İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | MUHABBET, ŞEVK, ÜNSİYET VE RİZA 2

 

36-3

12. Allah'ın Kulu Sevmesi ve Bu Sevginin Mânâsı

Kur'ân'ın delilleri Allah'ın kulunu sevdiği hususunda birbirini takviye etmektedirBu bakımdan bu sevginin mânâsını bilmek gerekirBiz önce sevginin delillerini takdim edelim.

Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler! (Mâide/54)

Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf/4)

Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever. (Bakara/222)

Allahü teâlâ 'Ben Allah'ın habibiyim' diye iddia eden bir kimseyi reddederek şöyle buyurmuştur:

De ki: 'O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah) size azap ediyor?' (Mâide/18) Enes (radıyallahü anh)

Hazret-i Peygamberden şöyle rivâyet ediyor.

Allahü teâlâ bir kulunu sevdiğinde o kula günah zarar vermezGünahtan tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir29

Bunu söyledikten sonra şu âyeti okudu: Allah tevbe edenleri sever! (Bakara/222)

Ayetin mânâsı şudur: Allah onu çok sevdiği zaman ölmeden önce ona tevbe nasip ederNe kadar çok olursa olsun geçmiş günahlar ona zarar vermezNitekim İslâm'dan sonra geçmiş küfrün insana zarar vermediği gibi. . . Allahü teâlâ, sevgi, için günahın affını şart koşarak şöyle buyurmuştur:

De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın'. (Âl-i îmran/31)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kim Allah için tevâzu gösterirse, Allah onu yüceltirKim böbürlenirse, Allah onu alçaltırKim Allah'ın zikrini çokça yaparsa Allah onu sever31

Bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurulmuştur:

Kul, nafile ibadetlerle bana yaklaştığında onu öyle severim ki duyan kulağı, gören gözü olurum32

Zeyd bEslem şöyle demiştir: Allah kulunu sever ki ona şöyle diyecek dereceye varır: 'İstediğini yap! Seni bağışladım!'

Muhabbet hakkında söylenenler hadde hesaba gelmezBiz kulun Allah'ı sevmesi mecazî değil de hakikattir dedik; zira muhabbet, sözlük anlamı olarak nefsin kendisine uygun olan bir şeye meyletmesinden ibarettirAşk ise galip ve müfrit meyilden ibarettirBiz daha önce ihsanın nefse uygun olduğunu belirttikCemâl de uygundurCemâl ile ihsanın bazen gözle idrâk edildiğini, bazen de basiretle bilindiğini belirttikSevgi bunların her birine tâbi olurSadece gözle idrâk olunana has değildir dedikAllah'ın kulunu sevmesine gelince, bütün isimler Allah'a ve Allah'ın gayrisine ıtlak olunduklarında her ikisine de aynı mânâ ile ıtlâk olunmazHatta iştirak bakımından isimlerin en umumîsi olan vücûd ismi bile aynı yönde Hâlık ile mahluku kapsamazAllah'tan başka her şeyin varlığı Allah'ın varlığından istifade ederBu bakımdan tâbi olan varlık, metbû olan varlığa hiçbir zaman eşit olamazAncak ismin ıtlak olunmasında eşittirler.

Bunun benzeri, at ile ağacın cisim isminde ortak olmasıdır; zira cismiyetin mânâ ile hakikati ikisinde de birbirine benzerFakat hiçbir zaman birinin asıl olmasını gerektirmezBu bakımdan bunların birinin cismiyet! diğerinden alınmış değildirBu uzaklık diğer isimlerde daha belirgindirİlim, irade, kudret ve diğerleri gibi. . . Bu bakımdan bütün bunlarda yaratanı mahluka benzetmeLugat bu isimleri önce mahlukât için vazetmiştir; zira bu isimlerden, hâliktan önce mahlukât akla gelirBu nedenle bu isimlerin Hâlık hakkında kullanılması istiare, mecaz ve nakil yoluyladırMuhabbet kelimesi, lügatta nefsin kendisine uygun ve münasip olana meyletmesinden ibarettir, Bu mânâ ancak eksik ve kendisine uygun olan maksadı elinden kaçmış bir nefis hakkında düşünülürBu bakımdan bu nefis o şeyi elde etmek suretiyle bir kemâli elde ederDolayısıyla onu elde etmekle lezzetlenirOysa bu mânâ Allah için muhaldir; zira her kemâl, her cemâl, her güzellik ve celâl, ilâhlık hakkında mümkündürBu bakımdan o, hâzır ve hâsıldırEzelde ve ebedde onun husulü farzdırOnun yenilenmesi ve giderilmesi Allah hakkında düşünülemezBu bakımdan Allah için başkasına, başkası olmak hasebiyle bakılmazAllah'ın nazarı sadece zatına ve fiillerinedirOysa varlıkta onun zat ve fiillerinden başkası yoktur33

İşte bunun için Şeyh Ebû Said Mihenî34 kendisine 'Allah onları, onlar da Allah'ı severler' (Mâide/54) âyeti okunduğu zaman demiştir ki: 'Hakkıyle Allah onları sever; zira o, nefsinden başkasını sevmez'.

Bu mânâya binaen O küll'dürVarlıkta O'ndan başkası yokturBu bakımdan nefsinden, nefsinin fiillerinden, nefsinin tasniflerinden başkasını sevmeyen bir kimsenin sevgisi, zatını zati ile ilgili olmaları bakımından zatının tâbilerini geçmezBu bakımdan o ancak nefsini sever! (Mahluk ancak hâlikın fiili ve eseridir) O'nun kullarını sevmesi hakkında vârid olan lâfızlar tevil edilirMânâsı 'Kulun kalbinden perdeyi basiretiyle kendisini görsün diye kaldırmaya veya kendisine yaklaşmak imkânını ona vermeye ve ezelde bunu onun hakkında irade etmeye' dönüşürBu bakımdan Allahü teâlâ'nın sevmiş olduğu kimseye olan sevgisi ezelîdirBu sevginin, kulunu bu yakınlık yollarında yürütmek isteyen ezelî iradesine her izafe edildikçe mânâsı budurKulunun kalbinden perdeyi kaldıranın fiiline izafe edilirse hâdistirKendisini isteyen sebebin meydana gelmesiyle oluşur.

Nitekim bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurulmuştur:

Kulum kendisini seveyim diye durmadan nafile ibadetlerle bana yaklaşır35

Nafilelerle Allah'a yaklaşması, iç âleminin durulmasına sebep olurKalbinden perdenin kalkmasına, rabbine yakın olmasına vesile olurBütün bunlar Allah'ın fiili ve o kulu için lütfudurİşte Allah sevgisinin mânâsı budurBu ancak bir misal ile anlaşılırO misal de şudur: Sultan bazen kölesini kendine yaklaştırırHer zaman huzuruna girmeye müsade ederÇünkü sultan ona meyleder. Ya kuvvetiyle kendisine yardım etmek veya müşahedesiyle müsterih olmak veya reyinde onunla istişare etmek veya yeme ve içmekte yardım etmesi için ona bu izni verirBu bakımdan 'Sultan onu sever' denirSultan'ın onu sevmesi, sultan'ın tabiatına uygun bir şeyin onda bulunduğu için ona meyletmesi demektirBazen sultan bir kölesini huzuruna yaklaştırırHuzuruna girip çıkmaktan onu menetmezBu ondan bir fayda gördüğü veya onun yardımına muhtaç olduğu için değildirFakat o kul haddi zatında insanı razı edecek ahlâk ve güzel hasletlerle donatılmıştırÖyle hasletler ki onların yüzünden sultanın huzuruna yakın olmaya ve onun yakınlığından bolca nasip almaya lâyık olurOysa hiçbir şekilde sultan'ın ondan bir çıkarı yokturSultan onunla arasındaki perdeyi kaldırdığında 'Sultan onu sevdi' denilirNe zaman kişi, perdeyi kaldırmayı gerektiren güzel ahlâkı elde ederse, 'Huzura varmış, kendini sultana sevdirmiştir' denir.

Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın kulu sevmesi ancak ikinci mânâ iledirBirinci mânâ ile değildirOna ikinci mânâyı misal olarak vermekle zihnine yaklaştıkça bir değişiklik meydana gelirMânâsı sebkat etmemek şartıyla doğru olabilir; zira habîb, Allah'a yakın olandırAllah'a yakın olma da hayvanların, yırtıcıların ve şeytanların sıfatlarından uzak olmaktırİlâhî ahlâktan ibaret olan güzel ahlâklarla ahlâklanmaktırBu yakınlık mekan bakımından değil, sıfat bakımından yakınlıktırKim yakın değilse, yakın olduğunda mutlaka onda bir değişiklik olurİşte çoğu kez bu sebepten dolayı zannedilir ki yakınlık her yenilendikçe hem kulun, hem de Allah'ın sıfatında değişiklik meydana gelir (!) Zira önce yakın değilken sonra yakın olmuşturOysa bu değişiklik Allah hakkında muhaldirAllahü teâlâ ezelde olduğu gibi daima kemâl ve cemâl sıfatları üzerindedirBu ancak şahıslar arasındaki yakınlık hakkında bir misal vermekle tam vuzuha kavuşur:

İki şahıs, bazen hareket etmekle birbirine yaklaşırlarBazen biri yerinde sabit, diğeri hareket eder, dolayısıyla birinde hiçbir şey olmaksızın diğerinde meydana gelen bir değişiklikle yakınlık oluşurSıfatlardaki yakınlık da böyledir; zira talebe, ilim ve güzelliğin kemâlinde hocasının derecesine yakın olmayı isterOysa hocası ilminin kemâlinde durmaktadırTalebenin derecesine inmek için herhangi bir hareketi yokturTalebe ise çalışarak cehaletin ta dibinden ilmin yüceliğine doğru terâkki etmektedirBu bakımdan talebe, durmadan değişiklik ve terakkide hocasına yaklaşıncaya kadar gayret ederHoca ise değişmez ve sabit bir vaziyettedirİşte kulun yakınlık derecesindeki terakkisinin böyle anlaşılması uygundurBu bakımdan kul her ne zaman sıfat bakımından kâmil, ilim bakımından tamam, eşyanın hakikatini ihâta etmek bakımından mükemmel, şeytanı kahretmek ve şehvetleri yenmekte sabit, rezaletlerden uzaklaşmakta nezih oldukça kemâl derecesine daha yakın olurKemâl derecesinin zirvesi Allah'ındırHer birinin Allah'a yaklaşması kemâli nisbetindedirEvet! Bazen talebe, hocasına yaklaşmaya ve onunla eşit olmaya, hatta onu geçmeye muktedir olurFakat bu Allah hakkında muhaldir.

Çünkü Allah'ın kemâli sonsuzdurKulun kemâl derecelerindeki sülûkünün ise sonu vardırO ancak belli bir sınıra kadar varırHiçbir zaman Allah ile eşit olmaya çalışmamalıdır. Sonra yakınlık dereceleri sonsuz bir şekilde değişiktirlerÇünkü o kemâlin sonu yokturMadem durum budur, Allah'ın kulunu sevmesi, onu zatına, meşgaleler ve günahları kendisinden uzaklaştırmak suretiyle yaklaştırmasıdırİç âleminin, dünyanın bulanıklıklarından arındırması, kalbi ile görüyor gibi müşahede etmesi için kalbinden perdeyi kaldırmasıdırKulun Allah'ı sevmesi ise, yoksun olduğu kemâli idrâk etmeye meyletmeşidirKendisinde bulunmayan bu kemale yönelmesidirŞüphe yoktur ki o, elinden kaçırdığı kemâle müştaktırO kemâlden birşey elde ettiğinde onunla lezzetlenirBu mânâ ile şevk ve muhabbet Allah için muhaldirEğer 'Allah'ın kulu sevmesi karışıklık meydana getiren bir şeydir, kul Allah'ın dostu olduğunu nasıl bilecek?' dersen, cevap olarak derim ki: Bunun alâmetleriyle buna istidlâl edilir.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allah bir kulu sevdiğinde ona belâ verirOnu mübalağalı bir şekilde sevdiğinde onu edinir36

- 'Onu edinir!' ne demektir?

- Ona ne aile efradı bırakır, ne de mal!

Bu bakımdan Allah'ın kulunu sevmesinin alâmeti, onu başkasından uzaklaştırması, onunla başkasının arasına girmesidir.

Hazret-i Îsa'ya 'Neden binmek için bir merkeb satın almıyorsun?' denilince, şöyle demiştir: 'Beni bir merkeple zatından meşgul etmesinden Allah katında kıymetim daha yücedir!'

Allahü teâlâ bir kulu sevdiğinde ona belâ verirEğer o kul belaya karşı sabrederse onu seçerEğer o razı olursa onu tercih eder37

Bazı âlimler şöyle demiştir: 'Sen Allah'ı sevdiğini, onun da seni belalandırdığını gördüğünde, bil ki Allah seni arındırmak istiyor'.

Müridlerden biri hocasına dedi ki: 'Ben muhabbetin bir şeyine muttali kılındım'Hocası dedi ki: 'Ey oğul! O kendisinden başka bir mahbubla seni mübtela kılmış mıdır ki sen de O'nu o mahbuba tercih ettin?' Talebe 'Hayır!' dediHoca 'O halde, muhabbete tamah etme! Zira Allahü teâlâ bir kula belâ verip denemedikçe ona muhabbeti vermez' dedi.

Allah bir kulu sevdiğinde o kulun nefsinden ona bir vâiz kılarOnun kalbinde onu kötülüklerden sakındırıcı bir kuvvet kılar ki o kuvvet onu kötülüklerden meneder38

Allah bir kula hayrı irade ettiğinde ona nefsinin ayıplarını gösterir39

Bu bakımdan onun en güzel alâmetleri Allah'ı sevmesidir; zira bu sevgi Allah'ın onu sevdiğine delâlet ederOnun Allah katında sevildiğine delâlet eden fiil ise, Allah'ın onun zâhir, bâtın, gizli, aşikâr her işini bizzat idare etmesidirBu bakımdan ona yön veren, işini tedbir eden, ahlâkını güzelleştiren, azalarını çalıştıran, zâhir ve bâtınını düzelten, isteklerini bir istek kılan, dünyadan nefret etmeyi kalbine yerleştiren, kendisinden başkasından onu uzaklaştıran, tenhada münâcât lezzetiyle ona ünsiyet veren, onunla marifetinin arasındaki perdeyi onun gözünden kaldıran Allah'tırİşte bu ve benzeri şeyler Allah'ın kulunu sevmesinin alâmetidirŞimdi de kulun Allah'ı sevmesinin alâmetini zikredelim; zira bu da Allah'ın kulu sevmesinin alâmetleridirMuvaffak kılan Allah'tır!

