İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | MUHABBET, ŞEVK, ÜNSİYET VE RİZA

1. Giriş

Velîlerinin kalplerini dünyanın süslerine ve iltifat etmekten münezzeh kılan Allah'a hamdolsun! O Allah ki onların sırlarını, huzurundan başkasını düşünmekten tasfiye etmiştir. Sonra o sırları izzetinin yaygısı üzerine dürmeleri için edinmiş ve hâlis kılmıştır! Sonra isimler, sıfatlar ve marifetinin nûrlarıyla pırıl pırıl parlayacak derecede onlara tecelli etmiştir. Sonra onlara mübarek vechinin nûrlarını keşfettirmiştir ki sevgisinin ateşiyle yansınlar. Sonra onlardan celâlinin künhüyle perdelendiÖyle ki onlar kibriyasının ve azametinin sahrasında şaşkın kalakaldılarBu bakımdan onlar ne zaman ki celâlinin künhünü mülahaza etmeye yeltenmek isteseler, onları akıl ve basiretlerinin yüzünü kaplayan dehşet kaplarNe zaman ki ümitsiz olarak o meydandan çekilmek isterlerse, cemalin çadırlarından 'Ey cehaletinden ve aceleciliğinden ötürü hakkı elde etmekten ümitsiz olan! Sabret!' diye çağrılırBöylece onlar red, kavuşma, kabul, kovulma arasında, muhabbetinin ateşiyle tutuştukları halde marifetinin denizinde kalakalmışlardır.

Salât ve selâm nübüvvetinin kemâliyle peygamberlerin sonuncusu olan Hazret-i Peygamber'in, halkın efendileri, imamları, önder ve rehberleri olan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! (Yârab!) onlara çokça selâm et!

Muhakkak ki Allah'ın muhabbeti, makamlardan en yüce makamın, derecelerden en yüksek derecenin ta kendisidirMuhabbetin idrâkinden sonra hiçbir makam yoktur ki onun meyvelerinden bir meyve, Şevk, Üns, Rıza ve benzerleri gibi onun etbaından biri olmasınMuhabbet'ten önce hiçbir makam yoktur ki muhabbetin mukaddimelerinden biri olmasın! Tevbe, Sabr, Zühd ve başkaları gibi. . . .

Diğer makamlara, ulaşmak pek zor ise de kalpler onun imkânına inanmaktan boş bulunmazlarAllah'ın muhabbetine inanmak pek az ve nadirdirHatta bir kısım âlimler onun imkânını inkâr ederek şöyle demişlerdir: 'Allah'ın muhabbetinin mânâsı, Allah'a ibadet etmeye devam etmekten başka birşey değildir! Muhabbetin hakikati muhaldirBu ancak sevenin cinsinden olursa mümkün olur'Bu âlimler, muhabbeti inkâr ettiklerinden üns, şevk, münacât lezzeti ve muhabbetin diğer durumlarını da inkâr etmişlerdirO halde, bu konunun üzerinden perdeyi kaldırmak gerekir.

Biz bu kitapta muhabbet hakkındaki şeriat delillerini, sonra muhabbetin hakîkat ve sebeplerini, sonra Allah'tan başkasının muhabbet'e müstehak olmadığını, sonra lezzetlerin en büyüğünün Allah'ın vechi kerimine bakmanın lezzeti olduğunu, sonra âhiret'teki bakış lezzetinin dünyadaki marifetten daha fazla olmasının sebebini, sonra Allah muhabbetini takviye eden sebepleri, sonra insanların muhabbet hususunda neden değişik olduklarını, sonra Allah'ın marifetinde zihinlerin kusurluluğundaki sebebi, sonra şevk'in mânâsını, sonra Allah'ın kuluna olan muhabbetini, sonra Allah'ın kulunu sevmesinin alâmetleri hakkındaki sözü, sonra Allah ile olan ünsiyetin mânâsını, sonra ünsiyetteki inbisat mânâsını, sonra rıza mânâsındaki sözü, sonra rıza'nın fazileti ile hakikatini, sonra duanın ve masiyetlerden tiksinmenin buna zıt düşmediğini, günahlardan kaçmanın da böyle olduğunu, sonra muhiblerin çeşitli hikâye ve sözlerini beyan edeceğizİşte bu kitabın bütün beyanları bunlardan ibarettir.

36-1

2. Kulun Allah'a Olan Muhabbeti Hakkında Şer'î deliller

Bütün müslümanlar gerek Allah'a, gerek Hazret-i Peygamber'e muhabbetin her müslüman için farz olduğunda ittifak etmiştirAcaba olmayan birşey nasıl farz kılınır? Acaba sevginin tabiî meyvesi olan ibadetle nasıl tefsir edilir? Elbette meyvesinden önce sevginin olması lâzımdırOndan sonra insan sevdiğine itaat eder.

Âyet-i Kerîmeler

Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler! (Maide/53)

Îman edenler ise en çok Allah'ı severler. (Bakara/165)

Bu ayetler, muhabbetin ve muhabbette insanların değişikliğini isbata delildir.

Hadîsler

Hazret-i Peygamber, Allah'a olan sevgiyi, birçok hadîsinde îmanın şartından kılmıştır.

Ebû Rezîk Akilî şöyle sordu1: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Îman nedir?' Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi:

Allah ve Rasûlü'nün senin nezdinde her şeyden daha sevimli olmalarıdır,2

Sizden bir kimsenin nezdinde Allah ve onun Rasûlü her şeyden daha sevimli olmadıkça kişi îman etmiş sayılmaz3

Ben bir kişinin nezdinde aile efradından, malından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça o kişi îman etmiş sayılmaz4

Bu hadîsin başka bir rivâyetinde 'onun nefsinden de' ziyadesi vardırDurum nasıl böyle olmasın?

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuuz ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, elçisinden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o halde Allah'ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyinAllah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe/24)

Allahü teâlâ bunu tehdit ve kişinin bu hareketinin inkâr sadedinde olduğunu göstermek için sevketmiştirHazret-i Peygamber de muhabbeti emrederek şöyle buyurmuştur:

Size gıda olarak verdiği nimetlerden dolayı Allah'ı sevinizBeni de Allah'ın sevmesinden dolayı seviniz!5

Bir kişi şöyle dedi:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni seviyorum!

- O halde fakirlik için hazırlan!

- Muhakkak ki ben Allah'ı da seviyorum.

- O halde belâ için de hazırlan!6

Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor: Ashâbdan Mus'ab bUmeyr, sırtında kemer gibi yaptığı bir koç derisi olduğu halde Hazret-i Peygamber'e geldiğinde Hazret-i Peygamber ona bakıp şöyle dedi:

Şu Allah tarafından kalbi nûrlandırılmış kişiye bakınız! Ben onu anne ve babasının yanında kendisini en tatlı yemek ve içkilerle besledikleri halde gördümAllah ve Peygamber sevgisi onu gördüğünüz hale davet etti. (O da icabet etti!)

Meşhur bir haberde şöyle vârid olmuştur: İbrahim (aleyhisselâm) ruhunu kabzetmek üzere gelen ölüm meleğine 'Sen hiç dostunu öldüren bir dost gördün mü?' diye sorunca, Allahü teâlâ ona vahiy göndererek 'Sen hiç sevdiğinin huzuruna varmaktan çekinen bir dost gördün mü?' dediBunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) 'Ey ölüm meleği! Hemen ruhumu kabzet'! dedi.

Bu durumu ancak bütün kalbiyle Allah'ı seven bir kul bulabilirBu kul ölümün sevdiği ile birleşmeye sebep olduğunu bilince hemen ölüme doğru atılıverirÇünkü Allah'tan başka bir sevdiği yoktur ki ona iltifat etsin.

Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle demiştir:

Yârab! Kendi muhabbetini ve seni sevenin sevgisini ve beni sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini bana ihsan eyle! Sevgini soğuk sudan bana daha sevimli kıl!7

Bir bedevî Hazret-i Peygamber'e gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?' diye sorduHazret-i Peygamber 'Kıyâmet için ne hazırladın?' dediBedevî 'Kıyâmet için ne fazla namaz ve ne de oruç hazırladımAncak ben Allah'ı ve onun Rasûlü'nü seviyorum' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: 'Kişi sevdiğiyle beraberdir'8

Enes der ki: 'İslâm'dan sonra bu olay ile sevindikleri kadar müslümanların hiçbir şeyle sevindiklerini görmedim!'

Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kim Allah'ın gerçek muhabbetini tadarsa, bu onu dünya talebinden uzaklaştırır ve bütün halktan ürkütür!'

Hasan şöyle demiştir: 'Rabbini tanıyan onu sever! Dünyayı tanıyan ona zâhid olur! Mü'min bir kimse oynayıp gaflete dalmaz! Düşündüğü zaman üzülür!'

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah'ın kulları içinde öyle bir grup vardır ki cennet ve cennetin içindeki nimetler bile, onları Allah'tan uzaklaştırmazOnlar dünya ile nasıl Allah'tan uzaklaşacaklardır?'

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bedenleri zayıf düşmüş, beti benzi uçmuş üç kişinin yanından geçerek kendilerine şöyle sordu: 'Sizi bu hale getiren nedir?' Onlar 'Ateş korkusu!' dedilerHazret-i Îsa 'Korkan bir kimseyi emniyete kavuşturmak Allahü teâlâ'nın üzerine haktır' dedi. Sonra onları geçtiBaşka bir üç kişiye rastladıBaktı ki onlar daha zayıf, benizleri daha uçuk'Sizi bu hale getiren nedir?' diye sorduOnlar 'Cennete olan şevkimiz!' dedilerÎsa (aleyhisselâm) 'Size umduğunuzu vermek Allah'ın üzerinde bir hak oldu' dedi. Sonra onları geçip üçüncü bir gruba rastladıBaktı ki onlar daha zayıf ve benizleri daha uçuk. . . Sanki onların yüzünde bir nûr vardır'Sizi bu gördüğüm dereceye ulaştıran nedir?' dediOnlar 'Biz Allah'ı seviyoruz! (Bizi bu hale getiren Allah sevgisidir) ' dedilerÎsa (aleyhisselâm) 'Mukarrebler sizlersiniz! Sizsiniz mukarrebler! Sizsiniz mukarrebler!' dedi.

Abdülvahid bZeyd 'Kar içerisinde dikilen bir kişinin yanından geçerken 'Sen üşümez misin?' dediAdam 'Kimin içinde Allah muhabbeti varsa o üşümeyi hissetmez!' diye cevap verdi.

Sırrı es-Sekatî'den şöyle rivâyet edildi: 'Kıyâmet günü ümmetler peygamberlerinin adıyla 'Ey Musa ümmeti!' Ey Îsa ümmeti! Ey Muhammed ümmeti! diye çağrılırlarAllah'ın muhibleri ise bu şekilde çağrılmazlarOnlar 'Ey Allah'ın velî kulları! Allah'a geliniz!' diye çağrılırlarBu sesleri işittikleri zaman kalpleri neredeyse çatır çatır çatlar".

Harem bHayyan dedi ki: 'mü'min rabbini tanıdığı zaman sever! Sevdiği zaman yönelirYönelmenin tadını aldığı zaman dünyaya şehvet gözüyle, âhirete de fetret gözüyle bakmaz!'

Mü'minin bu dünyada hasret çekmesi, âhirette istirahat etmesi demektir.

Yahya b. Muaz şöyle dedi: 'Allah'ın affı bütün günahları kapsar! O'nun rızası acaba nasıl olur? O'nun rızası bütün emel ve istekleri kapsar! O'nun sevgisi acaba nasıl olur? O'nun sevgisi akılları deşete sevkeden Acaba O'nun muhabbeti nasıldır? O'nun muhabbeti O'ndan başkasını unuttururAcaba O'nun lûtfu nasıldır?'

Bazı (semavî) kitablarda şöyle vârid olmuştur: 'Ey kulum! Senin hakkın için ben sana muhibimSenin boynundaki hakkımın hatırı için sen de bana muhib ol!'

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Hardal tanesi kadar muhabbet, bana muhabbetsiz yetmiş senelik ibadetten daha sevimli gelir!'

Yine Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'İlâhî! ben senin avlunda duruyorumÇocukluktan beri senin senânla meşgulümBeni yanına aldınMarifetinle bana gömlek giydirdinLütfunla bana imkân verdinBeni haller içerisinde evirip çevirdinÖrtmek, tevbe, zühd, şevk, rıza ve muhabbet içerisinde beni haşr u neşr ettinHavuzlarından bana içirdinBahçelerinden bana yemek imkânını verdinEmrine yapıştığım, kavline aşık olduğum halde bunları bana yaptınBüyüdüğüm zaman senin katından nasıl uzaklaşırım? Oysa ben daha küçükken bunu senden aldımHayatta oldukça senin manevî etrafında yalvarıp sana fısıldayacağımÇünkü ben muhibbimHer muhib, habibine aşkla bağlıdırHabibinin dışında herşeyden uzaklaştırılmıştır'.

Allah'a muhabbet hakkında sayılmayacak kadar haber ve eserler vârid olmuşturBu apaçık bir durumdurKarışıklık onun mânâsını tahkik etmek hususundadırBu bakımdan biz manâ ile meşgul olacağız!

1) Adı Lekit b. Âmir b. Müntefik el-Âmirî'dir.

2) İmâm-ı Ahmed

3) Müslim, Buhârî

4) Müslim, Buhârî

5) Tirmizî

6) Tirmizî

7) Ebû Nuaym, (Ebu'd Derda'dan)

8) Müslim, Buhârî

3. Muhabbet'in Hakikati, Sebepleri, Kulun Allah'a Olan Muhabbetinin Mânâsı

Bu fasıldan gaye, muhabbetin hakikatinin ancak Allah'ın marifetiyle keşf olunacağını, sonra şartlarının ve sebeplerinin marifetini, bütün bunlardan sonra Allah hakkındaki mânâsının tahkik ile keşfolunacağını anlatmaktır.

Birinci Esas

Marifet ve idrâkten önce, muhabbetin olması düşünülemez; zira insan ancak tanıdığını sever, cansız bir şeyin sevgiyi idrak etmesi düşünülemezSevmek, idrâk eden dirinin özelliğidir. Sonra idrâk olunanlar idrâk edenin tabiatına uygun ve zevk verici tabiatına zıt olan nefret ve elem verici ve tabiatına ne zevk, ne de elem vermeyen kısımlara bölünürBu bakımdan idrâkinde bir lezzet ve rahat olan herşey, idrâk edenin nezdinde güzeldirİdrâkinden elem duyulan herşey, idrâk edenin nezdinde kötüdürKendisinde ne elem, ne de lezzet olan şey ne güzel, ne de çirkindirMadem ki durum budur, her lezzetli kendisinden lezzet alanın nezdinde sevimlidirSevimli olmasının mânâsı tabiatta ona karşı bir meyil olması demektir ve nefret edilmesinin mânâsı tabiatının ondan nefret etmesidirBu bakımdan sevgi, lezzetli şeye tabiatın meyletmesinden ibarettirEğer o meyl artarsa, ona aşk adı verilirBuğz, yorucu ve elem verici şeyden tabiatın nefret etmesinden ibarettirBu kuvvet bulursa adına makt denirİşte sevginin hakikatinde esas budur.

İkinci Esas

Sevgi, idrâk ve marifete tabi olduğundan, şüphesiz ki idrâk edenler ve duyular hasebiyle bölünürBu bakımdan her duyu idrâk olunanların bir türünü hissederBunların her birinin de idrâk olunanlarda lezzeti vardırO lezzetten dolayı tabiatın ona meyli vardırBu bakımdan onlar sağlam tabiatın nezdinde güzeldirÖyleyse gözün lezzeti; görmekte, güzel görünenleri idrâk etmekte, lezzet veren güzel suretleri hissetmektedirKulağın lezzeti vezinli ve güzel nağmelerdedir Koku duyusunun lezzeti güzel kokulardadırZevkin lezzeti yemeklerdedirDokunmanın lezzeti yumuşaklıktadırDuyularla idrâk edilen bu şeyler zevkli olduklarından dolayı sevimli olurlarYani sağlam tabiat bunlara meylederHatta

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün nûru namaz! 9

Görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber güzel kokuya mahbub adını vermiştirMalumdur ki güzel kokuda ne gözün, ne de kulağın nasibi vardırSadece burnun nasibi vardırKadınlara da mahbub demiştirOysa onlarda da sadece dokunmanın zevki vardırBurnun, dilin ve kulağın nasibi yokturNamaza göz aydınlığı adını vermiş ve onu mahbubların en sevimlisi kılmıştırOysa beş duyunun namazda hiçbir nasibi olmadığı malumdurNamazdan zevk alan altıncı bir duyudurOnun yeri kalptirOnu ancak kalp erbabı olan bir kimse idrâk edebilirBeş duyunun lezzetlerinde hayvanlar da insanlara ortaktırEğer sevgi sadece beş duyunun idrâk ettiklerine bağlı olsaydı 'Allah duyularla idrâk olunmaz.

Hayalde de temsil edilemezBu bakımdan sevilmez' denilseydi, bu durumda insanın özelliği iptal olunurdu ve kendisini hayvanlardan ayıran akıl veya nur veya kalp veyahut itiraz etmeksizin başka ibarelerde tabir edilen özelliği ve altıncı hissi ortadan kalkardıBu da uzak bir ihtimaldirBu bakımdan bâtınî basiret, zahirî gözden daha kuvvetlidirKalp, gözden daha iyi kavrarAklen idrâk edilen mânâların güzelliği, gözle görünen zâhir suretlerin güzelliğinden daha büyüktür.

Bu bakımdan duyularla idrâk etmekten yüce olan ilâhî ve şerefli şeylerden kalbin idrâk etmesiyle meydana gelen daha kusursuzdurÖyleyse sağlam tabiatın zevki, sıhhatli aklın buna meyli daha kuvvetlidirZaten sevginin mânâsı idrâkinde zevk duyulana meyletmekten başka birşey değildirNitekim bunun tafsilatı gelecektirDurum bu olduktan sonra Allah sevgisini, ancak kusurluluğun kendisini hayvanların derecesine indirdiği, duyuların idrâkinden öteye geçemeyen kimse inkâr eder.

Üçüncü Esas

İnsanın kendi nefsini sevdiği gizli değildirNefsi için başkasını sevmesi de bir hakikattir; acaba başkasını, nefsi için değil de onun zatından dolayı sevmesi düşünülebilir mi? İşte zayıflar için çözülmesi zor olan nokta budurHatta zayıflar insanın başkasını, onun zatından dolayı sevmesinin düşünülemeyeceğini zannederlerAncak onda onun zatını idrâk etmekten başka, sevene yönelen bir pay olursa durum değişirHakikatte ise, böyle bir sevgi mümkündür ve vardır.

9) Nesâî

4. Muhabbetin Sebep ve Kısımları

Birinci Sebep: Her dirinin ilk sevdiği şey zatıdırKişinin kendi nefsini sevmesinin mânâsı, tabiatında varlığının devamına bir meyl olduğu gibi yokluğuna da bir nefret vardır; zira tabii olarak sevilen, sevene uygun olandırAcaba insana nefsinden ve varlığının devamından daha uyan birşey var mıdır? Acaba insana, nefsinin yokluğundan daha ters birşey var mıdır? işte bunun için insan varlığının devamını severÖlümden ve öldürmekten nefret ederBunu sadece ölümden sonraki korku ve azabdan değil, ölümünün zorluklarından sakındığı için de değil, elemsiz, aniden öldürülse, sevapsız ve ikapsız öldürülse yine ölümden nefret ederÖlümü ve katıksız yokluğu sevmezAncak bazen hayatta bulunan dehşetli bir elemden ötürü kişi ne zaman bir belâ ile mübtelâ olursa onun isteği o belanın yok olması olurEğer yokluğu severse, yokluk olduğu için sevmezO yoklukta belanın da yok olması sözkonusudurBu bakımdan helâk ve yokluk nefret edilen bir şeydirVarlığın devamı sevimli olunca, varlığın kemâli de sevimli olur; zira eksiklik, kemâli engeller ve yok ederEksiklik, yok olan miktar nisbetinde yokturEksiklik, kemâle nisbeten helâktırHelâk ve yokluk, sıfatlarda ve vücudun kemâlinde nefret edilen bir şeydirNitekim zatın esasında da nefret edildiği gibi. . . Varlık esasının devamının güzel olduğu gibi, kemâl sıfatının varlığı da güzeldirBu, sünnetullah'ın hükmüyle tabiatlarda yerleşen bir özelliktir.

Allah'ın kanununu değiştirmeye imkân bulamazsın. (Ahzâb/62)

Madem durum budur, insanın ilk sevdiği şey zatıdır. Sonra azalarının selâmetli olması, sonra malı, evladı, aşireti ve dostlarıdırBu bakımdan azalar sevimlidirSelâmetli olmaları da sevimlidirÇünkü varlığın kemâl ve devamı azaların sağlamlığına bağlıdırMal sevimlidir, çünkü mal da varlık ve kemâlin devamında alettirDiğer sebepler de böyledirBu bakımdan insan, bu şeyleri zatlarından dolayı değil, varlık ve kemâlinin nasibi bunlara bağlı olduğundan dolayı severHatta insan çocuğundan bir fayda görmediği, onun için meşakkatlara girdiği halde onu sever.

Çünkü o yok olduktan sonra çocuk, kendisinin halefi olurBu bakımdan çocuğun yaşamasında bir nevi kendisinin bekası vardırİşte nefsinin bekasını sevdiğinden dolayı yerine kaim olan bir kimsenin bekasını da severSanki o, onun bir parçasıdırÇünkü nefsinin ebediyyen baki kalacağını ümit etmezEvet! Eğer kendisinin veya evladının öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, tabiatı da normalliğini muhafaza ediyorsa, elbette kendi canını, evladının canına tercih ederÇünkü çocuğunun yaşaması, bir yönden kendisinin yaşaması demektir.

Fakat onun kesin olarak yaşaması değildirAkrabalarını ve aşiretini sevmesi de nefsinin kemâlini sevmesine dönüşürÇünkü o, nefsini onlarla çok, onlar sebebiyle kuvvetli ve onların kemâliyle güzelleşmiş görür; zira aşiret, mal ve haricî sebepler insanı kemâle doğru götüren kanat gibidirVarlığın kemâli ve devamlı oluşunun tabiaten sevildiği açık bir hakikattirÖyleyse ilk sevilen şey, her dirinin yanında kendisinin zati ve zatının kemâli ve bütün bunların devamıdırOnun yanında mekruh olan ise bunun zıddıdırİşte bu, sebeplerin ilkidir.

İkinci Sebep: İhsandır; zira insan, ihsanın kuludurKalpler kendilerine ihsan edeni sevmek üzere, kendilerine kötülük yapandan da nefret etmek üzere yaratılmıştır.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Ey Allahım! Facir bir kimsenin iyiliğini boynumda bırakma ki kalbim onu sevmiş olmasın!

Bu hadîs işaret eder ki kalbin iyilik yapanı sevmesi zorunludurDefetmesi güç yetmez bir durumdurBu bir tabiat ve fıtrattırBunu değiştirmeye yol yokturBu sebepten ötürü insan bazen akrabası olmayan ve ilişkisi bulunmayan bir yabancıyı severBu tedkik edilirse, birinci sebebe dönüştüğü görülür; zira ihsan eden odur ki mal, yardım ve varlığın devamına erdiren sebeplerle imdada yetişirKemâl ve vücudun hazırlanmasında rol oynayan nasiplerin husulü ile yardım eder.

Ancak fark şudur: İnsanların azaları vücudununun kemâlinde rol oynadığından dolayı sevilirOysa onlar istenilen kemâlin ta kendisidirİhsan eden bir kimse ise, o istenilen kemâlin bizzat kendisi değildirAncak onun sebebi olurAzaların sıhhatinin devamlılığında sebep olan doktor gibi. . . Bu bakımdan sıhhatin sevgisi ile sıhhatin sebebi olan doktorun sevgisi arasında fark vardır; zira sıhhat lizatihî istenirDoktor ise lizatihî değil, sıhhatin sebebi olmak hesabıyla istenir.

