: 'Biz uzun bir zaman yaşadık. Bizden herhangi biri Kur'ân'dan önce îmanı elde ederdi. Muhammed Mustafa'ya (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kur'ân'dan bir sûre nâzil oluyordu. Biz onun helâlini, haramını, emrini, yasağını ve onun neresinde durmak gerekiyorsa onu öğreniyorduk. Sonra bazı kişileri gördük ki, onlar imandan evvel Kur'ân'ı elde ederler. Kitab'ın başlangıcından sonuna kadar okuduğu halde hangi ayet kendisine emretmektedir, hangi ayet kendisini sakındırmaktadır, bilmediği gibi, nerede duracağını da bilmez. Âdeta çürük hurmaları savurduğu gibi, ayetleri savurup geçer'. 15
Tevrat'ta, şöyle vârid olmuştur:
Ey kulum! Benden utanmaz mısın? Bazı arkadaşlarından sana bir mektup geldiğinde, yolda yürüdüğün halde, yolun bir kenarına çekilip, o mektubu okumak için oturup, onu harf be harf tedkik edip bir noktasını dahi gözden kaçırmazsın. İşte bu benim kitabımdır, sana indirdim. Dikkat et ki o kitabda senin için ne kadar hüküm beyan etmişim ve orada enine boyuna düşünmen için nice ahkâmı senin için tekrarlamışım! Bütün bunlardan sonra yine de sen o kitabdan yüz çeviriyorsun. Acaba ben birtakım arkadaşlarından senin yanında daha mı kıymetsizim ki, böyle yapıyorsun? Ey kulum! Senin bazı arkadaşların yanında oturduğu zaman, bütün varlığınla ona dönersin. Bütün kalbinle onun konuşmasını dinlersin. Eğer o konuşurken başka birisi konuşmak ister veya onun konuşmasından seni meşgul eden herhangi bir engel çıkarırsa, derhal o ikinci konuşmacıya işaret ederek onun susmasını istersin. Dikkat et! İşte ben sana yönelmiş, seninle konuşuyorum. Oysa sen kalbinle benden uzaklaşıyorsun. Acaba beni bazı arkadaşlarından daha mı ehven telâkki ediyorsun?
12) İmâm-ı Ahmed, (Ukbe b. Âmir ve Abdullah b. Amr'dan)
13) Taberânî, (Abdullah b. Amr'dan zayıf bir senedle
14) Tirmizî, (Suheyb'den)
15) İlim bölümünde geçmişti.
8-2
Kur'ân Okumanın Zâhirî Adabı
Bu edebler on tanedir:
Kur'ân Okuyucusunun Hâli
Kur'ân okuyan abdestli olmalı, edebli ve sâkin bir şekilde durmalı. İster ayakta isterse oturarak kıbleye yönelmelidir. Başını önüne eğmeli, bağdaş kurarak veya yaslanarak oturmamalıdır. Aynı zamanda mütekebbir bir şekilde de oturmamalıdır. Hocasının huzurunda iken nasıl oturması gerekiyorsa, tek başına Kur'ân okurken de aynen o şekilde oturması uygundur. Kur'ân okumak için, en faziletli ve uygun hâl, namazda ayakta iken ve camide okumaktır. Amellerin en faziletlisi bu şekilde okumaktır. Eğer yatağında uzandığı ve abdestsiz olduğu halde ezberinden Kur'ân okursa, yine fazileti varsa da, ayakta iken, namazda ve camide okuması kadar fazileti yoktur.
Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı Hakîm'de 'Sağ duyulular o kimselerdir ki, ayakta iken otururken ve yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. . . ' (Al-i İmrân/191) buyurmuştur.
Görüldüğü gibi, Allahü teâlâ burada hangi halde Kur'ân okursa okusun, Allah'ı ananları övmektedir. Fakat şu kadar var ki önce ayakta okumayı, sonra oturarak, sonra da uzanarak okumayı tavsiye buyurmaktadır.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle buyurmaktadır: 'Ayaktayken namazda Kur'ân okuyan bir kimse için her harfe karşılık yüz sevap yazılır. Oturarak namazda Kur'ân okuyan için, her harfe karşılık elli, namazın dışında abdestli olarak okuyan için de yirmibeş ve abdestsiz olarak okuyan için ise on sevap vardır. Geceleyin ibadet etmek daha efdaldir. Çünkü o gece, kalbin herşeyden boşalmasına daha elverişlidir'.
Ebû Zer el-Gıfârî (radıyallahü anh) şöyle der: 'Gündüzleyin çok secde etmek ve geceleyin de uzun uzun namaz kılmak daha efdaldir',
Kur'ân'dan Okunacak Miktar
Kur'ân okuyucularının uzun veya kısa okumak hususunda çeşitli âdetleri vardır; Kur'ân okuyucularından bazıları bir gün, bir gecede Kur'ân'ı bir defa, bazıları iki defa, hatta bazıları üç defa hatmetmeye kadar ileri götürürler.
Bazı Kur'ân okuyucuları da ayda bir defa hatmederler. Fakat takdirleri hususunda başvurulan en sağlam kaynak Hazret-i
Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu hadîsi şerifidir:
Kim üç günden az bir müddette Kur'ân'ı okuyup hatmederse o Kur'ân'ın mânâsını anlamamıştır. 16
Bunun hikmeti şudur: Çünkü üç günden az bir müddette Kur'ân'ı hatmetmek hevesine kapılmak, tertil (kelimelerin üzerine basa basa, harflerin hakkını vere vere okumak) ile okumaya mânidir. Aynı mânânın Hazret-i Aişe'den de vârid olduğunu görmekteyiz.
Şöyle ki: Âişe validemiz (radıyallahü anh) , Kur'ân'ı çarçabuk kelimeleri birbirine bitiştirmek suretiyle okuyan birisini dinlediği zaman 'Bu adamcağız, ne Kur'ân okuyor, ne de susuyor' buyurmuştur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Amr'ın oğlu Abdullah'a haftada bir defa Kur'ân'ı hatmetmesini emretmiştir. 17
Ashâbdan bir cemaat de aynen bu şekilde haftada bir defa Kur'ân'ı hatmederdi. Osman b. Affan, Zeyd b. Sâbit, İbn Mes'ûd ve Ubey b. Ka'b bu gruba dahil olan zatlardır. Bu bakımdan Kur'ân'ı hatmetmekte dört derece vardır:
A) Yirmidört saatte bir defa hatmetmek ki âlimlerden bir grup bunu kerih görmüşlerdir.
B) Ayda bir defa hatmetmek ki, her günde bir cüz okumak suretiyle yapılır. Bu şekilde okumak ise, müddetin uzunluğu hususunda mübalâğa etmektir. Nitekim birincisinin de müddeti kısalığı ve Kur'ân'ı çok okumak hususunda mübalâğalı olduğugibi. Bu iki derecenin arasında iki mutedil derece vardır.
C) Haftada bir defa hatmetmek.
D) Haftada iki defa hatmetmek. Bu durumda bir hatim üç güne yakın bir müddette yapılmış olur. En sevimlisi, geceleyin ayrı hatim, gündüzleyin de ayrı hatimdir. Gündüz okunan hatmin pazartesi günlerinin sabah namazında bitirilmesi, gece okunan hatminde Cuma gecesinin akşam namazının iki rek'at sünnetinin içinde veya ondan sonra bitirilmesi daha evlâ ve daha uygundur ki bu şekilde günün evveliyle gecenin evvelini Kur'ân hatmetmekle karşılamış olsun. Zira Allah'ın melekleri eğer Kur'ân'ı akşamleyin hatmederse sabaha kadar, eğer sabahleyin hatmederse akşama kadar onun için salât ü selâm okurlar.
Bu bakımdan hatmin bereketi böylece bütün gece ve gündüzleri kapsamış olur.
Kur'ân'dan okunacak miktar hakkındaki tafsilâta gelince, eğer kişi âhiret amellerinin yolcusu bulunan âbidlerden ise, haftada en az iki hatim yapmalıdır. Eğer kalbî amellerin ve düşünce çeşitlerinin yolcularından veya ilmi neşretmekle meşgul olanlardansa, o zaman haftada bir hatim okumakla yetinmesinde beis yoktur. Eğer Kur'ân'ın mânâlarına fikren nüfuz eden bir kimseyse, o zaman çokça ayetleri tekrar ettiğinden ve düşündüğünden ötürü ayda bir defa Kur'ân'ı hatmetmesi kâfidir.
16) Sünen sahipleri, (Abdullah b. Amr'dan)
17) Müslim ve Buharî, (Abdullah b. Amr'dan)
Kur'ân'ın Kısım Kısım Okunması
Hizbe (bölüme) ayırmalıdır. Çünkü ashâb (radıyallahü anh) , Kur'ân'ı hiziplere ayırmıştır. Haftada bir hatim indiren bir kimseye gelince, Kur'ân'ı yedi kısma ayırmalıdır.
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Osman (radıyallahü anh) Cuma gecesi Bakara sûresinden başlayarak, Mâide sûresinin sonuna kadar okuyordu. Cumartesi gecesi En'am sûresinden Hûd sûresine kadar okuyordu. Pazar gecesi Yûsuf sûresinden Meryem süresine kadar okuyordu. Cumartesi gecesi Taha sûresinden Hazret-i Mûsa ile Firavun'dan bahseden Kasas sûresine kadar okuyordu. Çarşamba gecesi Zümer sûresinden,Rahmân sûresine kadar okuyup,Kur'ân'ı hatmediyordu.
