27-5
Cimriliğin Kötülenmesi
Ayetler
Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Tegâbün/16)
Allah'ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Aksine o kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. (Âl-i İmrân/180)
Bunlar öyle insanlardır ki cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. (Biz de) o nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık. (Nisâ/37) Hadîsler
Cimrilikten -kaçının! Çünkü sizden önce gelen ümmetleri helâk eden cimriliktir. Cimrilik onları, birbirlerinin kanını akıtmaya, birbirlerinin namus ve malını helâl saymaya zorladı. 100
Cimrilikten kaçının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri çağırıp, birbirine kırdırıp kanlarını akıttı! Onları çağırdı. Bu bakımdan birbirlerinin haram olan haklarını helâl saydılar. Yine onları çağırdı. Aralarındaki rahmi (akrabalığı) kestiler. 101
Cennete cimri, hilebaz, hain ve kötü ahlâklı kimse, kötülüğünün karşılığını görmedikçe girmez. 102
Bir rivâyette "diktatör kimse giremez', başka bir rivâyette de 'sadakasını başa kakan giremez' diye vârid olmuştur.
Üç haslet vardır. Onlar helâk edicidirler. İtaat edilen cimrilik, arkasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin kendini beğenmesi!103
Muhakkak Allahü teâlâ üç sınıftan nefret eder: Zina eden ihtiyar, iyiliğini başa kakan cimri, mütekebbir olan çoluk çocuk sahibi. 101
Malını Allah yolunda infak edenle, cimrilik yapanın misâli, sırtında memelerinden boğazlarına kadar birer demir gömlek olan iki kişinin misâline benzer. İnfak eden bir kimseye gelince, infak ettiğinden ötürü gömleği bütün bedenini kaplar veya parmak boğumlarına kadar derisini örter. Cimri bir kimseye gelince, o hiçbir şeyi infak etmek istemez. Böylece gömleği daha kısalır ve demir gömlekteki her halka olduğu yere batar! Öyle ki gırtlağını sıkmaya başlar bir duruma gelir. . . Bu kimse onu genişletmek ister. Fakat o bir türlü genişlemez. 105
İki haslet vardır. Onların ikisi Mü'min bir kimsede biraraya gelmezler: Cimrilik ile kötü ahlâk. . . 106
Ey Allahım! Ben cimrilikten sana sığınıyorum. Korkaklıktan sana sığınıyorum. Bunama derecesine gelen yaşlılıktan sana sığınıyorum. 107
Zulümden kaçının! Çünkü zulüm, kıyâmet gününde birçok karanlıklara sebep olur. Fâhiş konuşmaktan sakının! Çünkü Allahü teâlâ fâhiş konuşanı da, fâhişlik yapmayı kabul edeni de sevmez! Cimrilikten sakının! Çünkü sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik onlara yalan söylemeyi emretmiş, yalan söylemişler! Onlara zulmetmeyi emretmiş, zulmetmişler. Onlara sılayı rahmi kesmeyi emretmiş, sılayı rahmi kesmişlerdir. 108
Kişide bulunan en şerli hasletler, obur bir cimrilik, şiddetli bir korkaklıktır. 109
Hazret-i Peygamber zamanında biri öldürüldü. Bir kadın onun için ağlarken Ey şehid! diye bağırdı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Onun şehid olduğunu nereden biliyorsun? O, kendisini ilgilendirmeyen konularda konuşur veya önemsiz birşeyi vermekte cimrilik yapardı!110
Cübeyr b. Mûtim şöyle anlatıyor: Biz Hazret-i Peygamber ile beraber Hayber'den dönüyorduk. O esnada bedeviler gelip Hazret-i Peygamber'den ısrarla birşeyler istediler. Öyle ki Hazret-i Peygamber'i bir ağaca sığınmaya mecbur ettiler. Hazret-i Peygamber'in abası ağaca takılıp omuzundan yere düştü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber durakladı ve şöyle dedi:
Benim abamı veriniz! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer şu tümsekler kadar malım olsaydı, muhakkak sizin aranızda taksim ederdim. Beni ne cimri, ne yalancı, ne de korkak olarak göremezdiniz. 111
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir taksimat yaptı. Ben dedim ki: 'Bu maldan almayanlar, almak hususunda alanlardan daha müstehak idiler'. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
'Onlar fâhiş bir şekilde benden istemek veya cimrilik yapmak arasında beni serbest bırakırlar. Oysa ben cimri değilim'. 112
Ebû Said el-Hudrî der ki: İki kişi Hazret-i Peygamber'in huzuruna girdiler. Hazret-i Peygamber'den bir deve parası istediler. Hazret-i Peygamber onlara iki dinar verdi. Onlar Hazret-i Peygamber'in huzurundan çıkarken Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) onlarla karşılaştı. Onlar Hazret-i Peygamber'i övdüler ve Hazret-i Peygamber'in kendilerine yapmış olduğu iyiliğe karşı teşekkür ettiler. Hazret-i Ömer içeri girdi, onların dediklerini Hazret-i Peygamber'e nakletti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Filan adama on ile yüz arasında verdiğim halde böyle söylemedi. Biriniz benden istiyor, istediğini alıp kucağında saklayarak gidiyor. Oysa o ateştir.
-O halde ateş olan bir şeyi neden onlara veriyorsun?
-Onlar benden ısrarla istiyor. Allahü teâlâ da cimriliği bana yasaklamıştır. Bu yüzden veriyorum!113
İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Cömertlik Allah'ın cömertliğinden gelir. Bu bakımdan siz cömertlik yapın ki Allah da sizin için cömertlik yapsın! Allahü teâlâ cömertliği bir adam suretinde yaratmıştır. Onun başını Tubâ ağacının köküne yerleştirmiştir. Onun ağacını Sidret'ül-Münteha ağacıyla bağlamıştır. Onun bazı dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Bu bakımdan onun dallarından bir dala yapışan kimseyi o dal cennete götürür. Cömertlik imandandır. Îman da cennettedir. Allahü teâlâ cimriliği de gadabmdan yaratmıştır. Onun başını zakkum ağacının köküne yerleştirmiştir. Bir kısım dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Onun dallarından birine yapışan kimseyi ateşe sokar. Muhakkak cimrilik küfürdendir. Küfür de ateştedir. 114
Cömertlik bir ağaçtır, cennette biter. Bu bakımdan cennete ancak cömert olan bir kimse girer. Cimrilik bir ağaçtır, ateşte biter. Bu bakımdan ateşe ancak cimri bir kimse girer. 115
Ebû Hüreyre'nin bir rivâyetinde Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Benî Lihyan heyetine dedi ki: 'Ey Benî Lihyan! Sizin başınız kimdir?7 Dediler ki: 'Bizim başımız Cedd b. Kays'tır. 116 Ancak kendisinde cimrilik vardır'. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
Acaba cimrilikten daha korkunç hangi hastalık vardır? Sizin başınız Amr b. Cemuh'tur. 117
Bir rivâyette onlar dediler ki:
-Bizim başımız Cedd b. Kays'tır.
-Onu neden reis kabul ettiniz?
-O malca hepimizden zengindir. Fakat biz buna rağmen onda cimrilik görüyoruz.
-Acaba cimrilikten daha korkunç bir hastalık var mıdır? O sizin başınız olamaz!
-O halde ey Allah'ın Rasûlü, bizim başımız kimdir?
-Sizin başınız Bişr b. Bera'dır. 118
Hazret-i Ali, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Allah, hayatında cimri, ölümü anında cömert olan bir kimseden nefret eder!119
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Câhil bir cömert, Allah katında, cimri bir âbidden daha sevimlidir. 120
Cimrilik ile îman bir kulun kalbinde biraraya gelmezler. 121
Hiçbir Mü'min için cimri olmak da, korkak olmak da uygun değildir. 122
Bazılarınız 'Cimri, zâlimden daha zararsızdır ve daha mâzurdur' der. Allah katında cimrilikten daha büyük bir zulüm yoktur. Allahü teâlâ izzet, azamet ve celâliyle yemin etmiştir ki cennete cimri ve eli sıkı olan kimse girmeyecektir. 123
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Baktı ki bir bir kişi Kâbe'nin örtüsüne yapışmış şöyle demektedir:
-Bu beytin hürmetine benim günahımı bağışla!
-Senin günahın nedir?
-Benim günahımı kelimeler anlatamaz.
-Rahmet olasıca! Senin günahın mı daha büyüktür, yoksa arz mı?
-Belki benim günahım daha büyüktür!
-Senin günahın mı, yoksa denizler mi daha büyüktür?
-Günahım daha büyüktür.
-Günahın mı büyük, yoksa gökler mi?
-Günahım daha büyüktür!
-Günahın mı daha büyüktür, yoksa arş mı?
-Günahım daha büyüktür.
-Günahın mı daha büyüktür, yoksa Allah mı? Allah daha büyük ve yücedir.
-O halde rahmet olasıca, günahını bana anlat!
-Ey Allah'ın Rasûlü! Ben servet sahibi bir kimseyim. Dilenci bana gelip, benden birşeyi istediğinde sanki beni bir parça ateşle karşılıyor.
-Benden uzaklaş! Ateşinle beni yakma! Beni hidayet ve kerametle hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim, eğer sen Rükün (Kâbe'nin rükn-ü yemânisini kasdediyor) ile Makam (Makam-ı İbrahim) arasında durup ikibin sene namaz kılsan, sonra göz yaşlarından nehirler çıkıp akarcasına, ağaçlar sulanırcasına ağlasan, sonra cimri olduğun halde ölsen muhakkak Allahü teâlâ seni yüzü koyun ateşe atar. Rahmet olasıca! Bilmez misin cimrilik küfürdür? Muhakkak küfür de ateştedir. Rahmet olasıca! Bilmez misin Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Oysa kim cimrilik ederse kendi zararına cimrilik etmiş olur'. (Muhammed/39) ;
'Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtulanlardır'. (Teğâbün/16)
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) der ki: Allahü teâlâ, Adn cennetini yarattığı zaman ona süslen emrini verdi. O da süslendi. Sonra ona nehirlerini çıkar dedi. O da Selsebil, Kâfur ve Tesnîm çeşmelerini çıkardı. Bu çeşmelerden cennetlerde şarap, bal ve süt nehirleri aktı. Sonra cennete 'Tahtırevanların, gerdek odalarını, kürsülerini, süs eşyalarını, ziynetlerini ve elâ gözlü kadınlarını göster' dedi. Onları da gösterdi. Sonra cennete baktı ve dedi ki konuş! Bunun üzerine cennet şöyle konuştu: 'Ne mutlu bana girene!' Allahü teâlâ da İzzetimle yemin ederim, sende cimri bir kimseyi durdurmayacağım!' dedi.
Ömer b. Abdülâziz'in kız kardeşi Ümmü'l-Benin şöyle demiştir: 'Cimriye yazıklar olsun! Eğer cimrilik bir iç gömlek olsaydı ben onu giymezdim. Eğer bir yol olsaydı ben o yolda yürümezdim'.
Hazret-i Talha (radıyallahü anh) der ki: 'muhakkak biz mallarımızla, cimrilerin elde ettiklerini elde ederiz. Fakat biz sabrı yükleniriz'.
Muhammed b. Münkedir şöyle demiştir: Eskiden 'Allah bir kavme şerri irade ettiği zaman, onların şerlilerini onların başına geçirir. Rızıklarını cimrilerinin eline verir' denirdi.
Hazret-i Ali bir hutbesinde şöyle demiştir: 'Halkın üzerine bir ısırıcı zaman gelecektir. Zengin elindeki serveti ısıracaktır. Oysa bununla emrolunmamıştır'.
Aranızda birbirinize iyilik etmeyi unutmayın! (Bakara/237)
Abdullah b. Amr şöyle demiştir: 'Şuh denilen cimrilik, buhl denilen cimrilikten daha berbattır. Çünkü sahih olan kimse o başkasının elindeki mala, almak için üşüşür ve kendisinin elinde bulunan malı da cimrilikten vermez ve sever. Bahil de ancak elindeki mal ile cimrilik yapar!'
Şa'bî şöyle demiştir: 'Bunların ikisinden hangisinin cehennem ateşine daha fazla batırdığını bilmiyorum! Cimrilik mi, yoksa yalan mı?'
Nuşirevan'ın huzurunda Hintli bir hakîm ile Rum bir filozof bir araya geldiler. Nuşirevan, Hindliye konuş dedi. Hintli 'İnsanların en hayırlısı cömert, öfke anında vakur, sözünde teenni ile hareket eden, mütevazi ve akrabalarına şefkatli olan bir kimsedir' dedi. Rum ayağa kalkarak şöyle dedi: 'Kim cimri ise düşmanı onun malına vâris olur! Şükretmesi azalan bir kimse hiçbir zaman zafere eremez. Yalancılar kötü kimselerdir. Kovuculuk yapan fakir olarak ölür. Merhamet etmeyen bir kimseye, merhametsiz bir kimse musallat kılınır!'
Dahhâk 'Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelerine kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır'. (Yasin/8) ayetinin tefsirinde, ağlâl kelimesi cimrilik mânâsına gelir demiştir. Allahü teâlâ onların ellerini Allah yolunda infak etmekten tutar. Onlar hidayeti görmez olurlar.
Ka'b şöyle der: Her sabah iki melek şöyle bağırırlar: 'Ey Allahım! Senin yolunda harcamayalım malını telef et! Yolunda harcayanın harcadıklarının yerini hemen doldur!5
Abdülmelik b. Karîb el-Esmaî der ki: Bir kişiyi tavsif ederken bir bedevî şöyle diyordu: 'Filan adam gözümde küçüldü. Çünkü dünya onun gözünde büyümüştür. O adam dilenciyi gördüğü zaman sanki kendisine geleni ölüm meleği gibi görür'.
Ebû Hanîfe şöyle demiştir: 'Ben cimri bir kimseyi bir türlü âdil telâkki edemiyorum. Çünkü cimrilik onu fazlasıyla almaya zorlar ve o da alır. Bu bakımdan böyle olan bir kimse, emanet hususunda, emin sayılmaz'.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim! Kerim bir kimse hiçbir zaman hakkını son noktasına kadar almış değildir'.
(Peygamber, hanımına) bunların bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. (Tahrim/3)
Cahız124 der ki: 'Lezzetlerden üç şey kalmıştır. Cimrileri zemmetmek, kebab yemek, uyuzu kaşımak. . /
Bişr b. Hâris şöyle demiştir: 'Cimri bir kimsenin gıybeti yoktur'. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak sen o zaman cimrisin.
Bir kadın Hazret-i Peygamber'in yanında 'Oruç tutar, namaz kılar, ancak onda cimrilik vardır' diye övüldü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
O vakit onun hayırlı olması nerede?!125
Bişr şöyle demiştir: 'Cimriye bakmak kalbi katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak, Mü'minlerin kalbine üzüntü verir. Fâsık dahi olsalar, cömertler için sevgiden başka birşey yoktur. Cimriler, sâlih dahi olsalar onlar için de buğzdan başka birşey yoktur'.
İbn Mu'tez dedi ki: 'İnsanların malca en cimrisi, şerefçe en cömerdidir'. Yani malına kıymaması, şerefine saldırılmasına vesile olur!
Yahya b. Zekeriyya (aleyhisselâm) İblis'i gerçek şeklinde gördü. Yahya (aleyhisselâm) ona dedi ki: 'Ey İblis! Sence insanların en sevimlisi ve en sevimsizi kimdir?' İblis şöyle dedi: İnsanların bence en sevimlisi cimri müslümanlardır ve insanların bence en sevimsizi cömert fâsıktır. Çünkü cimrinin cimriliği benim vazifemi görmüştür. Cömert fâsık ise, korkarım ki Allah onu cömertliği ânında kabul eder!' İblis bu sözleri söyledikten sonra Yahya'ya (aleyhisselâm) sırtını çevirerek gitti ve şöyle dedi: 'Eğer sen Yahya olmasaydın sana bunları söylemezdim!'
100) Ebû Dâvud, Nesâî
101) Hâkim
102) İmâm-ı Ahmed, Tirmizî
103) İlim bölümünde geçmişti.
104) Tirmizî, Nesâî
105) Müslim, Buhârî
106) Tirmizî
107) Buhârî
108) Hâkim
109) Ebû Dâvud
110) Ebû Yâ'lâ, Beyhâkî
111) Buhârî
112) Müslim
113) İmâm-ı Ahmed, Ebû Yâ'lâ, Bezzâr
114) Deylemî
115) Daha önce geçmişti.
116) Adı Cedd b. Kays b. Sâhir b. Hansâ b. Sinan b. Ubeyd b. Adiyy b. Ganem b. Kâ'b b. Seleme'dir. Ensardandır.
117) Hâkim
118) Adı Bişr b. Berâ b. Ma'rur b. Sahr b. Hansâ b. Sinan'dır. Cedd'in amcazadesidir.
119) Deylemî
120) Tirmizî
121) Nesâî
122) Irâkî, bu ibare ile görmediğini söylemektedir.
123) Tirmizî
124) Adı Amr b. Bahr'dır. Basralıdır. Künyesi Ebû Osman'dır. Mu'tezile'nin ileri gelenlerindendir. H. 355'de vefat etmiştir.
125) Dilin Âfetleri bölümünde geçmişti.
Cimrilik Hakkında Hikâyeler
Basra'da zengin ve cimri bir kişi vardı. Komşularından biri kendisini davet etti. Kendisine yumurtalı kıyma takdim etti. O yumurtalı kıymadan fazlasıyla yedi. Bir taraftan yiyor, bir taraftan su içiyordu. Sonunda karnı şişti. Bundan dolayı üzerine bir ağırlık çöktü ve kıvranmaya başladı. Son raddeye vardığı zaman durumunu doktora söyledi. Doktor 'Önemli değil, yediğini kusmak suretiyle çıkar, kurtulursun!' dedi. Adam 'Yumurtalı kıymayı kusmak suretiyle nasıl çıkarayım? Ölürüm daha iyi' dedi.
Bir bedevî birini aramaya geldi. Aranan kişinin önünde incir vardı. Bedeviyi görünce inciri abasıyla örttü. Bedevî oturdu, adam bedevîye şöyle dedi:
-Sen Kur'ân'dan birşey biliyor musun?