Böylece ilim de, hoca da sevilirFakat ilim bizatihi istenirHoca ise, güzel olan ilmin sebebi olduğu için istenirBöylece yemek, içmek, para da sevilirFakat yemek lizatihî, paralar ise yemeğin vesilesi oldukları için istenirDurum bu olduğu zaman fark, mertebenin değişikliğine dönüşürAksi takdirde onların her biri insanın kendi nefsini sevmesine dönüşürBu bakımdan kim ihsan ettiğinden dolayı ihsan edeni severse, o hakikatte ihsan edenin zatını sevmiş değildirAksine ihsanını sevmiştirİhsan ise, muhsinin fiillerinden biridirEğer o ortadan kalkarsa, sevgi de kalkarAma muhsinin zatı, kesinlikle devam ederEğer eksilirse, sevgi eksilir, artarsa artarİhsan ve ihsanın artış ve eksikliği nisbetinde artış ve eksiklik meydana gelir.

Üçüncü Sebep: Bir şeyi zatından dolayı sevmesidirZatının ötesinde elde edilecek bir nasipten dolayı değil! Burada şeyin zatı, onun nasibinin ta kendisidirİşte devamlılığına güvenilen kâmil ve hakîki sevgi budurBu da güzellik sevgisi gibidirÇünkü her güzel, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevilirBu da güzelliğin bizzat kendisi içindir.

Çünkü güzelliği idrâk etmekte zevkin bizzat kendisi vardırO, başkası için değil zatı için sevilirSakın zannetme ki güzel suretlerin sevgisi, ancak onlarla şehvetin bertaraf edilmesi için düşünülebilir; zira şehvetin bertaraf edilmesi başka bir zevktirBazen güzel suretler onun için sevilirGüzelliğin bizzat kendisini idrâk etmek ise başka bir lezzettir! Bu bakımdan güzelliğin sevilmesi mümkündürBu nasıl inkâr edilebilir? Oysa yeşillik ve akan su sevilirBu, suyun içildiği, yeşilliğin yenildiği için olmaz. Veya sudan ve yeşillikten başka bir nasip elde etmek için de sevmezYeşillik ve akan su Hazret-i Peygamber'in hoşuna giderdiSağlam tabiatlar ışığa, çiçeklere, rengarenk kuşlara, şekli ve benekleri uygun olan hayvanlara bakmaktan lezzet alırHatta İnsan oğlu bu şeylere bakmakla üzüntü ve gamdan kurtulurBu da bakıştan ışığa bir nasibin oluşundan kaynaklanmaz.

İşte bu sebepler lezzet verirlerHer lezzet veren şey sevilirHer güzelin idrâk edilmesi lezzetten uzak değildirGüzelliğin tabiaten güzel olduğunu inkâr eden hiç kimse yokturBu bakımdan eğer Allah'ın güzel olduğu sabit olursa, şüphesiz ki cemâl ve celâli kendisine keşfolunan kulunun nezdinde mahbub olur.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allah güzeldir, güzelliği sever!

Dördüncü Esas

Bu esas, güzelliğin mânâsını beyan etmek hakkındadır: Hayallerin ve hislerin darlığında hapsolan bir kimse, çoğu kez zanneder ki güzelliğin mânâsı ancak yaratılmış azaların ve şeklin birbirine uygun olması, rengin güzelliği, beyazlığın kırmızı ile karışması, boyun uzunluğu ve bunlardan başka insan şahsının güzelliğine sıfat olarak verilen niteliklerden ibarettir; zira yaratılış üzerinde galebe çalan güzellik bakma güzelliğidirOnların iltifatlarının çoğu şahısların suretlerinedirBu bakımdan zannedilir ki görülmeyen, hayal edilmeyen, şekli olmayan, bir rengi bulunmayanın güzelliği tasavvur olunamazGüzelliği tasavvur olunmadığından onu idrâk etmekte lezzet yokturBu bakımdan mahbub olamazBu çok açık bir yanlışlıktır; zira güzellik sadece gözle idrâk edilenlere bağlı değildirYaratılışta azaların uygunluğuna, beyazlığa kırmızının karışmasına bağlı değildir.

Çünkü 'bu güzel bir hattır', 'şu güzel bir sestir', 'şu da güzel bir attır', 'şu güzel bir elbisedir', 'şu güzel bir kaptır' derizBu bakımdan ses ve hattın güzelliği ve diğer eşyaların güzelliği, eğer güzellik sadece iddia edildiği gibi surette ise ne demektir ve hangi mânâya gelir? Malumdur ki göz, güzel hatta bakmakla zevk alırKulak, güzel sesleri dinlemekle zevk alır ve idrâk olunanlardan hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin diye ayrılmasın! Acaba bütün bu eşyalar arasında ortak olan güzelliğin mânâsı nedir? Bu bakımdan bunu araştırmak gerekirBu araştırma oldukça uzarMuamele ilminde, bunu uzun uzadıya izah etmek uygun düşmez.

Herşeyin cemâli, o şey için mümkün olan ve kendisine uygun bulunan kemâlinin hazır bulunmasmdandırDurum bu olduğunda o şeyin mümkün olan bütün kemâl cephelerinin hazır bulunduğunda, o, güzelliğin zirvesinde sayılırEğer hazır olan onun bir kısmı ise, hazır olan nisbetinde onun güzelliği vardırBu bakımdan güzel at, o attır ki bir ata uygun olan şekil, renk, koşmak, hücum etmek, geri çekilmek imkânlarının hepsi kendisinde bir araya gelmiştirGüzel hat, kendisinde hatta uygun olan harflerin mütenasip olan, tertibi müstakil ve intizamı güzel olan her bir unsurun bir araya geldiği hattır.

Herşeyin bir kemâli vardırOna uygundurBazen onun zıddı da başkasına uygun gelirBu bakımdan her şeyin kemâli, güzelliği, kendisine uygun olanın kemâlindedirO halde atın güzelliğini meydana getiren şey, insanın güzelliğini meydana getirmezSesin güzelliğini sağlayan şey ile hat güzel olmazElbiselerin güzelliğini sağlayan şey ile kaplar güzel olmazDiğer eşyalar da böyledirEğer şöyle dersen: Bu şeyler, her ne kadar sesler ve tatlılar gibi hepsi gözle idrâk edilmiyorsa da duyular tarafından idrâk edilmekten kurtulamazlarBu bakımdan bunlar duyularla hissedilenlerdirHissedilenlerin güzelliği ise inkâr edilmezOnların güzelliklerinin idrâki vasıtasıyla lezzetin husulü da inkâr edilmezBu ancak duyularla idrâk olunmayan şeylerden başkasında inkâr edilir.

Güzellik duyularla idrâk edilmeyen şeylerde mevcuttur; zira denilir ki: 'Şu güzel bir yaratılış, şu güzel bir ilim, şu güzel bir sîrettirŞunlar güzel ahlâklardır'Oysa güzel ahlâklardan ilim, akıl, iffet, erkeklik, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer hayırlı hasletler kastolunurBu sıfatların hiç biri beş duyu ile idrâk olunmazAncak bâtınî basiretin nûruyla idrâk edilirBu güzel hasletlerin hepsi mahbubdurBunlarla sıfatlı bulunan kimse de sıfatlarını tanıyan kimsenin nezdinde tabii olarak mahbubdurBunun ve durumun böyle olmasının alâmeti (şudur) : Tabiatlar peygamberleri, sahabîleri sevmek üzere yaratılmıştırOysa tabiatlar onları görmemiştir.

Hatta tabiatlar, mezheb sahibi olan İmâm-ı Şâfiî, İmâm Ebû Hanîfeİmâm-ı Mâlik ve diğerlerini sevmektedirHatta kişi mezheb sahibini bazen aşık olacak derecede severBu aşırı sevgi onu bütün servetini o mezhebin yayılması yolunda sarfetmeye zorlarİmamına ta'neden bir kimseyi, canını tehlikeye atarcasına önlemeye çalışırMezheblerin sahiplerine yardım yolunda nice kanlar akıtılmıştırKeşke Şâfiî'yi seven bir kimsenin niçin sevdiğini bilseydim! Oysa hiçbir zaman onun suretini görmemiştirEğer onu görseydi, belki de Şâfiî'nin zâhiri görünüşünü beğenmezdiBu bakımdan kendisini ifrat derecede sevmeye teşvik eden güzellik, Şâfiî'nin zahirî güzelliği değil, iç suretinin güzelliğidir; zira Şâfiî'nin zahirî sureti toprakla beraber toprak olmuşturKişi ancak onu din, takvâ, bol ilim, dinin ince noktalarını kapsamak gibi şeriat ilmini ifade etmesinden meydana gelen iç sıfatlarından dolayı severBu hayırları âlemde neşrettiğinden dolayı severOnlar ise güzel şeylerdirGüzellikler ancak basiret nûruyla bilinirDuyular onları idrâk etmekten âcizdir.

Böylece Hazret-i Ebû Bekir'i (radıyallahü anh) seven, onu başkasından üstün tutan veya Hazret-i Ali'yi seven, onu başkasından üstün tutup kendisi için taassuba kaçan, ancak onları ilim, din, takvâ, kahramanlık, şeref ve benzeri sıfatlarından dolayı severBu bakımdan malumdur ki Hazret-i Ebû Bekir'i seven bir kimse, onun kemiğini, etini, derisini, azalarını ve şeklini sevmez; zira bütün bunlar değişmiş, yok olmuşturSadece Hazret-i Ebû Bekir'e 'Sıddîk' dedirten vasıflar kalmıştır, O da güzel sîretin kaynakları olan güzel sıfatlardırO sıfatların bekasıyla sevgi bâki kalmıştırOysa bütün suretler zeval bulmuştur! O sıfatların hepsi işler tedkik edilirse şehvetleri kahretmek suretiyle nefsin onlara gücü yetiyorsa ilim ve kudrete dönüşürBu bakımdan bütün hayır işleri bu iki vasıf üzerinde dalbudak salarBunlar da hiss ile idrâk edilmezOnların bedendeki merkezleri atomik bir parçadırBu bakımdan esasında sevilen o noktadırParçalanmayı kabul etmeyecek derecede küçük olan bir parçanın şekli ve gözle görülecek rengi tasavvur olunamaz ki göründüğü için sevildiği iddia edilsinDurum bu ise güzellik, bir insanın gidişatında mevcuttur.

Eğer güzel gidişat ilimsiz ve basiretsiz meydana gelirse, sevgiyi gerektirmezBu bakımdan sevilen bir insanın sevilmesi güzel gidişatından kaynaklanırBunlar da övülen ahlâklar, şerefli faziletlerdirBütün bunlar, ilmin ve kudretin kemâline dönüşürBu ise, tabii olarak sevilirOysa duyularla idrâk olunmaktadırHatta aklı yetmeyen bir çocuğa gaib veya hazır, diri veya ölü olan birini sevdirmek istediğimizde bu isteğimizi tahakkuk ettirmekte bir tek yol vardırO da sevdirmek istediğimiz insanı kahramanlık, cömertlik, ilim ve diğer güzel ahlâklarla çocuğa empoze etmektirÇocuk bunların o insanda mevcut olduğuna inandı mı artık onu sevmemek çocuğun elinde değildir.

Ashâb-ı kirâmın sevgisi, Ebû Cehil'in ve İblis'in nefreti, mutlaka bu şekilde yerleştirilmiştirİnsanlar Hatem-i Tâî'yi cömertlikle, Halid bVelid'i şecaatla vasıflandırdıklarından dolayı zarurî olarak kalpler onları severOysa bu sevgi hissedilen surete bakmak veya sevenin onlardan almış olduğu bir hazza bakmaktan ileri gelmezHatta yeryüzünün bazı bölgelerinde bir kısım sultanların adalet ve doğruluklarına, hayırlı insan olduklarına dair hikâyeler anlatıldığından o sultanın sevgisi, sevenlere bir faydasının dokunma ümidi olmadığı halde, kalplere galebe çalar.

Öyleyse insan sevgisi sadece insana iyilik yapana karşı değildirEsasında sevilen iyiliktirHer ne kadar onun iyiliği sevene ulaşmamış olsa bile yine de iyilik yaptığından dolayı sevilirÇünkü her güzellik sevilirSuret ise zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısımdırHüsn ve cemâl bunların ikisini de kapsamaktadırZâhir suretler zahirî gözle idrâk olunurBâtın suretler ise, bâtını basiret ile sezilirler, Bu bakımdan bâtın basiretinden mahrum olan bir kimse idrâkten de yoksundur ve bu yönden lezzet almaz, sevmez ve buna meyil de etmez bir yaratılıştadırKimde bâtınî basiret, görünen duyulardan daha galip ise, onun bâtinî mânâları sevmesi zâhirî mânâları sevmesinden daha fazladır, Bu bakımdan duvara nakşedilen bir sureti zâhirî güzelliğinden dolayı seven ile iç güzelliğinden dolayı peygamberlerden birini seven arasında büyük fark vardır.

Beşinci Esas

Bu esas seven ile sevilenin arasındaki gizli münasebet hakkındadır; birçok insan arasında birbirlerine karşı sevgi oldukça kuvvetli olurOysa bu sevginin kaynağı ne zâhirî bir güzellik, ne de zâhirî bir çıkardırAncak sadece ruhî uygunluktur.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Onlardan (ruhlardan) tanışanlar birbirine yakınlık gösterirlerOnlardan tanışmayanlar birbirlerinden kaçarlar!

Biz bunu Allah yolunda sevmeyi zikrederken sohbet adabı kitabında tedkik etmiştikÇünkü bu da sevgi sebeplerinin acaipliklerindendirDurum bu olduğuna göre, sevginin kısımları beş sebebe dönüşürO da insanın kendi varlığını sevmesi, kemâlini, bekâsını sevmesi, varlığının devamına dönüşen hususta ve bekâsına yardım eden yerde kendisine ihsan edeni sevmesi, tehlikeleri kendisinden uzaklaştıranı sevmesi, her ne kadar kendisine iyilik yapmamış ise de iyilik yapanı sevmesidirİster zâhiri, ister bâtınî suretlerden olsun, güzel olan her şeyi sevmesidirKendisi ile arasında bâtında gizli bir münasebet bulunanı sevmesidirEğer bütün bu sebepler bir şahısta toplanırsa, şüphesiz ki sevgi katmerleşirNitekim bir insan sureten güzel, ahlâken güzel, ilmen kâmil, tedbiren güzel, halka yardımı seven, babasına yardım eden bir evlat ise babasının yanında şüphesiz ki son derece sevimli olur.

Bütün bu hasletlerin bir araya gelmesinden sonra sevgi kuvveti, bu hasletlerin kuvveti nisbetinde olurEğer bu sıfatlar kemâl derecelerinin zirvesinde ise, sevgi de şüphesiz derecelerin en yücesinde olurBu bakımdan biz şimdilik bütün bu sebeplerden kemâlin, bir arada toplanmasının ancak Allah hakkında düşünülebileceğini beyan edelim ki hakîkat açısından sevgiye Allah'tan başkasının müstehak olmadığı açıklığa kavuşsun!

5. Muhabbeti Lâyık Olan Ancak Allah'tır!

Allah'a nisbet edildiğinden değil de şahsından dolayı başkasını seven bir kimsenin sevgisi cehaletinden ve Allah'ın marifetindeki kusurluluğundan ileri gelir.

Hazret-i Peygamber'i sevmek övülür; zira Allah sevgisinin aynısıdırÂlimleri ve muttakîleri sevmek de böyledirÇünkü mahbubun mahbubu mahbubdurMahbubun elçisi sevilirMahbubun dostu güzeldirBütün bunlar esasın sevgisine dönüşürOnu geçip başkasına varamazBu bakımdan hakîkatte, basiret sahipleri nezdinde Allah'tan başka sevilen ve sevgiye müstehak olan yoktur.

Bunun izahı şöyledir:

Biz daha önce zikrettiğimiz beş sebebe dönüp onların tam olarak Allah hakkında bir araya toplandıklarını beyan edeceğizAllah'tan başkalarında ise ancak bu sebeplerin bir tanesi vardırO sebepler Allah hakkında hakikattirAllah'tan başkası hakkında onların varlıkları vehim ve hayaldir ve katıksız bir mecazdırAsla hakikati yokturBu hakîkat anlaşılınca Allah sevgisinin kesinlikle muhal olduğunu hayal eden, aklen ve kalben zayıf olan kimselerin hayalinin tam zıddı her basiret sahibine inkişaf eder ki hakîkatta Allah'tan başkasını sevmemeyi gerektirir.

Birinci Sebep: O, insanın kendi nefsini, bekâsını, kemâlini ve varlığının devamını sevmesi, helâkini, yokluğunu ve eksikliğini çirkin görmesi ve kemâline engel olan şeyleri iyi telâkki etmemesidirBu bakımdan bunlar her diri insanın tabiatıdırDiri olan insandan bu tabiatın ayrılması düşünülemezBu ise Allah'ı çok sevmeyi gerektirir; zira nefsini bilen rabbini bilirKesinlikle varlığının kendi zatından olmadığını bilirZatının varlığı varlığının devamını ve varlığının kemâlini sadece Allah'tan olduğunu bilirBu bakımdan kulu yoktan vareden, hayatta bırakan ve onun kemâl sıfatlarını yaratmak suretiyle varlığını ikmâl eden ve buna götüren sebepleri yaratan sebepleri kullanma hidayetini yaratan ancak Allah'tırAksi takdirde kul, zatı bakımından, zatından gelen bir varlığa sahip değildirAksine kul eğer Allah kendisine lütfetmezse katıksız bir hiçtirEğer hayatta bırakmak suretiyle Allah'ın onun üzerindeki fazlı olmazsa, katıksız birşey yoktur.

Allah'ın fazlı olmazsa varlığının akabinde hemen helâk olurEğer yaratılışını tekmil etmek suretiyle Allah'ın onun üzerinde fazlı olmazsa varlıktan sonra eksiktirKısacası varlıkta kendi nefsiyle kâim olan hiçbir şey yokturSadece Hayy ve Kayyum olan Allah, öyle Allah ki zatıyla kâim olduğu gibi her masivası da onunla kâimdirZatının varlığı başkasından istifade olunduğu halde ârif kişi zatını severse, ister istemez varlığını ifade edeni, devam ettireni eğer ona Hâlık, Mûcid, yoktan var edici, hayatta bırakıcı, nefsi ile kâim ve başkasını devam ettirici olarak tanıyorsa severEğer nefsini ve rabbini bilmediğinden dolayı sevmiyorsa, zaten sevgi bilmenin meyvesidir, bilmek olmazsa sevgi de yok olurZayıf düşmesiyle zayıf düşerKuvvetiyle kuvvet bulurBu onun cehaletinden ileri gelir.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Rabbini tanıyan bir kimse, O'nu severDünyayı tanıyan dünyada zâhid olurİnsanın kendi nefsini sevip de nefsinin varlığı kendisine bağlı bulunan rabbini sevmemesi nasıl düşünülebilir?!' Malumdur ki güneşin hararetiyle yanan bir kimse gölgeyi sevdiğinde, ister istemez gölgenin varlığını temin eden ağaçları severVarlık âleminde her ne varsa, Allah'ın kudretine nisbet gibidir; zira hepsi O'nun kudretinin eserleridirHepsinin varlığı O'nun varlığına tâbidirIşığın güneşe, gölgenin ağaca tâbi oluşu gibi. . .

Fakat bu misal, halk tabakasının anlayışlarına nisbeten doğru olabilirZira halk tabakası ışığın güneşin eseri olduğunu hayal ederGüneşten çıktığını, güneşle var olduğunu zannederOysa bu, katıksız bir yanılmadır; zira kalp erbabına, gözlerle görmekten daha açık bir şekilde keşfolunmuştur ki nûr, Allah'ın kudretinden hâsıl olmuşturGüneş ile kesif cisimler arasında karşılaşma vâki oldu mi Allahü teâlâ o nûru yaratır.

Nitekim güneşin ışığının, şeklinin sûretinin ve kendisinin de Allah'ın kudretinden hâsıl olduğu gibi. . . Fakat misallerden gaye davayı anlatmaktırBu bakımdan misallerde hakîkat aranmazDurum bu olduğu zaman eğer insanın nefsini sevmesi zarurî ise, nefsinin varlığını önce meydana getirip sonra devam ettiren, aslında, sıfatında, zâhirinde, bâtınında cevher ve arazlarında, varlığı kendisine bağlı bulunan bir zatı da eğer o zatı bu şekilde tanımış ise ister istemez sevmesi gerekirKim bu sevgiden uzak ise, bu kimse nefsiyle ve şehvetleriyle meşgul olur, rabbinden gâfil bulunduğundan yaratanını gereği gibi tanımaz, sadece şehvetlerine ve duygularının kapsamına giren şeylere bakarO da hayvanların nimetlenmekte ve genişliğinden istifade etmekte kendisine ortak oldukları şehadet âlemidir.

Melekût âlemi ise, böyle değildirÖyle melekût âlemi ki meleklere yaklaşanlar hariç, onun yerine kimse tarafından ayak basılmaz kişi bu âlemde sıfatlarında meleklere ne derece yakınsa, o nisbette bakabilirHayvanların derecesine ne kadar inmişse, o nisbette mahrum olur.

İkinci Sebep: Kişinin kendisine iyilik yapanı sevmesidirKendisine malen yardım eden, konuşmasıyla lütûfkâr davranan, yardımıyla kendisine destek veren, kendisinin yardımına ve düşmanlarının yok olmasına koşan, şerirlerin şerrini kendisinden uzaklaştırmaya kalkışan, gerek nefsi hakkında, gerek evlat ve akrabaları hakkında olsun, bütün istek ve hedeflerine vesile teşkil eden kimseyi sevmesidirBöyle bir kimse, kişi nezdinde şüphesiz sevilirİşte bu sebep de Allah'dan başkasını sevmemesini gerektirirÇünkü eğer şahıs, hakkıyla Allah'ı tanımış olursa, kendisine iyilik yapanın sadece Allah olduğu bilir.

Allahü teâlâ'nın bütün kullarına yapmış olduğu iyiliklerin çeşitlerine gelince, onları saymam mümkün değildir; zira hiçbir kimsenin hesap mahareti onları toplayamaz.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız bitiremezsiniz. (Nahl/18)

Şükür Kitabı'nda bunun bir kısmına işaret etmiştikŞimdi ise, sadece insanlardan gelen ihsanın, mecazî olarak tasavvur olunabileceğinin beyanı üzerinde duracağızİhsan edenin sadece Allah olduğunu beyan edeceğizBiz bütün hazineleriyle sana nimet veren ve bütün hazinelerini emrine veren, istediğin şekilde sarfetme yetkisini sana bahşeden bir kimse farzedelimMuhakkak ki sen, bu ihsanın bu kimseden geldiğini zannedersinOysa bu zannın yanlıştır; zira bu kimsenin ihsanı kendi nefsi, malı ve mala olan kudreti ve malını sana sarfetmeye kendisini sevkeden kuvvetle tamamlanırO halde onu yaratan, malını, kudretini yaratan, iradesini ve teşvikçi kuvvetini halkeden kimdir? Seni ona sevdiren kim? Onun yüzünü sana çeviren kimdir? Dininin ve dünyasının ıslahının sana yardım etmesinde olduğunu onun kalbine atan kimdir? Eğer bütün bunlar olmasaydı o, malından, bir tane dahi sana vermezdiNe zaman ki Allah onun kalbini harekete geçiren şeyleri ona musallat kılıp onun nefsinde 'dininin ve dünyasının salâhının malını sana vermesinde olduğu' hakikatini takarrur ettirdi, o, malını sana teslim etmeye mecbur kaldıO ona muhalefet edemezÖyle ise, iyilik yapan, onu sana mecbur edip musahhar kılan zattırOnu iyilik yapmaya zorlayan faktörleri musallat kılan kuvvet sahibidirOnun eli ise bir vasıtadırOnunla Allah'ın ihsanını sana ulaştırırEl sahibi burada mecburdurTıpkı su yolunun suyun akışına uymaya mecbur olduğu gibi. . .

