36 - MUHABBET, ŞEVK, ÜNSİYET VE RİZA |
1. Giriş
Velîlerinin kalplerini dünyanın süslerine ve iltifat etmekten münezzeh kılan Allah'a hamdolsun! O Allah ki onların sırlarını, huzurundan başkasını düşünmekten tasfiye etmiştir. Sonra o sırları izzetinin yaygısı üzerine dürmeleri için edinmiş ve hâlis kılmıştır! Sonra isimler, sıfatlar ve marifetinin nûrlarıyla pırıl pırıl parlayacak derecede onlara tecelli etmiştir. Sonra onlara mübarek vechinin nûrlarını keşfettirmiştir ki sevgisinin ateşiyle yansınlar. Sonra onlardan celâlinin künhüyle perdelendi. Öyle ki onlar kibriyasının ve azametinin sahrasında şaşkın kalakaldılar. Bu bakımdan onlar ne zaman ki celâlinin künhünü mülahaza etmeye yeltenmek isteseler, onları akıl ve basiretlerinin yüzünü kaplayan dehşet kaplar. Ne zaman ki ümitsiz olarak o meydandan çekilmek isterlerse, cemalin çadırlarından 'Ey cehaletinden ve aceleciliğinden ötürü hakkı elde etmekten ümitsiz olan! Sabret!' diye çağrılır. Böylece onlar red, kavuşma, kabul, kovulma arasında, muhabbetinin ateşiyle tutuştukları halde marifetinin denizinde kalakalmışlardır.
Salât ve selâm nübüvvetinin kemâliyle peygamberlerin sonuncusu olan Hazret-i Peygamber'in, halkın efendileri, imamları, önder ve rehberleri olan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! (Yârab!) onlara çokça selâm et!
Muhakkak ki Allah'ın muhabbeti, makamlardan en yüce makamın, derecelerden en yüksek derecenin ta kendisidir. Muhabbetin idrâkinden sonra hiçbir makam yoktur ki onun meyvelerinden bir meyve, Şevk, Üns, Rıza ve benzerleri gibi onun etbaından biri olmasın. Muhabbet'ten önce hiçbir makam yoktur ki muhabbetin mukaddimelerinden biri olmasın! Tevbe, Sabr, Zühd ve başkaları gibi. . . .
Diğer makamlara, ulaşmak pek zor ise de kalpler onun imkânına inanmaktan boş bulunmazlar. Allah'ın muhabbetine inanmak pek az ve nadirdir. Hatta bir kısım âlimler onun imkânını inkâr ederek şöyle demişlerdir: 'Allah'ın muhabbetinin mânâsı, Allah'a ibadet etmeye devam etmekten başka birşey değildir! Muhabbetin hakikati muhaldir. Bu ancak sevenin cinsinden olursa mümkün olur'. Bu âlimler, muhabbeti inkâr ettiklerinden üns, şevk, münacât lezzeti ve muhabbetin diğer durumlarını da inkâr etmişlerdir. O halde, bu konunun üzerinden perdeyi kaldırmak gerekir.
Biz bu kitapta muhabbet hakkındaki şeriat delillerini, sonra muhabbetin hakîkat ve sebeplerini, sonra Allah'tan başkasının muhabbet'e müstehak olmadığını, sonra lezzetlerin en büyüğünün Allah'ın vechi kerimine bakmanın lezzeti olduğunu, sonra âhiret'teki bakış lezzetinin dünyadaki marifetten daha fazla olmasının sebebini, sonra Allah muhabbetini takviye eden sebepleri, sonra insanların muhabbet hususunda neden değişik olduklarını, sonra Allah'ın marifetinde zihinlerin kusurluluğundaki sebebi, sonra şevk'in mânâsını, sonra Allah'ın kuluna olan muhabbetini, sonra Allah'ın kulunu sevmesinin alâmetleri hakkındaki sözü, sonra Allah ile olan ünsiyetin mânâsını, sonra ünsiyetteki inbisat mânâsını, sonra rıza mânâsındaki sözü, sonra rıza'nın fazileti ile hakikatini, sonra duanın ve masiyetlerden tiksinmenin buna zıt düşmediğini, günahlardan kaçmanın da böyle olduğunu, sonra muhiblerin çeşitli hikâye ve sözlerini beyan edeceğiz. İşte bu kitabın bütün beyanları bunlardan ibarettir.
36-1
2. Kulun Allah'a Olan Muhabbeti Hakkında Şer'î deliller
Bütün müslümanlar gerek Allah'a, gerek Hazret-i Peygamber'e muhabbetin her müslüman için farz olduğunda ittifak etmiştir. Acaba olmayan birşey nasıl farz kılınır? Acaba sevginin tabiî meyvesi olan ibadetle nasıl tefsir edilir? Elbette meyvesinden önce sevginin olması lâzımdır. Ondan sonra insan sevdiğine itaat eder.
Âyet-i Kerîmeler
Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler! (Maide/53)
Îman edenler ise en çok Allah'ı severler. (Bakara/165)
Bu ayetler, muhabbetin ve muhabbette insanların değişikliğini isbata delildir.
Hadîsler
Hazret-i Peygamber, Allah'a olan sevgiyi, birçok hadîsinde îmanın şartından kılmıştır.
Ebû Rezîk Akilî şöyle sordu1: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Îman nedir?' Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi:
Allah ve Rasûlü'nün senin nezdinde her şeyden daha sevimli olmalarıdır,2
Sizden bir kimsenin nezdinde Allah ve onun Rasûlü her şeyden daha sevimli olmadıkça kişi îman etmiş sayılmaz. 3
Ben bir kişinin nezdinde aile efradından, malından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça o kişi îman etmiş sayılmaz. 4
Bu hadîsin başka bir rivâyetinde 'onun nefsinden de' ziyadesi vardır. Durum nasıl böyle olmasın?
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuuz ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, elçisinden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o halde Allah'ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe/24)
Allahü teâlâ bunu tehdit ve kişinin bu hareketinin inkâr sadedinde olduğunu göstermek için sevketmiştir. Hazret-i Peygamber de muhabbeti emrederek şöyle buyurmuştur:
Size gıda olarak verdiği nimetlerden dolayı Allah'ı seviniz. Beni de Allah'ın sevmesinden dolayı seviniz!5
Bir kişi şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni seviyorum!
- O halde fakirlik için hazırlan!
- Muhakkak ki ben Allah'ı da seviyorum.
- O halde belâ için de hazırlan!6
Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor: Ashâbdan Mus'ab b. Umeyr, sırtında kemer gibi yaptığı bir koç derisi olduğu halde Hazret-i Peygamber'e geldiğinde Hazret-i Peygamber ona bakıp şöyle dedi:
Şu Allah tarafından kalbi nûrlandırılmış kişiye bakınız! Ben onu anne ve babasının yanında kendisini en tatlı yemek ve içkilerle besledikleri halde gördüm. Allah ve Peygamber sevgisi onu gördüğünüz hale davet etti. (O da icabet etti!)
Meşhur bir haberde şöyle vârid olmuştur: İbrahim (aleyhisselâm) ruhunu kabzetmek üzere gelen ölüm meleğine 'Sen hiç dostunu öldüren bir dost gördün mü?' diye sorunca, Allahü teâlâ ona vahiy göndererek 'Sen hiç sevdiğinin huzuruna varmaktan çekinen bir dost gördün mü?' dedi. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) 'Ey ölüm meleği! Hemen ruhumu kabzet'! dedi.
Bu durumu ancak bütün kalbiyle Allah'ı seven bir kul bulabilir. Bu kul ölümün sevdiği ile birleşmeye sebep olduğunu bilince hemen ölüme doğru atılıverir. Çünkü Allah'tan başka bir sevdiği yoktur ki ona iltifat etsin.
Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle demiştir:
Yârab! Kendi muhabbetini ve seni sevenin sevgisini ve beni sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini bana ihsan eyle! Sevgini soğuk sudan bana daha sevimli kıl!7
Bir bedevî Hazret-i Peygamber'e gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?' diye sordu. Hazret-i Peygamber 'Kıyâmet için ne hazırladın?' dedi. Bedevî 'Kıyâmet için ne fazla namaz ve ne de oruç hazırladım. Ancak ben Allah'ı ve onun Rasûlü'nü seviyorum' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: 'Kişi sevdiğiyle beraberdir'. 8
Enes der ki: 'İslâm'dan sonra bu olay ile sevindikleri kadar müslümanların hiçbir şeyle sevindiklerini görmedim!'
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kim Allah'ın gerçek muhabbetini tadarsa, bu onu dünya talebinden uzaklaştırır ve bütün halktan ürkütür!'
Hasan şöyle demiştir: 'Rabbini tanıyan onu sever! Dünyayı tanıyan ona zâhid olur! Mü'min bir kimse oynayıp gaflete dalmaz! Düşündüğü zaman üzülür!'
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah'ın kulları içinde öyle bir grup vardır ki cennet ve cennetin içindeki nimetler bile, onları Allah'tan uzaklaştırmaz. Onlar dünya ile nasıl Allah'tan uzaklaşacaklardır?'
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bedenleri zayıf düşmüş, beti benzi uçmuş üç kişinin yanından geçerek kendilerine şöyle sordu: 'Sizi bu hale getiren nedir?' Onlar 'Ateş korkusu!' dediler. Hazret-i Îsa 'Korkan bir kimseyi emniyete kavuşturmak Allahü teâlâ'nın üzerine haktır' dedi. Sonra onları geçti. Başka bir üç kişiye rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf, benizleri daha uçuk. 'Sizi bu hale getiren nedir?' diye sordu. Onlar 'Cennete olan şevkimiz!' dediler. Îsa (aleyhisselâm) 'Size umduğunuzu vermek Allah'ın üzerinde bir hak oldu' dedi. Sonra onları geçip üçüncü bir gruba rastladı. Baktı ki onlar daha zayıf ve benizleri daha uçuk. . . Sanki onların yüzünde bir nûr vardır. 'Sizi bu gördüğüm dereceye ulaştıran nedir?' dedi. Onlar 'Biz Allah'ı seviyoruz! (Bizi bu hale getiren Allah sevgisidir) ' dediler. Îsa (aleyhisselâm) 'Mukarrebler sizlersiniz! Sizsiniz mukarrebler! Sizsiniz mukarrebler!' dedi.
Abdülvahid b. Zeyd 'Kar içerisinde dikilen bir kişinin yanından geçerken 'Sen üşümez misin?' dedi. Adam 'Kimin içinde Allah muhabbeti varsa o üşümeyi hissetmez!' diye cevap verdi.
Sırrı es-Sekatî'den şöyle rivâyet edildi: 'Kıyâmet günü ümmetler peygamberlerinin adıyla 'Ey Musa ümmeti!' Ey Îsa ümmeti! Ey Muhammed ümmeti! diye çağrılırlar. Allah'ın muhibleri ise bu şekilde çağrılmazlar. Onlar 'Ey Allah'ın velî kulları! Allah'a geliniz!' diye çağrılırlar. Bu sesleri işittikleri zaman kalpleri neredeyse çatır çatır çatlar".
Harem b. Hayyan dedi ki: 'mü'min rabbini tanıdığı zaman sever! Sevdiği zaman yönelir. Yönelmenin tadını aldığı zaman dünyaya şehvet gözüyle, âhirete de fetret gözüyle bakmaz!'
Mü'minin bu dünyada hasret çekmesi, âhirette istirahat etmesi demektir.
Yahya b. Muaz şöyle dedi: 'Allah'ın affı bütün günahları kapsar! O'nun rızası acaba nasıl olur? O'nun rızası bütün emel ve istekleri kapsar! O'nun sevgisi acaba nasıl olur? O'nun sevgisi akılları deşete sevkeden Acaba O'nun muhabbeti nasıldır? O'nun muhabbeti O'ndan başkasını unutturur. Acaba O'nun lûtfu nasıldır?'
Bazı (semavî) kitablarda şöyle vârid olmuştur: 'Ey kulum! Senin hakkın için ben sana muhibim. Senin boynundaki hakkımın hatırı için sen de bana muhib ol!'
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Hardal tanesi kadar muhabbet, bana muhabbetsiz yetmiş senelik ibadetten daha sevimli gelir!'
Yine Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'İlâhî! ben senin avlunda duruyorum. Çocukluktan beri senin senânla meşgulüm. Beni yanına aldın. Marifetinle bana gömlek giydirdin. Lütfunla bana imkân verdin. Beni haller içerisinde evirip çevirdin. Örtmek, tevbe, zühd, şevk, rıza ve muhabbet içerisinde beni haşr u neşr ettin. Havuzlarından bana içirdin. Bahçelerinden bana yemek imkânını verdin. Emrine yapıştığım, kavline aşık olduğum halde bunları bana yaptın. Büyüdüğüm zaman senin katından nasıl uzaklaşırım? Oysa ben daha küçükken bunu senden aldım. Hayatta oldukça senin manevî etrafında yalvarıp sana fısıldayacağım. Çünkü ben muhibbim. Her muhib, habibine aşkla bağlıdır. Habibinin dışında herşeyden uzaklaştırılmıştır'.
Allah'a muhabbet hakkında sayılmayacak kadar haber ve eserler vârid olmuştur. Bu apaçık bir durumdur. Karışıklık onun mânâsını tahkik etmek hususundadır. Bu bakımdan biz manâ ile meşgul olacağız!
1) Adı Lekit b. Âmir b. Müntefik el-Âmirî'dir.
2) İmâm-ı Ahmed
3) Müslim, Buhârî
4) Müslim, Buhârî
5) Tirmizî
6) Tirmizî
7) Ebû Nuaym, (Ebu'd Derda'dan)
8) Müslim, Buhârî
3. Muhabbet'in Hakikati, Sebepleri, Kulun Allah'a Olan Muhabbetinin Mânâsı
Bu fasıldan gaye, muhabbetin hakikatinin ancak Allah'ın marifetiyle keşf olunacağını, sonra şartlarının ve sebeplerinin marifetini, bütün bunlardan sonra Allah hakkındaki mânâsının tahkik ile keşfolunacağını anlatmaktır.
Birinci Esas
Marifet ve idrâkten önce, muhabbetin olması düşünülemez; zira insan ancak tanıdığını sever, cansız bir şeyin sevgiyi idrak etmesi düşünülemez. Sevmek, idrâk eden dirinin özelliğidir. Sonra idrâk olunanlar idrâk edenin tabiatına uygun ve zevk verici tabiatına zıt olan nefret ve elem verici ve tabiatına ne zevk, ne de elem vermeyen kısımlara bölünür. Bu bakımdan idrâkinde bir lezzet ve rahat olan herşey, idrâk edenin nezdinde güzeldir. İdrâkinden elem duyulan herşey, idrâk edenin nezdinde kötüdür. Kendisinde ne elem, ne de lezzet olan şey ne güzel, ne de çirkindir. Madem ki durum budur, her lezzetli kendisinden lezzet alanın nezdinde sevimlidir. Sevimli olmasının mânâsı tabiatta ona karşı bir meyil olması demektir ve nefret edilmesinin mânâsı tabiatının ondan nefret etmesidir. Bu bakımdan sevgi, lezzetli şeye tabiatın meyletmesinden ibarettir. Eğer o meyl artarsa, ona aşk adı verilir. Buğz, yorucu ve elem verici şeyden tabiatın nefret etmesinden ibarettir. Bu kuvvet bulursa adına makt denir. İşte sevginin hakikatinde esas budur.
İkinci Esas
Sevgi, idrâk ve marifete tabi olduğundan, şüphesiz ki idrâk edenler ve duyular hasebiyle bölünür. Bu bakımdan her duyu idrâk olunanların bir türünü hisseder. Bunların her birinin de idrâk olunanlarda lezzeti vardır. O lezzetten dolayı tabiatın ona meyli vardır. Bu bakımdan onlar sağlam tabiatın nezdinde güzeldir. Öyleyse gözün lezzeti; görmekte, güzel görünenleri idrâk etmekte, lezzet veren güzel suretleri hissetmektedir. Kulağın lezzeti vezinli ve güzel nağmelerdedir Koku duyusunun lezzeti güzel kokulardadır. Zevkin lezzeti yemeklerdedir. Dokunmanın lezzeti yumuşaklıktadır. Duyularla idrâk edilen bu şeyler zevkli olduklarından dolayı sevimli olurlar. Yani sağlam tabiat bunlara meyleder. Hatta
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün nûru namaz! 9
Görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber güzel kokuya mahbub adını vermiştir. Malumdur ki güzel kokuda ne gözün, ne de kulağın nasibi vardır. Sadece burnun nasibi vardır. Kadınlara da mahbub demiştir. Oysa onlarda da sadece dokunmanın zevki vardır. Burnun, dilin ve kulağın nasibi yoktur. Namaza göz aydınlığı adını vermiş ve onu mahbubların en sevimlisi kılmıştır. Oysa beş duyunun namazda hiçbir nasibi olmadığı malumdur. Namazdan zevk alan altıncı bir duyudur. Onun yeri kalptir. Onu ancak kalp erbabı olan bir kimse idrâk edebilir. Beş duyunun lezzetlerinde hayvanlar da insanlara ortaktır. Eğer sevgi sadece beş duyunun idrâk ettiklerine bağlı olsaydı 'Allah duyularla idrâk olunmaz.
Hayalde de temsil edilemez. Bu bakımdan sevilmez' denilseydi, bu durumda insanın özelliği iptal olunurdu ve kendisini hayvanlardan ayıran akıl veya nur veya kalp veyahut itiraz etmeksizin başka ibarelerde tabir edilen özelliği ve altıncı hissi ortadan kalkardı. Bu da uzak bir ihtimaldir. Bu bakımdan bâtınî basiret, zahirî gözden daha kuvvetlidir. Kalp, gözden daha iyi kavrar. Aklen idrâk edilen mânâların güzelliği, gözle görünen zâhir suretlerin güzelliğinden daha büyüktür.
Bu bakımdan duyularla idrâk etmekten yüce olan ilâhî ve şerefli şeylerden kalbin idrâk etmesiyle meydana gelen daha kusursuzdur. Öyleyse sağlam tabiatın zevki, sıhhatli aklın buna meyli daha kuvvetlidir. Zaten sevginin mânâsı idrâkinde zevk duyulana meyletmekten başka birşey değildir. Nitekim bunun tafsilatı gelecektir. Durum bu olduktan sonra Allah sevgisini, ancak kusurluluğun kendisini hayvanların derecesine indirdiği, duyuların idrâkinden öteye geçemeyen kimse inkâr eder.
Üçüncü Esas
İnsanın kendi nefsini sevdiği gizli değildir. Nefsi için başkasını sevmesi de bir hakikattir; acaba başkasını, nefsi için değil de onun zatından dolayı sevmesi düşünülebilir mi? İşte zayıflar için çözülmesi zor olan nokta budur. Hatta zayıflar insanın başkasını, onun zatından dolayı sevmesinin düşünülemeyeceğini zannederler. Ancak onda onun zatını idrâk etmekten başka, sevene yönelen bir pay olursa durum değişir. Hakikatte ise, böyle bir sevgi mümkündür ve vardır.
9) Nesâî
4. Muhabbetin Sebep ve Kısımları
Birinci Sebep: Her dirinin ilk sevdiği şey zatıdır. Kişinin kendi nefsini sevmesinin mânâsı, tabiatında varlığının devamına bir meyl olduğu gibi yokluğuna da bir nefret vardır; zira tabii olarak sevilen, sevene uygun olandır. Acaba insana nefsinden ve varlığının devamından daha uyan birşey var mıdır? Acaba insana, nefsinin yokluğundan daha ters birşey var mıdır? işte bunun için insan varlığının devamını sever. Ölümden ve öldürmekten nefret eder. Bunu sadece ölümden sonraki korku ve azabdan değil, ölümünün zorluklarından sakındığı için de değil, elemsiz, aniden öldürülse, sevapsız ve ikapsız öldürülse yine ölümden nefret eder. Ölümü ve katıksız yokluğu sevmez. Ancak bazen hayatta bulunan dehşetli bir elemden ötürü kişi ne zaman bir belâ ile mübtelâ olursa onun isteği o belanın yok olması olur. Eğer yokluğu severse, yokluk olduğu için sevmez. O yoklukta belanın da yok olması sözkonusudur. Bu bakımdan helâk ve yokluk nefret edilen bir şeydir. Varlığın devamı sevimli olunca, varlığın kemâli de sevimli olur; zira eksiklik, kemâli engeller ve yok eder. Eksiklik, yok olan miktar nisbetinde yoktur. Eksiklik, kemâle nisbeten helâktır. Helâk ve yokluk, sıfatlarda ve vücudun kemâlinde nefret edilen bir şeydir. Nitekim zatın esasında da nefret edildiği gibi. . . Varlık esasının devamının güzel olduğu gibi, kemâl sıfatının varlığı da güzeldir. Bu, sünnetullah'ın hükmüyle tabiatlarda yerleşen bir özelliktir.
Allah'ın kanununu değiştirmeye imkân bulamazsın. (Ahzâb/62)
Madem durum budur, insanın ilk sevdiği şey zatıdır. Sonra azalarının selâmetli olması, sonra malı, evladı, aşireti ve dostlarıdır. Bu bakımdan azalar sevimlidir. Selâmetli olmaları da sevimlidir. Çünkü varlığın kemâl ve devamı azaların sağlamlığına bağlıdır. Mal sevimlidir, çünkü mal da varlık ve kemâlin devamında alettir. Diğer sebepler de böyledir. Bu bakımdan insan, bu şeyleri zatlarından dolayı değil, varlık ve kemâlinin nasibi bunlara bağlı olduğundan dolayı sever. Hatta insan çocuğundan bir fayda görmediği, onun için meşakkatlara girdiği halde onu sever.
Çünkü o yok olduktan sonra çocuk, kendisinin halefi olur. Bu bakımdan çocuğun yaşamasında bir nevi kendisinin bekası vardır. İşte nefsinin bekasını sevdiğinden dolayı yerine kaim olan bir kimsenin bekasını da sever. Sanki o, onun bir parçasıdır. Çünkü nefsinin ebediyyen baki kalacağını ümit etmez. Evet! Eğer kendisinin veya evladının öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, tabiatı da normalliğini muhafaza ediyorsa, elbette kendi canını, evladının canına tercih eder. Çünkü çocuğunun yaşaması, bir yönden kendisinin yaşaması demektir.
Fakat onun kesin olarak yaşaması değildir. Akrabalarını ve aşiretini sevmesi de nefsinin kemâlini sevmesine dönüşür. Çünkü o, nefsini onlarla çok, onlar sebebiyle kuvvetli ve onların kemâliyle güzelleşmiş görür; zira aşiret, mal ve haricî sebepler insanı kemâle doğru götüren kanat gibidir. Varlığın kemâli ve devamlı oluşunun tabiaten sevildiği açık bir hakikattir. Öyleyse ilk sevilen şey, her dirinin yanında kendisinin zati ve zatının kemâli ve bütün bunların devamıdır. Onun yanında mekruh olan ise bunun zıddıdır. İşte bu, sebeplerin ilkidir.
İkinci Sebep: İhsandır; zira insan, ihsanın kuludur. Kalpler kendilerine ihsan edeni sevmek üzere, kendilerine kötülük yapandan da nefret etmek üzere yaratılmıştır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Facir bir kimsenin iyiliğini boynumda bırakma ki kalbim onu sevmiş olmasın!
Bu hadîs işaret eder ki kalbin iyilik yapanı sevmesi zorunludur. Defetmesi güç yetmez bir durumdur. Bu bir tabiat ve fıtrattır. Bunu değiştirmeye yol yoktur. Bu sebepten ötürü insan bazen akrabası olmayan ve ilişkisi bulunmayan bir yabancıyı sever. Bu tedkik edilirse, birinci sebebe dönüştüğü görülür; zira ihsan eden odur ki mal, yardım ve varlığın devamına erdiren sebeplerle imdada yetişir. Kemâl ve vücudun hazırlanmasında rol oynayan nasiplerin husulü ile yardım eder.
Ancak fark şudur: İnsanların azaları vücudununun kemâlinde rol oynadığından dolayı sevilir. Oysa onlar istenilen kemâlin ta kendisidir. İhsan eden bir kimse ise, o istenilen kemâlin bizzat kendisi değildir. Ancak onun sebebi olur. Azaların sıhhatinin devamlılığında sebep olan doktor gibi. . . Bu bakımdan sıhhatin sevgisi ile sıhhatin sebebi olan doktorun sevgisi arasında fark vardır; zira sıhhat lizatihî istenir. Doktor ise lizatihî değil, sıhhatin sebebi olmak hesabıyla istenir.