İbn Mes'ûd ise, Hazret-i Osman'ın tertibinden başka bir tertib üzere Kur'ân'ı taksim ederek her gecede bir kısmınıokumaktaydı.
Denildi ki, Kur'ânın hizibleri yedidir:
Birinci hizib, üç sûreden,
İkinci hizib, beş sûreden,
Üçüncü hizib, yedi sûreden,
Dördüncü hizib, dokuz sûreden,
Beşinci hizib, onbir sûreden,
Altıncı hizib, onüç sûreden oluşmaktadır,
Yedinci hizib ise, Kaf süresinden sonuna kadardır.
İşte sâhabe-i kirâm (radıyallahü anh) , böylece Kur'ân'ı hiziblere ayırmıştı ve bu tertib üzere okurlardı. Bu hususta Hazret-i Peygamberin bir hadîs-i şerifi de vardır.
Bütün bunlar, Kur'ân'daki humus (beşte bir) , öşür (onda bir) ve cüzler belirtilmezden önce idi. Bunların dışında kalan durak yerleri, cüzlerin belirtilmesi, hiziblerin yazılması ve benzerleri daha sonra yapılmıştır.
Kur'ân'ın Yazımı
Kur'ân'ı güzelce yazmak ve açık açık harflerini belirtmek müstehabdır. Kur'ân'ın noktalarını, belirtilerini ve diğer alâmetlerini kırmızı boya ile yazmakta herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü böyle yazmak Kur'ân'ı süslendirmek ve açıkça yazmak demektir ve aynı zamanda okuyanı yanlış okumak ve lahin yapmaktan korumak demektir.
Hasan-ı Basrî ve İbn Şirin (radıyallahü anh) , Kur'ân'da humuslar, öşürler ve cüzlerin yazılmasını münker görürlerdi.
Şa'bî ve İbrâhîm Nehaî'den de, noktaların kırmızı ile yazılmasını ve buna karşılık ücret alınmasını kerih gördükleri rivâyet edilmektedir.
Selef-i sâlihin şöyle derdi: 'Kurân'ı her fazlalıktan tecrîd ediniz'. Selef-i sâlihin bu kapının açılmasıyla Kur'ân'da başka ziyadelerin yapılmasından korktukları için buna izin vermemişler ve böylece bu sahadaki fitnenin önünü kesmek istemişlerdir. Gayeleri Kur'ân'ı zamanla herhangi bir değişme ve bozulmadan korumaktır ve onların bu hareketini böylece yorumlamak yerinde bir tefsir olur. Fakat Kur'ân'daki kırmızı noktalar gibi fazlalıklar selefin düşündüğü mahzurlara ümmeti sevketmediği ve onlarla 'Kur'ân daha iyi bilinir' kanâati istikrar bulduğu takdirde, böyle hareket etmekte herhangi bir sakınca olmaması gerekir. 'Bu şeyler sonradan ihdâs edilmiştir' diye, ister iyi olsun ister olmasın, mutlaka menedilmelidir şeklinde bir hüküm verilmemelidir.
Zira nice sonradan ortaya çıkan şeyler vardır ki güzeldir. Nitekim terâvih namazının cemaatle kılınması, Hazret-i Ömer'in ihdâs ettiği bir husustur ve aynı zamanda 'Bid'at-ı hasenedir
Zemmedilen bid'at ise, köklü bir sünnet-i seniyye ile tezâd teşkil eden veya öyle bir sünneti ortadan kaldıran bid'attır.
Bir âlim de şöyle demiştir: 'Ben noktalanmış mushafları okurum, fakat kendim bunu yapmam'.
Evzâî, Yahya b. Ebi Kesir'den şöyle rivâyet eder: Kur'ân, mushaflarda mücerred olarak yazılı idi. Kur'ân'da ilk ihdas ettikleri B ve T harflerinin noktalarıdır. Ulema bu harfleri noktalamakta sakınca olmadığını söylemiştir. Çünkü nokta, bu harflerin (veya Kur'ân'ın) nurudur. Bu noktalardan sonra, ayetlerin sonuna büyük noktalar konuldu. Ulema bunun da zararlı bir hareket olmadığını söyledi. Çünkü bununla ayetlerin başları bilinmektedir. Daha sonra, sûrelerin sonlarına ve başlangıçlarına konan işaretler ihdas edildi.
Hazret-i Ebû Bekir el-Huzelî şöyle anlatır: Hasan-ı Basrî'ye Kur'ân'ın kırmızı ile noktalanması meselesini sorduğumda, 'O da ne demektir?' dedi. 'Kelimeyi arapçaya görei'rab etmektir'deyince, 'Kur'ân'ın i'rab edilmesinde herhangi bir sakınca yoktur' buyurdu.
Hâlid b. Mehran el-Huzâî (radıyallahü anh) şöyle anlatır: İbn Sirîn'in huzuruna girdiğimde noktalanmış bir mushaftan okuduğunu gördüm. Oysa İbn Sirîn'in Kur'ân'ın noktalanmasına karşı olduğu biliniyordu.
Kur'ân'ın noktalanmasını ilk ihdâs edenin Haccâc-ı Zâlim olduğu söylenir. Haccâc kurrâ'yı bir araya getirdi. Kurrâ, Kur'ân'ın kelime ve harflerini sayarak cüzlerini eşit bir şekilde takdir ederek otuz cüz'e taksim ettiler ve aynı zamanda başka kısımlar da (hizibler gibi) taksimat yaptılar.
Kur'ân'ın Tertîli
Kur'ân'ın okunuşunda tertil, müstehabdır. Çünkü biz gelecekte beyan edeceğiz ki, Kur'ân okumaktan gaye, mânâsını düşünmektir. Bu bakımdan tertil ile okumak bu hususa yardımcıdır. işte bu sırra binaendir ki, müslümanların annesi Ümmü Seleme (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin kıraatini belirttiği zaman, baktılar ki, harf be harf tefsir edilen bir kıraati belirtiyor. 18
İbn-i Abbâs şöyle buyurmuştur: 'Bakara ve Al-i İmrân sûrelerini tertil ile okuyup mânâlarını düşünmek, bence bütün Kur'ân'ı bir çırpıda okumaktan daha iyidir'.
Yine İbn-i Abbâs şöyle der: 'ınânâsını düşünerek Zilzâl ve Kaaria sûrelerini okumak Bakara ve Al-i İmrân sûrelerini hızlı bir şekilde okumaktan bence daha sevimlidir'.
Namazda kıyamda kalma süreleri bir olan, ancak biri sadece Bakara sûresini, diğeri ise bütün Kur'ân'ı kırâet etmiş iki kişinin hâli sorulduğunda, Mücâhid şöyle cevap vermiştir: 'Bunların ikisi ecir bakımından eşittir'.
Tertîl, sadece Kur'ân'ın mânâsını düşünmek için müstehab değildir. Zira Kur'ân'ın mânâsını anlamayan ve Arap olmayan bir kişi için de Kur'ân okurken yavaş yavaş okumak ve tertîle riayet etmek müstehabdır.
Öyleyse tertil ile Kur'ân okumak, Kur'ân'a hürmet etmeye ve tazimde bulunmaya daha yakın bir harekettir. Aynı zamanda acele okumaktan da daha fazla kalbe tesir eder.
Kur'ân Okurken Ağlamak
Kur'ân'ı okurken ağlamak müstehabdır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kur'ân okuyunuz ve ağlayınız. Eğer ağlayamıyorsanız, ağlar gibi durunuz. 19
Kur'ân'ı duygulanarak okumayan bizden değildir. 20
Salih el-Merrî şöyle anlatır: Rüyamda Hazret-i Peygamber'in yanında Kur'ân okudum. Dedi ki: 'Ey Sâlih! Bu okumaktır! Bu okumaktır. Fakat ağlamak nerede?'
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: 'Sübhan sûresinin secde ayetini okuduğunuz zaman, sakın ağlamadan önce tilâvet secdesine varmayın. Eğer herhangi birinizin gözü damlamazsa bile mutlaka kalbi ağlasın'.
Zorla ağlamanın yolu şöyledir: Kalbinde üzüntüyü hâzır bulunduracaktır. Üzüntüden ise, ağlamak neş'et eder. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kur'ân hüzün ile nâzil olmuştur. O halde Kur'ân'ı okuduğunuz zaman, mahzun olunuz. 21
Hüznün kalbe gelmesinin yolu şöyledir: Kur'ân'daki tehdid, vaîd, sözler ve ahidler inceden inceye düşünülmelidir. Sonra Allah'ın emir ve yasaklarına karşı, kusurlu olduğunu hatırlamalıdır. Böylece şübhesiz insan mahzûn olup ağlayacaktır. Eğer saf kalplerin sahiplerinde belirdiği gibi böyle bir kişiye hüzün ve ağlamak gelmezse, o zaman hüzün ve ağlama olmadığı için ağlamalıdır. Zira Kur'ân'dan ibret alıp mahzun olarak ağlamayan bir kimsenin musibetinden daha büyük bir musibet yoktur.
