8-4
Tahsis (Kendine Hitap Edildiğini Bilmek)
Bu bakımdan kişi, Kur'ân’ın bir emrini veya bir yasağını dinlediği zaman, o yasağın ve emrin kendisine tevcih edildiğini takdir etmelidir. Bir va'd veya vaîdi işittiği zaman, yine böyle takdir etmelidir ki, burada müsamere ve hikaye kastolunmaz.
Bunlardan gaye geçmişlerin durumundan ibret almak ve okuyanın bu hâdiselerden kendi ihtiyacını idrâk etmesi kastolunmaktadır. Çünkü Kur'ân’ın hiçbir kıssası yoktur ki, o, Rasülullah ve ümmeti hakkında bir fayda temin etmek için sevkedilmemiş olsun. İşte bu sırra binaen Allah 'Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her haberi sana anlatıyoruz' (Hûd/120) buyurmuştur. Bu bakımdan kul, Allahü teâlâ'nın Kur'ân'da bahsettiği peygamberlerin hâlleriyle ezâ ve cefâya karşı olan sabırlarıyla, Allah'ın yardımını beklemek için dindeki sebatkârlıklarıyla kendisinin de kalbini sabit kılmak istediğini anlamalıdır. Kul nasıl bunu böyle takdir etmeyecektir?
Oysa Kur'ân sadece Hazret-i Muhammed'e mahsus olarak inmiş değildir. Belki bütün âlemlere nur, rahmet ve şifadır. Zaten Allahü teâlâ'nın, Kur'ân nimetinin karşılığında şükretmeyi bütün beşeriyete emretmesi de bu mânâdan doğar...
Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kur'ân'ı ve ondaki hikmeti düşünün. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah herşeyi kemâliyle bilicidir. (Bakara/231)
Size öyle muazzam bir kitâb indirmişiz ki, (îman ettiğiniz takdirde) bütün şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmıyacak mısınız? (Enbiyâ/10)
(Onları) açık delillerle ve kitaplarla (gönderdik); sana da bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp öğüt alsınlar. (Nahl/44)
İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır. (Muhammed/3)
Haberiniz olmayarak ansızın tepenize azap inmeden önce rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbî olunuz. (Zümer/55)
Bu Kur'ân, insanlara hak ölçüleri gösteren nurlardan ibarettir ve şüphesiz îman edecek bir cemâat için hidayet rehberidir. (Câsiye/20)
Bu, insanlara bir açıklama, korunanlara yol gösterme ve öğüttür. (Al-i İmrân/138)
Allahü teâlâ ilahî hitabıyla bütün insanları kasdettiği zaman elbette onun içinde fertleri de kasteder. İşte okuyucu da kasdolunan bir ferd'dir. Bu bakımdan ona ve diğer insanlara ne olmuş ki kendilerini Kur'ân'a muhâtab saymazlar? O halde okuduğu Kur'ânla kendisinin kasdolunduğunu takdir etmelidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bana şu Kur'ân vahyolundu ki? onunla hem sizi ve hem de kime ulaşırsa onu korkutayım. (En'am/109)
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle buyurmaktadır: 'Kur'ân kime tebliğ edilirse sanki onunla Allahü teâlâ konuşur. Bunu böylece takdir ettiği zaman Kur'ân'ı herhangi birşey okur gibi okuyamaz. Kölenin efendisinden gelen bir mektubu okuduğu gibi okur ki, düşünüp içindeki emirlerle gereğince amel etsin'.
Bu sırra binâen âlimlerden bâzıları: 'Şu Kur'ân rabbimiz tarafından bize gelen mektuplar mecmuasıdır. O mektuplar rabbimizin ahidlerini bize hatırlatıyor. Biz de namazlarımızda onu düşünerek okuyoruz. Tenha yerlerde onun üzerinde duruyoruz. İbadetlerimizde ve gidişatımızda onu tatbik ediyoruz' demişlerdir
Mâlik b. Dinar şöyle buyurmaktadır: 'Ey Kur'ân ehli! Kur'ân sizin kalbinize ne gibi bir tohum ekti? Biliniz ki yağmur yeryüzünün baharı olduğu gibi, Kur'ân da mü'minin baharıdır'.
Katâde şöyle demiştir: 'Şu Kur'ân ile herhangi bir kimse dizdize gelip oturmuşsa mutlaka ya eksiklik veya fazlalıkla kalkmış olur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurur 'Biz Kur'ân'dan öyle ayetler indirmekteyiz ki, mü'minler için şifa ve rahmettir. Zâlimlerin de ancak sapıklığını artırır'. (İsrâ/82)
Teessür (Müteessir Olmak)
Teessür, kalbin çeşitli eserlerden, ayetlerin değişikliğinden ötürü çeşitli renkler alması demektir. Bu bakımdan kalp, her hâlin anlatılışına göre hâllenir. O halden ötürü üzüntü, korku, ümit ve daha nice sıfatlarla sıfatlanır. Kişinin marifeti tamam oldukça, korkusu o nisbette kalpte çoğalır.
Çünkü tazyik, Kur'ân ayetlerinde diğer durumlardan daha fazladır. Kişi mağfiret ve rahmetin ancak ariflerin elde edebileceği şartlara bağlandığını görür. Nitekim şu ayette aynı durum mevcuttur:
Bununla beraber şüphe yok ki, ben, tevbe eden, îman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolunda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım. (Tâhâ/82)
Görülüyor ki, bu ayette çok bağışlayıcıyım cümlesi dört şart ile takip ettirilmiştir:
a) Tevbe, b) îman, c) Amel-i Sâlih, d) Hak Yolunda Sebat
Şu ayette de aynı durum vardır:
Andolsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. Ancak îman edip sâlih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr/1-3)
Allahü teâlâ burada da dört şart zikretmektedir. Bu dört şartı zikretmediği ayetlerde de onları kapsayıcı ve derleyici bir şartı zikretmektedir.
Muhakkak ki ihsan (iyilik) yapanlara, Allah'ın rahmeti pek yakındır. (A'raf/56)
Ayetteki 'ihsan', bütün şartları içine alan bir şarttır. İşte böylece Kur'ân'ı başından sonuna kadar tedkik eden ve anlayan bir kimseye en uygun düşen durum korku ve üzüntüdür.
Bu sırra binaen Hasan Basrî şöyle der: 'Allah'a yemin ederim, bugün hiçbir kul yoktur ki Kur'ân'ı okuyup, Kur'ân'a îman etsin de hüznü ferahından daha çok olmasın ve yine ağlaması çok olup gülmesi azalmasın. Yorgunluğu ve meşguliyeti çoğalıp istirahat ve tembelliği azalmasın'.
Vüheyb b. Verd şöyle buyurmuştur: 'Bütün hâdiselere, va'z ve nasihatlere dikkatle baktık ve Kur'ân'ın dışında kalpleri hassas yapan ve kalplere hüzün ve üzüntüyü celbeden bir şeye tesadüf etmedik'.
Bu bakımdan kulun tilâvet ile müteessir olması, okuduğu ayetin bahsettiği sıfat ile sıfatlanması demektir. Vaîd ve şartlarla kayıtlı bulunan mağfiret ayetlerini okuduğu zaman eğer mânâyı anlamışsa ölürcesine korkusundan küçülür. Allahü teâlâ'nın geniş rahmetinden bahsedip mağfireti va'deden ayetleri okuduğunda, sevincinden uçarcasına müjdelenir. Allah'ın zikrini, sıfat ve isimlerini belirten ayetleri okuduğunda celâl-i ilâhînin önünde başını eğer ve azametini hatırlar. Kâfirlerden bahseden ve Allah hakkında muhâl olan sıfatları Allah'a nisbet ettiklerini beyan eden ayetleri okuduğu zaman sesini kısar, onların sözlerinin çirkinliğinden ötürü içinden hayâ ederek kırılır. Meselâ, onların Allah'a 'çocuk' veya 'eş? nisbet ettikleri gibi durumlarda, ulûhiyyet sânına yakışmayan sözlerinden iç âleminde infiale kapılır ve derhal sesinin hızını keserek ezik bir hâl alır. Cennetin vasfını okuduğu zaman, içinde cennete karşı bir iştiyak duygusu belirir. Cehennemin vasfını okuduğu zaman da korkudan azalan tirtir titremeye başlar.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) İbn Mes'ud'a 'Bana Kur'ân oku!' dediği zaman îbn Mes'ud Nisâ süresini açarak okur ve 'Her ümmetten birer şahid getirdiğimiz ve seni de onlar üzerine bir şâhid yaptığımız zaman, bakalım kâfirlerin hâli ne olacak?' (Nisâ/41) ayetine vardığı zaman Rasülullah'ın iki gözünden yaşlar aktığını görür. Rasûlüllah kendisine 'kâfi' der. Bunun hikmeti; o hâlin müşahedesinin Rasûlüllah'ın kalbini tamamen ihâta etmesidir.