Böylece ilim de, hoca da sevilir. Fakat ilim bizatihi istenir. Hoca ise, güzel olan ilmin sebebi olduğu için istenir. Böylece yemek, içmek, para da sevilir. Fakat yemek lizatihî, paralar ise yemeğin vesilesi oldukları için istenir. Durum bu olduğu zaman fark, mertebenin değişikliğine dönüşür. Aksi takdirde onların her biri insanın kendi nefsini sevmesine dönüşür. Bu bakımdan kim ihsan ettiğinden dolayı ihsan edeni severse, o hakikatte ihsan edenin zatını sevmiş değildir. Aksine ihsanını sevmiştir. İhsan ise, muhsinin fiillerinden biridir. Eğer o ortadan kalkarsa, sevgi de kalkar. Ama muhsinin zatı, kesinlikle devam eder. Eğer eksilirse, sevgi eksilir, artarsa artar. İhsan ve ihsanın artış ve eksikliği nisbetinde artış ve eksiklik meydana gelir.
Üçüncü Sebep: Bir şeyi zatından dolayı sevmesidir. Zatının ötesinde elde edilecek bir nasipten dolayı değil! Burada şeyin zatı, onun nasibinin ta kendisidir. İşte devamlılığına güvenilen kâmil ve hakîki sevgi budur. Bu da güzellik sevgisi gibidir. Çünkü her güzel, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevilir. Bu da güzelliğin bizzat kendisi içindir.
Çünkü güzelliği idrâk etmekte zevkin bizzat kendisi vardır. O, başkası için değil zatı için sevilir. Sakın zannetme ki güzel suretlerin sevgisi, ancak onlarla şehvetin bertaraf edilmesi için düşünülebilir; zira şehvetin bertaraf edilmesi başka bir zevktir. Bazen güzel suretler onun için sevilir. Güzelliğin bizzat kendisini idrâk etmek ise başka bir lezzettir! Bu bakımdan güzelliğin sevilmesi mümkündür. Bu nasıl inkâr edilebilir? Oysa yeşillik ve akan su sevilir. Bu, suyun içildiği, yeşilliğin yenildiği için olmaz. Veya sudan ve yeşillikten başka bir nasip elde etmek için de sevmez. Yeşillik ve akan su Hazret-i Peygamber'in hoşuna giderdi. Sağlam tabiatlar ışığa, çiçeklere, rengarenk kuşlara, şekli ve benekleri uygun olan hayvanlara bakmaktan lezzet alır. Hatta İnsan oğlu bu şeylere bakmakla üzüntü ve gamdan kurtulur. Bu da bakıştan ışığa bir nasibin oluşundan kaynaklanmaz.
İşte bu sebepler lezzet verirler. Her lezzet veren şey sevilir. Her güzelin idrâk edilmesi lezzetten uzak değildir. Güzelliğin tabiaten güzel olduğunu inkâr eden hiç kimse yoktur. Bu bakımdan eğer Allah'ın güzel olduğu sabit olursa, şüphesiz ki cemâl ve celâli kendisine keşfolunan kulunun nezdinde mahbub olur.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah güzeldir, güzelliği sever!
Dördüncü Esas
Bu esas, güzelliğin mânâsını beyan etmek hakkındadır: Hayallerin ve hislerin darlığında hapsolan bir kimse, çoğu kez zanneder ki güzelliğin mânâsı ancak yaratılmış azaların ve şeklin birbirine uygun olması, rengin güzelliği, beyazlığın kırmızı ile karışması, boyun uzunluğu ve bunlardan başka insan şahsının güzelliğine sıfat olarak verilen niteliklerden ibarettir; zira yaratılış üzerinde galebe çalan güzellik bakma güzelliğidir. Onların iltifatlarının çoğu şahısların suretlerinedir. Bu bakımdan zannedilir ki görülmeyen, hayal edilmeyen, şekli olmayan, bir rengi bulunmayanın güzelliği tasavvur olunamaz. Güzelliği tasavvur olunmadığından onu idrâk etmekte lezzet yoktur. Bu bakımdan mahbub olamaz. Bu çok açık bir yanlışlıktır; zira güzellik sadece gözle idrâk edilenlere bağlı değildir. Yaratılışta azaların uygunluğuna, beyazlığa kırmızının karışmasına bağlı değildir.
Çünkü 'bu güzel bir hattır', 'şu güzel bir sestir', 'şu da güzel bir attır', 'şu güzel bir elbisedir', 'şu güzel bir kaptır' deriz. Bu bakımdan ses ve hattın güzelliği ve diğer eşyaların güzelliği, eğer güzellik sadece iddia edildiği gibi surette ise ne demektir ve hangi mânâya gelir? Malumdur ki göz, güzel hatta bakmakla zevk alır. Kulak, güzel sesleri dinlemekle zevk alır ve idrâk olunanlardan hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin diye ayrılmasın! Acaba bütün bu eşyalar arasında ortak olan güzelliğin mânâsı nedir? Bu bakımdan bunu araştırmak gerekir. Bu araştırma oldukça uzar. Muamele ilminde, bunu uzun uzadıya izah etmek uygun düşmez.
Herşeyin cemâli, o şey için mümkün olan ve kendisine uygun bulunan kemâlinin hazır bulunmasmdandır. Durum bu olduğunda o şeyin mümkün olan bütün kemâl cephelerinin hazır bulunduğunda, o, güzelliğin zirvesinde sayılır. Eğer hazır olan onun bir kısmı ise, hazır olan nisbetinde onun güzelliği vardır. Bu bakımdan güzel at, o attır ki bir ata uygun olan şekil, renk, koşmak, hücum etmek, geri çekilmek imkânlarının hepsi kendisinde bir araya gelmiştir. Güzel hat, kendisinde hatta uygun olan harflerin mütenasip olan, tertibi müstakil ve intizamı güzel olan her bir unsurun bir araya geldiği hattır.
Herşeyin bir kemâli vardır. Ona uygundur. Bazen onun zıddı da başkasına uygun gelir. Bu bakımdan her şeyin kemâli, güzelliği, kendisine uygun olanın kemâlindedir. O halde atın güzelliğini meydana getiren şey, insanın güzelliğini meydana getirmez. Sesin güzelliğini sağlayan şey ile hat güzel olmaz. Elbiselerin güzelliğini sağlayan şey ile kaplar güzel olmaz. Diğer eşyalar da böyledir. Eğer şöyle dersen: Bu şeyler, her ne kadar sesler ve tatlılar gibi hepsi gözle idrâk edilmiyorsa da duyular tarafından idrâk edilmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan bunlar duyularla hissedilenlerdir. Hissedilenlerin güzelliği ise inkâr edilmez. Onların güzelliklerinin idrâki vasıtasıyla lezzetin husulü da inkâr edilmez. Bu ancak duyularla idrâk olunmayan şeylerden başkasında inkâr edilir.
Güzellik duyularla idrâk edilmeyen şeylerde mevcuttur; zira denilir ki: 'Şu güzel bir yaratılış, şu güzel bir ilim, şu güzel bir sîrettir. Şunlar güzel ahlâklardır'. Oysa güzel ahlâklardan ilim, akıl, iffet, erkeklik, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer hayırlı hasletler kastolunur. Bu sıfatların hiç biri beş duyu ile idrâk olunmaz. Ancak bâtınî basiretin nûruyla idrâk edilir. Bu güzel hasletlerin hepsi mahbubdur. Bunlarla sıfatlı bulunan kimse de sıfatlarını tanıyan kimsenin nezdinde tabii olarak mahbubdur. Bunun ve durumun böyle olmasının alâmeti (şudur) : Tabiatlar peygamberleri, sahabîleri sevmek üzere yaratılmıştır. Oysa tabiatlar onları görmemiştir.
Hatta tabiatlar, mezheb sahibi olan İmâm-ı Şâfiî, İmâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik ve diğerlerini sevmektedir. Hatta kişi mezheb sahibini bazen aşık olacak derecede sever. Bu aşırı sevgi onu bütün servetini o mezhebin yayılması yolunda sarfetmeye zorlar. İmamına ta'neden bir kimseyi, canını tehlikeye atarcasına önlemeye çalışır. Mezheblerin sahiplerine yardım yolunda nice kanlar akıtılmıştır. Keşke Şâfiî'yi seven bir kimsenin niçin sevdiğini bilseydim! Oysa hiçbir zaman onun suretini görmemiştir. Eğer onu görseydi, belki de Şâfiî'nin zâhiri görünüşünü beğenmezdi. Bu bakımdan kendisini ifrat derecede sevmeye teşvik eden güzellik, Şâfiî'nin zahirî güzelliği değil, iç suretinin güzelliğidir; zira Şâfiî'nin zahirî sureti toprakla beraber toprak olmuştur. Kişi ancak onu din, takvâ, bol ilim, dinin ince noktalarını kapsamak gibi şeriat ilmini ifade etmesinden meydana gelen iç sıfatlarından dolayı sever. Bu hayırları âlemde neşrettiğinden dolayı sever. Onlar ise güzel şeylerdir. Güzellikler ancak basiret nûruyla bilinir. Duyular onları idrâk etmekten âcizdir.
Böylece Hazret-i Ebû Bekir'i (radıyallahü anh) seven, onu başkasından üstün tutan veya Hazret-i Ali'yi seven, onu başkasından üstün tutup kendisi için taassuba kaçan, ancak onları ilim, din, takvâ, kahramanlık, şeref ve benzeri sıfatlarından dolayı sever. Bu bakımdan malumdur ki Hazret-i Ebû Bekir'i seven bir kimse, onun kemiğini, etini, derisini, azalarını ve şeklini sevmez; zira bütün bunlar değişmiş, yok olmuştur. Sadece Hazret-i Ebû Bekir'e 'Sıddîk' dedirten vasıflar kalmıştır, O da güzel sîretin kaynakları olan güzel sıfatlardır. O sıfatların bekasıyla sevgi bâki kalmıştır. Oysa bütün suretler zeval bulmuştur! O sıfatların hepsi işler tedkik edilirse şehvetleri kahretmek suretiyle nefsin onlara gücü yetiyorsa ilim ve kudrete dönüşür. Bu bakımdan bütün hayır işleri bu iki vasıf üzerinde dalbudak salar. Bunlar da hiss ile idrâk edilmez. Onların bedendeki merkezleri atomik bir parçadır. Bu bakımdan esasında sevilen o noktadır. Parçalanmayı kabul etmeyecek derecede küçük olan bir parçanın şekli ve gözle görülecek rengi tasavvur olunamaz ki göründüğü için sevildiği iddia edilsin. Durum bu ise güzellik, bir insanın gidişatında mevcuttur.
Eğer güzel gidişat ilimsiz ve basiretsiz meydana gelirse, sevgiyi gerektirmez. Bu bakımdan sevilen bir insanın sevilmesi güzel gidişatından kaynaklanır. Bunlar da övülen ahlâklar, şerefli faziletlerdir. Bütün bunlar, ilmin ve kudretin kemâline dönüşür. Bu ise, tabii olarak sevilir. Oysa duyularla idrâk olunmaktadır. Hatta aklı yetmeyen bir çocuğa gaib veya hazır, diri veya ölü olan birini sevdirmek istediğimizde bu isteğimizi tahakkuk ettirmekte bir tek yol vardır. O da sevdirmek istediğimiz insanı kahramanlık, cömertlik, ilim ve diğer güzel ahlâklarla çocuğa empoze etmektir. Çocuk bunların o insanda mevcut olduğuna inandı mı artık onu sevmemek çocuğun elinde değildir.
Ashâb-ı kirâmın sevgisi, Ebû Cehil'in ve İblis'in nefreti, mutlaka bu şekilde yerleştirilmiştir. İnsanlar Hatem-i Tâî'yi cömertlikle, Halid b. Velid'i şecaatla vasıflandırdıklarından dolayı zarurî olarak kalpler onları sever. Oysa bu sevgi hissedilen surete bakmak veya sevenin onlardan almış olduğu bir hazza bakmaktan ileri gelmez. Hatta yeryüzünün bazı bölgelerinde bir kısım sultanların adalet ve doğruluklarına, hayırlı insan olduklarına dair hikâyeler anlatıldığından o sultanın sevgisi, sevenlere bir faydasının dokunma ümidi olmadığı halde, kalplere galebe çalar.
Öyleyse insan sevgisi sadece insana iyilik yapana karşı değildir. Esasında sevilen iyiliktir. Her ne kadar onun iyiliği sevene ulaşmamış olsa bile yine de iyilik yaptığından dolayı sevilir. Çünkü her güzellik sevilir. Suret ise zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısımdır. Hüsn ve cemâl bunların ikisini de kapsamaktadır. Zâhir suretler zahirî gözle idrâk olunur. Bâtın suretler ise, bâtını basiret ile sezilirler, Bu bakımdan bâtın basiretinden mahrum olan bir kimse idrâkten de yoksundur ve bu yönden lezzet almaz, sevmez ve buna meyil de etmez bir yaratılıştadır. Kimde bâtınî basiret, görünen duyulardan daha galip ise, onun bâtinî mânâları sevmesi zâhirî mânâları sevmesinden daha fazladır, Bu bakımdan duvara nakşedilen bir sureti zâhirî güzelliğinden dolayı seven ile iç güzelliğinden dolayı peygamberlerden birini seven arasında büyük fark vardır.
Beşinci Esas
Bu esas seven ile sevilenin arasındaki gizli münasebet hakkındadır; birçok insan arasında birbirlerine karşı sevgi oldukça kuvvetli olur. Oysa bu sevginin kaynağı ne zâhirî bir güzellik, ne de zâhirî bir çıkardır. Ancak sadece ruhî uygunluktur.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Onlardan (ruhlardan) tanışanlar birbirine yakınlık gösterirler. Onlardan tanışmayanlar birbirlerinden kaçarlar!
Biz bunu Allah yolunda sevmeyi zikrederken sohbet adabı kitabında tedkik etmiştik. Çünkü bu da sevgi sebeplerinin acaipliklerindendir. Durum bu olduğuna göre, sevginin kısımları beş sebebe dönüşür. O da insanın kendi varlığını sevmesi, kemâlini, bekâsını sevmesi, varlığının devamına dönüşen hususta ve bekâsına yardım eden yerde kendisine ihsan edeni sevmesi, tehlikeleri kendisinden uzaklaştıranı sevmesi, her ne kadar kendisine iyilik yapmamış ise de iyilik yapanı sevmesidir. İster zâhiri, ister bâtınî suretlerden olsun, güzel olan her şeyi sevmesidir. Kendisi ile arasında bâtında gizli bir münasebet bulunanı sevmesidir. Eğer bütün bu sebepler bir şahısta toplanırsa, şüphesiz ki sevgi katmerleşir. Nitekim bir insan sureten güzel, ahlâken güzel, ilmen kâmil, tedbiren güzel, halka yardımı seven, babasına yardım eden bir evlat ise babasının yanında şüphesiz ki son derece sevimli olur.
Bütün bu hasletlerin bir araya gelmesinden sonra sevgi kuvveti, bu hasletlerin kuvveti nisbetinde olur. Eğer bu sıfatlar kemâl derecelerinin zirvesinde ise, sevgi de şüphesiz derecelerin en yücesinde olur. Bu bakımdan biz şimdilik bütün bu sebeplerden kemâlin, bir arada toplanmasının ancak Allah hakkında düşünülebileceğini beyan edelim ki hakîkat açısından sevgiye Allah'tan başkasının müstehak olmadığı açıklığa kavuşsun!
5. Muhabbeti Lâyık Olan Ancak Allah'tır!
Allah'a nisbet edildiğinden değil de şahsından dolayı başkasını seven bir kimsenin sevgisi cehaletinden ve Allah'ın marifetindeki kusurluluğundan ileri gelir.
Hazret-i Peygamber'i sevmek övülür; zira Allah sevgisinin aynısıdır. Âlimleri ve muttakîleri sevmek de böyledir. Çünkü mahbubun mahbubu mahbubdur. Mahbubun elçisi sevilir. Mahbubun dostu güzeldir. Bütün bunlar esasın sevgisine dönüşür. Onu geçip başkasına varamaz. Bu bakımdan hakîkatte, basiret sahipleri nezdinde Allah'tan başka sevilen ve sevgiye müstehak olan yoktur.
Bunun izahı şöyledir:
Biz daha önce zikrettiğimiz beş sebebe dönüp onların tam olarak Allah hakkında bir araya toplandıklarını beyan edeceğiz. Allah'tan başkalarında ise ancak bu sebeplerin bir tanesi vardır. O sebepler Allah hakkında hakikattir. Allah'tan başkası hakkında onların varlıkları vehim ve hayaldir ve katıksız bir mecazdır. Asla hakikati yoktur. Bu hakîkat anlaşılınca Allah sevgisinin kesinlikle muhal olduğunu hayal eden, aklen ve kalben zayıf olan kimselerin hayalinin tam zıddı her basiret sahibine inkişaf eder ki hakîkatta Allah'tan başkasını sevmemeyi gerektirir.
Birinci Sebep: O, insanın kendi nefsini, bekâsını, kemâlini ve varlığının devamını sevmesi, helâkini, yokluğunu ve eksikliğini çirkin görmesi ve kemâline engel olan şeyleri iyi telâkki etmemesidir. Bu bakımdan bunlar her diri insanın tabiatıdır. Diri olan insandan bu tabiatın ayrılması düşünülemez. Bu ise Allah'ı çok sevmeyi gerektirir; zira nefsini bilen rabbini bilir. Kesinlikle varlığının kendi zatından olmadığını bilir. Zatının varlığı varlığının devamını ve varlığının kemâlini sadece Allah'tan olduğunu bilir. Bu bakımdan kulu yoktan vareden, hayatta bırakan ve onun kemâl sıfatlarını yaratmak suretiyle varlığını ikmâl eden ve buna götüren sebepleri yaratan sebepleri kullanma hidayetini yaratan ancak Allah'tır. Aksi takdirde kul, zatı bakımından, zatından gelen bir varlığa sahip değildir. Aksine kul eğer Allah kendisine lütfetmezse katıksız bir hiçtir. Eğer hayatta bırakmak suretiyle Allah'ın onun üzerindeki fazlı olmazsa, katıksız birşey yoktur.
Allah'ın fazlı olmazsa varlığının akabinde hemen helâk olur. Eğer yaratılışını tekmil etmek suretiyle Allah'ın onun üzerinde fazlı olmazsa varlıktan sonra eksiktir. Kısacası varlıkta kendi nefsiyle kâim olan hiçbir şey yoktur. Sadece Hayy ve Kayyum olan Allah, öyle Allah ki zatıyla kâim olduğu gibi her masivası da onunla kâimdir. Zatının varlığı başkasından istifade olunduğu halde ârif kişi zatını severse, ister istemez varlığını ifade edeni, devam ettireni eğer ona Hâlık, Mûcid, yoktan var edici, hayatta bırakıcı, nefsi ile kâim ve başkasını devam ettirici olarak tanıyorsa sever. Eğer nefsini ve rabbini bilmediğinden dolayı sevmiyorsa, zaten sevgi bilmenin meyvesidir, bilmek olmazsa sevgi de yok olur. Zayıf düşmesiyle zayıf düşer. Kuvvetiyle kuvvet bulur. Bu onun cehaletinden ileri gelir.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Rabbini tanıyan bir kimse, O'nu sever. Dünyayı tanıyan dünyada zâhid olur. İnsanın kendi nefsini sevip de nefsinin varlığı kendisine bağlı bulunan rabbini sevmemesi nasıl düşünülebilir?!' Malumdur ki güneşin hararetiyle yanan bir kimse gölgeyi sevdiğinde, ister istemez gölgenin varlığını temin eden ağaçları sever. Varlık âleminde her ne varsa, Allah'ın kudretine nisbet gibidir; zira hepsi O'nun kudretinin eserleridir. Hepsinin varlığı O'nun varlığına tâbidir. Işığın güneşe, gölgenin ağaca tâbi oluşu gibi. . .
Fakat bu misal, halk tabakasının anlayışlarına nisbeten doğru olabilir. Zira halk tabakası ışığın güneşin eseri olduğunu hayal eder. Güneşten çıktığını, güneşle var olduğunu zanneder. Oysa bu, katıksız bir yanılmadır; zira kalp erbabına, gözlerle görmekten daha açık bir şekilde keşfolunmuştur ki nûr, Allah'ın kudretinden hâsıl olmuştur. Güneş ile kesif cisimler arasında karşılaşma vâki oldu mi Allahü teâlâ o nûru yaratır.
Nitekim güneşin ışığının, şeklinin sûretinin ve kendisinin de Allah'ın kudretinden hâsıl olduğu gibi. . . Fakat misallerden gaye davayı anlatmaktır. Bu bakımdan misallerde hakîkat aranmaz. Durum bu olduğu zaman eğer insanın nefsini sevmesi zarurî ise, nefsinin varlığını önce meydana getirip sonra devam ettiren, aslında, sıfatında, zâhirinde, bâtınında cevher ve arazlarında, varlığı kendisine bağlı bulunan bir zatı da eğer o zatı bu şekilde tanımış ise ister istemez sevmesi gerekir. Kim bu sevgiden uzak ise, bu kimse nefsiyle ve şehvetleriyle meşgul olur, rabbinden gâfil bulunduğundan yaratanını gereği gibi tanımaz, sadece şehvetlerine ve duygularının kapsamına giren şeylere bakar. O da hayvanların nimetlenmekte ve genişliğinden istifade etmekte kendisine ortak oldukları şehadet âlemidir.
Melekût âlemi ise, böyle değildir. Öyle melekût âlemi ki meleklere yaklaşanlar hariç, onun yerine kimse tarafından ayak basılmaz kişi bu âlemde sıfatlarında meleklere ne derece yakınsa, o nisbette bakabilir. Hayvanların derecesine ne kadar inmişse, o nisbette mahrum olur.
İkinci Sebep: Kişinin kendisine iyilik yapanı sevmesidir. Kendisine malen yardım eden, konuşmasıyla lütûfkâr davranan, yardımıyla kendisine destek veren, kendisinin yardımına ve düşmanlarının yok olmasına koşan, şerirlerin şerrini kendisinden uzaklaştırmaya kalkışan, gerek nefsi hakkında, gerek evlat ve akrabaları hakkında olsun, bütün istek ve hedeflerine vesile teşkil eden kimseyi sevmesidir. Böyle bir kimse, kişi nezdinde şüphesiz sevilir. İşte bu sebep de Allah'dan başkasını sevmemesini gerektirir. Çünkü eğer şahıs, hakkıyla Allah'ı tanımış olursa, kendisine iyilik yapanın sadece Allah olduğu bilir.
Allahü teâlâ'nın bütün kullarına yapmış olduğu iyiliklerin çeşitlerine gelince, onları saymam mümkün değildir; zira hiçbir kimsenin hesap mahareti onları toplayamaz.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız bitiremezsiniz. (Nahl/18)
Şükür Kitabı'nda bunun bir kısmına işaret etmiştik. Şimdi ise, sadece insanlardan gelen ihsanın, mecazî olarak tasavvur olunabileceğinin beyanı üzerinde duracağız. İhsan edenin sadece Allah olduğunu beyan edeceğiz. Biz bütün hazineleriyle sana nimet veren ve bütün hazinelerini emrine veren, istediğin şekilde sarfetme yetkisini sana bahşeden bir kimse farzedelim. Muhakkak ki sen, bu ihsanın bu kimseden geldiğini zannedersin. Oysa bu zannın yanlıştır; zira bu kimsenin ihsanı kendi nefsi, malı ve mala olan kudreti ve malını sana sarfetmeye kendisini sevkeden kuvvetle tamamlanır. O halde onu yaratan, malını, kudretini yaratan, iradesini ve teşvikçi kuvvetini halkeden kimdir? Seni ona sevdiren kim? Onun yüzünü sana çeviren kimdir? Dininin ve dünyasının ıslahının sana yardım etmesinde olduğunu onun kalbine atan kimdir? Eğer bütün bunlar olmasaydı o, malından, bir tane dahi sana vermezdi. Ne zaman ki Allah onun kalbini harekete geçiren şeyleri ona musallat kılıp onun nefsinde 'dininin ve dünyasının salâhının malını sana vermesinde olduğu' hakikatini takarrur ettirdi, o, malını sana teslim etmeye mecbur kaldı. O ona muhalefet edemez. Öyle ise, iyilik yapan, onu sana mecbur edip musahhar kılan zattır. Onu iyilik yapmaya zorlayan faktörleri musallat kılan kuvvet sahibidir. Onun eli ise bir vasıtadır. Onunla Allah'ın ihsanını sana ulaştırır. El sahibi burada mecburdur. Tıpkı su yolunun suyun akışına uymaya mecbur olduğu gibi. . .