29) Deylemî

30) Hâkim

31) İbn Mâce

32) Buhârî

33) Bu Vahdet'ul-Vücûd görüşüdür. Nitekim Şeyh Muhyiddin b. Arabî de Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserinde bu görüşü defalarca tekrar etmiştir.

(İthâfu's-Saâde, IX/612) . Bu hususta daha tatminkâr malûmat için bkz. İmâm Rabbânî, Mektûbât

34) Adı Fudayl b. Ahmed b. Muhammed'dir.

35) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

36) Taberânî

37) Deylemî

38) Deylemî

13. Kulun Allah'ı Sevmesinin Alâmetleri

Herkes muhabbet iddia ederİddia etmek ne kadar kolay! Fakat mânâlar çok çetindir! Bu bakımdan insan, şeytanın kandırmasına ve nefsin aldatmasına kanmamalıdırNefis ne zaman Allah'ın sevgisini iddia ederse, onu alâmetlerle denemedikçe, ondan delil ve burhanlar istemedikçe ona kanmamalıdırMuhabbet güzel bir ağaçtırKökü sabit, dalları göklerde, meyveleri kalpte, dil ve azalarda belirirOndan kalp azalan üzerine feyezân eden eserler dumanın ateşe, meyvenin ağaca delâlet etmesi gibi, muhabbetin varlığına delâlet ederO eserler çokturOnlardan biri cennette keşif ve müşahede yoluyla habibin mülâkatını sevmektirBu bakımdan kalbin bir mahbubu sevip de onun müşahede ve mülâkatını sevmemesi düşünülemezSeven kalbin, o mahbuba varmasının ancak dünyadan ayrılmakla mümkün olduğunu bildiğinde derhal ölüme dost olması, ondan kaçmaması gerekir; zira seven bir insana vatanından sefer edip mahbubunun vatanına gitmek, ona kavuşmak ağır gelmezÖlüm, mülâkatın anahtarı, müşahedeye giriş kapısıdırNitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Kim Allah'ın mülâkatını severse Allah da onun mülâkatınısever40

Huzeyfe ölüm döşeğinde şöyle haykırdı: 'Bir habib ki fakirlik üzerine geldiPişmanlıktan kurtulamam'41

Seleften bir zat şöyle demiştir: 'Allah kulda, Allah'ın mülâkatını sevmekten sonra, fazla secdelerden daha sevimli bir haslet yaratmamıştır!' Görüldüğü gibi bu bahis, Allah ile mülâki olmayı sevmeyi, secdeye takdim etmiştirAllahü teâlâ, sevgideki doğruluğun hakikati için Allah yolunda ölmeyi şart koşmuştur; zira onlar 'Biz Allah'ı seviyoruz' dedilerBunun üzerine Allahü teâlâ, Allah yolunda ölmeyi ve şehidlik mertebesini talep etmeyi bu sözün doğruluğuna alâmet kılarak şöyle buyurdu:

Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf/4)

Allah Mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. (Tevbe/111)

Hazret-i Ebû Bekir'in kendisinden sonra halife olan Hazret-i Ömer'e yazdığı vasiyetinde şu cümleler yer almaktadır: 'Hak ağırdır, ağırlığına rağmen kolaydırBâtıl hafiftir, hafifliğine rağmen ağırdırEğer benim vasiyetimi hıfzedersen hiçbir şey sana ölümden daha sevimli gelmezNasıl olsa ölüm gelip yakana yapışacaktırEğer vasiyetimi zayi edersen sana ölümden daha ağır gelen hiçbir şey olmazZaten sen ölümü sana yetişmekten aciz bırakamazsın!'

İshak bSa'd bEbî Vakkas babasından şöyle rivâyet ediyor: "Abdullah bCahş Uhud gününde bana dedi ki: 'Biz Allah'a dua etmeyelim mi?' Böylece bir kenara çekildilerAbdullah bCahş şu duayı yaptı: 'Yârab! Israrla senden istiyorumYarın düşman ile karşılaştığımda karşıma kuvveti ve öfkesi şiddetli olan bir kişiyi çıkar ki senin yolunda onunla çarpışayımO da benimle çarpışsın. Sonra benim burnumu ve kulağımı kessinKarnımı yarsınYarın senin huzuruna vardığımda 'Ey Abdullah! Senin burnunu ve kulağını kim kesti?' diye sorBen de 'Ey rabbim! Senin ve Rasûlü'nün yolunda oldu!' diyeyimSen o zaman 'Doğru söyledin!' deBen akşama doğru Abdullah'ı gördümBurnu ve kulağı kesilmiş ve ipe takılmıştı".

Said bMüseyyeb şöyle demiştir: 'Ümit ederim ki Allahü teâlâ onun yeminin başını yerine getirdiği gibi sonunu da yerine getirmiştir!'

Süfyân es-Sevrî ve Bişr el-Hafî derlerdi ki: 'Ancak şüpheli bir insan ölümden hoşlanmaz; zira dost, her durumda dostu ile mülakattan hoşlanır'.

Büveytî42 zâhidlerden birine 'Ölümü sever misin?' diye sorduZâhid durakladıBunun üzerine Büveytî 'Eğer doğru olsaydın muhakkak ölümü severdin' deyip şu âyeti okudu:

De ki: 'Eğer (dediğiniz gibi) gerçekten Allah katında âhiret yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin!' (Bakara/94)

Bunun üzerine kişi dedi ki: Allah'ın yüce Rasûlü buyurmuştur: 'Sakın sizden hiçbir kimse ölümü temenni etmesin'.

Kişinin bu itirazına karşı, Büveytî Allahü teâlâ, bu sözünü insanlara isabet eden bir zarardan ötürü ölümü temenni etmemeleri için söylemiştirÇünkü Allah'ın kaza ve kaderine râzı olmak, ondan kaçmayı talep etmekten daha üstündür'.

Soru: Ölümü sevmeyen bir kimsenin Allah'ın muhibbi olması düşünülebilir mi?

Cevap: Ölümü sevmemek, bazen dünyayı sevmekten, aile efradından, mal ve evlattan ayrılmaya dayanamamaktan ileri gelirBu ise, Allah'ı kemâl derecesinde sevmeye zıddırÇünkü kâmil sevgi, kalbin tamamını kapsayan sevgidirFakat aile efradının ve çocuğunun sevgisiyle beraber kişide Allah sevgisinden zayıf bir kokunun bulunması, uzak bir ihtimal değildir; zira insanlar sevgi hususunda değişik derecededirler.

Onların değişik derecede olduklarına rivâyet edilen şu hadîs delâlet eder: 'Ebû Huzeyfe b.

Utbe bRabia bAbdişşems, kızkardeşi Fâtıma'yı azadlısı Sâlim'e nikâh ettiği zaman, Kureyşliler onu bu hâdiseden dolayı kınayarak şöyle dediler: Sen Kureyş'in soylu kadınlarından birini bir köleye nikâh ettin!' Bunun üzerine, Ebû Huzeyfe şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim, Sâlim'in kızkardeşimden daha hayırlı olduğunu bildiğim için kardeşimi ona nikâh ettim'Ebû Huzeyfe'nin bu sözü Kureyşlilere, yaptığından daha fazla ağır geldiBunun üzerine dediler ki: 'Bu nasıl olur? Fatma senin kızkardeşin, Sâlim ise azadlındır!' Ebû Huzeyfe dedi ki: Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini duydum:

Kim kalbinin tamamıyla Allah'ı seven bir kimseye bakmak istiyorsa, Sâlim'e baksın!

Bu hadîs, insanlardan bir kısmının bütün kalbiyle Allah'ı sevmediğine delalet ederKişi hem Allah'ı, hem de Allah'ın gayrisini severŞüphe yoktur ki bu kimse, Allah'ın huzuruna vardığında o huzurdan dolayı olan nimeti, sevgisi nisbetinde olurÖlüm ânında çekeceği azap da dünyaya olan sevgisi nisbetinde olur.

Ölümü sevmemenin ikinci sebebine gelince, o sebep kulun muhabbet makamının başlangıcında olmasıdırKul ölümden çekinmezO ancak Allah ile mülâki olmaya hazır olmadığı için ölümü sevmezBu isteksizlik onun sevgisinin zâfiyetine delâlet etmezO tıpkı kulağına dostunun yanına geleceği haberi gelen ve dostunun evini düzeltip ziyafet hazırlamak için bir saat gecikmesini isteyen bir muhib gibidirBu gecikmeden dolayı dostunu istediği şekilde, kalbi meşgalelerden boş olduğu, sırtı yüklerden hafif bulunduğu halde dostunu karşılarİşte bu sebepten ötürü olan istememezlik, asla sevginin kemâliyle tezat teşkil etmezBu sebebin alâmeti amel için daimî çalışması ve bütün himmetini hazırlığa sarfetmesidir.

O alâmetlerden biri de Allahü teâlâ'nın sevdiğini, kendisinin sevdiğine hem zâhirde, hem bâtında tercih etmesidirBu bakımdan amelin meşakkatine göğüs gerip, hevâ-i nefsin arkasına takılmaktan sakınmalı, tembellikten yüz çevirmeli, durmadan Allah'ın ibadetine devam etmelidirNafilelerle Allah'a yaklaşmaya çalışıp, O'nun nezdindeki derecelerin meziyetlerini aramalıdırNitekim muhib bir kimsenin mahbubunun kalbindeki yakınlığın fazlalığını aradığı gibi. . . Allahü teâlâ muhibleri Allah'ın dediğini kendi dediğine tercih etmek ile vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler ve onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlarKendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları) nefislerine tercih ederler. (Haşr/9)

Kim hevâ-i nefsin peşine takılmaya devam ederse onun sevdiği hevasıdırMuhib bir kimse, sevdiğinin isteği için nefsinin isteğini bırakır.

Ben ona kavuşmayı arzuluyorumO ise benden uzaklaşmayı!

Bu nedenle kendi isteğimi onun isteği için terkediyorum!

Sevgi galebe çaldığında, hevâ-i nefsin arzûlarını silkip atar, kişi için sevdiğinden başkasından zevk almak diye birşey kalmaz.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Zeliha îman edip Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) kendisiyle evlendiğinde Yûsuf tan uzaklaşıp ibadete koyuldu ve Allah ile başbaşa kaldıYûsuf (aleyhisselâm) onu gündüz yatağına davet ediyor, o ise bu daveti geceye tehir ediyorduGece davet edince gündüze bıraktırıyorduHazret-i Yûsuf'a şöyle dedi: 'Ey Yûsuf! O'nu tanımadan önce seni seviyordumO'nu tanıdıktan sonra O'nun sevgisi başkasına yer bırakmadıO'nun yerine geçecek bir bedel de istemiyorum!' Bu durum, Yûsuf (aleyhisselâm) ona şunları bildirinceye kadar devam etti: "Muhakkak ki bu arzumu Allahü teâlâ bana emretti.

Allahü teâlâ bana 'Senden iki çocuk yaratacağım ve onları peygamber kılacağım' dedi"Bunun üzerine Zeliha Allahü teâlâ sana bunu emretmiş, beni de bu işe yol kılmışsa, Allahü teâlâ'nın emrine itaatim vardır' dediİşte böylece Yûsuf a teslim oldu.

Durum bu olduğunda Allah'ı seven bir kimse ona isyan etmezBunun için İbn-i Mübârek, isyan eden hakkında şöyle demiştir:

Allah'a isyan ediyorsun! Oysa O'nu sevdiğini söylüyorsun!

Senin bu yaptığın hayatımla yemin ederim fiiler içerisinde gariptir!

Eğer senin sevgin doğru olsaydı O'na itaat ederdinMuhakkak ki seven sevdiğine mûtidirBu mânâda yine şöyle demiştir:

Canımın istediğini senin istediğin şey için terkediyorum! Sen ne ile razı olursan ben de onunla râzı olurum, nefsim hoşlanmasa bile! Sehl et-Tüsterî dedi ki: 'Sevginin alâmeti, sevileni nefsine tercih etmektirAllah'a itaat eden herkes Allah'ın dostu olmazDost, ancak yasaklardan kaçınan kimsedir'.

Hakîkat Sehl'in dediği gibidirÇünkü Allah'ın muhabbeti, Allah'ın kulu sevmesine vesiledirNitekim Allah şöyle buyurmuştur:

Onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever. (Mâide/54)

Allahü teâlâ ne zaman kulunu severse, onun velisi olurDüşmanlarına karşı ona yardım ederKulun düşmanı ise nefsi ve şehvetleridirBu bakımdan Allahü teâlâ ne onu mağlub eder, ne de onu hevasına ve şehvetlerine havale eder.

Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilirDost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter! (Nisâ/45)

Soru: İsyan muhabbetin esasına zıt düşer mi?

Cevap: İsyan muhabbetin esasına değil, kemâline zıt düşerNice insan vardır ki hasta olduğu halde nefsini sever! Sıhhatli olmayı isterOysa kendisine zarar vereni yerZarar verdiğini bile bile bunu yaparBöyle yapması nefsini sevmediği mânâsına gelmezFakat marifet bazen zayıf olurŞehvet de galebe çalarBöylece sevginin hakkını yerine getirmekten aciz olur.

Buna şu rivâyet delâlet eder: Nuayman bAmr bRifa el-Ensâri içki içip Hazret-i Peygamber'e her getirilişinde had uygulanırdıBir gün yine getirildiHazret-i Peygamber ona had uyguladıBu esnada bir kişi ona lanet okuyarak 'içki içip durmadan Peygamber'in huzuruna getiriliyor' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:

Sakın ona lanet okuma! Muhakkak o, Allah ve Rasûlü'nü sever!43

Görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber, günahtan dolayı onun sevgisini yok saymadıEvet! Günah onu sevginin kemâlinden yoksun bırakırAriflerden biri şöyle demiştir: 'Îman kalbin zâhirinde olursa, şahıs Allah'ı normal bir derecede severKalbin derinliklerine girdi mi beliğ bir sevgi ile Allah'ı sever, günahları terkeder'.

Kısacası; muhabbet davasında tehlike vardırBu nedenle Fudayl bIyâz şöyle demiştir: "Sana 'Allah'ı sever misin?' diye sorulduğunda sükût etZira eğer 'hayır' dersen kâfir olursunEğer 'evet' dersen senin vasfın sevenlerin vasfı değildirBu bakımdan gazaptan sakın!"