18) Ebû Dâvûd, Nesâî ve Tirmizî
19) İbn Mâce, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan)
20) Buharî, (Ebû Hüreyre'den)
21) Ebû Ya'lâ ve Ebû Nuaym, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
Secde Ayetlerine Riayet Etmek
Secdeyi emreden bir ayeti okuduğu zaman, derhal secde etmelidir. Secde ayetini başkasından da dinlediği zaman okuyan secdeye gittiği vakit, o da secdeye varmalıdır. Tilâvet secdesi ancak abdestli olarak yapılır,
Kur'ân'da ondört tane tilavet secdesi vardır. Hac sûresinde iki secde ayeti vardır. Sâd sûresinin secdesi ise, tilâvet secdesi değildir, (şükür secdesidir) . Tilavet secdesinin en azı, alnını yere koymak suretiyle secde etmektir. En mükemmeli ise, tilâvet secdesine niyet edip tekbir alarak secdeye varmaktır. Secde ederek okuduğu ayete münâsib dualar yapmalıdır.
Meselâ 'Bizim ayetlerimize öyle kimseler îman ederler ki, onlarla kendilerine öğüt verildiği zaman secdelere kapanırlar ve rablerine hamd ile tesbih ederler de kibirlenmezler' (Secde/15) ayetini okurken secdeye varır ve secdesinde şöyle dua eder:
Ey Allahım! Senin yüzünün cemâline secde edenlerden eyle beni. Senin hamdinle tesbih yapanlardan eyle beni. Senin emrine veya dostlarına karşı kibir ve gurur gösterenlerden olmaktan sana sığınıyorum!
'Hem ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Hem de bu Kur'ân'ı işitmek onların kalp yumuşaklığını artırır' (İsrâ/109) ayetini okuyup secdeye vardığı zaman da şöyle duâ etmelidir: 'Ey Rabbim! Senin dergâhında ağlayanlardan ve senden korkanlardan eyle beni. . . ' Bütün secdeler böyle olmalıdır.
Namazın setr-i avret, istikbâl-i kıble, beden ve elbise temizliği gibi şartları, bu secdelerde de şarttır. Bu bakımdan abdestsiz olarak secde ayetini dinleyen bir kimse, ancak abdest aldığı zaman, o secdeyi yapmalıdır.
Tilavet secdesinin en mükemmel şekilde yapılması hakkında şöyle denilmiştir: Tahrim tekbiri için de, ellerini kaldırıp secdeye varmak için de tekbir getirecektir. Bazı kimseler de 'Teşehhüd okunacaktır" demişlerse de bunun aslı yoktur. Ancak bunu namazdaki secdeye kıyas etmişler de böyle demişlerdir. Oysa bu kıyas da uzak bir kıyastır. Çünkü sadece tilâvet secdesi hakkında 'secde edilsin' diye emir vârid olmuştur. O halde emre uymak gerekir. Secdeye varmak için getirilen tekbir, başlangıca daha yakındır. Onun dışındaki tekbirler ise uzaktır. (Şâfiî mezhebinin kaidelerinden uzaktır) .
İmamın tilâvet secdesi yaptığı zamanda imama uyan cemaatin tilâvet secdesi yapması daha uygundur. Kişi imamın arkasında namazını edâ ediyorsa, kendisinin okuduğu tilâvet secdesi için secde edemez.
Kur'ân Okumaya Başlamadan Önce İstiâze Yapmak
Kur'ân okumaya başlamadan önce şu duayı okumalıdır: 'Rahmetten uzaklaştırılan şeytanın şerrinden, semî ve alîm olan Allah'a sığınırım. Ey rabbim! Şeytanların dört yanımı sarıp iğva etmesinden de sana sığınırım'.
Duadan sonra Nâs sûresi ile Fâtiha-i Şerîfe'yi okumalıdır. Bunlardan sonra Kur'ân okumaya başlamalıdır. Okuması sona erdikten sonra da şu duayı etmelidir:
Allah doğru söyledi. O'nun Rasûlü de onun emirlerini tebliğ etti. Yâ rabbî! Bizi Kur'ân ile menfaatdâr eyle ve Kur'ân'da bizler için bereket ihsan eyle. Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur. Diri ve kayyum olan Allah'tan bağışlanma dilerim.
Kur'ân okurken teşbihi emreden bir ayeti okuduğu zaman, Allah'ı tesbih etmeli ve tekbir getirmelidir. Duâ ve istiğfarı emreden ayetleri okuduğunda duâ edip istiğfarda bulunmalıdır. Eğer ümit veren bir ayeti okursa Allahü teâlâ'dan istekte bulunmalıdır. Korkutan bir ayet okuduğu zaman da, istiâze edip Allah'a sığınmalıdır. Bütün bunları lisanıyla veya kalbiyle yapmalı ve şöyle demelidir:
Allah her eksiklikten münezzehtir. Allah'a sığınırız. Ey rabbimiz! Bize rızık ver. Ey rabbimiz! Bize rahmet eyle!
Huzeyfe b. Yemân (radıyallahü anh) şöyle anlatmaktadır: Hazret-i Peygamberle beraber namaz kıldım. Rasûlüllah Bakara sûresine başlayarak okudu. Rahmet ayetlerini okuyunca Allah'ın rahmetini diliyor, azap ayetlerini okurken de istiâze edip Allah'a sağmıyordu. Allah'ı tenzih eden herhangi bir ayeti okuduğu zaman Allah'ı tesbih ediyordu'. 22
Kişi okumasını bitirdiği zaman; Hazret-i Peygamberin hatm-i Kur'ân'ın sonunda okuduğu şu duayı okumalıdır;
Ey Allahım! Kur'ân sayesinde bana rahmet eyle, Kur'ân'ı bana îman, nur, hidayet ve rahmet kıl. Ey Allahım! Kur'ân'dan unuttuklarımı bana hatırlat, bilmediklerimi bana öğret. Gece gündüz (yani bütün vakitlerde) Kur'ân okumayı bana nasib eyle. Ey âlemlerin rabbi! Kur'ân'ı bana hüccet kıl!23
22) Müslim
23) Ebû Mensur el-Muzaffer b. Hüseyin el-Ercânî ve Ebû Bekir b. Dehhâk
Kur'ân'ı Açıktan Okumak
Hiç kuşkusuz kişi, Kur'ân okurken en azından kendisi duyacak kadar sesli okumalıdır. Çünkü okumak, harfleri biri diğerinden ayırdedilecek bir sesin kesişmesinden ibarettir. Bu nedenle ses lâzımdır. Sesin en azı da kendisinin duyacağı kadardır. Eğer kişi kendi duyacak kadar bile sesli okumazsa, o vakit namazı sahih değildir. Başkasına duyuracak derecede sesli okumaya gelince, bir yönden güzel, diğer bir yönden de mekruhtur. Kur'ân'ı başkasına duyurmayacak derecede gizli okumanın güzel olduğuna şu hadîs-i şerif delâlet eder:
Gizli okuyuşun alenî okuyuştan üstünlüğü, gizli sadakanın açıkça verilen sadakadan üstünlüğü gibidir. 24
Hadîsin diğer bir rivâyeti şöyledir:
Kur'ân'ı açıkça okuyan, sadakayı açıkça veren gibidir. Kur'ân'ı gizlice okuyan ise, sadakasını gizlice veren gibidir.
Gizlice yapılan amelin açıkça yapılan amelden yetmiş derece üstünlüğü vardır'. 25
Bu hadîs gibi, Rasûlüllah'ın şu hadîsi de gizli okumanın müstehab olduğunu isbatlayıcı delillerdendir:
Rızkın en hayırlısı, insana yetenidir. Zikrin de en hayırlısı gizlice yapılanıdır. 26
Akşam ile yatsı arasında sizden bâzıları diğerlerine duyuracak derecede Kur'ân'ı sesli okumasın. 27
Said b. Müseyyeb, bir gece Rasûlüllah'ın mescidinde namazda açıktan Kur'ân okuyan Ömer b. Abdülâziz'i ki sesi çok da güzeldi dinledi. Said b. Müseyyeb hizmetkârına dedi ki: 'Şu namaz kılan adama git, sesini biraz kısmasını söyle'. Hizmetçinin 'Mescid bizim değil ki? Onun da orada hakkı var' demesi üzerine, Said sesini yükselterek şöyle bağırdı: 'Ey namaz kılan! Eğer namazınla Allah'ın rızasını murâd ediyorsan sesini biraz alçalt, yok eğer namazınla insanların dikkatini çekmek) istiyorsan; bilmiş ol ki, insanların Allah katında sana ne zerre kadar yararları, ne de zararları vardır'. Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz sustu. Kıldığı rek'atı çarçabuk bitirdi. Selâm verir vermez nalınlarını alıp oradan çıkıp gitti. Halbuki kendisi o dönemde Medine'nin valisi idi.