Eğer onu iyilik yapmış sayar veya kendiliğinden iyilik yaptığını zannedip ona teşekkür edersen, sadece vasıta olduğu için ona teşekkür etmezsen bu, işin hakikatini bilmez bir kişisin demektir! Zira İnsan oğlunun iyilik yapması, ancak kendi nefsi için tasavvur edilebilir. Başkasına iyilik yapması ise muhaldir; zira İnsan oğlu malını, ancak bir gayesi varsa, başkasına verir. O hedef ya gelecekte olur ki bu sevaptır. Yahut da derhal tahakkuk eder ki bu da minnet ve kişiyi teshir etmektir veya övülmesi veya şöhretinin yayılmasıdır, cömertlikle meşhur olup ün salmaktır veya halkın kalbini kendisine itaat etmeye cezbetmektir.
Nasıl ki insan, malını bir yararı olmadığı için denize atmıyorsa tıpkı onun gibi bir insanın eline de ancak bir hedef ve bir gayesi olursa malı verir. Onun, malını vermesi gayesine ulaşmak içindir. Sen ise, onun maksudu değilsin. Senin elin, almakta alettir ki hedefi olan anılması, övülmesi, teşekkür alması veya sevabdar olması hâsıl olsun. Bu bakımdan o, kendi hedefine varmak için seni, malı almak hususunda kullanmıştır. Öyleyse o kendi nefsine iyilik yapmıştır. Vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde maldan daha kıymetli olan bir şey almıştır. Eğer o nasip onun yanında daha kıymetli olmasaydı asla senin için malını vermezdi. Bu bakımdan o, şükür ve sevgiye iki yönden müstehak değildir. O vecihlerden biri şudur:
Allah'ın harekete geçirici sebepleri ona musallat kılması suretiyle yardım etmeye mecbur olmuştur ve muhalefet etmeye gücü yoktur. Bu bakımdan o, emîrin hazinedarı gibidir; zira hazinedar emîrin hiratini, ikrama mazhar olan bu kimseye verdiğinde ihsan edici olarak görünmez. Çünkü bu ikram emir tarafından gelmiştir. Hazinedar itaat etmeye mecburdur. Onun emrini yerine getirmeye mecbur olduğu gibi, kendisine muhalefet edemez. Eğer emîr onu kendi keyfine bırakırsa o malı emîrin lûtfuna mazhar olan kimseye vermez. İşte her ihsan eden kimse de böyledir. Eğer Allah onları nefisleriyle başbaşa bırakırsa, onlar o maldan bir kuruş dahi kimseye vermezler. Allahü teâlâ ona harekete geçirici kuvvetleri musallat edince, onun kalbine din ve dünya bakımından nasibinin o malı vermekte olduğunu yerleştirince onu verir. İkincisi kişi vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde verilen maldan daha yararlı ve daha sevimli bir şey almış olur.
Nasıl ki satıcı karşılığında malını verdiğinde ve karşılığında daha sevimlisini aldığından ihsan edici değilse, aynen onun gibi hibe eden de hibesinin karşılığı olarak sevap veya övülme veya başka bir bedel almıştır. Karşılığın bir mal olması şart değildir. Nasibler öyle bedellerdir ki onlara nisbeten aynlar pek değersiz kalır. Bu bakımdan ihsan cömertliktedir. Cömertlik ise, karşılıksız ve verene bir pay olmaksızın verilen maldır. Bu ise, Allah'tan başkası için muhaldir.
Bu bakımdan âlemlere ihsan olsun diye nimet veren Allah'tır. Bu nimeti bir hedef ve gayeden ötürü değil, karşılıksız olarak âlemlere veren O'dur; zira O, garezleri ve hedefleri gözetmekten yücedir. Bu bakımdan O'ndan başkası hakkında cömertlik ve ihsan lâfzını kullanmak yalan veya mecazdır. Bu lâfzın O'ndan başkası için mânâsı muhaldir ve siyah ile beyazın bir arada bulunmasının imkânsız olduğu gibi imkânsızdır. Öyleyse cömertlik, ihsan, vergi ve nimet etmekte münferid olan ancak O'dur. Eğer tabiatta ihsan edenin sevgisi varsa, arifin Allah'tan başkasını sevmemesi gerekir; zira O'ndan başkasından ihsanın gelmesi muhaldir. Bu bakımdan O tek olduğu için bu sevgiye müstehak olanın ta kendisidir. O'ndan başkası ise, ihsanın mânâ ve hakîkatini bilmemek şartıyla ihsandan dolayı sevilmeye müstehak olur.
Üçüncü Sebep: Senin esasında ihsan ediciyi sevmendir. Her ne kadar onun ihsanı sana varmamış ise de. . . Böyle bir sevgi tabiatlarda mevcuttur. Çünkü senin kulağına uzak bir ülkede de olsa âbid, âdil, âlim, halka şefkat gösteren, lütûfkâr, mütevazi bir sultanın haberi gelse, aynı zamanda zâlim, mütekebbir, fâsık, haysiyetsiz, bir sultanın haberi de gelse, kalbinde bu ikisinin arasında bir fark görüsün; zira kalbinde birincisine karşı sevgi denilen bir meylin olduğunu hissedersin! Zira sen birincisinin hayrından ümitsiz, ikincisinin şerrinden de eminsindir. Çünkü onların memleketlerine gitme ümidi sende yoktur. İşte bu, sadece iyilik yapanın iyilik yapmasından dolayı sevilmesidir. Yoksa sana iyilik yapması bakımından değildir.
Bu sebep de Allah'ı sevmeyi gerektirir. Allah'tan başkasının hiçbir suretle sevilmemesini gerektirir. Allah'tan başkası ancak bir sebeple Allah'a bağlı bulunduğundan dolayı sevilir; zira bütün insanlara iyilik yapan Allah'dır. Önce yaratmak suretiyle bütün insanlara ikramda bulunmuştur. İkinci olarak zarurî azalar ve sebeplerini tamamlamak suretiyle, üçüncü olarak ihtiyaçlarının sebeplerini yaratmak suretiyle nimetlendirme ve refaha kavuşturmakla onlara ikramda bulunmuştur. Her ne kadar bu sebepler zarurî ve zorunlu değilseler de. . . Dördüncüsü onları güzel meziyetler, zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde zînet olan fazlalıklarla süslemek suretiyle ihsanda bulunmasıdır. Azalardan zarurînin misali; baş, kalp, böbreklerdir. Kendisine ihtiyaç olanın misali ise; göz, el, ayaklardır. Süsün misali ise kaşların kavisli, dudakların kırmızı, gözlerin badem renginde olmasıdır. Bunlardan başka nice âza vardır ki eğer yok olursa, onunla bir ihtiyaç eksik kalmaz. Ancak şekil bozulur. İnsan bedeninin haricinde bulunan nimetlerden zarurî olanın misali, su ve gıdadır. İhtiyacın misali ilâçlar, et ve meyvelerdir. Meziyet ve fazlalıkların misali; ağaçların yeşilliği, çiçeklerin ve ışıkların şekillerinin güzelliği, meyvelerin ve yokluğuyla ne bir ihtiyacın ve ne de bir zaruretin bozulmadığı yemeklerin lezzetleridir. Bu üç kısım her hayvan, her bitki için, hatta arşın zirvesinden toprağın altına kadar bütün mahlukat sınıfları için mevcuttur. Madem ki durum budur, o halde iyilik yapan O'dur. Öyleyse O'ndan başkası nasıl iyilik yapan olur? Oysa, zâhirde, iyilik yapanlar, O'nun kudret iyiliklerinden bir iyiliktir. Zira O güzelliğin, iyilik yapanın, iyiliğin ve iyilik sebeplerinin yaratanıdır. Bu nedenle O'ndan başkasını sevmek katıksız bir cehalettir. Kim Allah'ı tanırsa, bu nedenle Allah'tan başkasını sevmez.
Dördüncü Sebep: Güzelliğin zatından dolayı her güzeli sevmektir. Bu sevgi, güzelliğin ötesinde bulunan bir nasip elde etmek için değildir. Biz bunun tabiatlarda bir yaratılış olduğunu belirttik. Belirttik ki güzellik, gözle görünen zâhirî suretin güzelliği ile basiretin nûru ve kalbin gözüyle idrâk olunan bâtınî suretin güzelliğine bölünsün. Birinci kısmını çocuklar ve hayvanlar (bile) idrâk eder. İkinci kısmını idrâk etmek ise sadece basiret sahiplerine mahsustur. Orada, dünya hayatının görünür tarafından başkasını bilmeyenler basiret sahiplerinin ortağı olamaz. Her güzellik, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevimlidir. Eğer kalben idrâk edilirse, kalbin mahbubudur. Müşahede hususunda bunun misali, peygamberlerin, âlimlerin ve güzel ahlâklıların ve Allah'ı razı eden fazilet sahiplerinin sevgisidir; zira bu sevgi, yüz ve diğer azalar güzel olmadığı halde düşünülebilir.
Bâtınî suretin güzelliğinden kastolunan da budur. Zâhirî duyular ise, bunu idrâk etmez. Evet! Bu ancak kendisinden sâdır olan ve kendisine delalet eden eserlerinin güzelliğiyle idrâk olunur. Hatta kalp bunu idrâk etti mi buna meyledip bunu sever.
Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'i veya Hazret-i Ebû Bekir'i veya İmâm-ı Şâfiî'yi seven bir kimse, onları zâhiri güzelliğinden dolayı sevmez. Bu sevgi onların fiillerinin güzelliği içindir. Bilakis fiillerinin güzelliği fiillerin kaynağı olan sıfatların güzelliğine delâlet eder; zira fiiller o sıfatlardan çıkıp onlara delâlet eder. Bu bakımdan kim musannifin (yazarın) tasnifinin güzelliğini, şairin şiirinin güzelliğini, nakkaşın güzel nakışını, ustanın güzel binasını görürse, bu fiillerden onun bâtınî sıfatları inkişaf eder! O sıfatlar kısaca tedkik edildiğinde ilim ve kudrete dönüşür. Sonra malum ne kadar şerefli ve güzellik bakımından ne kadar tamam olursa, ilim ondan daha şerefli ve daha güzel olur. Bunun gibi makdûr ne kadar mertebe bakımından büyük ve derece bakımından yüksek olursa, o makdûru meydana getiren kudret, mertebece daha büyük, kıymetçe daha şerefli olur. Bilinenlerin en kıymetlisi Allahü teâlâ'dır. Bu bakımdan şüphe yoktur ki ilimlerin en güzeli ve en şereflisi Allah'ın marifetidir. Allah'a yakın olan ve Allah'ın özelliği olan şeyler de böyledir. Bu bakımdan ilmin şerefi Allah ile ilgilenmesi nisbetindedir. Durum bu olduğuna göre kendilerini tabii olarak kalplerin sevdiği sıddîkların sıfatının cemâli üç şeye dönüşür:
1. Onların Allah'ı, melekleri, kitabları, peygamberleri ve peygamberlerinin şeriatlarını bilmeleri.
2. Nefislerini ve Allah'ın kullarını irşad ve siyasetle ıslah etmeye kudretlerinin yetmesi.
3. Rezaletlerden, çirkinliklerden, hayır yollarından çeviripşerrin yoluna cezbedici serkeş şehvetlerden uzak bulunmaları.
İşte bu ahlâkla peygamberler, âlimler, halifeler, adalet ve cömertlik ehli olan devlet başkanları sevilirler. Bunları Allah'ın sıfatlarına nisbet et! İlme gelince, geçmiş ve geleceklerin ilmi, herşeyi sonsuz bir şekilde kapsayan ve kapsamından göklerde ve yerde miskal-i zerre kadar birşey hariç bulunmayan ilâhî ilme nisbet edilirse, ne kıymeti vardır!
Size ilimden ancak az birşey verilmiştir. (İsrâ/85)
Yer ve gök ehli bir araya gelip Allah'ın ilmini ve hikmetini, bir karıncayı veya bir sivrisineği yaratmaktaki tafsilatı ihata etmeye çalışsalar onun binde birine muttali olamazlar. O'nun ilminden ancak O'nun dilediğini elde ederler. O az miktar bile bütün mahlukâta yetmiştir ve O'nun öğretmesi ile öğrenmişlerdir.
İnsanı yarattı! Ona beyanı öğretti. (Rahman/3-4)
Eğer ilmin güzelliği ve şerefi sevilen birşey ise ve ilim de âlim için bir süs ve zînet ise bu takdirde, Allah'tan başkasının sevilmemesi gerekir. Bu bakımdan âlimlerin ilimleri Allah'ın ilmine nisbeten cehalettir. Zamanının en âlimini ve zamanının en cahilini bilen bir kimsenin ilminden dolayı en cahili sevip en âlimi terketmesi muhaldir. Her ne kadar cahil az da olsa maişetinin ilminden uzak değilse de. . . Allah'ın ilmi ile mahlukâtın ilmi arasındaki fark, mahlukların en âlimi ile en cahili arasındaki farktan daha fazladır; zira en âlim en cahilden ancak sayılı ilimlerden fazla olur ki en cahilin de çalışmak sayesinde o ilme yetişmesi düşünülebilir. Oysa Allahü teâlâ'nın ilminin bütün mahlukâtın ilminden üstünlüğü, huduttan hariçtir, yani sonsuzdur; zira Allah'ın malumatının nihayeti yoktur. Mahlukâtın malumatının ise sonu vardır.
Kudret sıfatına gelince, o da kemâldir. Bu bakımdan her kemâl berraklık, azamet cömertlik ve istila mahbubdur. Onu idrâk etmek lezzetlidir. Hatta insan, hikâyede, Hazret-i Ali ve Hazret-i Halid'in (radıyallahü anh) şecaatini ve diğer İslâm kahramanlarının şecaatlerini, kudret ve akranlarını mağlup etmelerini dinlerken kalbinde bir kıpırdama, sevgi, zarurî bir rahatlık hisseder. Bu onları görmediği halde böyledir. Bir de onları görseydi kimbilir nasıl olurdu! Demek ki bu, kendisi ile muttasıf bulunan bir kimsenin sevgisini, ister istemez kalpte meydana getirir; zira bu da bir nevi kemâldir.
Bu bakımdan şimdilik bütün mahlukâtın kudretini Allah'ın kudretine nisbet et! Acaba şahısların kuvvet bakımından en büyüğü, mülk bakımından en geniş mülke sahip olanı, öldürmekte en kuvvetlisi, şehvetleri mağlup etmekte en muktediri, nefsin habisliklerini en fazla yok edeni, nefsinin ve başkasının siyasetine en doğru ve toplu şekilde sahip olanın kudretinin hududu nereye kadardır? Oysa onun gayesi ancak nefsinin bazı sıfatlarına ve bazı işlerde de bazı insanlara güç yetirmektir. O bununla beraber ne nefsi için ölüm, ne hayat, ne kabirden kalkma, ne zarar ve ne de fayda sağlayabilir.
Gözünü körlükten korumaya, dilini konuşamamaktan, kulağını sağırlıktan ve bedenini hastalıktan korumaya gücü yetmez. O, nefsinde ve gayrisinde bulunan ve güç yetirmediği şeyleri saymaya bile muhtaçtır ki bunlar da yaklaşık olarak onun kudretinin ilgilendiği şeylerdir. O, bu kudretiyle münasebeti olmayan göklerin meleklerini, yıldızlarını, yer, dağ, deniz, rüzgâr, şimşek, maden, bitki, hayvan ve bütün parçalarını nasıl sayabilir. Oysa bunların tek bir zerresine bile onun kudreti yetmez. Nefsinde ve başkasında kullandığı güç de onun nefsinden ve onun nefsi ile değildir. O gücün kudretini ve sebeplerini yaratan Allah'tır. Ona o imkânı bahşeden Odur. Eğer O, bir sivrisineği, en büyük sultana veya en kuvvetli hayvana musallat kılarsa, sivrisinek onu derhal öldürebilir. Bu bakımdan kul için, mevlâsının verdiği imkân mevcut olmazsa, kudret sözkonusu değildir.
Nitekim yeryüzünün en büyük sultanı olan Zülkarneyn hakkında şöyle buyurduğu gibi:
Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık. (Kehf/84)
Zülkarneyn'in bütün mülkü ve saltanatı ancak Allahü teâlâ'nın kendisini yerin bir bölgesinde yerleştirmesine bağlıdır, Oysa yeryüzünün tümü, âlemin cisimlerine nisbeten topraktır. İnsanların yeryüzünden aldıkları bütün yöneticilikler o topraktan bir tozdur. Sonra o toz da Allah'ın fazlından ve imkân sağlamasından gelir.
Bu bakımdan Allah'ın kullarından birini kudretinden, siyasetinden ve istilâsından, kuvvetinin kemâlinden sevip de bunlardan dolayı Allah'ı sevmemesi muhaldir. Kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah ile temin edilir. Bu bakımdan Cebbâr, Kahir, Âlim ve Kadir O'dur! Gökler O'nun sağ elinde dürülmüştür. Yer ve onun üzerinde yaşayanlar O'nun kabzasındadır. Bütün mahlukâtın perçemi, O'nun kudretinin kabzasındadır. Onları helâk ederse, O'nun mülkünden zerre kadar eksilmez. Onların benzerlerini bin defa yapmak onu yormaz. Onları yoktan var etmekte kendisine bir gevşeklik dokunmaz.
Bu bakımdan herhangi bir kudret ve kudret sahibi yoktur ki O'nun kudretinin eserlerinden bir eser olmasın. Öyleyse güzellik, parlaklık, azamet, kibriya, kahr ve istila O'nundur. Evet sadece O'nundur. Eğer kemâl-i kudretinden dolayı bir kâdirin sevilmesi düşünülürse O'ndan başkası asla kemâl-i kudretinden dolayı sevgiye müstehak olmaz! Ayıp ve eksikliklerden münezzeh olma, rezalet ve çirkinliklerden mukaddes bulunma sıfatına gelince, o da muhabbeti gerektiren faktörlerden biridir, bâtınî surette güzellik ve cemâlin istekçilerinden biridir. Peygamber ve sıddîklar her ne kadar ayıp ve çirkinliklerden münezzeh iseler de, yine de mutlak mânâda tekaddüs ve tenezzühün kemâli ancak Bir, Hak, Sultan, Kuddûs, Celâl ve İkram sahibi olan Allah için düşünülür. Bütün mahluklar eksiklik ve noksanlıklardan uzak değildir. Aksine mahlukun aciz, müsahhar ve mecbur oluşu ayıp ve eksikliğin ta kendisidir.
Bu bakımdan kemâl bir olduğu halde Allah'ındır. O'nun gayrisine ancak O'nun verdiği nisbette kemâl vardır. Kemâlin nihayetiyle başkasına nimet vermek kudret dahilinde değildir. Çünkü kemâlin müntehasının en az derecesi başkasının müsahhar bir kölesi olmaması, başkasından kuvvet almamasıdır. Oysa böyle olmamak Allah'tan başkası hakkında muhaldir. Bu bakımdan kemâlle münferit, eksiklikten münezzeh, ayıplardan mukaddes bulunan ancak Allah'tır. O'nun eksikliklerden mukaddes ve münezzeh olmasının beyanı oldukça uzar ve mükâşefe ilimlerinin esrarındandır.
Bu bakımdan biz onu zikretmekle sözü uzatmayacağız. O halde bu vasıf eğer sevilen bir kemâl ve cemâl ise, onun da bu hakikati ancak Allah için tamamlanır. Allah'tan gayrisinin kemâl ve kenezzühü mutlak değildir. Sadece kendisinden daha eksik olana nisbetendir.
Nitekim atın merkebe, insanın da ata nisbeten kemâli olduğu gibi. . . Eksikliğin aslı hepsini kaplamaktadır. Onlar ancak eksiklik derecelerinde çeşitli ve farklıdırlar. Durum bu olduğu zaman güzel sevilir. Mutlak güzel ise ancak bir olan Allah'tır. Öyle Allah ki benzeri yoktur. O biricik Allah ki zıddı yoktur. Kendisiyle boy ölçüşen biri olmayan Samed'dir. Hiç kimseye ihtiyacı olmayan Gani'dir. Dilediğini yapan, irade ettiğine hükmeden, hükmünün önüne geçilemeyen Kâdir'dir. İlminden gökler ve yerde bir zerre dahi hariç bulunmayan Alîm'dir. Kabza-i kudretinden diktatörlerin, satvet ve kuvvetinden kayserlerin boynu kurtulmayan Kâhir'dir. Varlığının evveli olmayan ezelîdir.
Bekâsının sonu olmayan ebedî'dir. Yokluğun imkânı huzurunun etrafında dolaşmayan varlığı zarurî olandır. Kendi, nefsiyle kâim olan ve her mevcudâtın kendisiyle kâim olduğu Kayyûm'dur. Göklerin ve yerin Cebbâr'ı, cansızların, canlıların ve bitkilerin yaratanıdır. Öyle Allah ki izzet ve ceberrûtla muttasıf, mülk ve melekût'da mütevahhiddir (ikisi de sadece O'nundur) . Fazilet ve celâlin, revnak ve cemâlin, kudret ve kemâlin sahibidir. Öyle bir sahip ki O'nun celâlinin marifetinde akıllar şaşkına dönmüştür. O'nun vasfında diller konuşamaz olmuştur. Öyle Allah ki âriflerin kemâli marifetleri, O'nun marifetinden aciz olduklarını itiraf etmektir. Peygamberlerin peygamberliğinin zirvesi O'nun vasfını yapmaktan kusurluluğunu ikrar etmeleridir. Nitekim peygamberlerin efendisi şöyle buyurmuştur:
Sen münezzehsin, kendi nefsini övdüğün gibi, seni övmeye gücüm yetmez. 10
Sıddîkların efendisi Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İdrâkin derkinden aciz olmak idrâktir'. Halk için marifetine marifetinden aciz olmalarından başka herhangi bir yol kılmayan Allah ortaktan münezzehtir. Madem ki durum budur, keşke bilseydim Allah'ın sevgisinin hakiki olarak mümkün olmasını inkâr edip de bunu mecazi kılan bir kimse acaba bu saydığımız sıfatların, güzellik ve övgü sıfatlarından olmalarını mı inkâr ediyor veya Allahü teâlâ'nın bu sıfatlarla muttasıf olmasını mı veyahut da kemâl, cemâl ve azametini idrâk edenin katında tabii olarak sevildiğini mi inkâr ediyor?
Basireti kör olanların gözlerinden cemâl ve celâlini perdeleyen Allah ortaktan münezzehtir. Ancak ezelde iyi neticeye mazhar olan kimseler için cemâli görünmektedir. O kimseler ki perde ateşinden uzaklaştırılmışlardır. Zarar edenleri körlük karanlıkları içerisinde şaşkın bir şekilde dolaşmaya bırakmıştır. Onlar hissedilenler ve hayvanî şehvetlerin otlaklarında dolaşıp dururlar! Dünya hayatından görünür tarafı bilirler, âhiretten ise gafildirler. Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler. Bu sebeple olan sevgi, ihsandan ötürü olan sevgiden daha kuvvetlidir; zira ihsan artar ve eksilir.
Allahü teâlâ Dâvud'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Katımda sevilenlerin en sevimlisi o kimsedir ki vergisiz bana ibadet eder. Onun ibadeti bir karşılıktan dolayı değil, rubûbiyetin hakkını yerine getirmek içindir!'
Zebûr'da şöyle vârid olmuştur: 'Bana cennet veya cehennem için ibadet edenden daha zâlim bir kimse var mıdır? Eğer ben ne cenneti, ne cehennemi yaratmasaydım acaba itaat olunmaya lâyık değil miydim?'
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) , bir grup âbidin yanından geçti. Zayıf ve naif düştüklerini görünce şöyle sordu: 'Bu haliniz nedir?' Onlar 'Biz ateşten korkar, cenneti ümit ederiz' dediler, Hazret-i Îsa onlara 'Siz bir mahluktan korkuyor, bir mahluktan da ümit ediyorsunuz!' dedi. Başka bir grubun yanından geçerken hallerini sordu. Onlar 'Biz Allah'ı sevdiğimizden ve celâlini tazim ettiğimizden dolayı ibadet ediyoruz' dediler. Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) onlara 'Allah'ın hakîki velî kulları sizsiniz. Sizinle beraber kalmakla emrolundum' dedi.