Alimlerden biri şöyle demiştir: 'Cennette marifet ve muhabbet ehlinin nimetinden daha yüce bir nimet yoktur! Cehennemde de yapmacık olarak marifet ve muhabbet iddia edenin azabından daha şiddetli bir azap yoktur!' O alâmetlerden biri de Allah'ın zikriyle müstağrak olmaktırÖyle ki kişinin dili ve kalbi zikirden boşalmazBu bakımdan bir şeyi çok seven kimse, zarurî olarak, ondan ve onunla ilgili şeylerden çokça bahsederO halde, Allah sevgisinin alâmeti O'nun zikrini sevmektirO'nun kelâmı olan Kur'ân'ı sevmektirO'nun rasûlünü sevmektir ve Allah'a nisbet edilen herkesi sevmektirÇünkü bir insanı seven onun mahallesinin köpeğini bile severBu bakımdan sevgi arttıkça sevgiliden, sevgilinin etrafına sirayet ederBu ise sevgide ortaklık değildir; zira sevgilinin elçisini onun elçisi olduğu için seven bir kimsenin, onun kelâmını seven bir kimsenin sevgisi mahbubun gayrisine geçmiş sayılmazAksine bu sevgi sevgisinin kemâline delâlet ederAllah sevgisi kimin kalbine galebe çalarsa Allah'ın yarattığıdır diye Allahü teâlâ'nın bütün mahlukâtını severÖyleyse böyle bir kimse Kur'ân'ı, peygamberi, Allah'ın salih kullarını nasıl sevmez? Biz bunun hakikatini uhuvvet ve arkadaşlık bahsinde zikretmiştik!

De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah'da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın! (Âl-i İmrân/31)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Size gıda olarak vermiş olduğu nimetlerinden dolayı Allah'ı sevinizBeni de Allah için seviniz.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir 'Allah'ı seveni seven, ancak Allah'ı sever! Allah'a ikram eden ancak Allah'a ikram eder'.

Bir müridden şöyle hikâye edildi: "İrade yaşında münacâtın tadını tatmıştımGece gündüz Kur'ân okumaya devam ettim. Sonra bana bir gevşeklik yapıştıKur'ân okumayı bıraktımRüyamda bana şöyle haykıran birini gördüm: 'Eğer sen beni seviyorsan neden kitabıma cefa verdin? Kitabımdaki ince itâbımı (serzenişimi) hiç düşünmedin mi?' Bunun üzerine uyandımGördüm ki kalbime Kur'ân'ın muhabbeti yerleştirilmiştirBöylece eski hâlime döndüm".

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Hiçbirinizin nefsine Kur'ân'dan başkasını sorması uygun değildirEğer nefsi Kur'ân'ı seviyorsa, o Allahı seviyor demektirEğer Kur'ân'ı sevmiyorsa Allah'ı da sevmez'.

Sehl şöyle demiştir: 'Allah sevgisinin alâmeti, Kur'ân sevgisidirAllah ve Kur'ân sevgisinin alâmeti, peygamber sevgisidirPeygamber sevgisinin alâmeti, sünnet (hadîs) sevgisidirSünnet sevgisinin alâmeti, âhiret sevgisidirÂhiret sevgisinin alâmeti, dünyadan nefret etmektirDünyadan nefret etmenin alâmeti, ondan sadece kendisini âhirete ulaştıracak kadar bir azık edinmektir'O alâmetlerden biri de tenhada Allah'a olan münacâtlarına ve Allah'ın kitabını okumaya rağbet etmektirBöyle bir kimse teheccüd namazına devam edip gecenin sükûnetini fırsat bilirDünyevî meşgalelerin kesilmesiyle vaktin dürülmesini ganimet sayarSevgi derecelerinin en azı, dost ile başbaşa kalmaktan zevk duymak, onun münacâtından nimetlenmektirBu bakımdan bir kimseye uyku ve boş sözlerle iştigal etmek Allah'ın münacâtından daha hoş gelirse onun sevgisi nasıl sıhhatli olabilir?

İbrahim b. Edhem, dağdan inerken kendisine 'Nereden geldin?' diye sorlunca 'Allah ile ünsiyetten geldim' diye cevap vermiştir.

Hazret-i Dâvud'un (aleyhisselâm) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: 'Sakın kullarımdan birine ünsiyetini verme, muhakkak ki ben kendimden iki kişiyi ayırırım: Vereceğim sevabı geç verilecek sanarak ibadetten ayrılan kişiyi ve beni unutmuş, haline râzı olmuş kişiyi kendimden uzaklaştırırımBunun alâmeti; onu kendi nefsine havale etmemdirOnu dünyada taşkın bir vaziyette bırakmamdır'.

Şahıs ne zaman Allah'ın gayrisiyle ünsiyet peyda ederse, Allah'tan başkasıyla olan ünsiyeti nisbetinde Allah'tan korkar, yine o nisbette Allah muhabbetinden uzaklaşırHazret-i Mûsa siyah köle Berhî'nin yüzü suyu hürmetine Allah'tan yağmur istediOnun kıssasında vârid olmuştur ki Allahü teâlâHazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) 'muhakkak Berhî benim en güzel kulumdurAncak onda bir kusur vardır' dediHazret-i Mûsa 'Yârab! Onun kusuru nedir?' diye sorunca,

Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

Seherlerde esen nesim rüzgârı onun hoşuna giderO rüzgâra gönül kaptırırOysa beni seven bir kimse hiçbir şeye gönül kaptırma malıdır.

Rivâyet ediliyor ki bir âbid uzun seneler bir ormanda Allah'a ibadet ettiBir ara ağacın tepesine yuva yapıp akşamları gelip yuvaya sığınan bir kuşa baktıKalbinden 'İbadetimi, kuşun yuva yaptığı şu ağacın altında yapsam, kuşun sesini dinlesem ne güzel olur' dediBunun üzerine o ağacın altına gittiAllahü teâlâ o zamanın peygamberine vahiy göndererek şöyle dedi: 'Filan âbide de ki: 'Sen bir mahluka ünsiyet verdinMuhakkak senden öyle bir derece alacağım ki ebediyyen amelinden hiçbir şeyle artık o dereceye varamayacaksın!'

Durum böyle olduğu zaman muhabbet'in alâmeti, mahbubun münacâtıyla ünsiyet etmek ve mahbub ile tenhada kaldığında en güzel şekilde nimetlenme ve sevdiği ile arasındaki halveti bulandıran, kendisini münacâtın lezzetinden alıkoyan herşeyden kaçmaktır.

Ünsiyet'in alâmeti; akıl ve idrâkin münacâtın zevkinde müstağrak olmasıdırTıpkı mâşukuna hitab ve mâşuku ile münacât eden bir kimse gibi. . . Bu tür zevk bazılarını öyle bir raddeye getirmiştir ki namaz kılarken evi yandığı halde haberi olmazBazılarının ayağı kendisine isabet eden bir hastalıktan dolayı namaz kılarken kesilir, bundan haberdar olmazSevgi ve ünsiyet kendisine galebe çaldığında halvete çekilmek ve münâcat etmek onun için gözaydınlığı olurOnunla bütün üzüntülerini bertaraf ederÜnsiyet ve sevgi onun kalbini öyle kaplar ki dünya meseleleri birkaç defa tekrar edilmedikçe onlardan hiçbir şey anlamazTıpkı donakalmış aşık gibi. . . Böyle bir aşık diliyle konuşur, fakat kalbi sevgilisinin zikriyle meşguldürBu bakımdan muhib odur ki ancak sevdiği ile mutmain olur.

Onlar inanmışlardır ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışır; iyi bilin ki kalpler ancak Allah'ı anmakla yatışır. (Ra'd/28)

Katâde bu ayetin tefsirinde 'Kalplerin itminanı Allah'ın zikriyle ünsiyet peyda etmeleri demektir' der.

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Kim Allah'ın muhabbetinden zevk alırsa bu zevk onu dünya talebinden meşgul ederBütün insanlardan onu uzak tutar'.

Mutarrıf bEbî Bekr 'Dost, dostunun konuşmasından usanmaz!' dedi.

Allahü teâlâ Hazret-i Davud'a (aleyhisselâm) vahyederek 'Gece olunca uyuyan benim sevgimi iddia etmekte yalancıdırAcaba muhib, habibiyle mülâki olmayı sevmez mi? Ben, beni arayan için varım!'

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yârab! Sen neredesin ki senin yanına gelelim?' Allahü teâlâ 'Sen kasdettiğine muhakkak varırsın!' demiştir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Allah'ı seven bir kimse nefsinden nefret eder!'

Yine şöyle demiştir:

'Kimde şu üç haslet yoksa o muhib değildir:

1Allah'ın kelâmını, halk kelâmına tercih etmek,

2Allah'ın mülâkatını, halkın mülâkatına tercih etmek,

3Allah'ın ibadetini, halkın hizmetine tercih etmek!'

O alâmetlerden biri de Allah'tan başka elden kaçırdığı hiçbir şey için esef etmemesidirTeessüfünün ibadet ve zikirsiz geçirdiği zamanlar için olmasıdırBu bakımdan arada sırada meydana gelen gafletler için de nefsini kınamak ve tevbe etmek suretiyle çokça dönüş yapmalıdırAriflerden biri şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır ki Allah'ı sevmiş ve O'na ünsiyet vermişlerdirBöylece elden kaçırdıkları şeyler için gam yemek onlardan giderilmiştirOnlar nefislerinin zevkiyle meşgul değildirler; zira onların sultanının (Allah'ın) mülkü geniştirO Sultan ne dilerse o olurBu bakımdan onlar için ne takdir edilmişse o onların eline gelirOnların elinden kaçan ise o Sultanın onlar için takdir buyurduğu tedbirledir'.

Muhibbin yapması gereken şey gafletinden kurtulduğunda mahbubuna yönelmektirNefsini kınamakla meşgul olmak, rabbinden şöyle dilemesidir: 'Ey rabbim! Hangi günah ile lütfunu benden kestin? Beni huzurundan uzaklaştırdın? Nefsimle ve şeytanın arkasına düşmekle beni meşgul ettin?'

Nefsini böyle bu kınamak onda berrak bir zikir ve incelmiş bir kalp meydana getirir ki daha önceki gafletinin kefareti olurOnun düşüşü, zikrinin ve kalp temizliğinin yenilenmesine sebep olur.

Muhib, mahbubdan başkasını görmeyince ve her gördüğünü ondan görünce üzülmez, şikayet etmez ve herşeyi rıza ile kucaklar ve bilir ki mahbub, kendisi için faydalı olanı takdir etmiştirDerhal Allahü teâlâ'nın şu ayetini hatırlar:

Gerçi hoşunuza gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı) Bizden hoşlanmadığınız birşey hakkınızda iyi olabilir. (Bakara/216)

O alâmetlerden biri de ibadetle nimetlenmesi, ibadeti ağır saymaması ve ibadetten gelen yorgunluğunun gitmesidir.

Biri şöyle demiştir: 'Yirmi sene gecenin acısını çektim. Sonra yirmi sene ondan nimetlendim'.

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'muhibbin alâmeti canlılığın devamıdırİstek ile ibadete koyulan bir kimsenin kalbi değil bedeni fersûde olur!'

Bazıları şöyle demiştir: 'Sevgi üzerindeki çalışmaya gevşeklik karışmaz!'

Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim, Allah'ın dostu olan bir kimse büyük vesilelere konsa bile Allah'ın ibadetinden usanmaz'.

İşte bu ve buna benzer şeyler müşahedelerde mevcuttur; zira aşık, mâşukunun isteğine koşmayı ağır görmez! Onun hizmetini bedenine ağır gelse bile kalben lezzetli bulurOnun bedeni her ne kadar aciz düşse de, onun nezdinde en sevimli şey bedeni tekrar kuvvetlendirmek, ondan aczi Allah'a ibadetle meşgul olması için gidermektirİşte Allah sevgisi böyle olur; zira sevgi hâkim olduğu zaman, şüphesiz altındaki şeyi istila ederBu bakımdan mahbubu, tembellikten kendisine daha sevimli gelen bir kimse, o mahbubun hizmetinde tembelliği bırakırMaldan daha sevimli ise onun sevgisi uğruna malı bırakırMuhiblerden biri malını vere vere kendisine hiçbir şey bırakmayınca, kendisine şöyle denildi:

- Senin muhabbetteki bu halinin sebebi nedir?

- Bir gün bir muhib gördümMahbubu ile başbaşa kalmış şöyle diyordu: 'Allah'a yemin ederim ben, kalbimin tamamıyla seni seviyorum! Oysa sen yüzünün tamamıyla benden yüz çeviriyorsun'Mahbub ona 'Eğer beni seviyorsan bana ne infak ediyorsun?' dedicevap olarak dedi ki: 'Ey efendim! Mülkümde olan her şeyi sana mülk edeceğim. Sonra senin için, helâk oluncaya kadar, ruhumu sana infak edeceğim'. Sonra ben kendi kendime dedim ki: 'Bu bir mahluktur, bir mahluka böyle hitap ediyorBu bir kölenin kölesidirAcaba bütün bunların sebebi olan bir ilahın kölesi nasıl olmalıdır?

O alâmetlerden biri de bütün kullara şefkatli olmasıdırOnlara merhamet etmesi, Allah'ın düşmanlarına karşı şiddetli olması, Allah'ın hoşuna gitmeyen şeylerden birini yapandan nefret etmesidir.

Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. (Fetih/29)

Ona hiçbir kınayıcının kınaması tesir etmezAllah için öfkelenmekten hiçbir mâni onu çevirmezAllahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de velî kullarını bununla vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Öyle kimselerdir ki çocuğun bir şeyle mükellef kılındığı gibi benim sevgimle mükellef olmuşlardırNesir denilen kuşun yuvasına döndüğü gibi onlar benim zikrime dönerlerKaplanın kışkırtıldığı zaman öfkelendiği gibi onlar da benim haram kıldıklarım yapıldığında öfkelenirler; zira böyle bir kimse insanların çok veya az olmalarına perva etmez!