-Evet! Sonra 'Ve'z-zeytûni ve tûr-i sînîn. . . ' diye Tin sûresini okumaya başladı. Bunun üzerine kişi bedevîye dedi ki:
-Hani surenin başındaki Vettîni kelimesi?
- (Latifeyle) Tin (incir) senin abanın altındadır.
Zatın biri bir arkadaşını davet etti ve ona birşey. yedirmedi. Onu ikindi zamanına kadar evde bekletti. Adam iyice acıktı. Neredeyse delirecekti. Bunun üzerine ev sahibi ud'u eline aldı ve ona dedi ki: 'Hayatımla sana yemin verdiriyorum, sen hangi makamı seviyorsan ben o makamda çalayım!' Adam cevap olarak 'Kavrayan etin sesini istiyorum!' dedi.
Hikâye olunuyor ki, Muhammed b. Yahya b. Halid el-Bermekî 126 cimri, hem de kötü bir cimriydi. Bunun üzerine onun bu halini bilen ve arası iyi olan bir arkadaşından durumu soruldu. Ona biri 'Onun sofrasını bana anlat' deyince, arkadaşı 'Onun sofrası bir kulaç çapındadır. Onun tabakları haşhaşın tanelerinden delinmiştir!' dedi. Denildi ki:
- O sofraya kim gelip hazır bulunuyor?
- Kiramen kâtibin melekleri!
-O halde onunla beraber kimse yemek yemiyor mu?
-Evet! Sinekler beraber yiyorlar!
-Sen onun en yakın adamı olduğun halde senin avretin görünüyor, elbisen de yırtık!
-Allah'a kasem ederim, ben elbisemi dikmek için bir iğneye bile sahip değilim. Muhammed'in (aleyhisselâm) elinde Bağdad'dan Nevbe'ye kadar uzanan bir ev olsa, o ev iğnelerle tıka basa dolu olsa, Cebrâil ile
Mîkâil (aleyhisselâm) beraberlerinde Yakub peygamber olduğu halde gelse,Muhammed'den Aziz'in hanımının yırttığı Yûsuf'un (aleyhisselâm) gömleğini dikmek için ödünç bir iğne isteseler yine vermez!
Denildi ki, Mervan b. Ebû Hafsa, cimriliğinden et yemiyordu. Ta ki, fazlasıyla iştahı çekinceye kadar. . . Fazlasıyla iştahı çektiği zaman hizmetçisini gönderir, bir baş aldırır, baş yerdi. Kendisine denildi ki:
-Ne oluyor? Yaz kış daima baş yediğini görüyoruz? Neden böyle yapıyorsun?
-Ben başın fiyatını biliyorum. Hizmetçinin bana ihanet edeceğinden eminim. Başta beni kandırmaya gücü yetmiyor ve bir de baş, hizmetçinin pişirip de ondan yiyeceği birşey değildir. Çünkü eğer hizmetçi bir gözüne, veya kulağına veya yanağına dokunsa derhal anlarım. Bir de baştan birkaç çeşit et yiyorum. Gözü bir çeşit, kulağı diğer bir çeşit, dili bir çeşit. Hulkumu bir çeşit, beyni başka bir çeşit! Bütün bunlarla beraber pişirmek masrafından da kurtulmuş oluyorum. İşte benim için başta bu kadar faydalar vardır. Bundan dolayı baş yiyorum.
Bir gün bu zat Halife Mehdî'nin huzuruna gitmek üzere çıktı. Aile efradından bir kadın kendisine dedi ki: 'Eğer sen halifeden caize ve hediye alıp da dönersen bana ne vereceksin?' Cevap olarak dedi ki: 'Eğer bana yüz bin dirhem verilirse sana bir dirhem vereceğim!' Kendisine altmış bin dirhem verilince gelip o kadına dört danik verdi (tam bir dirhem vermedi) . Bir ara bir dirhemle et aldı. O gün bir dostu kendisini evine davet edince, eti götürüp kasaba bir danik eksiğine geri verdi ve dedi ki: 'Ben israftan hoşlanmam!'
A'meş'in bir komşusu vardı. Bu komşusu daima A'meş'e evine gitmeyi, orada bir parça ekmek ile tuz yemeyi teklif ediyordu. A'meş de gitmiyordu. Bir gün yine aynı teklifi yaptı. O gün de A'meş'in açlığına denk geldi ve haydi gidelim dedi. A'meş adamın evine gitti. Adam A'meş'e ekmek ile tuz ikram etti. O esnada bir dilenci geldi. Ev sahibi dilenciye 'Allah versin' dedi. Buna rağmen dilenci tekrar istedi. Ev sahibi tekrar 'Allah versin' dedi. Dilenci üçüncü defa isteyince 'Git! Aksi takdirde Allah'a yemin ederim sopa ile gelirim' dedi.
Râvi der ki: A'meş dilenciyi çağırdı ve 'Git! Allah'a yemin ederim, ben bu adamdan daha fazla sözünü tutan bir kimseyi görmedim. O, uzun bir zamandan beri beni bir parça tuz ekmek yemeye davet ediyordu. Allah'a yemin ederim ondan başkasını bana ikram etmedi!' diye ikazda bulundu.
126) Hâlid b. Bermekî ateşperestti. Sonra müslüman oldu. Oğlu Ebû Ali Yahya zengin idi. Sonra Abbasilerin veziri oldu.
Başkasını Nefsine Tercih Etmenin Fazileti
Cömertlik ve cimrilik, birkaç dereceye ayrılır. Cömertliğin en yüksek derecesi îsardır. îsar demek, ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak demektir. Cömertlik ise, muhtaç olmadığı şeyi, muhtaç olana veya muhtaç olmayana vermek demektir. Fakat mala ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak nefse daha ağır gelir. Nasıl ki cömertlik bazen, ihtiyacı olduğu halde insanı başkasına verecek dereceye yükseltiyorsa, cimrilik de bazen ihtiyacı olduğu halde insanı kendi nefsinden bile esirgemeye sürükler. Nice cimri vardır ki malı kıskıvrak tutar. Hasta olur, tedaviye gitmez! Canı istediği halde paraya kıyamadığı için alıp yemez. Eğer bedava olursa yer.
İşte böyle bir kimse ihtiyacına rağmen nefsine karşı cimrilik yapan bir kimsedir. Öbür kimse, muhtaç olmasına rağmen başkasını nefsine tercih eden kimsedir. Bu iki kişinin arasındaki farkı düşün! Çünkü ahlâklar ilâhî vergilerdir. Allahü teâlâ dilediği yere ahlâkları koyar! Cömertlik hususunda îsardan daha büyük bir derece yoktur. Nitekim Allahü teâlâ ashâb-ı kirâmı överek şöyle buyurmuştur:
Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (hicret edenleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir. (Haşr/9)
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Bir kişinin istenilen bırşeye iştahı çekerse, buna rağmen şehvetini geriye itip başka bir kardeşini nefsine tercih ederse, onun günahları bağışlanır. 127
Aişe validemiz (radıyallahü anh) şöyle der: Hazret-i Peygamber, dünyadan ayrıldığı güne kadar hiçbir zaman üç gün arka arkaya doymadı. Oysa biz isteseydik doyabilirdik. Fakat bizler başkasını kendimize tercih ederdik. 128
Hazret-i Peygamber'e bir misafir geldi. Hazret-i Peygamber, aile efradının yanında misafirine yedirecek birşey bulamadı. Bu esnada ensar-ı kirâmdan bir kişi Hazret-i Peygamber'e geldi. Misafiri alıp evine götürdü. Sonra misafire yemek ikram etti. Hanımına çırayı söndürmesini emretti. Elini, sanki misafirle beraber yiyormuş gibi uzatıyor, fakat yemiyordu. Misafir, yemeği bitirinceye kadar bu hâl böyle devam etti. Sabahladığı zaman Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Bu gece misafirinize gösterdiğiniz güzel davranışınızdan Allahü teâlâ memnun olmuştur! Bunun üzerine 'Onlar verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları bile olsa (muhacirleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir'. (Haşr/9) âyeti nâzil oldu. 129
Bu bakımdan cömertlik, Allahü teâlâ'nın ahlâkından biridir. îsar ise cömertlik derecelerinin en yücesidir. îsar ahlâkı Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) edebindendi. Hatta Allahü teâlâ buna azim (büyük) diye isim vererek şöyle buyurmuştur:
Gerçekten sen pek büyük (azim) bir ahlâk üzerindesin. (Kalem/4)
Sehl et-Tusterî der ki: Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) şöyle niyazda bulunmuştur. 'Ya rabbî! Muhammed'in (aleyhisselâm) ve ümmetinin bazı derecelerini bana göster!' Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey Musa! Senin buna gücün yetmez. Fakat ben onun menzillerinden birini, büyük ve faziletli bir menzili sana göstereyim ki o menzilinden dolayı onu senden de, bütün mahlûkattan da üstün kıldım.
Râvi der ki: Hazret-i Mûsa'ya göklerin melekûtu göründü. Hazret-i Mûsa, bir menzile (manevi mertebeye) baktı. Neredeyse, o mertebenin nûrlarından ve Allah'a yakınlığından dolayı Musa helâk olacaktı. Musa (aleyhisselâm) tekrar şöyle dilekte bulundu: 'Yarab! Sen Muhammed kulunu ne ile bu şerefe nail ettin?' Allahü teâlâ dedi ki:
Mahluklar arasında hassaten ona vermiş olduğum bir ahlâktan dolayı onu bu şerefe nâil ettim. O da îsârdır. Ey Musa! Ümmet-i Muhammed'den herhangi bir kimse hayatında bir defa îsarı kullanmışsa, benim huzuruma geldiğinde onu hesaba çekmekten hayâ ederim. Ona cennetimin dilediği köşesinde yerleşme imkânını bahşederim!
Denildi ki, Abdullah b. Câfer (radıyallahü anh) , bahçelerinden birine gitti, Bu esnada başka bir kavmin hurmalığına vardı. Orada çalışan siyah bir hizmetçi gördü. Hizmetçi yemeğini yemeye oturduğu zaman yanına bir köpek sokuldu. Hizmetçi ekmeği köpeğe verdi. Köpek onu yedi. Sonra ikinci ve üçüncüyü de verdi. Köpek onları da yedi. Abdullah da bakıyordu. Hizmetçiye şöyle sordu:
-Günde kaç ekmek nafakan var?
-İşte senin gördüğün kadar.
-O halde bu köpeği neden kendi nefsine tercih ettin?
-Burası köpeğin bulunacağı bir yer değildir. Muhakkak bu köpek uzun bir yoldan aç olarak gelmiştir. Ben de o aç iken doymayı iyi görmedim.
-O halde akşama kadar ne yapacaksın?
-Bugün bütün gün aç kalacağım!
Abdullah b. Câfer dedi ki: 'Ben cömertliğimden dolayı kınanıyorum. Oysa şu çocuk benden daha cömerttir!' Bunun üzerine Abdullah, o bostanı, hizmetçiyi ve o bostanda bulunan âletlerin tamamını sahibinden satın aldı. Köleyi azad etti ve orayı köleye hibe etti.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber'in ashâbından bir zata bir koyun kellesi hediye edildi. O 'Benim kardeşim benden daha muhtaçtır' deyip başkasına gönderdi. Böylece onların herbirisi o kelleyi diğerine gönderiyordu. Sonunda, kelle yedi evi dolaşıp yine birinci eve döndü.
Hazret-i Ali, hicret gecesinde Hazret-i Peygamber'in yatağında uyudu. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Cebrâil ile Mikâil'e vahy göndererek 'Ben ikinizi kardeş yaptım ve birinizin ömrünü diğerinizin ömründen daha uzun kıldım! Hanginiz arkadaşına uzun ömrünü bahşedecek?' dedi. Bunun üzerine herbiri kendisinin daha uzun yaşamasını istedi. Allahü teâlâ onlara vahy göndererek 'Siz Ali b. Ebî Tâlib gibi olamazsınız? Onunla peygamberim Muhammed'i kardeş yaptım, O, Hazret-i Peygamber'in yatağında yattı. Nefsini ona feda etti. Onun yaşamasını seçti. Bu bakımdan ikiniz de yeryüzüne inin. Onu düşmanından koruyun' dedi. Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) Hazret-i Ali'nin baş ucunda, Mikâil de ayak ucunda nöbet beklediler. Cebrâil (aleyhisselâm) dedi ki: 'Ey Ebû Tâlib'in oğlu! Aferin senin gibisine! Allahü teâlâ seninle meleklere karşı iftihar ediyor'. Bunun üzerine Allahü teâlâ şu âyeti gönderdi.
İnsanlardan öylesi de var ki canını, Allah'ın rızasını kazanmaya satar. Allah da kullarına çok merhamet edicidir. (Bakara/207)
Ebû Hasan el-Antakî'den şöyle rivâyet ediliyor: Bu zâtın yanında otuz küsur şahıs toplandı. Horasan şehirlerinden Rey şehrine yakın bir köyde kalırlardı. Onların sayılı ekmekleri vardı. Hepsini doyurmazdı. Bunun üzerine ekmekleri parçaladılar. Çırayı söndürdüler ve yemeğe oturdular. Yemek yenildikten sonra sofranın olduğu gibi kaldığını gördüler. Onların hiçbiri ondan birşey almamıştı. Kardeşini kendi nefsine tercih etmek için böyle yapmışlardı.
Rivâyet ediliyor ki, hadîs ilmi'nde emîr'ul-Mü'minîn sayılan Şu'be b. Haccâc'a bir dilenci geldi. Onun yanında birşey yoktu. Dilenciye vermek üzere evinin tavanından bir mertek çıkarıp verdi. Sonra dilenciden özür diledi.
Huzeyfe el-Advî şöyle anlatıyor: Yermuk (Şam'da bir yerdir) savaşında elimde biraz su olduğu halde, yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum ve diyordum ki: 'Eğer amcamın oğlunda bir hayat emaresi varsa, ona su içireceğim ve yüzünü bu su ile sileceğim'.
Gezerken amcamın oğlunu gördüm. 'Sana su içireyim mi?' diye sorunca bana işaret ederek içir dedi. O sırada başka bir kişinin Ah! Su! dediğini işittik. Amcamın oğlu bana 'suyu ona götürüp vermemi' işaret etti. O kişiye vardım, Hişam b. As olduğunu gördüm. Ona 'Sana su içireyim mi?' dedim. O sırada başka birinden ah diye bir ses geldi. Hişam, suyu ona götürmemi işaret etti. Ona varınca baktım ki ölmüş. Hişam'a döndüm. Baktım ki o da ölmüş! Amcamın oğluna geldim, baktım ki o da ölmüş! Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun!
Abbas b. Dehka şöyle anlatıyor: "Bişr el-Hafî hariç, hiç kimse dünyaya geldiği gibi, dünyadan çıkmamıştır. Şöyle ki: Hâris hasta yatıyordu. Bir kişi gelip ihtiyacını söyledi. Hâris, gömleğini çıkarıp adama verdi. Emanet olarak gömlek aldı ve o emanet aldığı gömlekle can verdi".
Bir sûfîden şöyle rivâyet ediliyor: Biz Tarsus'ta bulunuyorduk. Orada bir grup teşkil ettik. Oradan cihada çıktık. Şehirden bir köpek bizim arkamıza takıldı. Kapının dışına çıkınca baktık ki ölü bir hayvan vardır. Bunun üzerine bir tepeye çıkıp oturduk. Arkamıza takılan köpek leşi görünce şehre dönüverdi. Bir saat sonra beraberinde yirmi köpek olduğu halde o leşin yanına geldi. Kendisi bir kenara oturdu. O köpekler leşe daldılar. Onlar leşten yiyorlar, öbür köpek de oturmuş onları seyrediyordu. Leş bitip, sadece kemik kalıp köpekler şehre dönünceye kadar bekledi. O zaman kalkıp kemiklerin yanına geldi. Kalan şeylerden birazcık yedi. Sonra o da gitti.
Biz îsâr hakkındaki evliyanın hallerinden bir kısmını Fakr ve Zühd bölümünde zikretmiştik. Burada onları tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Tevfîk Allah'tandır. Allah'ı razı eden hususta Allah'a tevekkül edilir!
127) İbn Hıbbân, Zuafâ; Ebû Şeyh, Sevab
128) Beyhâkî, Şuab'ul-Îman
129) Müslim, Buhârî
130) İmâm-ı Ahmed, (İbn-i Abbâs'tan) . ve Hâkim. İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde Cebrâil ile Mikâil bahsi yoktur. Irakî bu ziyadenin herhangi bir aslına rastlamadığını kaydeder. İmâm-ı Ahmed, hadisin münker olduğunu söylemiştir.
Cömertliğin ve Cimriliğin Dereceleri ve Hakikati
Soru: Şer'î delillerle biliyoruz ki cimrilik insanı helâk eder. Fakat cimriliğin haddi, tarifi nedir ve İnsan oğlu ne ile cimri olur? Yeryüzünde hiçbir insan yoktur ki kendisini cömert görmesin. Oysa aynı adamı başkası cimri görür. Bazen de bir insandan herhangi bir fiil görünür ve bu fiil hakkında çeşitli görüşler olur. Bir grup bu cimriliktir der. Başkaları bu cimrilik değildir der. Malı sevmeyen, malı tutup korumayan hiçbir insan yoktur. Eğer insan malı tutmasıyla cimri oluyorsa o halde hiç kimse cimrilikten kurtulamaz. Eğer malı tutmak, mutlaka cimriliği gerektirmiyorsa, bu takdirde de cimriliğin mânâsı mal tutmaktan başka birşeydir. O halde İnsan oğlunun helâk olmasını gerektiren cimrilik ne demektir? İnsan oğlunun cömertlik sıfatına ve bu sıfatın sevabına müstehak olacağı cömertliğin târifi nedir?