Allah'tan korkanların bir kısmı, vâid ayetlerini okudukları zaman, baygınlık geçirirlerdi. Bazıları da bu ayetleri dinlediğinde ölürdü. Bu bakımdan okuyanın bu hallerle hallenmesi, onu Allahü teâlâ'nın kelâmını hikaye edercesine okumaktan çıkarmış olur. Bu hallerle hallenen bir kimse: 'De ki: Eğer ben rabbime isyan edersem cidden büyük bir günün azabından korkarım' (En'am/15) ayetini okuduğu zaman, eğer korkmazsa, sadece ayeti hikâye etmiş olur.
'Ey rabbimiz! Ancak sana tevekkül ettik, sana ibadete koyulduk ve yalnız sanadır dönüş' (Mümtahine/4) ayetini okuduğu zaman, eğer Allah'a tevekkül edip ona dönüş yapmamış ise, sadece bu ayeti hikaye etmiş olur.
'Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz' (İbrâhim/12)
ayetini okuduğu zaman, eğer hâli sabretmek veya gelecek eziyetlere karşı sabretmeye niyetlenmeyip de tilavetin halâvetine varmamışsa, evet, eğer bu sıfatlarla sıfatlanmamış, kalbi bu durumlar arasında titrememişse onun şu ayetleri okumaktan nasibi sadece dilini kıpırdatmaktır. Bununla beraber kendine açıkça şu ayetlerde lânet edilmiştir:
İyi bilin ki Allah'ın laneti zâlimler üzerinedir. (Hûd/18)
Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında buğz bakımından çok büyüktür. (Sâf/3)
İnsanların hesapları yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler. (Enbiyâ/l)
Onun için (ey rasûlüm) sen bizim Kur'ân'ımızdan yüz çevirip de yalnız dünya hayatını isteyen kimselere bakma! (Necm/29)
Kim de tevbe etmezse işte onlar kendilerine zulmedenlerdir. (Hucurât/11)
O kişi aynı zamanda Allahü teâlâ’nın şu ayetinin hükmüne de dahil olur:
Onlar içinde okuma ve yazma bilmeyenler vardır ki Tevrat'ı bilmezler. Ancak birtakım kuruntu yığını uydurmalar düzer, sadece şüphe ve zanda bulunurlar. (Bakara/78) '
Yani onlar mücerred tilâvetle iktifa ederler. Aynı zamanda o kişi şu ayetin de şümulüne dâhil olmuş olur:
Göklerde ve yerde nice ayet(ler) var ki, onların yanından yüzlerini çevirerek geçerler. (Yûsuf/1'05)
Çünkü Kur'ân, yer ve göklerdeki Allahü teâlâ’nın varlık ve birliğine delâlet eden bütün alâmetleri beyan buyurmaktadır. Kur'ân ayetlerini okuyup onlardan ibret almayan, o ayetlerden yüzçeviriyor demektir. Bu hikmete binâen denildi ki:
'Kur'ân'ın beyan buyurduğu sıfatlarla muttasıf olmayan bir kimse Kur'ân'ı okuduğu zaman Allahü teâlâ ona 'Sen nerede, benim kelâmım nerede...
Sen ki benden yüzçevirmiş bir kimsesin, bana dönüş yapıncaya kadar kelâmımı bırak, okuma!' diye hitapta bulunur.
Âsi bir kimsenin Kur'ân okuyup tekrar ettiği zamanki misâli, padişahın fermanını günde birkaç defa okuyan bir kimsenin haline benzer. Padişah bu kimseye fermanında memleketini imâr etmeyi emretmektedir. Oysa o, memleketin tahribi ile meşguldür ve bütün yaptığı sadece fermanı okumaktan ibarettir.
Eğer bu kişi padişahın emrine muhalefet etmesiyle beraber fermanını okumayı da terkederse padişah ile alay etmekten ve bundan dolayı da cezaya çarpılmaktan kurtulamaz.
Bu sırra binâen Yûsuf b. Esbât dedi ki: 'Ben Kur'ân okumaya niyetleniyorum. Fakat içindeki ahkâmı hatırladığım zaman, Allah'ın azabından korkarak onu bırakıyor, tesbih ve istiğfar ile meşgul olmayı tercih ediyorum'.
Kur'ân'ı okuyup ahkâmıyla amel etmekten yüz çeviren bir kimse şu ayet de kastolunan kimselerdendir:
Onlar ise, o söz ve teminatı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında biraz para aldılar. Bu ne kötü bir alışveriştir. (Al-i İmrân/187)
İşte bu sırra binaen de Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kalbiniz Kur'ân üzerinde ittifak ettikçe ve derileriniz onun için yumuşadıkça Kur'ân okuyunuz; (ancak o zaman okumuş sayılırsınız). Ne zaman ki Kur'ân ile çelişirseniz, demek oluyor ki siz Kur'ân'ı okumuyorsunuz.42
Bazı rivâyetlerde de 'Kur'ân ile çeliştiğiniz takdirde Kur'ân'ı bırakıp kalkınız' denilmektedir.
Nitekim Allahü teâlâ da Enfâl sûresinin ikinci ayetinde
'Gerçek mü'minler yalnız o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri korkarak ürperir. Onlara ayetleri okunduğu zaman imanlarını artırır ve onlar yalnız rablerine tevekkül ederler' buyurur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) başka bir hadîsinde şöyle buyurur:
İnsanlardan Kur'ân'ı en güzel sesle okuyan o kimsedir ki onun Kur'ân okuduğunu dinlediğin zaman, onu Allah'tan korkar bir kimse görürsün.43
Allah'tan korkan bir kimseden dinlenen Kur'ân'dan daha sevimli olarak, hiç kimseden dinlenilmez,44
Anlaşıldı ki, Kur'ân, sadece bu halleri kalbe celbetmek ve ahkâmıyla amel etmek için okunur. Eğer Kur'ân'ın okunmasmdaki gaye bu değilse, sadece harflerin ve dilin kıpırdaması külfeti ise, bu önemsiz bir şeydir.
Bu hikmete binâen kurrâ'dan biri şöyle anlatır: Bir üstadımın yanında Kur'ân okudum. İkinci bir defa okumak istediğimde beni şiddetle reddederek dedi ki: 'Kur'ân'ı benim üzerime okuyup beni meşgul ediyorsun. Git, Allahü teâlâ'ya oku ve dikkat et ki, Allahü teâlâ sana neyi emretmekte ve seni nelerden sakındırmaktadır?'
İşte sahâbe-i kiramın (radıyallahü anh) meşguliyetleri böyle Kur'ânla hallenmek ve onun ahkâmıyla amel etmekti, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman yirmibin sahâbîsi vardı. 45
Oysa onlardan sadece altı kişi Kur'ân'ı tamamen hıfzetmişti. Bu altı kişinin ikisi hakkında da ihtilâf vardır. Sahâbîlerin çoğu bir veya iki sûreyi hıfzederdi. Bakara ve En'am sûresini hıfzedenler, sahâbîlerin âlimleriydi.
Birisi Kur'ân'ı öğrenmek için huzur-i saadete geldiğinde Allahü teâlâ'nın 'Zirâ kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir' (Zilzal/7-8) ayetinin okunduğunu duyar ve 'Bukadarı bana kâfidir' diyerek gider.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazır bulunanlara 'Bu kişi Kur'ân'ın mânâsını anlayarak gitti' buyurur.
Ancak ayetin mânâsını anladıktan sonra müzminin kalbine Allah tarafından ihsan edilen bu hâl ve benzerleri nâdir attandır. Sadece dilin kıpırdatılmasına gelince onun faydası pek azdır. Belki sadece diliyle okuyup, okuduğunun hükümleriyle amel etmeyen bir kimse şu ayetin hedefi olmaya namzettir: 'Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'ımdan) yüz çevirirse ona dar bir geçim vardır ve onu kıyâmet günü kör olarak hasrederiz.
(Kur'ân'dan yüz çeviren kimse) şöyle der: Ey rabbim! Beni niçin kör olarak hasrettin? Oysa ben (dünyada) iken görüyordum. Allah şöyle buyurur:
Cezan böyle! Sana ayetlerimiz geldi de onları unuttun. İşte bugün de böylece unutulursun. (Tâhâ/124-126)
Yani o ayetleri terkedip onları düşünmedin ve onlara ihtimam göstermedin! Çünkü işinde kusurlu olan kimse için 'o, işi unutmuş' denir.