Eğer onu iyilik yapmış sayar veya kendiliğinden iyilik yaptığını zannedip ona teşekkür edersen, sadece vasıta olduğu için ona teşekkür etmezsen bu, işin hakikatini bilmez bir kişisin demektir! Zira İnsan oğlunun iyilik yapması, ancak kendi nefsi için tasavvur edilebilirBaşkasına iyilik yapması ise muhaldir; zira İnsan oğlu malını, ancak bir gayesi varsa, başkasına verirO hedef ya gelecekte olur ki bu sevaptırYahut da derhal tahakkuk eder ki bu da minnet ve kişiyi teshir etmektir veya övülmesi veya şöhretinin yayılmasıdır, cömertlikle meşhur olup ün salmaktır veya halkın kalbini kendisine itaat etmeye cezbetmektir.

Nasıl ki insan, malını bir yararı olmadığı için denize atmıyorsa tıpkı onun gibi bir insanın eline de ancak bir hedef ve bir gayesi olursa malı verirOnun, malını vermesi gayesine ulaşmak içindirSen ise, onun maksudu değilsinSenin elin, almakta alettir ki hedefi olan anılması, övülmesi, teşekkür alması veya sevabdar olması hâsıl olsunBu bakımdan o, kendi hedefine varmak için seni, malı almak hususunda kullanmıştırÖyleyse o kendi nefsine iyilik yapmıştırVermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde maldan daha kıymetli olan bir şey almıştırEğer o nasip onun yanında daha kıymetli olmasaydı asla senin için malını vermezdiBu bakımdan o, şükür ve sevgiye iki yönden müstehak değildirO vecihlerden biri şudur:

Allah'ın harekete geçirici sebepleri ona musallat kılması suretiyle yardım etmeye mecbur olmuştur ve muhalefet etmeye gücü yokturBu bakımdan o, emîrin hazinedarı gibidir; zira hazinedar emîrin hiratini, ikrama mazhar olan bu kimseye verdiğinde ihsan edici olarak görünmezÇünkü bu ikram emir tarafından gelmiştirHazinedar itaat etmeye mecburdurOnun emrini yerine getirmeye mecbur olduğu gibi, kendisine muhalefet edemezEğer emîr onu kendi keyfine bırakırsa o malı emîrin lûtfuna mazhar olan kimseye vermezİşte her ihsan eden kimse de böyledirEğer Allah onları nefisleriyle başbaşa bırakırsa, onlar o maldan bir kuruş dahi kimseye vermezlerAllahü teâlâ ona harekete geçirici kuvvetleri musallat edince, onun kalbine din ve dünya bakımından nasibinin o malı vermekte olduğunu yerleştirince onu verirİkincisi kişi vermiş olduğu malın karşılığı olarak nezdinde verilen maldan daha yararlı ve daha sevimli bir şey almış olur.

Nasıl ki satıcı karşılığında malını verdiğinde ve karşılığında daha sevimlisini aldığından ihsan edici değilse, aynen onun gibi hibe eden de hibesinin karşılığı olarak sevap veya övülme veya başka bir bedel almıştırKarşılığın bir mal olması şart değildirNasibler öyle bedellerdir ki onlara nisbeten aynlar pek değersiz kalırBu bakımdan ihsan cömertliktedirCömertlik ise, karşılıksız ve verene bir pay olmaksızın verilen maldırBu ise, Allah'tan başkası için muhaldir.

Bu bakımdan âlemlere ihsan olsun diye nimet veren Allah'tırBu nimeti bir hedef ve gayeden ötürü değil, karşılıksız olarak âlemlere veren O'dur; zira O, garezleri ve hedefleri gözetmekten yücedirBu bakımdan O'ndan başkası hakkında cömertlik ve ihsan lâfzını kullanmak yalan veya mecazdırBu lâfzın O'ndan başkası için mânâsı muhaldir ve siyah ile beyazın bir arada bulunmasının imkânsız olduğu gibi imkânsızdırÖyleyse cömertlik, ihsan, vergi ve nimet etmekte münferid olan ancak O'durEğer tabiatta ihsan edenin sevgisi varsa, arifin Allah'tan başkasını sevmemesi gerekir; zira O'ndan başkasından ihsanın gelmesi muhaldirBu bakımdan O tek olduğu için bu sevgiye müstehak olanın ta kendisidirO'ndan başkası ise, ihsanın mânâ ve hakîkatini bilmemek şartıyla ihsandan dolayı sevilmeye müstehak olur.

Üçüncü Sebep: Senin esasında ihsan ediciyi sevmendirHer ne kadar onun ihsanı sana varmamış ise de. . . Böyle bir sevgi tabiatlarda mevcutturÇünkü senin kulağına uzak bir ülkede de olsa âbid, âdil, âlim, halka şefkat gösteren, lütûfkâr, mütevazi bir sultanın haberi gelse, aynı zamanda zâlim, mütekebbir, fâsık, haysiyetsiz, bir sultanın haberi de gelse, kalbinde bu ikisinin arasında bir fark görüsün; zira kalbinde birincisine karşı sevgi denilen bir meylin olduğunu hissedersin! Zira sen birincisinin hayrından ümitsiz, ikincisinin şerrinden de eminsindirÇünkü onların memleketlerine gitme ümidi sende yokturİşte bu, sadece iyilik yapanın iyilik yapmasından dolayı sevilmesidirYoksa sana iyilik yapması bakımından değildir.

Bu sebep de Allah'ı sevmeyi gerektirirAllah'tan başkasının hiçbir suretle sevilmemesini gerektirirAllah'tan başkası ancak bir sebeple Allah'a bağlı bulunduğundan dolayı sevilir; zira bütün insanlara iyilik yapan Allah'dır. Önce yaratmak suretiyle bütün insanlara ikramda bulunmuşturİkinci olarak zarurî azalar ve sebeplerini tamamlamak suretiyle, üçüncü olarak ihtiyaçlarının sebeplerini yaratmak suretiyle nimetlendirme ve refaha kavuşturmakla onlara ikramda bulunmuşturHer ne kadar bu sebepler zarurî ve zorunlu değilseler de. . . Dördüncüsü onları güzel meziyetler, zaruret ve ihtiyaç olmadığı halde zînet olan fazlalıklarla süslemek suretiyle ihsanda bulunmasıdırAzalardan zarurînin misali; baş, kalp, böbreklerdirKendisine ihtiyaç olanın misali ise; göz, el, ayaklardırSüsün misali ise kaşların kavisli, dudakların kırmızı, gözlerin badem renginde olmasıdırBunlardan başka nice âza vardır ki eğer yok olursa, onunla bir ihtiyaç eksik kalmazAncak şekil bozulurİnsan bedeninin haricinde bulunan nimetlerden zarurî olanın misali, su ve gıdadırİhtiyacın misali ilâçlar, et ve meyvelerdirMeziyet ve fazlalıkların misali; ağaçların yeşilliği, çiçeklerin ve ışıkların şekillerinin güzelliği, meyvelerin ve yokluğuyla ne bir ihtiyacın ve ne de bir zaruretin bozulmadığı yemeklerin lezzetleridirBu üç kısım her hayvan, her bitki için, hatta arşın zirvesinden toprağın altına kadar bütün mahlukat sınıfları için mevcutturMadem ki durum budur, o halde iyilik yapan O'durÖyleyse O'ndan başkası nasıl iyilik yapan olur? Oysa, zâhirde, iyilik yapanlar, O'nun kudret iyiliklerinden bir iyiliktirZira O güzelliğin, iyilik yapanın, iyiliğin ve iyilik sebeplerinin yaratanıdırBu nedenle O'ndan başkasını sevmek katıksız bir cehalettirKim Allah'ı tanırsa, bu nedenle Allah'tan başkasını sevmez.

Dördüncü Sebep: Güzelliğin zatından dolayı her güzeli sevmektirBu sevgi, güzelliğin ötesinde bulunan bir nasip elde etmek için değildirBiz bunun tabiatlarda bir yaratılış olduğunu belirttikBelirttik ki güzellik, gözle görünen zâhirî suretin güzelliği ile basiretin nûru ve kalbin gözüyle idrâk olunan bâtınî suretin güzelliğine bölünsünBirinci kısmını çocuklar ve hayvanlar (bile) idrâk ederİkinci kısmını idrâk etmek ise sadece basiret sahiplerine mahsusturOrada, dünya hayatının görünür tarafından başkasını bilmeyenler basiret sahiplerinin ortağı olamazHer güzellik, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevimlidirEğer kalben idrâk edilirse, kalbin mahbubudurMüşahede hususunda bunun misali, peygamberlerin, âlimlerin ve güzel ahlâklıların ve Allah'ı razı eden fazilet sahiplerinin sevgisidir; zira bu sevgi, yüz ve diğer azalar güzel olmadığı halde düşünülebilir.

Bâtınî suretin güzelliğinden kastolunan da budurZâhirî duyular ise, bunu idrâk etmezEvet! Bu ancak kendisinden sâdır olan ve kendisine delalet eden eserlerinin güzelliğiyle idrâk olunurHatta kalp bunu idrâk etti mi buna meyledip bunu sever.

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'i veya Hazret-i Ebû Bekir'i veya İmâm-ı Şâfiî'yi seven bir kimse, onları zâhiri güzelliğinden dolayı sevmezBu sevgi onların fiillerinin güzelliği içindirBilakis fiillerinin güzelliği fiillerin kaynağı olan sıfatların güzelliğine delâlet eder; zira fiiller o sıfatlardan çıkıp onlara delâlet ederBu bakımdan kim musannifin (yazarın) tasnifinin güzelliğini, şairin şiirinin güzelliğini, nakkaşın güzel nakışını, ustanın güzel binasını görürse, bu fiillerden onun bâtınî sıfatları inkişaf eder! O sıfatlar kısaca tedkik edildiğinde ilim ve kudrete dönüşür. Sonra malum ne kadar şerefli ve güzellik bakımından ne kadar tamam olursa, ilim ondan daha şerefli ve daha güzel olurBunun gibi makdûr ne kadar mertebe bakımından büyük ve derece bakımından yüksek olursa, o makdûru meydana getiren kudret, mertebece daha büyük, kıymetçe daha şerefli olurBilinenlerin en kıymetlisi Allahü teâlâ'dırBu bakımdan şüphe yoktur ki ilimlerin en güzeli ve en şereflisi Allah'ın marifetidirAllah'a yakın olan ve Allah'ın özelliği olan şeyler de böyledirBu bakımdan ilmin şerefi Allah ile ilgilenmesi nisbetindedirDurum bu olduğuna göre kendilerini tabii olarak kalplerin sevdiği sıddîkların sıfatının cemâli üç şeye dönüşür:

1Onların Allah'ı, melekleri, kitabları, peygamberleri ve peygamberlerinin şeriatlarını bilmeleri.

2Nefislerini ve Allah'ın kullarını irşad ve siyasetle ıslah etmeye kudretlerinin yetmesi.

3Rezaletlerden, çirkinliklerden, hayır yollarından çeviripşerrin yoluna cezbedici serkeş şehvetlerden uzak bulunmaları.

İşte bu ahlâkla peygamberler, âlimler, halifeler, adalet ve cömertlik ehli olan devlet başkanları sevilirlerBunları Allah'ın sıfatlarına nisbet et! İlme gelince, geçmiş ve geleceklerin ilmi, herşeyi sonsuz bir şekilde kapsayan ve kapsamından göklerde ve yerde miskal-i zerre kadar birşey hariç bulunmayan ilâhî ilme nisbet edilirse, ne kıymeti vardır!

Size ilimden ancak az birşey verilmiştir. (İsrâ/85)

Yer ve gök ehli bir araya gelip Allah'ın ilmini ve hikmetini, bir karıncayı veya bir sivrisineği yaratmaktaki tafsilatı ihata etmeye çalışsalar onun binde birine muttali olamazlarO'nun ilminden ancak O'nun dilediğini elde ederlerO az miktar bile bütün mahlukâta yetmiştir ve O'nun öğretmesi ile öğrenmişlerdir.

İnsanı yarattı! Ona beyanı öğretti. (Rahman/3-4)

Eğer ilmin güzelliği ve şerefi sevilen birşey ise ve ilim de âlim için bir süs ve zînet ise bu takdirde, Allah'tan başkasının sevilmemesi gerekirBu bakımdan âlimlerin ilimleri Allah'ın ilmine nisbeten cehalettirZamanının en âlimini ve zamanının en cahilini bilen bir kimsenin ilminden dolayı en cahili sevip en âlimi terketmesi muhaldirHer ne kadar cahil az da olsa maişetinin ilminden uzak değilse de. . . Allah'ın ilmi ile mahlukâtın ilmi arasındaki fark, mahlukların en âlimi ile en cahili arasındaki farktan daha fazladır; zira en âlim en cahilden ancak sayılı ilimlerden fazla olur ki en cahilin de çalışmak sayesinde o ilme yetişmesi düşünülebilirOysa Allahü teâlâ'nın ilminin bütün mahlukâtın ilminden üstünlüğü, huduttan hariçtir, yani sonsuzdur; zira Allah'ın malumatının nihayeti yokturMahlukâtın malumatının ise sonu vardır.

Kudret sıfatına gelince, o da kemâldirBu bakımdan her kemâl berraklık, azamet cömertlik ve istila mahbubdurOnu idrâk etmek lezzetlidirHatta insan, hikâyede, Hazret-i Ali ve Hazret-i Halid'in (radıyallahü anh) şecaatini ve diğer İslâm kahramanlarının şecaatlerini, kudret ve akranlarını mağlup etmelerini dinlerken kalbinde bir kıpırdama, sevgi, zarurî bir rahatlık hissederBu onları görmediği halde böyledirBir de onları görseydi kimbilir nasıl olurdu! Demek ki bu, kendisi ile muttasıf bulunan bir kimsenin sevgisini, ister istemez kalpte meydana getirir; zira bu da bir nevi kemâldir.

Bu bakımdan şimdilik bütün mahlukâtın kudretini Allah'ın kudretine nisbet et! Acaba şahısların kuvvet bakımından en büyüğü, mülk bakımından en geniş mülke sahip olanı, öldürmekte en kuvvetlisi, şehvetleri mağlup etmekte en muktediri, nefsin habisliklerini en fazla yok edeni, nefsinin ve başkasının siyasetine en doğru ve toplu şekilde sahip olanın kudretinin hududu nereye kadardır? Oysa onun gayesi ancak nefsinin bazı sıfatlarına ve bazı işlerde de bazı insanlara güç yetirmektirO bununla beraber ne nefsi için ölüm, ne hayat, ne kabirden kalkma, ne zarar ve ne de fayda sağlayabilir.

Gözünü körlükten korumaya, dilini konuşamamaktan, kulağını sağırlıktan ve bedenini hastalıktan korumaya gücü yetmezO, nefsinde ve gayrisinde bulunan ve güç yetirmediği şeyleri saymaya bile muhtaçtır ki bunlar da yaklaşık olarak onun kudretinin ilgilendiği şeylerdirO, bu kudretiyle münasebeti olmayan göklerin meleklerini, yıldızlarını, yer, dağ, deniz, rüzgâr, şimşek, maden, bitki, hayvan ve bütün parçalarını nasıl sayabilirOysa bunların tek bir zerresine bile onun kudreti yetmezNefsinde ve başkasında kullandığı güç de onun nefsinden ve onun nefsi ile değildirO gücün kudretini ve sebeplerini yaratan Allah'tırOna o imkânı bahşeden OdurEğer O, bir sivrisineği, en büyük sultana veya en kuvvetli hayvana musallat kılarsa, sivrisinek onu derhal öldürebilirBu bakımdan kul için, mevlâsının verdiği imkân mevcut olmazsa, kudret sözkonusu değildir.

Nitekim yeryüzünün en büyük sultanı olan Zülkarneyn hakkında şöyle buyurduğu gibi:

Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık. (Kehf/84)

Zülkarneyn'in bütün mülkü ve saltanatı ancak Allahü teâlâ'nın kendisini yerin bir bölgesinde yerleştirmesine bağlıdır, Oysa yeryüzünün tümü, âlemin cisimlerine nisbeten topraktırİnsanların yeryüzünden aldıkları bütün yöneticilikler o topraktan bir tozdur. Sonra o toz da Allah'ın fazlından ve imkân sağlamasından gelir.

Bu bakımdan Allah'ın kullarından birini kudretinden, siyasetinden ve istilâsından, kuvvetinin kemâlinden sevip de bunlardan dolayı Allah'ı sevmemesi muhaldirKuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah ile temin edilirBu bakımdan Cebbâr, Kahir, Âlim ve Kadir O'dur! Gökler O'nun sağ elinde dürülmüştürYer ve onun üzerinde yaşayanlar O'nun kabzasındadırBütün mahlukâtın perçemi, O'nun kudretinin kabzasındadırOnları helâk ederse, O'nun mülkünden zerre kadar eksilmezOnların benzerlerini bin defa yapmak onu yormazOnları yoktan var etmekte kendisine bir gevşeklik dokunmaz.

Bu bakımdan herhangi bir kudret ve kudret sahibi yoktur ki O'nun kudretinin eserlerinden bir eser olmasınÖyleyse güzellik, parlaklık, azamet, kibriya, kahr ve istila O'nundurEvet sadece O'nundurEğer kemâl-i kudretinden dolayı bir kâdirin sevilmesi düşünülürse O'ndan başkası asla kemâl-i kudretinden dolayı sevgiye müstehak olmaz! Ayıp ve eksikliklerden münezzeh olma, rezalet ve çirkinliklerden mukaddes bulunma sıfatına gelince, o da muhabbeti gerektiren faktörlerden biridir, bâtınî surette güzellik ve cemâlin istekçilerinden biridirPeygamber ve sıddîklar her ne kadar ayıp ve çirkinliklerden münezzeh iseler de, yine de mutlak mânâda tekaddüs ve tenezzühün kemâli ancak Bir, Hak, Sultan, Kuddûs, Celâl ve İkram sahibi olan Allah için düşünülürBütün mahluklar eksiklik ve noksanlıklardan uzak değildirAksine mahlukun aciz, müsahhar ve mecbur oluşu ayıp ve eksikliğin ta kendisidir.

Bu bakımdan kemâl bir olduğu halde Allah'ındırO'nun gayrisine ancak O'nun verdiği nisbette kemâl vardırKemâlin nihayetiyle başkasına nimet vermek kudret dahilinde değildirÇünkü kemâlin müntehasının en az derecesi başkasının müsahhar bir kölesi olmaması, başkasından kuvvet almamasıdırOysa böyle olmamak Allah'tan başkası hakkında muhaldirBu bakımdan kemâlle münferit, eksiklikten münezzeh, ayıplardan mukaddes bulunan ancak Allah'tırO'nun eksikliklerden mukaddes ve münezzeh olmasının beyanı oldukça uzar ve mükâşefe ilimlerinin esrarındandır.

Bu bakımdan biz onu zikretmekle sözü uzatmayacağızO halde bu vasıf eğer sevilen bir kemâl ve cemâl ise, onun da bu hakikati ancak Allah için tamamlanırAllah'tan gayrisinin kemâl ve kenezzühü mutlak değildirSadece kendisinden daha eksik olana nisbetendir.

Nitekim atın merkebe, insanın da ata nisbeten kemâli olduğu gibi. . . Eksikliğin aslı hepsini kaplamaktadırOnlar ancak eksiklik derecelerinde çeşitli ve farklıdırlarDurum bu olduğu zaman güzel sevilirMutlak güzel ise ancak bir olan Allah'tırÖyle Allah ki benzeri yokturO biricik Allah ki zıddı yokturKendisiyle boy ölçüşen biri olmayan Samed'dirHiç kimseye ihtiyacı olmayan Gani'dirDilediğini yapan, irade ettiğine hükmeden, hükmünün önüne geçilemeyen Kâdir'dirİlminden gökler ve yerde bir zerre dahi hariç bulunmayan Alîm'dirKabza-i kudretinden diktatörlerin, satvet ve kuvvetinden kayserlerin boynu kurtulmayan Kâhir'dirVarlığının evveli olmayan ezelîdir.

Bekâsının sonu olmayan ebedî'dirYokluğun imkânı huzurunun etrafında dolaşmayan varlığı zarurî olandırKendi, nefsiyle kâim olan ve her mevcudâtın kendisiyle kâim olduğu Kayyûm'durGöklerin ve yerin Cebbâr'ı, cansızların, canlıların ve bitkilerin yaratanıdırÖyle Allah ki izzet ve ceberrûtla muttasıf, mülk ve melekût'da mütevahhiddir (ikisi de sadece O'nundur) Fazilet ve celâlin, revnak ve cemâlin, kudret ve kemâlin sahibidirÖyle bir sahip ki O'nun celâlinin marifetinde akıllar şaşkına dönmüştürO'nun vasfında diller konuşamaz olmuşturÖyle Allah ki âriflerin kemâli marifetleri, O'nun marifetinden aciz olduklarını itiraf etmektirPeygamberlerin peygamberliğinin zirvesi O'nun vasfını yapmaktan kusurluluğunu ikrar etmeleridirNitekim peygamberlerin efendisi şöyle buyurmuştur:

Sen münezzehsin, kendi nefsini övdüğün gibi, seni övmeye gücüm yetmez10

Sıddîkların efendisi Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İdrâkin derkinden aciz olmak idrâktir'Halk için marifetine marifetinden aciz olmalarından başka herhangi bir yol kılmayan Allah ortaktan münezzehtirMadem ki durum budur, keşke bilseydim Allah'ın sevgisinin hakiki olarak mümkün olmasını inkâr edip de bunu mecazi kılan bir kimse acaba bu saydığımız sıfatların, güzellik ve övgü sıfatlarından olmalarını mı inkâr ediyor veya Allahü teâlâ'nın bu sıfatlarla muttasıf olmasını mı veyahut da kemâl, cemâl ve azametini idrâk edenin katında tabii olarak sevildiğini mi inkâr ediyor?

Basireti kör olanların gözlerinden cemâl ve celâlini perdeleyen Allah ortaktan münezzehtirAncak ezelde iyi neticeye mazhar olan kimseler için cemâli görünmektedirO kimseler ki perde ateşinden uzaklaştırılmışlardırZarar edenleri körlük karanlıkları içerisinde şaşkın bir şekilde dolaşmaya bırakmıştırOnlar hissedilenler ve hayvanî şehvetlerin otlaklarında dolaşıp dururlar! Dünya hayatından görünür tarafı bilirler, âhiretten ise gafildirlerHamd Allah'a mahsusturFakat onların çoğu bilmezlerBu sebeple olan sevgi, ihsandan ötürü olan sevgiden daha kuvvetlidir; zira ihsan artar ve eksilir.

Allahü teâlâ Dâvud'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Katımda sevilenlerin en sevimlisi o kimsedir ki vergisiz bana ibadet ederOnun ibadeti bir karşılıktan dolayı değil, rubûbiyetin hakkını yerine getirmek içindir!'

Zebûr'da şöyle vârid olmuştur: 'Bana cennet veya cehennem için ibadet edenden daha zâlim bir kimse var mıdır? Eğer ben ne cenneti, ne cehennemi yaratmasaydım acaba itaat olunmaya lâyık değil miydim?'

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) , bir grup âbidin yanından geçtiZayıf ve naif düştüklerini görünce şöyle sordu: 'Bu haliniz nedir?' Onlar 'Biz ateşten korkar, cenneti ümit ederiz' dediler, Hazret-i Îsa onlara 'Siz bir mahluktan korkuyor, bir mahluktan da ümit ediyorsunuz!' dediBaşka bir grubun yanından geçerken hallerini sorduOnlar 'Biz Allah'ı sevdiğimizden ve celâlini tazim ettiğimizden dolayı ibadet ediyoruz' dedilerHazret-i Îsa (aleyhisselâm) onlara 'Allah'ın hakîki velî kulları sizsinizSizinle beraber kalmakla emrolundum' dedi.