Cevap: Bazıları; cimriliğin tarifi hakkında 'Vacibi vermemektir' demişlerdir. Bu bakımdan kim farz olanı edâ ederse, o kimse cimri değildir. Fakat bu târif efradını câmi, ağyarını mâni bir târif değildir. Çünkü mesela kasaptan satın aldığı eti bir habbe veya yarım habbe eksiğine iade eden,, ekmeği bu şekilde fırıncıya geri veren bir kimse, bütün âlimlerin ittifakıyla cimri sayılır. (Oysa vacibi terketmiş değildir!) Yine çoluk çocuğuna, kadı tarafından tesbit edilen miktarı teslim eden, sonra o miktardan bir lokma hususunda veya malından yemiş oldukları bir hurma hususunda onları sıkan bir kimse cimri sayılır. (Oysa vâcib miktarda darlık yapmamıştır!) Önünde bir ekmek bulunan ve bu esnada kendisiyle beraber ekmeği yiyeceğini zannettiği bir kimseden o ekmeği gizleyen de cimri sayılır! (Oysa başkasını o ekmeğe ortak yapmak kendisine vâcib değildir. )
Başkaları da demişlerdir ki: 'Cimri o kimsedir ki vermek kendisine zor gelir', Bu târif de, birinci târif gibi eksiktir. Çünkü bu târifi yapan kişi, eğer bununla 'her türlü vermenin kendisine zor geldiğini' kastediyorsa, nice cimriler vardır ki az vermek kendilerine hiç de zor gelmez. Bir habbeyi veya ona yakın bir miktarı vermek gibi. . . Fakat bundan fazlasının verilmesi kendisine zor gelir. Eğer 'Birtakım şeyleri vermek kendisine zor geliyor' mânâsını kastediyorsa, nice cömertler vardır ki birtakım şeylerin verilmesi kendisine zor gelir. Bütün servetini kapsayan veya külliyetli bir mal teşkil eden vergi gibi. . . Bu miktarın verilmesi, cömert bir kimseye de zor gelir. Fakat bu onun cimriliğini gerektirmez. Böylece cömertlik hakkında da konuşmuşlardır. Bu bakımdan denilmiştir ki: 'Cömertlik başa kakmaksızm vermek ve düşünmeksizin ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermektir' ve yine denilmiştir ki: 'Cömertlik, karşı taraftan bir istek olmaksızın verdiğini azımsamak şartıyla vermektir'. Yine denilmiştir ki: 'Cömertlik, dilenciyi hoş karşılamak, mümkün olanı gönülden vermek demektir'. Yine denilmiştir ki: 'Cömertlik, malın Allah için olduğunu, kulun Allah için olduğunu, Allah'ın kulu Allah'ın malını veriyor zihniyetiyle ve fakirliği düşünmeksizin vermek demektir'.
Şöyle denilmiştir: 'ınalın bir kısmını veren, bir kısmını da kendisine bırakan cömerttir. Çoğunu veren, azını bırakan, daha cömerttir. Meşakkate göğüs gerdiren, başkasını mal sarfetmek hususunda nefsine tercih eden îsâr sahibidir. Hiçbir şey vermeyen ise cimridir!'
Bütün bu sözler, cömertlik ve cimriliğin hakikatini kapsamayan kelimeler ve cümlelerdir. Biz deriz ki; mal, bir hikmet ve maksat için yaratılmıştır. O da halkın ihtiyaçlarına elverişli olmasıdır. Malı, sarfedilmesi için yaratılmış olduğu maksada sarfetmemek mümkün olduğu gibi, iyi bir yere sarfetmesi de mümkündür. Adaletle malda tasarruf etmek; korunması gereken yerde malı korumak, verilmesi gereken yerde malı vermek demektir. Bu bakımdan vermenin farzolduğu bir yerde malı vermemek cimriliktir. Vermemenin farz olduğu bir yerde vermek, tebzir ve israftır. Bunların arasında normal bir durum vardır. O da dinen övülen durumdur. Cimrilik ve cömertliğin bu orta yoldan ibaret olması uygundur; zira Hazret-i Peygamber cömert davranmakla emrolunmuştur.
Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de açma (israf etme ki) sonra kınanır, hasret içinde kalırsın. (İsrâ/29) .
Ve harcadıkları zaman israf etmezler, Sıkılık da yapmazlar! Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur! (Furkan/67)
Cömertlik, israf ile cimrilik arasında normal bir durumdur. Eli tamamen açmak ile tamamen kapatmak arasında vasat bir keyfiyettir. Şöyle ki: Verdiğini de, aldığını da vacib olan nisbet ve oranda ayarlar.
Kalbi bunu seve seve yapmadıkça, âzalarıyla yapması yeterli olmaz! Kalbi kendisiyle münakaşa ve çekişme yapmaksızın âzalarıyla bunu yaparsa yeterli olur. Eğer vermek gereken yerde verirse, nefsi bir türlü buna razı olmazsa ve o da nefsiyle mücadele ederek veriyorsa, böyle bir kimse cömertliğe kendisini zorlayandır. Hakiki cömert değildir. Kalbinin mal ile âlakası, malı gereken yere sarfetmesi bakımından olmalıdır.
Soru: Böyle olmak, vâcibi bilmeye bağlıdır. Bu bakımdan hangi malın verilmesi vâcibtir?
Cevap: Vâcib iki kısımdır: Şer'an vâcib olan, mürüvvet ve âdetçe vâcib olandır. Cömert o kimsedir ki şer'an vâcib olanı terketmediği gibi mürüvvetçe vâcib olanı da terketmez. Eğer bunların birini terkederse cimri olur. Fakat şer'an vâcib olanı terkeden daha cimridir. Zekâtı vermeyen, çoluk çocuğunun nafakasını vermeyen veyahut da nefsine ağır gelerek ödeyen kimse gibi. . . Böyle bir kimse tabiaten cimridir. Ancak zoraki bir şekilde cömertlik yapar veyahut malın haram kısmından vermek ister. Yahut da malının helâl kısmından veya iyi kısmından vermeye kalbi razı olmaz. İşte bunların hepsi cimriliktir.
Mürüvvetçe verilmesi farz olana gelince, o müzâyaka yapmayı, hakir şeyleri bile saymayı terketmek demektir. Çünkü müzâyaka yapmak, ufak şeyleri sorup saymak çirkin bir harekettir. Bunun çirkinliği de durumlara ve şahıslara göre değişir. Bu bakımdan malı çoğalan bir kimsenin böyle yapması, fakirin yapmasından daha çirkin kaçar. Yabancılara karşı tatbik etmesi, çoluk çocuğuna, akraba ve taallûkatına ve kölelerine karşı tatbik etmesinden daha kolay olur. Komşusuna tatbik etmesi, uzak bir kimseye tatbik etmesinden daha çirkindir. Misafirlik hususunda gösterilen müzâyaka, muamelede gösterilen müzâyakadan daha çirkeftir. Bu bakımdan bu durum, ziyafet veya muamelede, içine sıkılık ve müzâyaka karışan şeylerde değişik manzaralar arzeder. Bir de müzâyaka (sıkıştırma) aleti olan yemek veya elbise de değişir; zira başka şeylerde çirkin sayılmayan sıkılık, yemekte gösterildiği zaman çirkin sayılır. Meselâ kefen, kurban veya sadaka ekmeği almakta gösterilen sıkılık, başka şeyleri almada gösterilen sıkılıktan daha kötü ve çirkindir.
Kendisine karşı müzâyaka gösterene karşı da değişik manzaralar arzeder. Dost veya kardeş veya yakını veya hanımı, evladı veya yabancı bir kimseye karşı gösterilen sıkılıklar değişik hükümler alır. Bu sıkılıkları gösteren kimselere göre de durumlar değişir. Çocuk, kadın, ihtiyar, genç, âlim, cahil, zengin veya fakir, bunların herbirinin gösterdiği sıkılık, ayrı bir çirkinlik taşımaktadır. Bu bakımdan cimri o kimsedir ki tutması gereken yerde malı tutar. Bu tutmanın gerekmesi de ya şer'î hükümle veya mürüvvet hükmüyledir. Bunun miktarını kesinlikle belirtmek mümkün değildir.
Cimriliğin tarifi malın depo edilmesinden daha mühim olan bir hedefe malı sarfetmektir; zira dinin korunması, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan zekât ve nafakayı vermeyen bir kimse cimridir. Mürüvveti korumak, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan kendisine karşı sıkılığın iyi olmadığı, ona karşı kıymetsiz işlerde sıkılık gösteren bir kimse mal sevgisinden dolayı mürüvvet perdesini yırtmış cimri bir kimsedir. Sonra başka bir derece kalır. O da şudur: Kişi vacibi edâ eder, mürüvveti korur. Fakat yine de birçok malı vardır. O fazla malı sadakaya ve ihtiyaç sahiplerine sarfetmez. Bu bakımdan burada zamanın felâketlerine karşı malın kendisine kurtuluş vesilesi olması için korunması ile âhiret derecelerinde yücelmesi için sevab elde etmek maksadı arasında çatışma vardır. Malı böyle bir hedefe sarfetmekten esirgemek akıllılar nezdinde cimriliktir. Fakat halk tabakası nezdinde cimrilik değildir. Çünkü halk tabakasının bakışı, dünya lezzetlerine dönüktür. . . Onlar malı zamanın felâketlerine karşı hazır bir şekilde bekletmeyi daha mühim görürler. Buna rağmen bazen halk tabakasının gözünde de böyle bir kimsede cimrilik alâmeti görülür.
Şöyle ki, yakınında muhtaç bir kimse varken ona birşey vermez ve der ki: 'Ben vâcib olan zekâtımı edâ ettim. Zekâttan başka da birşey vermek bana gerekmez!'
Bunun çirkinliği, malın miktarına, ihtiyaç sahibinin ihtiyacının şiddetine, dinin salâhına ve müstehak olmasına göre değişir! Bu bakımdan şer'an vâcib olanı edâ eden ve kendisine uygun olan mürüvvetin gereğini veren bir kimse, cimrilikten kurtulmuştur. Evet! Bundan fazlasını, fazileti elde etmek ve yüksek derecelere ulaşmak için vermedikçe cömertlikle nitelenemez. Ne zaman nefsi, şeriatın gerektirmediği yerde mal vermeye yanaşırsa, âdetçe de vermediği takdirde kınanmayacaksa ve buna rağmen veriyorsa, o zaman vermiş olduğu mal nisbetinde cömert sayılır. Bunun dereceleri sayılamayacak kadar çoktur. İnsanların bir kısmı diğerinden daha cömerttir. Bu bakımdan âdet ve mürüvvetin gerektiğinden fazlasını verip iyilik yapmak cömertliktir. Fakat verileni gönülden vermek şartıyla. Herhangi bir istekten, gelecekte bir hizmet ümidiyle veya mükâfat veyahut teşekkür ve övülmek maksadıyla vermemesi de gerekir. Çünkü verdiğiyle teşekkür ve övülmeyi bekleyen bir kimse cömert değil de alışverişçi olur; zira o övmeyi malıyla satın almış olur. Övülmek lezzetlidir ve istenen bir şeydir. Cömertlik ise karşılıksız vermektir. İşte hakîkat budur. Böyle karşılıksız vermek ancak Allahü teâlâ'dan tasavvur edilebilir.
İnsan oğluna gelince, ona mecaz yoluyla cömert denilir; zira İnsan oğlu herhangi birşeyi bir gaye için verir. Fakat onun gayesi âhiretteki sevaptan veya cömertlik faziletini elde etmekten, nefsi cimrilik rezaletinden temizlemekten başka birşey değilse, onun yaptığına cömertlik denir. Eğer meselâ, sövgüden veya halkın kınamasından veya kendisine iyilik yapacağı kimseden bir fayda umduğundan cömertlik yapıyorsa, bütün bunlar cömertlikten sayılmazlar. Çünkü bu iteleyici sebepler onu bu şekilde yapmaya mecbur etmiştir. Bunlar ise iyilik karşılığında aceleyle verilen bedellerdir. Böyle bir kimse cömert değil de alışverişci olur.
İbâdetle iştigal eden bir hanımdan rivâyet ediliyor ki, Hıbbân b. Hilâl131 arkadaşlarıyla beraber otururken bu kadın onun yanında durakladı ve şöyle dedi:
-Acaba içinizde kendisinden bir sual soracağım kimse var mı?
-İstediğini sorabilirsin. Hıbbân b. Hilâl'e işaret ettiler. Bunun üzerine kadın şöyle sordu:
-Sizce cömertlik nedir?
-Vermek ve arkadaşını nefsine tercih etmektir.
-Bu, dünyadaki cömertliktir. Acaba dindeki cömertlik nedir?
-Bizim zoraki bir şekilde değil, nefislerimizin isteğiyle Allah'a ibâdet etmemizdir.
-Siz bu ibâdetten dolayı Allah'tan bir ücret talep ediyor musunuz?
-Evet!
-Neden?
-Çünkü Allah bize bir haseneye karşı on hasene vereceğini va'detmiştir de ondan. . .
-Hayret! Siz bir verip de on aldığınız zaman acaba Allah'a karşı ne ile cömertlik yapmış oluyorsunuz?
-Allah sana rahmet eylesin! Senin nezdinde cömertlik nedir?
-Bence cömertlik, Allah'a ibâdetle lezzetlenerek, nimetlenerek, isteyerek ibâdet etmeniz ve bunun karşılığında bir ücret talep etmemenizdir ki mevlânız size dilediğini tatbik etsin.
Allah'tan utanmaz mısınız ki Allahü teâlâ kalbinize muttali olup kalbinizden ibâdete karşı ne talep ettiğinizi bilir! Böyle bir istek dünyada bile çirkindir.
İbâdet eden kadınlardan birisi şöyle demiştir: 'Siz cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olduğunu mu sanıyorsunuz?' Dinleyenler 'Ya cömertlik neyle olur?' dediler. Kadın 'Bence cömertlik, kalbi Allah'a vermektir' dedi.
Muhasibi şöyle demiştir: 'Din hususundaki cömertlik, nefsinle cömertlik yapmandır. Onu Allah için helâk etmendir. Kalbini ve gönlünü Allah'a vermeye, kanını Allah için dökmeye, çekinmeksizin seve seve razı olmandır. Aynı zamanda bundan bir sevab, -her ne kadar sevaba muhtaç isen de- beklememendir. Fakat kalbine Allah'a karşı seçmeyi terketmekle cömertliğin kemâlinin güzelliği galip gelir ki mevlân senin için, senin seçmekten âciz olduğunu seçsin!'
131) Basralı olan bu zata aynı zamanda el-Kenâni de denir. H. 212'de Ramazan ayında Basra'da vefat etmiştir.
27-6
Cimriliğin Tedavisi
Cimriliğin sebebi mal sevgisidir. Mal sevgisinin de iki sebebi vardır.
Bir
Onlardan biri, uzun emelle beraber ancak mal ile elde edilen şeyleri sevmektir. İnsan oğlu birgün sonra öleceğini bilse çoğu zaman malıyla cimrilik yapmaz. Çünkü bir gün veya bir ay veya bir sene muhtaç olacağı miktar yakındır. Eğer kısa emelli olmasına rağmen çocukları varsa, çocuklar uzun emelin yerine kaim olur. Çünkü kişi onların geride kalacaklarını, kendi nefsinin kalacağı gibi takdir eder, onlar için mal toplar ve bunun için de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.
Çocuk, cimriliğe, korkaklığa ve cehalete teşvik edici bir sebeptir. 132
Buna 'fakirlik korkusu', 'rızkın gelmesine az güvenmek' de eklendiği zaman şüphesiz ki cimrilik daha da güçlenir.
İki
İkinci sebep, malın bizzat kendisini sevmesidir; zira insanların bir kısmı vardır ki ömrünün geri kalan kısmında kendisine yetecek kadar malı vardır. Eğer normal infak etse bile geride binlerce dirhemi kalacaktır. Kendisi çocuksuz bir ihtiyar olduğu halde beraberinde birçok mal vardır. Fakat nefsi, zekâtı vermeye bile tahammül etmemektedir. Hastalık anında kendisini tedavi etmeye razı olmamaktadır! Dinarların dostu ve aşığı olmuştur. Elinde dinarların olmasından ve onlara muktedir olmasından zevk alır. Onları toprak altında saklar. Bilir ki öldüğü zaman onlar ya toprağın altında zâyi olacaktır veya düşmanlarının eline geçecektir. Buna rağmen nefsi bir türlü bir lokma yemesine veya sadaka vermeye dahi razı olmaz. Bu, kalbin büyük bir hastalığıdır. Tedavisi zordur. Hele ihtiyarlık zamanında bu müzmin bir hastalıktır. Tedavi edilmesi umulmaz. Bunun sahibinin misâli, bir şahsa aşık olan ve o şahıstan gelen elçiyi seven, sonra aşık olduğu şahsı unutan, elçi ile meşgul olan bir kimsenin misâline benzer. Çünkü dinarlar (paralar) elçidir. İnsanların ihtiyaçlarını giderir ve bunun için de sevimli olur; zira lezzetli birşeye götüren de lezzetli olur. Sonra paralar vasıtasıyla elde edilen ihtiyaçlar unutulur. Paralar kişinin yanında sanki kendilerinde bulunan bir marifetten dolayı sevgili olur. Bu ise dalâletin son noktasıdır. Hatta para ile taş arasında fark gören bir kimse cahildir. Ancak para ile ihtiyaç yerine getirilir. İşte farkı bu kadardır. Bu bakımdan ihtiyaçtan fazla olanı taş mesabesindedir. İşte mal sevgisinin sebepleri bunlardır.
Her hastalığın tedavisi ancak onun sebebinin zıddı iledir. Bu bakımdan şehvet sevgisini, aza kanâat etmekle ve sabırla tedavi etmelisin. Çünkü uzun emeli, ölümü çok hatırlamakla, akran ve emsâlinin ölümüne bakmakla tedavi edersin. Mal toplamak sevgisini, mal toplayanların yorgunluklarına ve onlardan sonra malın zâyi olmasına bakmakla tedavi edebilirsin.
Kalbin çocuğa karşı duyduğu aşırı ilgiyi şu şekilde tedavi edebilirsin: Çocuğun yaradanı, onunla beraber rızkını da yaratmıştır. Nice çocuklar vardır ki babasından kendilerine miras kalmamıştır. Oysa babasından miras alanların halinden, onun hali daha iyidir. Malı çocuğu için topladığını ve çocuğunu hayırlı bir durumda bırakıp kendisinin şerre gideceğini bilmekle tedavi edebilir. Evladı eğer muttakî, salih bir kimse ise, Allah ona kâfidir. Eğer fâsık ise bıraktığı o mal ile günahları daha da artar. İşlediği günahların felâketi de kendisine döner düşüncesiyle tedavi olur.