Bu bakımdan şu misale dikkat et: Çünkü çocuk, herhangi birşeyle mükellef kılındığı zaman, asla ondan ayrılmazO şey çocuğun elinden alındı mı çocuğun işi ancak ağlamak, o şey geri gelinceye kadar bağırmaktırEğer uyursa elbiselerinin arasında onunla beraberi uyurUyandığında geri dönüp ona yapışırOndan ayrılınca ağlarOnu her buldukça gülerO şey hususunda kendisiyle mücadele edenden nefret ederOnu kendisine vereni çocuk severKaplana gelince, o öfkelendiğinde nefsine hâkim olamazBazen nefsini helâk edecek kadar öfkesi kabarırİşte bunlar muhabbetin alâmetleridir, kimde bu alâmetler tamam olursa onda muhabbet tam ve berraktırÂhirette onun içkisi berrak ve tatlıdırKim Allah'ın sevgisine başkasının muhabbetini katarsa âhirette sevgisi nisbetinde nimetlenir; zira onun içkisine mukarreblerin içkisinden bir miktar katılırNitekim Allahü teâlâ ebrar hakkında şöyle buyurmuştur:

İyiler nimet içindedirler. (İnfitâr/13)

Onlara mühürlü, saf bir şaraptan içirilir ki sonu misktirİşte yarışanlar bunun için yarışsınlarKarışımı tesnîmdendirBir çeşme ki (Allah'a) yaklaştırılanlar ondan içerler. (Mutaffifîn/25-28)

Ebrarın şarabı mukarreblerin katıksız şarabı ona katıldığı için hoş olduAyetteki şarab, cennetlerin tüm nimetlerinden ibarettirNitekim (Kur'ân) , bütün amelleri bununla ifade buyurmuştur.

Hayır! İyilerin yazısı illiyyîn'dedir. (Mutaffifîn/18)

(Allah'a) yaklaştırılmış olanlar onu görürler. (Mutaffifîn/21)

Onların kitabının yüceliğinin alâmeti, mukarreblerin onu müşahede edecek kadar yükselmesidirNasıl ki ebrar, mukarreblere yaklaşmak suretiyle, hâl ve marifetlerinde artış hissederler, onları müşahede etmekle gelişirlerse, tıpkı âhiretteki halleri de böyle olacaktır:

Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokmân/28)

İlk yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz. (Enbiyâ/104)

Yaptıklarına uygun bir ceza olarak. . . (Nebe/26)

Yani ceza, onların amellerine uygun olurBu bakımdan hâlis amel, katıksız şarap ile, karışık amel de saf olmayan şarap ile karşılanırHer şarabın katığı, şahsın sevgi ve amellerindeki saflık nisbetindedir:

Artık kim zerre miktarı bir hayır yapmışsa onun mükafatını görür ve kim zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür. (Zilzâl/7-8)

Bir kavim kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez,

Allah zerre kadar haksızlık etmezEğer zerre kadar bir iyilik olursa onu kat kat artırırAyrıca kendi katından büyük bir mükafat verir. (Nisâ/40)

(İnsanın yaptığı amel) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu tartıya koyarızHesap gören olarak biz kâfiyiz! (Enbiyâ/47)

Bu bakımdan dünyadaki sevgisi cennet nimeti, elâ gözlü hûrî ve cennet köşkleri için olan kimse cennette dilediği şekilde kendisine yer yapması, cennet vildanlarıyla oynaması, kadınlarından faydalanması için cennete girme imkânına sahip olurİşte orada âhiretteki lezzeti sona erer; zira İnsan oğluna ancak muhabbet hususunda nefsinin isteği olan şeyler verilirMaksadı evin sahibi ve mülkün mâliki olan ve o mâlikin ihlâslı ve doğru sevgisi kalbine galebe çalan bir kimse ise, kudret sahibi bir sultanın katında, rıza gösterilen bir yerde misafir edilirBu bakımdan ebrar, cennet bahçelerinde dolaşırlarCennetlerde elâ gözlü huriler ve vildanlarla nimetlenirlerMukarrebler ise, Allah'ın huzurundan ayrılmazGözleriyle daima O'na bakarlarO huzurun bir zerresine nisbeten cennetin bütün nimetlerini hakir sayarlarBazı gruplar, işkembesi ve tenasül uzvunun şehvetiyle meşguldürBazı gruplar da sohbetle meşguldür.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Cennet ehlinin çoğu saflardırİlliyyîn ise akıl sahiplerinindir.

Zihinler illiyyîn'in mânâsını idrâk etmekten âciz olduklarından Allahü teâlâ illiyyîn hakkında şöyle buyurdu:

İlliyyîn'in ne olduğunu sana bildiren nedir? (Mutaffifîn/19)

(Başlara) çarpan, (yürekleri hoplatan) hadise! Nedir o çarpan hâdise? O çarpan hâdisenin ne olduğunu sen nereden bileceksin? (Kâria/ 1-3)

O alâmetlerden biri de sevgisinde korkak, Allah'ın heybet ve azameti karşısında küçülmektirBazen zannedilir ki korku, sevginin zıddıdırOysa hiç de öyle değildirAzametin idrâki heybeti gerektirirNitekim cemâli idrâk etmenin sevgiyi gerektirdiği gibi. . . Muhiblerin muhabbet makamında özel korkuları vardır ki başkası için o korku sözkonusu değildirOnların korkularının bazısı diğerinden daha şiddetlidirO korkuların ilki Allah'ın yüz çevirmesinden (iltifat etmemesinden) korkmaktırHicabın korkusu bundan daha şiddetlidirUzaklaştırmanın korkusu ise ondan da şiddetlidirHûd suresinde olan bu mânâ muhiblerin efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa'yı (sallâllahü aleyhi ve sellem) ihtiyarlatmıştır.

İyi biliniz ki Semûd (kavmi) nasıl uzaklaşıp gittiyse Medyen halkı da öyle uzaklaşıp gitti. (Hûd/95)

Uzaklaşmanın heybeti ve korkusu ancak yakınlığa alışmış yakınlığın tadını tatmış bir kimsenin kalbinde büyürBu bakımdan uzaklaştırılanlardan bahsedilince, bu Allah'a yakın olanları ihtiyarlatırYakınlığa ancak uzaklığa alışan bir kimse iştiyak duymaz! Uzaklık korkusundan ancak yakınlık sergisine konmak imkânını bulamayan bir kimse ağlamaz! Sonra (bundan daha şiddetlisi) huzurunda durmanın ve fazla bırakılmamanın korkusudur! Zira biz daha önce yakınlaşmanın dereceleri sonsuzdur demiştikKulun yapması gereken şey, her nefeste biraz daha yaklaşmak için var kuvvetiyle çalışmaktır.

Benim de kalbimin üzeri paslanırHatta, yetmiş defa Allah'tan af talep ederim45

Hazret-i Peygamber'in af talep etmesi, ancak ilk adımdandırÇünkü ilk adım, ikincisine nisbeten uzaklıktırBu da sâlikler için yolda vâki olan gevşeklik ve sevgiliden başkasına iltifat ettiği için bir cezadır.

Kudsî haberlerde rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Alim kişi dünyayı benim taatime tercih ettiğinde ona vereceğim en az ceza, ondan münacâtımın zevkini almaktır'.

Şehvet sebebiyle fazla nimeti selbetmek, halk tabakasına verilen bir cezadırHavassa gelince, onları sadece ucub ve beliren lütfun başlangıçlarına meyletmek, fazla nimetten mahrum ederKendisinden ancak ayakları marifet zemininde yerleşmiş kimselerin sakınabildiği gizli mekr budur. Sonra (ondan daha şiddetlisi) , telâfi edilmeyenin korkusudur.

İbrahim b. Edhem, seyahatte iken dağın tepesinde birinin şu şiiri okuduğunu duydu: 'Senden gelen herşey bağışlanırAncak bizden yüz çevirmen hariç! Fevt olunanı sana hibe ettik! Bizden fevt olunan kaldı'Bunun üzerine İbrahim tirtir titreyip düştü ve bayıldıBir gün bir gece ayılmadıOnda birçok haller meydana geldi. Sonra dedi ki: "Dağdan bir ses işittim: 'Ey İbrahim! Kul ol' (diyordu) Bunun üzerine kul olup rahata kavuştum".

Bir öncekinden daha şiddetlisi, aşktan mahrum olmak veya bir derecesine kanaat etmek korkusudur; zira muhib için daha şevk ve amansız bir talep gerekirAşık bir kimse daha fazla istemekten hiçbir zaman gevşemezO ancak yeni bir lütuf ile teseli bulurEğer mahbubun yerine başka bir şey ile teselli olursa onun bu teselli oluşu duraklamasının veya dönüşünün sebebi olurTeselli olmak, onun haberi olmaksızın, kalbine girerNitekim haberi olmadığı halde sevginin kalbine girmesi gibi. . . Muhakkak ki bu değişikliklerin gizli ve semavî sebepleri vardırO sebepleri çözmek insanın kudreti dahilinde değildirAllahü teâlâ bir insanı aldatmak istediğinde ondaki 'Başkasıyla kanaat etme' özelliğini gizler.

Dolayısıyla o ümitle başbaşa kalırGüzel bakışla veya gafletin galebe çalmasıyla veya heva-i nefisle veya unutkanlıkla aldanırOysa bütün bunlar şeytanın ordularıdırÖyle ordular ki meleklerin ilim, akıl, zikir ve beyandan müteşekkil ordularına galebe çalarlar!

Allahü teâlâ'nın vasıflarından lütuf, rahmet ve hikmet gibi bir kısmının sevginin heyecanını gerektirdiği gibi, ceberrût, izzet ve istiğna vasıfları gibi bir kısmı da vardır ki görünür, dolayısıyla başkasıyla kanaat etmeye sevkederBaşkasıyla kanaat etmekse mekr'in, şekavet ve mahrumiyetin başlangıcıdır. Sonra bütün bunlardan daha şiddetlisi kalbin Allah'ın sevgisinden, başkasının sevgisine intikal etmesiyle Allah'ı başkasıyla değiştirme korkusu gelirBu da makt'ın ta kendisidirAllah'ın yerine başkasıyla kanaat etmesi; bu durumun başlangıcıdırAllah'tan yüz çevirmek, O'nun cemâlinden perdelenmek, başkasıyla kanaat etmenin başlangıcıdırİyilik yapmak hususunda göğsün daralması, zikrin devamında inkıbaza uğraması, virdlerdeki vazifelerini yapmakta usanması, bunun sebep ve başlangıcıdırBu sebeplerin belirmesi sevgi bakımından makd makamına nakledilmenin delilidirBunlardan korkmak, bunlardan doğru bir murakabe ile sakınmak, doğru sevginin delilidir; zira bir şeyi seven bir kimse, şüphesiz ki onun yok olmasından korkarÖyleyse muhib bir kimse mahbubunun yok olması mümkün olan şeylerden olduğunu bildiğinde korkudan emin olmaz.

Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Kim korku olmaksızın, katıksız muhabbetle Allah'a kulluk yaparsa o, nimetlerin kendisi için yayılmasıyla ve naz etmekle helâk olurKim Allah'a, muhabbeti olmaksızın (sadece) korku ile kulluk yaparsa o, uzaklık ve ürkmekle Allah'tan ayrılırKim muhabbet ve korku ile Allah'a kulluk yaparsa Allah onu sever ve kendine yaklaştırırMütemekkin kılar ve öğretir'.

Bu bakımdan muhib bir kimse korkudan kurtulamazKorkan bir kimse muhabbetten uzak değildirFakat alabildiğine muhabbet denizine dalacak kadar muhabbetin kendisine galebe çaldığı bir kimsenin korkusundan kendisinde birazcık varsa o muhabbet makamındadır ve muhiblerden sayılırKorkusunun katıştığı muhabbet, sarhoşluğunun azını teskin ederEğer sevgi galebe çalarsa, marifet istilâ ederse, buna tahammül etmeye beşerin tâkati kalmazBu bakımdan bunu normale ancak korku çevirirKalbe vuruşunu hafifletir.

Nitekim bazı haberlerde rivâyet edildi ki sıddîkların birine ebdaldan biri şöyle ricada bulundu: Allahü teâlâ'ya bana marifetten bir zerre vermesi için rica et'Sıddîk da Allah'tan bunu dilediBunun üzerine ebdaldan olan zat dağlara düştüAklı dehşet içerisinde kaldıKalbi muzdarip oldu. Yedi gün gözlerini semaya dikti, yemedi, içmediBunun üzerine sıddîk rabbinden, onun için dilekte bulunarak şöyle dedi: 'Yârab! O marifetin zerresinden bir miktarını kaldır'.

Bunun üzerine, Allahü teâlâ, sıddîka şöyle ilham etti: 'Biz ona marifetin bir zerresinin yüz bin parçasından bir parçasını verdik! Bunun sebebi de şudur: Yüz bin kul, bu kulumun istediği anda, benden muhabbetten birşey istedilerOnların dualarını kabul etmeyi, sen şu ebdal için benim nezdimde şefaatta bulununcaya kadar geciktirdimSenin dileğini kabul ettiğimde onlara da şu ebdala verdiğim kadarını verdimBöylece marifetin bir zerresini yüz bin kulum arasında taksim ettimİşte ona isabet eden bu yüz bin parçadan biridir!'

Bunun üzerine sıddîk hayret ederek şöyle haykırdı: 'Ey hâkimlerin hâkimi! Sen ortaktan münezzehsinOna verdiğin o parçadan da eksilt! (Çünkü onun buna da tahammülü yoktur) 'Bu dilek üzerine Allahü teâlâ ondan o parçanın bir kısmını giderdiBöylece onun yanında bir zerresinin yüz bin cüzünden bir cüzünün on bin parçasından bin parçasını bıraktıBunun üzerine onun korkusu, sevgi ve ümidi normale döndüSükûnet bulduDiğer ârifler gibi oldu.

Arifin hâli hakkında şair şöyle demiştir: 'Vecdi yakındırİnsanların hür ve kölelerinden uzak hedefe, garip vasıflı ve garip ilme sahiptir, onun kalbi kuvvetli demir gibidirMânâları gözlerle görülmekten yüceldiAncak hazır bir kimseye görünürBayramlar belli vakitlerde olur. (Oysa) onun için her gün bayramdırAhbablar için uzak aralıklı sevinçler vardır, fakat onun sevinci uzak tanımaz'.

Cüneyd-i Bağdadî birkaç beyit okuyarak âriflerin sırlarına işaret ettiHer ne kadar bunu belirtmek caiz değilse de. . . Onlar şu beyitlerdi: 'Bazı insanları kalpleri gayb'ta yürüttüDolayısıyla onlar nimet veren cömerdin yakınma kondularAllah'ın yakınında bir meydana, onun kudsünün gölgesine (kondular) O meydanda onların ruhları cevelân eder, yer değiştirirOnların o meydana varışları izzet ve akıl iledirOradan çıkışları ise, bundan daha kâmil olanadırO'nun sıfatlarından tek olan izzetle O'na giderlerTevhîd'in hüllelerinde yürürlerBundan sonra da sıfatların daha incesi vardırOnun nezdinde ketmedilmesi daha evlâ ve daha adaletli olan vardırOna olan ilminden onu koruyanı ketmedeceğimOndan verilmesi doğru olanı vereceğimOndan Allah'ın kullarına haklarını vereceğimOndan menedilmesi gerekenleri menedeceğimBütün bunlara ilaveten Rahman'ın bir sırrı vardırOnu ehli için gizli bir yerde korurOnu korumak daha güzeldir'.