Ebû Hâzim11 şöyle demiştir: 'Ben Allah'a sevabın ümidi veya ikabın korkusu için ibadet etmekten utanıyorumÇünkü bu takdirde efendisine karşı asi olan bir köle gibi olurum ki o köle efendisinden korkmazsa çalışmaz'.

Haberde şöyle vârid olmuştur:

Sakın hiç biriniz kötü amele gibi olmayınız ki ona ücreti verilmezse ve korkmazsa çalışmaz.

Beşinci Sebep: Sevginin beşinci sebebine gelince, bu sebep, seven ile sevilen arasındaki uygunluk ve benzerliklerdirÇünkü benzeri kendisine çekici gelirŞeklin şekle meyli daha fazladırÇocuğun çocuğa, büyüğün büyüğe, kuşun kendi türüne yakınlık gösterdiğini ve kendi türünden olmayan şeylerden kaçtığını görürsün. . . Âlimin âlime, sanatçıdan daha fazla ünsiyet ettiğini, marangozun çiftçiden daha fazla marangoza ülfiyet ettiğini görürsünBu tecrübenin şahidliğiyle perçinleşen bir hakikattirHaber ve eserler de daha önce Sohbet Adabı ve Allah yolunda kardeş olma bölümünde geçtiği gibi bunun böyle olmasına şehadet ederlerMünasebet bazen zahirî bir mânâda olurÇocukluk mânâsında çocuğun çocukla olan münasebeti gibi. . . Bazen de güzelliğin mülahazası veya mal veyahut herhangi bir hususta bir tamahkârlığın mülahazası olmaksızın iki şahıs arasında gördüğün birleşme gibi. . .

Nitekim Allah'ın yüce rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Ruhlar donatılmış askerlerdirOnlardan tanışanlar birbirleriyle anlaşırlarOnlardan tanışmayanlar anlaşamazlar.

Bu bakımdan, burada tanışmak birbirine uygun olmak, tanışmamak da ikisinin arasında zıddiyet demektirBu sebep de bâtınî bir münasebetten ötürü Allah sevgisini iktiza eder ki o bâtınî münasebet, şekillerdeki benzerliğe dönüşmezAksine bâtınî olan birtakım mânâlara dönüşür ki onların bazısını kitablarda zikretmek caiz, bazısının yazılması caiz değildirBu ikinci kısım gayret perdesinin altında bırakılır ki hak yolun yolcuları sülûk şartını tekamül ettirdikleri zaman, ona muttali olsunlarBurada zikredilen yakınlık kulun sıfatlarla rabbine olan yakınlığıdırO sıfatlar ki onlardan rubûbiyet ahlâkıyla ahlâklanması emredilmiş, 'Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın!' denilmiştirBu da ulûhiyyet sıfatlarından olan ilim, iyilik, ihsan, lütûf, başkasına hayır yapmak, merhamet etmek, halk için nasihat etmek, halkı hakikate irşad ve bâtıldan alıkoymak ve şeriatın diğer güzel şeylerinden oluşan ilâhîsıfatlardan olan güzel sıfatları elde etmektirBu bakımdan bu sıfatların hepsi, insanı Allah'a yaklaştırırBu yaklaşma, mekân olarak Allah'a yaklaşma değildirSıfatlarla yaklaşma mânâsındadırKitablarda yazılması caiz olmayan ve İnsan oğlunun özelliği olan münasebete gelince, bu münasebete şu ayetle işaret edilmiştir:

Sana ruh'tan (ruh'un hakikatinden) sorarlarDe ki: 'Ruh rabbimin emrindendir!' (İsrâ/85)

Zira Allahü teâlâ bu ayette 'Ruhun rabbanî bir emir, beşer aklının hududunun haricinde olan birşey' olduğunu beyan buyurmuştur.

Ben onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın! (Hicr/29)

Allahü teâlâ, melekleri ona secde ettirmiştir.

Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık! (Sâd/26)

Zira Âdem (aleyhisselâm) Allah'ın halifeliğine ancak o münasebetle müstehak olmuşturBunu Hazret-i Peygamberin şu hadîsi remzetmektedir.

Allahü teâlâ Âdem'i, sureti üzerine yaratmıştır.

Hatta eksik olanlar zannettiler ki duyularla idrâk edilen şu zâhir suretten başka bir suret yokturBu bakımdan bunlar Allahü teâlâ'yı başka şeylere benzettiler (!) Cisim telâkki ettiler ve suret çizdiler. (Oysa) âlemlerin rabbi olan Allah, cahillerin dediğinden büyük bir yücelikle yüce ve münezzehtirAllahü teâlâ'nın hadîs-i kudsîde Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) olan sözü buna işarettir: 'Hasta oldum, beni ziyaret etmedin!' Musa 'Yârab! Bu nasıl olur?' dediAllahü teâlâ 'Filan kulum hasta düştü de onu ziyaret etmedinEğer onu ziyaret etseydin onun yanında beni bulurdun' dedi12

Bu münasebet ancak farzları tam mânâsıyla edâ ettikten sonra nafile ibadetlere devam etmek suretiyle ortaya çıkarNitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:

Kul nafile ibadet yapmak suretiyle bana yaklaşırÖyle ki onu severimOnu sevdiğim zaman duyan kulağı, gören gözü ve konuşan dili olurum13

Bu konu öyle bir konudur ki burada kalemin dizginini çekmek gerekir; zira insanlar burada hiziplere ayrılmışlardırZâhirî teşbihe meyledenlerin hizbi, münasebet hududunu aşıp da ittihad (kul ile Allah'ı birleştirme) hududuna varan ifratçılar zümresi hulûl'e kail olmuşlardır.

Hatta bazıları Ene'l-Hak (Ben Hakkın kendisiyim) demiştirHristiyanlar Îsa (aleyhisselâm) hakkında dalâlete sapıp 'Îsa Allah'tır!' dedilerBaşkaları da Nâsût'a (beşere) lâhût'un kaftanını giydirdiBaşkaları da 'onunla birleşti' dediHaşa Allah bütün bunlardan uzaktırKendilerine teşbih ve temsilin, ittihad ve hulûlün muhal olması görünmekle beraber kendilerine sırrın hakikati görünenler ise çok azdır.

Ebû Hasan Ahmed bMuhammed en-Nûri14 bu makamdan bakıyordu; zira şair şu şiirini ona okuduğunda vecde kapıldı: 'Durmadan senin sevginden bir konağa iniyorum ki akıllar onun inişi hakkında şaşkına dönerler!' Ebû Hasan, durmadan bu aşk içinde üstleri kesilmiş, kökleri kalmış, kamış sazlıkta iki ayağı parçalanıp şişinceye kadar döndü ve bu yaralardan dolayı bilâhere vefat ettiİşte bu, sevgi sebeplerinin en büyüğü, en kuvvetlisi, en az bulunanı, en uzağı ve varlık bakımından en azıdırİşte buraya kadar söylediklerimiz sevgi sebeplerinden malum olanlardırBunun hepsi mecazen değil hakîkaten, derecelerin en azında değil, en yücesinde Allah'ın hakkında sırt sırta vermişlerdir.

Bu bakımdan basîret sahiplerinin nezdinde makul ve makbul olan sadece Allah'ın sevgisidirNitekim basireti kör olanlar için mümkün olan makulun, sadece Allah'tan başkasının sevgisi olduğu gibi. . . . Sonra bu sebeplerin biriyle halktan sevilen bir kimse, aynı sebepte onun ortağı olduğundan dolayı başkasının da onunla sevilmesi mümkündürOysa sevgide ortaklık; eksiklik ve kişinin kemâlini düşürmektirGüzel bir vasıfla sıfatlanıp o vasıfta ortağı bulunmayan hiç kimse yokturEğer bilfiil bulunmasa bile bulunması mümkündürAncak Allah bu hükmün dışındadır; zira O, celâl ve kemâlin nihayeti olan bu sıfatlarla mevsufturNe varlık bakımından O'nun bir ortağı var, ne de imkân bakımından böyle birşey düşünülebilirBu bakımdan O'nun sevgisinde ortağın olmadığı şüphesizdir, öyleyse O'nun sevgisine herhangi bir eksiklik ârız olmaz.

Nitekim ortaklığın O'nun sıfatlarına ârız olmadığı gibi. . . Bu bakımdan sevgiye müstehak olur; zira esas olan muhabbettirMuhabbetin kemâli için bir istihkak vardır ki asla başkası ortak olamaz!

10) İmâm-ı Ahmed, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce

11) Adı Seleme b. Dinar el- A'rac'dır ve kendisi Tabiîndendir.

12) Müslim

13) Buhârî

14) Bağdadlı olan bu zat H. 295'de vefat etmiştir.

6. Zevklerin En Yücesi Marifetullah (Allah'ı Bilmek) ve O'nun Cemâlini Temaşa Etmektir!

Zevklerin En Yücesi Marifetullah (Allah'ı Bilmek) ve O'nun Cemâlini Temaşa Etmektir! Ancak Bu Zevkten Mahrum Olanlar, Başka Zevkleri Tercih Edebilirler.

Lezzetler idrâklere tâbidirinsan birtakım kuvvet ve tabiatların derleyicisidirHer kuvvet ve tabiatın bir lezzeti vardırOnun lezzeti kendisi için yaratılmış olan tabiatının gereği olarak elde etmektir; zira bu tabiatlar boşu boşuna İnsan oğlunda yaratılmış değildirHer kuvvet ve tabiat, eşyadan biri için ki o da tabii olarak istenilen şeydir terkib edilmiştirBu bakımdan öfke tabiatı, düşmandan intikam almak ve gönlünü rahat ettirmek için yaratılmıştırÖyleyse onun lezzeti galebe çalmakta, tabiatın muktezası olan intikamdadırYemek şehvetinin tabiatı, mesela bedenin varlığına sebep olan gıdayı tahsil etmek için yaratılmıştırŞüphe yok ki onun lezzeti tabiatın muktezası olan bu gıdayı edinmektedirKulağın, gözün, burnun lezzeti, görmek, dinlemek ve koklamaktadırBu bakımdan bu tabiatların biri, idrâk edildiklerine nisbeten bir elem ve lezzetten uzak değildirÖyleyse kalpte de bir tabiat vardır ki ona da ilâhî nur adı verilir.

Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi? (Zümer/22)

Buna bazen akıl adı verilirBazen bâtınî basiret, bazen îman ve yakîn nuru adı verilirAdlarla meşgul olmanın bir mânâ ve faydası yokturZira ıstılahlar değişiktirOysa zayıf bir kimse ihtilafın mânâlarda olduğunu zannederÇünkü zayıf kimse mânâları lâfızlardan talep ederOysa bu, vacibin tam aksidirBu bakımdan kalp, bedenin diğer parçalarından ayrıdırÖyle bir sıfatla ki o sıfat vasıtasıyla hayal edilmeyen ve âlemin yaratılışını idrâk etmesi veya kadim bir hâlika, müdebbir bir hakime, ilahî sıfatlarla mevsuf olan bir zata muhtaç olması gibi duyularla hissedilmeyen mânâları idrâk eder, Bu bakımdan biz bu tabiata akıl adı verelim.

Şu şartla ki akıl teriminden, kendisiyle mücâhede ve münazara yolları idrâk edilen şey anlaşılmasınBu bakımdan akıl ismi bununla şöhret buldu ve bunun için de sûfîlerden bazısı aklı kötülediOysa insanları hayvanlardan ayıran ve kendisiyle Allah'ın marifeti idrâk olunan bir sıfat, sıfatların en azizidirBu bakımdan kötülenmesi uygun değildirO halde bu tabiatın bütün muktezası marifettir, ilimdirMarifet de onun lezzetidirNitekim diğer tabiatların muktezasının onların lezzetleri olduğu gibi. . . İlim ve marifette bir lezzet olduğu gizli değildirHatta ilim ve marifete nisbet edilen bir kimse, hasis birşey hususunda olsa dahi bu nisbetle sevinirCehalete nisbet edilen bir kimse ise, hakir birşey olsa dahi onunla üzülürHatta insan, ilimle meydan okumak, hakir şeyler hakkında olsa dahi ilimle övünmekten uzak durmaya sabredemezTıpkı satranç bilen bir kimsenin bu bilgisinin kendisi hasis olduğu halde bu hususta başkasına ders vermekten kendisini alıkoymadığı gibi. . .

Bildiğini söylemekten dilini zaptedemezBütün bunlar ilim lezzetinin ifratından ileri gelirZatının kemâli ilimle kaim olduğunu sezmesinden ileri gelirÇünkü ilim rubûbiyet sıfatlarının en özeli ve kemâlin de zirvesidirİnsan, zeka ve bol ilimle övündüğü zaman tabiatı rahata kavuşurÇünkü övgüyü dinlediğinde zatının ve ilminin kemâlini sezerBu bakımdan nefsini beğenir ve bundan zevk alır.

Sonra çiftçilik yapmak, elbise dikmek ilminin lezzeti, mülk siyaseti halkın işini tedbir etme ilminin lezzeti gibi temiz olmazNahv ve şiir ilminin lezzeti de Allah, Allah'ın sıfatları, melekleri, göklerin melekûtu, yerin ilminin lezzeti gibi olmazİlmin lezzeti ilmin şerefi nisbetindedirİlmin şerefi de malumun şerefi nisbetindedirHatta insan hallerinin iç yüzünü bilip de haber veren bir kimse bir zevk hissederEğer bunları bilmezse tabiat onu tedkike zorlarEğer memleket reisinin iç âlemini ve idaredeki tedbirinin sırlarını bilirse, bu bilgi onun nezdinde bir çiftçinin veya örücünün iç âlemini bilmekten daha zevkli ve daha hoş olurEğer vezirin sırlarına ve tedbirlerine, neler yapacağına niyet ettiğine muttali olursa bu, onun nezdinde, belediye reisinin sırlarını bilmekten daha zevkli olurEğer vezirin üstünde bulunan sultanın içyüzünü bilirse bu bilgi, onun nezdinde, vezirin sırlarının içyüzünü bilmekten daha hoş ve daha zevkli olurBununla övünür, buna dört elle sarılır ve bunu tedkik etmeye daha fazla koyulurBunu sevmesi başka şeyleri sevmesinden daha fazladır.

Çünkü buradaki zevk daha büyüktürİşte bununla anlaşıldı ki marifetlerin en lezzetlisi en şereflisidirŞerefi de malumun şerefi nisbetindedirMalumatlar içerisinde en büyük, en kâmil ve en şereflisini bilmek, şüphesiz ki ilimlerin en lezzetlisi, en şereflisi ve en güzelidirKeşke bilseydim, varlık âleminde bütün eşyayı yaratan, kemâle erdiren, süsleyen, başlatan ve sonucu kendisine ait olan, müdebbiri ve tertipçisi olandan daha yüce, daha şerefli, daha kâmil ve daha büyük birşey var mıdır? Acaba düşünülebilir mi ki mülk, kemâl, cemâl, ve celâlde celâlinin başlangıçlarını ve ahvalinin acaipliklerini vasfedenlerin vasıflarını ihâta etmeyen rabbânî huzurdan daha büyük bir huzur olsun!?

Eğer sen bu hususta şüphe etmiyorsan, rubûbiyet sırlarına bütün mevcudâtı ihata eden ilâhî emirlerin terettübüne olan ilmin, marifet çeşitlerinin en yücesi ve bilişlerin en üstünü, en lezzetlisi, en hoşu, en iştah çekicisi olduğunda da şüphe etmemen gerekir ve yine şüphe etmemelisin ki bununla sıfatlandıklarında nefislerin sezdiğinin en uygunu olanları kemâl ve cemâldirO, sevincin büyümesine sebep olacak en lâyık şeydir. İşte bununla anlaşıldı ki (ilim lezizdir. İlimlerin en lezzetlisi de Allah'ı, sıfatlarını, fiillerini arşından toprakların en son zerresine kadar olan memleketindeki tedbirini bildiren ilimdir.)

Bu bakımdan marifetin lezzetinin diğer lezzetlerden daha fazla olduğunu bilmek uygundur. Diğer lezzetlerden gayem, şehvet, öfke ve beş duyunun diğer lezzetleridir. Çünkü lezzetler önce tür bakımından cinsî münasebetin lezzeti simâ'nın lezzetine ve marifetin lezzeti riyasetin lezzetine muhalif olduğu gibi o lezzetler heyecanlı bir gencin cimadan aldığı lezzetin, şehveti kırılmış bir kimsenin lezzetine muhalif olduğu, çok güzel olan bir yüze bakmanın lezzetinin, biraz daha çirkin bir yüze bakmanın lezzetine muhalif olduğu gibi, zâfiyet ve kuvvet bakımından daha değişiktirler. Lezzetlerin en kuvvetlisi ancak başkasına müessir olmakla tanınır; zira güzel bir yüze bakmak ve onun müşahedesinden lezzetlenmekle güzel kokuları koklamak arasında muhayyer bırakılan bir kimse, güzel yüze baktığında, bu güzel yüzlerin, hoş kokulardan daha zevkli olduğunu bilir. Yemek vaktinde, yemek hazırlandığı zaman satranç oynayan, oyuna devam edip yemeği terkederse, böylece bilinir ki satrançtaki lezzetin galebesi, bu kişinin nezdinde, yemek lezzetinden daha kuvvetlidir. İşte bu, lezzetlerin tercihinde doğru bir ölçüdür.

Öyle ise konumuza dönelim. Lezzetler, beş duyunun lezzeti gibi, zâhirî kısmı ile riyaset, galib gelme, keramet, ilim ve bunlardan başka olan bâtınî lezzete bölünür; zira bu son lezzetler, ne göze olan lezzettir, ne burna, ne kulağa, ne dokunmaya, ne de tatmaya olan lezzettir. Bâtınî mânâlar, kemâl sahiplerine zâhirî lezzetlerden daha galip gelir. Eğer kişi, yağlı tavuk ve Lûzinc'in15 lezzeti ile riyaset, düşmanları mağlub etme ve istila derecesine varma lezzeti arasında muhayyer kılınırsa, eğer bu muhayyer kılınan kişi himmeti hasis, kalbi ölü, obur bir kimse ise, et ile helvayı tercih eder. Eğer yüce himmetli, kâmil akıllı ise riyaseti tercih eder, açlığa ve birkaç gün zarurî gıdadan yoksun kalmaya bile sabretmek ona kolay gelir.

Bu bakımdan bu kişinin riyaseti tercih etmesi, riyasetin onun nezdinde hoş olan yemeklerden daha lezzetli olduğuna delâlet eder. Evet! Çocuk gibi veyahut da erkeklikten düşen bir kimse gibi, kuvvetleri kırılmış bir şahıs gibi, daha bâtınî mânâları tam tekâmül etmemiş eksik bir kimsenin, yemeklerin lezzetini riyaset lezzetine tercih etmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir! Nasıl ki riyaset ve kerametin lezzeti çocukluk ve iktidarsızlık eksikliğini geçiren bir insana en galip lezzet oluyorsa, rubûbiyet cemalini mütalaa etmek, ulûhiyetin sırlarına bakmak, halkın arasında en galip olan, lezzetlerin en yücesi olan riyasetten daha lezzetlidir. Bunu tabir ve ifade etmenin en güzel şekli şöyle demektir:

Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler) in saklandığını hiç kimse bilemez! (Secde/17)

Allahü teâlâ, onlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetleri hazırlamışıtrBunu ancak iki lezzeti birden tadan bilir; zira şüphesiz ki böyle bir kimse tek başına yaşamayı, tefekkürü, zikri başka şeylere tercih ederMarifet denizlerine dalarRiyaseti terkederKendilerine reislik yaptığı halkı reisliğinin yok olacağını bildiğinden ve riyaseti altında bulunan kimselerin fâni olduklarını anladığından, riyasetin hiçbir zaman üzüntülerden uzak olmadığını bildiğinden ve yeryüzü süsüne büründüğü ve yeryüzünde yaşayanlar artık ona kâdir olduklarını zannettikleri zaman kaçınılması mümkün olmayan ölümle sonuçlanacağını bildiğinden onları hakir görürOnlara nisbeten Allah'ın marifetinin lezzetini, sıfat ve fiillerinin mütalaasını a'lâ-yı illiyyîn'den esfel-i sâfilîn'e kadar memleketinin nizamını büyük görürÇünkü Allah'ın memleketi mücadele ve üzüntü verici olaylardan uzaktırOraya gelenler için geniştirGenişliğinden ötürü onlara dar gelmezTakdir bakımından onun genişliği ancak gökler ve yer kadardırNazar mukadderattan çıktığı zaman onların genişliğinin nihayeti yokturOnun mütalaasından ötürü ârif, daima genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennettedirO cennetin bahçelerinde dolaşıp meyvelerinden koparırHavuzlarından kana kana içerO nimetlerin sonunun gelmeyeceğinden emindir; zira bu bahçelerin meyveleri ne koparılmış, ne de bir kimseye yasak kılınmıştır. Sonra o ebedî ve sermedîdirÖlümle sonuçlanmaz; zira ölüm, Allah'ın marifetinin merkezini yıkmazMarifet merkezi de rabbanî ve semavî bir emir olan ruhturÖlüm onların hallerini bozar, meşguliyetlerine son verir, mânilerini ortadan kaldırır ve o ruhları azad ederOnu yok etmek ise mümkün değildir.

Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu onlar diridirler, rableri katında rızıklanmaktadırlarAllah'ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak; arkalarından henüz kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığına, onların da üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler. (Âl-i İmrân/169-170)

Sakın bu nimetlerin, savaş meydanında öldürülen bir kimseye mahsus olduğunu zannetme; zîra ârif kişiye her nefeste bin şehidin derecesi verilir!

Şehid olan kişi, dünyaya dönüp bir daha öldürülmeyi temenni ederBu temennisinin sebebi müşahede ettiği şehidliğin büyük sevabıdır16

Şehidler âlimlerin yüce derecelerini gördüklerinde, bu mertebelerine rağmen âlim olmayı temenni ederler.

Durum bu olduğundan gök melekûtu ve yerin bütün bölgeleri ârif kişinin meydanıdırDilediği yerde yerleşirO yere cismiyle, şahsıyla gitmeye ihtiyacı yoktur; zira ârif kişi melekûtun cemâlini mütalaa ettiğinden dolayı genişliği gök ve yer kadar olan bir cennettedirHer ârif için bu kadarı vardırBiri diğerinin yerini daraltmazAncak onlar nazarlarının ve marifetlerinin genişliği nisbetinde tenezzüh yerinin genişliğinde farklıdırlarOnlar da Allah katındaki derecelerdirOnların derecelerinin farklılığı sayılamayacak kadar çeşitlidirBöylece anlaşıldı ki bâtınî olan riyaset lezzeti, kemâl sahiplerinin nezdinde bütün duyuların lezzetlerinden daha kuvvetlidir.

Bu lezzet herhangi bir hayvanda, bir çocukta veya aklı tekamül etmemiş bir kimsede yokturDuyularla hissedilen, şehvetlerle bilinen lezzet de riyaset lezzetiyle beraber kemâl sahipleri için vardırFakat kemâl sahipleri riyaseti daha fazla tercih ederlerAllah'ın marifetinin, sıfatlarının, fiillerinin göklerin melekûtunun, mülkün esrarının, zevk bakımından riyasetten daha büyük olmasının mânâsına ise, ancak marifet mertebesine varmış, o mertebeyi tatmış bir kimse nâil olabilirBasireti olmayan bir insana bunu isbat etmek mümkün değildirÇünkü bu kuvvetin kaynağı kalptir.