Kur'ân'ın hakkıyla okunması; lisan, akıl ve kalbin ortaklaşa okuması demektir. Bu okumaktan lisanın payı; tertil ile okuyup harfleri tasrih etmektir. Aklın payı da mânâları tefsir etmek, kalbin payı ise, onlardan ibret alıp yasaklardan çekinmek, emirlere uymaktır. Bu bakımdan lisan tertîlle okuyor, akıl onun okuduğunu tercüme ediyor, kalp ise ondan ibret alıyor.
42) Müslim ve Buharî, (Cürıdeb b. Abdullah el-Becelî'den)
43)İbn Mâce, zayıf bir senedle
44)Hâkim, (Ebû Kasım el Gafıkî'den)
45)Yirmibin kaydı belki de sadece Medine'de bulunanlar içindir. Zira Ebû Zur'a er-Râzî 'Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman yüzondörtbin sahâbi vardı' diyor. Bütün bunlar, ondan hadis dinleyen ve rivâyet edenlerdir. Buharî ve Müslim'de Enes'den rivâyet edildiğine göre, Resûlullah'ın zamanında bütün Kur'ân'ı hıfzedenler dört kişidir ve hepsi de Ensâr'dandır.
1.Ubey b. Ka'b,
2.Muaz b. Cebel,
3.Zeyd
4.Ebû Zeyd'dir.
Bu hadisin senedinde za'f vardır.
Terakki
Terakkiden maksat, Kur'ân okuyan bir kimsenin hâlden hâle girip Kur'ân'ı, nefsinden değil Allah'tan dinleyinceye kadar yükselmesidir. Bu bakımdan okumanın dereceleri üçtür:
A)En az derecesi, sanki Kur'ân'ı Allah'a okur gibi okumaktır.
Sanki Allah'ın huzurunda durmuş, Allah kendisine bakıyor ve okuduğu Kur'ân'ı kendisinden dinliyor gibi düşünüp hissetmelidir. Kişi kendisini böyle düşündüğü zaman, onun hâli, Allah'tan istemek, yalvarmak ve yakarmak olur.
B)ikinci derecesi kalbiyle Allah'ı müşahede etmektir. Sanki Allah'ı görür ve onun lûtuflarına mazhar olarak ona hitâb eder, nimet ve ihsanlarına garkolarak onunla münâcatta bulunur. Böyle bir kimsenin durumu Allah'tan utanmak, onu tâzim etmek, ona kulak vermek ve kelâmını anlamaktır.
C) Kelâm’ın içinde, konuşanı, kelimelerde de onun sıfatlarını görmektir. Bu bakımdan bu derecede olan bir okuyucu, ne nefsine, ne okuyuşuna ve ne de kendisiyle ilgili bulunan nimetlere kendisine verilmesi hasebiyle bakmaz. Bütün himmetini konuşana teksif eder. Fikri ve düşüncesi konuşan olur. Sanki konuşanı müşahede etmeye garkolmuş, artık başkasını görmez. Bu derece, mukarriblerin derecesidir. Bundan önceki derece ise, Eshâbu'l Yemînin derecesidir. Bunların dışında kalan derece ise, gâfillerin dereceleridir.
Bu en yüce dereceden Cafer b. Muhammed es-Sâdık haber vererek şöyle buyurmuştur:
'Allah'a yemin ederim, Allahü teâlâ kelâmında halkına tecellî etmiştir. Ancak halk onu görmez'.
Yine kendisine 'Sana ne oldu ki, namaz içinde düşüp bayıldın?' diye sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur: 'Kalbimde bir ayeti tekrarlayıp duruyordum. Tâ ki onu, onunla konuşandan dinledim. O zaman O'nun kudretinin görünmesine cismim güç yetiremedi ve düşüp bayıldım'.
Böyle bir derecede kelâmın tadı büyüdükçe büyür. Lezzetin münâcâatı oldukça kabarır. Bu sırra binâen hükemâdan biri şöyle buyurmuştur:
Ben daha önce Kur'ân'ı okuyup ondan hiçbir tad alamıyordum. Öyle ki onu sanki Rasûlüllah ashâbına okuyor gibi dinleyinceye kadar...
Sonra bu makamdan daha üst bir makama çıktım. Kur'ân'ı sanki Cebrâil Hazret-i Peygamber'e telkin ediyor gibi dinleyip, okudum. Sonra Allahü teâlâ başka bir derecede tecelli etti. Bu bakımdan şu anda Kur'ân dili ile konuşan Allah'tan dinlercesine okuyorum. İşte böyle olunca Kur'ân'ın lezzetini duydum. Öyle bir nimete gark olmuşum ki, onsuz bir an dahi yaşayamam.
Hazret-i Osman ve Huzeyfe b. Yemân şöyle demişlerdir: 'Eğer kalpler pâk ve tâhir olsa, elbette Kur'ân'ın okunmasına doyamazlar. 'Çünkü kalpler temizlikle kelâmda sahibini müşâhede etmek derecesine yükselir'.
Bu hikmete binâen de Sâbit el-Benânî şöyle buyurmuştur: 'Yirmi sene Kur'ân'ı meşakkat çekerek okudum. Yirmi sene de onunla nimettendim'.
Kelâmın sahibinin (Allahü teâlâ'nın) müşahedesine garkolup Allah'tan başkasını göremeyecek hâle gelen kul Allahü teâlâ'nın şu emr-i celîline uymuş olur:
O halde hemen Allah'a kaçın! (Zâriyât/50)
Ve Allah ile beraber başka bir ilâh uydurmayın! (Zâriyât/52)
Bu bakımdan herşeyde O'nu görmeyen, muhakkak O'nun gayrisini görmüş demektir. Kul, Allah'tan başka her neye iltifat ederse mutlaka onun o iltifatında gizli şirkten birşey vardır. Muhakkak katıksız Tevhid, herşeyde Allah'ı görmek demektir.
Teberrî
Teberri den maksat, Kur'ân'ı okuyan kişinin varlık ve kuvvetinden teberri (uzaklaşarak) ederek nefsine katiyyen rıza ve temizlenmiş gözüyle bakmamasıdır.
Sâlihleri medhedip onlara Allah'ın çeşitli nimetlerini va'deden ayetleri okuduğu zaman nefsini onlardan saymamalı, belki o vasıflara lâyık olarak ibâdet edenleri ve o sahada doğru olanları görmeli, onların kervanına katılmak için Allahü teâlâ'dan niyazda bulunmalıdır. Âsiler ve kusurluları yeren ve zemmeden ayetleri okuduğu zaman nefsini onlarla beraber görmeli ve kendisinin muhâtab olduğunu takdir ederek korkmalıdır.
İşte bu sırra binâen İbn Ömer (radıyallahü anh) 'Ey Allahım! Ben zulmümden ve küfrümden (nankörlüğümden) ötürü senden af dilerim' dediğinde kendisine sorulur: 'Zulüm malûm ve fakat küfür ne demek?' Bunun üzerine İbn Ömer şu ayeti okur:
Gerçekten insan çok zâlimdir, çok keffardır (nankördür). (İbrahim/34)
Yûsuf b. Esbat'a 'Kur'ân'ı okuduğun zaman nasıl dua ediyorsun?' diye sorulduğunda, 'Nasıl dua edeyim? Kusurumdan ötürü yetmiş defa Allahü teâlâ'dan af diliyorum...' diye cevap verir.
Bu bakımdan kişi Kur'ân hakkında nefsini böyle kusurlu görürse, onun bu görüşü Allah'ın rahmetine yaklaşmasına sebep olur. Çünkü yakınlıkta uzaklık gören bir kimse, kendisinde beliren korkudan ötürü yakınlıkla taltif ediliyor ve bu korku o yakınlığın ardından gelen diğer bir yakın dereceye onu çekip götürür.
Kim uzaklıkta yakınlığı görüyorsa, aldanır. Aldanışı da onu uzaklığından daha uzak bir dereceye çekip götürür. Kişi nefsini Allah nezdinde razı olunmuş gözüyle görürse, bu şekilde gördüğü nefsi kendisine perde olur. Nefsine iltifat etmek hududunu geçtiği ve okuduğunda Allah'tan başkasını müşâhede etmediği zamanda melekût aleminin sırrı kendisine keşfolunur.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle anlatır: İbn Sevban bir dostuna akşamleyin evinde iftara geleceği va'dinde bulunur. Buna rağmen kendisini bekleyen dostunun evine şafak sökünceye kadar gelmez.