Kendisine işaret edilen bu marifetlerin emsaline halkın müdahalesi ve iştirak etmesi caiz değildirBu marifetlerden birşey bir kimseye keşfolunursa, başkasına belirtmesi caiz değildirEğer bütün insanlar burada iştirak ederlerse, dünya harap olurBu bakımdan hikmet; dünyanın imarı için gafletin şümulünü gerektirirHatta bütün insanlar kırk gün helâl yerlerse, dünyada zâhidlik edeceklerinden dolayı dünya harap olurPazarlar ve maişetler iptal olurEğer âlimler helâl yeseler, nefisleriyle meşgul olup dilleri durur, ilimleri yaymaktan çekinirlerFakat zâhirde şer görünen bir şeyde Allah'ın birçok sır ve hikmetleri vardırNitekim hayırda da onun sır ve hikmetleri olduğu gibi. . . Hikmetinin sonu yoktur, kudretinin sonunun olmadığı gibi. . .

O alâmetlerden biri de sevgiyi terketmek, iddialardan sakınmak, mahbubun tâzim, iclâl, heybet ve sırrını gizleme gayreti için muhabbet ve vecdi göstermekten kaçınmaktırZira sevgi, dostun sırlarından bir sırdır ve hem de iddialara mânânın hududunu aşan ve mânâdan fazla olan şeyler girerBu ise iftiradırÂhirette bunun cezası pek büyürBöyle bir kimsenin belâsı dünyada acelece verilirEvet! Bazen muhibbin sevgisinde bir sarhoşluğu olur ve dehşete kapılırDurumları sarsılırBöylece sevgi onun üzerinde belirirEğer bu yapmacık ve kendi kazancının eseri değilse, burada mazurdurÇünkü sevgiye mağlup olmuşturÇoğu kez sevginin ateşi buram buram yanarOnu zaptedemezBazen de kalp sevgi ile fezeyan ederFezeyanının önüne geçemezBu bakımdan gizlemeye kudreti olan kimse der ki: Dediler yakındır! Dedim ki: Güneş ışığı odamda olsa bile onun yakınlığını neyleyeyim! O'ndan benim kalbime gelen ve sevgi ateşini kabartan bir anmadan başka ne faydam vardır? Oysa şevk benim göğsümdedir.

Bu sırrı gizlemekten aciz olan bir kimse ise der ki: GizlenirFakat gözyaşı onun esrarını açığa vururOna olan vecdi, alınan nefes belirtir.

Yine şöyle der:

O kimse ki ki onun kalbi başkasıyla beraberdir, onun hali nice olur?

O kimse ki onun sırrı göz pınarındadırO nasıl sırrını gizleyebilir?

Âriflerden biri şöyle demiştir: İnsanların Allah'tan en uzağı, Allah'a çokça işaret yapanıdır'.

Sanki bu kimse herşeyde Allah ile târiz eden ve herkesin nezdinde O'nu anmak için yapmacık harekette bulunan bir kimseyi kasdetmiştirBöyle bir kimseden muhibler ve Allah'ı bilen âlimler nefret eder.

Zünnûn-i Mısrî bir arkadaşının yanına girdiO zat muhabbetten bahsediyorduZünnûn onun bir belâ ile mübtela olduğunu görünce şöyle dedi: 'O'ndarı gelen bir zararın elemini hisseden bir kimse O'nu sevemez!' Kişi cevap olarak dedi ki: Fakat ben şöyle diyorum: 'O'nun zararıyla nimetlenmeyen bir kimse O'nu sevemez!' Buna karşılık olarak Zünnûn Takat ben de nefsini onun sevgisiyle teşhir eden onu sevmez derim' deyince, kişi, estağfirullah (Allahtan af talep ediyorum) ve ona tevbe ediyorum' dedi.

Soru: Sevgi, makamların zirvesidirOnu izhar etmek hayri izhar etmektirBu bakımdan onu izhar etmek neden iyi görülmesin?

Cevap: Sevgi güzeldirOnu belirtmek de güzeldir! Kötü olan, onunla kendini belirtmektirÇünkü buraya iddia ve büyüklük taslama girerMuhibbin hakkı; gizli sevgisinin temeli üzerinde sözlerini değil fililerini ve hallerini tamamlamaktır.

Uygun olan odur ki sevgisini izhar etmek kastı olmaksızın sevgisi kendiliğinden açığa çıksınSevgisini belirtmeye kastı olmadıği gibi sevgiye delâlet eden fiiline de kastı olmamalıdırEn uygun olan şudur: Muhibbin kastı, sadece dostunu muhabbetine muttali kılmaktırBaşkasını sevgisine muttali kılmak için birşey söylerse, bu sevgide şirk koşmaktır ve zarar verir.

Nitekim İncil'de şöyle vârid olmuştur: 'Sadaka verdiğinde öyle bir şekilde ver ki sol elin sağ elinin yaptığını bilmesin! Gizlileri gören Allah açık olarak seni mükafatlandıracaktırOruç tuttuğunda yüzünü yıka! Saçlarını yağla ki orucunu rabbinden başkası bilmesin!'46

Bu bakımdan söz ve fiilin izharı tüm olarak kötüdürAncak muhabbet sarhoşluğu galebe çalıp dil kendiliğinden konuşursa, azalar titrerse bu takdirde sahibi kınanmaz.

Hikâye ediliyor ki bir kişi mecnunların birinden cahilce bir hareket gördü ve bunu Mâruf-u Kerhî'ye haber verince Mâruf-i Kerhî tebessüm ederek şöyle dedi: 'Ey kardeşim! Onun küçük, büyük, akıllı, deli muhibleri vardırİşte bu gördüğün kimse o muhiblerin delilerindendir!'

Mekruh olanlardan biri de sevgi ile gösteriş yapmaktırBu sebeple eğer muhib ârif ise, meleklerin daimî sevgilerindeki hallerini ve gevşemeden, isyan etmeden gece gündüz Allah'ı tesbih ettiklerini ve Allah'ın emrini yapmaktaki şevklerini biliyorsa, muhakkak muhabbetini izhar etmez ve kendisinin muhabbetinin Allah'ın diğer muhiblerinin muhabbetinden daha eksik olduğunu bilir.

Muhiblerden ve ehl-i keşiften olan biri şöyle demiştir: 'Kalp ve azalarımla otuz sene Allah'a var kuvvetimle kulluk yaptımHatta Allah katında benim bir kıymetim olduğunu zannettim'. Sonra, göklerin alâmetlerinden keşfolunan birkaç şeyi uzun bir hikâye içinde anlattıO kıssanın sonunda dedi ki: "Ben Allahü teâlâ'nın bütün yarattıkları kadar olan bir melek safına vardımOnlara 'Siz kimsiniz? diye sordumOnlar dediler ki: 'Biz Allah'ın muhibleriyizŞurada üç yüz bin seneden beri O'na ibadet ediyoruzBuna rağmen hiç birimizin kalbine O'ndan başkası gelmiş değildir ve O'ndan gayrisini anmadık!' Kişi diyor ki: Bu söz üzerine amellerimden utandım ve amellerimi cehennem azabına müstehak olan kimseye, azabı hafifletilsin diye hibe ettim!"

Öyleyse nefsini ve rabbini bilen ve rabbinden gereği gibi utanan bir kimsenin dili iddialardan uzak olurEvet! O'nun sevgisine hareketleri, sekeneleri, atılganlık ve geri çekilmesi ve mütereddid olması şahidlik eder.

Cüneyd-i Bağdadî'den şöyle hikâye edilmiştirHocamız Sırrî es-Sekatî hastalandıHastalığının ilâcını bir türlü bilemedik ve hastalığının sebebini de çözemedikBunun üzerine bize hâzık bir doktor tavsiye edildiHocamızın idrarından bir şişe alıp doktora gösterdikDoktor uzun uzun o idrarı tedkik ettikten sonra bana 'Bu idrarın aşık bir kimsenin idrarı olduğunu görüyorum!' dediBunun üzerine bir çığlık attım ve düşüp bayıldımİdrar şişesi de elimden düştü. Sonra dönüp Sırrî es-Sekâtî'ye durumu anlattımTebessüm ederek şöyle dedi: 'Allah müstehakını versin ne de hâzık bir doktor imiş!' Dedim ki: 'Ey üstad! Sevgi insanın bevlinden de belli olur mu?' 'Evet !' dedi.

Sirrî es-Sekatî bir defasında 'Eğer istesem, derimin kemiğime yapışıp kuruması ve cismimin çekilmesi O'nun sevgisinden olmuştur diyebilirim' dedi. Sonra düşüp bayıldıBayılması delâlet eder ki Sırrî bu durumu vecdin galebe çaldığı ve baygınlığın başlangıcında söylemiştirİşte bunlar muhabbetin alâmet ve meyvelerinin esas noktalarıdır.

O alâmetlerden biri de ileride geleceği gibi ünsiyet ve rıza dırKısacası; dinin güzel saydığı bütün ahlâklar ve iyilikler sevginin semeresidirSevginin meyvesi olmayan birşey, hevâ-i nefsin arkasından gitmektir ve ahlâkların düşüklerindendirAllahü teâlâ bazen kuluna ihsan ettiğinden dolayı kulu tarafından sevilirBazen de kul sadece O'nu celâlinden ve cemâlinden ötürü kula o anda bir ihsanı olmasa bile sever, velev ki kula o anda herhangi bir ihsanı yoksa bile. . . Muhibler de bu iki kısımdan hariç değildirler.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İnsanlar Allah muhabbeti hakkında genel ve özel olarak ikiye ayrılırlarGenel olanlar o muhabbeti, Allah'ın ihsanının devamlılığında ve nimetlerinin çokluğunda temin ettikleri marifetle elde etmişlerdirOnlar O'nu râzı etmekten kendilerini tutamamışlardırAncak şu kadar vardır ki onların muhabbeti nimet ve ihsanın nisbetinde azalır ve çoğalırHavassa gelince onlar muhabbeti kudret, ilim, hikmet ve mutlak saltanatın büyüklüğünden ötürü elde etmişlerdirOnlar Allahü teâlâ'nın kâmil sıfatlarını, en güzel isimlerini tanıdıklarında O'nu sevmemek artık onların elinden gelmez; zira Allah bu kâmil sıfatlardan dolayı onların katında muhabbete müstehak olurÇünkü onlar muhabbetin ehlidirEğer Allahü teâlâ onlardan bütün nimetlerini alsa bile yine de O'nu severler'.

Evet! İnsanlardan bir kısmı vardır ki hevâ-i nefsini ve Allah'ın düşmanı İblis'i severBuna rağmen cehâletlerinden ötürü kendilerini kandırarak Allah'ın muhibbi olduklarını zannederlerİşte bu kimse öyle bir kimsedir ki onda bu saydığımız alâmetler yokturMünafıklıktan, riyakârlık ve gösterişten dolayı o alâmetlere bürünürOysa gayreti dünyanın peşin verilen nasibi içindirO kötü âlimler, kötü kurralar gibi olduğunun hilâfını gösterirİşte bunlar yeryüzünde Allah'ın buğzettiği kimselerin ta kendileridir.

Sehl bir insanla konuştuğunda ona 'ey dost!' diye hitap ederdiSehl'e 'Ey dost diye hitab ettiğin kişi bazen senin gerçek dostun değildirSen ona nasıl böyle dersin?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: "Söyleyenin kulağında bir sır vardır! Kendisine 'ey dost' diye hitap ettiğim kişi, ya Mü'min, ya münâfıktırEğer Mü'min ise, o Allah'ın dostudurEğer münâfık ise, o şeytanın dostudur".

Ebû Turab eni-Nahşubî, muhabbetin alâmetleri hakkında şu beyitleri söylemiştir: 'Sakın zillet gösterme! Zira habibin delilleri vardırHabibin yanında habibinin hediyelerinden vesileler vardırO delillerden biri habibinden gelen belanın acısıyla nimetlenmektirHabibinin her yaptığına sevinmektirHabibin vermemesi, (onun katında) makbul bir atiyyedirFakirlik bir ikram ve acelece verilen bir ihsandırTenkidçi ne kadar ısrar ederse habibine itaate azimli olmak delillerindendirKalbinde habibten gelen ızdıraplar dopdolu olduğu halde onu mütebessim olarak görmen delillerdendirNezdinde dilencinin nasip aldığı bir zatın konuşmasını anlayışla karşılamasını görmen de delillerdendirDelillerden biri de zahmetlere katlandığını, her söylenenden korunduğunu görmendir.

Yahya b, Muaz şu şiiri okumuştur: 'Onu sahillerin kenarlarında, iki beze bürünerek görmen, delillerdendirTenkidçisi olmadığı halde karanlığın içinde üzüntü ve ağlayışı delillerdendirOnun cihada doğru ve her güzel fiile doğru koştuğunu görmen de delillerdendirGeçici nimet ve zillet evinden her görünen şey hakkında zâhidliği de delillerdendirDelillerden biri de mevlâsı kendisini kötü fiiller üzerinde gördüğünden dolayı onu ağlarken bulmandırDelillerden biri de onun bütün işlerini âdil olan Sultana teslim ettiğini görmendirDelillerden biri de Sultanın hükmüne razı olduğunu görmendirDelillerden biri de kalbi matemli kadının kalbi gibi üzüntülü olduğu halde onun insanlar arasında gülmesidir'.

40) Müslim, Buhârî

41) Ebû Nuaym, Hilye

42) Adı Ebû Yakub b. Yahya el-Mısrî'dir. Bu zat İmâm-ı Şâfiî'nin arkadaşı ve kendisinden sonraki halifesidir. H. 231'de Kur'ân'ın mahlûk olmadığını savunduğundan dolayı Bağdad'da zincirle bağlı iken vefat etmiştir.

43) Buhârî

44) Bu sadece Abdülazîz b. Ebî Revvad'ın rüyasında vâki olan bir hadîstir, Bu zat der ki: "Hazret-i Peygamber'i rüyada gördüm ve dedim ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!' O da bana bunu emretti". Beyhakî, Zühd.

45) Müslim, (Ahmed b. Humeyd'den) , Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hıbbân

(Irâkî) Deylemî de merfû olarak zayıf bir senedle rivâyet etmiştir ve bu rivâyet rüya hadîsi değildir. (Bkz. İthâfu's-Saâde)

46) İmâm-ı Ahmed, Zühd

14.Allah ile Ünsiyet'in Mânâsı

Biz ünsiyet'in, korku ve şevk'in muhabbet eserlerinden olduğunu zikrettik. Ancak bunlar değişik eserlerdir. Muhibbin bakışı ve kendisinde galip bulunan şeyden ötürü değişir. Bu bakımdan muhib gayb perdelerinin arkasında cemâlin müntehasına muttali olmak hâli galebe çaldığında, celâlin künhüne muttali olmaktan kusurlu olduğunu sezdiğinde, kalp talebe yönelir ve onun için kıpırdanır ve ona koşar. Bu hale şevk adı verilir.