Kalbini, cimrilik hakkında ve cömertliğin övülmesi hususunda vârid olan hadîsleri ve cimrilikten dolayı Allah'ın büyük azabını düşünmek suretiyle tedavi etmelisin.
Fayda verici tedavi formüllerinden biri de cimrilerin durumlarını çokça düşünmek, tabiatın onlardan nefret ettiğini ve çirkin gördüğünü çokça düşünmektir; zira hiçbir cimri yoktur ki başkasında olan cimriliği çirkin görmesin ve cimri olan arkadaşlarının cimriliğinden rahatsız olmasın. Bu bakımdan kendisinin de halkın kalbinde çirkin sayıldığını bilmelidir. Nitekim diğer cimrileri de kendisi böyle telâkki eder. Yine kalbini malın maksadlarını, niçin yaratıldığını, malın sadece ihtiyaç miktarının korunması gerektiğini, fazlasını infak etmekle âhiret için azık hazırladığını düşünmekle tedavi eder.
İşte mârifet ve ilim yönünden gelen tedavi formülleri bunlardır. Bu bakımdan kişi, basiret nûruyla malı vermenin, gerek dünyada ve gerek âhirette, vermemekten daha hayırlı olduğunu bildiği zaman, eğer aklı varsa vermeye rağbet eder. Eğer şehveti hayır hususunda harekete geçerse, derhal ilk hatıra gelene icabet etmelidir. Çünkü şeytan, kendisini durmadan fakirlikle korkutur ve cömertlikten menetmeye çalışır.
Hikâye olunuyor ki, Ebû Hasan el-Buşencî133 bir gün helâda bulunuyordu. Bu esnada talebesini çağırdı ve dedi ki:
-İç gömleğimi çıkar, filân adama ver!'
-Helâdan çıkıncaya kadar sabredemedin mi?
-Nefsimin caymasından emin değilim. Helâda iken kalbime geldi. Helâdan çıkıncaya kadar nefsimin fikir değiştireceğinden emin olmadığımdan dolayı böyle yaptım.
Cimrilik sıfatı zorla vermeye kendisini alıştırmakla ortadan kalkar. Tıpkı aşkın, ancak mâşukun memleketinden ayrılmakla ortadan kalktığı gibi. . . Hatta kişi sefere çıkar, mâşukundan ayrılırsa ve bir müddet de onsuz tahammül etmeye kendisini zorlarsa, kalbi artık onsuz durmaya alışır. Cimrilik hastalığını tedavi etmek isteyen bir kimsenin de vermek suretiyle maldan zorla ayrılması uygundur. Hatta malı suya atması bile malı severek elinde bulundurmaktan daha hayırlıdır.
Bu hususta çıkar yolun inceliklerinden biri de nefsini güzel isim yapmak, cömertlikle şöhret bulmakla aldatmasıdır. Nefsi, cömertliğin haşmetine tamah edinceye kadar riya kasdıyla vermelidir. Böylece nefsinden cimriliğin çirkefini uzaklaştırır, onunla riya çirkefini elde etmiş olur. Fakat bunu yaptıktan sonra riyaya yönelir, riyayı ilacıyla ortadan kaldırmaya çalışır. Bu bakımdan isim yapmak hevesi, nefsi maldan kesme anında nefis için teselli gibi olur. Nitekim çocuğun, annesinin sütünden kesildiği anda kuş ve benzeri şeylerle oynamakla teselli olduğu gibi. . . Çocuğun bunlarla oynaması, çocuğu oyunla başbaşa bırakmak için değildir. Annesinin memesinden ayrılsın diye bu imkân kendisine verilir. Sonra bu imkândan da bir kısmını diğerine musallat kılmak uygundur. Nitekim şehveti öfkeye musallat kılınır. Şehvetin hamakatı onunla kırılır. Ancak bu usûl, kendisinde mertebe ve riya sevgisi, cimrilik sevgisinden daha az olan kimse için faydalıdır. Böylece en kuvvetlisi en zayıf ile değiştirilir. Eğer rütbe onun nezdinde mal kadar sevimli ise o vakit cimriliği bırakıp ona yapışmakta hiçbir fayda yoktur. Çünkü bir hastalıktan yakayı sıyırır ve diğer hastalığa onun bir mislini daha eklemiş olur. Bunun alâmeti, riya için vermenin kendisine ağır gelmemesidir. Böylece bilinir ki riya kendisinde daha galiptir. Eğer vermek, riya ile beraber nefse ağır geliyorsa, bu takdirde vermek uygundur. Bu ağır gelme delâlet eder ki cimrilik hastalığı kalpte riyadan daha ağır basar. Bu sıfatların birinin diğerini ortadan kaldırmasının misâli, tıpkı şu denilen söze benziyor: 'Ölünün bütün bedeni kurtlanır. Sonra da o kurtlar sayıları azalıncaya kadar birbirini yerler. (Yani iki büyük kurda dönüşünceye kadar birbirlerini yerler) . Sonra o iki kurt birbirini yeyinceye kadar dövüşür. Galip mağlubu yer, semizleşir. Sonra tek başına kalır ve ölüme mahkûm olur!'
İşte bu çirkin sıfatlar da böyledir. Bazılarını bazılarına musallat etmek, onun kökünü kazımak, kuvvet bakımından zayıf olanı, kuvvetliye yem yapmak mümkündür. Ta ki bir tanesi kalıncaya kadar. . . Onu da mücahede ile eritip ortadan kaldırmalıdır. Onunla mücahede etmek, ondan gıdasını menetmek demektir. Sıfatlardan gıdayı menetmek demek, onların isteklerine göre amel etmemek demektir.
Diğer sıfatlar, şüphesiz birtakım ameller isterler. Ne zaman onlara aykırı hareket edilirse, onlar sönerler ve ölürler. Meselâ cimrilik, malı sarfetmemeyi ister. Onun isteğine karşı çıkıp zaman zaman mal verildiği takdirde cimrilik sıfatı ölür. Cömertlik, insana tabiat olur, vermek için çekilen zorluklar ortadan kalkar; zira cimriliğin tedavisi ilim ve amelledir. Burada ilim, cimrilik âfetinin bilinmesine, cömertliğin faydasına dönüşür. Fakat cimrilik bazen gözü kör, kulağı sağır edercesine kuvvetli olur. Dolayısıyla bu husustaki mârifetin tahakkukuna mâni olur. Mârifet tahakkuk etmediği takdirde rağbet ve istek harekete geçmez. Dolayısıyla çalışmak da kolay olmaz, illet müzmin olarak kalır. Tıpkı ilacın bilinmesine ve kullanma imkânına mâni olan hastalık gibi. . . Zira böyle bir hastalıkta ölünceye kadar sabretmekten başka çare kalmaz. Tasavvuf şeyhlerinin bazılarının âdeti, müridlerdeki cimriliği tedavi etmek hususunda, şuydu: Onlara mahsus olan zaviyelerden onları menederdi. Bir müridin zaviyesiyle ve zaviyenin içerisinde bulunan şeylerle sevindiğini hissettiği zaman, onu başka bir zaviyeye, başka bir zaviyeyi de oraya nakleder ve onun elinden bütün mülk edindiklerim alırdı. Yeni bir elbiseye iltifat ettiğini gördüğü veya bir seccade ile sevindiğini hissettiği zaman derhal onu başkasına vermesini emrederdi. Ona eski bir elbise giydirirdi. Öyle bir elbise ki müridin kalbi o elbiseye meyletmezdi. İşte kalp bu yolla dünya mallarından uzaklaşırdı. Bu bakımdan bu yolda gitmeyen bir kimse dünya ile yakınlık kurup dünyayı sever. Eğer kişinin bin türlü malı varsa bin tane sevgilisi var demektir. Bunun için de onlardan biri çalındığı zaman, onu sevdiği kadar, üzüntüye mâruz kalır. Öldüğü zaman bir defada onun üzerine bin musibet iner. Çünkü hepsini severdi ve hepsi kendisinden alınmıştır! Hayattayken de onları kaybetmek ve onların elinden çıkması tehlikesiyle karşı karşıya idi.
Padişahlardan birine Firuzeç denilen maddeden yapılmış, cevherlerle süslenmiş bir tabak hediye edildi ki onun benzeri görülmemişti. Padişah buna pek sevindi. Yanındaki hükemadan birine şöyle sordu:
-Bunu nasıl görüyorsunuz?
-Onu bir musibet ve fakirlik olarak görüyorum!
-Nasıl olur?
-Eğer kırılırsa reddedilemeyecek bir musibet olur. Eğer çalınırsa ona muhtaç olur ve benzerini de bulamazsın. Oysa bu sana gelmeden önce sen hem musibetten, hem de buna muhtaç olmaktan emindin.
Sonra günün birinde tabak kırıldı veya çalındı. Padişaha bu musibet pek ağır geldi ve dedi ki: 'Hakîm doğru söyledi! Keşke o tabak başta bize hediye edilmeseydi!'
Dünya sebeplerinin hepsinin durumu budur. Çünkü dünya Allah düşmanlarının düşmanıdır. Onları cehenneme sevkeder. Allah dostlarına da düşmandır. Kendisine karşı sabretmekle onları üzer. Allah'ın da düşmanıdır. Çünkü Allah'a giden yolu kullarının yüzüne kapatır. Kendi kendisinin de düşmanıdır. Çünkü nefsini kıtır kıtır yer; zira mallar ancak hazinelerde nöbetçilerle korunur. Hazine ve nöbetçiler ise, ancak mal ile; dirhem ve dinarı vermek suretiyle edinilir. Bu bakımdan mal, nefsini yer, zatına ters düşer. Sonunda yok olup gider. Malın âfetini ve tehlikesini bilen bir kimse onunla ünsiyet edip sevinmez! Aksine zarurî ihtiyacı kadar ondan alır. İhtiyaç kadarıyla kanaat eden bir kimse cimri olmaz. Çünkü ihtiyacı olanı vermemesi cimrilik değildir. Muhtaç olmadığı miktarı korumakla nefsini yormaz. Bu bakımdan onu sarfeder. Hatta o, nehrin suyu gibidir; zira nehrin suyu hakkında hiç kimse cimrilik etmez. Çünkü halk, ihtiyaçları kadarıyla kanaat eder!
132) İbn Mâce
133) Adı Ebû Hasan Ali b. Ahmed b. Sehl'dir. H. 318'de vefat etmiştir.
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Tamahkârlık fakirliktir. Halkın elindeki maldan ümit kesmek ise zenginliktir'.
Halkın elindeki maldan ümidini kesen bir kimsenin halka ihtiyacı olmadığı gibi onlardan minnetsiz olacağı da muhakkaktır. Hukemâdan birisine şöyle denildi: 'Zenginlik nedir?' Cevap olarak 'Azı temenni edip yetecek kadarla kanaat etmendir' dedi.
Hayat, geçen birkaç saattir.
Tekrarlanan birkaç günün zahmetleridir. Razı olduğun bir hayata kanaat et!
Hevâ-i nefsini bırak, hür olarak yaşarsın!
Çok felâket vardır ki, onu İnsan oğluna altın, yakut ve inci getirir!. .
Muhammed b. Vâsı, kuru ekmeğini su ile ıslatır, yer ve derdi ki: 'Buna kanaat eden bir kimse, hiç kimseye muhtaç olmaz!'
Süfyân es-Sevrî 'Dünyanızın en hayırlısı kendisinden dolayı müptelâ olmadığınız şeylerdir. Müptelâ olduğunuz şeyin en hayırlısı, sizin elinizden çıkandır' dedi.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Hergün bir melek şöyle seslenir: 'Ey Âdem oğlu! Sana kâfi gelen az, seni azdıran çoktan daha hayırlıdır'.
Sumeyt b. Aclan şöyle demiştir: 'Ey Âdem oğlu! Karnın ancak bir karış çapındadır. O halde seni neden ateşe sokuyor?'
Bir hakîme şöyle soruldu: 'Senin malın nedir?' Cevap olarak 'Zâhirde süslenmek, bâtında normal hareket ve halkın elindeki servetten ümit kesmektir' dedi.
Allahü teâlâ'nın şöyle dediği rivâyet edilir: 'Ey Âdem oğlu! Eğer dünyanın tamamı senin olsa bile ondan ancak yediğin senin olur. Ondan sana gıdayı, verdiğimizin hesabını da başkasına yüklediğimiz zaman muhakkak ben sana iyilik yapmış olurum'.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Biriniz birşey istediği zaman, basitçe istesin, kişiye sen sen (deyip onu övmek suretiyle) belini kırmasın. Çünkü kendisi için ayrılan rızık eline gelir'.
Emevîlerden biri Ebû Hâzım b. Ebî Seleme'ye bir mektup yazarak ihtiyacını kendisine bildirmesinde ısrar etti. Ebû Hâzım ona şu cevabı verdi: İhtiyacımı mevlâma arzettim. Bana verileni kabul ettim. Bana verilmeyene de kanaat edip razı oldum. '
Hukemâdan birine şöyle soruldu:
-Hangi şey akıl için daha sevindiricidir? Üzüntünün giderilmesinde hangi şey daha fazla yardım eder?
-Akıl nezdinde en sevindirici şey, kişinin ölümünden önce yapıp gönderdiği sâlih ameldir. Üzüntünün giderilmesinde en fazla yardımcı olan şey ise kaza ve kaderin hükmüne razı olmaktır.
Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'En uzun üzüntüye sahip olarak hasetçi kimseyi gördüm. Yaşantı bakımından en refahlısını da kanaat eden kimse olarak buldum. Eziyetçe en fazla olan da tamahkârlık yapıp haris olan bir kimsedir. Maişet yönünden insanların en düşüğü, dünyayı en fazla tepenidir. Pişmanlık yönünden en büyükleri ise ifrata kaçan âlimdir'.
Rızıkları taksim eden Allah'ın, kendisine rızık vereceğine güvenerek akşamlayan bir kimsenin kalbi ne zengindir!
Böyle bir kimsenin şerefi korunmuştur. Onu kirletmez! Yüzü yepyenidir, onu yıpratmaz!
Yine şöyle denilmiştir:
Ne zamana kadar konaklamak, sefere çıkmak, uzun çalışmak, gitmek ve gelmek durumunda kalacağım?
Evden uzak, dostlardan garip, hâlimin ne olduğunu bilmez bir vaziyette kalacağım?
Bazen doğuda, bazen batıda harisliğimden dolayı ölüm bile kalbime gelmez.
Eğer kanaat etseydim durduğum yerde rızık bana gelecekti! Muhakkak zenginlik kanaattir, malın çokluğu değil!
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Size Allah'ın malından kendime neyi helâl kıldığımı haber vereyim mi? Biri kış, diğeri yaz için olan elbisem, hac ve umremi yapmak için bir devedir. Bunlardan sonra benim nevâlem (gıdam) , Kureyş'ten herhangi bir kişinin nevalesi gibidir. . . Nafaka bakımından onların en yükseği olmadığım gibi, en düşük yaşayanı da değilim. Allah'a yemin olsun bunun da helâl olup olmadığını bilmiyorum'.
Sanki Hazret-i Ömer, bu kadarla kanaat etmenin bile farz olan miktardan fazla olup olmaması hususunda şüphe etmektedir!
Bir bedevî, kardeşini harislikten dolayı kınayarak şöyle dedi: 'Kardeşim! Sen arıyor ve aranıyorsun! Elinden kurtulamayacağın biri (Allahü teâlâ) seni arıyor. Sen ise, başkası (Allahü teâlâ) tarafından sana verileni aramaktasın! Sanki senden gâib olan sana keşfolunmuştur! Sanki içinde bulunduğundan da göç ederek uzaklaşmışsın! Ey kardeşim! Sanki mahrum kalan haris bir kimseyi ve zengin olan zâhid bir kimseyi hiç görmemişsin!'
Bu hususta şöyle denildi: "Görüyorum ki zenginlik gittikçe seni dünya için haris kılıyor! Sanki ölmeyecekmişsin gibi! Acaba senin tayin ettiğin bir sonuç var mıdır ki bir gün oraya vardığın takdirde 'artık bana yeter, razı oldum' diyesin!"
Şa'bî şöyle dedi: 'Hikâye olunuyor ki bir kişi çekuk veya turkay kuşunu avladı. Kuş kendisine şöyle sordu:
-Beni avlayıp ne yapacaksın?
-Seni kesip yiyeceğim?
-Yemin olsun, ben bir derdine derman olmadığım gibi açlığını da gideremem. Fakat sana üç haslet öğreteceğim ki beni yemekten sana daha hayırlıdır. Onların birini daha elinde iken sana öğreteceğim, ikincisine gelince, uçup ağacın dalına konduğum zaman öğreteceğim. Üçüncüsünü ise, dağın tepesinde olduğum zaman. . .
-O halde birinci hasleti söyle!
-Sakın elinden kaçan birşey için üzülme! Bunun üzerine avcı kuşu bıraktı. Kuş, ağacın üzerine konduktan sonra avcı dedi ki:
-Haydi! İkinci hasleti söyle!
-Sakın olmayacak şeye inanma!
Bunu dedikten sonra uçup dağın tepesine kondu ve şöyle dedi:
-Ey şakî! Eğer beni kesmiş olsaydın, benim kursağımdan iki inci çıkaracaktın ki her incinin ağırlığı yirmi miskaldır.
Avcı bunun üzerine dudağını ısırarak üzüldü, ah çekti ve şöyle dedi:
-Üçüncü hasleti söyle!
-Sen iki tanesini unuttun bile! Fakat ben üçüncüsünü sana yine haber vereyim. Sana 'elinden çıkmış birşey için üzülme ve olmayacak şeye inanma' demedim mi? Oysa benim etim, kanım ve tüyüm, üst üste konsa yirmi miskal ağırlığında değildir! O halde nasıl olur da benim kursağımda ağırlığı yirmişer miskal olan iki inci bulunabilir?