Dostu ertesi gün kendisiyle karşılaşınca sorar: 'Hani akşamleyin bizde iftar edecektin? Va'detmiştin? Va'dinde de durmadın'. O da şöyle der: 'Eğer sana söz vermemiş olsaydım, beni gelmekten men eden sebebi açıklayamazdım. Fakat kalbinin mutmain olması için açıklayayım: Yatsı namazını kıldığım zaman sana gelmeden önce bari vitir namazını da kılayım dedim. Çünkü ölümden emîn değilim. Ne zaman vitir namazının duasına başladım, bana cennetin rengârenk çiçekleriyle bezenmiş bir bahçesi gösterildi. Ona baka baka bir de ne göreyim sabah oldu. İşte gelmeyişimin hikmeti budur'.
Bu mükâşefeler ancak nefisten teberri, ne nefse, ne de hevâsına iltifat etmekten uzaklaşınca görünmeye başlar. Sonra bu mükâşefeler keşif sahibinin haline göre değişir. Keşif sahibi reca ve ümit ayetlerini okuduğu zaman müjde hali kendisine galip gelir, cennetin sureti belirir. Sanki onu gözüyle görüyor gibi seyreder.
Eğer korku hâli kendisine galip gelirse kendisine cehennem gösterilir. Hatta onun azabının çeşitlerini müşahede eder. Çünkü Allahü teâlâ'nın kelâm-ı ilâhîsi lâtif kolaylıklarla çetin şiddetleri, ümit ve korkuları derleyici bir kelâmdır. Bu ise okuyucunun hâllerine göre değişir; zira o sıfatların bazıları rahmet ve lütuf, bazıları da intikam ve şiddettir.
Bu bakımdan kelimeler ve sıfatların müşahedesi hasebiyle olur. Okuyanın kalbi hâllerin değişiklikleri arasında durmadan değişmektedir. Her hâle göre kalp, ona mahsus mükâşefeye hazırlanıp yaklaşır.
Çünkü dinlenen çeşitli oldu mu dinleyenin aynı hâlde durması muhaldir. Zira dinlenenin içinde razı olanın kelâmı olduğu gibi, öfkelinin kelâmı, nimet verenin kelâmı, intikamcının kelâmı, hiçbir şeyden çekinmeyerek ve perva etmeyerek hüküm veren mütekebbir ve cebbarın kelâmı, ihmâl etmeyen, şefkat ve merhamette bulunanın kelâmı da bulunmaktadır.
42) Müslim ve Buharî, (Cündeb b. Abdullah el-Becelî'den)
Kur'ân'ı Anlamak ve Nakle Başvurmadan Sadece Rey
Aklına şu tür sualler gelebilir: Geçen bölümde Kur'ân'ın sırlarını anlamak ve temiz kalp sahiplerine keşfolunan Kur'ân mânâları hakkında çok sitayişkâr konuştun. Bu nasıl olur? Oysa Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kur'ân'ı kendi reyiyle tefsir eden bir kimse ateşteki yerini hazırlamış olur.
Bu bakımdan tefsirin zahirî ilmini bilenler, Kur'ân kelimelerini İbn-i Abbâs ve diğer müfessirlerden naklolunan mânâ hilâfına te'vil eden mutasavvıf müfessirlere hücum etmişlerdir. Hatta mutasavvıfların anlayışına göre Kur'ân'ı tefsir etmenin küfür olduğuna bile hükmetmişlerdir.
Bu bakımdan eğer tefsir âlimlerinin dediği doğru ise, Kur'ân'ın anlaşılması zâhir bir tefsirini hıfzetmekten başka ne olabilir? Eğer zâhir âlimlerinin dedikleri doğru değilse, o vakit Rasûlüllah'ın 'Kur'ân'ı kendi reyiyle tefsir eden bir kimse ateşteki yerini hazırlasın' hadîsinin mânâsı nedir?
İşte şimdi bu suâllerin cevabını dinle: 'Kur'ân'ın zahirî tefsirinden başka mânâsı yoktur' diyen bir kimse, sadece kendi bilgisinin hududundan haber vermektedir. Böyle bir kimse, kendi nefsinin haber verdiği şeyde doğrudur. Fakat bütün insanları kendi kapasitesine sokup da orada bocalatmaya hakkı olmadığı için bu bakımdan da yanlıştır. Haberler ve eserler, Kur'ân'ın mânâlarının irfan erbabı için çok geniş olduğuna delâlet ederler. Nitekim Hazret-i Ali Allahü teâlâ'nın kuluna verdiği Kur'ân hususundaki üstün anlayış müstesna' buyurmuştur. Eğer İbn-i Abbâs ve benzeri müfessirlerden naklolunan yorumlardan başka Kur'ân'ın mânâsı olmasaydı acaba Hazret-i Ali'nin söylediği o anlayış ne olacaktı?
Üstelik Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) : 'Kur'ân'ın zahiri, bâtınî, haddi ve matla'ı vardır' buyurmuştur. Bu hadîs tefsir ulemasından İbn Mes'ûd'dan mevkuf olarak rivâyet edilmektedir.
Acaba eğer Kur'ân'ın müfessirlerden nakledilen zahirî yorumlarından başka mânâsı olmasaydı, bu hadîsi şerifteki 'zahir5, 'bâtın', 'hadd' ve 'ınatla' diye vârid olan terimlerin mânâsı ne olurdu?
Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: 'Eğer isteseydim sadece Fâtiha-i şerifenin tefsirinden yetmiş deve yükü kitâb yazardım'. Eğer Kur'ân'ın zahiri mânâsından başka mânâsı olmasaydı, acaba Hazret-i Ali'nin bu konuşmasının mânâsı ne olabilirdi?
Ebu'd Derda: 'Kişi Kur'ân'a birkaç yön vermedikçe fakih olamaz5 buyurmuştur.
Âlimlerden biri de 'Her ayetin altmışbin mânâsı vardır. Aynı ayetin çözülmeyen mânâları çözülen bu altmışbinden de daha fazladır' demiştir.
Başkaları da şöyle der: 'Kur'ân yetmişyedibin ikiyüz ilmi ihâta etmektedir. Çünkü her kelime bir ilimdir. Sonra dört ile çarpılır. Zira her kelimenin zahiri, bâtını, haddi ve matla'ı vardır5
Hazret-i Peygamber'irı (sallâllahü aleyhi ve sellem) Besmele-i Şerîfe yi yirmi defa tekrar etmesi de herhalde onun bâtınî mânâlarını düşünüp çözmek için olsa gerek.
Aksi takdirde besmelenin tercüme ve tefsiri bellidir. Onu bilmek için bu kadar tekrara ihtiyaç yoktur. İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Geçmiş ve geleceklerin ilimlerini elde etmek isteyen bir kimse, Kur'ân'ı düşünsün. Çünkü o ilimleri elde etmek için, sadece Kur'ân'ın zahirî tefsiriyle iktifa etmek kâfi değildir'.
Kısaca ilimlerin tamamı, Allahü teâlâ'nın fiil ve sıfatlarına dahildir. Kuranda ise, Allah'ın zâtı, fiil ve sıfatları şerhedilmiştir. Bu ilimlerin ise sonu yoktur. Kur'ân'da bütün bu ilimlere ve bütün bu mânâlara işaret vardır. Bunların tefsirine dalmak Kur'ân'ın mânâsına dahildir. Zahirî tefsirin mücerredi ise, buna işaret etmez.
Belki daha ileri giderek deriz ki: Mütefekkirler için çözülmesi güç olan, hakikatini bilmek hususunda insanların ihtilâf ettikleri, gerek nazarî ve gerek aklî olan bütün ilimlere Kur'ân'da işâret ve delâlet vardır. Sadece fehm sahipleri onları Kur'ân'dan idrâk edebilir. O halde Kur'ân'ın zahirini tercüme ve tefsir eden ilim, nasıl bütün bunları kapsayabilir?
Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kur'ân'ı okuyun. Onun garâib ve acâiblerini araştırıp anlayın. 46
Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği bir hadîste Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
Beni Hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim; gelecekte ümmetim (dininin ve cemâatinin aslını anlamak hususunda) yetmişiki gruba ayrılacaktır. Hepsi dalâlette olduğu gibi, dalâlete götürücü olarak insanları ateşe davet edecektir. Bu durum meydana geldiği zaman, Allah 'iri Kitabına yapışınız. Çünkü Allah'ın Kitabı'nda sizden önce ve sonra gelenlerin haberleri vardır ve aynı zamanda sizin aranızdaki hüküm de orada mevcuttur.
Diktatörlerden kim, o kitaba muhalefet ederse Allahü teâlâ onun belini kırar. Kim Allah'ın kitabından başka herhangi bir yerde ilim ararsa Allahü teâlâ onu dalâlette bırakır.
O kitâb Allah'ın kopmaz ipidir. Allah'ın apaçık nurudur ve Allahü teâlâ'nın her derde deva olan şifasıdır. O kitap kendisine yapışanlar için her çeşit felâketten koruyucudur.