Bu şevk ancak gaib bir şeye izafetendir. Kişinin üzerine mahbuba yaklaşmaktan ötürü sevinmek, keşften hâsıl olan şey ile huzurun müşahedesi galebe çalmış, bakışı da görünen ve hazır bulunan cemâli mütalaa etmenin üzerine teksif edilmiş ise ve görmediğine iltifat etmiyorsa, kalp düşündüğüyle müjdelenir ve onun müjdelenmesine ünsiyet adı verilir. Eğer izzet, istiğna ve pervasızlık sıfatlarına bakarsa, kalmak ve uzaklaşmak imkânı kalbe gelirse kalp bundan elem duyar. Kalbin bu elemine havf (korku) adı verilir. Bu haller, bu düşüncelerin sebeplerine tâbidir.

Bu bakımdan ünsiyetin mânâsı, kalbin cemâli mütalaa etmekle müjdelenmesi demektir. Öyle müjdelenir ki bu seziş galebe çaldığında ve kalp kendisinden gaib olanın ve ileride gelip yakasına yapışacak olan zeval tehlikesinin düşüncesinden tecerrüd ettiğinde nimet ve lezzeti oldukça büyür.

İşte bu noktada bazıları düşünmüştür. Nitekim kendisine 'Sen müştak mısın?' diye sorulan 'Hayır! Şevk ancak gaib olan bir şeye karşıdır. Gaib olan hazıra ise kişi niçin müştak olsun?' diye cevap vermiştir. Bu elde ettiği makamın sevgisinde müstağrak, imkân dahilinde kalan diğer lütûfların meziyetlerine iltifat etmeyen bir kimsenin konuşmasıdır. Ünsiyet hali her kime galebe çalarsa onun isteği tek başına bulunmak ve halvete çekilmek olur.

Şöyle hikâye ediliyor: İbrahim b. Edhem dağdan inip gelince kendisine 'Nerden geliyorsun?' diye soruldu. Cevap olarak 'Allah ile ünsiyetten geliyorum!' dedi.

İbrahim b. Edhem'in bu sözü şu hikmete binaendir: Allah ile ünsiyet, Allah'ın gayrisinden tevahhuş etmeyi, hayrete mâni olan her şeyden kaçmayı ve nefret etmeyi gerektirir. Bu bakımdan ünsiyet, kalp üzerindeki şeylerin en ağırıdır.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm) rabbi ile konuştuğunda bir müddet herhangi bir insandan bir ses duyar duymaz düşüp bayılıyordu. Çünkü sevgi, mahbubun konuşmasının tatlı olmasını, onu anmanın tatlı olmasını gerektirir. Bu bakımdan mahbubtan gayrisinin tatlılığı kalpten çıkar!

Hükemadan biri şöyle dua etmiştir: 'Ey beni zikriyle me'nûs kılan ve kullarından uzaklaştıran (seni çağırıyorum)!'

Rabia el-Adevîye'ye şöyle denildi: 'Sen bu dereceye ne ile ulaştın?' 'Beni ilgilendirmeyeni terketmek, lâyezâl bir zatla ünsiyet kurmakla!' dedi.

Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçtim ve kendisine şöyle sordum:

- Ey rahib! Tenhalık pek hoşuna gidiyor mu?

- Ey kişi! Eğer tenhalığın zevkini tatsaydın nefsinden ürküp ona sığınırdın. Tenhalık ibadetin sermayesidir.

- Tenhalıkta en az gördüğün nedir?

- Halkla yaşamaktan rahat olmak ve onların şerrinden selâmetbulmaktır.

- Ey rahib! Kul ne zaman Allah ile ünsiyetin zevkini tadar?

- Sevgi arındığı, Allah ile arasındaki muamele halis olduğuzaman!

- Ne zaman sevgi durulur?

- Ne zaman ki himmet birleşip taatta bir himmet olursa o zaman sevgi durulur.

Hükemadan biri dedi ki: 'Mahluklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasına yönelirler? Kalplere hayret ediyorum. Nasıl senin yerine başkasıyla ünsiyet ederler?'

Soru: Ünsiyet'in alâmeti nedir?

Cevap: Ünsiyet'in özel alâmeti, halkın muaşeretinden sıkılmak ve onlarla oturup kalkmaktan nefret etmek ve zikrin tatlılığına kendisini tamamen kaptırmaktır. Eğer halkın arasına katılırsa, cemaatta olduğu halde tek başına gibi olur. Halvette bir cemiyet, hazerde bir garip, seferde bir hazır, gaibde bir şahid, huzurda bir gaib gibidir.

Nitekim Hazret-i Ali bunların vasıfları hakkında şöyle demiştir: 'Onlar bir kavimdir ki ilim onları işin hakikati üzerine üşüştürmüştür. Onlar yakînin ruhuna yapışmışlar, nimetler içerisinde kıvrananların haşin gördüklerini yumuşak telâkki etmişler, cahillerin tevahhuş ettiklerine ünsiyet vermişlerdir. Bedenleriyle dünyaya arkadaşlık yaparlar, fakat ruhları en yüce merkeze bağlıdır. Onlar Allah'ın yeryüzündeki halifeleri ve dinine çağıranlardır'.

İşte Allah ile ünsiyet'in mânâsı budur. Bu onun alâmeti ve söylediklerimiz de onun delilleridir. Kelâmcıların bazısı, ünsiyeti; şevk ve sevgiyi inkâr etmeye yeltenmişlerdir. Bunların oluşunun teşbihe delâlet ettiğini zannetmişlerdir. Bu kelâmcılar, basiretlerle idrâk olunanların cemâli, gözlerle görülenlerin cemâlinden daha kâmil olduğunu, bunların marifetinin lezzetinin kalp sahiplerine daha galib olduğunu bilememişlerdir.

Bu kelâmcılardan biri de 'Halil'in Gulâmı'47 diye bilinen Ahmed b. Galib'tir. Bu zat, Cüneyd-i Bağdâdî'ye, Ebû Hasan en-Nûri'ye ve diğerlerine sevgi, şevk ve aşk meselesini inkâr ederek hücum etmiştir. Hatta kelâmcılardan bazıları rıza makamını bile inkâra yeltenip 'Sabırdan başkası yoktur. Rızaya gelince bu düşünülemez' demiştir!

Bütün bu sözler eksik, kusurlu dînî makamların ancak kabuğuna muttali olmuş ve kabuktan başka varlığın olmadığını sanmış bir kimsenin sözüdür; zira duyularla hissedilen şeyler ve din yoluyla hayale giren herşey sırf bir kabuktur. Esasen istenilen öz, onun ötesindedir. Bu bakımdan cevizin kabuğundan başka şey görmeyen bir kimse zanneder ki cevizin hepsi kabuktur. Bu kimsenin katında cevizden yağ çıkarmak şüphesiz muhal görünür. Bu kimse mazurdur. Fakat onun özrü makbul değildir.

Allah ile olan ünsiyeti tembel bir kimse idrak edemez. Hileci bir kimse pazu kuvvetiyle onu idrâk etmez. Ünsiyet verenler birtakım kişilerdir ki hepsi necibdirler. Hepsi tertemiz ve Allah için var kuvvetiyle çalışan kimselerdir.

47) Uzun zaman Nahiv alimi Halil b. Ahmed'in hizmetinde ve refakatinde bulunduğundan ve yanında okuduğundan bu ismi almıştır. Bu zat da Nahiv ve Kelâm ilminin ileri gelenlerindendi.

15. Ünsiyet'in Galebe Çalmasının Sonucu Olan İdlâl ve İnbisat'ın Mânâsı

Ünsiyet, devam edip galebe çalar yerleşirse ve aynı zaman da şevk'in ızdırabı bu şahsı sarmazsa, perdelenme ve bozulma korkusu onu bulandırmazsa, muhakkak ki o, sözlerde, fiillerde ve Allah ile olan münacâtta bir nevi inbisat (yayılma ve alabildiğine konuşma) yı meyve olarak verirBazen de bu inbisat, içindeki cüret ve az heybetten dolayı çirkin suretli olurFakat ünsiyet makamında ikamet eden bir kimseye tahammül edilirO makamdan olmayıp, kendisini fiilde ve sözde o makamda olanlara benzeten bir kimse ise bu tür konuşma ile helâk olmuş ve küfre düşmeye yaklaşmıştır48

İnbisatın misali, siyah köle Berhî'nin münacâtıdırO Berhî ki Allahü teâlâ, kulu ve Kelîm'i Musa'ya (aleyhisselâm) Berhî'den yedi seneden beri kıtlık çeken İsrailoğulları için yağmur duasında bulunmasını istemesini emretti, Musa (aleyhisselâm) yetmişbin kişi ile yağmur duasına çıktıBunun üzerine Allahü teâlâ ona şöyle vahiy gönderdi: 'Ben onların duasını nasıl kabul ederim? Oysa günahları onların kalplerini kötü bir şekilde karartmıştırBeni yakîn olmaksızın çağırırlarAzabımdan emin olurlarBenim kullarımdan Berhî denilen biri vardırOna git ve dua etmesini iste, ben de duasını kabul edeyim!' Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm) tanımadığı için Berhî'nin kim olduğunu sorduMusa (aleyhisselâm) bir gün yolda giderken siyah bir köle karşısına çıktıKölenin alnında secde eseri olarak toprak bulunuyorduSırtında boynuna dolanmış bir aba vardıBunun üzerine Musa (aleyhisselâm) onu Allah'ın nûruyla tanıdıSelâm verip ismini sorduO da 'İsmim Berhî'dir' diye cevap verince, Musa (aleyhisselâm) 'Sen, uzun zamandan beri aradığımız kimsesinÇık da bize yağmur talep et!' dediBunun üzerine, Berhî çıkıp şöyle dua etti: 'Bu senin fiilinden değildir ve bu senin hilminden değildirNedir sana görünen? Pınarların mı eksildi veya rüzgârlar mı senin itaatinden çıktı veya hazinende bulunanlar mı bitti veya günahkârlar üzerindeki gazabın mı şiddete geldi? Sen Gaffâr değil misin? Hata edenlerin yaratılışından önce rahmeti yaratmadın mı? Şefkati emretmedin mi veya bize mümteni olduğunu mu gösteriyorsun veya yok olmaktan korkup da acelece azap mı veriyorsun? (Oysa bütün bunlardan münezzehsin) '.

Râvî der ki: Berhî, İsrailoğulları yağmura kavuşmadıkça duasını kesmedi! Allahü teâlâ yarım günde bitkileri dize yetişecek derecede bitirmedikçe Berhî yerinden kıpırdamadı. Sonra Berhî geri döndüMusa (aleyhisselâm) kendisini karşılayınca Musa'ya şöyle dedi: 'Rabbimle cedelleşmemi nasıl gördün? Bana nasıl hak verdiğini gördün?' Bu sözü üzerine, Musa (aleyhisselâm) onu edeplendirmek istediAllahü teâlâ Musa'ya şöyle vahyetti: Berhî beni hergün üç defa (şanıma yakışır bir şekilde) güldürür!'

Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: Basra şehrinde kamıştan yapılmış birkaç ev yandıAralarından bir tanesi yanmadıO zaman Basra'nın valisi Ebû Musa el-Eş'arî idiValiye bu haber verildiBunun üzerine vali, o evin sahibini çağırdıİhtiyar bir kimse huzura getirildiEbû Musa: 'Ey ihtiyar! Senin evin neden yanmadı?' dediİhtiyar 'Ben evimi yakmayacağına dair Allah'a yemin teklif ettim!' Bunun üzerine Ebû Musa (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi nakletti:

Benim ümmetimde başları tozlu topraklı, elbiseleri kirli bir grup olacaktırEğer onlar Allah'a herhangi bir hususta yemin teklif ederlerse muhakkak Allah onların yemininin gereğini yapar49

Basra'da bir yangın olduEbû Ubeyde (Ubbad b. Ubbad) el-Hevvas kamıştan yapılmış evlere geldiAteşin üzerine basa basa yürüdüBasra valisi ona 'Dikkat et! Yanmayasın!' deyince, 'Rabbimin üzerine beni ateşte yakmaması için, yemin etmiştim' dediVali 'O halde ateşi yemine verdir ki sönsün!' dedi.

Bunun üzerine Ebû Ubeyde el-Hevvas ateşin üzerine yürüdü ve ateş derhal söndü!

Ebû Hafs 50 bir gün yürüyorduSersemleşmiş bir köylü onun karşısına çıktıEbû Hafs köylüye dedi ki: 'Sana ne oldu?' Köylü 'Merkebim kaybolduOndan başka da bir şeyim yokturOndan böyle sersemleştim' dediEbû Hafs durup şöyle dedi: 'Senin izzetine yemin ederim, şu şahsın merkebini geri getirmedikçe bir adım atmayacağım!' Kişinin merkebi derhal ortaya çıktıEbû Hafs da yürüyüp gitti!

İşte bu ve bunun benzeri olaylar, ünsiyet sahipleri için cereyan ederBaşkası kendisini onlara benzetemez.

Cüneyd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ünsiyet ehli konuşmalarında, halvetlerindeki münacâtlarında birtakım şeyler söylerler ki onlar avam-ı nâs nezdinde küfürdür!'

Başka bir defasında 'Eğer avâm-ı nas, o şeyleri dinleseydıler muhakkak kâfir olurlardı! Oysa ünsiyet ehli hallerinde, bundan dolayı artış olduğunu görürlerBu durum ünsiyet ehlinden tahammül edilir ve onlara uygun düşer' demiştir.

Şair buna şöyle işaret etmiştir: Bir kavim ki efendileriyle böbürlenmek onlara yakışırZaten kul, efendisinin derecesi nisbetinde böbürlenirO'nu görmekle masivasından O'nun için şaşkına döndülerHayrete düştüklerinin izzeti içinde onların görünüşlerinin güzelliği (hazır ol) seni çağırıyorum! (Ey kavim! Hayrete düştüklerinin izzeti için görüşlerinin güzelliğini bir görseydiniz) .