Ebû Hâzim11 şöyle demiştir: 'Ben Allah'a sevabın ümidi veya ikabın korkusu için ibadet etmekten utanıyorum. Çünkü bu takdirde efendisine karşı asi olan bir köle gibi olurum ki o köle efendisinden korkmazsa çalışmaz'.
Haberde şöyle vârid olmuştur:
Sakın hiç biriniz kötü amele gibi olmayınız ki ona ücreti verilmezse ve korkmazsa çalışmaz.
Beşinci Sebep: Sevginin beşinci sebebine gelince, bu sebep, seven ile sevilen arasındaki uygunluk ve benzerliklerdir. Çünkü benzeri kendisine çekici gelir. Şeklin şekle meyli daha fazladır. Çocuğun çocuğa, büyüğün büyüğe, kuşun kendi türüne yakınlık gösterdiğini ve kendi türünden olmayan şeylerden kaçtığını görürsün. . . Âlimin âlime, sanatçıdan daha fazla ünsiyet ettiğini, marangozun çiftçiden daha fazla marangoza ülfiyet ettiğini görürsün. Bu tecrübenin şahidliğiyle perçinleşen bir hakikattir. Haber ve eserler de daha önce Sohbet Adabı ve Allah yolunda kardeş olma bölümünde geçtiği gibi bunun böyle olmasına şehadet ederler. Münasebet bazen zahirî bir mânâda olur. Çocukluk mânâsında çocuğun çocukla olan münasebeti gibi. . . Bazen de güzelliğin mülahazası veya mal veyahut herhangi bir hususta bir tamahkârlığın mülahazası olmaksızın iki şahıs arasında gördüğün birleşme gibi. . .
Nitekim Allah'ın yüce rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Ruhlar donatılmış askerlerdir. Onlardan tanışanlar birbirleriyle anlaşırlar. Onlardan tanışmayanlar anlaşamazlar.
Bu bakımdan, burada tanışmak birbirine uygun olmak, tanışmamak da ikisinin arasında zıddiyet demektir. Bu sebep de bâtınî bir münasebetten ötürü Allah sevgisini iktiza eder ki o bâtınî münasebet, şekillerdeki benzerliğe dönüşmez. Aksine bâtınî olan birtakım mânâlara dönüşür ki onların bazısını kitablarda zikretmek caiz, bazısının yazılması caiz değildir. Bu ikinci kısım gayret perdesinin altında bırakılır ki hak yolun yolcuları sülûk şartını tekamül ettirdikleri zaman, ona muttali olsunlar. Burada zikredilen yakınlık kulun sıfatlarla rabbine olan yakınlığıdır. O sıfatlar ki onlardan rubûbiyet ahlâkıyla ahlâklanması emredilmiş, 'Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın!' denilmiştir. Bu da ulûhiyyet sıfatlarından olan ilim, iyilik, ihsan, lütûf, başkasına hayır yapmak, merhamet etmek, halk için nasihat etmek, halkı hakikate irşad ve bâtıldan alıkoymak ve şeriatın diğer güzel şeylerinden oluşan ilâhîsıfatlardan olan güzel sıfatları elde etmektir. Bu bakımdan bu sıfatların hepsi, insanı Allah'a yaklaştırır. Bu yaklaşma, mekân olarak Allah'a yaklaşma değildir. Sıfatlarla yaklaşma mânâsındadır. Kitablarda yazılması caiz olmayan ve İnsan oğlunun özelliği olan münasebete gelince, bu münasebete şu ayetle işaret edilmiştir:
Sana ruh'tan (ruh'un hakikatinden) sorarlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir!' (İsrâ/85)
Zira Allahü teâlâ bu ayette 'Ruhun rabbanî bir emir, beşer aklının hududunun haricinde olan birşey' olduğunu beyan buyurmuştur.
Ben onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın! (Hicr/29)
Allahü teâlâ, melekleri ona secde ettirmiştir.
Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık! (Sâd/26)
Zira Âdem (aleyhisselâm) Allah'ın halifeliğine ancak o münasebetle müstehak olmuştur. Bunu Hazret-i Peygamberin şu hadîsi remzetmektedir.
Allahü teâlâ Âdem'i, sureti üzerine yaratmıştır.
Hatta eksik olanlar zannettiler ki duyularla idrâk edilen şu zâhir suretten başka bir suret yoktur. Bu bakımdan bunlar Allahü teâlâ'yı başka şeylere benzettiler (!) Cisim telâkki ettiler ve suret çizdiler. (Oysa) âlemlerin rabbi olan Allah, cahillerin dediğinden büyük bir yücelikle yüce ve münezzehtir. Allahü teâlâ'nın hadîs-i kudsîde Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) olan sözü buna işarettir: 'Hasta oldum, beni ziyaret etmedin!' Musa 'Yârab! Bu nasıl olur?' dedi. Allahü teâlâ 'Filan kulum hasta düştü de onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin onun yanında beni bulurdun' dedi. 12
Bu münasebet ancak farzları tam mânâsıyla edâ ettikten sonra nafile ibadetlere devam etmek suretiyle ortaya çıkar. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
Kul nafile ibadet yapmak suretiyle bana yaklaşır. Öyle ki onu severim. Onu sevdiğim zaman duyan kulağı, gören gözü ve konuşan dili olurum. 13
Bu konu öyle bir konudur ki burada kalemin dizginini çekmek gerekir; zira insanlar burada hiziplere ayrılmışlardır. Zâhirî teşbihe meyledenlerin hizbi, münasebet hududunu aşıp da ittihad (kul ile Allah'ı birleştirme) hududuna varan ifratçılar zümresi hulûl'e kail olmuşlardır.
Hatta bazıları Ene'l-Hak (Ben Hakkın kendisiyim) demiştir. Hristiyanlar Îsa (aleyhisselâm) hakkında dalâlete sapıp 'Îsa Allah'tır!' dediler. Başkaları da Nâsût'a (beşere) lâhût'un kaftanını giydirdi. Başkaları da 'onunla birleşti' dedi. Haşa Allah bütün bunlardan uzaktır. Kendilerine teşbih ve temsilin, ittihad ve hulûlün muhal olması görünmekle beraber kendilerine sırrın hakikati görünenler ise çok azdır.
Ebû Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nûri14 bu makamdan bakıyordu; zira şair şu şiirini ona okuduğunda vecde kapıldı: 'Durmadan senin sevginden bir konağa iniyorum ki akıllar onun inişi hakkında şaşkına dönerler!' Ebû Hasan, durmadan bu aşk içinde üstleri kesilmiş, kökleri kalmış, kamış sazlıkta iki ayağı parçalanıp şişinceye kadar döndü ve bu yaralardan dolayı bilâhere vefat etti. İşte bu, sevgi sebeplerinin en büyüğü, en kuvvetlisi, en az bulunanı, en uzağı ve varlık bakımından en azıdır. İşte buraya kadar söylediklerimiz sevgi sebeplerinden malum olanlardır. Bunun hepsi mecazen değil hakîkaten, derecelerin en azında değil, en yücesinde Allah'ın hakkında sırt sırta vermişlerdir.
Bu bakımdan basîret sahiplerinin nezdinde makul ve makbul olan sadece Allah'ın sevgisidir. Nitekim basireti kör olanlar için mümkün olan makulun, sadece Allah'tan başkasının sevgisi olduğu gibi. . . . Sonra bu sebeplerin biriyle halktan sevilen bir kimse, aynı sebepte onun ortağı olduğundan dolayı başkasının da onunla sevilmesi mümkündür. Oysa sevgide ortaklık; eksiklik ve kişinin kemâlini düşürmektir. Güzel bir vasıfla sıfatlanıp o vasıfta ortağı bulunmayan hiç kimse yoktur. Eğer bilfiil bulunmasa bile bulunması mümkündür. Ancak Allah bu hükmün dışındadır; zira O, celâl ve kemâlin nihayeti olan bu sıfatlarla mevsuftur. Ne varlık bakımından O'nun bir ortağı var, ne de imkân bakımından böyle birşey düşünülebilir. Bu bakımdan O'nun sevgisinde ortağın olmadığı şüphesizdir, öyleyse O'nun sevgisine herhangi bir eksiklik ârız olmaz.
Nitekim ortaklığın O'nun sıfatlarına ârız olmadığı gibi. . . Bu bakımdan sevgiye müstehak olur; zira esas olan muhabbettir. Muhabbetin kemâli için bir istihkak vardır ki asla başkası ortak olamaz!
10) İmâm-ı Ahmed, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce
11) Adı Seleme b. Dinar el- A'rac'dır ve kendisi Tabiîndendir.
12) Müslim
13) Buhârî
14) Bağdadlı olan bu zat H. 295'de vefat etmiştir.
6. Zevklerin En Yücesi Marifetullah (Allah'ı Bilmek) ve O'nun Cemâlini Temaşa Etmektir!
Zevklerin En Yücesi Marifetullah (Allah'ı Bilmek) ve O'nun Cemâlini Temaşa Etmektir! Ancak Bu Zevkten Mahrum Olanlar, Başka Zevkleri Tercih Edebilirler.
Lezzetler idrâklere tâbidir. insan birtakım kuvvet ve tabiatların derleyicisidir. Her kuvvet ve tabiatın bir lezzeti vardır. Onun lezzeti kendisi için yaratılmış olan tabiatının gereği olarak elde etmektir; zira bu tabiatlar boşu boşuna İnsan oğlunda yaratılmış değildir. Her kuvvet ve tabiat, eşyadan biri için ki o da tabii olarak istenilen şeydir terkib edilmiştir. Bu bakımdan öfke tabiatı, düşmandan intikam almak ve gönlünü rahat ettirmek için yaratılmıştır. Öyleyse onun lezzeti galebe çalmakta, tabiatın muktezası olan intikamdadır. Yemek şehvetinin tabiatı, mesela bedenin varlığına sebep olan gıdayı tahsil etmek için yaratılmıştır. Şüphe yok ki onun lezzeti tabiatın muktezası olan bu gıdayı edinmektedir. Kulağın, gözün, burnun lezzeti, görmek, dinlemek ve koklamaktadır. Bu bakımdan bu tabiatların biri, idrâk edildiklerine nisbeten bir elem ve lezzetten uzak değildir. Öyleyse kalpte de bir tabiat vardır ki ona da ilâhî nur adı verilir.
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi? (Zümer/22)
Buna bazen akıl adı verilir. Bazen bâtınî basiret, bazen îman ve yakîn nuru adı verilir. Adlarla meşgul olmanın bir mânâ ve faydası yoktur. Zira ıstılahlar değişiktir. Oysa zayıf bir kimse ihtilafın mânâlarda olduğunu zanneder. Çünkü zayıf kimse mânâları lâfızlardan talep eder. Oysa bu, vacibin tam aksidir. Bu bakımdan kalp, bedenin diğer parçalarından ayrıdır. Öyle bir sıfatla ki o sıfat vasıtasıyla hayal edilmeyen ve âlemin yaratılışını idrâk etmesi veya kadim bir hâlika, müdebbir bir hakime, ilahî sıfatlarla mevsuf olan bir zata muhtaç olması gibi duyularla hissedilmeyen mânâları idrâk eder, Bu bakımdan biz bu tabiata akıl adı verelim.
Şu şartla ki akıl teriminden, kendisiyle mücâhede ve münazara yolları idrâk edilen şey anlaşılmasın. Bu bakımdan akıl ismi bununla şöhret buldu ve bunun için de sûfîlerden bazısı aklı kötüledi. Oysa insanları hayvanlardan ayıran ve kendisiyle Allah'ın marifeti idrâk olunan bir sıfat, sıfatların en azizidir. Bu bakımdan kötülenmesi uygun değildir. O halde bu tabiatın bütün muktezası marifettir, ilimdir. Marifet de onun lezzetidir. Nitekim diğer tabiatların muktezasının onların lezzetleri olduğu gibi. . . İlim ve marifette bir lezzet olduğu gizli değildir. Hatta ilim ve marifete nisbet edilen bir kimse, hasis birşey hususunda olsa dahi bu nisbetle sevinir. Cehalete nisbet edilen bir kimse ise, hakir birşey olsa dahi onunla üzülür. Hatta insan, ilimle meydan okumak, hakir şeyler hakkında olsa dahi ilimle övünmekten uzak durmaya sabredemez. Tıpkı satranç bilen bir kimsenin bu bilgisinin kendisi hasis olduğu halde bu hususta başkasına ders vermekten kendisini alıkoymadığı gibi. . .
Bildiğini söylemekten dilini zaptedemez. Bütün bunlar ilim lezzetinin ifratından ileri gelir. Zatının kemâli ilimle kaim olduğunu sezmesinden ileri gelir. Çünkü ilim rubûbiyet sıfatlarının en özeli ve kemâlin de zirvesidir. İnsan, zeka ve bol ilimle övündüğü zaman tabiatı rahata kavuşur. Çünkü övgüyü dinlediğinde zatının ve ilminin kemâlini sezer. Bu bakımdan nefsini beğenir ve bundan zevk alır.
Sonra çiftçilik yapmak, elbise dikmek ilminin lezzeti, mülk siyaseti halkın işini tedbir etme ilminin lezzeti gibi temiz olmaz. Nahv ve şiir ilminin lezzeti de Allah, Allah'ın sıfatları, melekleri, göklerin melekûtu, yerin ilminin lezzeti gibi olmaz. İlmin lezzeti ilmin şerefi nisbetindedir. İlmin şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Hatta insan hallerinin iç yüzünü bilip de haber veren bir kimse bir zevk hisseder. Eğer bunları bilmezse tabiat onu tedkike zorlar. Eğer memleket reisinin iç âlemini ve idaredeki tedbirinin sırlarını bilirse, bu bilgi onun nezdinde bir çiftçinin veya örücünün iç âlemini bilmekten daha zevkli ve daha hoş olur. Eğer vezirin sırlarına ve tedbirlerine, neler yapacağına niyet ettiğine muttali olursa bu, onun nezdinde, belediye reisinin sırlarını bilmekten daha zevkli olur. Eğer vezirin üstünde bulunan sultanın içyüzünü bilirse bu bilgi, onun nezdinde, vezirin sırlarının içyüzünü bilmekten daha hoş ve daha zevkli olur. Bununla övünür, buna dört elle sarılır ve bunu tedkik etmeye daha fazla koyulur. Bunu sevmesi başka şeyleri sevmesinden daha fazladır.
Çünkü buradaki zevk daha büyüktür. İşte bununla anlaşıldı ki marifetlerin en lezzetlisi en şereflisidir. Şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Malumatlar içerisinde en büyük, en kâmil ve en şereflisini bilmek, şüphesiz ki ilimlerin en lezzetlisi, en şereflisi ve en güzelidir. Keşke bilseydim, varlık âleminde bütün eşyayı yaratan, kemâle erdiren, süsleyen, başlatan ve sonucu kendisine ait olan, müdebbiri ve tertipçisi olandan daha yüce, daha şerefli, daha kâmil ve daha büyük birşey var mıdır? Acaba düşünülebilir mi ki mülk, kemâl, cemâl, ve celâlde celâlinin başlangıçlarını ve ahvalinin acaipliklerini vasfedenlerin vasıflarını ihâta etmeyen rabbânî huzurdan daha büyük bir huzur olsun!?
Eğer sen bu hususta şüphe etmiyorsan, rubûbiyet sırlarına bütün mevcudâtı ihata eden ilâhî emirlerin terettübüne olan ilmin, marifet çeşitlerinin en yücesi ve bilişlerin en üstünü, en lezzetlisi, en hoşu, en iştah çekicisi olduğunda da şüphe etmemen gerekir ve yine şüphe etmemelisin ki bununla sıfatlandıklarında nefislerin sezdiğinin en uygunu olanları kemâl ve cemâldir. O, sevincin büyümesine sebep olacak en lâyık şeydir. İşte bununla anlaşıldı ki (ilim lezizdir. İlimlerin en lezzetlisi de Allah'ı, sıfatlarını, fiillerini arşından toprakların en son zerresine kadar olan memleketindeki tedbirini bildiren ilimdir.)
Bu bakımdan marifetin lezzetinin diğer lezzetlerden daha fazla olduğunu bilmek uygundur. Diğer lezzetlerden gayem, şehvet, öfke ve beş duyunun diğer lezzetleridir. Çünkü lezzetler önce tür bakımından cinsî münasebetin lezzeti simâ'nın lezzetine ve marifetin lezzeti riyasetin lezzetine muhalif olduğu gibi o lezzetler heyecanlı bir gencin cimadan aldığı lezzetin, şehveti kırılmış bir kimsenin lezzetine muhalif olduğu, çok güzel olan bir yüze bakmanın lezzetinin, biraz daha çirkin bir yüze bakmanın lezzetine muhalif olduğu gibi, zâfiyet ve kuvvet bakımından daha değişiktirler. Lezzetlerin en kuvvetlisi ancak başkasına müessir olmakla tanınır; zira güzel bir yüze bakmak ve onun müşahedesinden lezzetlenmekle güzel kokuları koklamak arasında muhayyer bırakılan bir kimse, güzel yüze baktığında, bu güzel yüzlerin, hoş kokulardan daha zevkli olduğunu bilir. Yemek vaktinde, yemek hazırlandığı zaman satranç oynayan, oyuna devam edip yemeği terkederse, böylece bilinir ki satrançtaki lezzetin galebesi, bu kişinin nezdinde, yemek lezzetinden daha kuvvetlidir. İşte bu, lezzetlerin tercihinde doğru bir ölçüdür.
Öyle ise konumuza dönelim. Lezzetler, beş duyunun lezzeti gibi, zâhirî kısmı ile riyaset, galib gelme, keramet, ilim ve bunlardan başka olan bâtınî lezzete bölünür; zira bu son lezzetler, ne göze olan lezzettir, ne burna, ne kulağa, ne dokunmaya, ne de tatmaya olan lezzettir. Bâtınî mânâlar, kemâl sahiplerine zâhirî lezzetlerden daha galip gelir. Eğer kişi, yağlı tavuk ve Lûzinc'in15 lezzeti ile riyaset, düşmanları mağlub etme ve istila derecesine varma lezzeti arasında muhayyer kılınırsa, eğer bu muhayyer kılınan kişi himmeti hasis, kalbi ölü, obur bir kimse ise, et ile helvayı tercih eder. Eğer yüce himmetli, kâmil akıllı ise riyaseti tercih eder, açlığa ve birkaç gün zarurî gıdadan yoksun kalmaya bile sabretmek ona kolay gelir.
Bu bakımdan bu kişinin riyaseti tercih etmesi, riyasetin onun nezdinde hoş olan yemeklerden daha lezzetli olduğuna delâlet eder. Evet! Çocuk gibi veyahut da erkeklikten düşen bir kimse gibi, kuvvetleri kırılmış bir şahıs gibi, daha bâtınî mânâları tam tekâmül etmemiş eksik bir kimsenin, yemeklerin lezzetini riyaset lezzetine tercih etmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir! Nasıl ki riyaset ve kerametin lezzeti çocukluk ve iktidarsızlık eksikliğini geçiren bir insana en galip lezzet oluyorsa, rubûbiyet cemalini mütalaa etmek, ulûhiyetin sırlarına bakmak, halkın arasında en galip olan, lezzetlerin en yücesi olan riyasetten daha lezzetlidir. Bunu tabir ve ifade etmenin en güzel şekli şöyle demektir:
Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler) in saklandığını hiç kimse bilemez! (Secde/17)
Allahü teâlâ, onlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetleri hazırlamışıtr. Bunu ancak iki lezzeti birden tadan bilir; zira şüphesiz ki böyle bir kimse tek başına yaşamayı, tefekkürü, zikri başka şeylere tercih eder. Marifet denizlerine dalar. Riyaseti terkeder. Kendilerine reislik yaptığı halkı reisliğinin yok olacağını bildiğinden ve riyaseti altında bulunan kimselerin fâni olduklarını anladığından, riyasetin hiçbir zaman üzüntülerden uzak olmadığını bildiğinden ve yeryüzü süsüne büründüğü ve yeryüzünde yaşayanlar artık ona kâdir olduklarını zannettikleri zaman kaçınılması mümkün olmayan ölümle sonuçlanacağını bildiğinden onları hakir görür. Onlara nisbeten Allah'ın marifetinin lezzetini, sıfat ve fiillerinin mütalaasını a'lâ-yı illiyyîn'den esfel-i sâfilîn'e kadar memleketinin nizamını büyük görür. Çünkü Allah'ın memleketi mücadele ve üzüntü verici olaylardan uzaktır. Oraya gelenler için geniştir. Genişliğinden ötürü onlara dar gelmez. Takdir bakımından onun genişliği ancak gökler ve yer kadardır. Nazar mukadderattan çıktığı zaman onların genişliğinin nihayeti yoktur. Onun mütalaasından ötürü ârif, daima genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennettedir. O cennetin bahçelerinde dolaşıp meyvelerinden koparır. Havuzlarından kana kana içer. O nimetlerin sonunun gelmeyeceğinden emindir; zira bu bahçelerin meyveleri ne koparılmış, ne de bir kimseye yasak kılınmıştır. Sonra o ebedî ve sermedîdir. Ölümle sonuçlanmaz; zira ölüm, Allah'ın marifetinin merkezini yıkmaz. Marifet merkezi de rabbanî ve semavî bir emir olan ruhtur. Ölüm onların hallerini bozar, meşguliyetlerine son verir, mânilerini ortadan kaldırır ve o ruhları azad eder. Onu yok etmek ise mümkün değildir.
Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu onlar diridirler, rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak; arkalarından henüz kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığına, onların da üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler. (Âl-i İmrân/169-170)
Sakın bu nimetlerin, savaş meydanında öldürülen bir kimseye mahsus olduğunu zannetme; zîra ârif kişiye her nefeste bin şehidin derecesi verilir!
Şehid olan kişi, dünyaya dönüp bir daha öldürülmeyi temenni eder. Bu temennisinin sebebi müşahede ettiği şehidliğin büyük sevabıdır. 16
Şehidler âlimlerin yüce derecelerini gördüklerinde, bu mertebelerine rağmen âlim olmayı temenni ederler.
Durum bu olduğundan gök melekûtu ve yerin bütün bölgeleri ârif kişinin meydanıdır. Dilediği yerde yerleşir. O yere cismiyle, şahsıyla gitmeye ihtiyacı yoktur; zira ârif kişi melekûtun cemâlini mütalaa ettiğinden dolayı genişliği gök ve yer kadar olan bir cennettedir. Her ârif için bu kadarı vardır. Biri diğerinin yerini daraltmaz. Ancak onlar nazarlarının ve marifetlerinin genişliği nisbetinde tenezzüh yerinin genişliğinde farklıdırlar. Onlar da Allah katındaki derecelerdir. Onların derecelerinin farklılığı sayılamayacak kadar çeşitlidir. Böylece anlaşıldı ki bâtınî olan riyaset lezzeti, kemâl sahiplerinin nezdinde bütün duyuların lezzetlerinden daha kuvvetlidir.
Bu lezzet herhangi bir hayvanda, bir çocukta veya aklı tekamül etmemiş bir kimsede yoktur. Duyularla hissedilen, şehvetlerle bilinen lezzet de riyaset lezzetiyle beraber kemâl sahipleri için vardır. Fakat kemâl sahipleri riyaseti daha fazla tercih ederler. Allah'ın marifetinin, sıfatlarının, fiillerinin göklerin melekûtunun, mülkün esrarının, zevk bakımından riyasetten daha büyük olmasının mânâsına ise, ancak marifet mertebesine varmış, o mertebeyi tatmış bir kimse nâil olabilir. Basireti olmayan bir insana bunu isbat etmek mümkün değildir. Çünkü bu kuvvetin kaynağı kalptir.