Kur'ân'ı açıktan okumanın müstehab olduğuna şu hadîsi şerif delâlet etmektedir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , geceleyin namazlarında sesli olarak Kur'ân okuyan sahâbîlerin bir cemaatini dinleyip onların bu hareketlerini tasvip etmiştir. Çünkü kendisi daha önce şöyle buyurmuştur:
Herhangi biriniz geceleyin kalkıp namaz kıldığı zaman, sesli okusun. Çünkü melekler ve evin içinde bulunan cinnîler okumasını dinlerler ve onun namazıyla namaz kılarlar. 28
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Kur'ân okumak hususunda çeşitli hâllerde bulunan üç sahabînin yanından geçti: Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ın yanından geçti, baktı ki gizli okuyor. Kendisinden gizli okuyuşunun hikmetini sorunca Hazret-i Ebû Bekir şu cevabı verdi: 'O zât ki, ona münâcâatta bulunuyorum, (gizli de okusam) işitir,
Hazret-i Ömer'in yanından geçti. Baktı ki o da sesli okumaktadır. Hazret-i Ömer'den sesli okumasının hikmetini sorunca şu cevabı aldı: 'Sesli okumakla uykulu bedenimi uyandırıyorum ve şeytanı da uzaklaştırıyorum'.
Bilâl-i Habeşî'nin yanından geçti. Baktı ki Bilâl şu sûreden bir ayet, öbür sûreden başka bir ayet okumak suretiyle devam ediyor. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Bilâl'den bu çeşit okumanın hikmetinin ne olduğunu sorunca Bilâl şu cevabı verdi: 'Güzel kokuyu güzel kokuya karıştırıyorum'. Bu manzara karşısında iki cihan serveri (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:Hepiniz güzel yaptınız ve isabet ettiniz!29
Bu bakımdan şu geçen hadîslerin telifi (aralarındaki zahirî tezâdm kaldırılması) şöyledir: Gizlice okumak riya ve gösterişten daha uzak olduğu için, riya ve gösterişten korkan bir kimse için gizli okumak daha efdaldir. Eğer kişi riya ve gösterişten korkmuyor, sesli okuyuşuyla da başka birisini namazında şaşırtmıyorsa onun için sesli okumak daha efdaldir.
Çünkü sesli okumakta daha fazla külfet vardır. Bir de sesli okumanın faydası sadece okuyana münhasır değildir. Sadece yapana inhisar etmeyen ve başkasına da faydalı olan hayrın, daha üstün olduğu açık bir hakikattir. Bir de sesli okumak, okuyucunun kalbini uyandırır, onu Kur'ân'ı düşünmeye daha fazla sevkeder. Kulağını başka şeyleri dinlemekten men edip sadece Kur'ân ile meşgul olmasını temin eder. Aynı zamanda sesli okunuşla uykunun kaçtığı da bir hakikattir. Sesli okuyuş, insanı daha fazla okumaya teşvik ettiği gibi tembelliği de önler. Bir de sesli okuyuş uykuda olan birisinin uyanmasına vesile olabilir ve böylece o uyanan kişinin de geceyi ihyâ etmesine sebep olur. Bir de sesli okuyan adamı, tembel ve gâfil bir kimse görüp gayrete gelebilir. Allahü teâlâ'nın hizmetine aşk ile sarılmaya teşvik edilir. Bu bakımdan kişide bu saydığımız niyetlerden birşey varsa sesli okumak onuniçin daha iyi ve efdâldir.
Eğer bütün bu niyetler kişide varsa o zaman sesli okumaktan dolayı sevabı kat kat olur. Çünkü niyetlerin çokluğu ile iyilerin amelleri gelişir ve ecirler kat kat olur. Eğer tek bir amelde on niyet varsa, aynı amelde on ecir var demektir. İşte bunun için deriz ki, mushaflardan Kur'ân okumak ezbere okumaktan daha efdâldir. Zira mushaftan okumakta mushafa bakmak ameli de vardır. Mushafın yüzünden okurken ayetlerin mânâsını daha iyi düşünmek, cümleleri daha güzelce tesbit etmek imkânları da mevcuttur. Bütün bu sebeplerden dolayı ecir de artar.
Denilmiştir ki: 'Kur'ân'ın yüzünden okunan bir hatm-i şerîf, ezberden okunan yedi hatm-i şerife bedeldir. Çünkü Kur'ân'a bakmak da ibadettir'.
Hazret-i Osman (radıyallahü anh) , Kur'ân'ı yüzünden çokça okuduğu için, iki mushaf eskitmiştir. Sahâbe-i kirâm'ın birçoğu ezberden değil, yüzünden Kur'ân okuyordu. Kur'ân'ın sahifelerine bakmadıkları günleri iyi gün olarak saymazlardı.
Mısır fakihlerinden bazıları, seher zamanında İmâm-ı Şâfiî'nin huzuruna girdiler. Önündeki Kur'ân'ı açık ve yüzünden okuduğunu gördüklerinde İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Fıkıh sizi Kur'ân okumaktan meşgul etmektedir. Bense yatsı namazını kıldıktan sonra mushafı önüme açar, sabah namazına kadar kapatmam'.
23) Ebû Mensur el-Muzaffer b. Hüseyin el-Ercânî ve Ebû Bekir b. Dehhâk
24) Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî
25) Beyhâkî, Şuab'ul-îman, (Hazret-i Aişe'den
26) Ahmed b. Hanbel ve İbn Hıbbân, (Sa'd b. Ebî Vakkas'dan)
27) Ebû Dâvûd
28) Müslim ve Buharî, (Hazret-i Aişe'den bir benzeri) ; Bezzaz ve Makdisî, (Muaz b. Cebel'den hadîsin son bölümünü) . Ebû Şu'ca'ya göre, hadis münkerdir.
29) Namaz bölümünde geçmişti.
Kur'ân'ı Güzel Sesle Okumak
Kur'ân'ın nazmını bozacak derecede aşırıya gitmeksizin sesi yükseltip ahenkli bir şekilde tertil ile güzelce okumak, sünnet-i seniyyedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kur'ân'ı seslerinizle süsleyiniz. 30
Başka bir hadîs: Allahü teâlâ güzel sesle Kur'ân okumaya müsaade ettiği gibi, hiçbir şeye müsaade etmiş değildir'. 31
Başka bir hadîs:
Kur'ânı! gereği gibi teganni ile okumayan bir kimse bizden değildir.
Bazıları 'Buradaki teganni, istiğna mânâsındadır' demişler, bazıları da 'Burada teganni ile terennüm (sesin kıvraklığı) kastedilmiştir' demişlerdir. Bu son yorum lûgat ehlinin nezdinde gerçeğe daha yakındır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir gece Âişe validemizi bekliyordu. Fakat Âişe hazretleri geç geldiler. Rasûlüllah Hazret-i Âişe'ye 'Seni geciktiren nedir?' diye sorunca, Hazret-i Âişe 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bir kişinin okuyuşunu dinliyordum ki, ondan daha güzelini işitmedim'. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) kalktı, gidip o kişiyi uzun uzun dinledi ve sonra dönüp gelerek şöyle dedi:
Bu okuyan kişi Ebû Huzeyfe'nin âzâdlısı Sâlim'dir. Ümmetimden Sâlim gibilerini çıkaran Allah'a hamdederim. 32
Yine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bir gece beraberinde Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer olduğu halde Abdullah b. Mes'ud'u dinledi. Abdullah b. Mes'ud'u dinlerken uzun uzun durup beklediler. Sonra Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Kim Kur'ân'ı indiği gibi ter u taze bir şekilde okumak istiyorsa İbn Ümmi Abd'in kıraatiyle okusun. 33
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ara İbn Mes'ûd'a şöyle demiştir:
-Bana Kur'ân oku.
-Ey Allah'ın Rasûlü! Ben mi sana Kur'ân okuyacağım?
Halbuki Kur'ân sana inmiştir?
-Ben, Kur'ân'ı başkasından dinlemeyi severim.
Bunun üzerine İbn Mes'ûd Kur'ân okudu, Rasûlüllah'ın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. 34
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ara Ebû Musa el- Eş'arî'yi dinledikten sonra şöyle buyurmuştur: 'Suna Âl-i Davud'un mizmarlarından verilmiş. . . '35 Rasûlüllah'ın bu sitayişini işiten Ebû Musa dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasülü! Eğer senin dinlediğini bilseydim daha güzel okurdum'.
Meşhur kurrâ Heysem b. Hamid el-Gassânî, Resulûllah'ı rüyasında görür. Allah Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona 'Kur'ân'ı sesiyle süsleyen Heysem sen misin?' der. 'Evet yâ Rasûlüllah!' diye cevap verince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: Allahü teâlâ, sana hayırlar ihsan eylesin'. Rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber'in ashâbı bir araya geldikleri zaman, aralarından birisine Kur'ân'dan bir sûre okumayı emrederlerdi.
Hazret-i Ömer, Ebû Musa el-Eş'arî'ye 'Rabbimizi bize hatırlat' der, bunun üzerine Ebû Musa, Hazret-i Ömer'in nezdinde Kur'ân okur. O kadar uzun okur ki, nerede ise, namazın vakti geçer. Bunun üzerine ashâbdan birisi 'Ey emîrel Mü'minîn! Namaz, namaz' diye hatırlatır. Hazret-i Ömer'de 'Acaba biz namazda değil miyiz?' diye karşılık vererek Allahü teâlâ'nın şu ayetine işâret eder:
Muhakkak ki, Allah'ı zikretmek daha büyüktür. (Ankebût/45) Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah Kitabı'ndan tek bir ayeti cân-ü gönülden dinleyen kimse için, o ayet kıyâmet gününde bir nur oluverir. 36
Rivâyete göre 'Bir ayeti dinleyen için on hasene yazılır7. Dinlemenin sevabı ne kadar büyürse, ona sebep olan okuyucu da o sevapta dinleyenle ortaktır. Ancak okuyucunun gayesi riya ve gösteriş ise, o zaman hüküm değişir.
30) Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, ibn Hibbân ve Hâkim, (Berrâ b. Âzibden)
31) Müslim ve Buharî, (Ebû Hüreyre'den)
32) İmâm-ı Ahmed, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce
33) Müslim ve Buharî
34) Müslim ve Buharî, (Ebû Musa'dan)
35) Nesâî, (Hazret-i Aişe'den)
36) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Hüreyre'den)
8-3
Kur'ân Okunurken Riayet Edilmesi Gereken Bâtınî ameller
Bunlar da on tanedir:
Kelâm'ın Aslını Anlamak
Tâzim
Kalp Huzuruyla Okumak
Tedebbür (Düşünmek)
Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
Tecerrüd (Anlamayı Engelleyen Herşeyden Uzaklaşmak)
Tahsis (Kendine Hitap Edildiğini Bilmek)
Teessür (Müteessir Olmak)
Terakki
Teberrî
Kelâm'ın Aslını Anlamak
Kelâm’ın azametini ve yüceliğini Allahü teâlâ'nın celâl arşından mahlukâtının anlayış derecesine inmek suretiyle yapmış olduğu lütuf ve fazileti bilmek gerekir. Kur'ân okuyan; Allahü teâlâ'nın zâtî ile kaim bulunan ve kadîm bir sıfatı olan kelâmının mânâlarını lûtfuyla insanların anlayışına ne şekilde müsait kıldığına dikkatle bakmalıdır ve yine dikkat etmelidir ki, Allahü teâlâ'nın o kadîm sıfatı, harflerin kıvrımlarında ve seslerin arasında nasıl tecelli etmiştir? Oysa harflerle sesler, beşer sıfatlarıdır. Çünkü beşer kendi sıfatlarının vasıtasıyla olmazsa, Allahü teâlâ’nın sıfatlarını arılamaktan aciz kalırdı. Aynı zamanda eğer Allahü teâlâ kelâmının yüceliğinin hakîkatini harflerle örtmeseydi, onu dinlemek ne arşın ne de fersin kârı olurdu.
Onun saltanatının azametinden ve nurunun kıvılcımlarından arş ile fersin arasında her ne varsa bilcümlesi yanıp kül olacaktı. Eğer Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)ya sebatkârlık ihsan etmeseydi Hak Teâlâ'nın tecellisinin başlangıçlarına güç yetiremeyen dağ gibi, Musa (aleyhisselâm) da onun kelâmını dinlemeye güç yetiremeyecekti Dağın paramparça oluşu gibi, o da yok olup gidecekti. Allahü teâlâ'nın kelâm-ı kibriyâsının yüceliğini anlatmak ancak bâzı misaller vermek suretiyle mümkün olabilir.
Çünkü halk ancak bu şekilde anlar. İşte bunun için ariflerden bazıları kelâm-ı kibriyânın azametini şöyle dile getirmişlerdir: Levh-i Mahfuzda, bulunan kelâmullah'n her harfi, Kaf dağından daha büyüktür. Bütün melekler bir araya gelseler, tek bir harfini kaldırmaya tâkat getiremezler. Tâ ki, levhin âmiri bulunan İsrâfil (aleyhisselâm) gelir, o harfi, kaldırır ve Allah'ın izni ve rahmetiyle yerinden kıpırdatır. Bu da İsrafil'in kuvvet ve takatiyle değil Allahü teâlâ'nın lûtfuyladır.
Hükemâdan biri, Allah kelâmının derecesinin yüceliğine ve insan anlayışının kusurluluğuna rağmen nasıl insan anlayışına varıp da orada sebat kıldığının hakikatini ince ve lâtif bir tâbir ile ifade edip bütün hakikatini belirten bir misâl vererek şöyle dedi: Bir hakîm, padişahlardan birisini peygamberlerin şeriatına davet etti. Padişah, o hakimden birkaç sual sordu. Hakîm, padişahın ta'katının yeteceği ve anlayacağı bir tarzda o sualleri cevaplandırdı. Bunun üzerine pâdişah, hakîme dedi ki: 'Bana söyle bakalım, peygamberlerin getirdiğinin, insan kelâmı olmayıp, Allah'ın kelâmı olduğunu iddia ediyorsun, bu takdirde insanoğlu Allah kelâmını kaldırmaya ve anlamaya nasıl güç yetirebilir?'
Hakîm de şöyle cevap verdi:
Biz insanları görüyoruz ki, bazı hayvanlara ve kuşlara maksadlarını anlatmak istedikleri zaman, yani o hayvanların ileri ve geri gitmesini, dönüp bakmasını veya ilerlemesini kasdettikleri zaman, bakıyorlar ki, hayvanlar, insanların akıl nurlarından çıkan insan kelâmının anlamını ayırdetmekten acizdirler.
Oysa o kelâm gayet güzel, gayet süslü ve intizamlıdır. Bu durumu gören insanlar, hayvanların kalbine, hayvanlara uygun bir tarzda ıslık gibi sesler ihdâs ederek ve onların seslerine yakın bulunan ıslığı çalarak gayelerini onlara anlatırlar ki hayvanlar, insanın kendi seviyesine inip seslenmesi sayesinde insanın gayesini anlasın ve iradesini, cüz'i de olsa tatbik etsin.
İşte insanlar da böylece Allah Teâla'nın kelâm-ı ilâhîsinin hakikatini ve sıfatlarının kemâlini olduğu gibi anlatıldığı takdirde anlamaktan acizdirler. Bu bakımdan aralarında hikmetin bilinmesi için, kullandıkları seslere tıpkı insanın maksadını hayvana anlatmak için kullandığı ıslık sesi gibi oldular.
Bu durum, o sıfatlarda gizli bulunan hikmetin mânâlarına mâni değildir. Beşer sesleri, altında gizli olan hikmetlerin şerefi için şereflendi ve o mânâların büyüklüğüyle büyüdü. Bu bakımdan insanın sesi, hikmetin cesedi ve dışı mesabesindedir. Hikmet de, insan sesinin nefsi ve ruhtan ötürü aziz ve şerefli olduğu gibi, kelâmın telâffuz ve sesleri de altındaki hikmetten ötürü o derecede şerefli olur. Kelâmın mertebesi çok yüce ve derecesi büyüktür. Saltanatı herşeyi kahredici, hükmünün gerek hakta, gerek bâtılda geçerli ve belirleyici olduğu muhakkaktır. Adaletle hükmeden O, emreden ve yasaklayan, hükmüne muhakkak rıza gösterilen ve herşeyi görüp ona göre hükmeden O! Bâtıl, hikmetli kelâmın yanında dimdik durmaya güç yetiremez. Gölgenin güneşin ışınları önünde durmaya güç yetirmediği gibi...
Beşerin hikmetin derinliklerine nüfuz etmeye takati yoktur. Nitekim gözleriyle güneşe nüfuz edip bakmaya güçleri olmadığı gibi...
Fakat buna rağmen gözlerinin görmesine vesile olan güneş ışınlarından da mahrum değillerdir. Ancak o ışınlarla ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar. Bu bakımdan Allah'ın kelâmı yüzü perdeli ve emri yerine getirilen bir pâdişah gibidir. Galib ve görünen güneş gibi, esas maddesi gözle görünmez. Pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibidir. Onların seyrine vâkıf olmayan bir kimse de onlarla yolunu tâyin eder. Bu bakımdan nefis cevherlerin hazinelerinin anahtarı o kelâmdır. O kelâm, aynı zamanda öyle bir hayat suyudur ki, ondan içen ölmez. Öyle bir hastalık devâsıdır ki, ondan bir defa alan artık hiçbir zaman hastalanmaz...
Hakimin, Allah kelâmının mânâsını anlatmak için zikrettiği misâl, o hakikatten bir nebzedir. Bundan daha fazlasının Muamele İlmi bölümünde zikredilmesi uygun değildir. Bu bakımdan bununla yetinmek gerekir.
Tâzim
Kur'ân'ı okuyan kişi, bu işe ilk başladığı zaman kalbinde konuşanın (Allah'ın) azametini hazır bulundurmalıdır.
Bilmeli ki, okuduğu beşer kelâmı değildir ve yine bilmelidir ki, Allahü teâlâ'nın kelâmını okumakta gayet tehlikeli bir durum mevcuttur. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kur'ân'a ancak temiz olan kimseler dokunabilir. (Vâkıa/79)
Nasıl ki, mushafın cildine ve yapraklarına ancak abdestli ve pâk olan bir kimse el sürebiliyorsa, öylece mânânın bâtını da (Allah'ın hükmüyle) ancak kötülüklerden pâk olan kalbin bâtınına açıktır, Allah'ın azameti ve büyüklüğü ile nurlanan kalbe açıktır ancak.