Nasıl ki çocuklara cimâ’nın lezzetinin top oynamanın lezzetinden daha üstün olduğunu ispat etmek mümkün değilse, erkeklik özelliğinden mahrum olan bir kimseye binefsec çiçeğini koklamaktan alınan lezzetten cimâ lezzetini daha büyük bulmak mümkün değilse. . . Çünkü bu kimse cimâ lezzetini idrâk eden kuvveti kaybetmiştirFakat erkeklik kuvvetine sahip olan bir kimse aynı zamanda koklama duyusu sağlamsa bu iki lezzetin arasındaki farkı idrâk ederBu kişi ancak şöyle demek kalır: Sevkeden bilir!' Hayatım hakkı için ilim talebeleri her ne kadar, ilâhi işlerin marifetini talep etmekle meşgul olmasalar da onlar müşkilatların inkişafı anında bu lezzetin kokusunu koklarlarÖğrenmesine gayret sarfettiği girift meselelerin çözümü anında o zevki duyar; zira onlar da marifet ve ilimlerdirHer ne kadar o ilimlerin malumatları ilâhî malumatların şerefi gibi şerefli değil ise de. . . Uzun zaman Allah'ın marifetini düşünen ve kendisine Allah'ın mülk esrarından keşfolunan velev ki az birşey olsa bile bir kimseye gelince, o kimse keşfin husulü anında kalbinde öyle bir ferahlık bulur ki neredeyse onunla uçarFerah ve sürûrun kuvvetinden ötürü sebat ettiği için nefsini hayran hayran seyrederBu makam ancak zevk ile idrâk edilen bir makamdır.

Burada sözün faydası pek azdırİşte bu kadarcık birşey bile Allah'ın marifetinin eşyanın en lezzetlisi olduğuna ve ondan daha üstün bir lezzet olmadığına dikkatini çeker.

Bunun için Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah'ın birtakım kulları vardırNe ateşin korkusu ve ne de cennetin ümidi onları Allah'tan meşgul etmezO halde, dünya onları Allah'tan nasıl meşgul edebilir?'

Mâruf-u Kerhî'ye, ihvanından biri sordu:

- Ey Ebû Mahfuz! Bana söyler misin, seni halktan ayırıp ibadete daldıran nedir?

Mâruf-u Kerhî sustu. Sonra suali soran dedi ki:

- Ölümün hatırlanması mıdır?

- Ölüm de ne imiş!

- Kabir ve berzahın hatırlanması mıdır?

- Kabir de ne imiş!

- Cehennem korkusu veya cennet ümidi midir?

- Bunlar da ne imiş! Bir sultan vardırBütün bunlar onun kudret elindedirEğer O'nu seversen, bütün bunları sana unuttururEğer O'nunla aranda bir marifet varsa, bütün bunların yerine geçer.

Hazret-i Îsa'nın haberlerinde şöyle vârid olmuştur: 'Bir şahsın, Allah'ın talebiyle var kuvvetiyle meşgul olduğunu gördüğünde o talebin onu Allah'ın masivasından meşgul ettiğini bil!'

Meşâyihten biri rüyasında Bişr b, Haris'i görerek kendisine sordu:

- Ebû Nasr Temmar17 ve Abdülvahab Verrak18 ne yaptılar?

- Onları Allah'ın huzurunda yeyip içtikleri halde bırakıp geldim!

Ya sen?

- Allah yemek ve içmek hususundaki isteğimin azlığını biliyorBunun yerine cemâline bakmayı bana nasip eyledi!

Ali bMuvaffık'tan şöyle rivâyet ediliyor: Rüya âleminde cennette olduğumu gördümBir sofranın sağında oturan bir kişi vardıİki melek onun sağında ve solunda oturuyorduOna güzel yemeklerden lokmalar veriyor, o da yiyorduCennet kapısında ayakta duran birini gördüm ki halkın yüzünü kontrol ediyor, bazısını içeri alıyor, bazısını geri çeviriyordu. Sonra onları geçip Hazret'ül Kuds'a. (Arşın sağında ve cennetin en yücesinde bulunan bir yerdir) vardımArşın çadırlarında bir kişi gördüm ki gözlerini dikmiş, Allahü teâlâ'nın cemâline bakıyor, hiç gözünü kıpırdatmıyorduBunun üzerine cenneti idare eden Rıdvan adlı meleğe 'Bu kimdir?' diye sordum'Bu Mâruf-u Kerhî'dirAllah'a, ateşinin korkusundan ve cennetine aşık olduğundan değil, sevgisinden ötürü kulluk yaptıBöylece, Allahü teâlâ, kıyâmet gününe kadar cemâline bakmayı ona mübah kıldı' dedi.

Bu rüyada bahsi geçen diğer iki kişinin de Bişr bHaris ile Ahmed bHanbel olduğu söylenmiştir.

Ebû Süleyman dedi ki: 'Kim bugün nefsiyle meşgul olursa, o yarın da nefsiyle meşguldür! Bugün rabbiyle meşgul olan bir kimse yarın da rabbiyle meşguldür!'

Süfyân es-Sevrî, Rabia Hatun'a şöyle sordu: 'Senin imanının hakikati nedir?' Rabia Hatun 'Ben asla ateşin korkusundan veya cennetin sevgisinden dolayı Allah'a îman etmedim ki ben kötü bir işçi gibi olayımAksine sevdiğimden ve iştiyakımdan dolayı Allah'a kulluk yaptım!'

Hazret-i Rabia, muhabbet mânâsında nazm ile şunları söyledi: 'Seni iki sevgi ile severim! İlki heva sevgisi, ikincisi de sevgi ehlisin diye seni severim! Heva sevgisine gelince o, senin zikrinle herşeyden uzaklaşmamdırSenin ehil ve müstehak olduğun sevgiye gelince, o da bana perdeleri seni görecek derecede aralamandırOrada ne hamd var, ne de benim hünerim! Fakat hamd hem orada, hem burada sana mahsustur!'

Muhtemelen Rabia Hatun, heva muhabbetinden Allahü teâlâ'nın dünyada kendisine ihsan ve inam ettiği suretteki sevgiyi kasdetmiştirAllahü teâlâ'nın müstehak ve ehil olduğu muhabbetten de O'nü celâlinden ve kendisine keşfolunan cemâlinden dolayı sevmesini kasdetmiştirİşte bu ikincisi, iki sevginin en yücesi ve kuvvetlisidirRubûbiyet cemâlini mütalaa etmenin lezzeti öyle bir lezzettir ki Hazret-i Peygamber rabbinden hikâye ederek onu şu şekilde ifade etmiştir:

Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri hazırladım.

Bu lezzetlerin bazısı, kalbinin saflığı ve temizliği zirveye varmış kimseler için daha dünyada iken verilmiştir ve bunun için de bazıları şöyle demiştir: 'Ben Yârab! Ya Allah! diye çağırıyorum ve görüyorum ki bu, kalbimin üzerine dağlardan daha ağır geliyor; zira çağırmak ancak perdenin arkasından olurAcaba yanında oturanı uzakmış gibi çağıran birini hiç gördün mü? Bunun için bazıları der ki: 'Kişi bu ilimde zirveye vardığında halk ona taşlar atar!' Yani onun konuşması halkın akıllarının hududunu aşar.

Bu bakımdan bütün âriflerin maksadı; Allah'ın (manevî visali ve) mülâkatıdırEvet sadece budur!

İşte budur o göz aydınlığı ki ondan insanlar için ne kadarının hazırlandığını hiçbir kimse bilmezBu göz aydınlığı hâsıl olduğunda bütün üzüntüler bertaraf olurHalk nimetlere dalarEğer ateşe atılırsa, daldığından dolayı birşey hissetmezEğer ona cennet nimetleri arzolunursa, nimetinin kemâli için dönüp ona bakmaz bileÇünkü artık ötesinde makam olmayan bir makama varmıştırKeşke duyularla hissedilenlerin sevgisinden başkasını anlamayan bir kimsenin, nasıl Allah'ın cemâline bakmanın lezzetine îman ettiğini bilseydim! Oysa Allah'ın ne şekli, ne de sureti vardırO zaman Allah'ın kullarına va'di ve cemâline bakmanın en büyük nimet olduğunu zikretmesinin mânâsı ne olabilir? Allah'ı tanıyan bir kimse değişik şehvetlerle dağıtılmış lezzetlerin tamamının bu lezzetin kapsamına dahil olduğunu bilir.

Nitekim şair şöyle demiştir: 'Kalbimin değişik hevaları vardırGöz seni gördüğünden bu yana hevalarım bir araya geldiBu sefer kendisinden kıskandığım, benden kıskanmaya başladıSen efendim olduğundan beri insanların efendisi oldumEy benim dinim ve dünyam! Dünyalarını kendilerine terkettim!'

Biri şöyle demiştir: 'O'nun terki ateşten daha büyüktürO'na kavuşmak cennetten daha hoştur'Onlar bununla ancak kalbin Allah marifetindeki lezzetini, yemek, içmek ve cinsî münasebetin lezzetine tercih etmeyi kasdetmişlerdirÇünkü cennet, duyuların lezzetlenme madenidirKalbin zevki ise sadece Allah'ın mülâkatındadırHalkın zevklerinin farklılığının misali, zikredeceğimiz şu misaldir: Bir çocukta hareket ve farketmesinin başlangıcında bir tabiat belirir ki onunla oyunları ve eğlenceyi severHatta o tabiat çocuğun yanında diğer eşyanın hepsinden daha lezzetli olur. Sonra süsün, elbise giymenin, hayvanlara binmenin zevkini hissederBunların yanında oyunun lezzetini hakir sayar. Sonra cinsî münasebetin, kadın şehvetinin zevkini hissederBundan ötürü ve bunun visali uğrunda bütün öteki istekleri bırakır. Sonra riyaset, yükseklik ve zenginik zevki başgösterir ki bu da dünya zevklerinin sonuncusu, en büyüğü ve kudretlisidir.

Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Hadîd/20)

Bundan sonra başka bir tabiat belirir ki onunla Allah'ın marifeti idrâk edilirFillerinin marifeti bilinirİşte şahıs, bununla, bundan önceki şeyleri hakir sayarBu bakımdan her sonradan gelen daha kuvvetlidirBu ise en sonuncusudur; zira oyun sevgisi, erginlik yaşında ortaya çıkarKadın ve zînet sevgisi bülûğ yaşında, riyaset sevgisi yirmiden sonra, ilim sevgisi kırka yakın ortaya çıkar ki bu en yüce hedeftir! Nasıl ki çocuk, kadınlarla oynayıp riyaset talebinde bulunan bir kimseye oyunu terkettiği için gülerse, aynen bunun gibi baş olanlar da baş olmayı terkedip Allah'ın marifetiyle meşgul olanın haline gülerÂrifler ise derler ki: 'Eğer siz bize gülerseniz, muhakkak ki biz de bir gün gelir sizinle alay edip güleriz ve bunu yakında bileceksiniz!'

15) Lûzinc, şeker ile bademden yapılmış helva demektir.

16) Müslim, Buhârî

17) Adı Abdülmelik b. Abdülâziz Kuşeyrî en-Nesâî'dir. 91 yaşında H. 228'devefat etmiştir.

18) Adı Abdulvehhab b. Abdülhakem b. Nafi Ebû Hasan el-Verrak el-Bağdadi’dir. H. 250'de vefat etmiştir.

36-2

7. Âhiret'teki Faziletin Dünya'daki Marifet'e Üstünlüğü

İdrâk olunanlar, hayal edilen suretler, renkli cisimler, hayvanlar ve bitkilerden müteşekkil istekler gibi hayale dahil olan kısımlarla Allah'ın zatı, ilim, kudret ve irade gibi hayale dahil olmayan kısımlara bölünür.

Kim bir insanı görür. Sonra gözünü kapatırsa onun suretini zihninde sanki ona bakıyormuş gibi görürFakat gözünü açıp gördüğünde aralarındaki farkı idrâk ederBu ayrılık iki suretin arasında ihtilâfa dönüşmezÇünkü görülen suret, hayal edilen surete uygundur.

Fakat ancak vuzuh ve keşfin fazlalığıyla meydana gelir; zira görünen suret, görmeden ötürü, daha iyi vuzuha kavuşmuşturBu, seher zamanında henüz gün ışığı yeryüzüne yayılmadan önce görünen bir şahıs gibidir. Sonra ışığın huzmeleri iyice yayıldığında aynı şahıs görünür, fakat gören iki durumu birbirinden ayıramazAncak fazla inkişaf hususunda bir ayrılık yapabilirDurum bu olunca hayal, idrâkin ilk basamağıdırGörme hayal idrâkinin kemâle ermiş şeklidirBu da keşfin son raddesidirBuna rüyet adı verilir.

Gözde olduğundan dolayı değil, keşfin son raddesi olmasından dolayı bu isim verilir.

Eğer Allahü teâlâ, bu kâmil idrâki mesela alında, göğüste yaratmış olsaydı yine bu kâmil idrâke rüyet adı verilirdiHayal edilenler hakkında bunu anladığında bil ki teşekkül etmeyen malumatların marifet ve idrâki için de hayalde iki derece vardır:

Birincisi: İlk derecedir, ikincisi de onu tamamlayandırİlk derece ile ikinci derece arasında tıpkı görülen ile hayal edilen arasında vuzuhun fazlalığındaki fark kadar farklılık vardırBu bakımdan birincisine nazaran ikincisine de müşahede, mülâkat ve rüyet adı verilirBu adlandırma hakikattirÇünkü rüyete keşfin en son raddesi olduğundan dolayı rüyet adı verilmiştir.

Nasıl ki Allahü teâlâ'nın sünneti, göz kapaklarını kapatmak, rüyet ile olan keşfin tamamını menetmekle câri olmuşsa ve bu kapatış göz ile görünen arasında bir perde oluyor, görüşün hâsıl olması için o perdenin kalkması gerekiyor ve kalkmadıkça hâsıl olan idrâk mücerred hayalden ibaret oluyorsa, tıpkı onun gibi, Sünnetullah'ın gereğidir ki nefis beden arızalarıyla ve şehvetlerin isteğiyle, kendisine galebe çalan beşerî sıfatlarla perdeli kaldıkça, müşahedeye, hayalin haricinde olan malumattaki mülâkata varamazBu hayat, göz kapaklarının gözün görmesine perde olması gibi zarurî olarak onların önünde perdedirNeden perde olduğu hakkındaki söz oldukça uzun sürerBurada onu deşmek uygun düşmez.

Sen beni göremezsin! (Araf/43)

Gözler onu idrâk edemezler. (En'âm/103)

Doğru olan Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) mirac gecesinde Allahü teâlâ'yı görmediğidir19 Bu bakımdan ne zaman ölümle perde kalkarsa, nefis dünyanın bulanıklıklarıyla mülevves olarak kalır, onlardan tamamen sıyrılamazHer ne kadar farklı işler de. . . Nefislerden bazılarında necaset ye pas birikmiştirPasın uzun zaman onun üzerinde birikip yerleşmesiyle cevheri bozulmuş ayna gibi olurNe ıslahı kabul eder, ne temizlenmeyi. . . İşte ebediyyen rablerinden mahrum olan nefisler bunlardırNefsin bu korkunç durumundan Allah'a sığınırız!

Başka bir kısmı vardır ki dünya bulanıklığı onda, tabii nitelik haline gelmemiştirIslahı ve düzelmeyi kabul etmekten çıkmamıştırPasını giderecek derecede ateşe arzolunur ki müşahedeye elverişli olsunBu bakımdan temizleninceye kadar ateşte yakılırO yakılışın en azı bir lâhzadırMü'minlerin en fazla ateşte kalacakları müddet haberlerde vârid olduğu gibi20 yedi bin senedirBu âlemden göç eden bir nefise az da olsa muhakkak bir toz ve bulanıklık refakat eder.

İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur, Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)

Bu bakımdan her nefsin ateşe varacağı kesindirFakat ateşten çıkacağı kesin değildirNe zaman Allahü teâlâ nefsin temizlenmesini kemâle erdirirse, kader de miadını doldurursa, şeriatın va'dettiği hesap ve Allah'ın huzuruna arzolunma ve benzeri yerine getirilirse ve cennete müstehak olmayı hak ederse ki bu da mübhem bir vakittirAllah'tan başka mahlukâtından hiç kimse buna muttali olamaz, çünkü bu kıyâmetten sonra vâki olacaktırKıyâmet'in vakti ise meçhuldür işte o zaman kişi, nefsinin tasfiyesiyle ve bulanıklıklarından temizlemekle meşgul olurArtık öyle ki onun yüzünde ne bir toz, ne bir duman belirtisi kalırÇünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ orada tecelli ederAllahü teâlâ, ona öyle bir şekilde tecelli eder ki o tecelinin inkişafı, bildiğinin inkişafına nisbeti, tıpkı hayal ettiğin aynanın tecellisinin inkişafına nisbeti gibidirİşte rüyet diye adlandırılan tecelli ve müşahede budurDurum bu olunca, rüyet haktırŞu şartla ki rüyetten bir cihet ve mekanda düşünülen ve hayal edilen özel bir varlığın olduğu anlaşılmasınÇünkü Rabb'ul-erbab bundan yüce ve münezzehdir.

Dünyada O'nu hayal, tasavvur, şekil ve suret takdir etmeksizin tam bir hakîkatla tanıdığın gibi, âhirette de öyle görürsünHatta dünyada hâsıl olan marifettir ki âhirette tekamül ede ede keşif ve vuzuhun kemâline erişirBu sefer müşahedeye inkılâb ederÂhiretteki müşahede ile dünyadaki malum arasında ancak keşif ve açıklığın fazlalığı cihetiyle fark vardırTıpkı hayalin rüyet ile tekamül etmesi hususunda verdiğimiz misal gibi. . . Öyleyse Allah'ın marifetinde ne bir suretin isbatı, ne de bir cihetin tâyini vardırO marifetin aynısını tekamüle erdirmesinde ve keşfin zirvesine ulaştırmasında da ne cihet vardır, ne suret! Çünkü bu keşif derecesine gelen marifet, öbür marifetin aynısıdırAralarındaki fark keşfin ziyadeliğidirTıpkı görünen suretin, hayal edilen suretin ta kendisi olduğu gibi. . . Ancak keşfin ziyadesinde aralarında fark vardır.

(O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşarDerler ki: 'Ey rabbimiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!' (Tahrim/3)

Zirâ nûrun tamamlanması, ancak keşfin artışında tesir ederAllah'ın cemâline bakmanın derecesi, ancak dünyada ârif olanlar için söz konusudurÇünkü âhirette müşahedeye inkılâb eden tohum marifettirNitekim çekirdeğin ağaca, tohum tanesinin ekine dönüştüğü gibi. . . Arazisine çekirdek ekilmeyen bir kimsenin hurma ağacının bitmesini beklemesi boşturTohum serpmeyen bir kimse nasıl ekin biçer? Bunun gibi Allah'ı dünyada tanımayan bir kimse âhirette cemâlini nasıl görür? Marifet değişik dereceler üzerinde olduğu için tecelli de değişik dereceler üzerindedirBu bakımdan marifetlerin ihtilâfına nisbeten tecelinin ihtilâfı, tohumun değişikliğine nisbeten bitkilerin değişmesi gibidir; zira bitkilerin; tohumun çokluğu, azlığı, güzelliği, kuvveti ve zayıflığı nisbetinde değiştiğinde şüphe yoktur.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ, umumî olarak bütün insanlara, hususi olarak Hazret-i Ebû Bekir'e tecelli eder21

Bu nedenle marifet bakımından Hazret-i Ebû Bekir'den eksik olanların cemâle bakmaktan Ebû Bekir'in aldığı lezzeti aldıklarını sanmak uygun değildirBu kimse Hazret-i Ebû Bekir'in aldığı zevkin binde birini ancak alırEğer dünyadaki marifeti Hazret-i Ebû Bekir'in marifetinin binde biri ise, Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) göğsünde yerleşen bir sırdan ötürü peygamberlerin dışında kalan diğer insanlara üstün kılındığında şüphe yokturBu nedenle de kendisine mahsus bir tecelli ile de onlardan üstün olduTıpkı dünyada riyaset zevkini, yemek ve evlenmek lezzetine, ilim lezzetini göklerin ve yerin müşahedesinin inkişafı lezzetine ve ilâhî işlerden diğerlerinin lezzetini cennet nimetine tercih ettikleri gibi. . .

Zira cennetin nimetleri de yemek ve nikâha dönüşürBunlar o kimselerdir ki dünyada onların halleri, vasıflandırdığımız ilim, marifet, rubûbiyet esrarına muttali olmanın lezzetini evlenmenin, yemenin, içmenin lezetine tercih ederlerOysa diğer insanlar bu şeylerle meşgul olurlar.

Rabiat'ül-Adeviye'ye 'Cennet hakkında ne dersin?' diye sorulduğunda cevap olarak şöyle demiştir: 'Önce komşu, sonra ev!' Böylece Rabia hatun kalbinde cennete değil, cennetin rabbine iltifat olduğunu belirtmiş olduKim dünyada Allah'ı tanımamış ise, âhirette de (cemâlini) göremezKim dünyada marifet lezzetini tatmamışsa âhirette de bakış lezzetini tatmayacaktır; zira âhirette hiç kimse beraberinde getirmediği bir şeye yeniden başlayamazHiç kimse ektiğinden başkasını biçemez.

Kişi ancak neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur, neyin üzerinde yaşamış ise, onun üzerinde ölürBu bakımdan sadece beraberinde getirdiği marifetten nimetlenirAncak o marifet, perdenin kalkmasıyla müşahedeye inkılâb eder, mâşukasının hayali olan sureti, hakîki surete inkılâb ettiğinde aşığın lezzetinin kat kat arttığı gibi, onun da müşahededen ötürü lezzeti kat be kat artar; zira onun lezzetinin en son varacağı nokta odurCennetin hoşluğu şudur ki herkes neyi isterse orada o verilirBu bakımdan Allah'ın (manevî) mülâkatından başka bir şeyi iştahı çekmeyen bir kimse için o mülâkatın gayrisinde lezzet yokturHatta bu kimse çoğu kez Allah'ın mülâkatından başka şeylerden eziyet görür! Cennetin nimeti, Allah'a olan sevgi nisbetindedirAllah sevgisi ise, marifeti nisbetindedirBu bakımdan saadetlerin aslışeriat lisanında îman diye ifade edilen marifetin ta kendisidir.

İtiraz: Rüya lezzeti, eğer marifet lezzetine nisbeten varsa, bu pek az bir şeydir, marifet lezzetinin birkaç misli olsa dahi. . . Çünkü marifet lezzeti dünyada zayıftırOnu artırması, kuvvet bakımından cennetin diğer nimetlerini hakir saydıracak dereceye varamaz.

Cevap: Marifet lezzetini bu şekilde azımsamak, marifetten uzak olmaktan sudur ederBu bakımdan marifetten olan bir kimse onun lezzetini nasıl idrâk edebilir? Böyle bir kimsede zayıf bir marifet varsa dahi, kalbi meşgalelerle dolu iken marifetin lezzetini nasıl idrâk edebilir? Bu bakımdan ârifler için marifetlerinde, fikirlerinde, Allah ile olan münâcatlarında birtakım lezzetler vardır ki eğer o âriflere dünyada bu lezzetlerin yerine cennet arzedilse, bunları cennet lezzetiyle değiştirmezler. Sonra bu lezzet, kemâline rağmen asla mülâkat ve müşahede lezzetiyle mukayese edilemezMâşuku (nun cemâlini) hayal etmenin lezzetinin, görme lezzetine nisbet edilemeyeceği gibi ve nasıl ki iştah çekici yemeklerin kokularını almanın lezzeti, onları bilfiil tadmasına, ellemenin lezzeti, cinsî münasebetin lezzetine nisbet edilmezse tıpkı onun gibi. . . Bunların ikisi arasındaki farkın büyüklüğünü belirtmek ancak bir misal vermek suretiyle mümkün olurDünyada mâşukun yüzüne bakmanın zevki çeşitli sebeplerden dolayı, değişik manzaralar arzeder.

Birincisi: Mâşukun cemâlinin kemâl veya eksikliğidir; zira en güzele bakmaktaki zevk, şüphesiz ki daha büyük olur.

İkincisi: Sevgi, şehvet ve aşk kuvvetinin kemâlidirBu bakımdan aşkı kabaran bir kimsenin zevk alması, şehveti ve zevki cılız olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir.