Nasıl ki çocuklara cimâ’nın lezzetinin top oynamanın lezzetinden daha üstün olduğunu ispat etmek mümkün değilse, erkeklik özelliğinden mahrum olan bir kimseye binefsec çiçeğini koklamaktan alınan lezzetten cimâ lezzetini daha büyük bulmak mümkün değilse. . . Çünkü bu kimse cimâ lezzetini idrâk eden kuvveti kaybetmiştir. Fakat erkeklik kuvvetine sahip olan bir kimse aynı zamanda koklama duyusu sağlamsa bu iki lezzetin arasındaki farkı idrâk eder. Bu kişi ancak şöyle demek kalır: Sevkeden bilir!' Hayatım hakkı için ilim talebeleri her ne kadar, ilâhi işlerin marifetini talep etmekle meşgul olmasalar da onlar müşkilatların inkişafı anında bu lezzetin kokusunu koklarlar. Öğrenmesine gayret sarfettiği girift meselelerin çözümü anında o zevki duyar; zira onlar da marifet ve ilimlerdir. Her ne kadar o ilimlerin malumatları ilâhî malumatların şerefi gibi şerefli değil ise de. . . Uzun zaman Allah'ın marifetini düşünen ve kendisine Allah'ın mülk esrarından keşfolunan velev ki az birşey olsa bile bir kimseye gelince, o kimse keşfin husulü anında kalbinde öyle bir ferahlık bulur ki neredeyse onunla uçar. Ferah ve sürûrun kuvvetinden ötürü sebat ettiği için nefsini hayran hayran seyreder. Bu makam ancak zevk ile idrâk edilen bir makamdır.
Burada sözün faydası pek azdır. İşte bu kadarcık birşey bile Allah'ın marifetinin eşyanın en lezzetlisi olduğuna ve ondan daha üstün bir lezzet olmadığına dikkatini çeker.
Bunun için Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah'ın birtakım kulları vardır. Ne ateşin korkusu ve ne de cennetin ümidi onları Allah'tan meşgul etmez. O halde, dünya onları Allah'tan nasıl meşgul edebilir?'
Mâruf-u Kerhî'ye, ihvanından biri sordu:
- Ey Ebû Mahfuz! Bana söyler misin, seni halktan ayırıp ibadete daldıran nedir?
Mâruf-u Kerhî sustu. Sonra suali soran dedi ki:
- Ölümün hatırlanması mıdır?
- Ölüm de ne imiş!
- Kabir ve berzahın hatırlanması mıdır?
- Kabir de ne imiş!
- Cehennem korkusu veya cennet ümidi midir?
- Bunlar da ne imiş! Bir sultan vardır. Bütün bunlar onun kudret elindedir. Eğer O'nu seversen, bütün bunları sana unutturur. Eğer O'nunla aranda bir marifet varsa, bütün bunların yerine geçer.
Hazret-i Îsa'nın haberlerinde şöyle vârid olmuştur: 'Bir şahsın, Allah'ın talebiyle var kuvvetiyle meşgul olduğunu gördüğünde o talebin onu Allah'ın masivasından meşgul ettiğini bil!'
Meşâyihten biri rüyasında Bişr b, Haris'i görerek kendisine sordu:
- Ebû Nasr Temmar17 ve Abdülvahab Verrak18 ne yaptılar?
- Onları Allah'ın huzurunda yeyip içtikleri halde bırakıp geldim!
- Ya sen?
- Allah yemek ve içmek hususundaki isteğimin azlığını biliyor. Bunun yerine cemâline bakmayı bana nasip eyledi!
Ali b. Muvaffık'tan şöyle rivâyet ediliyor: Rüya âleminde cennette olduğumu gördüm. Bir sofranın sağında oturan bir kişi vardı. İki melek onun sağında ve solunda oturuyordu. Ona güzel yemeklerden lokmalar veriyor, o da yiyordu. Cennet kapısında ayakta duran birini gördüm ki halkın yüzünü kontrol ediyor, bazısını içeri alıyor, bazısını geri çeviriyordu. Sonra onları geçip Hazret'ül Kuds'a. (Arşın sağında ve cennetin en yücesinde bulunan bir yerdir) vardım. Arşın çadırlarında bir kişi gördüm ki gözlerini dikmiş, Allahü teâlâ'nın cemâline bakıyor, hiç gözünü kıpırdatmıyordu. Bunun üzerine cenneti idare eden Rıdvan adlı meleğe 'Bu kimdir?' diye sordum. 'Bu Mâruf-u Kerhî'dir. Allah'a, ateşinin korkusundan ve cennetine aşık olduğundan değil, sevgisinden ötürü kulluk yaptı. Böylece, Allahü teâlâ, kıyâmet gününe kadar cemâline bakmayı ona mübah kıldı' dedi.
Bu rüyada bahsi geçen diğer iki kişinin de Bişr b. Haris ile Ahmed b. Hanbel olduğu söylenmiştir.
Ebû Süleyman dedi ki: 'Kim bugün nefsiyle meşgul olursa, o yarın da nefsiyle meşguldür! Bugün rabbiyle meşgul olan bir kimse yarın da rabbiyle meşguldür!'
Süfyân es-Sevrî, Rabia Hatun'a şöyle sordu: 'Senin imanının hakikati nedir?' Rabia Hatun 'Ben asla ateşin korkusundan veya cennetin sevgisinden dolayı Allah'a îman etmedim ki ben kötü bir işçi gibi olayım. Aksine sevdiğimden ve iştiyakımdan dolayı Allah'a kulluk yaptım!'
Hazret-i Rabia, muhabbet mânâsında nazm ile şunları söyledi: 'Seni iki sevgi ile severim! İlki heva sevgisi, ikincisi de sevgi ehlisin diye seni severim! Heva sevgisine gelince o, senin zikrinle herşeyden uzaklaşmamdır. Senin ehil ve müstehak olduğun sevgiye gelince, o da bana perdeleri seni görecek derecede aralamandır. Orada ne hamd var, ne de benim hünerim! Fakat hamd hem orada, hem burada sana mahsustur!'
Muhtemelen Rabia Hatun, heva muhabbetinden Allahü teâlâ'nın dünyada kendisine ihsan ve inam ettiği suretteki sevgiyi kasdetmiştir. Allahü teâlâ'nın müstehak ve ehil olduğu muhabbetten de O'nü celâlinden ve kendisine keşfolunan cemâlinden dolayı sevmesini kasdetmiştir. İşte bu ikincisi, iki sevginin en yücesi ve kuvvetlisidir. Rubûbiyet cemâlini mütalaa etmenin lezzeti öyle bir lezzettir ki Hazret-i Peygamber rabbinden hikâye ederek onu şu şekilde ifade etmiştir:
Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri hazırladım.
Bu lezzetlerin bazısı, kalbinin saflığı ve temizliği zirveye varmış kimseler için daha dünyada iken verilmiştir ve bunun için de bazıları şöyle demiştir: 'Ben Yârab! Ya Allah! diye çağırıyorum ve görüyorum ki bu, kalbimin üzerine dağlardan daha ağır geliyor; zira çağırmak ancak perdenin arkasından olur. Acaba yanında oturanı uzakmış gibi çağıran birini hiç gördün mü? Bunun için bazıları der ki: 'Kişi bu ilimde zirveye vardığında halk ona taşlar atar!' Yani onun konuşması halkın akıllarının hududunu aşar.
Bu bakımdan bütün âriflerin maksadı; Allah'ın (manevî visali ve) mülâkatıdır. Evet sadece budur!
İşte budur o göz aydınlığı ki ondan insanlar için ne kadarının hazırlandığını hiçbir kimse bilmez. Bu göz aydınlığı hâsıl olduğunda bütün üzüntüler bertaraf olur. Halk nimetlere dalar. Eğer ateşe atılırsa, daldığından dolayı birşey hissetmez. Eğer ona cennet nimetleri arzolunursa, nimetinin kemâli için dönüp ona bakmaz bile. Çünkü artık ötesinde makam olmayan bir makama varmıştır. Keşke duyularla hissedilenlerin sevgisinden başkasını anlamayan bir kimsenin, nasıl Allah'ın cemâline bakmanın lezzetine îman ettiğini bilseydim! Oysa Allah'ın ne şekli, ne de sureti vardır. O zaman Allah'ın kullarına va'di ve cemâline bakmanın en büyük nimet olduğunu zikretmesinin mânâsı ne olabilir? Allah'ı tanıyan bir kimse değişik şehvetlerle dağıtılmış lezzetlerin tamamının bu lezzetin kapsamına dahil olduğunu bilir.
Nitekim şair şöyle demiştir: 'Kalbimin değişik hevaları vardır. Göz seni gördüğünden bu yana hevalarım bir araya geldi. Bu sefer kendisinden kıskandığım, benden kıskanmaya başladı. Sen efendim olduğundan beri insanların efendisi oldum. Ey benim dinim ve dünyam! Dünyalarını kendilerine terkettim!'
Biri şöyle demiştir: 'O'nun terki ateşten daha büyüktür. O'na kavuşmak cennetten daha hoştur'. Onlar bununla ancak kalbin Allah marifetindeki lezzetini, yemek, içmek ve cinsî münasebetin lezzetine tercih etmeyi kasdetmişlerdir. Çünkü cennet, duyuların lezzetlenme madenidir. Kalbin zevki ise sadece Allah'ın mülâkatındadır. Halkın zevklerinin farklılığının misali, zikredeceğimiz şu misaldir: Bir çocukta hareket ve farketmesinin başlangıcında bir tabiat belirir ki onunla oyunları ve eğlenceyi sever. Hatta o tabiat çocuğun yanında diğer eşyanın hepsinden daha lezzetli olur. Sonra süsün, elbise giymenin, hayvanlara binmenin zevkini hisseder. Bunların yanında oyunun lezzetini hakir sayar. Sonra cinsî münasebetin, kadın şehvetinin zevkini hisseder. Bundan ötürü ve bunun visali uğrunda bütün öteki istekleri bırakır. Sonra riyaset, yükseklik ve zenginik zevki başgösterir ki bu da dünya zevklerinin sonuncusu, en büyüğü ve kudretlisidir.
Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Hadîd/20)
Bundan sonra başka bir tabiat belirir ki onunla Allah'ın marifeti idrâk edilir. Fillerinin marifeti bilinir. İşte şahıs, bununla, bundan önceki şeyleri hakir sayar. Bu bakımdan her sonradan gelen daha kuvvetlidir. Bu ise en sonuncusudur; zira oyun sevgisi, erginlik yaşında ortaya çıkar. Kadın ve zînet sevgisi bülûğ yaşında, riyaset sevgisi yirmiden sonra, ilim sevgisi kırka yakın ortaya çıkar ki bu en yüce hedeftir! Nasıl ki çocuk, kadınlarla oynayıp riyaset talebinde bulunan bir kimseye oyunu terkettiği için gülerse, aynen bunun gibi baş olanlar da baş olmayı terkedip Allah'ın marifetiyle meşgul olanın haline güler. Ârifler ise derler ki: 'Eğer siz bize gülerseniz, muhakkak ki biz de bir gün gelir sizinle alay edip güleriz ve bunu yakında bileceksiniz!'
15) Lûzinc, şeker ile bademden yapılmış helva demektir.
16) Müslim, Buhârî
17) Adı Abdülmelik b. Abdülâziz Kuşeyrî en-Nesâî'dir. 91 yaşında H. 228'devefat etmiştir.
18) Adı Abdulvehhab b. Abdülhakem b. Nafi Ebû Hasan el-Verrak el-Bağdadi’dir. H. 250'de vefat etmiştir.
36-2
7. Âhiret'teki Faziletin Dünya'daki Marifet'e Üstünlüğü
İdrâk olunanlar, hayal edilen suretler, renkli cisimler, hayvanlar ve bitkilerden müteşekkil istekler gibi hayale dahil olan kısımlarla Allah'ın zatı, ilim, kudret ve irade gibi hayale dahil olmayan kısımlara bölünür.
Kim bir insanı görür. Sonra gözünü kapatırsa onun suretini zihninde sanki ona bakıyormuş gibi görür. Fakat gözünü açıp gördüğünde aralarındaki farkı idrâk eder. Bu ayrılık iki suretin arasında ihtilâfa dönüşmez. Çünkü görülen suret, hayal edilen surete uygundur.
Fakat ancak vuzuh ve keşfin fazlalığıyla meydana gelir; zira görünen suret, görmeden ötürü, daha iyi vuzuha kavuşmuştur. Bu, seher zamanında henüz gün ışığı yeryüzüne yayılmadan önce görünen bir şahıs gibidir. Sonra ışığın huzmeleri iyice yayıldığında aynı şahıs görünür, fakat gören iki durumu birbirinden ayıramaz. Ancak fazla inkişaf hususunda bir ayrılık yapabilir. Durum bu olunca hayal, idrâkin ilk basamağıdır. Görme hayal idrâkinin kemâle ermiş şeklidir. Bu da keşfin son raddesidir. Buna rüyet adı verilir.
Gözde olduğundan dolayı değil, keşfin son raddesi olmasından dolayı bu isim verilir.
Eğer Allahü teâlâ, bu kâmil idrâki mesela alında, göğüste yaratmış olsaydı yine bu kâmil idrâke rüyet adı verilirdi. Hayal edilenler hakkında bunu anladığında bil ki teşekkül etmeyen malumatların marifet ve idrâki için de hayalde iki derece vardır:
Birincisi: İlk derecedir, ikincisi de onu tamamlayandır. İlk derece ile ikinci derece arasında tıpkı görülen ile hayal edilen arasında vuzuhun fazlalığındaki fark kadar farklılık vardır. Bu bakımdan birincisine nazaran ikincisine de müşahede, mülâkat ve rüyet adı verilir. Bu adlandırma hakikattir. Çünkü rüyete keşfin en son raddesi olduğundan dolayı rüyet adı verilmiştir.
Nasıl ki Allahü teâlâ'nın sünneti, göz kapaklarını kapatmak, rüyet ile olan keşfin tamamını menetmekle câri olmuşsa ve bu kapatış göz ile görünen arasında bir perde oluyor, görüşün hâsıl olması için o perdenin kalkması gerekiyor ve kalkmadıkça hâsıl olan idrâk mücerred hayalden ibaret oluyorsa, tıpkı onun gibi, Sünnetullah'ın gereğidir ki nefis beden arızalarıyla ve şehvetlerin isteğiyle, kendisine galebe çalan beşerî sıfatlarla perdeli kaldıkça, müşahedeye, hayalin haricinde olan malumattaki mülâkata varamaz. Bu hayat, göz kapaklarının gözün görmesine perde olması gibi zarurî olarak onların önünde perdedir. Neden perde olduğu hakkındaki söz oldukça uzun sürer. Burada onu deşmek uygun düşmez.
Sen beni göremezsin! (Araf/43)
Gözler onu idrâk edemezler. (En'âm/103)
Doğru olan Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) mirac gecesinde Allahü teâlâ'yı görmediğidir. 19 Bu bakımdan ne zaman ölümle perde kalkarsa, nefis dünyanın bulanıklıklarıyla mülevves olarak kalır, onlardan tamamen sıyrılamaz. Her ne kadar farklı işler de. . . Nefislerden bazılarında necaset ye pas birikmiştir. Pasın uzun zaman onun üzerinde birikip yerleşmesiyle cevheri bozulmuş ayna gibi olur. Ne ıslahı kabul eder, ne temizlenmeyi. . . İşte ebediyyen rablerinden mahrum olan nefisler bunlardır. Nefsin bu korkunç durumundan Allah'a sığınırız!
Başka bir kısmı vardır ki dünya bulanıklığı onda, tabii nitelik haline gelmemiştir. Islahı ve düzelmeyi kabul etmekten çıkmamıştır. Pasını giderecek derecede ateşe arzolunur ki müşahedeye elverişli olsun. Bu bakımdan temizleninceye kadar ateşte yakılır. O yakılışın en azı bir lâhzadır. Mü'minlerin en fazla ateşte kalacakları müddet haberlerde vârid olduğu gibi20 yedi bin senedir. Bu âlemden göç eden bir nefise az da olsa muhakkak bir toz ve bulanıklık refakat eder.
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur, Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)
Bu bakımdan her nefsin ateşe varacağı kesindir. Fakat ateşten çıkacağı kesin değildir. Ne zaman Allahü teâlâ nefsin temizlenmesini kemâle erdirirse, kader de miadını doldurursa, şeriatın va'dettiği hesap ve Allah'ın huzuruna arzolunma ve benzeri yerine getirilirse ve cennete müstehak olmayı hak ederse ki bu da mübhem bir vakittir. Allah'tan başka mahlukâtından hiç kimse buna muttali olamaz, çünkü bu kıyâmetten sonra vâki olacaktır. Kıyâmet'in vakti ise meçhuldür işte o zaman kişi, nefsinin tasfiyesiyle ve bulanıklıklarından temizlemekle meşgul olur. Artık öyle ki onun yüzünde ne bir toz, ne bir duman belirtisi kalır. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ orada tecelli eder. Allahü teâlâ, ona öyle bir şekilde tecelli eder ki o tecelinin inkişafı, bildiğinin inkişafına nisbeti, tıpkı hayal ettiğin aynanın tecellisinin inkişafına nisbeti gibidir. İşte rüyet diye adlandırılan tecelli ve müşahede budur. Durum bu olunca, rüyet haktır. Şu şartla ki rüyetten bir cihet ve mekanda düşünülen ve hayal edilen özel bir varlığın olduğu anlaşılmasın. Çünkü Rabb'ul-erbab bundan yüce ve münezzehdir.
Dünyada O'nu hayal, tasavvur, şekil ve suret takdir etmeksizin tam bir hakîkatla tanıdığın gibi, âhirette de öyle görürsün. Hatta dünyada hâsıl olan marifettir ki âhirette tekamül ede ede keşif ve vuzuhun kemâline erişir. Bu sefer müşahedeye inkılâb eder. Âhiretteki müşahede ile dünyadaki malum arasında ancak keşif ve açıklığın fazlalığı cihetiyle fark vardır. Tıpkı hayalin rüyet ile tekamül etmesi hususunda verdiğimiz misal gibi. . . Öyleyse Allah'ın marifetinde ne bir suretin isbatı, ne de bir cihetin tâyini vardır. O marifetin aynısını tekamüle erdirmesinde ve keşfin zirvesine ulaştırmasında da ne cihet vardır, ne suret! Çünkü bu keşif derecesine gelen marifet, öbür marifetin aynısıdır. Aralarındaki fark keşfin ziyadeliğidir. Tıpkı görünen suretin, hayal edilen suretin ta kendisi olduğu gibi. . . Ancak keşfin ziyadesinde aralarında fark vardır.
(O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: 'Ey rabbimiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!' (Tahrim/3)
Zirâ nûrun tamamlanması, ancak keşfin artışında tesir eder. Allah'ın cemâline bakmanın derecesi, ancak dünyada ârif olanlar için söz konusudur. Çünkü âhirette müşahedeye inkılâb eden tohum marifettir. Nitekim çekirdeğin ağaca, tohum tanesinin ekine dönüştüğü gibi. . . Arazisine çekirdek ekilmeyen bir kimsenin hurma ağacının bitmesini beklemesi boştur. Tohum serpmeyen bir kimse nasıl ekin biçer? Bunun gibi Allah'ı dünyada tanımayan bir kimse âhirette cemâlini nasıl görür? Marifet değişik dereceler üzerinde olduğu için tecelli de değişik dereceler üzerindedir. Bu bakımdan marifetlerin ihtilâfına nisbeten tecelinin ihtilâfı, tohumun değişikliğine nisbeten bitkilerin değişmesi gibidir; zira bitkilerin; tohumun çokluğu, azlığı, güzelliği, kuvveti ve zayıflığı nisbetinde değiştiğinde şüphe yoktur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, umumî olarak bütün insanlara, hususi olarak Hazret-i Ebû Bekir'e tecelli eder. 21
Bu nedenle marifet bakımından Hazret-i Ebû Bekir'den eksik olanların cemâle bakmaktan Ebû Bekir'in aldığı lezzeti aldıklarını sanmak uygun değildir. Bu kimse Hazret-i Ebû Bekir'in aldığı zevkin binde birini ancak alır. Eğer dünyadaki marifeti Hazret-i Ebû Bekir'in marifetinin binde biri ise, Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) göğsünde yerleşen bir sırdan ötürü peygamberlerin dışında kalan diğer insanlara üstün kılındığında şüphe yoktur. Bu nedenle de kendisine mahsus bir tecelli ile de onlardan üstün oldu. Tıpkı dünyada riyaset zevkini, yemek ve evlenmek lezzetine, ilim lezzetini göklerin ve yerin müşahedesinin inkişafı lezzetine ve ilâhî işlerden diğerlerinin lezzetini cennet nimetine tercih ettikleri gibi. . .
Zira cennetin nimetleri de yemek ve nikâha dönüşür. Bunlar o kimselerdir ki dünyada onların halleri, vasıflandırdığımız ilim, marifet, rubûbiyet esrarına muttali olmanın lezzetini evlenmenin, yemenin, içmenin lezetine tercih ederler. Oysa diğer insanlar bu şeylerle meşgul olurlar.
Rabiat'ül-Adeviye'ye 'Cennet hakkında ne dersin?' diye sorulduğunda cevap olarak şöyle demiştir: 'Önce komşu, sonra ev!' Böylece Rabia hatun kalbinde cennete değil, cennetin rabbine iltifat olduğunu belirtmiş oldu. Kim dünyada Allah'ı tanımamış ise, âhirette de (cemâlini) göremez. Kim dünyada marifet lezzetini tatmamışsa âhirette de bakış lezzetini tatmayacaktır; zira âhirette hiç kimse beraberinde getirmediği bir şeye yeniden başlayamaz. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez.
Kişi ancak neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur, neyin üzerinde yaşamış ise, onun üzerinde ölür. Bu bakımdan sadece beraberinde getirdiği marifetten nimetlenir. Ancak o marifet, perdenin kalkmasıyla müşahedeye inkılâb eder, mâşukasının hayali olan sureti, hakîki surete inkılâb ettiğinde aşığın lezzetinin kat kat arttığı gibi, onun da müşahededen ötürü lezzeti kat be kat artar; zira onun lezzetinin en son varacağı nokta odur. Cennetin hoşluğu şudur ki herkes neyi isterse orada o verilir. Bu bakımdan Allah'ın (manevî) mülâkatından başka bir şeyi iştahı çekmeyen bir kimse için o mülâkatın gayrisinde lezzet yoktur. Hatta bu kimse çoğu kez Allah'ın mülâkatından başka şeylerden eziyet görür! Cennetin nimeti, Allah'a olan sevgi nisbetindedir. Allah sevgisi ise, marifeti nisbetindedir. Bu bakımdan saadetlerin aslı. şeriat lisanında îman diye ifade edilen marifetin ta kendisidir.
İtiraz: Rüya lezzeti, eğer marifet lezzetine nisbeten varsa, bu pek az bir şeydir, marifet lezzetinin birkaç misli olsa dahi. . . Çünkü marifet lezzeti dünyada zayıftır. Onu artırması, kuvvet bakımından cennetin diğer nimetlerini hakir saydıracak dereceye varamaz.
Cevap: Marifet lezzetini bu şekilde azımsamak, marifetten uzak olmaktan sudur eder. Bu bakımdan marifetten olan bir kimse onun lezzetini nasıl idrâk edebilir? Böyle bir kimsede zayıf bir marifet varsa dahi, kalbi meşgalelerle dolu iken marifetin lezzetini nasıl idrâk edebilir? Bu bakımdan ârifler için marifetlerinde, fikirlerinde, Allah ile olan münâcatlarında birtakım lezzetler vardır ki eğer o âriflere dünyada bu lezzetlerin yerine cennet arzedilse, bunları cennet lezzetiyle değiştirmezler. Sonra bu lezzet, kemâline rağmen asla mülâkat ve müşahede lezzetiyle mukayese edilemez. Mâşuku (nun cemâlini) hayal etmenin lezzetinin, görme lezzetine nisbet edilemeyeceği gibi ve nasıl ki iştah çekici yemeklerin kokularını almanın lezzeti, onları bilfiil tadmasına, ellemenin lezzeti, cinsî münasebetin lezzetine nisbet edilmezse tıpkı onun gibi. . . Bunların ikisi arasındaki farkın büyüklüğünü belirtmek ancak bir misal vermek suretiyle mümkün olur. Dünyada mâşukun yüzüne bakmanın zevki çeşitli sebeplerden dolayı, değişik manzaralar arzeder.
Birincisi: Mâşukun cemâlinin kemâl veya eksikliğidir; zira en güzele bakmaktaki zevk, şüphesiz ki daha büyük olur.
İkincisi: Sevgi, şehvet ve aşk kuvvetinin kemâlidir. Bu bakımdan aşkı kabaran bir kimsenin zevk alması, şehveti ve zevki cılız olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir.