Kendisine tâbi olanın kurtarıcısıdır. Kur'ân haktan sapmaz ki düzeltilsin. Kur'ân eğilmez ki doğrultulmasına ihtiyaç olsun. O kitabın acaib ve garâibleri bitmez ve tükenmez bir hazinedir. O kitâb çok okumakla eskimez. . . 47
Hazret-i Huzeyfe, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendisinden sonra ümmetinin ihtilâf ve ayrılığa düşeceğini kendisine haber verdiği zaman, Rasûlüllah'a şöyle sorduğunu rivâyet etmektedir: 'Ey Allah'ın Rasûlü! O hâlde, o samana yetişirsem, ne yapmamı bana emredersin?' Hazret-i Peygamber 'Allah'ın Kitabını öğren ve onun içindeki hükümlerle amel et.
Zira seni o hercümerçten çıkaracak ancak Allah'ın Kitabı'dır.
Huzeyfe şöyle diyor: Ben bu suâlimi üç defa tekrar ettim. Hazret-i Peygamber de her defasında şöyle buyurdu: 'Allah'ın Kitabını öğren ve onun içindekilerle amel et. Zira kurtuluş ancak ondadır'.
Hazret-i Ali şöyle buyurmaktadır: 'Kur'ân'ı anlayan bir kimse onunla ilmin cümlesini tefsir etmiştir'. İmâm Ali, bu sözüyle işaret eder ki, Kur'ân-ı Hakîm bütün ilimlere işaret etmekte ve ışık tutmaktadır.
İbn-i Abbâs 'Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir' (Bakara/269) ayetinin tefsirinde
'Allah dilediğine fayda veren ilmi ihsan eder' demiştir; yani Allah, Kur'ân'ı anlamayı ona ihsan eder.
Yine İbn-i Abbâs 'Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirdik.
Bununla beraber herbirine bir hüküm ve bir ilim vermiştik' (Enbiya/79) ayetinin tefsirinde 'Allah, Dâvûd ile Süleyman'a (aleyhisselâm) vermiş olduğu nimete ilim ve hikmet ismini verdi ve sadece Hazret-i Süleymân'a zekâsıyla çözebildiği ihsana da fehm ismini taktı. Fehmi hikmet ile ilim den daha üstün kıldı' buyurmuştur.
Bütün bunlar, Kur'ân'ın mânâlarının anlaşılmasında geniş bir meydan ve sonsuz bir vüs'atın olduğuna delâlet eder ve yine delâlet eder ki, tefsirin zahirinden naklolunan mânâ, bu vadideki idrâkin sonu değildir,
Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Kur'ânı reyiyle tefsir eden bir kimse' şeklindeki sözü ve bu şekilde tefsir etmenin yasaklanması, Hazret-i Ebû Bekir Sıddık'ın 'Eğer kendi reyimle Kur'ân'ı tefsir edersem hangi arz beni taşır, hangi semâ beni gölgelendirir?' sözü ve daha buna benzer rivâyetlerde Kur'ân'ın rey ile tefsir edilmesini yasaklayan sözler, ya:
a) Bu sözlerden gaye; sadece nakil yoluyla gelen ve işitilen tefsirlerle iktifa edip kalmak, müstakil olarak Kur'ân'ı anlamak ve ondan ahkâm çıkarmaktan kaçınmak demektir, veya:
b) Bu sözlerden gaye başka bir şeydir. Birinci ihtimal tamemen bâtıldır. Çünkü hiç kimsenin işittiğinden başka Kur'ân'ın açıklaması hakkında konuşmaması şu gelen hikmetlerden ötürü fâsid bir hükümdür:
1. Dışına çıkmak câiz olmayanrivâyetlerin bizzat Rasûlüllah'tan dinlenilmesi ve ona isnâd ettirilmesi gerekir. Bu ise, ancak Kur'ân'ın bir kısmı hakkında düşünülebilir, İbn-i Abbâs ve İbn Mes'ûd'un yorumları ise, kendilerinden olduğu için bu biçimden addolunmaması gerekir ve onların yorumlarına da, Hazret-i
Peygamber'den dinlemedikleri için 'rey ile tefsirdir' demek lâzım gelir. Onlar gibi, diğer ashâb-ı kirâm'ın yorumlarına da böyle bakmak gerekir.
2. Gerek sahâbîler ve» gerek müfessirler bazı ayetlerin tefsirinde ihtilâf ederek o ayetler hakkında çeşitli te'viller yapmışlardırki, bu te'villeri bir arayagetirmek vebütün bu te'villeri Rasûlüllah'tan dinlemişlerdir, demek muhaldir. Eğer o mânâlardan birisi faraza Rasûlüllah'tan işitilmişse diğerlerinin reddedilmesi gerekir! Bu nedenle kesinlikle anlaşıldı ki, her müfessir çalışmasının neticesinde kendi görüşüyle mânâyı tebârüz etmiştir.
Hatta müfessirler sûrelerin başlarında gelen harfler hakkında yedi çeşit tefsir ileri sürmüşlerdir ki, bu yedi tefsiri bir araya getirmek mümkün değildir. Nitekim Elif, Lâm, Râ hakkında 'Bunlar Rahmân sıfatının harfleridir' denilmiştir. Bâzıları da 'Elif Allah'tan, Lâm. Lâtiften, Râ da Rahim'den alınmıştır' demiştir.
Bazıları ise, daha başka şeyler söylemişlerdir. Bütün bunları biraraya getirmek mümkün değildir, o halde bütün bunların Rasûlüllah'tan dinlenilmiş olması nasıl mümkün olabilir?
3. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , İbn-i Abbâs için duâ ederek şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Onu dinde fakih yap, ona te'vil ilmini ihsan buyur!48
Eğer iddia edildiği gibi te'vil ilmi de tenzil gibi Rasûlüllah'tan dinlenilmiş olsaydı ve tenzil gibi hıfzedilmesi gerekydi, o vakit hususî olarak İbn-i Abbâs'a yapılan bu duanın ne mânâsı kalırdı?
4. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Oysa o haberi peygambere ve aralarında buyruk sahiplerine götürselerdi, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi (Nisâ/83)
İşte bu ayetle, Allahü teâlâ Kur'ân'dan hüküm istihraç etmeyi ilim ehline bıraktı. Herkesin malumudur ki, Kur'ân'dan hüküm istihracı Rasûlüllah'tan dinlemenin ötesinde bir şeydir.
Kısaca Fehm-i Kur'ân hakkında naklettiğimiz rivâyetlerin bu kadarı da 'Kur'ân sadece nakil ile tefsir edilir' hayâlini temelinden yıkmış olur. Bu bakımdan Kur'ân te'vilinde Rasûlüllah'tan işitmeyi şart koşmanın da böylece asılsız olduğu meydana çıkmış olur. O halde herkes için kendi anlayışı ve aklının kavrayışı nisbetinde (İslâm'ın esasına muhalif düşmemek kayıt ve şartıyla) Kur'ân'dan istinbât etmek caizdir.
46) Ebû Ya'lâ ve Beyhakî, (Ebû Hüreyre den zayıf bir senedle)
47) Tirmizî
Rey ile Kur'ân'ı Tefsir Etmeyi Yasaklayan Hadîs
Bu hadîsin iki vechi vardır:
1. Kişinin herhangi birşey hakkında bir fikri vardır. Tabiatı, ona meyletmekte, hevâsı da onu istemektedir. Bu gayesinin doğru olduğuna delil göstermek için, Kur'ân'ı kendi rey ve hevâsına göre te'vil etmektedir.
Eğer o rey ve hevasına uymasaydı, asla Kur'ân'dan o mânâ kendisine görünmeyecekti. Bu kabil te'vil, bazen ilimle beraber olmaktadır. Meselâ birisinin ihdâs ettiği bid'atın doğruluğuna Kur'ân'ın bazı ayetlerini delil olarak göstermesi gibi. . .
Oysa o kişi bilir ki, ayetin gayesi onun iddia ettiği mânâ değildir. Fakat ayeti o şekilde te'vil etmek suretiyle hasmını şaşırtmak istemektedir. Bu kabil te'vil, bazen de cehaletle beraber yürümektedir. Fakat ayetin birçok mânâya gelmesi muhtemel olduğu zaman, kendi gayesine uygun düşen tarafa meyledip rey ve hevâsıyla o tarafı tercih eder ve böylece kendi reyiyle tefsir etmiş olur.
Yani kendisini böyle bir tefsire zorlayan reydir. Eğer bu zorlayıcı rey olmasaydı, onun yanında böyle bir te'vil tercih edilmeyecekti. Bazen de doğru bir hedefi olur. O hedefini takviye edici bir delili Kur'ân'da arar ve hedefine varmak için aynı mânâyı ifade etmeyen bir ayetle istidlâl eder.