Üçüncüsü: İdrâkin kemâlidirBu bakımdan kişinin, mâşukasını karanlıkta veya ince bir perdenin arkasından veya uzakta görmesinin lezzeti, perdesiz, yakından idrâk edip ışığın çok olduğu zaman görmekten aldığı zevke benzemezKişinin hanımıyla üzerinde bir elbise olduğu halde yatmaktan duyduğu zevk, elbisesiz olarak yatmaktan aldığı zevk gibi olmaz.

Dördüncüsü: Teşviş edici mâniler ve kalbi meşgul eden elemlerin kemâlidirBu bakımdan sıhhatli, meşguliyetsiz ve sadece mâşuka bakmak için hazırlanan bir kimsenin zevk alması; korkan, ürken veya elem duyan hasta veya kalbi herhangi bir şey ile meşgul olan bir kimsenin zevk alması gibi değildirBu bakımdan aşkı zayıf olan bir aşığın uzaktan ince bir perdenin arkasından mâşukasının yüzüne baktığını düşün, öyle ki bu perdenin, o suretin hakikatinin inkişafına mâni olduğunu ve bakanın üzerine akreblerin, eşek arılarının toplanıp eziyet verdiklerini, ısırdıklarını ve kalbini meşgul ettiklerini düşünAşığın da bu durumda sevgilisine baktığını düşün, kişi bu halde mâşukunu müşahede etmekten ibaret olan az da olsa bir zevkten uzak değildir.

Eğer ani olarak o perdenin yırtılmasına vesile olan bir hal doğar, ışık çoğalır, eziyet veren akreb ve arılar uzaklaşır, kişi sapasağlam, kalbi meşgul olmaksızın kalır, kuvvetli şehvet ve ifrat derecedeki aşk onu derecelerin en yücesine vardıracak şekilde ona hâkim olursa, bu takdirde bu kişinin zevkinin nasıl kat kat artacağını bir düşün! Öyle bir raddeye varır ki birinci zevkin bu zevke nisbeten hiçbir önemi kalmaz, işte bunun gibi, Allah'ın cemâline bakmak zevkinin, marifet lezzetine olan nisbetini anla! İncecik perde beden misali ve bedenle meşgul olmaktırAkreb ve arılar insanın üzerine musallat olan açlık, susuzluk, öfke, üzüntü, gam, şehvetin zâfiyetinden meydana gelen şehvetlerin misalidirSevgi, nefsin dünyadaki kusurunun en yüce cemaate olan şevkten eksik kalmasının ve esfel-i sâfilîn'e iltifat etmesinin misalidirBu da çocuğun riyaset zevkini hissetmekten habersiz olup kuş ile oynamaya iltifat etmesinden ibaret olan kusurunun benzeridirÂrif kişi, her ne kadar dünyadaki marifeti kuvvet bulsa da şaşırtıcı mânilerden kurtulamazHiçbir zaman bunlardan kurtulması da düşünülemez.

Bazen bu mâniler bazı hallerde zayıflar, devam etmezlerŞüphe yoktur ki marifetin cemâlinden aklı şaşkına çeviren birşey görünürOnun zevki o kadar büyüktür ki neredeyse kalp onun azametinden ötürü paramparça olacak raddeye gelirFakat bu durum çakan şimşek gibi gelir-geçerÇok az devam ederMeşguliyetler, düşünceler ve kalbine gelen şeylerden onu şaşırtan, ilk durumunu bulandıran bir hâl meydana gelirBu ise, bu fâni hayatta daimî bir zarurettirBu bakımdan bu lezzet, ölüme kadar böyle karışık olurHoş hayat ise ancak ölümden sonradırHayat ancak âhiret hayatıdır:

Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka birşey değildirÂhiret yurdu, işte asıl hayat odur, bilselerdi. (Ankebut/64)

Kim bu mertebeye varmışsa o, Allah ile mülâkatı severDolayısıyla ölümü severÖlümden tiksinmezAncak marifette kemâle ermeyi daha fazla bekleyen bir kimse ölmeyi istemezÇünkü marifet tohum gibidir, marifet denizinin sahili yokturBu bakımdan Allah'ın celâlinin hakikatini idrak etmek muhaldirAllah'ın sıfat ve fiillerinin ve memleketinin esrarının hakkındaki marifet artıp kuvvet buldukça âhiretteki nimet çoğalırNitekim tohum çoğalıp güzelleştikçe ekinin de çoğalıp güzelleştiği gibi. . . Bu tohumun tahsil imkânı ancak dünyada vardırBu ancak kalp toprağına ekilirBiçmek de ancak âhirette olur.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Saadetlerin en faziletlisi Allah'a ibadette uzun ömürdür.

Zira marifet ancak uzun ömürde, tefekküre devam etmek, mücahedeye ve dünyanın mânilerinden uzaklaşmaya, âhiret talebine koyulmaya devam etmek suretiyle uzun ömürde kemâle erer, çoğalır ve gelişirBu, şüphesiz ki zaman isterBu bakımdan kim ölümü severse, onu şu noktadan sevmiş olur: Nefsini, marifette durmuş ve marifette mümkün olan mertebenin zirvesine varmış görürÖlümü istemeyen bir kimse de şundan dolayı istemez: Uzun ömürle kendisine hâsıl olacak marifet artışını ümit ederNefsini eğer yaşarsa yükleneceği vazifede kusurlu görürİşte bu, marifet ehli nezdinde ölümü istememesinin veya sevmemesinin sebebidirDiğer halka gelince, onların nazarları sadece dünya şehvetlerine çevrilmiştir.

Eğer dünya şehvetleri geniş ise dünyada kalmayı severlerEğer daralırsa ölümü temenni ederlerBütün bunlar mahrumiyet ve zarardırKaynağı cehalet ve gaflettirBu bakımdan cehalet ve gaflet her şekavetin merkezidirİlim ve marifet de her saadetin esasıdırBizim söylediklerimizle muhabbet ve aşkın mânâsı ortaya çıktı; zira aşk da ifrat derecesine varmış kuvvetli muhabbet demektirMarifet zevkinin, rüyetin ve rüyet zevkinin mânâsı; akıl sahipleri nezdinde diğer zevklerden daha zevkli olmasıdırHer ne kadar eksik akıllılar için böyle değilse de. . .

Nitekim riyasetin çocuklar nezdinde yemeklerden daha lezzetli olmadığı gibi. . . Eğer 'Bu rüyetin merkezi âhirette kalp midir veya göz müdür?' dersen, bil ki alimler bu hususta ihtilâfa düşmüştürBasiret sahipleri bu ihtilafa bakmazlar ve bu ihtilâfı düşünmezlerAkıllı bir kimse sebzeyi yer, bostanı sormazKim mâşuku görmek isterse aşkı kendisini 'görmenin göz ile mi yoksa başka bir şeyle mi olacağını' düşünmekten alıkoyarO, sadece rüyeti ve rüyetin zevkini düşünürİster o lezzet gözle, ister başka azalarla olsun; zira göz, merkez ve zarftırNe ona bakılır, ne de onun hükmü vardırBu hususta hakîkat şudur ki ezelî kudret geniştirÖyle ise bu iki şeyin herhangi bir işine yetmezlikle vasıflandırılması caiz değildirBu, hükmün cevazı ve imkânı hususundaki görüştürÂhirette vâki olan caizlere gelince, bu ancak dinlemekle idrâk olunur. (Zira aklın burada müdahalesi yoktur) Hak, ehl-i sünnet ve'l cemaat'in şer'î delillerden 'gözde yaratılır' diye çıkardıkları hükümdür ki rüyet, nazar ve şeriatta vârid olan diğer lafızlar zahirî mânâları üzerine câri olmuş olsunlar; zira zâhirlerin izalesi, ancak zaruretten dolayı caiz olabilir, Allah daha iyisini bilir.

19) Irâkî müellifin bu hususta Hazret-i Âişe'ye istinad ettiğini söylemektedir. Çünkü Hazret-i Aişe Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre 'Kim Muhammed (aleyhisselâm) rabbini gördü derse, o yalan söylemiştir!' demiştir. (Bkz. ithaf us-Saade, IX/580)

20) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usul, (Ebû Hüreyre'den) ve ayrıca bkz. İthaf us-Saade, IX/581

21) İbn Adiyy

8. Allah Sevgisini Takviye Eden Sebepler

Âhirette hâl bakımından insanların en mesûdu, en fazla Allah'ı sevenidir; zira âhiretin mânâsı, Allah'ın huzuruna varmak, O'nunla mülâki olmanın saadetini elde etmek demektir.

Muhib (aşık) uzun zaman şevkiyle kıvrandığı mahbubunun huzuruna vardığında bulanmaksızın, hasım ve rakibi olmaksızın, sona ermesinden korkmaksızın, O'nun cemâlini ebedî bir şekilde müşahede etme imkânı bulunduğundan ötürü en büyük bir nimete mazhar olurAncak şu var ki bu nimet sevgi kuvvetinin oranında verilir.

Bu bakımdan muhabbet arttıkça zevk de artarKul, Allah'ın sevgisini ancak dünyada kazanırSevginin aslında hiçbir Mü'min ayrılmazÇünkü marifetin aslından ayrılmış değildirSevginin kuvveti, kalbi aşk diye adlandırılan istihtar raddesine vardıracak şekilde istila etmesi ise, bundan birçok kimseler ayrılırBu ancak iki sebepten dolayı elde edilir:

IOnlardan biri, dünyanın meşgalelerini kesmektirAllah'tan başkasının sevgisini kalpten çıkarmaktır; zira kalp, mesela kendisinden su boşaltmayınca sirkeye yer vermeyen bir kap gibidir:

Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. (Ahzâb/4)

Sevginin kemâli, kalbinin tamamıyla Allah'ı sevmesindedirAllah'tan başkasına iltifat ettikçe, onun kalbinin bir köşesi gayr ile meşguldürBu bakımdan Allah'tan başka şeylerle meşgul olduğu nisbette Allah'ın sevgisi kalpten eksilirKapta kalan su nisbetinde, kaba dökülen sirke eksilirBu tecride şu ayetle işaret vardır:

'Allah' de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar. (En'âm/91)

Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra doğru olanlar, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. (Ahkaf/13)

Belki o, senin Lâ ilâhe illallah sözünün mânâsıdırYani mâbud ve mahbub, O'ndan başkası yok! Bu bakımdan her sevilen mutlaka mâbuddurO halde kul bağlanandırMâbud ise kendisine bağlanılandırHer seven, sevdiğiyle bağlanmıştır.

Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? (Furkan/43)

Yeryüzünde tapınılan şeylerin en iğrenci nefsin arzusudur22

Kim ihlâslı olduğu halde Lâ ilâhe illâllah derse cennete girer!23

İhlâs'ın mânâsı kalbini Allah için hâlis etmek demektir ki orada Allah'tan başkasına yer kalmazBu bakımdan Allah, onun kalbinin mahbubu, mâbudu ve maksudu olurHali bu olan bir kimse için dünya hapishanedirÇünkü dünya onu mahbubunu müşahede etmekten menederOnun ölümü hapishaneden kurtuluş ve mahbubun huzuruna varıştırAcaba bir tek mahbubdan başka mahbubu olmayan ve uzun zamandan beri ona müştak olan, hapis hali oldukça uzayan bir kimse hapisten bırakılır, mahbubun huzuruna varma imkânına kavuşur ve ebediyyen emniyete vardırılırsa hali ne olur?

Allah sevgisinin kalplerde cılızlaşmasının sebeplerinden biri; dünya sevgisinin kuvvet bulmasıdırAile efradının, mal sevgisinin, evladın, akrabanın, gayri menkulün, hayvanların ve bahçelerin sevgisi dünya sevgisindendirHatta kuşların nağmeleriyle sevinen ve seher mevsimini hoş telâkki eden bir kimse, dünya nimetine iltifat eder ve bundan dolayı da Allah sevgisinde eksilmeye maruzdurBu bakımdan dünyaya ünsiyet verdiği nisbette Allah'a olan ünsiyeti eksilirHerhangi bir kimseye dünyadan birşey verilirse, onun o nisbette âhiretinin eksilmesi zaruridirNasıl ki bir insan doğuya ancak zarurî olarak batıdan uzaklaştığı nisbette yaklaşır, kuma olan hanımlardan birinin kalbi ancak kumasının kalbinin daraldığı zaman ferahlar işte âhiret ile dünya da kuma gibidirOnların ikisi doğu ile batı gibidirBu durum, kalp sahiplerine gözle görülenden daha açık bir şekilde inkişaf etmiştirDünya sevgisini kalpten sökmenin yolu, zühd yoluna girmektirSabra yapışmak, korku ve umud gemiyle bu iki şeye çekilmektirBu bakımdan daha önce zikrettiğimiz tevbe, sabır, zühd, havf ve recâ gibi makamlar, mukaddime ve basamaklardırOnlar sevginin iki temelinden birini kazanmak için kurulurlarO kazanılması istenilen temel de kalbi Allah'tan başka herşeyden boşaltmaktırOnun evveli Allah'a îman, son güne, cennete ve cehenneme inanmaktır.

Sonra bundan korku ve ümit filizlenirKorku ve ümitten de tevbe ve sabır filizlenir. Sonra bu, dünya, mal, mertebe ve dünyanın bütün lezzetlerinden insanı çeker ki bütün bunlardan sadece Allah'ın marifetinin ve sevgisinin genişliği nisbetinde kalp genişlesinBu bakımdan bütün bunlar kalp temizliğinin basamaklarıdırKalbin temizliği ise, muhabbetin iki rüknünden biridir.

Hazret-i Peygamberin şu hadîsi ile buna işaret vardır:

Temizlik îmanın yarısıdır!24 Nitekim biz bunu Tahâret kitabının başında zikretmiştik.

IISevginin kuvvetlenmesi için ikinci sebep, Allah marifetinin kuvveti, o kuvvetin genişlemesi ve kalbi istila etmesidirBu da kalbi, dünyanın bütün meşgale ve mânilerinden temizledikten, sonra olurTıpkı yeri fuzulî otlardan temizledikten sonra tohum ekildiği gibi. . . Bu da ikinci yarıdır. Sonra bu tohumdan muhabbet ve marifet ağacı biterBu ağaç da darb-ı mesel olarak Allahü teâlâ'nın belirttiği güzel kelimedir.

Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Hoş bir kelime, kökü yerde sabit, dalları gökte olan hoş bir ağaca benzer. (İbrahim/24)

Güzel söz O'na çıkar, salih amel onu yükseltir. (Fâtır/10)

Salih amel, bu marifetin güzelliği ve hizmetkârı gibidirSalih amel önce kalbi dünyadan temizlemekle, sonra bu temizliği devam ettirmekle olurBu bakımdan amel, ancak bu marifet için istenilirAmelin keyfiyetini bilmek, amel için istenirO halde ilim hem evvel, hem âhirdirÖnce muamele ilmi gelirMuamele ilminin hedefi ameldirMuamelenin gayesi; kalbin temizliğidir ki bu yüzden kalpte hakkın tecellisi görünsün, marifet ilmiyle süslensinMarifet ilmi mükâşefe ilmidirBu marifet ne zaman hâsıl olursa, zarurî olarak arkasından muhabbet ve sevgi gelirNasıl ki mizacı normal olan bir kimse, güzeli görüp zâhiri gözüyle idrâk edince, onu sever, ona meyleder, o sevdiğinde zevk hâsıl olurZevk ise zarurî olarak sevgiye tâbidirSevgi ise, marifete tâbidir.

Bu marifete, ancak dünya meşgalelerini kalpten söktükten sonra varılır! Bu da ancak saf düşünce, daimî zikir, zirveye varan çalışma, Allah'ın sıfatlarına, göklerin melekûtuna ve diğer mahluklara daimî bakışla temin edilirBu mertebeye varanlar kuvvetli ve zayıf diye iki kısma ayrılırlarKuvvetlilerin ilk mertebesi; Allah için olan marifetleridir. Sonra Allah vasıtasıyla gayrisini tanırlarZayıfların da ilk marifetleri fiilleriyledir. Sonra ondan faydaya terakki ederler. Birincisine, şu ayetle işaret vardır:

Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)

Allah kendinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. (Âl-i İmrân/18)

Zünnûn-i Mısrî bu noktadan bakmıştır ki kendisine 'Rabbini ne ile tanıdın?' diye sorulunca, rabbimi rabbimle tanıdım! Eğer rabbim olmasaydı rabbimi tanıyamazdım!' cevabını vermiştir.

İkincisine de şu ayetlerle işaret vardır:

Biz onlara enfüste ve âfakta ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'ân) ın hak olduğu kendilerine iyice belli olsunRabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)

Göklerin, yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakıp ibret almadılar mı? (A'râf/185)

'Göklerde ve yerde olanlara bakın' de! (Yunus/101)

O hanginizin, daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattıO azizdir, gafûrdurO, yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yarattı, Rahman'ın yaratmasında bir uygunsuzluk görmezsinGözü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak) Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner. (Mülk/2-4) ,

Bu yol çok kimseler için en kolay yoldurSâlikler için en geniş yoldur. . . Kur'ân düşünceyi, tefekkürü, ibret almayı ve Allah'ın kuvvet ve kudretine delâlet eden ayetlere bakmayı emrederken çoğu kez bu yola davet eder.

Soru: İki yol da çetindir! Bu iki yoldan hangisi marifete ve muhabbete götürür!

Cevap: En yüksek yol, Allahü teâlâ ile diğer şeylerin varlığına istidlâl etmektirBu yol çok kapalıdırBu husustaki konuşma birçok kimselerin anlayışının hududunun dışına çıkarBu bakımdan kitablarda bunu zikretmekte fayda yokturEn kolay ve en yakın yol ise, çoğu anlayışların hududunun dışında değildirAnlayışlar düşünceden yüz çevirdiğinden, dünya şehvetleriyle, nefsin paylarıyla meşgul olduklarından bu yolu anlamaktan aciz kalmışlardır.

Bunu zikretmekten alıkoyan sebep; genişliği ve çokluğudurKontrol dışına çıkan kapılarının varlığıdır; zira göklerin en yücesinden tut, yerlerin diplerine kadar hiçbir zerre yoktur ki onda Allah'ın kudretinin, hikmetinin kemâline, celâl ve azametinin sonsuzluğuna delalet eden acaip alâmetler bulunmasın! Bu da sonu gelmeyecek konulardandır.

De ki: 'Rabbimin kelimeleri (ni yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa, rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdiYardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez) . (Kehf/109)

Bu bakımdan buraya dalmak, mükâşefe ilimlerinin denizlerine dalmaktırBunu muamele ilimlerine ek olarak getirmek, mümkün değildirFakat kısa bir şekilde cinsine karşı uyarmak için bir tek misalle işaret etmek mümkündürYolların en kolayı, fiillere bakmaktırÖyle ise fiiller hakkında konuşalım ve en yüksek yoldan bahsetmeyi terkedelim. Sonra ilâhî fiiller çokturBiz onların en az ve en küçüğünü arayalımO küçücük fiildeki acaiplikleri tedkik edelimMahlukların en basitleri yeryüzünde yaşayanlardırYani meleklerin ve göklerin melekûtuna göre durum böyledir; eğer büyüklüğü ve cismi bakımından yeryüzüne bakarsan, küçücük gördüğün güneş dünyadan üçyüz altmış küsûr defa büyüktürYerin güneşe nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Sonra güneşin içinde bulunduğu feleğe nisbeten küçüklüğüne bak! Zira güneş, merkezine nisbet edilmeyecek kadar küçüktürGüneş dördüncü göktedirBu da üstündeki yedi tabaka göğe nisbeten pek küçüktür. Sonra yedi tabaka gök, kürsünün yanında, kocaman bir sahraya atılmış bir halka gibidirKürsü de arşın yanında böyledir.

İşte bu bakış şahısların görünür tarafına, miktar bakımından bakmaktırBunlara nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktürDenizlere nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür (bir bilsen!)

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kürre-i arzın denizdeki (yeri) , bir ağılın yeryüzündeki yeri kadardır25

Bunun tasdiki, müşahede ve tecrübe ile bilinmiştirKaralar bütün yeryüzüne nisbeten, küçücük bir ada gibidir. Sonra kürre-i arzın bir parçası olan topraktan yaratılmış İnsan oğluna bak ve diğer hayvanlara dikkat et! Kürre-i arza nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Bütün bunlar bir tarafa hayvanlardan en küçük olarak tanıdığımız sivrisinek, bal arısı ve bunlara benzer hayvanlara dikkat et! Cisminin küçüklüğüne rağmen sivrisineğe bak! Hazır bir akıl ve saf bir fikirle onu düşün! Dikkat et ki Allah onu hayvanların en büyüğü olan filin şeklinde yaratmıştır; zira ona fil hortumu gibi hortum, küçücük şekline rağmen filin azaları gibi azalar yaratmıştırÜstelik ona iki kanat da fazla vermiştirDikkat et ki onun görünen azalarını Allahü teâlâ nasıl taksim etmiştir? Onun kanadını bitirmiş, elini ayağını çıkarmış, göz ve kulak yerlerini yarmış, onun içinde sindirim sistemini, diğer hayvanlarda yarattığı gibi yaratmıştırGıdayı cezbedici, defedici, tutucu, hazmedici kuvvetleri onda nasıl terkip etmiştir? Tıpkı diğer hayvanlarda terkip ettiği gibi. . .

Bu durum onun şekli ve sıfatları hakkındadır. Sonra Allahü teâlâ'nın onu, nasıl gıda bulacak şekilde yarattığına dikkat et! Ona gıdasının insan kanı olduğunu öğretmiştir. Sonra dikkat et ki Allah ona İnsan oğluna uçup konmak için nasıl alet vermiştir? Ona başı sivri, upuzun bir hortumu nasıl yaratmıştır? Onu insan bedenindeki mesamelere nasıl musallat etmiş ve hortumunu onların birine daldırmak için kendisine nasıl kuvvet vermiştir? Ona kan emmeyi ve yutmayı nasıl emretmiştir? İnceliğine rağmen içinden kan geçecek ve sineğin karnına varacak şekilde o hortumu nasıl içi boş olarak yaratmıştır? Hortum vasıtasıyla alınan kan azalarının diğer cüzlerine dağılır ve onlara gıda olur. Sonra insanın kendisini eliyle öldürebileceğini bildirmiş, ona kaçmayı nasıl öğretmiştir?

Kendisinden uzak olduğu halde elin hafif hareketini işitecek derecede kulağını hassas olarak nasıl yaratmıştır? Dolayısıyla kan emmeyi bırakıp kaçarNe zaman el durursa tekrar geri gelir. Sonra dikkat et ki ona nasıl iki göz bebeği yaratmıştır ki onunla gıdasının yerini görürYüz hacminin küçüklüğüne rağmen orayı nasıl bulur? Her küçük hayvanın gözbebeği, küçüklüğünden dolayı kirpikleri tahammül etmediğinden, kirpikler gözbebeğinin aynasını kir ve tozlardan temizler, bu nedenle sivrisineklere ve karasineklere iki el yaratılmıştırSineği görürsün ki daima iki eliyle göz bebeklerini silerİnsan ve büyük hayvanlarda, göz bebekleri için kirpikler yaratılmıştır.

Hatta kirpiklerin biri diğerinin üzerine gelir ve etrafı keskindirDolayısıyla gözbebeğine düşen toprağı kirpikler temizler ve gözün dışına atarlarSiyah kaşları gözün ışığını derlemek ve görmeye yardım etmek ve gözün şeklini güzelleştirmek için yarattıTozlardan korunmak için kirpiklerini kapatır, tozun göze girmesine mâni olur, fakat görmeye engel olmazSivrisineğe kirpiksiz olarak iki tane berrak gözbebeği yarattıElleriyle onları temizlemeyi ona nasıl öğretti? Görüşünün zâfiyetinden dolayı onun kendiliğinden çıraya düştüğünü görürsünOnun gözü zayıftır.