Bunu dedikten sonra uçup gitti. İşte bu, Âdem oğlunun şiddetli tamahkârlığına bir misaldir. Çünkü tamahkârlık, insanı hakîkati idrak etmekten kör eder. Öyle ki olmayacak şeyi, olur zanneder.
İbn Semmak34 şöyle demiştir: 'Ümit, kalbinde bir iptir, ayağında da bir kelepçe. . . Bu bakımdan ümidi kalbinden çıkar! Zira böyle yaptığın takdirde, kelepçe ayağından çıkmış olur!'
Ebû Muhammed Yezidî35 şöyle demiştir: Hârun Reşid'in huzuruna girdim. Baktım ki altın suyuyla yazılı bir sahifeye bakıyor. Beni gördüğü zaman tebessüm etti. Bunun üzerine ben Allahü teâlâ Mü'minlerin emirinin işini rast getirsin! Bir fayda mı var orada?' diye sordum. Cevap olarak dedi ki: 'Evet! Ben bu iki beyti Beni Ümeyye hazinelerinin birisinde gördüm. Hoşuma gitti ve bunlara üçüncü bir şiiri ekledim" dedi ve bana şu şiiri okudu:
Bir ihtiyacın önünde bir kapı yüzüne kapandığı zaman onu başkası için bırak!
O başka ihtiyacın kapısı sana açılacaktır. Çünkü karın dağarcığının doldurulması sana kâfidir.
Emirlerin kötülükleri ise onlardan korunmak bakımından sana kâfi delildirler.
Sakın namusunu verme! Günahları işlemekten sakın ki onların cezası senden uzaklaşsın!
Abdullah b. Selham, Kâ'b'ul-Ahbar'a dedi ki: 'Dinleyip anladıktan sonra ilimleri âlimlerin kalplerinden silip götüren nedir?' Cevap olarak 'Tamahkârlık, nefsin oburluğu ve ihtiyaçların peşine amansızca düşmektir' dedi.
Birisi Fudayl'a dedi ki: 'Ka'b'ın bu sözünü bana açıkla!' Fudayl şöyle cevap verdi: 'Kişi istediği bir şeyde ısrarla tamahkârlık yaptığından dolayı dini gider! Oburluğa gelince, o şu veya bu şeyler hakkında nefis oburluğudur. Öyle ki isteklerinin tümü verilsin istersin. Dolayısıyla şuna ve öbürüne ihtiyacın olur. O senin muhtaç olduğunu gördüğü zaman, burnuna esaret halkasını geçirir ve seni istediği istikamete sürükler, sana galip gelir. Sen de kendisine boyun eğmek mecburiyetinde kalırsın. Bu bakımdan dünyayı sevdiğinden dolayı onun yanından geçerken selâm verirsin. Hasta olduğunda ziyaret edersin. Allah rızası için ona selâm vermez, ziyaret etmezsin!'
Sonra Fudayl 'Bu sözler senin için falan ve filandan rivâyet edilen yüz hadîsten daha hayırlıdır' dedi.
Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'İnsanın acaip olan işindendir ki 'ona dünya durdukça, sende kalacaksın' denseydi bile, dünyanın geçici ve kendisinin de kalıcı olmadığını bildiği halde gösterdiği harislikten daha fazla bir halislik yaratılışında olmazdı'.
Abdülvahid b. Yezid şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçerken 'Nereden yiyorsun?' diye sordum. Cevap olarak 'Hâbir ve Lâtîf olan Allah'ın armağanından. . . Öyle habîr ki değirmeni yaratmış ve ona öğütmek için un olacak buğday getirmiş' dedi. Bunu söylerken eliyle azı dişlerinin değirmenine işaret etti.
Habîr ve kâdir olan Allah ortaktan münezzehtir!
22) Müslim, Buhârî
23) Medineli olan bu zat 85 yaşında, H. 68 senesinde vefat etmiştir.
24) İmâm-ı Ahmed, Beyhâkî
25) Taberânî
26) Müslim, Buhârî
27) Tirmizî, Nesâî
28) İbn Mâce
29) Müslim, Buhârî
30) Hâkim
31) İbn Eb'id-Dünya
32) İbn Mâce
33) Ebû Davud, İbn Mâce
34) Bu zat, Muhammed b. Sebih Bağdâdî'dir. Meşhur bir vaizdi
35) Adı Yahya b. Mübârek b. Mugire Advî'dir. Lûgat ve Nahiv ilmini pek iyi bilirdi. H. 252 de vefat etmiştir.
27-7
Malı Hususunda Kula Düşen Vazifeler
Mal, daha önce dediğimiz gibi, bir yönden hayır, diğer bir yönden de şerdir. Malın misâli, yılanın misâline benzer. Usta bir kimse yılanı tutar. Ondan tiryak denilen panzehiri çıkarır. Gâfil bir kimse yılanı tutar, yılan onu öldürür. Hiç kimse malın zehirinden kurtulamaz. Ancak beş şeye dikkat eden bundan müstesnadır!
Birincisi
Maldan maksadın ne olduğunu ve malın niçin yaratıldığını ve niçin mala muhtaç olduğunu bilmektir ve yine bilmelidir ki mal ancak ihtiyaç miktarı korunur. Himmeti müstehak olduğunun üstünde olan bir kimse onu vermez.
İkincisi
Malın gelir kaynağını gözetmektir. Dolayısıyla katıksız haramdan veya sultan malı gibi çoğu haram olandan sakınmaktır. Mekruh olan ve içinde rüşvet kokusu bulunan hediyeler gibi, içinde mürüvvetsizlik, zillet ve benzeri durumlar bulunan dilencilik gibi mürüvveti yıkan kaynaklardan kaçınmalıdır.
Üçüncüsü
Kazandığı miktarı gözetmektir. Bu bakımdan ne fazla, ne az, sadece gereken miktarı elde eder. Bunun ölçüsü ihtiyaçtır. İhtiyaç elbise, mesken ve yemektir. Bunların her birinin de üç derecesi vardır. Ednâ (en alt derece) , evsat (orta derece) ve âlâ (en üst derece) dir. Azlık tarafına meyil olduğu ve zaruret hududuna yakın bulunduğu müddetçe hak olur. Bu sınırı geçtiği takdirde derinliğinin sonu olmayan bir uçuruma yuvarlanır. Biz bu dereceleri ayrıntılı bir şekilde 'Zühd' bahsinde belirtmiştik.
Dördüncüsü
Masraflarını gözetmektir. İnfakta normal hareket etmelidir. Ne israf ne de sıkılık. . . Daha önce söylediğimiz gibi yapmamalıdır. Helâlinden kazandığını uygun yere sarfetmelidir. Uygun olmayan yere sarfetmemelidir. Çünkü haksız yerden almak ile haksız yere sarfetmekteki günah eşittir.
Beşincisi
Almakta, bırakmakta, sarfetmekte ve tutmakta niyetini düzeltmektir. Öyleyse aldığını ibâdette kendisine yardımcı olsun diye almalı, almadığını mala karşı zayıflığından dolayı almamalıdır. Onu hakir saydığından dolayı bırakmalıdır. Bunu yaptığı takdirde malın varlığı ona zarar vermez ve bunun için Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi yeryüzündeki servetin tamamını edinmişse ve bununla Allah'ın cemâlini istiyorsa, o kişi zâhiddir. Eğer bir kişi dünyayı terketmişse ve bununla Allah'ın rızasını kasdetmiyorsa, o kişi zâhid değildir'.
Bu bakımdan senin bütün hareketlerin Allah için olsun. İbâdet gayesiyle veya ibâdete yardım eden bir hedefe yönelmiş bulunsun. Çünkü ibâdetten en fazla uzak olan hareket, yemek ve def-i hâcettir. Oysa bunların ikisi de ibâdete yardımcıdırlar. Eğer onlardan bu kastolunursa, onların ikisi de senin için ibâdet hükmüne geçerler. Böylece seni koruyan gömleğin, yatağın, kabın, kaşığın için niyetin bu olmalıdır. Çünkü dinen İnsan oğlu bütün bunlara muhtaçtır. İhtiyaçtan fazla olan için ise şunu kasdetmek uygundur: Allah'ın kullarından biri bundan faydalanacaktır. Allah'ın kullarından biri buna muhtaç olduğu zaman da bundan istifade etmekten menedilmemelidir. Bu bakımdan böyle yapan bir kimse, mal yılanından panzehirini almış, zehirinden korunmuştur. Böyle bir kimseye malın çokluğu zarar vermez. Fakat bu derece ancak dinde sabit kadem olan ve din hususunda ilmen gelişen bir kimse için mümkün olabilir. Halk tabakasından olan bir kimse, çok mal edinmek hususunda, kendini âlime benzetip 'Ben ashâb-ı kiramın zenginlerine benziyorum' iddiasında bulunursa, tıpkı zeki, mümeyyiz bir çocuğun yılanı tuttuğunu, evirip çevirdiğini, yılandan panzehir aldığını görüp o insanın yılanın şeklini güzel gördüğünden, yumuşak derisiyle oyalandığından dolayı yılanı tuttuğunu zanneden bir çocuğa benzer. Bu çocuk da o mümeyyiz kişi gibi yılanı tutar, fakat yılan derhal onu öldürür. Fakat şu fark vardır ki yılanın öldürdüğü insan, öldürüldüğünü bilir. Malın öldürdüğü insan ise, bazen öldürüldüğünü bilmez. Dünya yılana benzetilmiştir ve şöyle denilmiştir:
O dünya bir yılan gibidir. Zehir akıtır.
Her ne kadar onun derisi yumuşak görünürse de. . .
Nasıl ki âma bir kimsenin dağları aşmak, deniz kıyılarında gezmek, dikenli yollarda yürümek hususunda gözü gören bir kimseye benzemesi muhal ise, halk tabakasından olan bir kimsenin de mal edinmek hususunda kâmil bir âlime benzemesi muhaldir.
27-8
Zenginliğin Kötülenmesi ve Fakirliğin Övülmesi
İnsanlar, şükreden zenginin, sabreden fakirden üstünlüğü hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Biz bunu fakirdik ve zahidlik bahsinde zikretmiş, bu husustaki hakikati belirtmiştik. Fakat bu kitapta fakirliğin genel olarak zenginlikten daha faziletli ve üstün olduğuna dair, durumların tefsirine bakmaksızın delil getirmeye çalışacağız.
Burada Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin bazı kitaplarında, zengin âlimlerin bazılarına ashâb-ı kiramın zenginliğiyle ve Abdurrahman b. Avf'ın malının çokluğuyla delil getirdiğinden dolayı itiraz ettiği hususunda belirttiği bir faslın hikâyesiyle yetineceğiz.
Hâris el-Muhâsibî134 ümmetin muamele ilminde en büyük âlimidir. İbâdetlerin derinliklerini, amellerin âfetlerini, nefsin ayıplarını araştıran âlimlerin hepsinden daha ilerdedir. Bu bakımdan onun konuşmasını, olduğu gibi hikâye etmek uygundur. Hâris el-Muhâsibî kötü âlimlere itiraz hususunda uzun uzun konuştuktan sonra şöyle demiştir:
"Rivâyet olunduğuna göre, Meryem'in oğlu Îsa (aleyhisselâm) şöyle dedi: 'Ey kötü âlimler! Oruç tutuyorsunuz, namaz kılıyorsunuz, zekât veriyorsunuz. Fakat söylediklerinizi yapmıyor, bilmediklerinizi okutuyorsunuz. Ey kavim! Sizin hükmünüzün kötülüğüne şaşmamak elde değildir. Söz ve temennilerle dönüş yapıyorsunuz. Hevâ-i nefisle amel ediyorsunuz. Derilerinizi temizlemeniz -kalbiniz kirli olduğu halde- sizi Allah'ın azabından kurtarmaz. Size diyorum ki siz kalbur gibi olmayınız ki ondan ince un düşer de kepekler içerisinde kalır. Böylece sizler de hikmetleri ağızlarınızdan çıkarıyorsunuz, hileler göğsünüzde kalıyor.
Ey dünyanın köleleri! Şehvetin dünyadan isteği daha tamamen sona ermemiştir. Kalpleriniz sizin amellerinizden ağlamaktadır. Dünyayı dilinizin altına, amelleri de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz. . . Akibetinizi ifsad ettiniz. Bu bakımdan dünyanın tamiri, sizce âhiretin tamirinden daha sevimlidir. Acaba sizden daha zararlı kim olabilir? Karanlık evin dışına çıra konması ona ne fayda verir. Onun içi vahşi bir karanlıkla doludur. Böylece ilim nûrunun sizin ağzınızda olması, içiniz vahşetle dolu olduğundan dolayı size hiçbir fayda vermez.
Ey dünyanın köleleri! Ne muttakî kullar gibi, ne de şerefli kullar gibisiniz! Dünyanın sizi kökünüzden kazıyıp atması yakındır. Hem de sizi yüzüstü atar! Sonra sizi, burunlarınızın üzerine sürter. Sonra günahlarınız gelip alınlarınıza yapışır. Dünya da sizi deyyan olan Allah'a teslim edinceye kadar arkadan dürter. Çırılçıplak, tek başına olduğunuz halde Allah'ın pençe-i kahrına teslim olunursunuz. Allahü teâlâ günahlarınızın üzerine sizi durdurur, sonra amellerinizin kötüleriyle sizi cezalandırır'.
Kardeşlerim! Bu kötü âlimler insanların şeytanlarıdır. İnsanlar için fitnedirler. Dünyanın çirkefine ve zâhirî yüceliğine rağbet ettiler, daldılar. Onu âhirete tercih ettiler. Dillerini dünya için zelil ettiler. Onlar dünyada ar ve çirkinliktirler. Âhirette de zarar edenlerdir veya kerîm olan Allah fazl u keremiyle affeder. Muhakkak ben, dünyayı âhirete tercih edip helâk olan kimseyi görüyorum ki onun sevinmesi, üzüntü ile karışıktır. Ondan üzüntülerin çeşitleri ve günahların da her türlüsü akmaktadır. Onun gidişi felâkete doğrudur. Helâk olan bir kimse, ümidiyle aldanır. Ne dünyası kendisine kalır, ne de dini. . . Hem dünyada, hem âhirette zarar eder. Apaçık zarar işte budur!
Ey kavim! Bu ne büyük bir musibet, ne büyük bir felâket. . . Kardeşlerim! Allah'ı gözetiniz! Şeytan ve şeytanın Allah nezdinde beş para etmeyen delilleriyle mağrur olan dostları sizi aldatmasınlar. Çünkü onlar dünyaya üşüşürler. Sonra nefisleri için çeşitli özür ve deliller getirmeye çalışırlar ve Hazret-i Peygamber'in ashâbının da malları olduğunu ileri sürerler. Ashâb-ı kirâmın ismini anmak suretiyle aldananlar böbürleniyorlar ki halk onları mal edinmek hususunda mâzur görsün. Oysa bilmedikleri halde şeytan onları aldatmıştır.
Azap olasıca! Fitnelenmiş kimse! Senin Abdurrahman b. Avf'n malıyla delil getirmen şeytandan gelen bir aldatmacadır. Şeytan onu senin dilinle ileri sürüyor ve sen helâk oluyorsun! Zira sen, ne zaman 'ashâbın ileri gelenleri zenginlik, şeref ve süs için mal edindiler' desen, sen ümmetin büyüklerinin gıybetini etmiş olursun. Onları büyük bir tehlikeye nisbet etmiş olursun! Ne zaman 'Helâl malın toplanması, toplanmamasından daha üstündür' iddiasında bulunursan, hem Hazret-i Muhammed'le, hem de diğer rasûllerle istihza etmiş olur, onları senin ve arkadaşlarının rağbet ettiğiniz bu hayırdan yüz çevirmeye nisbet etmiş olursun! Senin topladığın gibi, onlar mal toplamadıklarından dolayı -hâşâ-onları cehalete nisbet etmiş olursun! Ne zaman 'Helâl malın toplanması, toplanmamasından daha yücedir' dersen, şunu iddia etmiş olursun ki Hazret-i Peygamber bu hususta ümmetine gereken nasihati yapmamış, malın toplanması ümmet için daha hayırlı olduğu halde onları mal toplamaktan nehyetmiştir ve senin iddiana göre bu şekilde onlara hainlik yapmıştır. Göğün rabbine yemin ederim, sen Hazret-i Peygamber'e iftira ediyorsun. Hazret-i Peygamber ümmet için nasihatçi, onlar için şefkatli ve onlar hakkında merhametli idi. Ne zaman 'ınalın toplanması daha faziletlidir' iddiasında bulunursan şunu iddia etmiş olursun: Allahü teâlâ kullarını mal toplamaktan nehyettiği zaman, malın toplanmasının onlar için daha hayırlı olduğunu bildiği halde onların faydasını dikkate almamıştır! Veya şunu demiş olursun: -Hâşâ- 'Allah, malın toplanmasının daha doğru olduğunu bilmediği için kullarını mal toplamaktan nehyetmiştir'. Oysa sen maldaki hayır ve fazileti bilmektesin ve bunun için de çokça mal edinmeyi istiyorsun. Sanki sen rabbinden hayır ve fazilet yerini daha iyi biliyorsun.
Ey nefsim! Allahü teâlâ senin cehaletinden pek yücedir. Aklınla şeytanın senin başına -sana sahabenin malıyla delil getirmeyi süslü gösterdiği zaman- ne getirdiğini düşün!