Tıpkı seher zamanında istiğfar etmeye insanları dâvet eden Hazret-i Muhammed Mustafa'nın 'Sahura kalkınız. Zira sahurda bereket vardır' sözüyle istidlâl edip, bu hadîs seher zamanında istiğfar etmeyi emreder demesi gibi. . .
Evet, bu kimse hadîs-i şerifteki 'tesahharu' tabirinden gaye 'seher de zikir'dir' der. Oysa kendisi de bilir ki, burada sahur zamanında yenen yemek kastedilmektedir. Biri de çıkıp katı kalple mücadele etmeye çağırır ve delil olarak Allahü teâlâ'nın
'Firavun'a git. Çünkü o, hakîkaten azdı' (Tâhâ/14) ayetindeki 'Firavun' kelimesi 'kalb'e işarettir der. Bu kabil te'villeri, vaizlerden bazısı doğru gayelerde konuşmasını süslemek ve dinleyenleri teşvik etmek için kullanmaktadırlar.
Oysa böyle bir hareket dinen yasaktır. Aynı zamanda bâtınîler de, halkı aldatmak ve bâtıl mezheblerine davet etmek için, fâsid gayelerinin tahakkuku için aynı te'villeri kullanıp böylece Kur'ân'ı rey ve mezheblerirıe göre kesinlikle Kur'ân'ın gayesi olmadığını bildikleri birtakım işlere hamlederler. İşte bu tip te'viller, rey ile yapılması menedilen tefsirin kısımlarından birisidir. O halde hadîste menedilen rey ile tefsîr, nefsin hevasına uygun düşen fâsid rey ile yapılan tefsirdir.
Çalışma neticesinde elde edilen sahih ictihâd ile olan tefsir değildir. Çünkü rey, sahih ictihâdî içine aldığı gibi, fâsid ve nefsin hevasına uygun düşen reyi de kapsar. Hattâ bu tâbir bazen sadece nefsin hevasına uygun düşen reye tahsis edilmektedir.
2. İkinci vecih ise. nakilden ve Kur'ân'ın garip meseleleriyle ilgili rivâyetlerden kuvvet almaksızın sadece gramer ilminin zahirine göre, çarçabuk Kur'ân'ı tefsîr etmeye yönelip acelecilik yapmaktır.
Kur'ân'ın mübhem ve tebdil olunan lâfızlarındaki mânâya, Kur'ân'daki ihtisar, hazf, izmar, takdim ve tehirine bakmaksızın hemen gramerine bakarak sathî bir nazarla tefsir etmeyi çarçabuk yapmaktır. Bu bakımdan Kur'ân tefsirini, zahirini güzelce bilmeden sadece grameri bilmek suretiyle Kur'ân mânâlarını tez elden öne çıkarmaya yeltenen bir kimsenin yanlışları çoğalır ve aynı zamanda Kur'ân'ı kendi reyiyle tefsir edenlerin zümresine dahil olur.
O halde evvelâ Kur'ân'ın zahirî tefsirinde nakl ve sema'a önem vermelidir ki bu sayede yanılmadan korunmuş olsun. Buna riayet ettikten sonra düşünme ve ahkâm çıkarma kabiliyeti gittikçe genişler.
Ancak dinlemekle anlaşılabilecek garib meseleler, Kur'ân'da oldukça çoktur. Biz bunların bazılarına işaret edelim ki, okuyucu diğerlerine de bu sayede muttali olup istidlâl edebilsin ve aynı zamanda bilsin ki, herşeyden evvel Kur'ân'ın zahirî tefsirinde ihmalkârlık göstermek câiz olmadığı gibi, zahirî tefsiri güzelce bilmeden önce Kur'ân'ın bâtınına nüfûz etmenin de mümkün olmadığını anlamış olsun.
Kur'ân'ın zahir tefsirini güzelce bilmeden evvel Kur'ân'ın esrarını anladığını iddia eden bir kimse tıpkı kapıdan girmeden evin üst kısmına vardığını iddia eden bir kimseye veya Türkçeyi bilmediği halde Türklerin konuşmalarındaki maksatlarını bildiğini iddia eden bir kimseye benzer. Zira tefsirin zahirî kısmı, Kur'ân'ın esrarını bilmek için öğrenilmesi gereken lûgatın yerine geçer.
48) İlim bölümünde geçmişti.
Müfessirîn Bilmesi Gereken Hususlar
Kur'ân'ın anlaşılması için öğrenilmesi gereken incelikler oldukça çoktur. Onlardan birisi hazf ve izmar yoluyla yapılan i'cazdır.
Biz Semûd'a (açık bir mûcize olarak) dişi deveyi verdik, o zulmetmelerine sebep oldu. (İsrâ/59)
Gramerin zahirine bakan zanneder ki bu ayetten murâd 'Biz
Semûd'a kör olmayan deveyi verdik' demektir. Bilmez ki nefislerine veya başkasına ne ile zulmettiler. (Ayette 'açık bir mûcize' tâbiri ve 'inkâr edip öldürdüler' tâbirleri hazf ve izmar edilmiştir) .
Çünkü küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı (sevgisi) içiriîmişti. (Bakara/93) Bu ayette [sevgisi] kelimesi hazfedilmiştir,
O takdirde dünya ve âhiret azabını iki kat olarak sana muhakkak tattıracaktık. (İsrâ/75)
Bu ayette 'azâb' kelimesi, hem 'hayat' tâbirinden önce, hem de 'Memât' tâbirinden önce mahfuzdur. Bu bakımdan azâb kelimesi hazfonulunarak düşürüldü, 'hayat' ve 'Memat' zikredilerek 'ehya ve mevta' yerine kaim oldu. Bütün bunlar fasih Arapçada caiz olan kaidelerdir. . .
Hem bulunduğumuz şehre sor. Hem içinde geldiğimiz kervana. . . (Yûsuf/82)
Yani 'şehir halkına ve kervan halkına sor' demektir. Bu bakımdan 'ehil' kelimesi iki yerde de 'Mukadder' (takdir edilmiş) tir.
O, göklere de yere de ağır gelmiştir. (A'raf/187)
Gökler ve yerin ehline gizlenmiştir. Çünkü birşey gizli oldu mu ağırlaşır. Bu bakımdan burada 'lâfız' değiştirilerek 'Fî' kelimesi 'alâ' kelimesi yerine kaim olmuş ve 'ehl' kelimesi de hazfolunmuştur.
(Kur'ân'dan istifade edeceğiniz yerde) rızkınızı yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz? (Vâkıa/82) 'Rızkınıza şükretmeyi' demektir.
Ey rabbimiz! Bize, elçilerine va'dettiğini ver! (Al-i İmrân/194)
Yani 'Peygamberlerin lisanı üzerine' bize va'dettiğin sevabı ver'. Bu bakımdan 'lisan' kelimesi burada hazfolunmuştur.
Biz onu Kadir gecesinde indirdik. (Kadir/1)
Burada 'onu' zamirinden Kur'ân irâde edilmektedir. Oysa daha önce (aynı sürede) Kur'ân'ın bahsi geçmiş değildir.
Perde ile örtülünceye kadar. (Sâd/32)
Burada 'güneş'i kastediyor. Oysa daha önceden güneşin bahsi geçmiş de değildir.
O'ndan başka veliler edinerek 'Biz bunlara, sırf bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' dediler. (Zümer/3)
Yani onlar diyorlar ki; 'Biz onlara. /. İşte bu ayette de 'Diyorlar ki' tâbiri takdir edilmiştir.
Fakat bu topluluğa ne oluyor ki, Kur'ân'ı anlamaya yanaşmıyorlar? Sana gelen her iyilik Allah'ın lûtfudur ve sana gelen her fenalık da kendindendir. (Nisâ/78-79)
Ayetin mânâsı, -dediğimiz gibi- 'anlamaya yanaşmıyorlar' şeklindedir. Oysa ibarenin zahirine bakılırsa 'onlar yaklaşmazlar. Kur'ân'ın mânâsını anlarlar' şeklinde anlaşılır. 'Sana gelen her iyilik Allah'ın lûtfudur' cümlesi öncesinde de 'Derler' tabiri takdir edilmiştir. Çünkü ayette 'derler' tabiri takdir edilmezse, Nisâ sûresinin 78. ayetinin 'De ki: hepsi Allah'tandır' cümlesiyle tezâd teşkil edecektir. İşte bundan da Kaderiyye mezhebi hatıra gelir.
O inceliklerden biri de 'yer değiştirmek ve yerinden nakledilmek'tir. Tîn sûresinde 'Tûr-i Sina' yerine 'Tûr-i Sinîn', Sâffât sûresinin 130. ayetinde 'Alâ İlyâs' yerine 'Alâ Âl-i Yasin' tabiri kullanıldığı gibi. . .