Çünkü o durmadan gündüzün ışığını ararO zavallı, geceleyin çıranın ışığını görünce karanlık bir evde bulunduğunu zannederLambayı da o karanlık evden ışığa açılmış bir pencere zannederBöylece durmadan ışığı arar ve kendini ona atarAteşi geçtiği zaman karanlığı görürPencereye isabet edemediğini ve yolunu seçemediğini zannederİkinci bir defa yanıncaya kadar dönerBelki sen, onun böyle yapmasını eksikliğine ve cehaletine hamledersinBil ki İnsan oğlunun cehaleti onun cehaletinden daha büyüktürŞehvetlere üşüşmekte İnsan oğlunun misali, ateşe üşüşmekteki çekirgenin misali gibidir; zira İnsan oğluna suretlerinin görünür tarafından şehvetlerin nûrları görünürİnsan oğlu bilmez ki bunun altında öldürücü zevke mustatildirBu bakımdan arı dörtgendeki köşeler boş kalıp da zayi olmasın diye dörtgen şekli yapmaz. Sonra eğer arı, evini dairesel yapsaydı, evlerin haricinde zayi olan delikler kalırdı; zira dairesel şekiller bir araya geldiklerinde, birbirlerine sırt vermezlerZâviye sahibi şekiller içerisinde hiçbir şekil yoktur ki muhteva bakımından müdevvere yakın bulunsun, sonra hepsi sırt sırta verip de bir araya geldiklerinde aralarında hiçbir boşluk kalmasın; ancak müseddes (altıgen) şekilde bu özellik vardır.

İşte müseddes şeklin özelliği budur. Sonra dikkat et ki Allahü teâlâ, arının küçük cismine rağmen ona nasıl ilham etmiş, incecik boyuna rağmen ona varlığıyla nasıl lütûf ve inayette bulunmuştur ve arının muhtaç olduğu şeyi ona nasıl vermiş ki hayatıyla rahata kavuşsun? Bu bakımdan Allah ortaktan münezzehtirO'nun şanı ne büyüktür! O'nun mülkü ne geniş, minneti ne çoktur! İşte hayvanların en küçüklerinden olan bir hayvancağızın bu azıcık parıltısından ibret al! Yer ve gök melekûtunun acaipliklerini bir tarafa bırak! Zira bizim kısa anlayışımızın yetiştiği miktar, ömürler geçer de izahı yapılamaz.

Zaten bizim ilmimizin kapsamına giren, âlim ve peygamberlerin ilimlerinin kapsamına girene nisbeten hiçtirBütün mahlukâtın ilminin kapsamına girenin bilinmesi, Allah'a mahsus olana nisbeten bir hiçtirAllah'ın ilmine nazaran halkın bütün bildikleri ilim diye adlandırılmaya bile değmezBu bakımdan bu ve bunun benzerini düşünmekle en kolay yollardan hâsıl olan marifet artarMarifetin artışıyla muhabbet artarEğer Allah ile mülâki olmanın saadetine talip isen dünyayı arkaya at! Ömrün boyunca daimî zikre, ayrılmaz fikre dal! Umulur ki ondan az bir miktarı elde edersinFakat bu az miktarla sonu olmayan büyük bir mülke konarsın.

22) Müslim, Buhârî

23) Daha önce geçmişti.

24) İmâm-ı Ahmed, Müslim, Tirmizî

25)

9. İnsanların Sevgi Hususunda Farklı Olmalarının

Mü'minler, muhabbetin aslında ortak olduklarından dolayı kökünde de ortaktırlarFakat marifette bir olmadıklarından, muhabbetin aslında da değişik mertebeleri vardırDünya sevgisinde de durumları böyledir; zira eşya, ancak sebeplerin değişmesinden dolayı değişir, İnsanların çoğu, Allahü teâlâ'nın ancak sıfatlarını ve kulaklarına gelen isimlerini bilir, onları telkin olarak alıp ezberlerlerÇoğu kez o isimlere, Allahü teâlâ'nın münezzeh olduğu mânâları yüklerlerBazen de o isimlerin hakikatlerine muttali olamazlar, fakat bozuk bir mânâyı da ona yüklemezler Sağlam bir imanla o isim ve sıfatlara inanırlarO isimlerde araştırmayı bırakıp amele koyulurlar.

Bunlar ashâb-ı yeminden sağlam kalan kimselerdirO isimlere bozuk mânâlar yükleyenler ise sapıtanlardırHakikatleri bilenler ancak Allah'ın dergâhına yakın olanlardır.

Allahü teâlâ bu üç sınıfın halini şu ayette zikir buyurmuştur:

(O Allah'a) yaklaştırılanlara rahatlık, hoş bir rızık ve naîm cenneti vardır. (Vâkıa/88-89)

Ama yalanlayıcı sapıklara ise; kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardırKesin gerçek budur işte! (Vakıa/92-95)

Eğer sen bunları ancak misal vermek suretiyle anlarsan, sevginin değişikliği için bir misal verelim: Mesela İmâm-ı Şâfiî'nin arkadaşları onun sevgisinde müşterektirlerFakîhler de, halk tabakası da böyledirÇünkü onun faziletinin bilinmesinde, güzel sîret ve güzel ahlâkının bilinmesinde ortaktırlarFakat halk tabakasından olan bir kimse İmâm-ı Şâfiî'nin ilmini mücmel olarak bilirOnun fakih olan arkadaşı Şâfiî'yi daha iyi tanır.

Bu bakımdan Şâfiî'yi sevmesi ve beğenmesi daha fazladır; zira bir musannifin tasnif ettiği kitabı görüp benimseyen ve o kitab vasıtasıyla musannifin faziletini bilen bir kimse şüphesiz ki o musannifi severOna kalben meylederEğer o kitabdan daha güzel, ondan daha hayret verici başka bir kitabını görürse, şüphesiz ki sevgisi katmerleşir.

Çünkü onun ilmi hakkındaki marifeti katmerleşmiştirBöylece şahıs, şairin hakkında 'güzel şiiri vardır' diye inandığı için severO şairin şiirlerinin, gariplerinden şiir sanatının ve hazâkatinin büyüklüğünü belirtenleri dinlediğinde sevgisi daha da artar ve şairi daha fazla severDiğer sanat ve faziletler de böyledirHalktan bir kimse bazen falan adamın musannif (yazar) olduğunu ve güzel tasnif yaptığını duyarFakat tasnifinin ne olduğunu bilmezBu bakımdan mücmel bir marifete sahip olurDolayısıyla mücmel bir meyli olurBasiret sahibi bir kimse ise tasnif edilen kitapları tedkik ettiğinde onlardaki acaipliklere muttali olduğunda şüphesiz sevgisi daha da artar.

Çünkü sanat, şiir ve tasnifin güzellikleri, yazarın kemâl sıfatlarının olduğuna delâlet ederAlem bütünüyle Allah'ın sanatı ve tasnifidirAvamdan olan bir kimse bunu bilir, inanırBasiret sahibi ise, âlemdeki ilâhî sanatın tafsilatını tedkik eder.

Hatta mesela sivrisinekteki ilâhî sanatın acaipliklerinden öylesini görür ki aklını yerinden hoplatır, şaşkına dönerBunun sebebiyle şüphesiz ki Allah'ın azamet, celâl ve kemâl sıfatları onun kalbinde artarDolayısıyla Allah sevgisi de çoğalırAllah'ın garip sanatlarına ne kadar muttali olursa, o nisbette onunla sâni olan Allah'ın azamet ve celâline delil getirmiş olurMarifeti ve Allah'a olan sevgisi o nisbette artar, Bu marifet denizi Allah'ın sanat ve acaipliklerinin marifet denizi sahili olmayan bir denizdirŞüphe yok ki sevgide, marifet ehlinin değişikliği hadde ve hesaba gelmeyecek kadardır.

Sebebiyle sevginin değişikliği hâsıl olan faktörlerden biri de sevgi için zikrettiğimiz beş sebebin ihtilâfıdır; zira mesela Allahü teâlâ kendisine iyilik yaptığından dolayı sevip, zatından dolayı sevmeyen bir kimsenin sevgisi zayıflarÇünkü iyiliğin değişmesi ile bu sevgi değişirBu bakımdan böyle bir kimsenin belâ halindeki sevgisi, rıza ve nimete mazhar olduğu zamanki sevgisi gibi olmazAllahü teâlâ kemâl, cemâl, cömertlik ve azametinden ötürü sevgiye müstehaktır' diye Allah'ı seven bir kimseye gelince, bu kimsenin kendisine yapılan iyiliğin değişmesiyle sevgisi değişmezBu ve benzeri şeyler, insanların muhabbette bir olmamalarının sebebidirSevgide bir olmamak, âhiret saadetinde bir olmamanın sebebidir.

Elbette âhiret, dereceler yönünden daha büyüktürOnun nimet ve ikramı daha da büyüktür. (İsrâ/21)

10. Marifetullah (Allah'ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi

Mevcudâtın (varlıkların) en açığı ve en görüneni Allahü teâlâ'dırÖyleyse Allah'ın marifeti marifetlerin ilki, zihinlere ilk geleni ve akıllara en kolay geleni olmalıdırOysa durumu tam bunun tersi olarak müşahede edersinBu bakımdan bunun sebebini belirtmek gerekir.

Allahü teâlâ'nın, mevcudâtın en açığı ve en görüneni olduğunu bir misal ile anlaşılır bir mânâdan dolayı söyledikŞöyle ki: Yazarlık veya terzilik yapan kimseyi gördüğümüzde, o insan diri olması hasebiyle, bizim nezdimizde mevcudâtın en açığı olur! Bu bakımdan o insanın ilmi, kudreti ve dikişe iradesi, bizce onun zâhir ve bâtın bulunan diğer sıfatlarından daha açıktır; zira şehvet, öfke, yaratılış, sıhhat, hastalık gibi bâtın sıfatlarının tümünü bilmeyizZâhir sıfatlarının da bazısını bilmediğimiz gibi, bazısından şüphe ederizUzunluğu ve renginin değişikliği ile diğer sıfatlar gibi. . .

Hayat, kudret, irade, ilim ve hayat sahibi olması ise, göz sayesinde kudret ve iradesine bakmaksızın bizim nezdimizde apaçıktırÇünkü bu sıfatlar beş duyunun hiç biriyle hissedilmezler. Sonra biz onun diri olduğunu, kudret ve iradesini ancak onun dikiş ve hareketiyle biliriz.

Bu bakımdan eğer biz âlemde O'ndan başkalarına bakarsak onlarla O'nun sıfatını bilemeyizÖyle ise, bilinmesi için bir tek yol vardırBuna rağmen açık ve seçiktirOysa Allah'ın varlığı, kudreti, ilmi ve diğer sıfatlarının varlığına, zarurî olarak gördüğümüz her şey delâlet ederZâhir ve bâtın duyularımızla idrâk ettiğimiz taş, toprak, bitki, ağaç, hayvan, gök, yer, yıldız, kara, deniz, ateş, hava, cevher, araz, bütün bunlar delâlet eder.

Hatta Allahü teâlâ'nın varlığına ilk delâlet eden bizim nefsimiz, vasıflarımız, cisimlerimiz, değişen hallerimiz, değişen kalplerimiz, hareket ve hareketsizliğimizdeki bütün durumlarımızdırBizim ilmimizde eşyanın en açığı nefislerimizdir. Sonra beş duyu ile hissettiklerimizdir. Sonra akıl ve basiretle idrâk ettiklerimizdirBu idrâk edilenlerin her birinin bir tek idrâkçisi, bir tek şahidi, bir tek delili vardırOysa âlemde bulunan herşey, konuşan deliller ve yaratanının varlığına şehadet eden burhanlardırKendilerini tedbir eden, kendilerinde tesarruf eden, harekete geçiren yaratanının varlığını ilan ederlerOnun ilim, kudret, lütûf ve hikmetine delâlet ederler.

İdrâk olunan varlıklar hadde hesaba sığmazEğer kâtibin diri olduğu, bizce zâhir ise, ona bir tek şahidden başka şahitlik yapan yoktur ve o da gördüğümüz onun el hareketidirMadem ki durum budur, Allahü teâlâ bizce nasıl görünmez? Oysa nefsimizin içinde ve dışında düşünülen ne varsa hepsi O'nun varlığına şahitlik eder, O'nun azamet ve celâlini ikrâr eder; zira her zerre, Usanınca varlığının kendisinden, hareketinin zatından olmadığını ve bir mûcid ve hareketlendirene muhtaç olduğunu haykırırBunu önce azalarımızın terkibi, kemiklerimizin birbirine uygun bir şekilde oluşu, etlerimiz, damarlarımız, tüylerimizin bitiş yerleri, bedenimizdeki parçalarımız haykırırZira biz biliriz ki bu parçalar kendiliğinden bu intizam içine girmiş değildirNasıl ki kâtibin elinin kendiliğinden hareket etmediğini biliyorsak. . . Öyleyse varlıkta idrâk olunan, hissedilen, düşünülen, hazır ve gaib her ne varsa, hepsi O'nun büyüklüğüne şahitlik eder, O'nu tanıtırBöylece akıllar dehşete kapıldığından O'nun idrâkinden aciz kalırÇünkü O varlığı anlamaktan aklımız âcizdir, bunun da iki sebebi vardır:

Bu sebeplerden biri, kendi nefsinde ve derinliğinde gizli olmasıdırBunun misali hiç de gizli değildirİkinci sebep ise açıklığı zirvede olandırBu durum, yarasa kuşunun gece görüp gündüz görmemesinin, gündüzün karanlık olmamasından olmadığı, ancak şiddetli ışıktan ileri geldiği gibidir! Zira yarasanın gözü zayıftırGüneş doğduğunda ışıkları onu kapatırBu bakımdan yarasanın gözünün zayıf olmasından ötürü güneşin kuvvetli ışığı onun görmesine mâni olurÖyleyse o, ışık karanlığa karışıp belirtisi azalmadıkça hiçbir şey göremez.

İşte bunun gibi, akıllarımız da zayıftırİlâhî huzurun cemâli ise son derece parlak ve nûrludur, son derece kapsayıcıdırHatta onun görüntüsünden göklerin ve yerin melekûtundan bir zerre bile dışarıda kalmazBu bakımdan onun görüntüsü gizlenmesine sebep olduNûrunun doğuşu sebebiyle zayıf gözlerden perdelenen Allah ortaktan münezzehtirAçıklığından dolayı basiretten ve gözlerden gizlenen Allah ortaktan münezzehtir.

Zuhurunun sebebiyle gizlenmesi nasıldır diye hayret edilmesin; zira eşya zıdlarıyla bilinirVarlığı kendisine zıd kalmayacak kadar yayılıp umumîleşenin idrâki zordurBu bakımdan eğer eşyanın bazısı delâlet eder, bazısı etmezse, o vakit aradaki farkı yakın bir mesafeden görürsünBütün eşya ona delâlet etmekte aynı tarzda ortak olunca iş zorlaşmıştırBu işin misali, yeryüzüne doğan güneşin ışığı gibidir; zira biz biliriz ki bu yeryüzünde olan geçici durumlardan biridirGüneş kaybolduğunda bu ortadan kalkarEğer güneş daima kalsaydı, o zaman cisimlerde renklerinden başka birşey yok zannederdikO renkler de siyahlık, beyazlık ve diğerleridirÇünkü biz bu takdirde siyahta ancak siyahlık, beyazda da ancak beyazlık görebilirdikIşığı ise bir olduğu halde göremezdikFakat ne zaman ki güneş battı, her yer karanlığa boğuldu, biz iki halin arasını idrâk ettikDolayısıyla cisimlerin bir ışıkla aydınlandığını öğrendikGüneşin batışı anında kendilerinden ayrılacak bir sıfatla sıfatlanmıştır.

Bu bakımdan biz ışığın varlığını yokluğuyla bildikEğer yokluğu olmasaydı ancak şiddetli bir zorluk çektikten sonra onun varlığına muttali olabilirdikBunun sebebi de şudur: Biz, cisimleri birbirine benzer olarak görürüzKaranlık ve ışık birbirine muhalif değildirGörünen eşyaların hepsi ışık vasıtasıyla idrâk olunduğuna ve görünenlerin en açığı olduğuna rağmen ışık başkasını gösterdiği halde nefsinde zâhir değildirEğer zıddı olsaydı, hadd-i zâtında zâhir olan ve başkasına görünen bir şeyin açıklığından dolayı müphemliği nasıl düşünülür? Öyleyse Allahü teâlâ eşyanın en zâhiridirHatta bütün eşya zuhura gelmiştir.

Eğer O'na yokluk, gaybûbet ve değişiklik ârız olsaydı muhakkak gökler ve yer yıkılırdıMülk ve melekût iptal olunur ve bu vasıta ile iki halin arasındaki fark idrâk edilirdiEğer eşyanın bir kısmı O'nunla, bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı muhakkak iki şeyin delâlet etmek hususunda aralarındaki fark idrâk edilirdiFakat onun delâleti eşyada aynı tarz üzerinde umûmîdirO'nun varlığı bütün hallerde daimdir, aksi muhaldirBu bakımdan şiddetli zuhurunun gizliliğini gerektirdiğinde şüphe yokturİşte anlayışlarının kusurundaki sebep budurBasireti kuvvetli olup kuvveti zayıf olmayan bir kimse ise, normal durumunda Allah'tan başkasını görmez ve O'ndan başkasını bilmezVarlıkta Allah'tan başkasının olmadığını bilir.

Fiilleri ise Allah'ın kudret eserlerinden bir eserdirBu bakımdan o fiiller Allah'a tâbidirAllah olmasa, hakîkat o fiillerin varlığı da olmazVarlık ancak hak olan bir'in varlığıdırÖyle bir ki bütün fiillerin varlığı O'nunladırHali bu olan kimse fiillerin hangisine bakarsa, mutlaka orada fâili görür.

Dolayısıyla göğün, yerin, hayvanların ve ağaçların yaratık olması hasebiyle, onlara bakmazFiilen hak olan Bir'in sanatı olması hasebiyle fiile bakarBu bakımdan onun bakışı, Allah'ı geçip de başkasına varamazTıpkı bir insanın şiirine, yazısına veya yazmış olduğu kitaba bakan bir kimse gibi. . . Bu kimse orada şair ve musannifi görürOnun eseri olması bakımından görürMürekkep ve terkibinde kullanılan maddeleri sebebiyle ve beyaz kâğıt üzerinde yazılmış hat olması hasebiyle bakmazBu bakımdan bu kimse musannifin gayrisine bakmış olmaz!

Bütün âlem Allah'ın tasnifidirBu bakımdan Allah'ın fiili olması hasebiyle âleme bakan bir kimse ve âlemin Allah'ın fiili olduğunu bilen bir kimse, Allah'ın fiilidir diye âlemi seven bir kimse, Allah'tan başkasına bakmış, Allah'tan başkasını tanımış ve Allah'tan başkasını sevmiş olmazİşte böyle bir kimse Allah'tan başkasını görmeyen hakikî muvahhid olurNefsine, nefsi olması hasebiyle değil, Allah'ın kulu olması hasebiyle bakar, îşte budur hakkında Fenâ fi't-tevhîd, fenâ an nefsihi (Tevhîdde fani olmuş, nefsinden yok olmuştur) denilen! 'Biz bizimle idik! Sonra biz bizden fani olduk ve biz siz kaldık' diyenin sözünde bu mânâya işaret vardırEvet! Bütün bunlar basiret sahipleri nezdinde belli şeylerdirAnlayışların zâfiyetinden idrâk edilmeleri çetinleşmiştir.

Bunları bilenlerin de izah ve beyanları hedefi zihinlere yaklaştırıcı ibarelerle ifade etmekten kusurlu oldukları veya bilenler kendi nefisleriyle meşgul oldukları ve bunun başkasına fayda vermediğine inandıkları için, bu meseleler müşkil ve çözülmez bir vaziyette kalmıştırİşte anlayışların Allah'ın bilgisinden aciz kalmasının sebebi budurBir de bu sebebi (Allah'ın varlığına şahidlik eden bütün idrâk edilenleri) ancak aklın olmadığı çocukluk devrinde idrâk eder. Sonra o insanda akıl yavaş yavaş gelişirOysa o bütün himmetiyle, şehvetlerine dalmış bir haldedirİdrâk edip hissettiği şeylere ünsiyet vermiş, dolayısıyla o şeylerin onun kalbinde uzun ünsiyetten dolayı tesiri düşmüştür.

İnsan oğlu ansızın garip bir hayvanı veya garip bir bitkiyi veya âdetin hilafına garip bir ilâhî fiili gördüğünde tabii olarak onun dili konuşup Fesübhânallah derOysa aynı insan bütün gün kendi nefsini, azalarını ve diğer hayvanları görür durur ve bütün bunlar da kesin delillerdirBuna rağmen bunlara uzun zamandır alıştığından bunların şahitliğini hissetmezEğer kör birinin akıllı olarak bâliğ olduğunu, sonra gözünün üstündeki perdenin birden kalktığını, gözünün gökler, yer, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlara ani olarak bir defada uzandığını farzedersek, böyle bir kimsenin bu acaipliklerin yaratanının varlığına şahitlik ettiklerinden dolayı büyük taaccübe kapılıp aklını oynatmasından korkulur! İşte bu ve buna benzer sebepler şehvetlere dalmakla beraber halkın önünde marifet nûrlarıyla nûrlanma yolunu ve marifetin geniş denizlerinde yüzmenin yolunu kapatan faktörlerdirBu bakımdan insanlar, Allah'ın marifetini talep etmek hususunda merkebine bindiği halde, merkebini arayan ve darb-ı mesel olarak verilen bir sarhoş gibidir27

Açık şeyler istenildikleri zaman çetin olurlarîşte işin sırrı budurBunun için Şair şöyle demiştir: 'Şüphesiz ki göründün! Hiç kimseye gizli değilsin! Ancak kameri tanımayan göze gizlisin! Fakat belirdiğinle perdeli olduğun halde gizlendinAcaba tanınmakla örtünen nasıl tanınacaktır?'

27) Bu, halkın 'Evladı omuzunda olduğu halde onu arıyor' demesine benzer.

11. Allah'a Olan Şevk'in Mânâsı

Allah'a olan muhabbetin hakikatini inkâr eden elbette şevk'in hakikatini de inkâr etmek mecburiyetindedir; zira şevk, ancak sevilen biri hakkında tasavvur olunabilirBiz ise Allah'a karşı olan şevk'in varlığını ârif kişinin ibret, basiretlerin nûrlarıyla bakmak, haberler ve eserler yoluyla ona mecbur olduğunu ispat edeceğiz.

İbreti isbat etmeye gelince, sevginin isbatı hususunda geçen hüküm kâfidirHer sevilen kendisinin bulunmadığı yerde de sevilirHazır bulunana ise iştiyak yokturÇünkü şevk, aramak ve bir şeyi beklemek demektirHazır olan ise aranmazŞevk ancak bir yönden idrâk edilen, diğer bir yönden idrâk edilmeyen bir şeye karşı tasavvur edilirHiç idrâk edilmeyen bir şeye karşı ise iştiyak yokturOna karşı şevk sözkonusu değildir; zira bir şahsı görmeyen ve onun vasfını duymayan bir kimsenin, o şahsa karşı müştâk olması düşünülemezKemâlinden ötürü idrâk olunana ise, iştiyak sözkonusu değildirİdrâkin kemâli, görmekle tahakkuk ederBu bakımdan sevdiğinin müşahedesine ve ona bakmaya devam eden bir kimse için bu mahbuba karşı şevk'inin varlığı sözkonusu değildir.

Fakat şevk ancak bir yönden bilinen, başka bir yönden bilinmeyen bir şeye bağlanırBu durum, iki yönden ötürü ancak gözle görülen şeylerden bir misal vermek suretiyle inkişaf ederMesela mâşukası kendisinden kaybolup kalbinde onun hayali bulunan bir kimse, görmekle, o hayali kemâle erdirmeye müştaktırEğer onun kalbinden mâşukun zikri, hayali ve marifeti unutulacak derecede silinirse, artık ona karşı iştiyakı düşünülemezEğer onu görürse, gördüğü anda ona iştiyakı tasavvur edilemezBu bakımdan şevk'in mânâsı; nefsinin hayalini tekâmüle erdirmeye müştak olması demektirBazen mâşuku kendisine hakîki sureti görülmeyecek şekilde bir karanlıkta görürBu bakımdan rüyetinin tamam olmasına iştiyakı olurSuretindeki inkişafın tamamı ancak üzerine ışığın doğmasıyla mümkündür.