Azap olasıca! Abdurrahman b. Avf'ın malıyla delil getirmek sana hiç de fayda vermez. Çünkü o, kıyâmette dünyada günlük rızkından başka birşey edinmemiş olmayı temenni edecektir. Kulağıma geldiğine göre, Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) vefat ettiği zaman ashâbdan bir grup Abdurrahman'ın arkasında bıraktığı servetten dolayı onun durumundan korkuyordu. Buna cevap olarak Ka'b el-Ahbar şöyle demiştir: 'Hayret! Siz Abdurrahman'ın durumundan ne diye korkuyorsunuz? O, helâlinden kazandı, helâlinden infak etti ve helâlini bırakıp gitti'. Bu söz, Ebû Zer el-Gıfârî'nin kulağına gitti. Ebû Zer, son derece hiddetli bir şekilde -yolda ölmüş bir devenin çene kemiğini eline aldı- Ka'b'ı aramaya başladı. Ka'b'a denildi ki: 'Ebû Zer-i Gıfârî seni arıyor!' Bunun üzerine Ka'b, koşa koşa Hazret-i Osman'ın yanına girdi. Ona sığınarak hâdiseyi anlattı. Ebû Zer Gıfârî de Ka'b'ı sora sora Hazret-i Osman'ın evine geldi. Ebû Zer içeri girdiği zaman Ka'b kalkıp Hazret-i Osman'ın arkasına oturdu. Bunu, Ebû Zer'den korktuğu için yapıyordu. Ebû Zer ona dedi ki: 'Ey yahûdî kadının oğlu! Abdurrahman b. Avf'ın terketmiş olduğu servette herhangi bir sakınca olmadığını söyleyen sensin ha? Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bir gün Uhud'a doğru çıktı. Ben de beraberindeydim bana 'Ey Ebû Zer!' dedi. Ben 'Buyurun! Ey Allah'ın Rasûlü!' dedim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Çok mal edinenler cennete zor girerler. Sonra sağına ve soluna, önüne ve arkasına işaret ederek 'şöyle yapanlar hariç' dedi; 'onlar da pek azdırlar'.
Sonra dedi ki: 'Ey Ebû Zer!' Ben 'Ey Allah'ın Rasûlü! Annem babam sana fedâ olsun! Dinliyorum seni!' dedim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Ben Uhud dağı kadar servetim olmasını, onu Allah yolunda harcamayı ve öldüğüm günde ondan iki kıratı (danik denilen para biriminin yarısı) arkamda bırakmış olmayı istemem!
Ben 'Yoksa yanlışlık mı var ya Rasûlüllah! Yoksa iki kantar mı demek istiyorsun?' dedim.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Sen (kantar demek suretiyle) çoğu kastediyorsun!'
Ey yahûdî kadının oğlu! Sen 'Abdurrahman b. Avf'ın geride bıraktığı servet için zarar yoktur' diyorsun ha? Sen de yalan söylüyorsun, bunu söyleyen de yalan söylüyor!135
Ebû Zer (radıyallahü anh) meclisten çıkıp gidinceye kadar, Ka'b (radıyallahü anh) korkusundan sesini hiç çıkarmadı.
Rivâyet olunduğuna göre, Abdurrahman b. Avfa Yemen'den bir kervan geldi. Öyle bir kervan ki Medinelileri bir ağızdan bağırttı. Hazret-i Âişe 'Bu ne gürültüdür?' diye sorunca cevap olarak 'Abdurrahman'ın kervanı geldi de onun için bağırıyorlar' denildi. Hazret-i Âişe Allah ve Allah'ın Rasûlü doğru söyledi!' dedi.
Bu haber Abdurrahman'ın kulağına gitti. Abdurrahman Hazret-i Aişe'den 'Bunun mânâsı ne demektir?' diye sordu. Bunun üzerine Âişe validemiz Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu söyledi:
Ben cenneti gördüm! Gördüm ki muhacirlerin fakirleri ve müslümanlar koşa koşa cennete giriyorlardı. Zenginlerden hiç kimsenin onlarla beraber cennete girdiğini görmedim. Ancak Abdurrahman b. Avf onlarla beraber sürünerek cennete giriyordu. 136
Bu hadîsi dinleyen Abdurrahman şöyle demiştir: 'Deve kervanı da, onların sırtındaki mallar da Allah yolunda sadaka olsun. Kervanı getiren köleler âzâd edilmiştir. Bütün bunları onlarla beraber cennete koşarak girmemi temin eder ümidiyle yapıyorum'. 137
Rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber, Abdurrahman b. Avf'a şöyle dedi:
Dikkat et! Muhakkak sen, ümmetimin zenginlerinin ilk cennete girecek olanısın. Fakat cennete ancak sürünerek girebileceksin !138
Azap olasıca ey fitnelenmiş! Artık mal yığmanın iyiliğine delil getirmen nerede kaldı! İşte Abdurrahman! Faziletiyle, takvasıyla meşhur olan, iyilikleriyle, malları Allah yolunda vermesiyle, Hazret-i Peygamber'in arkadaşlığıyla ve cennet ile müjdelenmesine rağmen, helâlinden kazanıp iyilik yaptığı halde kazandığı maldan dolayı kıyâmet gününde durdurulur. Allah yolunda isteyerek verdiği maldan dolayı durdurulur. Muhacirlerin fakirleriyle beraber cennete yürüyerek girmekten menedilir. Onların ardında sürünerek gider. Acaba bizim gibi dünya fitnesine dalanlar hakkında ne olacağını sanıyorsun?
Bundan sonra ey fitneye düşmüş kişi! Sana hayret etmemek ne mümkün! Şüpheler ve haramın karışmaları içerisinde kıvranıyor, insanların kirlerine dalıyor, şehvetler, süs ve gösterişler içerisinde, dünya fitnelerinde yüzüyorsun! Sonra kalkıyorsun da Abdurrahman b. Avf'ın durumuyla delil getirip diyorsun ki: 'Eğer ben mal yığmışsam ashâb-ı kiram da mal yığdı'.
Sanki sen kendini ve fiillerini selef ve selefin fiillerine benzetiyorsun. Sana senin hallerini ve selefin hallerini vasıflandırayım da bu sayede sen de kendi rezaletlerini ve ashâb-ı kirâmın faziletlerini tanımış olasın! Hayatımla yemin ederim, bazı ashâbın malları vardı. Onu dilenmemek için, Allah yolunda harcamak için, helâl olarak edinmişler, helâl olarak yemişler, normal olarak infak etmişler, fazilet olarak takdim etmişler ve o mala düşen hiçbir hakkı esirgememişlerdir. Onunla cimrilik yapmamışlardır. Fakat onlar, o malın çoğuyla Allah için cömertlik yapmışlar, bazıları bütün malını bu yolda harcamış, sıkıntılı anlarda Allahü teâlâ'yı nefislerinden çok üstün tutarak tercih etmişlerdir. Allah için söyle! Sen de böyle misin? Yemin olsun sen bu kavme benzemekten pek uzaksın!
Ashâb-ı kirâmın ileri gelenleri fakirliği severler, fakirlik korkusundan emindirler. Rızıkları hususunda Allah'a tam güvenirlerdi. Allah'ın takdiriyle sevinirlerdi. Belâya razı, sıkıntılı zamanlarda şükredici ve zararda sabredici idiler, Genişlik zamanında hamdederlerdi. Allah için mütevazi idiler. Yücelik ve mal sevgisinden kaçınırlardı. Onlar dünyadan ancak kendilerine mübah olanı elde ettiler. Dünyanın zarurî miktarına razı oldular. Dünyayı ellerinin tersiyle uzaklaştırdılar. Meşakkatlerinde zenginlik gösterdiler.
Allah için söyle! Sen de böyle misin?
Rivâyet olunduğuna göre, onlar dünya kendilerine yönelip geldiğinde üzülür ve derlerdi ki: 'Bir günah işledik ki Allahü teâlâ'dan onun cezası hemen bize gelmiştir'. Fakirliğin yöneldiğini gördükleri zaman derlerdi ki: 'Sâlih kimselerin alâmeti farikasına merhaba!'
Rivâyet olunduğuna göre, onların bazıları sabahladığı zaman çocuklarının yanında birşey oldu mu üzüntülü sabahlıyordu. Onların yanında birşey olmadığı takdirde sevinçli sabahlıyorlardı.
Kendisine denildi ki: 'Halk tam bunun tersine. . . Onların yanında birşey varsa sevinir, yoksa üzülürler. Oysa sen böyle değilsin (bu neden böyledir?) ' Dedi ki: 'Ben sabahladığım zaman, çoluk çocuğumun yanında birşey yoksa sevinirim. Çünkü bu hususta benim önderim Hazret-i Peygamber'dir. Birşey olduğu zaman üzülürüm. Çünkü Hazret-i Peygamber'in aile efradına benzerliğim ortadan kalkmaktadır'.
İşittiğimize göre onlar, bir genişlik yoluna düştükleri zaman üzülerek ve korkarak şöyle derlerdi: 'Bizim dünya ile ne alıp vereceğimiz vardır ve dünyadan ne istenilir ki?' Sanki onlar korku kanadı üzerinde idiler. Ne zaman meşakkat ve belâ yolu onların önünde açılırsa sevinir ve derlerdi ki: 'İşte şimdi bizim rabbimiz, bize sonsuz mükâfatlarının sözünü vermiş oluyor. Onunla anlaşmış bulunuyoruz!' İşte selefin durumları bu idi. Onlarda bizim söyleyeceğimizden pek fazla fazilet vardı. Allah için söyle sen de böyle misin? Muhakkak ki o kavme benzemekten uzaksın.
Ey fitnelenmiş! Senin durumlarının, onların durumlarına tam ters düştüğünü anlatayım da dinle! Şöyle ki: Zengin olduğunda tuğyan edersin. Genişlikte haddi aşarsın. Sevindiğinde alabildiğine alçalırsın. Nimetlerin sahibinin şükründen gâfil olursun. Musibet çağında ümitsizsin, belânın geldiğinde kaza ve kadere razı olmamaktasın. Evet! Fakirlikten nefret eder, yoksulluktan burun kıvırırsın. Oysa fakirlik, rasüllerin iftihar ettiği bir vasıftır. Sen ise onların iftihar ettiği bir vasfı küçümsersin. Fakirlik korkusundan durmadan-mal istif edersin. Bu ise Allah'a karşı su-i zan ve onun teminatına az inanmak demektir. Günah olarak bu yeter! Umulur ki sen malı, dünyanın nimeti, zevk ve safâsı, şehvet ve lezzetleri için topluyorsun. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki (bol ve aşırı) nimetlerle gıdalanmakta (şehvetlerinin istediği şekilde hareket etmekte) dirler. Bu bakımdan onların bedenleri bu haddi aşan nimetle gelişmektedir. 139
İlim ehlinden biri demiştir ki: 'Kıyâmet gününde bir kavim gelecek, dünyada işlemiş oldukları sevablarını isteyeceklerdir. Onlara denilir ki:
Siz dünya hayatında bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla safâ sürdünüz, artık bu hakaret azabı ile cezalandırılacaksınız. Çünkü yeryüzünde haksız yere kibirleniyordunuz. (Ahkaf/20)
Oysa sen hâlâ gaflettesin! Dünyanın zevk ve safâsından dolayı âhiret nimetinden mahrum edilmişsin! Ey (kavim) , bu ne büyük bir hasret, ne dehşetli bir musibettir! Evet! Sen malı, zenginlik, yüce mertebelere varmak, emsal ve akranına karşı böbürlenmek, dünyada süslenmek için topluyorsun. Oysa rivâyet olunduğuna göre, zenginlik veya böbürlenmek için dünyayı talep eden bir kimse, Allahü teâlâ kendisine öfkelendiği halde Allahü teâlâ'nın huzuruna varır. Oysa sen, Allah'ın sana isabet edecek olan ilâhî gazabını zenginlik ve yücelik talep ettiğin zaman hiç de hesaba katmamakta ve pervâ etmemektesin. Evet! Umulur ki sen şöyle diyorsun: 'Dünyada durmak Allah'ın komşuluğuna gitmekten daha sevimli görünüyor!' Sen Allahü teâlâ'yla mülâki olmayı hazmedemiyorsun. Allah'a yemin olsun, seninle mülâki olmak, Allahü teâlâ'ya daha kerih gelir. Oysa sen gaflet içerisindcsin. Umulur ki sen, elinden kaçan dünya fırsatlarından dolayı üzülmektesin. Oysa rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Elinden kaçırdığı dünya için üzülen bir kimse, bir aylık mesafe kadar cehenneme yaklaşır.
Bazı rivâyetlerde 'bir ay' tabiri yerine 'bir sene' tabiri vardır,
Sen Allah'ın azabına gittikçe yaklaştığın halde perva etmeksizin elden kaçırdığın dünya için durmadan üzüntü çekmektesin. Umulur ki sen bazen dünyanın çokluğu için dininden çıkıyorsun. Dünyanın sana yönelmesine seviniyorsun. Dünya ile sevindiğinden dolayı ona gönülden bağlanıyorsun! Halbuki rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim dünyayı sever ve dünya ile meşgul olursa âhiretin korkusu onun kalbinden silinir. 140
Rivâyet olunduğuna göre, ilim ehlinden biri şöyle demiştir: 'Sen elinden kaçan dünya için çektiğin üzüntüden dolayı hesaba çekilirsin. Dünyalığı elde ettiğin zaman onunla sevinmenden dolayı hesap vereceksin. Oysa dünyanla seviniyorsun ama öte taraftan Allah'ın korkusu senin kalbinden çıkmış bulunuyor. Hatta senin dünyanın işlerine gösterdiğin ihtimam, âhiretin işlerine gösterdiğin ihtimamın birkaç mislidir. Sen, günahlardan gelecek musibeti malın eksikliğinden gelen musibetten daha önemsiz görüyorsun'.
Evet! Malının gitmesinden duyduğun korku, günahlarından gelen korkundan daha fazladır. Umulur ki sen, dünyada yükselmek için topladığın bütün kirleri çekinmeden insanlara verebilirsin. Umulur ki Allah'ı kızdırdığın halde insanları razı etmeye -sana ikram ve izazda bulunsunlar diye- çalışırsın!
Azap olasıca! Sanki Hazret-i Peygamber'in seni kıyâmette tahkir etmesi, insanların seni tahkir etmesinden daha kolay geliyor sana! Sanıyorum ki sen kötü taraflarını halktan gizliyorsun. Allahü teâlâ'nın o taraflarını görmesinden perva etmiyorsun. Sanki Allah nezdinde rezil olmak, senin için halkın yanında rezil olmaktan daha kolay görünüyor! Sanki kullar senin katında, Allah'tan daha kıymetlidirler. Allahü teâlâ senin cehaletinden yücedir. Bu kötülükler sende varken acaba akıllıların yanında nasıl konuşabilirsin? Yazıklar olsun sana! Çeşitli pisliklerle kirlenmiş olduğun halde ebrar ve seçkin kulların servet edinmesiyle nasıl delil getirirsin? Heyhat, heyhat! Hayırlı seleften sen ne kadar uzaksın! Allah'a yemin olsun, rivâyet edilmiştir ki selef, Allahü teâlâ'nın kendilerine helâl kıldığı dünya hususunda, sizin haram hususunda zâhidlik ve çekingenliğinizden daha zâhid ve çekingen idiler.
Muhakkak sizce zararsız görünen şey, selefin yanında insanı helâke sürükleyen şeylerden sayılırdı. Sizin günahların en büyüklerini korkunç gördüğünüzden daha fazla küçük zelleleri korkunç görürlerdi. Keşke senin malının güzel ve helâli, onların şüpheli malları gibi olsaydı! Keşke onların hayırlarının kabul olmadığından korktukları kadar, sen günahlarından korkmuş olsaydın. Keşke senin orucun onların iftarı gibi olsaydı, keşke senin ibâdetteki var kuvvetinle çalışman onların ibâdetteki gevşemeleri ve uykuları gibi olsaydı! Keşke senin bütün hasenelerin onların bir tek hasenesi gibi olsaydı.
Ashâb-ı kirâmdan biri şöyle demiştir: 'Sıddîkların ganimeti, onların eline geçmeyen dünyalıklarıdır. Onların oburluğu, dünyanın onlardan durulmuş kısmıdır'.
Bu bakımdan böyle olmayan bir kimse, dünya ve âhirette onlarla beraber olmaz. Sübhânallah! İki grubun arasındaki fark ne kadar büyüktür! Allah katında yüce olan sahabe-i kirâmın seçkinleri ile sizin gibi sefalette olanların arasındaki fark ne büyüktür. Meğer ki Allah faziletiyle affetmiş olsun! Bu hakikatlerden sonra sen, eğer mal toplamak hususunda namusunu korumak, Allah yolunda vermek için ashâb-ı kirâma uyduğunu iddia ediyorsan, durumunu güzelce tedkik et!
Azap olasıca! Onların kendi zamanlarında helâli gördükleri gibi, acaba sen de zamanında helâli görebilir misin veya onların ihtiyatlı davrandıkları gibi, helâli aramakta ihtiyat gösterebileceğini sanıyor musun? Rivâyet edildiğine göre, ashâb-ı kirâmdan biri şöyle demiştir: 'Biz haramın bir kapısına gireriz korkusundan helâlin yetmiş kapısını terkediyorduk'. Acaba sen böyle bir ihtiyatı nefsinde ümit eder misin?
Hayır! Kâbe'nin rabbine yemin ederim! Senin böyle yapacağını sanmıyorum! Kör olasıca! Kesinlikle bil ki, sevaplı işler için mal toplamak bahanesi, şeytanın bir hilesidir. Şeytan, sevap bahanesiyle seni şüpheli kaynaklardan kazanmaya sokmak ister. O şüpheli kaynaklar ki haramla katışıktırlar. Oysa rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim şüphelilere cüret ederse, harama girmeye yaklaşır. 141
Ey mağrur! Bilmez misin, şüphelilere girmekten korkman, Allah katında senin kıymetin için, şüphelilerden kazanmak, kazandığını Allah yolunda harcamaktan daha iyi ve daha üstündür,
Ehl-i ilimden olan birinden rivâyet olunduğuna göre şöyle söylemiştir: 'Helâl olmamasından korkarak bir tek dirhemi bırakmak, şüpheli kaynaktan kazandığı bir dirhemi sadaka vermekten daha üstündür. Çünkü o kaynak öyle bir şüpheli kaynaktır ki senin için helâl olup olmadığını bilmemektesin'.
Eğer 'Şüpheler hususunda ben daha takva sahibi ve daha şuurluyum ve malı da helâlinden topluyorum, toplamamın hikmeti de Allah yolunda sarfetmektir' dersen, bil ki ey kör olasıca! Eğer dediğin gibi takvada büyük bir merhale katetmiş olsan bile hesaba mâruz kalmayacak mısın? Oysa ashâb-ı kirâmın hayırlıları hesaba çekilmekten korkmuşlardır. Rivâyet olunduğuna göre ashâb-ı kiramdan biri şöyle demiştir: 'Hergün helâlinden bin dinar kazanıp Allah yolunda infak etmem ve çalışmamın da beni cum'a namazından alıkoyması hoşuma gitmez ve beni sevindirmez'.