Üçüncüsü: İdrâkin kemâlidir. Bu bakımdan kişinin, mâşukasını karanlıkta veya ince bir perdenin arkasından veya uzakta görmesinin lezzeti, perdesiz, yakından idrâk edip ışığın çok olduğu zaman görmekten aldığı zevke benzemez. Kişinin hanımıyla üzerinde bir elbise olduğu halde yatmaktan duyduğu zevk, elbisesiz olarak yatmaktan aldığı zevk gibi olmaz.
Dördüncüsü: Teşviş edici mâniler ve kalbi meşgul eden elemlerin kemâlidir. Bu bakımdan sıhhatli, meşguliyetsiz ve sadece mâşuka bakmak için hazırlanan bir kimsenin zevk alması; korkan, ürken veya elem duyan hasta veya kalbi herhangi bir şey ile meşgul olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir. Bu bakımdan aşkı zayıf olan bir aşığın uzaktan ince bir perdenin arkasından mâşukasının yüzüne baktığını düşün, öyle ki bu perdenin, o suretin hakikatinin inkişafına mâni olduğunu ve bakanın üzerine akreblerin, eşek arılarının toplanıp eziyet verdiklerini, ısırdıklarını ve kalbini meşgul ettiklerini düşün. Aşığın da bu durumda sevgilisine baktığını düşün, kişi bu halde mâşukunu müşahede etmekten ibaret olan az da olsa bir zevkten uzak değildir.
Eğer ani olarak o perdenin yırtılmasına vesile olan bir hal doğar, ışık çoğalır, eziyet veren akreb ve arılar uzaklaşır, kişi sapasağlam, kalbi meşgul olmaksızın kalır, kuvvetli şehvet ve ifrat derecedeki aşk onu derecelerin en yücesine vardıracak şekilde ona hâkim olursa, bu takdirde bu kişinin zevkinin nasıl kat kat artacağını bir düşün! Öyle bir raddeye varır ki birinci zevkin bu zevke nisbeten hiçbir önemi kalmaz, işte bunun gibi, Allah'ın cemâline bakmak zevkinin, marifet lezzetine olan nisbetini anla! İncecik perde beden misali ve bedenle meşgul olmaktır. Akreb ve arılar insanın üzerine musallat olan açlık, susuzluk, öfke, üzüntü, gam, şehvetin zâfiyetinden meydana gelen şehvetlerin misalidir. Sevgi, nefsin dünyadaki kusurunun en yüce cemaate olan şevkten eksik kalmasının ve esfel-i sâfilîn'e iltifat etmesinin misalidir. Bu da çocuğun riyaset zevkini hissetmekten habersiz olup kuş ile oynamaya iltifat etmesinden ibaret olan kusurunun benzeridir. Ârif kişi, her ne kadar dünyadaki marifeti kuvvet bulsa da şaşırtıcı mânilerden kurtulamaz. Hiçbir zaman bunlardan kurtulması da düşünülemez.
Bazen bu mâniler bazı hallerde zayıflar, devam etmezler. Şüphe yoktur ki marifetin cemâlinden aklı şaşkına çeviren birşey görünür. Onun zevki o kadar büyüktür ki neredeyse kalp onun azametinden ötürü paramparça olacak raddeye gelir. Fakat bu durum çakan şimşek gibi gelir-geçer. Çok az devam eder. Meşguliyetler, düşünceler ve kalbine gelen şeylerden onu şaşırtan, ilk durumunu bulandıran bir hâl meydana gelir. Bu ise, bu fâni hayatta daimî bir zarurettir. Bu bakımdan bu lezzet, ölüme kadar böyle karışık olur. Hoş hayat ise ancak ölümden sonradır. Hayat ancak âhiret hayatıdır:
Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka birşey değildir. Âhiret yurdu, işte asıl hayat odur, bilselerdi. (Ankebut/64)
Kim bu mertebeye varmışsa o, Allah ile mülâkatı sever. Dolayısıyla ölümü sever. Ölümden tiksinmez. Ancak marifette kemâle ermeyi daha fazla bekleyen bir kimse ölmeyi istemez. Çünkü marifet tohum gibidir, marifet denizinin sahili yoktur. Bu bakımdan Allah'ın celâlinin hakikatini idrak etmek muhaldir. Allah'ın sıfat ve fiillerinin ve memleketinin esrarının hakkındaki marifet artıp kuvvet buldukça âhiretteki nimet çoğalır. Nitekim tohum çoğalıp güzelleştikçe ekinin de çoğalıp güzelleştiği gibi. . . Bu tohumun tahsil imkânı ancak dünyada vardır. Bu ancak kalp toprağına ekilir. Biçmek de ancak âhirette olur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Saadetlerin en faziletlisi Allah'a ibadette uzun ömürdür.
Zira marifet ancak uzun ömürde, tefekküre devam etmek, mücahedeye ve dünyanın mânilerinden uzaklaşmaya, âhiret talebine koyulmaya devam etmek suretiyle uzun ömürde kemâle erer, çoğalır ve gelişir. Bu, şüphesiz ki zaman ister. Bu bakımdan kim ölümü severse, onu şu noktadan sevmiş olur: Nefsini, marifette durmuş ve marifette mümkün olan mertebenin zirvesine varmış görür. Ölümü istemeyen bir kimse de şundan dolayı istemez: Uzun ömürle kendisine hâsıl olacak marifet artışını ümit eder. Nefsini eğer yaşarsa yükleneceği vazifede kusurlu görür. İşte bu, marifet ehli nezdinde ölümü istememesinin veya sevmemesinin sebebidir. Diğer halka gelince, onların nazarları sadece dünya şehvetlerine çevrilmiştir.
Eğer dünya şehvetleri geniş ise dünyada kalmayı severler. Eğer daralırsa ölümü temenni ederler. Bütün bunlar mahrumiyet ve zarardır. Kaynağı cehalet ve gaflettir. Bu bakımdan cehalet ve gaflet her şekavetin merkezidir. İlim ve marifet de her saadetin esasıdır. Bizim söylediklerimizle muhabbet ve aşkın mânâsı ortaya çıktı; zira aşk da ifrat derecesine varmış kuvvetli muhabbet demektir. Marifet zevkinin, rüyetin ve rüyet zevkinin mânâsı; akıl sahipleri nezdinde diğer zevklerden daha zevkli olmasıdır. Her ne kadar eksik akıllılar için böyle değilse de. . .
Nitekim riyasetin çocuklar nezdinde yemeklerden daha lezzetli olmadığı gibi. . . Eğer 'Bu rüyetin merkezi âhirette kalp midir veya göz müdür?' dersen, bil ki alimler bu hususta ihtilâfa düşmüştür. Basiret sahipleri bu ihtilafa bakmazlar ve bu ihtilâfı düşünmezler. Akıllı bir kimse sebzeyi yer, bostanı sormaz. Kim mâşuku görmek isterse aşkı kendisini 'görmenin göz ile mi yoksa başka bir şeyle mi olacağını' düşünmekten alıkoyar. O, sadece rüyeti ve rüyetin zevkini düşünür. İster o lezzet gözle, ister başka azalarla olsun; zira göz, merkez ve zarftır. Ne ona bakılır, ne de onun hükmü vardır. Bu hususta hakîkat şudur ki ezelî kudret geniştir. Öyle ise bu iki şeyin herhangi bir işine yetmezlikle vasıflandırılması caiz değildir. Bu, hükmün cevazı ve imkânı hususundaki görüştür. Âhirette vâki olan caizlere gelince, bu ancak dinlemekle idrâk olunur. (Zira aklın burada müdahalesi yoktur) . Hak, ehl-i sünnet ve'l cemaat'in şer'î delillerden 'gözde yaratılır' diye çıkardıkları hükümdür ki rüyet, nazar ve şeriatta vârid olan diğer lafızlar zahirî mânâları üzerine câri olmuş olsunlar; zira zâhirlerin izalesi, ancak zaruretten dolayı caiz olabilir, Allah daha iyisini bilir.
19) Irâkî müellifin bu hususta Hazret-i Âişe'ye istinad ettiğini söylemektedir. Çünkü Hazret-i Aişe Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre 'Kim Muhammed (aleyhisselâm) rabbini gördü derse, o yalan söylemiştir!' demiştir. (Bkz. ithaf us-Saade, IX/580)
20) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usul, (Ebû Hüreyre'den) ve ayrıca bkz. İthaf us-Saade, IX/581
21) İbn Adiyy
8. Allah Sevgisini Takviye Eden Sebepler
Âhirette hâl bakımından insanların en mesûdu, en fazla Allah'ı sevenidir; zira âhiretin mânâsı, Allah'ın huzuruna varmak, O'nunla mülâki olmanın saadetini elde etmek demektir.
Muhib (aşık) uzun zaman şevkiyle kıvrandığı mahbubunun huzuruna vardığında bulanmaksızın, hasım ve rakibi olmaksızın, sona ermesinden korkmaksızın, O'nun cemâlini ebedî bir şekilde müşahede etme imkânı bulunduğundan ötürü en büyük bir nimete mazhar olur. Ancak şu var ki bu nimet sevgi kuvvetinin oranında verilir.
Bu bakımdan muhabbet arttıkça zevk de artar. Kul, Allah'ın sevgisini ancak dünyada kazanır. Sevginin aslında hiçbir Mü'min ayrılmaz. Çünkü marifetin aslından ayrılmış değildir. Sevginin kuvveti, kalbi aşk diye adlandırılan istihtar raddesine vardıracak şekilde istila etmesi ise, bundan birçok kimseler ayrılır. Bu ancak iki sebepten dolayı elde edilir:
I. Onlardan biri, dünyanın meşgalelerini kesmektir. Allah'tan başkasının sevgisini kalpten çıkarmaktır; zira kalp, mesela kendisinden su boşaltmayınca sirkeye yer vermeyen bir kap gibidir:
Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. (Ahzâb/4)
Sevginin kemâli, kalbinin tamamıyla Allah'ı sevmesindedir. Allah'tan başkasına iltifat ettikçe, onun kalbinin bir köşesi gayr ile meşguldür. Bu bakımdan Allah'tan başka şeylerle meşgul olduğu nisbette Allah'ın sevgisi kalpten eksilir. Kapta kalan su nisbetinde, kaba dökülen sirke eksilir. Bu tecride şu ayetle işaret vardır:
'Allah' de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar. (En'âm/91)
Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra doğru olanlar, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. (Ahkaf/13)
Belki o, senin Lâ ilâhe illallah sözünün mânâsıdır. Yani mâbud ve mahbub, O'ndan başkası yok! Bu bakımdan her sevilen mutlaka mâbuddur. O halde kul bağlanandır. Mâbud ise kendisine bağlanılandır. Her seven, sevdiğiyle bağlanmıştır.
Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? (Furkan/43)
Yeryüzünde tapınılan şeylerin en iğrenci nefsin arzusudur. 22
Kim ihlâslı olduğu halde Lâ ilâhe illâllah derse cennete girer!23
İhlâs'ın mânâsı kalbini Allah için hâlis etmek demektir ki orada Allah'tan başkasına yer kalmaz. Bu bakımdan Allah, onun kalbinin mahbubu, mâbudu ve maksudu olur. Hali bu olan bir kimse için dünya hapishanedir. Çünkü dünya onu mahbubunu müşahede etmekten meneder. Onun ölümü hapishaneden kurtuluş ve mahbubun huzuruna varıştır. Acaba bir tek mahbubdan başka mahbubu olmayan ve uzun zamandan beri ona müştak olan, hapis hali oldukça uzayan bir kimse hapisten bırakılır, mahbubun huzuruna varma imkânına kavuşur ve ebediyyen emniyete vardırılırsa hali ne olur?
Allah sevgisinin kalplerde cılızlaşmasının sebeplerinden biri; dünya sevgisinin kuvvet bulmasıdır. Aile efradının, mal sevgisinin, evladın, akrabanın, gayri menkulün, hayvanların ve bahçelerin sevgisi dünya sevgisindendir. Hatta kuşların nağmeleriyle sevinen ve seher mevsimini hoş telâkki eden bir kimse, dünya nimetine iltifat eder ve bundan dolayı da Allah sevgisinde eksilmeye maruzdur. Bu bakımdan dünyaya ünsiyet verdiği nisbette Allah'a olan ünsiyeti eksilir. Herhangi bir kimseye dünyadan birşey verilirse, onun o nisbette âhiretinin eksilmesi zaruridir. Nasıl ki bir insan doğuya ancak zarurî olarak batıdan uzaklaştığı nisbette yaklaşır, kuma olan hanımlardan birinin kalbi ancak kumasının kalbinin daraldığı zaman ferahlar işte âhiret ile dünya da kuma gibidir. Onların ikisi doğu ile batı gibidir. Bu durum, kalp sahiplerine gözle görülenden daha açık bir şekilde inkişaf etmiştir. Dünya sevgisini kalpten sökmenin yolu, zühd yoluna girmektir. Sabra yapışmak, korku ve umud gemiyle bu iki şeye çekilmektir. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz tevbe, sabır, zühd, havf ve recâ gibi makamlar, mukaddime ve basamaklardır. Onlar sevginin iki temelinden birini kazanmak için kurulurlar. O kazanılması istenilen temel de kalbi Allah'tan başka herşeyden boşaltmaktır. Onun evveli Allah'a îman, son güne, cennete ve cehenneme inanmaktır.
Sonra bundan korku ve ümit filizlenir. Korku ve ümitten de tevbe ve sabır filizlenir. Sonra bu, dünya, mal, mertebe ve dünyanın bütün lezzetlerinden insanı çeker ki bütün bunlardan sadece Allah'ın marifetinin ve sevgisinin genişliği nisbetinde kalp genişlesin. Bu bakımdan bütün bunlar kalp temizliğinin basamaklarıdır. Kalbin temizliği ise, muhabbetin iki rüknünden biridir.
Hazret-i Peygamberin şu hadîsi ile buna işaret vardır:
Temizlik îmanın yarısıdır!24 Nitekim biz bunu Tahâret kitabının başında zikretmiştik.
II. Sevginin kuvvetlenmesi için ikinci sebep, Allah marifetinin kuvveti, o kuvvetin genişlemesi ve kalbi istila etmesidir. Bu da kalbi, dünyanın bütün meşgale ve mânilerinden temizledikten, sonra olur. Tıpkı yeri fuzulî otlardan temizledikten sonra tohum ekildiği gibi. . . Bu da ikinci yarıdır. Sonra bu tohumdan muhabbet ve marifet ağacı biter. Bu ağaç da darb-ı mesel olarak Allahü teâlâ'nın belirttiği güzel kelimedir.
Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Hoş bir kelime, kökü yerde sabit, dalları gökte olan hoş bir ağaca benzer. (İbrahim/24)
Güzel söz O'na çıkar, salih amel onu yükseltir. (Fâtır/10)
Salih amel, bu marifetin güzelliği ve hizmetkârı gibidir. Salih amel önce kalbi dünyadan temizlemekle, sonra bu temizliği devam ettirmekle olur. Bu bakımdan amel, ancak bu marifet için istenilir. Amelin keyfiyetini bilmek, amel için istenir. O halde ilim hem evvel, hem âhirdir. Önce muamele ilmi gelir. Muamele ilminin hedefi ameldir. Muamelenin gayesi; kalbin temizliğidir ki bu yüzden kalpte hakkın tecellisi görünsün, marifet ilmiyle süslensin. Marifet ilmi mükâşefe ilmidir. Bu marifet ne zaman hâsıl olursa, zarurî olarak arkasından muhabbet ve sevgi gelir. Nasıl ki mizacı normal olan bir kimse, güzeli görüp zâhiri gözüyle idrâk edince, onu sever, ona meyleder, o sevdiğinde zevk hâsıl olur. Zevk ise zarurî olarak sevgiye tâbidir. Sevgi ise, marifete tâbidir.
Bu marifete, ancak dünya meşgalelerini kalpten söktükten sonra varılır! Bu da ancak saf düşünce, daimî zikir, zirveye varan çalışma, Allah'ın sıfatlarına, göklerin melekûtuna ve diğer mahluklara daimî bakışla temin edilir. Bu mertebeye varanlar kuvvetli ve zayıf diye iki kısma ayrılırlar. Kuvvetlilerin ilk mertebesi; Allah için olan marifetleridir. Sonra Allah vasıtasıyla gayrisini tanırlar. Zayıfların da ilk marifetleri fiilleriyledir. Sonra ondan faydaya terakki ederler. Birincisine, şu ayetle işaret vardır:
Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)
Allah kendinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. (Âl-i İmrân/18)
Zünnûn-i Mısrî bu noktadan bakmıştır ki kendisine 'Rabbini ne ile tanıdın?' diye sorulunca, rabbimi rabbimle tanıdım! Eğer rabbim olmasaydı rabbimi tanıyamazdım!' cevabını vermiştir.
İkincisine de şu ayetlerle işaret vardır:
Biz onlara enfüste ve âfakta ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'ân) ın hak olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)
Göklerin, yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakıp ibret almadılar mı? (A'râf/185)
'Göklerde ve yerde olanlara bakın' de! (Yunus/101)
O hanginizin, daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O azizdir, gafûrdur. O, yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yarattı, Rahman'ın yaratmasında bir uygunsuzluk görmezsin. Gözü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak) . Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner. (Mülk/2-4) ,
Bu yol çok kimseler için en kolay yoldur. Sâlikler için en geniş yoldur. . . Kur'ân düşünceyi, tefekkürü, ibret almayı ve Allah'ın kuvvet ve kudretine delâlet eden ayetlere bakmayı emrederken çoğu kez bu yola davet eder.
Soru: İki yol da çetindir! Bu iki yoldan hangisi marifete ve muhabbete götürür!
Cevap: En yüksek yol, Allahü teâlâ ile diğer şeylerin varlığına istidlâl etmektir. Bu yol çok kapalıdır. Bu husustaki konuşma birçok kimselerin anlayışının hududunun dışına çıkar. Bu bakımdan kitablarda bunu zikretmekte fayda yoktur. En kolay ve en yakın yol ise, çoğu anlayışların hududunun dışında değildir. Anlayışlar düşünceden yüz çevirdiğinden, dünya şehvetleriyle, nefsin paylarıyla meşgul olduklarından bu yolu anlamaktan aciz kalmışlardır.
Bunu zikretmekten alıkoyan sebep; genişliği ve çokluğudur. Kontrol dışına çıkan kapılarının varlığıdır; zira göklerin en yücesinden tut, yerlerin diplerine kadar hiçbir zerre yoktur ki onda Allah'ın kudretinin, hikmetinin kemâline, celâl ve azametinin sonsuzluğuna delalet eden acaip alâmetler bulunmasın! Bu da sonu gelmeyecek konulardandır.
De ki: 'Rabbimin kelimeleri (ni yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa, rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez) . (Kehf/109)
Bu bakımdan buraya dalmak, mükâşefe ilimlerinin denizlerine dalmaktır. Bunu muamele ilimlerine ek olarak getirmek, mümkün değildir. Fakat kısa bir şekilde cinsine karşı uyarmak için bir tek misalle işaret etmek mümkündür. Yolların en kolayı, fiillere bakmaktır. Öyle ise fiiller hakkında konuşalım ve en yüksek yoldan bahsetmeyi terkedelim. Sonra ilâhî fiiller çoktur. Biz onların en az ve en küçüğünü arayalım. O küçücük fiildeki acaiplikleri tedkik edelim. Mahlukların en basitleri yeryüzünde yaşayanlardır. Yani meleklerin ve göklerin melekûtuna göre durum böyledir; eğer büyüklüğü ve cismi bakımından yeryüzüne bakarsan, küçücük gördüğün güneş dünyadan üçyüz altmış küsûr defa büyüktür. Yerin güneşe nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Sonra güneşin içinde bulunduğu feleğe nisbeten küçüklüğüne bak! Zira güneş, merkezine nisbet edilmeyecek kadar küçüktür. Güneş dördüncü göktedir. Bu da üstündeki yedi tabaka göğe nisbeten pek küçüktür. Sonra yedi tabaka gök, kürsünün yanında, kocaman bir sahraya atılmış bir halka gibidir. Kürsü de arşın yanında böyledir.
İşte bu bakış şahısların görünür tarafına, miktar bakımından bakmaktır. Bunlara nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür. Denizlere nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür (bir bilsen!)
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kürre-i arzın denizdeki (yeri) , bir ağılın yeryüzündeki yeri kadardır. 25
Bunun tasdiki, müşahede ve tecrübe ile bilinmiştir. Karalar bütün yeryüzüne nisbeten, küçücük bir ada gibidir. Sonra kürre-i arzın bir parçası olan topraktan yaratılmış İnsan oğluna bak ve diğer hayvanlara dikkat et! Kürre-i arza nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Bütün bunlar bir tarafa hayvanlardan en küçük olarak tanıdığımız sivrisinek, bal arısı ve bunlara benzer hayvanlara dikkat et! Cisminin küçüklüğüne rağmen sivrisineğe bak! Hazır bir akıl ve saf bir fikirle onu düşün! Dikkat et ki Allah onu hayvanların en büyüğü olan filin şeklinde yaratmıştır; zira ona fil hortumu gibi hortum, küçücük şekline rağmen filin azaları gibi azalar yaratmıştır. Üstelik ona iki kanat da fazla vermiştir. Dikkat et ki onun görünen azalarını Allahü teâlâ nasıl taksim etmiştir? Onun kanadını bitirmiş, elini ayağını çıkarmış, göz ve kulak yerlerini yarmış, onun içinde sindirim sistemini, diğer hayvanlarda yarattığı gibi yaratmıştır. Gıdayı cezbedici, defedici, tutucu, hazmedici kuvvetleri onda nasıl terkip etmiştir? Tıpkı diğer hayvanlarda terkip ettiği gibi. . .
Bu durum onun şekli ve sıfatları hakkındadır. Sonra Allahü teâlâ'nın onu, nasıl gıda bulacak şekilde yarattığına dikkat et! Ona gıdasının insan kanı olduğunu öğretmiştir. Sonra dikkat et ki Allah ona İnsan oğluna uçup konmak için nasıl alet vermiştir? Ona başı sivri, upuzun bir hortumu nasıl yaratmıştır? Onu insan bedenindeki mesamelere nasıl musallat etmiş ve hortumunu onların birine daldırmak için kendisine nasıl kuvvet vermiştir? Ona kan emmeyi ve yutmayı nasıl emretmiştir? İnceliğine rağmen içinden kan geçecek ve sineğin karnına varacak şekilde o hortumu nasıl içi boş olarak yaratmıştır? Hortum vasıtasıyla alınan kan azalarının diğer cüzlerine dağılır ve onlara gıda olur. Sonra insanın kendisini eliyle öldürebileceğini bildirmiş, ona kaçmayı nasıl öğretmiştir?
Kendisinden uzak olduğu halde elin hafif hareketini işitecek derecede kulağını hassas olarak nasıl yaratmıştır? Dolayısıyla kan emmeyi bırakıp kaçar. Ne zaman el durursa tekrar geri gelir. Sonra dikkat et ki ona nasıl iki göz bebeği yaratmıştır ki onunla gıdasının yerini görür. Yüz hacminin küçüklüğüne rağmen orayı nasıl bulur? Her küçük hayvanın gözbebeği, küçüklüğünden dolayı kirpikleri tahammül etmediğinden, kirpikler gözbebeğinin aynasını kir ve tozlardan temizler, bu nedenle sivrisineklere ve karasineklere iki el yaratılmıştır. Sineği görürsün ki daima iki eliyle göz bebeklerini siler. İnsan ve büyük hayvanlarda, göz bebekleri için kirpikler yaratılmıştır.
Hatta kirpiklerin biri diğerinin üzerine gelir ve etrafı keskindir. Dolayısıyla gözbebeğine düşen toprağı kirpikler temizler ve gözün dışına atarlar. Siyah kaşları gözün ışığını derlemek ve görmeye yardım etmek ve gözün şeklini güzelleştirmek için yarattı. Tozlardan korunmak için kirpiklerini kapatır, tozun göze girmesine mâni olur, fakat görmeye engel olmaz. Sivrisineğe kirpiksiz olarak iki tane berrak gözbebeği yarattı. Elleriyle onları temizlemeyi ona nasıl öğretti? Görüşünün zâfiyetinden dolayı onun kendiliğinden çıraya düştüğünü görürsün. Onun gözü zayıftır.