İkincisi, sadece mahbubunun yüzünü görmesi, mesela onun saçını ve diğer güzelliklerini görmemesidirBöylece bunları da görmeye iştiyakı hâsıl olurEğer hiç görmemiş ve görmeden sadır olan bir hayal de nefsinde sabitleşmiş ve mahbubun güzel bir uzvu olduğunu bilir, fakat görmekle cemâlin tafsilatını idrâk etmemişse, bu takdirde hiç görmediğinin kendisine keşfolunmasına müştâk olurBu vecihlerin ikisi de Allah hakkında düşünülürBunların ikisi de zarurî olarak her ârif kişiye lâzımdırlar; zira ârifler için ilâhî işler her ne kadar parlak bir şekilde belirmişse de sanki ince bir perdenin arkasındadır.

Bu bakımdan tam ve parlak bir şekilde belirmez, ona karışık hayaller katışmıştır; zira hayaller bu âlemde bütün malumatı temsil ve hikâye etmekten kurtulmazBu bakımdan bu hayaller marifetleri bulandırıp karıştırırlarBunlara dünya meşgaleleri de eklenirÖyleyse vuzuhun kemâli, ancak müşahede ve tecellinin tam doğuşuna bağlıdırBu da ancak âhirette olurBu durum zarurî olarak Allah'a karşı iştiyakı gerektirirİştiyak ise âriflerin mahbubunun müntehasıdırİşte bu, şevk'in iki çeşidinden biridirBu da az olan bir şeyi kemâle götürüp tam vuzuha kavuşturmasıdırİkincisi, ilâhî işlerin sonuçları yokturAncak kullardan her birine bir kısmı görünürSonu olmayan birçok işler de çözülmeden kalırÂrif kişi onların varlığını ve Allah'a malum olduklarını bilir ve ilminin dışında kalan malumatların, bildiklerinden daha çok olduğunu bilirBu bakımdan ârif kişi, hiç tanımadığı malumatlardan elde etmediklerinin hakkında durmadan, marifetin aslını elde edinceye kadar iştiyaklı olurBirinci şevk rüyet, mülâkat ve müşâhede diye adlandırılan şeyler ancak âhirette sonuçlanırBu şevk'in dünyada sükûnete kavuşup durgunlaşması düşünülemez.

İbrahim b. Edhem (şevk sahiplerindendi) şöyle diyor: Bir gün 'Yârab! Eğer seni sevenlerden birisine seninle mülâki olmadan önce kalbini teskin edecek birşey vereceksen onu bana ver; zira kıvranmak beni bîtab düşürdü' dedimBu konuşmadan sonra rüyamda gördüm ki Allahü teâlâ beni huzuruna almış ve şöyle diyor: 'Ey İbrahim! Benden utanmadın mi ki benimle mülâki olmadan önce kalbini sükûnete kavuşturacak bir şeyi sana vermemi istedin.

Müştâk bir kimse dostuyla mülâki olmadan önce nasıl durur?' Bunun üzerine dedim ki: 'Ey rabbim! Senin sevgine hayran kaldımBilmiyorum! Beni affet ve ne diyeceğimi bana öğret!' Allah şöyle buyurdu: 'De ki: Ey Allahım! Beni kazâna râzı, belâna karşı sabırlı kılNimetlerinin şükrünü yapanlardan kıl!' Zira bu şevk (ancak) âhirette sükûnet bulur.

İkinci şevke gelince, bu şevk ne dünyada, ne de âhirette sonu olmayacağa benziyor! Zira bunun nihayeti (sonu) âhirette Allah'ın celâlinden, sıfat, hikmet ve fiillerinden Allah'a malum oları şeyin kula keşfolunmasıdırOysa bu muhaldirÇünkü bunun nihayeti yokturKul durmadan Allah'ın cemâl ve celâlinden kendisine keşfolunmayan olduğunu bilirHiçbir zaman onun iştiyakı durmazHele derecesinin üstünde birçok derecenin olduğunu gören bir kimsenin iştiyakının durması mümkün değildirAncak bu kimse visalin aslı olduğu için visalin kemâline iştiyak duyarBu kimse bunun için lezzetli bir şevk hisseder ki onda bir elem görünmezKeşif ve nazarın lütûflarının sonsuza kadar arka arkaya gelmesi uzak bir ihtimal değildirÖyle ise nimet ve lezzet kesilmeden, ebede kadar artış kaydederNimetlerin incelerinden yeni yeni verilenlerin lezzeti, verilmeyene karşı olan şevk'i hissetmekten insanı alıkoyarBu da dünyada hakkında hiçbir zaman keşif hâsıl olmayan birşey hakkında keşfin vukûunun mümkün olması şartıyladırEğer bu mebzul değilse, bu takdirde nimet artış kaydetmeksizin bir sınırda dururFakat kesilmez bir şekilde devam eder.

(O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşarDerler ki: 'Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!' (Tahrim/8)

Bu âyet şu mânâyı muhtemildir: Kişi dünyada nûrun esasıyla azıklanırsa, nûrunu tamamlamak kendisine minnet etmek olurŞu mânâya da gelme ihtimali vardır: Dünyada tekâmülün fazlasına muhtaç olacak bir şekilde parlamayanın gayrisindeki nûrun tamamlanmasıdırBu bakımdan nûrun, tamamlanandan maksadı o olur!

Bize bakın da yararlanalımOnlara 'Arkanıza dönünde nûr arayın!' denilir. (Hadîd/13)

Bu âyet nûru dünyada edinmenin gerekli olduğuna delâlet eder. Sonra o nûrun parlaklığı âhirette artarÂhirette yeni bir nûr verilmezBu hususta zan ile hükmetmek tehlikelidirBizim için hâlâ güvenilir bir hüküm belirmiş değildirÖyleyse Allahü teâlâ'dan bizi ilim ve rüşd bakımından geliştirmesini, hakkı hak olarak göstermesini diliyoruzİşte basiret nûrlarının bu kadarcığı, şevk'in hakîkat ve mânâlarının keşfedilişidirHaberlere ve eserlerin delillerine gelince, sayılamayacak kadar çoktur.

Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle demiştir.

Ey Allahım! Senden, kazadan sonra rızâyı ve ölümden sonra maişetin serinliğini, kerîm yüzüne bakmanın zevkini ve mülâkatın olan şevk'i talep ediyorum28

Ebu'd Derda (radıyallahü anh) Ka'b'ul-Ahbâr'a: 'Tevrat'taki en hususî âyeti bana haber ver!' dediKa'b dedi ki: Tevrat'ta şöyle buyurulmuştur:

Ebrârın, mülâkatıma olan iştiyakı uzadıOysa ben onların mülâkatına, şevk bakımından daha şiddetliyimdir.

Ka'b dedi ki: Bu ayetin yanında da şöyle yazılıdır: 'Beni arayan beni bulurBenden başkasını arayan beni bulamaz!' Bunun üzerine Ebu'd Derda şöyle dedi: 'Ben Hazret-i Peygamber'in de bunu söylediğine şehadet ederim'.

Dâvud'un haberlerinde Allahü teâlâ'nın Hazret-i Davud'a şöyle buyurduğu vârid olmuştur:

Ey Dâvud! Arzımın ehline tebliğ et ki ben beni sevenin dostuyumBenimle oturanın arkadaşıyımZikrime ünsiyet edenin mûnisiyimBana arkadaşlık yapanın arkadaşıyımBeni seçeni seçerimBana itaat edeni severimNe zaman kulumun beni sevdiğini bilirsem, onu nefsim için kabul eder, onu öyle bir sevgi ile severim ki mahlukâtımdan hiçbiri bu hususta onun önüne geçemezKim hak ile beni ararsa bulurKim gayrimi ararsa bulamaz! Ey yeryüzünün ehli! Dünyanın aldanışında sizde olanı terkedinizBenim kerametime, arkadaşlığıma, benimle oturmaya geliniz! Benimle ünsiyet ediniz ki sizinle ünsiyet edeyim ve muhabbetinize koşayım! Muhakkak ki ben, dostlarımın çamurunu dostum İbrahim'in, kurtardığını (kulum) Musa'nın ve seçtiğim Muhammed'in (aleyhisselâm) çamurundan yarattımMüştakların kalplerini nûrumdan yaratıp, celâlimden nimetlendirdim.

Seleften bir zattan rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, sıddîklardan birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

Benim birtakım kullarım vardır, beni severlerBen de onları severimOnlar bana müştaktırlar, ben de onlara müştakımBeni anarlar! Ben de onları anarımBana bakarlar! Ben de onlara bakarımEğer onların yolundan gidersen seni sever, ayrılırsan senden nefret ederimO zat 'Yârab! Onların alâmetleri nedir?' diye sorunca Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

Onlar şefkatli çobanın sürüsünü gözetmesi gibi, gündüzleyin gölgeleri gözetirlerKuşun, güneş battığı zaman yuvasına müştâk olduğu gibi, güneşin batışına müştaktırlarNe zaman ki karanlık gelir, yataklar yayılır, tahtlar kurulur ve her dost dostu ile başbaşa kalırsa, onlar ayaklarının üzerine dikilirlerYüzlerine doğru yayılırlarKelâmımla bana müracaat ederlerKendilerine vermiş olduğum nimetlerimden ötürü bana yalvarırlarOnlar bağıran ve ağlayanlar, ah çekenler ve şikayet edenlerdirAyakta duran, oturan, rükû ve secdede bulunanlardırBenim gözümle benim için tahammül ederler, benim kulağımla benim sevgimden şikayet ederlerOnlara ilk vereceğim üç şeydir: Nûrumdan onların kalbine atarımOnlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirlerİkincisi, eğer gökler ve bunlarda bulunan şeyler onların terazilerinde olsa bunları onlar için az görürümÜçüncüsü, yüzümle onlara yönelirimYüzümle kendisine yöneldiğim bir kimseye vermek istediğimi kim bilebilir?

Hazret-i Dâvud'un (aleyhisselâm) haberlerinde Allahü teâlâ'nın ona şöyle vahyettiği vârid olmuştur:

- Ey Dâvud! Ne zamana kadar cenneti hatırlamayacaksın? Benden bana olan şevk'i istemeyeceksin?

- Yârab! Sana müştâk olanlar kimlerdir?

- Bana müştâk olanlar o kimselerdir ki onları her bulanıklıktan arındırmış, sakındırmakla uyandırmışımdır.

Kalplerinden bana açılan bir delik yaratmışımdır ki bana bakarlarOnların kalplerini elimle kaldırır, semanın üzerine koyarım. Sonra meleklerimin ileri gelenlerini çağırır, onlar bir araya geldiklerinde bana secde ederler, kendilerine derim ki: 'Bana secde edesiniz diye sizi çağırmadım! Fakat size bana müştâk olanların kalplerini arzedeyim diye ve size karşı onlarla iftihar edeyim diye çağırdımÇünkü onların kalpleri, benim göğümde, güneşin yeryüzündekilere ışık verdiği gibi meleklerime ışık verir'Ey Dâvud! Ben müştakların kalbini rıdvanımdan yaptım, vechimin nûruyla nimetlendirdimOnları kendime yâr ve bedenlerini yerde bakışımın merkezi yaptımOnların kalplerinden bir yol açtımOnunla bana bakarlarHer gün şevkleri artar.

- Yârab! Muhabbetinin ehlini bana göster!

-Ey Dâvud! Lübnan dağına git! Orada ondört kişi vardırİçlerinde genç, ihtiyar, orta yaşlılar vardırOnlara vardığında benden selâm söyle ve kendilerine de ki:

'Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: 'Siz bir ihtiyaç talebinde bulunmayacak mısınız? Muhakkak ki siz benim muhiblerim, seçilmiş kullarım ve velilerimsinizSizin sevginize seviniyor, sizin muhabbetinize koşuyorum'.

Bunun üzerine, Dâvud (aleyhisselâm) onlara vardıBaktı ki onlar bir pınarın başında Allah'ın azametini düşünüyorlarDâvud'u gördüklerinde kendisinden kaçmak için ayağa kalktılarDâvud dedi ki: 'Ben Allah'ın size gönderilmiş elçisiyimAllah'ın emrini size tebliğ etmeye geldim!' Bunun üzerine onlar Dâvud'a yönelip kulaklarını ona diktiler, gözlerini çevirdilerBunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) dedi ki: Ben Allah'ın size gönderilmiş peygamberiyimAllah size selâm ediyorSize diyor ki: 'Benden neden bir ihtiyacınızı, bir hacetinizi istemiyorsunuz? Neden beni çağırmıyorsunuz ki sesinizi ve konuşmalarınızı dinleyeyim? Muhakkak sizler benim dostlarım, velî kullarımsınızSevmenize sevinir, muhabbetinize koşarımHer saat şefkatli ve ince kalpli bir annenin evladına bakışı gibi size bakarım'.

Bu söz üzerine gözyaşları yanaklarından dökülmeye başladıİhtiyarlar dedi ki: ' (Ey rabbimiz!) Sen ortaktan münezzehsinSen ortaktan münezzehsinBiz senin kullarınızKullarının evlatlarıyızGeçmişte kaplerimizin senin zikrinden kesilmesini bağışla!'

Diğeri dedi ki: 'Sen ortaktan münezzehsinSen ortaktan münezzehsin! Biz senin kullarınız ve kullarının evlatlarıyızBizimle senin aranda olan muamelelerimizde bize bakmakla bize minnet et!'

Başka biri 'Sen ortaktan münezzehsinSen ortaktan münezzehsin! Biz kullarınızKullarının evlatlarıyız! Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını bildiğin halde nasıl senden istemeye cesaret ederiz? Bu bakımdan senin yolunda yola devam etmeyi bize nasip eyle! Bununla bizim üzerimizdeki nimetini tamamla!'

Başkası 'Bizler senin rızanın talebinde kusurluyuzCömertliğinle bize yardım et!' dedi.

Başkası Bir damla meniden bizi yarattınAzametini düşünmekle bize minnet ettinSenin azametinle meşgul, celâlini düşünen bir kimse seninle konuşmaya cesaret edebilir mi? Bizim isteğimiz senin nûruna yaklaşmaktır' dedi.

Diğeri 'Dillerimiz seni çağırmaktan yorulduÇünkü şânın yücedirÇünkü sen velî kullarına yakınsınÇünkü muhabbet ehlinin üzerinde senin minnetin çoktur' dedi.

Bir diğeri 'Sensin kalbimizi zikrine hidayet eden! Seninle meşgul olmaya kalbimizi boşaltanO halde, şükründeki kusurumuzu bize bağışla!' dedi.

Bir başkası 'Bizim ihtiyacımızı biliyorsunİhtiyacımız sadece senin yüzüne bakmaktır!'

Bir başkası 'Kul nasıl efendisine karşı cüretkâr olur? Zira cömertliğinle dua etmeyi sen bize emrettinO halde göklerin tabakalarından gelen bir karanlıkta bize rehber olacak bir nûru bize bağışla!' dedi.

Bir diğeri 'Senden dileğimiz bize yönelmen ve bunu bizim nezdimizde devam ettirmelidir!' dedi.

Bir başkası 'Senden bize hibe ettiğinde nimetinin tamamını istiyoruz' dedi.

Başkası 'Senin yarattıklarının hiçbirinde bizim gözümüz yokturBu bakımdan cemâline bakmayı bize minnet et!' dedi.

Bir başkası 'Arkadaşlarımın arasında senden bir dileğim var! Dünya ve ehline bakmaktan gözlerimi kör etmeni, âhiretle meşgul olmaktan da kalbimi menetmeni istiyorum' dedi.

Başkası 'Sen müşriklerin dediğinden yücesin! Senin velî kullarını sevdiğini biliyorumO halde kalbimizin senden başka herşeyden dönüp seninle meşgul olmasın bize minnet et!' dedi.

Bunun üzerine, Allahü teâlâDâvud'a vahiy göndererek dedi ki:

- Onlara de ki: Sizin konuşmalarınızı dinledimİsteklerinizi verdimBu bakımdan her biriniz arkadaşlarından ayrılsınKendi nefsine bir yol edinsin! Muhakkak ben kendimle sizin aranızda bulunan perdeyi kaldıracağım ki siz benim nûruma ve celâlime bakasınız.

- Onlar ne ile senin bu lûtfuna mazhar oldular?

- Güzel zan, dünya ve dünya ehlinden kaçıp benimle başbaşa kalmak, benimle münacât etmekle! Muhakkak bu bir mertebedirOna ancak dünya ve dünya ehlini terkeden varabilirDünyanın hiçbir şeyiyle meşgul olmayan, kalbini benim için boşaltan, beni bütün kullarıma tercih eden bunu elde ederİşte böyle bir durumda ona şefkat eder, nefsini boşaltır, benimle onun arasındaki perdeyi kaldırırımÖyle ki kişi, gözüyle birşeye baktığı gibi bana bakarHer saat ona kerametimi gösteririmOnu yüzümün nûruna yaklaştırırımHasta düşerse şefkatli annenin evladına bakması gibi ona bakarım! Susarsa su içiririmOna zikrimin tadını tattırırım.

Ey Dâvud! Ona bunu yaptığımda nefsini dünya ve ehlinden körleştiririmDünyayı ona sevdirtmemBenim (sevgim) le meşgul olmaktan artık o gevşemezO hemen huzuruma gelmek isterOysa ben onu öldürmeyi hoş görmemÇünkü o, mahluklarımın arasında bakışımın merkezidirBen ondan başkasına bakmam.

Ey Dâvud! Onun nefsi eridiği, cismi zayıfladığı, azaları fersude olduğu, kalbi zikrimi dinlediği zaman onu bir görsen! Onunla meleklerime ve gök ehline karşı iftihar ederimO, korku ve ibadet bakımından artar.

Ey Dâvud! İzzet ve celâlime yemin ederim! Onu cennette oturtacağımBana bakmaktan onun sabrına şifa vereceğimi Öyle ki rızanın üstünde razı oluncaya kadar. . .

Yine Hazret-i Dâvud'un (aleyhisselâm) haberlerinde şöyle vârid olmuştur:

Benim sevgime yönelen kullarıma de ki: 'Yarattıklarımdan gizlendiğimde, sizinle aramdaki perdeyi kaldırıp kalp gözlerinizle bana bakacak derecede size imkân verdiğimde size hiçbir zarar gelmezDininizi size yaydığımda sizden aldığım dünyanın size ne zararı olabilir? Benim rızamı talep ettiğinizde halkın öfkesi size nasıl zarar verir?'

Yine Hazret-i Dâvud'un haberlerinde vârid olmuştur ki Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

Beni sevdiğini iddia ediyorsunEğer beni seviyorsan dünya sevgisini kalbinden çıkartÇünkü benim sevgimle dünya sevgisi bir arada bulunamaz.

Ey Dâvud! Dostunla ihlâslı olDünya ehliyle az ihtilât et! Dinini (veya borcunu) bana havale et, başkalarına değil! Benim muhabbetime uygun görünene yapış, senin için müşkil olan hakkında da bana yaslan, o zaman seni düzeltmeye acele etmem bana hak olur! Senin önderin ve delilin ben olurumİstemeden sana veririmZorluklara karşı yardım ederimBen nefsime, ancak talebinin varlığını huzuruma atmak olduğunu bildiğim bir kulu doğruya iletmeyi gerekli kıldımOysa o kul bunu huzuruma getirmekle benden müstağni olamazSen böyle oldun mu, zillet ve vahşeti senden uzaklaştırıp zenginliği kalbine yerleştiririmÇünkü kulum nefsine güvenir ve fiillerine bakarsa onu nefsine havale etmeyi gerekli kılarımO nefis ki eşyanın en zayıfıdırO nefis senin ameline zıt düşmez ki sen zorluk çekesinArkadaşın da bu durumda senden fayda görmez.

Benim marifetime bir hudud bulamazsınMarifetin sonu da yoktur, Ne zaman benden fazlalık istersen sana veririmBenden gelen fazlalığın hududunu bulamazsın. Sonra İsrailoğullarna bildir ki benimle kullarımın arasında bir soy yoktur ki onların benim katımdaki istek ve iradeleri alabildiğine büyük olsunOnlara gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin kalbine gelmeyen şeyleri mübah kılacağımBeni iki gözünün arasına koyKalbinin gözüyle bana bak! Akıllar: benden perdelenmişlere bakma! Çünkü onlar akılları alabildiğine salıverdilerBen izzet ve celâlime yemin ettim ki tecrübe niyetiyle benim ibadetime girene sevabımı açmayacağımÖğrettiğine tevazu et! Müridlere pek fazla serzenişte bulunmaEğer muhabbetimin ehli, müridlerin katımdaki derecelerini bilseydiler müridler için kendilerini toprak yapar, müridleri üzerlerinde yürütürlerdi Ey Dâvud! Eğer bir müridi, içinde bulunduğu bir sarhoşluktan çıkarırsan, onu kurtarırsan seni var kuvvetiyle çalışıp cihad eden bir kimse olarak kaydedeceğimKimi böyle kaydedersem artık onun üzerinde bir vahşet ve insanların ihtiyacı sözkonusu olmaz.

Ey Dâvud! Sözüme yapışNefsinden nefsin için azık edinSakın ondan getirmeyesin ki senden muhabbetimi perdelemeyeyimKullarımı rahmetimden ümitsiz etme ki bana (rahmetime) olan şehvetini kesmeyeyim; zira ben zevkleri ancak mahlukâtımın zâfiyetinden ötürü mübah kıldımKuvvetlilere ne oluyor ki zevk peşinde koşuyorlarMuhakkak ki zevkler, münacâtımın halâvetini eksiltirZevklere dalan kuvvetlilerin en az cezası olarak onların akıllarını kendimden perdelerim; zira ben dünyayı dostum için münasip görmemDostumu dünyadan uzaklaştırırım.

Ey Dâvud! Benimle arana bir âlimi sokma ki o, sarhoşluğuyla seni muhabbetimden perdelemesinOnlar, mürid olan kullarımın yolunu kesenlerdir! Şehvetleri terketmek hususunda, daima oruç tutmaktan yardım iste! Oruç yemeyi tecrübe etmekten kaçın! Zira oruca olan sevgim, onun devam ettirilmesidir.

Ey Dâvud! Nefsine düşmanlık yapmak suretiyle bana kendini sevdirOndan şehvetleri menet ki sana bakayım ve aramızda perdelerin kalktığını göresinSevabımla sana minnet ettiğimde, ona gücün yetsin diye seninle müdaraat ediyorumSen ibadetime yapışmış olduğun halde onu senden esirgeyecek miyim?

Allahü teâlâ yine Hazret-i Dâvud'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

Ey Dâvud! Eğer bana sırt çevirenler onları nasıl intizar ettiğimi, onlara nasıl şefkat gösterdiğimi, onların günahı terketmelerine nasıl iştiyak duyduğumu bilseydiler, bana olan şevklerinden ölürlerdiMuhabbetimden azaları paramparça olurdu.

Ey Dâvud! İşte benden yüz çevirenler hakkındaki iradem budurAcaba bana yönelen hakkındaki iradem nasıldır?

Ey Dâvud! Kulumun bana en muhtaç olduğu zaman, benden kendisini müstağni gördüğü zamandırKuluma en fazla merhamet ettiğim zaman da benden yüz çevirdiği zamandırBenim katımda en büyük olduğu zaman bana dönüş yaptığı zamandır!

İşte bu ve buna benzer sayılmayacak kadar çok olan haberler Muhabbet, Şevk ve Ünsiyet'in isbatma delâlet ederlerOysa onların mânâsının tahkiki ancak daha önce söylediklerimizle inkişaf eder.

28) Taberânî

MUHABBET, ŞEVK, ÜNSİYET VE RİZA konusu devamı;