Kendisine 'Allah senden razı olsun! Neden böyle olsun?' diye sorulunca cevap olarak şöyle demiştir: 'Çünkü ben kıyâmet gününde durdurulmaktan kurtulmuş olurum'. Allahü teâlâ buyurur ki: 'Kulum nerden kazandın ve nereye infak ettin?'
İşte bu ehl-i takva, İslâm'ın başında bulunuyorlardı. Helâl onların zamanında vardı. Buna rağmen hesaptan korkarak mal edinmeyi terkettiler. 'ınalın hayırlısı, şerlisine denk olmaz' korkusundan ötürü istifçilikten kaçtılar. Oysa sen, gayet emniyet içerisinde zamanında helâl olmadığı halde kirli şeylere üşüşmekten çekinmiyorsun. Sonra malı helâlinden topladığım iddia ediyorsun.
Azap olasıca! Helâl nerede var ki sen de onu toplamış olasın? Eğer helâl bu zamanda olsa bile, acaba zenginlik çağında kalbinin bozulmasından korkmaz mısın? Oysa rivâyet olunduğuna göre, ashâb-ı kirâmdan biri helâlinden bir mirasa kondu, fakat kalbinin fesada uğramasından korkarak o mirası almadı. Acaba sen kalbinin, sahabîlerin kalplerinden daha müttaki olmasını mı ümit ediyorsun? Kalbinin haktan ayrılmayacağını mı sanıyorsun? Eğer bunu sanıyorsan, kötülüğü emreden nefsine hüsn-i zan göstermiş olursun!
Rahmet olasıca! Ben sana nasihat ediyorum. Senin için yetecek miktarla iktifa etmeyi uygun görüyorum. Sevap işlemek için sakın malı yığma ve hesaba kendini mâruz bırakma! Çünkü Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
Kim hesaba çekilirse azap çeker!142
Kıyâmet gününde haramdan mal toplamış, haramdan sarfetmiş bir kişi getirilir. Onun için 'Bunu ateşe götürün!' denir. Helâlinden mal toplayıp harama sarfeden başka bir kişi getirilir. Onun için de 'Bunu ateşe götürün!' denir. Başka bir kişi getirilir. Haramdan mal toplamış, helâle sarfetmiş. Onun için bunu da 'Ateşe götürün!' denir. Bir kişi getirilir. Helâldan mal toplamış, helâle sarfetmiş. Onun için de denilir ki:
- Sen dur! Umulur ki bu malı toplarken sana farz olan namazda kusur yapmış, onu vaktinde kılmamış, onun rükûunda, secdesinde ve abdestinde kusur yapmışsındır.
-Hayır yâ rabbî! Ben bu malı helâlinden kazandım, helâle sarfettim. Bana farz kıldığın herhangi bir ibâdetten hiçbir şey zayi etmedi m!
- Belki sen, bu mala bineğinde, elbisende, kendisiyle böbürlendiğin birşeyi katmış olabilirsin!
-Hayır ya rabbî! Katmadım ve hiçbir şeyle böbürlenmedim!
- Belki sen, sana vermeyi emrettiğim yakın akrabanın, yetimlerin, miskinlerin ve yolcuların haklarından birinin hakkını vermedin!
-Hayır yâ rabbî! Ben bu malı helâlden kazandım, helâle sarfettim. Bana farz kıldığın herhangi birşeyi zâyi etmedim, kibir ve gurura kapılmadım. Bana hakkını vermeyi emrettiğin hiçbir kimsenin. hakkını zayi etmedim.
Râvî der ki: 'Onlar getirilir. Onunla davalaşır ve derler ki: 'Ya rabbî! Sen ona verdin, onu zengin kıldın. Onu aramızda yarattın. Bize vermesini emrettin!' Eğer o, onlara vermişse, bununla beraber farzlardan herhangi birşeyi zâyî etmemişse, herhangi birşeyde katışıklık yapmamışsa ona denilir ki: İşte şimdi dur! Sana vermiş olduğum yiyecek, içecek veya lezzetli olan her nimetin şükrünü ver!'
Kısacası, o kişi durmadan sorgu suale çekilir!143
Rahmet olasıca! Acaba helâlin içerisinde yüzen, hakların tamamını yerine getiren, farzları hakkıyla yerine getiren ve hesaba çekilip de kurtulan kim vardır? Acaba bizim gibilerin halinin ne olacağını düşünmüyor musun? Dünya fitnesine dalan, dünyanın fitnelerinde, şehvet ve ziynetleri içinde yüzen bizlerin!
Rahmet olasıca! İşte muttakîler bu sorgu sualler için dünyaya dalmaktan korkmuşlar, kendilerine yetecek kadarıyla razı olmuşlar, kazandıkları mal ile hayır ve hasenatın bütün çeşitlerini yapmışlardır. Rahmet olasıca! Senin için bu hayırlı insanlar ne güzel örnektirler. Eğer sen onlara uymaktan kaçınır, takvada daha üstün olduğunu, malı da iffetli kalmak, Allah yolunda infak etmek için helâlinden kazandığını ve infak ettiğini iddia edersen ve helâl şeylerin gizlisinde ve açığında Allah'ı kızdırmadığını söylersen rahmet olasıca, evet böyle olursan, oysa böyle de değilsin- o zaman malın yetecek kadarıyla razı olmak senin için daha uygundur!
Servet sahiplerinin sorgu sual için durduruldukları zaman onlardan ayrılmak, birinci safla beraber Muhammed Mustafa'nın grubuyla geçip gitmek senin için daha uygundur. Öyle ki ne sorgu, ne de hesap için durdurulmazsın! Ya selâmet veya felâkettir. Çünkü Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet edilmiştir:
Muhacirlerin fakirleri, zenginlerinden beşyüz sene önce cennete gireceklerdir. 144
Mü'minlerin fakirleri, zenginlerinden önce cennete girecekler, yiyecekler, zevklenecekler. Zenginler ise dizleri üzerine çökmüş beklemektedirler. Rabbiniz der ki: 'Ey benim aradıklarım! Siz insanların hâkimleri ve mâlikleri idiniz. Bana gösterin, size verdiklerimde ne gibi hareket ettiniz?'145
Rivâyet olunduğuna göre, ilim ehlinden biri şöyle demiştir: 'Birinci safta Hazret-i Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve cemaati ile beraber olmayıp buna karşılık da yeryüzünün kırmızı develerinin hepsi bana verilse bu durum beni sevindirmez'.
Ey kavmim! O halde, peygamberlerin zümresinde yükleri hafif olanlarla beraber yarışın! Hazret-i Peygamber'den ve muttakîlerden geri kalmaktan korkun! Duyduğuma göre, Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) susamış, su istemiş. . . Kendisine bal şerbeti getirilmiş. Onu tattığı zaman gözleri dolmuş, sonra ağlamış ve ağlatmıştır. Sonra göz yaşlarını yüzünden silerek konuşmak istemişse de ağlamaktan konuşamamıştır. Fazla ağladığı zaman kendinden geçerdi. Kendisine 'Bütün bu ağlamalar bu bal şerbeti için mi' diye sorulunca şöyle dedi: 'Evet! Ben birgün Hazret-i Peygamber'le beraber evde bulunuyordum. Yanımızda başka kimse yoktu. Kendisinden birşeyi uzaklaştırmaya çalışıyor ve 'Benden uzaklaş!' diyordu.
Bunun üzerine dedim ki: 'Anam ve babam sana kurban olsun! Senin önünde kimseyi görmüyorum. Kimle konuşuyorsun?' Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Şu dünyadır. Bana boynunu ve kafasını uzatmakta ve 'Ey Muhammed! Beni tut' demektedir. Ben de ona 'Benden uzaklaş!' dedim. Bana dedi ki: 'Ey Muhammed! Eğer sen benim elimden kurtulsan bile, muhakkak ki ardından gelenler elimden kurtulamayacak!'146
Hazret-i Ebû Bekir devamla: 'Ben korkuyorum ki, Hazret-i Peygamber'in uzaklaştırdığı dünya benim yakama yapışmış olup, Hazret-i Peygamber' den beni uzaklaştırmış olsun!' buyurmuştur.
Ey kavmim! İşte bunlar ümmetin en hayırlı insanları! Hazret-i Peygamber'den kendilerini bir yudum suyun uzaklaştırmasından korkarak ağladılar.
Ey rahmet olasıca! Sen ise nimetlerin ve şehvetlerin, hem de haram ve şüphelilerden kazanılan şehvetlerin içinde yüzmektesin. Buna rağmen Hazret-i Peygamber'den ayrılacağından korkmuyorsun! Sana yazıklar olsun. Cehâletin ne kadar da büyüktür.
Eğer kıyâmette Hazret-i Peygamber'den geri kalırsan, "öyle dehşetler göreceksin ki o dehşetlerden melekler ve peygamberler bile korkmakta! Eğer bu sahadaki yarışmada kusur edersen, geriden gidip yeltişmen sana çok zor gelecektir! Eğer çokluğu istersen muhakkak çetin bir hesaba tutulursun. Eğer az ile kanaat etmezsen muhakkak uzun durmaya, ağlama ve vaveylâ koparmaya doğru sürüklenip gidersin. Eğer geri kalanların durumlarına rıza gösterirsen, muhakkak ashâb-ı yemîn'den ve Hazret-i Peygamber'den ayrılırsın, nimetlere dalanların nimetlerinden mahrum olursun. Eğer hallerine aykırı davranırsan, ceza gününün şiddetleri içerisinde hesap görenlerden olursun.
Rahmet olasıca! Dinlediklerini düşün! Bundan sonra eğer selefin hayırlıları gibi olduğunu iddia ediyorsan az malla kanaat et, helâlde zâhidlik göster. Malını Allah yolunda çokça sarfet! Müslümanları nefsine tercih et! Fakirlikten korkma! Yarına birşey bırakma! Çokluk ve zenginlikten nefret et. Fakirliğe razı ol! Aza ve fakirliğe sevin. Zillet ve gönül alçaklığıyla mesrur ol! Yükseklik ve gururdan tiksin! İşinde kuvvetli ol! Kalbin hidayetten ayrılmasın. Allah yolunda nefsini hesaba çek! Bütün işlerini Allah rızasına göre ayarla! Hiçbir zaman muttala bir kimse hesaba çekilmemiş ve sorgu sual için durdurulmamıştır. Sen helâl malı ancak Allah yolunda sarfetmek için topla!
Rahmet olasıca! Ey mağrur! Bu işi iyice düşün ve derinlemesine incele! Şen bilmez birisin, mal ile meşgul olmayı terketmek kalbi zikir, hatırlama, fikir ve ibret almak için boşaltmak, din için daha selâmetli bir yol ve hesap için daha kolaydır. Sorgu sual için daha hafiftir. Kıyâmetin tehlikelerinden daha emin, Allah nezdinde derecenin üstün olmasına daha elverişlidir. Bir sahabîden şöyle rivâyet edilmiştir: 'Eğer birinin kucağı dinarlarla dolu olup o dinarları sadaka veriyorsa, başka biri de Allah'ı zikrediyorsa, Allah'ı zikreden daha faziletlidir'. İlim ehlinin birinden malı Allah yolunda sarfetmek için toplayan bir kimsenin durumu soruldu. Cevap olarak 'ınalı terketmek, toplayıp sarfetmesinden daha sevaplıdır' dedi.
Rivâyet olunduğuna göre, tâbiînin seçkinlerinden olan bir zata iki kişinin durumu soruldu. 'Bu iki kişinin biri helâlinden dünyayı istemiş, elde etmiş, onunla sılayı rahim yapmış, nefsi için de bir şeyler hazırlamıştır. Diğeri ise dünyadan kaçmış, dünyayı istememiş ve elde etmemiştir. Acaba hangisi daha hayırlıdır?'
Cevap olarak şöyle demiştir: 'Yemin olsun, bu iki kişinin arasında mesafe vardır. Dünyadan kaçınan o kimse, şark ile garb arasındaki mesafe kadar öbüründen üstündür'.
Rahmet olasıca! Bu fazilet senin için dünyayı terketmeyi üstün tutmakla elde edilir. Eğer mal ile meşgul olmayı terkedersen, geçici dünyada, sana şu mükâfat verilir: Bu hareketin bedenin için daha rahattır. Seni az yoran, maişetin için daha verimli, kalbin için daha rahatlatıcı, üzüntülerini daha azaltıcıdır. Acaba sen malı terketmenden dolayı Allah yolunda sarfetmek için arayan kimseden daha üstün olduğunu bildiğin halde mal toplama hususundaki mâzeretin bundan sonra ne olabilir? Evet! Allah'ın zikriyle meşgul olman, Allah yolunda mal vermenden daha üstündür. Bu bakımdan dünyayı terk etmekte senin için dünya rahatı ile âhiretin selâmet ve fazileti bir arada toplanmış olur. Eğer malın toplanmasında büyük fazilet olsaydı, muhakkak iyi ahlâk hususunda peygamberine uyman farz olurdu! Çünkü Allah sana onun vasıtasıyla hidayet etmiştir. Sen, onun nefsi için seçmiş olduğu dünyadan sakınmaya razı olmalısın!
Rahmet olasıca! Dinlediğini düşün! Kesinlikle bil ki saâdet ve zafer dünyadan sakınmakladır. O halde, Muhammed Mustafa'nın sancağıyla beraber cennet'ul-me'vâ'ya koş! Çünkü rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mü'minlerin efendileri o kimselerdir ki sabah yemeği yediği zaman akşam yemeğini bulamaz. Aradığı zaman borç etmekten mahrumdur. Avretini örten elbisesinden başka elbisesi yoktur ve kendisini zengin edecek malı kazanmaya da muktedir değildir. Buna rağmen rabbinden razı olarak sabahlar ve akşamlar. Bu bakımdan Allah ve rasûlüne itâat edenler işte bunlardır. Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîk, şehîd ve iyi kimselerle beraberdirler.
Bunlarsa ne güzel arkadaştır. (Nisâ/69)
Ey kardeş! Bu beyandan sonra, mal topladığın zaman sen 'bu malı hayr için topluyorum' iddiasında isen bâtıl fikirlisin. Hayır! Hayır için toplamıyorsun. Aksine fakirlikten korktuğun için topluyorsun. Nimetlenmek, süslenmek, fazla mal edinmek, böbürlenmek, yücelmek, riya, gösteriş, büyüklük taslamak ve ikram görmek için bu malı topluyorsun. Sonra Allah yolunda sarfetmek için topladığını iddia ediyorsun! Rahmet olasıca! Allah'ı gözet! Ey mağrur! Bu dâvandan utan, bu dâvandan kork! Rahmet olasıca! Eğer sen mal ve dünya sevgisiyle meftun olmuşsan, ikrar et ki fazilet ve hayır, yetecek kadara razı olmakta ve fuzulî servetten kaçınmaktadır. Evet! Mal topladığın anda nefsini hor gör. Kötülük yaptığını itiraf et! Hesaptan kork! Böyle olmak senin için daha kurtarıcıdır, malın toplanması için delil getirmek hususunda tepinmekten daha fazla fazilete yakındır!
Kardeşlerim! Biliniz ki ashâb-ı kirâmın zamanı, helâlin mevcut olduğu bir zamandı. Buna rağmen ashâb-ı kirâm kendilerine helâl olan dünya hususunda insanların en muttakîsi ve en zâhidi idiler. Biz ise öyle bir zamanda yaşıyoruz ki helâl pek yoktur. 'Acaba gıdamıza ve setr-i avretimize yetecek kadar helâl bize nasıl müyesser olur?' diye düşünmek gerek! Bizim zamanımızda mal toplamaya gelince, Allah bizi de, sizi de ondan korusun. Bundan sonra biz nerede, ashâb-ı kirâmın takvası nerede? Zâhidlikleri ve ihtiyatlı hareketleri nerede? Onların kalpleri ve güzel niyetleri gibisi bize nereden verilmiştir? Göğün rabbine yemin ederim, biz nefislerin hastalıklarına, isteklerine müptelâ olduk. Yakın bir zamanda ölüm şerbeti içilecektir. Bu bakımdan ey (kavim) , haşr gününde yükü hafif olanların sevincini (görünüz!) . Zenginlerin, helâl-haram demeden karıştıranların üzüntülerini müşahede ediniz. Eğer kabul ederseniz, size nasihat etmiş oldum. Oysa bu nasihati kabul edenler az. Allah bizi de, sizi de hayırlara muvaffak kılsın! Âmin!"
Hâris el-Muhâsibî'nin konuşması burada sona ermektedir. Fakirliğin zenginlikten daha faziletli olduğunu belirtmek hususunda burada yeteri derecede delil var, bundan fazlasına ise ihtiyaç yok!. . Bütün bunların doğruluğuna Dünyanın Zemmi, Fakr ve Zühd bölümlerinde, zikrettiğimiz hadîsler şahidlik etmektedir. Ayrıca Ebû Umâme'den rivâyet edilen şu hadîs de şahidlik etmektedir:
Sa'lebe b Hatib147 dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yalvar ki bana rızık olarak biraz mal versin!' Hazret-i Peygamber, cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Ey Salebe! Şükrünü edâ edebildiğin az mal, şükrüne gücünün yetmediği çok maldan daha hayırlıdır!
Salebe 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan bana rızık olarak mal vermesini dile!' der. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurur:
Ey Salebe! Senin için ben güzel bir örnek değil miyim? Sen Allah'ın peygamberi gibi olmayı istemez misin? Dikkat et!
Nefsimi kudret elinde tutarı Allah'a yemin olsun, eğer dağların altın ve gümüş olmasını isteseydim olurdu.