Nasıl ki, mushafın cildine her elin değmesi uygun değilse, öylece harflerinin okunmasına da her lisan ve mânâlarının idrâkine de her kalp uygun ve elverişli değildir.
İşte bu tazimden ötürü İkrime b. Ebi Cehil, Kur'ân'ı açtığı zaman baygınlık geçirir ve derdi ki: 'Şu, rabbimin kelâmıdır, şu, rabbimin kelâmıdır'. Bu bakımdan kelâma saygı göstermek, onun sahibine saygı göstermek demektir. Kişi konuşanın sıfatlarını, celâlini ve fiillerini düşünüp idrâk etmedikçe konuşanın azameti onun kalbinde yerleşmez.
Ne zaman ki kişinin kalbinde, arş, kürsî, gökler ile yerler arasındaki cin, insan ve ağaçlar hazır bulunursa ve aynı zamanda bütün bunların yaradanı, bunlara güç yetiren, bunların rızkını verenin bir olduğu düşüncesi yerleşirse, bütün bunlar onun kudretinin kabzasında fazl ve rahmet, hikmet ve satveti arasında şaşkın şaşkın dönerler. Eğer nimet verirse faziletinden nimet vermiştir. Eğer azap ederse adaletiyle azap etmiştir, ruhunu idrak ederse ve yine şunlar cennete gitsin dediğinde onların cennete gitmesinden zerre kadar perva etmediğini, şunlar da cehenneme gitsin dediğinde, yine onların cehennemi boylamasından zerre kadar müteessir olmadığını kavrarsa, işte o zaman azamet ve yüceliğin hakikatini idrâk etmiş sayılır. Bu bakımdan bu gibi şeyleri düşünmek, önce konuşanın azametini, sonra da konuşulanın azametini okuyanın kalbine yerleştirir.
Kalp Huzuruyla Okumak
'Ey Yahya! Kitab'ı kuvvetle tut' (Meryem/12) ayeti 'ciddiyet ve kuvvetle Kitab'a sarıl' şeklinde yorumlanmıştır. 'Ciddiyetle kitaba sarılmanın mânâsı; kitâbî okurken himmeti herşeyden kitaba çevirmek ve kişinin kendisini sadece ona hasretmesi demektir'.
Âlimlerden birine 'Kur'ân'ı okuduğun zaman, nefsine herhangi birşey gelince vesvese ediyor musun?' denildiğinde şöyle cevap vermiştir: 'Benim nezdimde Kur'ân'dan daha sevimli bir şey var mıdır ki kalbime gelsin'.
Seleften bazısı, bir ayeti okuduğu zaman, eğer kalbi o ayette mutmain olup onun mânâsını anlamamışsa ikinci bir defa onu tekrar ederdi. İşte bu sıfat bir önceki ayetin taziminden doğan sıfattır. Zira kişi, okuduğu kelâmı tazim ederse okudukça onunla müjdelenir, aralarında yakınlaşma olur ve okuduğundan gâfil olmaktan uzaklaşır. Bu bakımdan Kur'ân'da kalbin ünsiyet edeceği mânâlar mevcuttur, yeter ki okuyucu bu işin ehli olsun. O halde Kur'ân'ı okuyan bağ ve bahçelerde gezintiye çıkmış gibidir. Bu durumda nasıl olur da onun gayrisini düşünüp de onunla meşgul olabilir. Böyle zevk ve sefa yerlerinde dolaşan bir kimse elbette onlardan başkasını düşünmez.
Denildi ki: Kur'ân'da meydanlar, bostanlar, kasırlar, gelinler, ipekliler, bahçeler ve hanlar vardır. Mim harfleri Kur'ân'ın meydanları, R harfleri Kur'ân’ın bostanları, H harfleri sarayları, köşkleri, tesbih ve tenzihi bildiren ayetler gelinleri, Ha Mimler ipeklileri (gelinlikleri), mufassal sûreler bahçeleri, diğer kısımları ise hanlarıdır. Bu bakımdan okuyucu meydanlara girdiği, bostanlardan biçtiği, saraylara yerleştiği, gelinleri gördüğü, ipeklileri giydiği, bahçelerde dolaştığı ve hanların odalarında kaldığı zaman, tamamen bu zevkin tesirinde kalır. Artık Allah'tan başkası ile meşgul olmaz. Kalbi başka yerlere gitmediği gibi, fikri de dağılmaz.
Tedebbür (Düşünmek)
Düşünme, kalp huzurunun ötesinde bir mânâdır. Zira insanoğlu bazan Kur'ân'dan başka şey düşünmez. Fakat buna rağmen sadece Kur'ân'ı dinlemekle yetinir, mânâlarını düşünce süzgecinden geçirmez. Oysa okumaktan gaye düşünmektir. İşte düşünmeyi teinin etmek için, Kur'ân'ı tertîl ile okumak sünnet olmuştur. Çünkü Kur'ân'ın zahirini tertîl ile okumak bâtınında tedebbür (düşünme) imkânını bahşeder.
Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: 'İçinde anlayış bulunmayan bir ibadette hayır olmadığı gibi, içinde düşünme olmayan okumanın da hayrı yoktur'.
Eğer kişi ancak ayetleri tekrar etmek suretiyle düşünme imkânına kavuşabiliyorsa, o zaman ayetleri tekrar ediversin. Ancak bir imama uymuş ise, ayetleri tekrar etmeyi terketmek gerektir. Zira imama uyan bir kimse bir ayeti düşünmeye koyulduğu takdirde imam başka bir ayete geçer, o zaman imamı dinlememiş olur ve böylece günahkar olur. Hâli, tıpkı muhatabının bir kelimesi hoşuna gidip de onunla meşgul olan, konuşmasının diğer bölümlerini anlamayan bir kimsenin hâline benzemiş olur...
Rükûa vardığında, rükûdan önce okuduğu bir ayetin mânâsını düşünmekte olup rükûda okunan teşbihlerin ne demek olduğundan gâfil bulunan bir kimsenin hâli de böyledir. Zira bu hâl, artık vesveseden başka bir şey değildir.
Amr b. Abdülkays 'Namaz içinde beni vesvese kaplıyor' dediğinde kendisine sorulur: 'Seni saran vesvese dünya işlerindeki vesvese midir?' O da şöyle cevap verir: "Bedenimin mızrak darbesiyle delik deşik oluşu, namazda dünya vesvesesinin beni kaplamasından daha sevimli gelir bana. Böyle bir hâl yoktur. Ancak kalbim rabbimin huzurundaki duruşumla meşgul oluyor. Ben nasıl bu huzurdan ayrılacağım diye düşünüyor ve vesveselere kapılıyorum. (Bu huzurdan Allah katında makbul olanlardan olarak mı ayrılacağım, yoksa merdûd olanlardan mı?)'
İşte o böyle bir düşünceyi vesvese olarak kabul ediyordu. Hakîkatte de bu düşünce vesvesedir. Çünkü bu düşünce, insanı yaptığı fiilin mânâsından uzaklaştırır. Şeytan, bu mertebeye varan bir kimseyi, ancak dinî bir maksadla böyle meşgul edebilir. Yani onu daha faziletli bir dinî vazifeden bu şekilde menetmeye muvaffak olur. Hasan Basrî'ye Âmir b. Abdülkays'ın bu hali söylendiği zaman şöyle dedi: Eğer siz Âmir'den naklettiğiniz bu sözde doğru iseniz bilin ki, Allahü teâlâ böyle birşeyi bizde yaratmış değildir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Besmele'yi okuyup yirmi defa tekrar etmiştir,37
Rasûlüllah'ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) Besmele'yi tekrar etmesi, mânâsını düşünmek içindir.
Ebû Zer Gıfâri'den şöyle rivâyet edilir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir gece önümüzde namaza durdu. Şu ayeti tekrar tekrar okudu: 'Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır ve eğer kendilerini bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak galibsin ve hükmünde hikmet sahibisin'. (Mâide/118)38
Temim ed-Dârî bir gece sürekli şu ayeti tekrar etti: 'Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar kendilerini îman edip, sâlih amel işleyenler gibi mi yapacağımızı, hayat ve ölümlerini bir tutacağımızı mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar'. (Câsiye/21)
Said b. Cübeyr bir gece şu âyeti tekrarladı: 'Ey günahkârlar! Bugün mü'minlerden ayrılın'. (Yasîn/49)
Âlimlerden biri 'Herhangi bir sûreyi açıyorum. O sûrede gördüğüm bazı hakikatler akşamdan sabaha kadar o sûreyi bitirmekten beni alıkoyuyor' buyurmuştur.
Bir âlim de şöyle der: 'Mânâsını anlamadığım ve kalbimin nasibi içinde bulunmayan bir ayeti okuduğum zaman, ondan sevap elde ettiğime inanmıyorum'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî'den şöyle hikâye edilir: 'Ben bir ayeti okuyorum, bazan dört veya beş gece o ayeti tekrar edip duruyorum. Buna rağmen eğer o ayet hakkındaki düşüncemi kesmezsem, başka bir ayete geçme imkânı bulamıyorum'.
Seleften biri altı ay Hûd sûresini tekrar edip durur. Bir türlü bu zaman zarfında o sûrenin mânâsını düşünmekten kendisini kurtaramaz.