Allah'ın başkasına öfkelenmesine vesile olan bir hareket ile diğer bir kulundan razı olmasını sakın uzak saymaBu, iki insanın makamları ayrı olduğundandırBu bakımdan Kur'ân'da, eğer anlarsan bu mânâlara çok kere dikkat çekildiğini görürsünÖyleyse Kur'ân'ın bütün kıssaları basiret sahipleri için onlar ibret gözüyle baksınlar diye uyarmalardır; zira bu kıssalar ancak mağrur kimselerin katında hikâyelerden sayılırKıssaların ilki Âdem (aleyhisselâm) ile İblis'in kıssasıdırÂdem ile İblis'i görmez misin? İkisi de isyan ve muhalefet bakımından nasıl ortak olmuşlardır? Sonra Allah tarafından seçilmek ve korunmak hususunda nasıl ayrılmışlardır? İblis'e gelince, onu rahmetinden uzaklaştırdı ve 'O, uzaklaştırılmışlardandır' denildiÂdem'e (aleyhisselâm) gelince, onun hakkında da şöyle denildi:

Âdem rabbına âsi oldu da şaşırdı. Sonra rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve ona doğru yola iletti. (Tâhâ/121-122)

Allahü teâlâ bir kuldan yüz çevirdiğinden bir kula da yöneldiğinden dolayı Hazret-i Peygamber'i kınadıOysa onların ikisi de kullukta eşit idilerFakat halde değişik durumdaydılar.

Fakat koşarak sana gelen, (Allah'tan) korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. (Abese/8-10)

Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. (Abese/5-6)

Ayetlerimize îman edenler sana geldikleri zaman 'Size selâm olsun!' de! (En'âm/54)

Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir! (En'âm/68)

Hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile beraber oturma! (En'âm/68)

Nefsini, sabah akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! (Keh/28)

İşte inbisat ve idlâl böylece bazı kullardan tahammül edilir, bazılarından edilmezÜnsiyetin inbisatına örnek Musa'nın sözüdür:

Bu (iş) , senin imtihanından başka birşey değildirOnunla dilediğini saptırırsın, dilediğine yol gösterirsinSen bizim velimizsin, bizi bağışla! Bize merhamet et! Sen bağışlayanların en hayırlısısın. (Araf/155)

Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) 'Firavun'a git!' denildiği zaman özür beyan etmekteki sözüdür.

Hem benim üzerimde onlara karşı işlediğim bir günah da var. (Şuarâ/14)

Rabbim! Doğrusu onların beni tekzib etmelerinden korkuyorumGöğsüm daralıyor, dilim açılmıyor. (Şuarâ/12-13)

Rabbimiz! Firavun'un bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz. (Tâhâ/45)

Bu konuşma Musa'dan başkasından olsaydı edepsizlik olurdu; zira ünsiyet makamında durdurulan bir kimse nazlanır ve nazına tahammül edilirFakat Hazret-i Yunus'a (aleyhisselâm) bu sözlerden daha hafifi için bile tahammül edilmediÇünkü o kabz ve heybet makamında durdurulmuştuüç karanlık içinde balığın karnında hapsedilmekle cezalandırıldı ve ona şöyle söylendi:

Eğer rabbinden ona bir nimet yetişmiş olmasaydı yerilerek çıplak bir yere atılırdı. (Kalem/49)

Hasan-ı Basrî dedi ki: Ayette geçen Ara kelimesi kıyâmet demektirAynı zamanda peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Yunus'a (aleyhisselâm) uymaktan nehyedilerek kendisine şöyle denildi:

Sen rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus) gibi olma! Hani o, sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a) seslenmişti. (Kalem/48)

Bu değişikliklerin bazısı, hâl ve makamların değişikliklerinden ileri gelirBazıları da ezelî kaderde sebkat eden üstünlük ve kullar arasındaki taksimdeki farklılıktan ileri gelir.

Andolsun kî biz peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık! (İsrâ/55)

İşte biz, o elçilerden kimini kiminden üstün kıldıkAllah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. (Bakara/253)

Îsa (aleyhisselâm) üstün derecelere mazhar olanlardandıNazı geçtiği için kendi nefsine selâm vererek şöyle demiştir:

Doğduğum gün de öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de bana esenlik verilmiştir. (Meryem/33)

Hazret-i Îsa'nın bu sözü, ünsiyet makamında müşahede ettiği lütûftan dolayı bir nazlanmadırYahya bZekeriyya (aleyhisselâm) ise, heybet ve haya makamında durdurulduOnu yaratan onu övüp de 'Ona selâm olsun!' (Meryem/15) demedikçe konuşmadı.

Dikkat et ki Allahü teâlâ, Yusufun kardeşleri hakkında, Yûsuf un başına getirdiklerini Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir' (Yûsuf/8) ayetinin başından yirminci ayetin başına kadar ki bu ayetlerde Allahü teâlâ onların Yûsuf (aleyhisselâm) hakkındaki istememezliklerinden haber veriyor kırk küsur hata tesbit ettimBu hataların bazısı bazısından daha büyüktürBazen bir cümlede üç dört hata bir araya gelirBuna rağmen Allahü teâlâ onları affedip günahlarını bağışladı.

Fakat Üzeyr'in51 kader hususunda sormuş olduğu bir meseleye bile tahammül etmediHatta Üzeyir'in peygamberlik defterinden silindiği bile söylenmiştir.

Bel'am bBaura da büyük âlimlerdendiDiniyle, dünyayı yedi ve bu hareketi affedilmediAsaf (Hazret-i Süleymân'ın teyzezadesi ve veziridir) israf edenlerdendiOnun günahı azalarıyla idiBunun için Allah onu affetti.

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, Süleyman'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ey âbidlerin başı! Ey zâhidler delilinin oğlu! Ne zamana kadar teyzezaden Asaf bana isyan edecektir ve ben de onu affedeceğim? İzzet ve celâlime yemin ederim, eğer onun gırtlağına, ona yönelen sıkışmalardan biri yapışırsa, onu beraberindekilere ve kendisinden sonra gelenlere ibret olacak şekilde bırakacaktır!'

Bunun üzerine Asaf, Hazret-i Süleymân'ın huzuruna geldiğinde, Süleyman (aleyhisselâm) Allah'ın vahyini ona söylediAsaf çıkıp kumdan bir tepeceğin üzerine vardı. Sonra başını kaldırıp ellerini göklere kaldırdı şöyle dedi: 'İlâhî (Ey mâbudî) , ey seyyidî (ey efendim) sen sensinBen de benimEğer sen nasip etmezsen sana nasıl tevbe edebilirim? Eğer beni korumazsan muhakkak döneceğimO halde ben nasıl korunayım?'

Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine (Süleyman (aleyhisselâm) vasıtasıyla) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Asaf kulum! Doğru söyledinSen sensin ben de benimTevbeyi kabul ederimSana tevbeyi nasip ettimÇokça tevbeyi nasip ve rahmet eden benim!'

Asaf'ın bu konuşması, Allah ile Allah'a naz eden, Allah'tan kaçıp Allah'a sığınan, Allah ile Allah'la cedelleşen bir kimsenin konuşmasıdır.

Haberde vârid olmuştur ki Allahü teâlâ, helâk olmaya yaklaştıktan sonra kurtarmış olduğu bir kuluna şöyle vahyetti: 'Nice günahlarla bana karşı çıktın da seni affettimOysa o günahların daha küçüğü ile ümmetlerden birini helâk ettim'İşte bu, Allah'ın kulları hakkında üstün kılma, ileriye alma, geriye bırakma sünnetidirBu da ezelî meşiyyetin sebkat ettiği düzene göre tanzim olunmuştur.

Bu kıssalar Kur'ân'da vârid olmuştur ki onlarla Allah'ın daha önce geçmiş kulları hakkındaki sünnet ve âdeti bilinsin! Öyleyse Kur'ân'da hidayet ve nûr olmayan hiçbir şey yokturBu kıssalarla Allah kendisini kullarına tanıtmıştırBazen takdis ile onlara kendisini şöyle tanıtır:

De ki: O Allah tek'tirAllah Samed'dir, doğurmamıştır ve doğurulmamıştırHiçbir şey de O'na denk olmamıştır'.

(İhlâs suresi) Bazen de onlara kendisini celâl sıfatıyla tanıtır:

Melik'tir, Kuddûs'tür, Selâm'dır, Mü'min'dir (emniyet verendir) , Müheymin'dir, Azîz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbir'dir! (Haşr/23)

Bazen de onlara korkutucu ve ümit verici fiilleriyle kendisini tanıtırOnların üzerine düşmanları ve peygamberleri hakkındaki sünnetini okuyarak şöyle buyurur:

Görmedin mi rabbin ne yaptı Âd (kavmin) e? Yüksek sütünlu İrem'e?! (Fecr/6-7)

Görmedin mi rabbin fil sahiplerine ne yaptı?! (Fil/l)

Kur'ân şu üç konunun dışına çıkmaz: Allah'ın zatının marifetine ve takdisine veya sıfat ve isimlerinin marifetine veya kullarına karşı tatbik ettiği sünnetinin marifetine irşâd! İhlâs suresi bu üç konudan biri olan takdisi kapsadığından Hazret-i Peygamber bu mübârek sureyi Kur'ân'ın üçte birine muadil sayarak şöyle buyurmuştur:

Kim İhlâs suresini okumuşsa, muhakkak o Kur'ân'ın üçte birini okumuştur52

Çünkü takdisin son noktası, takdis edilen zatın bu üç şeyden biri olmasıdır:

1O'nun benzeri O'ndan hâsıl olmamıştırBuna doğurmadısözü delâlet etti.

2Benzerinin olmamasıdırBuna da doğurulmadı sözü delâlet eder.

3Aslı ve kısımları olmasa bile benzeri olan bir kimsenin derecesinde olmamasıdırBuna da 'Hiçbir şey de O'na denk olmamıştır' cümlesi delâlet ederBütün bunları Allahü teâlâ'nın şu sözü bir araya getirir: 'De ki: O Allah'tırTektir! (İhlâs suresi) Bunun tümü Lâ ilâhe illâllah cümlesinin tafsilatıdır.

İşte bunlar Kur'ân'ın sırlarıdırBu sırların benzerleri Kur'ân'da sayılamayacak kadar çokturYaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bu kitapta bulunmasın!

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Kur'ân'ı deşiniz! Onun gariplerini arayınızMuhakkak onda geçmişin ve geleceğin ilmi vardır'Hakîkat İbn Mes'ûd'un dediği gibidirOnu ancak Kur'ân'ın kelimelerini uzun uzun düşünen, Kur'ân'ın mânâları kendisi için berraklaşan bir kimse bilirKur'ân, anlayışı böyle olan bir kimse için öyle bir şekilde berraklaşır ki onun için Kur'ân'ın her kelimesi Kur'ân'ın Cebbâr, Kâhir, Melik ve Kâdir olan Allah'ın kelâmı olduğuna şahidlik ederBeşer kuvvetinin haricinde bulunduğuna şahidlik yaparKur'ân'ın esrarının çoğu Kur'ân'daki kıssa ve haberlerin kıvrımlarında gizlenmiştirBu bakımdan o sırları çıkarmaya var kuvvetinle çalış ki Kur'ân'ın acaiplikleri senin için keşfolunsun ve Kur'ân'ın haricinde bulunan ilimlerin bir hiç olduğu anlaşılsınİşte buraya kadar söylediklerimiz ünsiyet ve ünsiyetin meyvesi olan inbisat (nazlanma) nın mânâsından ve bu makamdaki kulların değişikliklerinden beyan etmek istediğimizdir.

Her türlü şerikten münezzeh ve yüce olan Allah, en doğrusunu bilir.

48) Zamanımızda etraf toplamak, şöhret bulmak ve mertebelere konmak için Hallac-ı Mansur'u, Beyâzıd-ı Bistamî'yi ve Muhyiddin-i Arabi'yi taklid eden birtakım zavallıların kulakları çınlasın! İrşad vardır, fakat sünnet çerçevesinde olması şarttır. İddiacılardan ise kaçınmak farzdır.

49) İbn Eb'id-Dünya, Kitab'ul-Evliya, (hadîs munkatı'dır)

50) Adı Ömer b. Şulem el-Heddad'dır. Nişaburludur. Cüneyd-i Bağdâdî'nin şeyhidir.

51) Adı Üzeyr b. Şarûh'dur. Tevrat'ı yeniden tedvîn eden zattır. Bu nedenle yahûdîler onun için 'Üzeyr Allah'ın oğludur!' demişlerdir.

52) İmâm-ı Ahmed, (Ubey b. Ka'b'dan)

16. Allah'ın Kazasına Rıza Göstermenin Mânâsı, Rıza'nın Hakikati ve Fazileti Hakkında Vârid Olan deliller

Rıza, sevgi meyvelerinden bir meyvedirMukarreblerin makamlarının en yücesidirOnun hakikati çok kimselere kapalıdırOna bir çok benzerlik ve belirsizlik karışmıştırAncak Allahü teâlâ tarafından tevil ilmi öğretilen, din hususunda kesin anlayışlı bir kimseye bu hakîkat keşfolunurBu bakımdan münkirler, hevâ-i nefse muhalif olmaktan ibaret olan rızayı inkâr ettiler. Sonra dediler ki: 'Eğer Allah'ın fiilidir diye her şeye razı olmak mümkün olsa o zaman küfre ve günahlara razı olmak da gerekir!'

Bu düşünceden hareket eden bir grup aldanarak fısk ve fücura razı oldularFısk ve fücurda bulunan kimseye itirazı terketmeyi, Allah'ın kazasına teslim olduğunu iddia ederek savundularEğer bu sırlar sadece şeriatın zâhirlerini dinlemekle iktifa eden bir kimseye keşfolunsaydı Hazret-i Peygamber İbn-i Abbâs için 'Ey Allahım! Onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret!' diye duada bulunmazdıBu bakımdan biz rızanın faziletinden başlayalım. Sonra olanların hikâyelerini nakledelim. Sonra rızanın hakikatini, hevaya muhalif olan yerde nasıl tasavvur olunduğunu zikredelimTıpkı duayı terketmek ve günahlara karşı sükût etmek gibi. . .

36-4

17. Rıza'nın Fazileti

Âyet-i Kerîmeler

Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. (Beyyine/8)

İyiliğin karşılığı yalnız iyilik değil midir? (Rahmân/60)

İhsan'ın son noktası, Allah'ın kulundan razı olmasıdırBu ise kulun Allah'tan razı olmasının sevabıdır.