Salebe şöyle dedi: 'Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim. Eğer sen Allah'tan biraz mal vermesini dilersen, (Allah da verirse) muhakkak her hak sahibinin hakkını vereceğim! Muhakkak yapacağım! Muhakkak yapacağım!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Ey Allahım! Salebe'ye rızık olarak bir mal ver!' diye dua etti. Bunun üzerine Salebe koyun edindi, böceklerin ve haşeratın çoğaldığı gibi koyunları çoğalmaya başladı. Öyle ki Medine koyunlara dar geldi. Salebe Medine'den uzaklaştı. Bir vâdide konakladı. Öğle ve ikindi namazını gelip cemaatle kılıyordu, diğer namazları tek başına kılıyordu. Koyunları üredi, çoğaldı. Salebe uzaklaştı. Öyle ki cuma hariç, diğer cemaat namazlarını terketti. Koyunlar boyuna -haşeratın üremesi gibi-ürüyordu. Sonunda Salebe cumayı terketmeye mecbur kaldı. Cuma günleri Medine'den gelen kervanların önüne gidiyor, Hazret-i Peygamber'in Medine'deki haberlerini onlardan soruyordu. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Hatib'in oğlu Salebe ne oldu?" diye sordu. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Koyun edindi. Medine kendisine dar geldi!' dediler.
Salebe'nin bütün hikayesi Hazret-i Peygamber'e anlatıldı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Vay Salebe'nin haline, vay Salebe'nin haline, vay Salebe'nin haline!' O zaman Allahü teâlâ şu âyeti indirdi:
Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için bir rahatlık ve huzurdur. (Tevbe/103)
Allahü teâlâ, zekâtı farz kılınca, Hazret-i Peygamber, Cüheyne kabilesinden bir, Benî Selim kabilesinden de bir kişiyi zekât toplamaya memur kıldı. Onlara zekât toplamak hususunda bir emirname yazdı ve onlara yola çıkıp müslümanların zekatlarını toplamak için emir verdi ve şöyle dedi: 'Hatib'in oğlu Sa'lebe'ye ve -Benî Selim'den olan bir kişiyi kastederek- falana uğrayın! Onların zekâtlarını alın!' Bunun üzerine çıktılar, Sa'lebe'ye vardılar. Sa'lebe'den zekât istediler. Kendisine Hazret-i Peygamber'in isteğini söylediler. Salebe 'Bu ancak haraçtır. Bu ancak haraçtır! Bu ancak haracın kardeşidir. Gidiniz! İşinizi gördükten sonra bana dönünüz!' dedi. İki zekât memuru, Benî Selim kabilesinden olan kişiye doğru gittiler. Onların geleceğini işiten o zat, develerinin en iyisini zekât için ayırdı ve sonra o develerle onları karşıladı. Onlar bunu görünce dediler ki: 'En güzel develeri zekât vermek sana farz değildir. Biz bunları almak istemiyoruz'. O 'Hayır! Bunları alacaksınız! Zira zekât olarak nefsim bunları vermeyi istiyor!' dedi.
Onlar zekâtı topladıktan sonra Sa'lebe'ye uğradılar. Ondan zekât istediler. Sa'lebe onlara 'Emirnâmenizi bana gösteriniz!' dedi.
Emirnâme'ye baktığı zaman şöyle dedi: 'Bu, haracın kardeşidir! Gidiniz ki ben kararımı vereyim!' Onlar Sa'lebe'den ayrıldılar. Hazret-i Peygamber'e geldiler. Hazret-i Peygamber onları görünce, kendileriyle konuşmadan önce 'Vay Sa'lebe'nin haline!' dedi ve Benî Selim'den olan kişiye bereketle dua etti. Bundan sonra onlar Sa'lebe'nin de, öbürünün de yaptıklarını Hazret-i Peygamber'e naklettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Sa'lebe hakkında şu âyetleri indirdi:
Onlardan kimi de 'Eğer Allah bize lûtuf ve kereminden ihsan ederse muhakkak sadaka vereceğiz ve salihlerden olacağız!' diye Allah'a kesin söz verdiler. Ne zaman Allah, kereminden, istediklerini verdi, cimrilik edip, yüzçevirip döndüler. Allah'a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için Allah da kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerine ikiyüzlülük soktu.
Hazret-i Peygamber'in yanında o anda Salebe'nin yakınlarından biri bulunuyordu. O kişi Salebe hakkında inen âyeti dinledi. Çıkıp Salebe'ye geldi ve ona dedi ki: 'Annen seni kaybetsin! Allahü teâlâ senin hakkında şöyle âyet nâzil etti!' Bunun üzerine Salebe çıkıp Hazret-i Peygamber'e geldi. Zekâtının kabul edilmesini istedi. Hazret-i Peygamber dedi ki:
Allahü teâlâ, zekâtını kabul etmeyi bana yasakladı!
Salebe yerden toprak alarak başına dökmeye başladı. Bu manzara karşısında Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: İşte bu senin işendir. Sana emrettim, bana itaat etmedin'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) vefat edince, Salebe, zekâtını Ebû Bekir Sıddîk'a getirdi. Ebû Bekir Sıddîk da onun zekâtını kabul etmedi. Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'tan sonra Hazret-i Ömer'e getirdi. Hazret-i Ömer de onun zekâtını kabul etmekten kaçındı. Hazret-i Osman'ın hilâfeti döneminde Salebe vefat etti. 148
İşte malın tuğyanı ve uğursuzluğu! Sen de bu hadîs-i şerîften bu uğursuzluğu anlamış oldun. Fakirliğin bereketi ve zenginliğin uğursuzluğundan ötürü Hazret-i Peygamber gerek nefsine, gerek aile efradına fakirliği tercih etmiştir. Hatta İmrân b. Hüseyin şöyle anlatır: 'Benim Hazret-i Peygamber'in nezdinde kıymetim vardı ve Hazret-i Peygamber bana şöyle demişti:
Ey İmrân! Senin katımızda kıymetin vardır! Kızım Fâtıma hastadır. Onun ziyaretine gelir misin?
Ben 'Evet! Annem ve babam sana fedâ olsun, ey Allah'ın Rasûlü gelirim' dedim ve Hazret-i Peygamber ile beraber Fâtıma'nın kapısına kadar gittik. Hazret-i Peygamber kapıyı çaldı ve şöyle dedi:
-Selâm üzerine olsun! Gireyim mi?
-Ey Allah'ın Rasûlü! Gir!
-Yanımdakiyle beraber girebilir miyim?
-Ey Allah'ın Rasûlü! Kim var yanında?
-Hüseyin'in oğlu İmrân!
-Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim, benim sırtımda bir abadan başka birşey yok! Hazret-i Peygamber eliyle işaret ederek şöyle dedi: Abayı şöyle yap!
-Peki! Bedenimi aba ile örttüm. Başımı ne yapacağım!
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber yanındaki küçük bir başörtüsünü Fâtıma'ya uzattı ve şöyle dedi: "Bununla da başını ört!' Sonra Fâtıma izin verdi ve Hazret-i Peygamber içeri girip şöyle dedi:
-Ey kızım! Selâm sana! Nasıl sabahladın?
-Yemin olsun, ızdırablı olduğum halde sabahladım! Yemek yemediğim için ızdırabım daha da artırıyor. Açlık mecâlimi kesmiştir.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ağlayarak şöyle dedi:
Ey kızım! Üzülme! Yemin olsun, üç günden beri ben de hiçbir şey yemiş değilim. Oysa ben Allah nezdinde senden daha azizim. Eğer rabbimden isteseydim bana yedirirdi. Fakat ben âhireti dünyaya tercih ettim. 149
Sonra elini Fâtıma'nın omuzuna vurarak şöyle dedi:
-Sana müjde olsun! Allah'a yemin ederim, gerçekten sen cennet kadınlarının başı ve hâtunusun!
-Firavun'un karısı Asiye, İmrân'ın kızı Meryem neredeler?
-Asiye, kendi zamanındaki kadınların hâtunu; Meryem, kendi zamanındaki kadınların hâtunu; (Annen) Hatice kendi zamanındaki kadınların hâtunudur. Sen de kendi zamanındaki kadınların hâtunusun. Gerçekte sizler kamıştan yapılmış evler içerisinde bulunacaksınız! O evlerde ne eziyyet var, ne de gürültü!
Amcamın oğluna kanaat et! Yemin olsun seni hem dünyada efendi, hem de âhirette efendi olan bir kimse ile evlendirdim!
Şimdi Fâtıma'nın haline bak! O, Hazret-i Peygamber'in bir parçasıdır! Gör ki o, fakirliği nasıl tercih etmiş ve malı nasıl terketmiştir? Kim peygamberlerin ve velî kulların hallerini gözetir, sözlerini can kulağıyla dinlerse, onların haber ve eserlerinde vârid olanı tedkik ederse, malın yokluğunun, varlığından daha üstün olduğundan zerre kadar şüphe etmez. Hatta bu mal hayır yolunda sarfedilse bile durum böyledir. Zira hayır ve hasenata sarfetmek, şüphelilerden korunmak ve haklarını edâ etse bile, o malın en az zararı, onun korunmasına gayret sarfettirir ve Allah'ın zikrinden insanı alıkoyar! Zira Allah'ı anmak ancak kalbin ferahıyla mümkündür. Mal ile uğraşırken kalbin boşalması sözkonusu değildir.
Cerir'den, o da Leys'ten şöyle rivâyet etti: 'Biri Meryem'in oğlu Îsa (aleyhisselâm) ile arkadaşlık yapmak istedi ve 'Seninle beraber olup arkadaşlık yapmak istiyorum!'- dedi. Bunun üzerine seyahata çıktılar. Bir nehrin kıyısına varınca oturdular. Kahvaltı yaptılar. Beraberlerinde üç ekmek vardı. Ekmeğin ikisini yediler. Üçüncü ekmek kaldı. Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) nehire gitti. Su içti, dönünce kalan ekmeği bulamadı ve o kişiye 'Ekmeği kim götürdü' dedi. Kişi 'Bilmiyorum!' dedi.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) arkadaşı ile beraber yola devam etti. Beraberinde iki yavrusu bulunan bir geyik gördü. Îsa (aleyhisselâm) geyik yavrularından birini çağırdı. Yavru, Hazret-i Îsa'ya geldi. Hazret-i Îsa onu kesti, hem kendisi, hem de arkadaşı yediler. Sonra geyik yavrusuna 'Allah'ın izniyle kalk' dedi. Geyik yavrusu kalktı ve yürüdü. Îsa (aleyhisselâm) arkadaşına dönüp şöyle dedi: 'Sana bu mu'cizeyi gösteren Allah adına yemin veriyorum: 'O ekmeği kim aldı?' Kişi 'Bilmiyorum?' dedi. Sonra bir dereye geldliler. Îsa (aleyhisselâm) onun elinden tutup su üzerinde yürüdüler. Öbür tarafa geçince 'Şu mucizeyi sana gösteren Allah'ın hakkı için, o ekmeği kim aldı?' dedi. Kişi 'Bilmiyorum!' dedi. Böylece bir çöle varıp oturdular. Îsa (aleyhisselâm) toprak ve kum topladı. Sonra 'Allah'ın izniyle altın ol!' dedi. Toprak altın oluverdi. O altınları üçe böldü. Sonra dedi ki: 'Üçte biri benim, üçte biri senin ve üçte biri de ekmeği alanındır!' Bunun üzerine kişi 'Ekmeği ben aldım!' dedi. Hazret-i Îsa da 'O halde hepsi senin olsun!' dedi ve ondan ayrıldı.
Îsa (aleyhisselâm) ayrıldıktan sonra onun yanına iki kişi geldi. Bu çölde onun yanında malı görünce malı ondan alıp onu öldürmek istediler. O yalvararak 'Bunu üçe taksim edelim' dedi. Biri 'Birimiz köye gidelim ki bize bir yemek satın alsın, yiyelim!' dedi. Birisini köye gönderdiler! Köye giden kişi kendi kendine dedi ki: 'Ben bu kadar malı neden bunlarla bölüşeyim. Bu getireceğim yemeğe zehir koyacağım. Onların ikisini de öldüreceğim ve tek başıma mala sahip olacağım!' Dediklerini yaptı. Malın yanında kalan iki kişi ise dedi ki: 'Biz bu üçüncü kişiye neden mal verelim. O köyden dönünce onu öldürelim, malı aramızda taksim edelim!' O kişi onlara dönünce onu öldürdüler. Zehirli yemeği yeyince öldüler. Mal çölde sahipsiz kaldı ve üç kişi de onun yanında öldü. Hazret-i Îsa onlar bu halde iken yanlarından geçti ve arkadaşlarına şöyle dedi: 'İşte dünya budur! Dünyadan sakının!'
Hikâye ediliyor ki, Zülkarneyn bir millete rastladı. Onların elinde halkın lezzetlendiği hiçbir şey yoktu. Onlar çukur eşerler, sabahladıkları zaman o çukurlara bakarlar, süpürürler. O çukurların yanında ibâdet ederler ve dört ayaklı hayvanların yedikleri gibi bitkileri yerlerdi ve onlar için yer bitkilerinden bir geçimlik çıkıvermişti. Zülkarneyn onların kralına haber göndererek yanına dâvet etti! O dedi ki: 'Benim Zülkarneyn ile görülecek bir ihtiyacım olsaydı muhakkak sana gelirdim'.
Zülkarneyn kendisine şöyle sordu:
- Neden sizi hiç kimsenin bulunmadığı bir durumda görüyorum.
-Nedir o şey?
-Ne dünyanız, ne de herhangi birşeyiniz var! Neden altın ve gümüş edinip onlardan faydalanmadınız?
-Biz şu illetten dolayı altın ve gümüşten nefret ettik: Çünkü bir kimseye onlardan birşey verildiği zaman o kimsenin nefsi iştahlı olur ve onu daha fazla üzer!
-Siz neden bu çukurları kazdınız? Sabahlayınca neden bu çukurlara gidip onları süpürüyor ve yanlarında ibâdet ediyorsunuz?
-Bizim gayemiz, bu mezarlara baktığımızda, dünyayı ümit ettiğimiz zaman bu mezarlar bizi bu ümitten alıkoysunlar!
-Görüyorum ki yemeğiniz yer bitkileridir. Neden hayvan edinmediniz? Oysa onları sağar, onlara biner ve lezzet alırdınız!
-Karınlarımızı hayvanlar için mezar yapmayı çirkin gördük. Yer bitkilerinin bunların yerini tuttuğunu gördük. Âdem oğluna uygun olan en az şeyle yetinmektir. Ne olursa olsun, boğazı geçen yemeğin tadını alamayız!
Sonra o memleketin kralı elini Zülkarneyn'in arkasına uzatarak bir kafatasını eline aldı ve şöyle dedi:
-Ey Zülkarneyn! Bunun kim olduğunu biliyor musun?
- Hayır! O kimdir?
-Bu yeryüzünün padişahlarından biridir. Allahü teâlâ ona saltanat sürmeyi nasip etti. O ise hileye, zulme ve kibre kaçtı. Allahü teâlâ onun bu hareketlerini görünce onu helâk etti. O yere atılan taş gibi oldu. Allahü teâlâ onun yaptıklarını, teker teker, âhirette ona ceza vermek için defterine yazdı. Bunu söyledikten sonra başka bir çürümüş kafatasını eline aldı ve şöyle dedi:
-Ey Zülkarneyn! Bunun kim olduğunu biliyor musun?
-Hayır, bilmiyorum!
-O bir padişah idi. O zâlim padişahtan sonra Allah buna saltanat verdi. Kendisinden önce geçen padişahın hile, zulüm ve gururunu görmüştü. Bu bakımdan tevazu gösterdi, Allah'tan korktu. Memleketinde adalet icra etti. İşte o da gördüğün gibi oldu. Allah onun da amelini tesbit etti ki âhirette ona da mükâfat versin!
Bunları gösterdikten sonra Zülkarneyn'in kafatasına işaret etti ve şöyle dedi:
-Bu da bunların ikisi gibi bir kafatasıdır. Ey Zülkarneyn! Dikkat et! Ne yaptığını bil!
-Sen bana arkadaşlık yapmıyorsun ki seni vezir ve kardeş edineyim, Allah'ın bana vermiş olduğu bu servetlere ortak yapayım!
-Ben ve sen bir yerde durmaya da, beraber olmaya da elverişli değiliz!
-Niçin?
-Çünkü insanlar senin düşmanın, benim ise dostlarımdır.
-Niçin?
-Sana elindeki mülk, servet ve dünyadan dolayı düşmanlık yapıyorlar. Ben ise bunları terkettiğimden ötürü hiç kimsenin bana düşmanlık güttüğünü görmüyorum! Bir de benim yanımda az ihtiyaç ve az şeyin olmasından dolayı kimse bana düşmanlık yapmıyor!
Zülkarneyn hayretler içerisinde kalıp, nasihat almış olarak onun yanından ayrıldı.
İşte bu hikâyeler, daha önce zikrettiğimiz delillerle beraber, zenginliğin âfetlerine seni muttali kılmaktadırlar. Tevfik Allah'tandır. Kitabu Zemm'il-Buhl ve Zemmi Hubb'il-Mal (Mal Sevgisinin ve Cimriliğin Kötülenmesi) bölümü, Allah'ın yardımıyla burada sona ermiş bulunuyor. Allah'ın izniyle, bu bölümün ardından Kitabu Zemm'il-Câh ve'r-Riya bölümü gelecektir
134) Bu zat, zâhir ile bâtının arasını cemeden kimselerdendir. H. 343'de vefat etmiştir.
135) Müslim, Buhârî
136) İmâm-ı Ahmed
137) İmâm-ı Ahmed
138) Bezzâr, (Enes'ten zayıf bir senedle)
139) Daha önce geçmişti.
140)
141) Müslim, Buhârî
142) Müslim, Buhârî
143)
144) İbn Mâce, Tirmizî
145)
146) Bezzâr, Hâkim
147) Adı Salebe b. Hâtib b. Amr b. Ubeyd b. Ümeyye b. Zeyd b. Mâlik b. Avf b. Arar b. Avf b. Mâlik b. Evs el-Ensârî'dir. Musa b. Ukbe onu Bedir'e iştirâk edenler arasında zikretmiştir. Aynı ismi taşıyan başka bir sahabî daha vardır. O da Ensar'dandır. İbn İshak Mescid-i Dırar'ı yapanlar arasında bu ikinciyi zikretmektedir.
148) Taberânî
149) Irâkî İmrân'ın hadisine rastlamadığını, İmâm-ı Ahmed ve Taberânî'nin, Ma'kal b. Yesar'dan sahih bir senedle rivâyet ettiklerini söylemektedir.