Ariflerden biri şöyle der: 'Her cuma, her ay ve her sene bir hatmim vardır. Aynı zamanda otuz seneden beri başlattığım bir hatmim vardır ki, hâlâ onu bitirmiş değilim'.
İşte bütün bunlar düşünce ve tedkik derecelerine göre cereyan etmektedir. Bu zatlar, aynı zamanda şunu da söylemişlerdir: 'Kur'ân'ı okurken nefsimi ameleler yerine koyuyorum. Bazen günü gününe çalışıyorum, bazen aylık, bazen haftalık, bazen de senelik çalışıyorum'.
37) Ebûzer el-Herevî, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)
38) Nesâî ve İbn Mâce, (sahih bir senedle)
Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
Tefehhüm, okuduğu her ayetten, gücü nisbetinde anlamaya çalışmak demektir. Zira Kur'ân, Allah'ın sıfatlarını, fiillerini, peygamberlerin hallerini, peygamberleri yalanlayanların hâllerini ve onların nasıl helâk olduklarını, Allah'ın emirlerini, yasaklarını, cennet ve cehennem zikrini ihtiva etmektedir.
Allah'ın sıfatlarını belirten bazı ayetler:
O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yapmıştır. Davarlardan da çiftler... Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. O'nun misli gibi (ona benzer) tek birşey yoktur. O, bütün söylenenleri işitir bir semî'dir, bütün yapılanları gören bir basîr'dir.(Şûrâ/11) Melik 'tir (mülk ve saltanatı devamlı olandır), Kuddûs 'tür (yani her türlü noksanlık ve ayıplardan beridir, bütün âfet ve kederlerden salimdir), Mü'mindir (yâni emniyet verendir), Müheymin'dir (yani her şeyi gözetip koruyandır), Azîzdir (yani herşeye galibdir), Cebbâr'dır (yani kulların hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir. Varlığı çok yücedir), Mütekebbir 'dir (azamet ve ululuk sahibidir).(Haşr/23)
Bu bakımdan okuduğumuz bu isim ve sıfatların mânâlarını derin derin düşünmelidir ki, bunların sırları kendisine inkişâf etsin. Zira bu isim ve sıfatların altında öyle mânâlar saklıdır ki, o mânâlar ancak muvaffak olanlara belirir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir:
Hazret-i Peygamberin insanlardan gizleyip de sadece bana fısıldayıp söylediği birşey yoktur. Ancak Allahü teâlâ'nın, kitabı hususunda kuluna verdiği anlayış ve idrak müstesna!39
Bu nedenle okuyucu Kur'ân'ın mânâsını anlamayı şiddetle aramalıdır.
İbn Mes'ûd şöyle buyurmuştur: 'Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isteyen bir kimse, Kur'ân'ı deşsin. Kur'ân'ın en büyük ilimleri Allahü teâlâ'nın isim ve sıfatları altındadır. Çünkü insanların çoğu o isim ve sıfatlardan ancak kendi anlayışlarına uygun mânâlar çıkarmışlardır. Oysa onların derinlerine nüfûz etmemişlerdir.
Allahü teâlâ'nın Fiilleri
Gökleri, yeri ve onlardan başka varlıkları yarattığını zikretmesi gibi... Bu bakımdan okuyan bu mânâları taşıyan ayetlerden Allah'ın sıfatlarını ve celâlini anlamalıdır. Çünkü fiil, faile delâlet eder. Fiilin büyüklüğü failin büyüklüğüne delildir. Bu bakımdan fiilde, fiil değil fâil görünmelidir.
Hakkı bilen, herşeyde O'nu görür. Çünkü herşey haktandır. O'na dönecek, O'nunla kaim ve O'nun içindir. Bu bakımdan hakîkat açısından O, külldür. Yani herşey O'nun varlığını ilan etmektedir. Kim gördüğünde O'nu görmezse sanki O'nu tanımamıştır. O'nu tanıyan da O'ndan başka her ne varsa hepsinin bâtıl olduğunu tanımış demektir. O'nun zâtı hariç, herşey helâk olur. Bunun mânâsı herşey ikinci bir halde iptal olunacaktır demek değildir. Belki herşey el'ân, eğer zâtı, zât olarak itibar edilirse bâtıldır. Ancak Allah'ın var ettiği ve O'nun kudretiyle meydana geldiği cihetle eşyaya itibar edilirse, o vakit varlıkları bu mânâ ile sabit olur. Yani tâbi olmak yoluyla sâbit olurlar. İstiklâl yoluyla ise, mutlak bâtıldırlar.
İşte bu keyfiyet, mükâşefe ilminin başlangıçlarından bir başlangıçtır. Bu sırra binâen okuyucu şu ayetleri okuduğu zaman sadece su, ateş, ekin ve meni mânâlarına düşüncesini hasretmemelidir. Belki meninin biri diğerine benzer cüzlerden müteşekkil olduğunu düşünmeli, sonra bu meninin et, kemik, sinir ve damarlara nasıl taksim edildiğini, çeşitli şekilde baş, el, ayak, ciğer, kalp ve sâir âzâlar olarak meydana nasıl geldiğini, sonra buradaki kulak, göz, akıl ve sair şerefli sıfatlarının nasıl belirdiğini, sonra bunlardaki gazab şehvet, kibir, cehalet, yalanlamak ve mücadele gibi çirkin sıfatların nasıl olduğunu düşünmelidir.
Bahsi geçen ayetler şunlardır:
Şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? (Vâkıa/63)
Şimdi gördünüz mü (rahimlere) döktüğünüz meni yi? (Vâkıa/58)
Şimdi içmekte olduğunuz suyu bildirin bana! (Vâkıa/68)
Şimdi çakıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin! (Vâkıa/71)
Evet, bu ayetleri söylediğimiz gibi düşünmelidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
O (inkarcı) insan görmedi mi? Biz onu bir nutfeden yarattık. Şimdi de âşikâr bir mücadeleci kesiliverdi. (Yâsin/77)
Evet, bu hikmetleri düşünmelidir. Düşünmeli ki, o hikmetlerin acaipliklerine ulaşabilsin. Acaiplerin acaibi ise, bu acaiplerin kaynağı bulunan sıfatlardır. Bu bakımdan kişi, daima sanata bakmalıdır. Bakmalıdır ki, orada yaratanı görebilsin.
Peygamberlerin Hâlleri
Kur'ân okuyan insan peygamberlerin yalanlandıklarını, nasıl vurulduklarını ve bazılarının nasıl öldürüldüklerini Kur'ân'dan dinlediği zaman, bundan anlamalıdır ki; Allah peygamberlerden de, kendilerine peygamber gönderilen kimselerden de müstağnidir.
Bu hâdiseler O'nun istiğna sıfatına delâlet eder. Eğer bütün beşeriyeti helâk ederse, bu hadise O'nun mülkünde zerre kadar menfi bir tesir icra edemez. Başka bir ayette peygamberlerin galip geldiklerini okuduğu zaman, Allahü teâlâ'nın kudretine ve hakka yardım etmek hususundaki irâdesine yorumlamalıdır.
Peygamberleri Tekzib Edenlerin Hâlleri
Ad, Semûd kavimleriyle onların başına gelen hadiseler gibi... Bu hadiseleri belirten ayetleri okuduğu zaman Allah'ın satvet ve intikam alışından korkmalıdır.
Bu hadiseden kendi nefsi için ibret almalıdır. Eğer gâfil olur sû-i edebde bulunur ve Allahü teâlâ'nın azabının gecikmesine aldanırsa 'Belki de Allahü teâlâ'nın azabı yakama yapışır ve hükm-i ilâhîsi benim hakkımda infaz edilir' diye düşünüp nasibdar olmalıdır. Böylece cennet ve cehennem ve Kur'ân'ın diğer konularını dinlediği zaman, herbiri hakkında uygun şeyler düşünüp ibret almalıdır. Bunlardan ne gibi ibret alınır? Bunu saymaya imkân yoktur. Çünkü sonsuzluğa doğru uzanıp gider. Her kul, Allahü teâlâ kendisine bu sahada ne kadar nasib etmişse ancak o kadarını alabilir. Zira yaş ve kuru her ne varsa tamamı hâdiseleri apaçık beyân eden kitabda mevcuttur.
İşte bunun delili olan ayet:
De ki: Eğer rabbimin kelimeleri(ni yazmak) için bütün denizler mürekkeb olsa, muhakkak ki rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar daha yardımcı getirsek bile... (Kehf/109)
Yine bu sırra binâen Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: 'Eğer dileseydim sadece Fâtiha-i Şerîfe'nin tefsiri bahsinde yetmiş deve yükü kitap yazabilirdim'.
Belirttiklerimizden gayemiz; Kur'ân'ı anlamak yoluna işaret etmektir ki bu kapı okuyucunun önüne açılsın. Bu sahayı tamamen sayarak arzetmek hususuna gelince, bu, beşer takatinin üstünde bir şeydir.