Müfessirlerden bazıları "Âl-i Yâsîn' den murâd 'İlyâs' değil, 'İdris' (peygamber) dir, demişlerdir. Çünkü İbn Mes'ûd'un mushafında 'Âl-i Yâsîn' yerine 'İdrâsîn' yazılmıştır.
O inceliklerden birisi de, zahirde kelâmın bitişik olmasını önlemek için tekrar edilenlerdir.
Allah'tan başkasına tapanlar dahi gerçekte Allah'a koştukları ortaklara tâbî olmuyorlar. Ancak zanna tâbi oluyorlar. (Yûnus/66)
Ayetin mânâsı 'Allah'tan başkasına tapanlar ancak zanna tâbi oluyorlar' şeklindedir.
Ancak 'in yettebiûne' tâbiri zahirde kelâmı birleştirmek için mükerrer olarak kullanılmıştır.
Salih'in kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden îman eden zayıf kimseler için alay yoluyla şöyle derler. (A'raf/75)
Yani 'Kibirlenenler îman eden zayıf kimselerle alay ederek şöyle diyorlar'. Halbuki 'limen' kelimesi yerine 'lillezîne' kelimesi kullanılmıştır.
O inceliklerden biri de 'Mukaddem' ve 'Muahhar'dır. Burada birçok kimse yanılabilir.
Eğer rabbinden bir hüküm geçmiş olmasaydı, elbette onlara azap dokunurdu. Tâyin edilmiş bir vakit vardır.
Yani 'Eğer rabbinden bir hüküm ve tâyin edilmiş bir vakit olmasaydı' demektir. (Yani ayetteki 'Ve ecelün müsemmâ' esasında 'Mukaddem'dir. 'Lekâne lizâmen' tabiri de 'Muahhar'dır) .
Böyle olmasaydı o vakit (ecelün) kelimesi (nasb) -üstün- ile okunurdu.
Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. (A'raf/187)
Bu ayeti celîlede 'anha' kelimesinin yeri 'Yes'elûneke'den sonradır. Fakat tehir edilmiştir. (Aynı zamanda 'Bihâ' kelimesi de takdir edilmiştir) .
Onlara rableri katında dereceler, mağfiret ve tükenmez nimet var. Rabbin seni, hak uğrunda evinden çıkardığı zaman. . . (Enfâl/4-5)
İşte bu ayet, muttasıl (bitişik) değildir. 'Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı gibi' cümlesi birinci ayetin 'De ki: Bu ganimetlerin taksimi Allah'a ve Rasûlune aittir' cümlesiyle ilgilive ona aittir. Yani 'De ki: Bu ganimetlerin taksimi Allah'a ve Rasûlü'ne aittir. Nitekim rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı gibi. . .
Yani sen çıkmaya razı olduğundan, onlar ise razı olmadıklarından ganimetlerin taksimi sana aittir. Bu bakımdan bu kelâmın (hükmün) arasına ara cümlesi olarak takvayı emreden cümle ve diğerleri girmişlerdir.
Mümtehine sûresinin dördüncü ayeti de bu nevidendir.
Siz Allah'ın birliğine îman etmedikçe sizi (dininizi tanımıyoruz. Sizinle aramızda ebedî düşmanlık ve kin başgösterdi. Ancak İbrahim'in babası için şöyle demesi müstesna olmuştur: Elbette senin için. . O inceliklerden birisi Mübhemdir: Mübhem demek, birkaç mânâya gelen kelime veya harf demektir. Birkaç mânâya gelen kelime ise Şey, Karin, Ümmet, Ruh ve benzeri kelimelerdir.
Allah şunu misal vermektedir: Hiç bir tasarrufa gücü yetmeyen bir köle, bir de tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verilip de ondan gizli ve âşikâre harcayan kimse. . . (Nahl/75)
İşte bu ayet-i celîledeki Şey kelimesi 'nafaka' mânâsına gelmektedir.
Allah şu iki adamı da misâl getirdi: Bunlardan biri dilsizdir. Hiçbir şeye gücü yetmez (Nahl/76) Buradaki Şey 'adalet ve istikametle emretmek' demektir.
(Hızır) dedi ki: O hâlde bana tâbi olacaksan, ben anlatıncaya kadar (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma! (Kehf/70)
Buradaki Şey rubûbiyet sıfatlarıdır. Bunlar öyle ilimlerdir ki, ârif gereken vakitte bunları tatmadıkça, sual ile cevaplarını sıhhatli şekilde alma imkânı yoktur.
Yoksa kendileri hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri raidir? (Tûr/35)
Bu ayetteki 'şey' kelimesi 'hâlik' mânâsmdadır. Fakat çok kimseler tarafından zannedilir ki, bu ayet-i celîle de hiçbir şeyin başka birşeyden olmadıkça yaratılmaması sözkonusudur. (Oysa kainatı Allah yoktan varetmiştir) .
'Karin' kelimesine gelince: Bu kelimenin de birkaç mânâya geldiğine dair misâller verilebilir:
Beraberindeki arkadaşı 'Bu yanımdaki hazırdır' dedi. Atın cehenneme her inkârcı kâfiri. . . (Kaf/23)
Buradaki Kariı* den (arkadaştan) murâd 'insanoğlunu kontrol eden melek'tir.
Arkadaşı şöyle der: 'Ey rabbimiz! Onu ben azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içinde idi'. (Kaf/27) Buradaki Karinden murâd ise 'şeytan'dır.
'Ümmet' kelimesine gelince: Bu kelime sekiz mânâya gelmektedir:
1. Cemaat. Kuyunun başında hayvanlarını sulayan bir ümmet buldu. (Kasas/23) Yani bir 'cemaat' buldu.
2. Peygamberlere Tâbi Olanlar. 'Biz Muhammed ümmetindeniz' sözü bu anlamdadır.
3. Hayırlar İşlemede Önder Olan Kişi
Gerçekten İbrahim hak dine yönelen, Allah'a itaat üzere bulunan bütün hayırlı hasletleri kendisinde toplayan bir ümmetti. (Nahl/120) Yani önderdi
4. Din
Hayır! (Onların aklî ve naklî hiç bir delilleri yoktur. Ancak) şöyle dediler: 'Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerince giderek hidayet buluruz'. (Zuhruf/22)
5. Zaman
Belirli bir ümmete kadar. . . (Hûd/8) Yani zamana kadar. . .
Bir ümmetten/zamandan sonra (Yûsuf u ve kendisine söylediklerini) hatırladı da dedi ki: 'Ben size onun tâbirini haber veririm. Hemen beni gönderin' (Yûsuf/45)
6. Kamet/Endam
Nitekim filân adam 'güzel ummetli; yâni 'endamlı' denir.
7. Tek Başına Bir Dine İnanan Kişi
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Zeyd b. Amr b. Nufeyl tek bir ümmet olarak haşrolunacaktır.
8. Anne Nitekim 'Şu kadıncağız Zeyd'in ümmeti/anasıdır' denir.
Ruh kelimesi de ümmet kelimesi gibi Kur'ân'da birçok mânâlarda kullanılmıştır. Biz o misalleri zikretmekle kitabımızı uzatmak istemiyoruz.
Kelimeler gibi harflerde de ibhâm vaki olabilir. Tıpkı şu ayeti celîlede olduğu gibi:
Nihayet onunla toz duman koparanlara, böylece onunla düşman topluluğu arasına girenlere ki. . . (Âdiyât/4-5)
İşte buradaki 'onunla' şeklinde tefsir edilen birinci zamir, taşlara basmak suretiyle kıvılcım çıkaran atların tırnaklarından kinayedir. Yani o atlar tırnaklarıyla toz duman koparırlar. İkinci zamir ise 'hücum'dan kinayedir. O atlar sabahleyin hücum ederek, o hücumlarıyla düşman toplulukları arasına girmektedir ve böylece müşriklerin topluluklarını dağıtmaktadırlar.
Onunla su indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. (A'raf/57)
Birinci zamir olan 'onunla' bulut'tan kinayedir. İkinci zamir olan 'onunla' su'dan kinayedir. Bunun benzeri Kur'ân'da çoktur.
O inceliklerden biri de beyanda tedrîcdir. Tıpkı şu ayetteki gibi:
O sayılı günler Ramazan ayıdır ki, Kur'ân o ay içinde indirilmiştir'. (Bakara/185)
Bu ayet-i celîle ile Kur'ân'ın o ayın gündüzlerinde mi gecelerinde mi indirilmiş olduğu keyfiyeti açıklanmamıştır.