Çünkü o durmadan gündüzün ışığını arar. O zavallı, geceleyin çıranın ışığını görünce karanlık bir evde bulunduğunu zanneder. Lambayı da o karanlık evden ışığa açılmış bir pencere zanneder. Böylece durmadan ışığı arar ve kendini ona atar. Ateşi geçtiği zaman karanlığı görür. Pencereye isabet edemediğini ve yolunu seçemediğini zanneder. İkinci bir defa yanıncaya kadar döner. Belki sen, onun böyle yapmasını eksikliğine ve cehaletine hamledersin. Bil ki İnsan oğlunun cehaleti onun cehaletinden daha büyüktür. Şehvetlere üşüşmekte İnsan oğlunun misali, ateşe üşüşmekteki çekirgenin misali gibidir; zira İnsan oğluna suretlerinin görünür tarafından şehvetlerin nûrları görünür. İnsan oğlu bilmez ki bunun altında öldürücü zevke mustatildir. Bu bakımdan arı dörtgendeki köşeler boş kalıp da zayi olmasın diye dörtgen şekli yapmaz. Sonra eğer arı, evini dairesel yapsaydı, evlerin haricinde zayi olan delikler kalırdı; zira dairesel şekiller bir araya geldiklerinde, birbirlerine sırt vermezler. Zâviye sahibi şekiller içerisinde hiçbir şekil yoktur ki muhteva bakımından müdevvere yakın bulunsun, sonra hepsi sırt sırta verip de bir araya geldiklerinde aralarında hiçbir boşluk kalmasın; ancak müseddes (altıgen) şekilde bu özellik vardır.
İşte müseddes şeklin özelliği budur. Sonra dikkat et ki Allahü teâlâ, arının küçük cismine rağmen ona nasıl ilham etmiş, incecik boyuna rağmen ona varlığıyla nasıl lütûf ve inayette bulunmuştur ve arının muhtaç olduğu şeyi ona nasıl vermiş ki hayatıyla rahata kavuşsun? Bu bakımdan Allah ortaktan münezzehtir. O'nun şanı ne büyüktür! O'nun mülkü ne geniş, minneti ne çoktur! İşte hayvanların en küçüklerinden olan bir hayvancağızın bu azıcık parıltısından ibret al! Yer ve gök melekûtunun acaipliklerini bir tarafa bırak! Zira bizim kısa anlayışımızın yetiştiği miktar, ömürler geçer de izahı yapılamaz.
Zaten bizim ilmimizin kapsamına giren, âlim ve peygamberlerin ilimlerinin kapsamına girene nisbeten hiçtir. Bütün mahlukâtın ilminin kapsamına girenin bilinmesi, Allah'a mahsus olana nisbeten bir hiçtir. Allah'ın ilmine nazaran halkın bütün bildikleri ilim diye adlandırılmaya bile değmez. Bu bakımdan bu ve bunun benzerini düşünmekle en kolay yollardan hâsıl olan marifet artar. Marifetin artışıyla muhabbet artar. Eğer Allah ile mülâki olmanın saadetine talip isen dünyayı arkaya at! Ömrün boyunca daimî zikre, ayrılmaz fikre dal! Umulur ki ondan az bir miktarı elde edersin. Fakat bu az miktarla sonu olmayan büyük bir mülke konarsın.
22) Müslim, Buhârî
23) Daha önce geçmişti.
24) İmâm-ı Ahmed, Müslim, Tirmizî
25)
9. İnsanların Sevgi Hususunda Farklı Olmalarının
Mü'minler, muhabbetin aslında ortak olduklarından dolayı kökünde de ortaktırlar. Fakat marifette bir olmadıklarından, muhabbetin aslında da değişik mertebeleri vardır. Dünya sevgisinde de durumları böyledir; zira eşya, ancak sebeplerin değişmesinden dolayı değişir, İnsanların çoğu, Allahü teâlâ'nın ancak sıfatlarını ve kulaklarına gelen isimlerini bilir, onları telkin olarak alıp ezberlerler. Çoğu kez o isimlere, Allahü teâlâ'nın münezzeh olduğu mânâları yüklerler. Bazen de o isimlerin hakikatlerine muttali olamazlar, fakat bozuk bir mânâyı da ona yüklemezler Sağlam bir imanla o isim ve sıfatlara inanırlar. O isimlerde araştırmayı bırakıp amele koyulurlar.
Bunlar ashâb-ı yeminden sağlam kalan kimselerdir. O isimlere bozuk mânâlar yükleyenler ise sapıtanlardır. Hakikatleri bilenler ancak Allah'ın dergâhına yakın olanlardır.
Allahü teâlâ bu üç sınıfın halini şu ayette zikir buyurmuştur:
(O Allah'a) yaklaştırılanlara rahatlık, hoş bir rızık ve naîm cenneti vardır. (Vâkıa/88-89)
Ama yalanlayıcı sapıklara ise; kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte! (Vakıa/92-95)
Eğer sen bunları ancak misal vermek suretiyle anlarsan, sevginin değişikliği için bir misal verelim: Mesela İmâm-ı Şâfiî'nin arkadaşları onun sevgisinde müşterektirler. Fakîhler de, halk tabakası da böyledir. Çünkü onun faziletinin bilinmesinde, güzel sîret ve güzel ahlâkının bilinmesinde ortaktırlar. Fakat halk tabakasından olan bir kimse İmâm-ı Şâfiî'nin ilmini mücmel olarak bilir. Onun fakih olan arkadaşı Şâfiî'yi daha iyi tanır.
Bu bakımdan Şâfiî'yi sevmesi ve beğenmesi daha fazladır; zira bir musannifin tasnif ettiği kitabı görüp benimseyen ve o kitab vasıtasıyla musannifin faziletini bilen bir kimse şüphesiz ki o musannifi sever. Ona kalben meyleder. Eğer o kitabdan daha güzel, ondan daha hayret verici başka bir kitabını görürse, şüphesiz ki sevgisi katmerleşir.
Çünkü onun ilmi hakkındaki marifeti katmerleşmiştir. Böylece şahıs, şairin hakkında 'güzel şiiri vardır' diye inandığı için sever. O şairin şiirlerinin, gariplerinden şiir sanatının ve hazâkatinin büyüklüğünü belirtenleri dinlediğinde sevgisi daha da artar ve şairi daha fazla sever. Diğer sanat ve faziletler de böyledir. Halktan bir kimse bazen falan adamın musannif (yazar) olduğunu ve güzel tasnif yaptığını duyar. Fakat tasnifinin ne olduğunu bilmez. Bu bakımdan mücmel bir marifete sahip olur. Dolayısıyla mücmel bir meyli olur. Basiret sahibi bir kimse ise tasnif edilen kitapları tedkik ettiğinde onlardaki acaipliklere muttali olduğunda şüphesiz sevgisi daha da artar.
Çünkü sanat, şiir ve tasnifin güzellikleri, yazarın kemâl sıfatlarının olduğuna delâlet eder. Alem bütünüyle Allah'ın sanatı ve tasnifidir. Avamdan olan bir kimse bunu bilir, inanır. Basiret sahibi ise, âlemdeki ilâhî sanatın tafsilatını tedkik eder.
Hatta mesela sivrisinekteki ilâhî sanatın acaipliklerinden öylesini görür ki aklını yerinden hoplatır, şaşkına döner. Bunun sebebiyle şüphesiz ki Allah'ın azamet, celâl ve kemâl sıfatları onun kalbinde artar. Dolayısıyla Allah sevgisi de çoğalır. Allah'ın garip sanatlarına ne kadar muttali olursa, o nisbette onunla sâni olan Allah'ın azamet ve celâline delil getirmiş olur. Marifeti ve Allah'a olan sevgisi o nisbette artar, Bu marifet denizi Allah'ın sanat ve acaipliklerinin marifet denizi sahili olmayan bir denizdir. Şüphe yok ki sevgide, marifet ehlinin değişikliği hadde ve hesaba gelmeyecek kadardır.
Sebebiyle sevginin değişikliği hâsıl olan faktörlerden biri de sevgi için zikrettiğimiz beş sebebin ihtilâfıdır; zira mesela Allahü teâlâ kendisine iyilik yaptığından dolayı sevip, zatından dolayı sevmeyen bir kimsenin sevgisi zayıflar. Çünkü iyiliğin değişmesi ile bu sevgi değişir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin belâ halindeki sevgisi, rıza ve nimete mazhar olduğu zamanki sevgisi gibi olmaz. Allahü teâlâ kemâl, cemâl, cömertlik ve azametinden ötürü sevgiye müstehaktır' diye Allah'ı seven bir kimseye gelince, bu kimsenin kendisine yapılan iyiliğin değişmesiyle sevgisi değişmez. Bu ve benzeri şeyler, insanların muhabbette bir olmamalarının sebebidir. Sevgide bir olmamak, âhiret saadetinde bir olmamanın sebebidir.
Elbette âhiret, dereceler yönünden daha büyüktür. Onun nimet ve ikramı daha da büyüktür. (İsrâ/21)
10. Marifetullah (Allah'ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi
Mevcudâtın (varlıkların) en açığı ve en görüneni Allahü teâlâ'dır. Öyleyse Allah'ın marifeti marifetlerin ilki, zihinlere ilk geleni ve akıllara en kolay geleni olmalıdır. Oysa durumu tam bunun tersi olarak müşahede edersin. Bu bakımdan bunun sebebini belirtmek gerekir.
Allahü teâlâ'nın, mevcudâtın en açığı ve en görüneni olduğunu bir misal ile anlaşılır bir mânâdan dolayı söyledik. Şöyle ki: Yazarlık veya terzilik yapan kimseyi gördüğümüzde, o insan diri olması hasebiyle, bizim nezdimizde mevcudâtın en açığı olur! Bu bakımdan o insanın ilmi, kudreti ve dikişe iradesi, bizce onun zâhir ve bâtın bulunan diğer sıfatlarından daha açıktır; zira şehvet, öfke, yaratılış, sıhhat, hastalık gibi bâtın sıfatlarının tümünü bilmeyiz. Zâhir sıfatlarının da bazısını bilmediğimiz gibi, bazısından şüphe ederiz. Uzunluğu ve renginin değişikliği ile diğer sıfatlar gibi. . .
Hayat, kudret, irade, ilim ve hayat sahibi olması ise, göz sayesinde kudret ve iradesine bakmaksızın bizim nezdimizde apaçıktır. Çünkü bu sıfatlar beş duyunun hiç biriyle hissedilmezler. Sonra biz onun diri olduğunu, kudret ve iradesini ancak onun dikiş ve hareketiyle biliriz.
Bu bakımdan eğer biz âlemde O'ndan başkalarına bakarsak onlarla O'nun sıfatını bilemeyiz. Öyle ise, bilinmesi için bir tek yol vardır. Buna rağmen açık ve seçiktir. Oysa Allah'ın varlığı, kudreti, ilmi ve diğer sıfatlarının varlığına, zarurî olarak gördüğümüz her şey delâlet eder. Zâhir ve bâtın duyularımızla idrâk ettiğimiz taş, toprak, bitki, ağaç, hayvan, gök, yer, yıldız, kara, deniz, ateş, hava, cevher, araz, bütün bunlar delâlet eder.
Hatta Allahü teâlâ'nın varlığına ilk delâlet eden bizim nefsimiz, vasıflarımız, cisimlerimiz, değişen hallerimiz, değişen kalplerimiz, hareket ve hareketsizliğimizdeki bütün durumlarımızdır. Bizim ilmimizde eşyanın en açığı nefislerimizdir. Sonra beş duyu ile hissettiklerimizdir. Sonra akıl ve basiretle idrâk ettiklerimizdir. Bu idrâk edilenlerin her birinin bir tek idrâkçisi, bir tek şahidi, bir tek delili vardır. Oysa âlemde bulunan herşey, konuşan deliller ve yaratanının varlığına şehadet eden burhanlardır. Kendilerini tedbir eden, kendilerinde tesarruf eden, harekete geçiren yaratanının varlığını ilan ederler. Onun ilim, kudret, lütûf ve hikmetine delâlet ederler.
İdrâk olunan varlıklar hadde hesaba sığmaz. Eğer kâtibin diri olduğu, bizce zâhir ise, ona bir tek şahidden başka şahitlik yapan yoktur ve o da gördüğümüz onun el hareketidir. Madem ki durum budur, Allahü teâlâ bizce nasıl görünmez? Oysa nefsimizin içinde ve dışında düşünülen ne varsa hepsi O'nun varlığına şahitlik eder, O'nun azamet ve celâlini ikrâr eder; zira her zerre, Usanınca varlığının kendisinden, hareketinin zatından olmadığını ve bir mûcid ve hareketlendirene muhtaç olduğunu haykırır. Bunu önce azalarımızın terkibi, kemiklerimizin birbirine uygun bir şekilde oluşu, etlerimiz, damarlarımız, tüylerimizin bitiş yerleri, bedenimizdeki parçalarımız haykırır. Zira biz biliriz ki bu parçalar kendiliğinden bu intizam içine girmiş değildir. Nasıl ki kâtibin elinin kendiliğinden hareket etmediğini biliyorsak. . . Öyleyse varlıkta idrâk olunan, hissedilen, düşünülen, hazır ve gaib her ne varsa, hepsi O'nun büyüklüğüne şahitlik eder, O'nu tanıtır. Böylece akıllar dehşete kapıldığından O'nun idrâkinden aciz kalır. Çünkü O varlığı anlamaktan aklımız âcizdir, bunun da iki sebebi vardır:
Bu sebeplerden biri, kendi nefsinde ve derinliğinde gizli olmasıdır. Bunun misali hiç de gizli değildir. İkinci sebep ise açıklığı zirvede olandır. Bu durum, yarasa kuşunun gece görüp gündüz görmemesinin, gündüzün karanlık olmamasından olmadığı, ancak şiddetli ışıktan ileri geldiği gibidir! Zira yarasanın gözü zayıftır. Güneş doğduğunda ışıkları onu kapatır. Bu bakımdan yarasanın gözünün zayıf olmasından ötürü güneşin kuvvetli ışığı onun görmesine mâni olur. Öyleyse o, ışık karanlığa karışıp belirtisi azalmadıkça hiçbir şey göremez.
İşte bunun gibi, akıllarımız da zayıftır. İlâhî huzurun cemâli ise son derece parlak ve nûrludur, son derece kapsayıcıdır. Hatta onun görüntüsünden göklerin ve yerin melekûtundan bir zerre bile dışarıda kalmaz. Bu bakımdan onun görüntüsü gizlenmesine sebep oldu. Nûrunun doğuşu sebebiyle zayıf gözlerden perdelenen Allah ortaktan münezzehtir. Açıklığından dolayı basiretten ve gözlerden gizlenen Allah ortaktan münezzehtir.
Zuhurunun sebebiyle gizlenmesi nasıldır diye hayret edilmesin; zira eşya zıdlarıyla bilinir. Varlığı kendisine zıd kalmayacak kadar yayılıp umumîleşenin idrâki zordur. Bu bakımdan eğer eşyanın bazısı delâlet eder, bazısı etmezse, o vakit aradaki farkı yakın bir mesafeden görürsün. Bütün eşya ona delâlet etmekte aynı tarzda ortak olunca iş zorlaşmıştır. Bu işin misali, yeryüzüne doğan güneşin ışığı gibidir; zira biz biliriz ki bu yeryüzünde olan geçici durumlardan biridir. Güneş kaybolduğunda bu ortadan kalkar. Eğer güneş daima kalsaydı, o zaman cisimlerde renklerinden başka birşey yok zannederdik. O renkler de siyahlık, beyazlık ve diğerleridir. Çünkü biz bu takdirde siyahta ancak siyahlık, beyazda da ancak beyazlık görebilirdik. Işığı ise bir olduğu halde göremezdik. Fakat ne zaman ki güneş battı, her yer karanlığa boğuldu, biz iki halin arasını idrâk ettik. Dolayısıyla cisimlerin bir ışıkla aydınlandığını öğrendik. Güneşin batışı anında kendilerinden ayrılacak bir sıfatla sıfatlanmıştır.
Bu bakımdan biz ışığın varlığını yokluğuyla bildik. Eğer yokluğu olmasaydı ancak şiddetli bir zorluk çektikten sonra onun varlığına muttali olabilirdik. Bunun sebebi de şudur: Biz, cisimleri birbirine benzer olarak görürüz. Karanlık ve ışık birbirine muhalif değildir. Görünen eşyaların hepsi ışık vasıtasıyla idrâk olunduğuna ve görünenlerin en açığı olduğuna rağmen ışık başkasını gösterdiği halde nefsinde zâhir değildir. Eğer zıddı olsaydı, hadd-i zâtında zâhir olan ve başkasına görünen bir şeyin açıklığından dolayı müphemliği nasıl düşünülür? Öyleyse Allahü teâlâ eşyanın en zâhiridir. Hatta bütün eşya zuhura gelmiştir.
Eğer O'na yokluk, gaybûbet ve değişiklik ârız olsaydı muhakkak gökler ve yer yıkılırdı. Mülk ve melekût iptal olunur ve bu vasıta ile iki halin arasındaki fark idrâk edilirdi. Eğer eşyanın bir kısmı O'nunla, bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı muhakkak iki şeyin delâlet etmek hususunda aralarındaki fark idrâk edilirdi. Fakat onun delâleti eşyada aynı tarz üzerinde umûmîdir. O'nun varlığı bütün hallerde daimdir, aksi muhaldir. Bu bakımdan şiddetli zuhurunun gizliliğini gerektirdiğinde şüphe yoktur. İşte anlayışlarının kusurundaki sebep budur. Basireti kuvvetli olup kuvveti zayıf olmayan bir kimse ise, normal durumunda Allah'tan başkasını görmez ve O'ndan başkasını bilmez. Varlıkta Allah'tan başkasının olmadığını bilir.
Fiilleri ise Allah'ın kudret eserlerinden bir eserdir. Bu bakımdan o fiiller Allah'a tâbidir. Allah olmasa, hakîkat o fiillerin varlığı da olmaz. Varlık ancak hak olan bir'in varlığıdır. Öyle bir ki bütün fiillerin varlığı O'nunladır. Hali bu olan kimse fiillerin hangisine bakarsa, mutlaka orada fâili görür.
Dolayısıyla göğün, yerin, hayvanların ve ağaçların yaratık olması hasebiyle, onlara bakmaz. Fiilen hak olan Bir'in sanatı olması hasebiyle fiile bakar. Bu bakımdan onun bakışı, Allah'ı geçip de başkasına varamaz. Tıpkı bir insanın şiirine, yazısına veya yazmış olduğu kitaba bakan bir kimse gibi. . . Bu kimse orada şair ve musannifi görür. Onun eseri olması bakımından görür. Mürekkep ve terkibinde kullanılan maddeleri sebebiyle ve beyaz kâğıt üzerinde yazılmış hat olması hasebiyle bakmaz. Bu bakımdan bu kimse musannifin gayrisine bakmış olmaz!
Bütün âlem Allah'ın tasnifidir. Bu bakımdan Allah'ın fiili olması hasebiyle âleme bakan bir kimse ve âlemin Allah'ın fiili olduğunu bilen bir kimse, Allah'ın fiilidir diye âlemi seven bir kimse, Allah'tan başkasına bakmış, Allah'tan başkasını tanımış ve Allah'tan başkasını sevmiş olmaz. İşte böyle bir kimse Allah'tan başkasını görmeyen hakikî muvahhid olur. Nefsine, nefsi olması hasebiyle değil, Allah'ın kulu olması hasebiyle bakar, îşte budur hakkında Fenâ fi't-tevhîd, fenâ an nefsihi (Tevhîdde fani olmuş, nefsinden yok olmuştur) denilen! 'Biz bizimle idik! Sonra biz bizden fani olduk ve biz siz kaldık' diyenin sözünde bu mânâya işaret vardır. Evet! Bütün bunlar basiret sahipleri nezdinde belli şeylerdir. Anlayışların zâfiyetinden idrâk edilmeleri çetinleşmiştir.
Bunları bilenlerin de izah ve beyanları hedefi zihinlere yaklaştırıcı ibarelerle ifade etmekten kusurlu oldukları veya bilenler kendi nefisleriyle meşgul oldukları ve bunun başkasına fayda vermediğine inandıkları için, bu meseleler müşkil ve çözülmez bir vaziyette kalmıştır. İşte anlayışların Allah'ın bilgisinden aciz kalmasının sebebi budur. Bir de bu sebebi (Allah'ın varlığına şahidlik eden bütün idrâk edilenleri) ancak aklın olmadığı çocukluk devrinde idrâk eder. Sonra o insanda akıl yavaş yavaş gelişir. Oysa o bütün himmetiyle, şehvetlerine dalmış bir haldedir. İdrâk edip hissettiği şeylere ünsiyet vermiş, dolayısıyla o şeylerin onun kalbinde uzun ünsiyetten dolayı tesiri düşmüştür.
İnsan oğlu ansızın garip bir hayvanı veya garip bir bitkiyi veya âdetin hilafına garip bir ilâhî fiili gördüğünde tabii olarak onun dili konuşup Fesübhânallah der. Oysa aynı insan bütün gün kendi nefsini, azalarını ve diğer hayvanları görür durur ve bütün bunlar da kesin delillerdir. Buna rağmen bunlara uzun zamandır alıştığından bunların şahitliğini hissetmez. Eğer kör birinin akıllı olarak bâliğ olduğunu, sonra gözünün üstündeki perdenin birden kalktığını, gözünün gökler, yer, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlara ani olarak bir defada uzandığını farzedersek, böyle bir kimsenin bu acaipliklerin yaratanının varlığına şahitlik ettiklerinden dolayı büyük taaccübe kapılıp aklını oynatmasından korkulur! İşte bu ve buna benzer sebepler şehvetlere dalmakla beraber halkın önünde marifet nûrlarıyla nûrlanma yolunu ve marifetin geniş denizlerinde yüzmenin yolunu kapatan faktörlerdir. Bu bakımdan insanlar, Allah'ın marifetini talep etmek hususunda merkebine bindiği halde, merkebini arayan ve darb-ı mesel olarak verilen bir sarhoş gibidir. 27
Açık şeyler istenildikleri zaman çetin olurlar. îşte işin sırrı budur. Bunun için Şair şöyle demiştir: 'Şüphesiz ki göründün! Hiç kimseye gizli değilsin! Ancak kameri tanımayan göze gizlisin! Fakat belirdiğinle perdeli olduğun halde gizlendin. Acaba tanınmakla örtünen nasıl tanınacaktır?'
27) Bu, halkın 'Evladı omuzunda olduğu halde onu arıyor' demesine benzer.
11. Allah'a Olan Şevk'in Mânâsı
Allah'a olan muhabbetin hakikatini inkâr eden elbette şevk'in hakikatini de inkâr etmek mecburiyetindedir; zira şevk, ancak sevilen biri hakkında tasavvur olunabilir. Biz ise Allah'a karşı olan şevk'in varlığını ârif kişinin ibret, basiretlerin nûrlarıyla bakmak, haberler ve eserler yoluyla ona mecbur olduğunu ispat edeceğiz.
İbreti isbat etmeye gelince, sevginin isbatı hususunda geçen hüküm kâfidir. Her sevilen kendisinin bulunmadığı yerde de sevilir. Hazır bulunana ise iştiyak yoktur. Çünkü şevk, aramak ve bir şeyi beklemek demektir. Hazır olan ise aranmaz. Şevk ancak bir yönden idrâk edilen, diğer bir yönden idrâk edilmeyen bir şeye karşı tasavvur edilir. Hiç idrâk edilmeyen bir şeye karşı ise iştiyak yoktur. Ona karşı şevk sözkonusu değildir; zira bir şahsı görmeyen ve onun vasfını duymayan bir kimsenin, o şahsa karşı müştâk olması düşünülemez. Kemâlinden ötürü idrâk olunana ise, iştiyak sözkonusu değildir. İdrâkin kemâli, görmekle tahakkuk eder. Bu bakımdan sevdiğinin müşahedesine ve ona bakmaya devam eden bir kimse için bu mahbuba karşı şevk'inin varlığı sözkonusu değildir.