Kur'ân'ın hakikatlerini anlamakta az da olsa, nasibi olmayan bir kimse şu ayetin mefhumuna dahil olur:
O, münafıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hatta senin yanından çıktıkları zaman (sahâbîlerden) kendilerine ilim verilmiş olanlara şöyle derler: 'O (Peygamber) demin ne söyledi?' (Böylece alay ederler) Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini mühürlemiştir de hep hevâlarına uymuşlardır. (Muhammed/16)
Bunların kalplerine vurulan mühür ise Kur'ân'ı anlamalarına engel olan şeylerdir ki, gelecek bahislerde zikrettiğimiz zaman bilinecektir.
Denildi ki: 'Mürid, ancak Kur'ân'da bütün isteklerini gören bir kimseye denir'. Demek ki, bütün isteklerini Kur'ân'da görmeyen mürid olamaz. Mürid olan bir kimse, Kur'ân'dan eksik sıfatları tam sıfatlardan ayırdeder, mevlâsının lütfuyla kölelere muhtaç olmaktan müstağni olur.
39) Nesâî, (Ebû Hüreyre'den
Tecerrüd (Anlamayı Engelleyen Herşeyden Uzaklaşmak)
Kur'ân anlayışına mâni olan şeylerden kaçınmak gerekir; zira insanların çoğu, şeytanın kalplerine gerdiği perde ve sebeplerden ötürü Kur'ân'ın mânâlarını anlamaktan menedilmişlerdir. Böylece Kur'ân sırlarının hikmetleri kendileri için perdelenmiş ve basiretleri onu göremez olmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar, Ademoğullarmın kalpleri etrafında cirid atmasaydılar, Ademoğulları melekûta bakabilecekti.40
Kur'ân’ın mânâları melekût aleminin cümlesindendir. Zahirî duyulardan gizlenip ancak basiret nuruyla müşahede edilen herşey de melekût alemindendir.
Kur'ân'ı Anlamaya Perde Olan Hususlar
1. Kalbi, harflerin mahreçlerinden çıkmaya yönelmesidir. Böyle bir kimseyi, Kur'ân okuyucularını Allah kelâmının mânâlarını anlamaktan alıkoymakla görevli bulunan bir şeytan sevk ve idare eder. Şeytan daima onları harfleri tekrar etmeye yöneltir. Ona daima 'harf mahrecinden çıkmadı' vesvesesini verip durur. Bu bakımdan böyle bir kimsenin düşüncesi yalnızca harflerin mahreçleri üzerine teksif edilmiş olur. O halde böyle bir kimseye nasıl olur da mânâlar inkişâf eder, Bu gibi bir vesveseye itâat edip kurban giden bir kimse, şeytan için en büyük oyuncaktır! (Allah korusun).
2. Uyduğu bir mezhebe mukallid olup da sadece taklid ettiği mezheb üzerine titremek, nefsinde dinlediğine sadece taassub yoluyla yer verip ısrar etmek, basiret ve müşâhede ile ona ulaşmaya yanaşmamaktır.
İşte böyle bir kimseyi inancı bağlamış bulunur ve bir türlü inanç bağlarından kurtulup ötelere adım atamaz.
İnandığından başka bir şeyin kalbine gelmesi adeta imkansızdır. Böyle bir kimsenin görüşü sadece dinlediklerine münhasırdır. Uzakta kendisine bir ışık görünüp dinlediklerine muhalif düşen mânâlardan herhangi bir mânâ baş gösterirse, taklid şeytanı derhal kendisine hücum ederek şöyle der: 'Nasıl olur da böyle bir mânâ kalbine gelebilir? Oysa bu senin ecdadının inandıklarına muhaliftir!'
Bu bakımdan kişi, bu mânânın şeytandan gelen bir gurur olduğunu zanneder, ondan uzaklaşır ve benzerinden sakınır. İşte bu gibiler için sûfîler İlim perdedir' demişlerdir.
Sûfîlerin buradaki 'ilim'den kastettikleri; insanların mücerred taklid ile üzerinde ısrar ettikleri inançlardır veya mezheb mutaassıblarmın mücadele kelimelerinin mücerrediyle yazmış oldukları ve geride gelenlere bıraktıkları mânâsız ibarelerdir. Basiret nuruyla müşahede edilen ve keşfolunan hakîki ilme gelince, o, istenenin en sonu ve hedefi, olmak hasebiyle nasıl olur da perde olabilir?
Bu gibi taklid, bazan bâtıl olur ve aynı zamanda hakikatlerin bilinmesine de mâni olur. Meselâ arş üzerindeki istiva'dan orada temekkün ve istikrar etmeye inananın akidesi gibi...
Eğer böyle bir kimseye, meselâ Allahü teâlâ'nın 'el-Kuddûs' isminden 'Allah insanlar için câiz olan herşeyden mukaddestir' mânâsı başgösterirse, eski taklidi bir türlü bu mânânın kalbine yerleşmesine imkân vermez.
Oysa bu mânâ onun kalbine yerleşirse ikinci ve üçüncü keşiflere kapı açarak onu çekebilir ve böylece keşifler biri diğerini takip ederek çözülmeye başlar. Fakat bu hakîkat, onun bâtıl taklidiyle çarpıştığı için, derhal o taklid bu hakîkati onun kalbinden uzaklaştırır.
Bazen de taklid hak olduğu halde yine de Kur'ân'ın mânâsının anlaşılmasına ve keşfine mâni olmaktadır. Çünkü insanların inanmakla mükellef oldukları hak, birkaç mertebe ve dereceye ayrılır. Onun başlangıcı ve zahiri vardır. Bir de bâtınının derinliği vardır. Tabiatı zâhir üzerinde dondurmak, elbette bâtının derinliğine dalmaktan insanı meneder. Nitekim bunu zâhir ve bâtın ilimlerinin arasındaki fark hususundaki Kavâid'ul-Akaid bölümünde zikretmiştik.
3. Kişinin bir günâhta ısrar etmesi veya mütekebbir olması, az da olsa itaat olunan dünya hevesiyle mübtelâ bulunmasıdır. Çünkü böyle bir durum kalbin kararmasına ve paslanmasına vesile olur. Bu durum, tıpkı aynanın yüzündeki pas gibidir. Hakkın tecellisine mâni olur. Bu durum ise, kalp için en büyük perdedir. İşte insanların çoğu bu perde ile hakikati görmekten perdelenmişlerdir. Şehvetler ne kadar kalbin üzerinde yerleşirse Allah kelâmının mânâları da o kadar perdelenir. Kalpten dünya ağırlıkları ne kadar kalkarsa o derecede de mânânın o kalpte tecelli etmesi yakınlaşır. Kısacası kalp ayna gibidir, şehvetler de pas... Kur'ân'ın mânâları da aynada görünen sûretler gibidir. Şehvetleri sökmek suretiyle kalbin temizlenmesi aynanın parlatılması gibidir. İşte bu hikmete binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ümmetim dinar ve dirhemi (serveti) yücelttiği zaman, onlardan İslâm'ın heybet ve azameti sökülüp alınır. Emri hi'l-Ma'rufu ve Nehy-i an'il-Münkefi (iyiliği emredip ve kötülüğü yasaklamayı) terkettikleri zaman da, vahyin bereketinden mahrum olurlar.41
Fudayl b. İyaz (radıyallahü anh) 'Vahyin bereketinden mahrum olmak Kur'ân'ı anlamaktan mahrum olmaktır' demiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân’ın anlaşılır ve hatırlatıcı oluşunda Allah'a dönüşü şart kılarak şöyle buyurmuştur:
Bütün bunları hakka ve hakîkate dönen her kul için bir ihtar ve bir ibret dersi olsun diye yaptık. (Kaf/8)
Fakat ancak küfürden dönen (Allah'ın alâmetlerinden ibret alır ve gerçeği) anlar. (Mümin/13)
Ancak akıl sahipleri anlar. (Ra'd/19)
Dünya aldanışını âhiret nimetlerine tercih eden bir kimse akıllılardan olamaz ve bu hikmetten ötürü kitabın sırları kendisine açılmaz!
4. Zâhirî bir yorumu okuyup 'Kur'ân kelimelerinin mânâları ancak İbn Abbâs, Mücâhid ve benzeri müfessirlerden nakledilen mânâlardır' şeklindeki inanıştır. 'Bunların ötesindeki mânâlar rey ve şahsi düşünce ile verilen mânâlardır ve Kur'ân'ı kendi reyiyle tefsir eden ateşte yerini hazırlamış olur' kanaatine varmaktır.
İşte bu kanaat de Kur'ân mânâlarının önüne çekilen büyük bir sed ve perdedir. Biz rey lie Kur'ân'ın tefsir edilmesinin mânâsını dördüncü bölümde beyân edeceğiz ve bunun Hazret-i Ali'nin 'Ancak Allah'ın kuluna verdiği anlayış ve idrak müstesna' şeklindeki sözüne zıd düşmediğini kaydedip diyeceğiz ki; eğer Kur'ân'ın mânâsı sadece İbn Abbâs, Mücâhid ve benzeri müfessirlerden nakledilen zahir mânâlar olsaydı, âlim olan insanlar Kur'ân'ın mânâsında ihtilâfa düşmezlerdi.
40) Namaz bölümünde geçmişti.
41) İbn Ebi'd-Dünya
KUR'ÂN-I KERÎM TİLÂVETİ ÂDÂBI KONUSU DEVAMI;