Fakat bu keyfiyet Duhan sûresinin 3. ayetinde şöyle belirtilmiştir: 'Gerçekten biz onu mübârek bir gecede indirdik'.
Duhan sûresinin bu ayet-i celîlesiyle de Kur'ân'ın inişine mahal olan gecenin hangi gece olduğu belirtilmemiştir. Ancak bu da Kadir sûresinin birinci ayetiyle belirtilmiştir: 'Şüphesiz onu (Kur'ân'ı) Kadir gecesinde biz indirdik'.
Çok zaman zahire bakılırsa bu ayet-i celîlelerin arasında ihtilâf varmış gibi görünür. Oysa gerek bu, gerek benzeri ayetlerin hakikî tahlili ancak nakil ve sema'a (işitmeye) bağlıdır. Bu bakımdan Kur'ân baştan sona kadar bu tip inceliklerle doludur. Çünkü Kur'ân arap lûgatiyle inmiştir.
O halde Arap kelamının İ'caz, Tatvil, İzmar, Hazf, İbdaî, Takdim ve Te'hir gibi çeşitli inceliklerini kendinde toplamıştır ki bu şekilde inen Kur'ân Arab ediblerini susturabilsin ve onlar için mu'ciz olsun.
Bu bakımdan kim Kur'ân'ın zahirî manâsıyla yetinip çarçabuk tefsirine taraftar olup bu emirlerde nakil ve işitmeye önem vermeyip keyfî hareket ederse, işte o kimse Kur'ân'ı kendi reyiyle tefsir edip cehennemde yerini hazırlayanlardan olur. Meselâ, Kur'ân'daki 'ümmet' teriminden sadece herkesin malûmu olan en meşhur mânâyı anlayıp o mânâya meyledip ve reyi de o mânâya çekip orada durması gibi.
O kelimeyi başka bir yerde dinlediği zaman meşhur manâsına reyiyle meyledip bu terimin birçok mânâları hakkındaki nakle önem vermeyen bir kimsenin tefsiri yasaklanan tefsir kısmına dahil olabilir.
Çünkü daha önce de geçtiği gibi, bu kimse, Kur'ân mânâlarının sırlarını çözmeden tefsirine girişmiş olur. Oysa bunları dinlemek suretiyle elde ettiği zaman, kelimelerin tercümesi olan Kur'ân'ın zahirî tefsirini bilmiş olur. Oysa bu zahirî tefsir, mânâların hakikatini anlamaya yeterli değildir. Zahirî tefsir ile mânâların hakikatleri arasındaki fark, bir misâl ile idrâk olunabilir.
Ey rasûlüm! Attığın zaman sen atmadın, Allah attı. (Enfal/17)
Bunun zahirî tefsiri açıktır. Fakat mânâsının hakîkati çok derindir. Zira ayet-i celîlede, Rasûlüllah'ın atışı isbat edildiği gibi, aksi de isbat edilmektedir. Oysa bunların ikisi zahirde zıttırlar. Bir arada bulunmaları mümkün değildir. Ancak bu zıddiyet şöyle ortadan kalkabilir.
Rasûlüllah'ın bir taraftan atıcı olduğunu ve diğer taraftan atıcı olmadığını bilmek gerektir. Atıcı olmadığı tarafta atan Allahü teâlâ olur. İşte Allahü teâlâ'nın şu ayeti de bunun gibi tefsir edilmelidir:
Onlarla muharebe edin ki, Allah sizin ellerinizle onları (öldürsün ve böylece) azap etsin. Onları perişan etsin. . . (Tevbe/14)
Âyet-i celîlenin muhatabı bulunan müslümanlar öldürücüler ise, nasıl o kafirlere azap verici Allahü teâlâ olur? Eğer Allahü teâlâ müslümanların ellerini kıpırdatmak suretiyle azap verici ise, o vakit 'onlarla savaşınız' diye emir vermesinin mânâsı nedir? İşte bu ayetin hakîkati ancak mükâşefe ilimlerinin derin ve engin denizinden yardım almak suretiyle çözülebilir ki, bu mânâyı zahirî tefsir vermemektedir.
Şöyle ki: Fiillerin hâdise ve kudret ile irtibat durumu bilinmelidir ve aynı zamanda o hâdis kudretin Allah'ın kudretiyle olan irtibat durumu da bilinmelidir ki, engin ve çözülmesi çok zor olan mânâlar keşfolunsun. Böylece Allahü teâlâ'nın 'Ey Rasûlüm! Attığın zaman sen atmadın, Allah attı' (Enfâl/17) ayetinin doğruluğu meydana çıkar. . . Umulur ki, bu mânânın sırlarını keşfetmeye insan bütün ömrünü sarfetse ve bu mânâ ile ilgili mukaddimeler ve lahikaların çözümüne bütün hayatını harcasa, yine de bu mânânın bütün lahikaları çözülmezden önce hayatı sona erip gider.
Kur'ân'ın bütün kelimelerinin tahkiki için bir ömre ihtiyaç vardır. Bunlar ancak ilmin sırlarında Allahü teâlâ tarafından kendilerine engin bilgiler ihsan edilmiş, kalpleri saflaşmış, düşünce kabiliyetleri çok yüksek olan ve kendilerini sadece araştırmaya adayan râsih âlimlere görünür.
Râsih âlimlerin her birisinin de terakkide bir hududu vardır. Bütün hududları geçip de terakkinin zirvesine çıkmak ise, belki de hiç kimseye nasib olmayan bir keyfiyettir. Eğer denizler mürekkep, yeryüzündeki ağaçlar da kalem olsa, yine de Allahü teâlâ'nın kelimelerinin esrârının sonunu getiremezler.
Denizler biter yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez. İşte böylece tefsirin zahirini bilmekte müşterek olan insanların anlayışta ayrı ayrı derecelere sahip oldukları meydana çıkar. Tefsirin zahiri ise, insanı tam hakikate vardıramaz. Bunun misâli; kalp erbabından bazılarının Hazret-i Peygamber'in secdesindeki şu duasından farklı birşey anlamış olmalarıdır:
Öfkeden rızâna sığınırını. Ukubetinden (azabından) mükafatına (affına) sığınırım. Senden sana sığınırım. Senin zâtına yapmış olduğun hamd ü senâ gibi, seni senâ etmekten âcizim.
Ona 'secde et, yaklaş' denildi, diye anlamışlardır.
Peygamber de yakınlaşmayı secdede buldu. Böylece sıfatlarına baktı. O sıfatların bir kısmından kaçarak diğer bir kısmına sığındı. Çünkü rızâ ve saht (öfke) Allah'ın vasıflarıdır. (Saht'ta. n rızâya sığınır) .
Sonra gittikçe birinci yaklaşma arttı. Böylece sıfatlardan zâta terakki etti ve 'Senden sana sığınırım' dedi. Sonra kurb (yaklaşmak) döşeği üzerinde, istiâze (sığınmak) sayesinde elde ettiği feyiz ile gittikçe yaklaşması daha da arttı. Bu sefer Allah'ın medh ü senasına sığınarak 'senanı sayamam' diye hamdetmeye başladı. Sonra bunun kusur olduğunu bilerek şöyle dedi: 'Kendi kendini medh ü senâ ettiğin gibisin'.
İşte bu gibi tefsirler, kalp erbabına açılan feyiz kapılarıdır. Sonra bunların da ötesinde nice derinlikler vardır. O da yaklaşmanın mânâsını anlatmak ve secde ile elde edilmesini bilmek demektir. Bir sıfattan diğerine ve zâttan zâta sığınmanın mânâşî da o enginliklerdir.
Bu sırlar sayılmayacak kadar çoktur. Lâfzın zahirî tefsiri katîyyen buna delâlet etmez. Evet, o zahirî tefsir bunlara delâlet etmediği gibi, aralarında zahirî tefsir ile ters düşecek bir keyfiyet de sözkonusu değildir. Belki o sırların deşilmesi, zahirî tefsir için bir nevi kemâldir. Zahirden onun özüne varmaktır, Bu sırları deşmekten gayemiz zahirî tefsire ters düşsün diye değildir. Aksine bâtınî mânâlarının anlaşılması için, bütün bu misâlleri getirdik. Allah herkesten daha iyisini bilir.
Burada Kitabu Adabı Tilâvet'il-Kur'ân (Kur'ân Okumanın Adabı) bölümü sona erdi. Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm, peygamberlerin sonuncusu Hazret-i Muhammed'e ve âlemlerden seçilmiş her kula ve Hazret-i Muhammed'in âline ve ashâbmadır!
Bu bölümün ardından -inşâallah- Kitabu'z-Zikr ve'Da'âvât (Zikirler ve Dualar) bölümü gelecektir. Yardım edici olan sadece Allah'tır. Ondan başka rab yoktur!