Fakat şevk ancak bir yönden bilinen, başka bir yönden bilinmeyen bir şeye bağlanır. Bu durum, iki yönden ötürü ancak gözle görülen şeylerden bir misal vermek suretiyle inkişaf eder. Mesela mâşukası kendisinden kaybolup kalbinde onun hayali bulunan bir kimse, görmekle, o hayali kemâle erdirmeye müştaktır. Eğer onun kalbinden mâşukun zikri, hayali ve marifeti unutulacak derecede silinirse, artık ona karşı iştiyakı düşünülemez. Eğer onu görürse, gördüğü anda ona iştiyakı tasavvur edilemez. Bu bakımdan şevk'in mânâsı; nefsinin hayalini tekâmüle erdirmeye müştak olması demektir. Bazen mâşuku kendisine hakîki sureti görülmeyecek şekilde bir karanlıkta görür. Bu bakımdan rüyetinin tamam olmasına iştiyakı olur. Suretindeki inkişafın tamamı ancak üzerine ışığın doğmasıyla mümkündür.
İkincisi, sadece mahbubunun yüzünü görmesi, mesela onun saçını ve diğer güzelliklerini görmemesidir. Böylece bunları da görmeye iştiyakı hâsıl olur. Eğer hiç görmemiş ve görmeden sadır olan bir hayal de nefsinde sabitleşmiş ve mahbubun güzel bir uzvu olduğunu bilir, fakat görmekle cemâlin tafsilatını idrâk etmemişse, bu takdirde hiç görmediğinin kendisine keşfolunmasına müştâk olur. Bu vecihlerin ikisi de Allah hakkında düşünülür. Bunların ikisi de zarurî olarak her ârif kişiye lâzımdırlar; zira ârifler için ilâhî işler her ne kadar parlak bir şekilde belirmişse de sanki ince bir perdenin arkasındadır.
Bu bakımdan tam ve parlak bir şekilde belirmez, ona karışık hayaller katışmıştır; zira hayaller bu âlemde bütün malumatı temsil ve hikâye etmekten kurtulmaz. Bu bakımdan bu hayaller marifetleri bulandırıp karıştırırlar. Bunlara dünya meşgaleleri de eklenir. Öyleyse vuzuhun kemâli, ancak müşahede ve tecellinin tam doğuşuna bağlıdır. Bu da ancak âhirette olur. Bu durum zarurî olarak Allah'a karşı iştiyakı gerektirir. İştiyak ise âriflerin mahbubunun müntehasıdır. İşte bu, şevk'in iki çeşidinden biridir. Bu da az olan bir şeyi kemâle götürüp tam vuzuha kavuşturmasıdır. İkincisi, ilâhî işlerin sonuçları yoktur. Ancak kullardan her birine bir kısmı görünür. Sonu olmayan birçok işler de çözülmeden kalır. Ârif kişi onların varlığını ve Allah'a malum olduklarını bilir ve ilminin dışında kalan malumatların, bildiklerinden daha çok olduğunu bilir. Bu bakımdan ârif kişi, hiç tanımadığı malumatlardan elde etmediklerinin hakkında durmadan, marifetin aslını elde edinceye kadar iştiyaklı olur. Birinci şevk rüyet, mülâkat ve müşâhede diye adlandırılan şeyler ancak âhirette sonuçlanır. Bu şevk'in dünyada sükûnete kavuşup durgunlaşması düşünülemez.
İbrahim b. Edhem (şevk sahiplerindendi) şöyle diyor: Bir gün 'Yârab! Eğer seni sevenlerden birisine seninle mülâki olmadan önce kalbini teskin edecek birşey vereceksen onu bana ver; zira kıvranmak beni bîtab düşürdü' dedim. Bu konuşmadan sonra rüyamda gördüm ki Allahü teâlâ beni huzuruna almış ve şöyle diyor: 'Ey İbrahim! Benden utanmadın mi ki benimle mülâki olmadan önce kalbini sükûnete kavuşturacak bir şeyi sana vermemi istedin.
Müştâk bir kimse dostuyla mülâki olmadan önce nasıl durur?' Bunun üzerine dedim ki: 'Ey rabbim! Senin sevgine hayran kaldım. Bilmiyorum! Beni affet ve ne diyeceğimi bana öğret!' Allah şöyle buyurdu: 'De ki: Ey Allahım! Beni kazâna râzı, belâna karşı sabırlı kıl. Nimetlerinin şükrünü yapanlardan kıl!' Zira bu şevk (ancak) âhirette sükûnet bulur.
İkinci şevke gelince, bu şevk ne dünyada, ne de âhirette sonu olmayacağa benziyor! Zira bunun nihayeti (sonu) âhirette Allah'ın celâlinden, sıfat, hikmet ve fiillerinden Allah'a malum oları şeyin kula keşfolunmasıdır. Oysa bu muhaldir. Çünkü bunun nihayeti yoktur. Kul durmadan Allah'ın cemâl ve celâlinden kendisine keşfolunmayan olduğunu bilir. Hiçbir zaman onun iştiyakı durmaz. Hele derecesinin üstünde birçok derecenin olduğunu gören bir kimsenin iştiyakının durması mümkün değildir. Ancak bu kimse visalin aslı olduğu için visalin kemâline iştiyak duyar. Bu kimse bunun için lezzetli bir şevk hisseder ki onda bir elem görünmez. Keşif ve nazarın lütûflarının sonsuza kadar arka arkaya gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Öyle ise nimet ve lezzet kesilmeden, ebede kadar artış kaydeder. Nimetlerin incelerinden yeni yeni verilenlerin lezzeti, verilmeyene karşı olan şevk'i hissetmekten insanı alıkoyar. Bu da dünyada hakkında hiçbir zaman keşif hâsıl olmayan birşey hakkında keşfin vukûunun mümkün olması şartıyladır. Eğer bu mebzul değilse, bu takdirde nimet artış kaydetmeksizin bir sınırda durur. Fakat kesilmez bir şekilde devam eder.
(O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: 'Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!' (Tahrim/8)
Bu âyet şu mânâyı muhtemildir: Kişi dünyada nûrun esasıyla azıklanırsa, nûrunu tamamlamak kendisine minnet etmek olur. Şu mânâya da gelme ihtimali vardır: Dünyada tekâmülün fazlasına muhtaç olacak bir şekilde parlamayanın gayrisindeki nûrun tamamlanmasıdır. Bu bakımdan nûrun, tamamlanandan maksadı o olur!
Bize bakın da yararlanalım. Onlara 'Arkanıza dönünde nûr arayın!' denilir. (Hadîd/13)
Bu âyet nûru dünyada edinmenin gerekli olduğuna delâlet eder. Sonra o nûrun parlaklığı âhirette artar. Âhirette yeni bir nûr verilmez. Bu hususta zan ile hükmetmek tehlikelidir. Bizim için hâlâ güvenilir bir hüküm belirmiş değildir. Öyleyse Allahü teâlâ'dan bizi ilim ve rüşd bakımından geliştirmesini, hakkı hak olarak göstermesini diliyoruz. İşte basiret nûrlarının bu kadarcığı, şevk'in hakîkat ve mânâlarının keşfedilişidir. Haberlere ve eserlerin delillerine gelince, sayılamayacak kadar çoktur.
Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle demiştir.
Ey Allahım! Senden, kazadan sonra rızâyı ve ölümden sonra maişetin serinliğini, kerîm yüzüne bakmanın zevkini ve mülâkatın olan şevk'i talep ediyorum. 28
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) Ka'b'ul-Ahbâr'a: 'Tevrat'taki en hususî âyeti bana haber ver!' dedi. Ka'b dedi ki: Tevrat'ta şöyle buyurulmuştur:
Ebrârın, mülâkatıma olan iştiyakı uzadı. Oysa ben onların mülâkatına, şevk bakımından daha şiddetliyimdir.
Ka'b dedi ki: Bu ayetin yanında da şöyle yazılıdır: 'Beni arayan beni bulur. Benden başkasını arayan beni bulamaz!' Bunun üzerine Ebu'd Derda şöyle dedi: 'Ben Hazret-i Peygamber'in de bunu söylediğine şehadet ederim'.
Dâvud'un haberlerinde Allahü teâlâ'nın Hazret-i Davud'a şöyle buyurduğu vârid olmuştur:
Ey Dâvud! Arzımın ehline tebliğ et ki ben beni sevenin dostuyum. Benimle oturanın arkadaşıyım. Zikrime ünsiyet edenin mûnisiyim. Bana arkadaşlık yapanın arkadaşıyım. Beni seçeni seçerim. Bana itaat edeni severim. Ne zaman kulumun beni sevdiğini bilirsem, onu nefsim için kabul eder, onu öyle bir sevgi ile severim ki mahlukâtımdan hiçbiri bu hususta onun önüne geçemez. Kim hak ile beni ararsa bulur. Kim gayrimi ararsa bulamaz! Ey yeryüzünün ehli! Dünyanın aldanışında sizde olanı terkediniz. Benim kerametime, arkadaşlığıma, benimle oturmaya geliniz! Benimle ünsiyet ediniz ki sizinle ünsiyet edeyim ve muhabbetinize koşayım! Muhakkak ki ben, dostlarımın çamurunu dostum İbrahim'in, kurtardığını (kulum) Musa'nın ve seçtiğim Muhammed'in (aleyhisselâm) çamurundan yarattım. Müştakların kalplerini nûrumdan yaratıp, celâlimden nimetlendirdim.
Seleften bir zattan rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, sıddîklardan birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Benim birtakım kullarım vardır, beni severler. Ben de onları severim. Onlar bana müştaktırlar, ben de onlara müştakım. Beni anarlar! Ben de onları anarım. Bana bakarlar! Ben de onlara bakarım. Eğer onların yolundan gidersen seni sever, ayrılırsan senden nefret ederim. O zat 'Yârab! Onların alâmetleri nedir?' diye sorunca Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
Onlar şefkatli çobanın sürüsünü gözetmesi gibi, gündüzleyin gölgeleri gözetirler. Kuşun, güneş battığı zaman yuvasına müştâk olduğu gibi, güneşin batışına müştaktırlar. Ne zaman ki karanlık gelir, yataklar yayılır, tahtlar kurulur ve her dost dostu ile başbaşa kalırsa, onlar ayaklarının üzerine dikilirler. Yüzlerine doğru yayılırlar. Kelâmımla bana müracaat ederler. Kendilerine vermiş olduğum nimetlerimden ötürü bana yalvarırlar. Onlar bağıran ve ağlayanlar, ah çekenler ve şikayet edenlerdir. Ayakta duran, oturan, rükû ve secdede bulunanlardır. Benim gözümle benim için tahammül ederler, benim kulağımla benim sevgimden şikayet ederler. Onlara ilk vereceğim üç şeydir: Nûrumdan onların kalbine atarım. Onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirler. İkincisi, eğer gökler ve bunlarda bulunan şeyler onların terazilerinde olsa bunları onlar için az görürüm. Üçüncüsü, yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle kendisine yöneldiğim bir kimseye vermek istediğimi kim bilebilir?
Hazret-i Dâvud'un (aleyhisselâm) haberlerinde Allahü teâlâ'nın ona şöyle vahyettiği vârid olmuştur:
- Ey Dâvud! Ne zamana kadar cenneti hatırlamayacaksın? Benden bana olan şevk'i istemeyeceksin?
- Yârab! Sana müştâk olanlar kimlerdir?
- Bana müştâk olanlar o kimselerdir ki onları her bulanıklıktan arındırmış, sakındırmakla uyandırmışımdır.
Kalplerinden bana açılan bir delik yaratmışımdır ki bana bakarlar. Onların kalplerini elimle kaldırır, semanın üzerine koyarım. Sonra meleklerimin ileri gelenlerini çağırır, onlar bir araya geldiklerinde bana secde ederler, kendilerine derim ki: 'Bana secde edesiniz diye sizi çağırmadım! Fakat size bana müştâk olanların kalplerini arzedeyim diye ve size karşı onlarla iftihar edeyim diye çağırdım. Çünkü onların kalpleri, benim göğümde, güneşin yeryüzündekilere ışık verdiği gibi meleklerime ışık verir'. Ey Dâvud! Ben müştakların kalbini rıdvanımdan yaptım, vechimin nûruyla nimetlendirdim. Onları kendime yâr ve bedenlerini yerde bakışımın merkezi yaptım. Onların kalplerinden bir yol açtım. Onunla bana bakarlar. Her gün şevkleri artar.
- Yârab! Muhabbetinin ehlini bana göster!
-Ey Dâvud! Lübnan dağına git! Orada ondört kişi vardır. İçlerinde genç, ihtiyar, orta yaşlılar vardır. Onlara vardığında benden selâm söyle ve kendilerine de ki:
'Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: 'Siz bir ihtiyaç talebinde bulunmayacak mısınız? Muhakkak ki siz benim muhiblerim, seçilmiş kullarım ve velilerimsiniz. Sizin sevginize seviniyor, sizin muhabbetinize koşuyorum'.
Bunun üzerine, Dâvud (aleyhisselâm) onlara vardı. Baktı ki onlar bir pınarın başında Allah'ın azametini düşünüyorlar. Dâvud'u gördüklerinde kendisinden kaçmak için ayağa kalktılar. Dâvud dedi ki: 'Ben Allah'ın size gönderilmiş elçisiyim. Allah'ın emrini size tebliğ etmeye geldim!' Bunun üzerine onlar Dâvud'a yönelip kulaklarını ona diktiler, gözlerini çevirdiler. Bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) dedi ki: Ben Allah'ın size gönderilmiş peygamberiyim. Allah size selâm ediyor. Size diyor ki: 'Benden neden bir ihtiyacınızı, bir hacetinizi istemiyorsunuz? Neden beni çağırmıyorsunuz ki sesinizi ve konuşmalarınızı dinleyeyim? Muhakkak sizler benim dostlarım, velî kullarımsınız. Sevmenize sevinir, muhabbetinize koşarım. Her saat şefkatli ve ince kalpli bir annenin evladına bakışı gibi size bakarım'.
Bu söz üzerine gözyaşları yanaklarından dökülmeye başladı. İhtiyarlar dedi ki: ' (Ey rabbimiz!) Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin. Biz senin kullarınız. Kullarının evlatlarıyız. Geçmişte kaplerimizin senin zikrinden kesilmesini bağışla!'
Diğeri dedi ki: 'Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz senin kullarınız ve kullarının evlatlarıyız. Bizimle senin aranda olan muamelelerimizde bize bakmakla bize minnet et!'
Başka biri 'Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz kullarınız. Kullarının evlatlarıyız! Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını bildiğin halde nasıl senden istemeye cesaret ederiz? Bu bakımdan senin yolunda yola devam etmeyi bize nasip eyle! Bununla bizim üzerimizdeki nimetini tamamla!'
Başkası 'Bizler senin rızanın talebinde kusurluyuz. Cömertliğinle bize yardım et!' dedi.
Başkası Bir damla meniden bizi yarattın. Azametini düşünmekle bize minnet ettin. Senin azametinle meşgul, celâlini düşünen bir kimse seninle konuşmaya cesaret edebilir mi? Bizim isteğimiz senin nûruna yaklaşmaktır' dedi.
Diğeri 'Dillerimiz seni çağırmaktan yoruldu. Çünkü şânın yücedir. Çünkü sen velî kullarına yakınsın. Çünkü muhabbet ehlinin üzerinde senin minnetin çoktur' dedi.
Bir diğeri 'Sensin kalbimizi zikrine hidayet eden! Seninle meşgul olmaya kalbimizi boşaltan. O halde, şükründeki kusurumuzu bize bağışla!' dedi.
Bir başkası 'Bizim ihtiyacımızı biliyorsun. İhtiyacımız sadece senin yüzüne bakmaktır!'
Bir başkası 'Kul nasıl efendisine karşı cüretkâr olur? Zira cömertliğinle dua etmeyi sen bize emrettin. O halde göklerin tabakalarından gelen bir karanlıkta bize rehber olacak bir nûru bize bağışla!' dedi.
Bir diğeri 'Senden dileğimiz bize yönelmen ve bunu bizim nezdimizde devam ettirmelidir!' dedi.
Bir başkası 'Senden bize hibe ettiğinde nimetinin tamamını istiyoruz' dedi.
Başkası 'Senin yarattıklarının hiçbirinde bizim gözümüz yoktur. Bu bakımdan cemâline bakmayı bize minnet et!' dedi.
Bir başkası 'Arkadaşlarımın arasında senden bir dileğim var! Dünya ve ehline bakmaktan gözlerimi kör etmeni, âhiretle meşgul olmaktan da kalbimi menetmeni istiyorum' dedi.
Başkası 'Sen müşriklerin dediğinden yücesin! Senin velî kullarını sevdiğini biliyorum. O halde kalbimizin senden başka herşeyden dönüp seninle meşgul olmasın bize minnet et!' dedi.
Bunun üzerine, Allahü teâlâ, Dâvud'a vahiy göndererek dedi ki:
- Onlara de ki: Sizin konuşmalarınızı dinledim. İsteklerinizi verdim. Bu bakımdan her biriniz arkadaşlarından ayrılsın. Kendi nefsine bir yol edinsin! Muhakkak ben kendimle sizin aranızda bulunan perdeyi kaldıracağım ki siz benim nûruma ve celâlime bakasınız.
- Onlar ne ile senin bu lûtfuna mazhar oldular?
- Güzel zan, dünya ve dünya ehlinden kaçıp benimle başbaşa kalmak, benimle münacât etmekle! Muhakkak bu bir mertebedir. Ona ancak dünya ve dünya ehlini terkeden varabilir. Dünyanın hiçbir şeyiyle meşgul olmayan, kalbini benim için boşaltan, beni bütün kullarıma tercih eden bunu elde eder. İşte böyle bir durumda ona şefkat eder, nefsini boşaltır, benimle onun arasındaki perdeyi kaldırırım. Öyle ki kişi, gözüyle birşeye baktığı gibi bana bakar. Her saat ona kerametimi gösteririm. Onu yüzümün nûruna yaklaştırırım. Hasta düşerse şefkatli annenin evladına bakması gibi ona bakarım! Susarsa su içiririm. Ona zikrimin tadını tattırırım.
Ey Dâvud! Ona bunu yaptığımda nefsini dünya ve ehlinden körleştiririm. Dünyayı ona sevdirtmem. Benim (sevgim) le meşgul olmaktan artık o gevşemez. O hemen huzuruma gelmek ister. Oysa ben onu öldürmeyi hoş görmem. Çünkü o, mahluklarımın arasında bakışımın merkezidir. Ben ondan başkasına bakmam.
Ey Dâvud! Onun nefsi eridiği, cismi zayıfladığı, azaları fersude olduğu, kalbi zikrimi dinlediği zaman onu bir görsen! Onunla meleklerime ve gök ehline karşı iftihar ederim. O, korku ve ibadet bakımından artar.
Ey Dâvud! İzzet ve celâlime yemin ederim! Onu cennette oturtacağım. Bana bakmaktan onun sabrına şifa vereceğimi Öyle ki rızanın üstünde razı oluncaya kadar. . .
Yine Hazret-i Dâvud'un (aleyhisselâm) haberlerinde şöyle vârid olmuştur:
Benim sevgime yönelen kullarıma de ki: 'Yarattıklarımdan gizlendiğimde, sizinle aramdaki perdeyi kaldırıp kalp gözlerinizle bana bakacak derecede size imkân verdiğimde size hiçbir zarar gelmez. Dininizi size yaydığımda sizden aldığım dünyanın size ne zararı olabilir? Benim rızamı talep ettiğinizde halkın öfkesi size nasıl zarar verir?'
Yine Hazret-i Dâvud'un haberlerinde vârid olmuştur ki Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Beni sevdiğini iddia ediyorsun. Eğer beni seviyorsan dünya sevgisini kalbinden çıkart. Çünkü benim sevgimle dünya sevgisi bir arada bulunamaz.
Ey Dâvud! Dostunla ihlâslı ol. Dünya ehliyle az ihtilât et! Dinini (veya borcunu) bana havale et, başkalarına değil! Benim muhabbetime uygun görünene yapış, senin için müşkil olan hakkında da bana yaslan, o zaman seni düzeltmeye acele etmem bana hak olur! Senin önderin ve delilin ben olurum. İstemeden sana veririm. Zorluklara karşı yardım ederim. Ben nefsime, ancak talebinin varlığını huzuruma atmak olduğunu bildiğim bir kulu doğruya iletmeyi gerekli kıldım. Oysa o kul bunu huzuruma getirmekle benden müstağni olamaz. Sen böyle oldun mu, zillet ve vahşeti senden uzaklaştırıp zenginliği kalbine yerleştiririm. Çünkü kulum nefsine güvenir ve fiillerine bakarsa onu nefsine havale etmeyi gerekli kılarım. O nefis ki eşyanın en zayıfıdır. O nefis senin ameline zıt düşmez ki sen zorluk çekesin. Arkadaşın da bu durumda senden fayda görmez.
Benim marifetime bir hudud bulamazsın. Marifetin sonu da yoktur, Ne zaman benden fazlalık istersen sana veririm. Benden gelen fazlalığın hududunu bulamazsın. Sonra İsrailoğullarna bildir ki benimle kullarımın arasında bir soy yoktur ki onların benim katımdaki istek ve iradeleri alabildiğine büyük olsun. Onlara gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin kalbine gelmeyen şeyleri mübah kılacağım. Beni iki gözünün arasına koy. Kalbinin gözüyle bana bak! Akıllar: benden perdelenmişlere bakma! Çünkü onlar akılları alabildiğine salıverdiler. Ben izzet ve celâlime yemin ettim ki tecrübe niyetiyle benim ibadetime girene sevabımı açmayacağım. Öğrettiğine tevazu et! Müridlere pek fazla serzenişte bulunma. Eğer muhabbetimin ehli, müridlerin katımdaki derecelerini bilseydiler müridler için kendilerini toprak yapar, müridleri üzerlerinde yürütürlerdi Ey Dâvud! Eğer bir müridi, içinde bulunduğu bir sarhoşluktan çıkarırsan, onu kurtarırsan seni var kuvvetiyle çalışıp cihad eden bir kimse olarak kaydedeceğim. Kimi böyle kaydedersem artık onun üzerinde bir vahşet ve insanların ihtiyacı sözkonusu olmaz.
Ey Dâvud! Sözüme yapış. Nefsinden nefsin için azık edin. Sakın ondan getirmeyesin ki senden muhabbetimi perdelemeyeyim. Kullarımı rahmetimden ümitsiz etme ki bana (rahmetime) olan şehvetini kesmeyeyim; zira ben zevkleri ancak mahlukâtımın zâfiyetinden ötürü mübah kıldım. Kuvvetlilere ne oluyor ki zevk peşinde koşuyorlar. Muhakkak ki zevkler, münacâtımın halâvetini eksiltir. Zevklere dalan kuvvetlilerin en az cezası olarak onların akıllarını kendimden perdelerim; zira ben dünyayı dostum için münasip görmem. Dostumu dünyadan uzaklaştırırım.
Ey Dâvud! Benimle arana bir âlimi sokma ki o, sarhoşluğuyla seni muhabbetimden perdelemesin. Onlar, mürid olan kullarımın yolunu kesenlerdir! Şehvetleri terketmek hususunda, daima oruç tutmaktan yardım iste! Oruç yemeyi tecrübe etmekten kaçın! Zira oruca olan sevgim, onun devam ettirilmesidir.
Ey Dâvud! Nefsine düşmanlık yapmak suretiyle bana kendini sevdir. Ondan şehvetleri menet ki sana bakayım ve aramızda perdelerin kalktığını göresin. Sevabımla sana minnet ettiğimde, ona gücün yetsin diye seninle müdaraat ediyorum. Sen ibadetime yapışmış olduğun halde onu senden esirgeyecek miyim?
Allahü teâlâ yine Hazret-i Dâvud'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Ey Dâvud! Eğer bana sırt çevirenler onları nasıl intizar ettiğimi, onlara nasıl şefkat gösterdiğimi, onların günahı terketmelerine nasıl iştiyak duyduğumu bilseydiler, bana olan şevklerinden ölürlerdi. Muhabbetimden azaları paramparça olurdu.
Ey Dâvud! İşte benden yüz çevirenler hakkındaki iradem budur. Acaba bana yönelen hakkındaki iradem nasıldır?
Ey Dâvud! Kulumun bana en muhtaç olduğu zaman, benden kendisini müstağni gördüğü zamandır. Kuluma en fazla merhamet ettiğim zaman da benden yüz çevirdiği zamandır. Benim katımda en büyük olduğu zaman bana dönüş yaptığı zamandır!
İşte bu ve buna benzer sayılmayacak kadar çok olan haberler Muhabbet, Şevk ve Ünsiyet'in isbatma delâlet ederler. Oysa onların mânâsının tahkiki ancak daha önce söylediklerimizle inkişaf eder.
28) Taberânî