Adn cennetlerinde güzel meskenler va'dedilmiştirAllah'ın (onlardan) razı olması ise hepsinden büyüktürİşte bu en büyük saadettir. (Tevbe/72)

Görüldüğü gibi, Allah rızayı Adn cennetinin üstüne çıkarmıştırNitekim onun zikrini namazın üstüne çıkararak şöyle buyurmuştur:

Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden menederElbette Allah'ı anmak en büyük (ibadet) tir. (Ankebût/45)

Zikri yapılan zatı namazda görmek namazdan daha büyükse, onun gibi, cennet sahibinin rızası da cennetten daha yücedirHatta o, cennet sakinlerinin isteklerinin en yücesidir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ Mü'minlere tecelli ederek şöyle buyurur: 'Benden isteyiniz'! Onlar da 'Senin rızanı istiyoruz!' derler53

Bu bakımdan cennet ehlinin Allah'ın cemâline baktıktan sonra rızasını istemeleri rızanın fazilette en son zirve olduğunu gösterir.

Kulun rızasına gelince, onun hakikatini ilerdeki bahislerde zikredeceğizAllah'ın kuldan razı olmasına gelince, o başka bir mânâ ile Allah'ın kulu sevmesi hakkında söylediklerimize yaklaşırFakat o mânânın hakikatini keşfetmek caiz değildir; zira halkın anlayışı onu kavramaktan acizdirKimin ona gücü yetiyorsa onu bizzat nefsinden idrâk etmekle müstakil olur.

Kısacası; Allah'ın cemâline bakmanın üzerinde bir mertebe yokturCennet ehli cemâle bakmaktan sonra rızayı şundan dolayı istediler: 'Rıza bakışın devamlılığını sağlar! Sanki onlar bakış nimetine mazhar olduklarında bakışı gayelerin gayesi ve isteklerin son merhalesi olarak gördülerAllahü teâlâ onlara 'isteyiniz' diye emredince onlar cemâline bakmanın devamından başkasını istemediler ve bildiler ki rıza perdenin daimî bir şekilde kalkmasına vesiledir.

Katımızda daha fazlası da var! (Kaf/35)

Bu âyet hakkında bazı müfessirler dediler ki: 'Cennet ehline bu ziyadelik sırasında rabb'ül âlemîn'in katından üç hediye gelirO hediyelerden biri, öyle bir hediyedir ki onların katında cennetlerde onun benzeri yokturO da şu ayetle ifade edilmiştir:

Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler) in saklandığını hiç kimse bilemez! (Secde/17)

İkincisi, Allah'ın onlara selâmıdırBu ilâhî selâm, daha önceki hediyeyi kat kat artırırO da şu ayetle ifade edilmiştir:

Çok merhametli rab'den (onlara) söz ile selâm vardır. (Yasin/58)

Üçüncüsü Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ben sizden razıyım!

Bu bakımdan bu, hem hediyeden, hem de selâmdan daha üstün olurİşte bu da şu ayetle ifade edilmiştir:

Allah'ın rızası ise, daha büyüktür. (Tevbe/72)

Yani onların içinde bulunduğu nimetten daha büyüktürİşte bu, Allah'ın rızasının faziletidirAllah rızası da kul rızasının meyvesidir.

Hadîsler

Rivâyet edildi ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâbından bir gruba şöyle sordu:

- Siz necisiniz?

- Biz Mü'minleriz!

- İmanınızın alâmeti nedir?

- Belaya karşı sabreder, genişliğe karşı şükreder ve kazayada razı oluruz!

- Kâbe'nin rabbine yemin ederim, Mü'mindirler54

Hâkimdirler, âlimdirlerFıkıh ve anlayışlarından ötürü öyle yaklaştılar ki neredeyse peygamber olacaklardı55

Rızkı yetecek kadar olduğu ve buna razı bulunduğu halde İslâm dinine hidayet olunan bir kimseye ne mutlu!

Kim Allah'tan gelen az rızka razı olursa, Allahü teâlâ da ondan gelen az amele razı olur!56

Allah bir kulunu sevdiği zaman, ona belâ verirEğer o kul belaya karşı sabrederse, onu kul edinirEğer rıza gösterirse onu seçkin bir kul yapar57

Hazret-i Peygamber şöyle anlatır:

Kıyâmet günü geldiğinde Allahü teâlâ, ümmetimin bir taifesine kanatlar verirOnlar kabirlerinden cennetlere uçarlarCennetlerde diledikleri şekilde gezer ve diledikleri şekilde nimetlenirlerBunun üzerine melekler onlara şöyle sorarlar:

- Sizin hesabınız görüldü mü?

- Hayır! Hesap görmedik!

- Sis köprüyü geçtiniz mi?

- Hayır! Herhangi bir köprü görmedik!

- Siz kimin ümmetindensiniz?

- Biz Muhammed'in (aleyhisselâm) (aleyhisselâm) ümmetindeniz!

- Siz Allah'a da böyle söyleyin, dünyada ameliniz neydi?

- Bizde iki haslet vardıBiz bu makama Allah'ın rahmetininfazlıyla ulaştık.

- O iki haslet neydi?

- Biz tek başımıza kaldığımızda O'na karşı gelmekten utanırdıkBizim için taksim buyurduğu aza razı olurduk!

- Siz bu nimete müstehaksınız!58

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey fakirler cemaati! Kalplerinizde Allah'a (hükmüne) razı olun! Bunu yaptığınızda fakirliğinizin sevabını elde edersinizAksi takdirde mahrum kalırsınız59

Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: İsrailoğulları Musa'ya, 'Rabbinden bizim için bir şey iste ki biz onu işlediğimizde bizden razı olsun' dedilerMusa (aleyhisselâm) 'Ey ilâhî! İsrailoğullarının dediğini işittin!" dediBunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

Ey Musa! Onlara de ki: Benden (kazamdan) razı olsunlar ki ben de onlardan razı olayım!

Buna Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen şu hadîs şahidlik eder:

Kim Allah katında kendisi için hazırlananı bilmek istiyorsa, Allah için yanında ne olduğuna baksınZira müşriklerin dediklerinden yüce ve münezzeh olan Allah kul onu nefsinin neresine indirirse, O da kulu katında oraya indirir!60

Dâvud'un haberlerinde şöyle vârid olmuştur: 'Benim velî kullarımın dünyaya ihtimam etmekle ne işleri vardır? Dünyaya ihtimam etmek, münacâtımın tadını velî kullarımın kalplerinden giderirEy Dâvud! Velî kullarımdan sevdiğim durum, dünyanın hiçbir şeyi için gam yemeyen ruhânî kimseler olmalarıdır'.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) şöyle dua etti:

- Yâ rabbî! Beni öyle bir şeye muttali et ki onda senin rızan olsun! Ben de onu işleyeyim!

- Benim rızam senin hoşlanmadığındadırOysa sen istemediğin bir şeye karşı sabretmezsin.

- Yâ rabbî! Beni bunun üzerine muttali kıl!

- Muhakkak ki benim rızam, senin kaza ve kaderime razı olmandadır.

Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) münacâtında şöyle dediği vârid olmuştur:

- Ey rabbim! Mahlukunun hangisi sence daha sevimlidir?

- O kimse ki ondan mahbubunu aldığımda benimle sulh yapar.

- Hangi mahlukuna kızgınsın?

-O mahlukuma kızgınım ki benden işin hayırlısını isterOna hayırlısını verdiğimde kaderime küser!

Bundan daha şiddetlisi rivâyet edildiO da şudur: Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ben Allahım! Benden başka ilâh yokturKim verdiğim belaya karşı sabretmez, nimetime şükretmez ve kazama rıza göstermezse, o benden başka bir rab edinsin!61

Şiddette bunun benzeri Allahü teâlâ'nın Hazret-i Peygamber tarafından haber verilen şu hadîs-i kudsî'deki sözüdür.

Kaderleri takdir ettimTedbiri düzenledimSanatı sağlam yaptımKim razı olursa, benimle mülâki oluncaya kadar benden de ona rıza vardırKim kızarsa, benimle buluşuncaya kadar, ben de ona kızarım62

Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:

Hayır ve şerri yarattımHayrı kendisi için yarattığım ve hayrı onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cennet vardırŞer için yarattığım ve şerri onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cehennem vardır. Sonra neden ve niçin diyen kimseye de cehennem vardır63

Geçmiş haberlerde şöyle vârid olmuştur: Peygambierlerden biri Allahü teâlâ'ya açlık, fakirlik ve eziyet hakkında on sene şikayet ettiOnun dileği kabul olunmadı. Sonra Allahü teâlâ ona şöyle vahyetti: 'Ne kadar daha şikayet edeceksin? Yer ve gökleri yaratmadan önce levh'ul-mahfuz'da senin başlangıcın böyleydiBenden sana kader böyle sebkat etmiştirDünyayı yaratmadan önce senin için böyle hükmetmişimDünyanın yaratılışını senin için yeniden iade etmemi veya senin için takdir ettiğimi tebdil etmemi mi istiyorsun? Böylece senin sevdiğinin benim sevdiğimin üstüne çıkmasını, senin iradenin benim irademe galip gelmesini mi istiyorsun? İzzet ve celâlime yemin olsun! Eğer bu durum senin göğsünde ikinci bir defa kıpırdanırsa, muhakkak seni peygamberlik defterimden sileceğim!'

Rivâyet ediliyor ki Âdem (aleyhisselâm) küçük çocuklarının bazısıyla beraberken çocuklar onun sırtına biner ve inerdiİçlerinden biri, merdivene basar gibi, Âdem'in (aleyhisselâm) kaburga kemiklerine basar, başının üstüne çıkar, sonra yine kaburgalarına basa basa inerdiÂdem de başını yere eğer, ne konuşur, ne de başını kaldırırdıBunun üzerine, büyük çocuklarından biri kendisine 'Babacığım görmüyor musun bu sana neler yapıyor?! Neden bunu azarlamıyorsun?' dedi.

Âdem (aleyhisselâm) 'Ey oğul! Sizin görmediğinizi ben gördümSizin öğrenmediğinizi öğrendimBen bir hareket yaptım da keramet evinden zillet evine, nimet evinden şekavet evine indirildimİkinci bir hareket daha yapıp bana bilmediğim bir şeyin isabet etmesinden korkuyorum' dedi.

Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Peygamber'e on sene hizmet ettimBu on sene zarfında yapmış olduğum birşey için 'Neden yaptın?' ve yapmamış olduğum birşey için de 'Neden yapmadın?' demediOlan hiçbir şey için 'Keşke olmasaydı' olmayan hiçbir şey için de 'Keşke olsaydı' demediOnun aile fertlerinden biri benimle cedelleştiğinde şöyle derdi: 'Onun yakasını bırakın! Eğer birşeye hükmedilmiş ise muhakkak olacaktır'64

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâHazret-i Dâvud'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Muhakkak sen de irade ediyorsun ben de! Ancak benim irade ettiğim olur! Bu bakımdan benim irade ettiğime teslim olduğunda senin irade ettiğinden seni müstağni kılarımEğer irade ettiğime teslim olmazsan, senin irade ettiğin şey hususunda seni yorarım. Sonra benim irade ettiğimden başkası da olmaz'.

Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki: 'Kıyâmet gününde cennete ilk davet edilen insan herhalde Allah'a hamdedenlerdir'.

Ömer bAbdülazîz şöyle demiştir: 'Benim için kaderin vuruş noktalarından başka hiçbir yerde sevinmek kalmamıştır'.

Kendisine şöyle soruldu:

- Senin iştahın ne çekiyor?

- Allah neye hükmetmişse onu çekiyor!

Meymun bMehram şöyle demiştir: 'Allah'ın kazasına razı olmayan bir kimsenin ahmaklığına deva yoktur!'

Fudayl bIyâz da şöyle demiştir; 'Eğer sen Allah'ın takdirine sabretmezsen nefsinin takdirine de sabredemezsin'.

Abdülâziz bEbî Revvad65 dedi ki: 'Sirke ile arpa ekmeği yemek, kıl ile yün giymek hüner değildirFakat hüner Allah'ın rızasındadır'.

Abdullah bMes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Eğer ben bir ateş korunu yalarsam, o kor da yaktığını yakar; bıraktığını bırakırsa, bu durum bana, olan bir şeye 'keşke olmasaydı' veya olmayan bir şeye 'keşke olsaydı' dememden daha sevimli gelir'.

Bir kişi, (Basralı) Muhammed bVasî'ın ayağındaki çıbana baktı ve şöyle dedi: 'Ben bu çıbandan dolayı sana acıyorum!' Muhammed 'Fakat ben bu çıban çıktığından beri, gözümde çıkmadı diye teşekkür ediyorum!

İsrailiyat'ta şöyle rivâyet edilmiştir: 'Bir âbid uzun bir zaman Allah'a ibadet ettiNihayet rüyada ona 'Cennette filan çoban kadın senin arkadaşındır' dendiBunun üzerine âbid, buluncaya kadar o kadını araştırdıKadını ameline bakmak için üç gün misafirliğe davet ettiÂbid geceleyin hep ibadet yapar, kadın da yatardıGündüz oruçlu olur, kadın yerdiÂbid kadına sordu: Senin, gördüğümden başka bir amelin var mıdır?'

Kadın 'Yemin, olsun gördüğünden başka bir amelim yok ve bundan başkasını da bilmiyorum' dediÂbid durmadan, ısrarla kadına 'Hatırla bakalım!' diyorduKadın sonunda 'Benim küçük bir hasletim vardırO da sıkıntıda olursam, genişlikte olmayı temenni etmemHastalık içinde olursam sıhhatte olmayı temenni etmemGölgede olursam güneşte olmayı temenni etmem!' dediBu sözleri işittikten sonra, âbid, iki eliyle başını tutup şöyle dedi: 'Ey kadıncağız! Sen buna küçük bir haslet mi diyorsun? Allah'a yemin ederim, bu büyük bir haslettirÂbidler bile bunu yapmaktan acizdirler'.

Seleften bir zattan şöyle rivâyet edildi: Allahü teâlâ, göklerden bir hükümle hükmettiğinde, yeryüzündeki insanların hükmüne razı olmalarını ister'.

Ebu'd Derda şöyle der: 'İmanın zirvesi; hükme karşı sabretmek, kadere rıza göstermektir'.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sıkıntı ve genişlikten hangisinde sabahladığıma veya akşamladığına aldırmam'.

Süfyân es- Sevrî, bir gün Rabiat'ül-Adeviyye'nin yanında şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Bizden razı ol! Bunun üzerine Rabia hatun Sevrî'ye hitaben 'Sen Allah'tan razı olmadığın halde O'ndan razı olmasını istemekten utanmıyor musun?' dediBu çıkış üzerine, Sevrî 'Estağfirullah! (Allah'tan af dilerim) ' dediBu durum karşısında Câfer bSüleyman ed-Debî66 'O halde kul, ne zaman, Allah'tanrazı olur?' diye sorduRabia Hatun 'Kulun musibetle sevinmesi, nimetle sevinmesi gibi olduğunda Allah'tan razı olmuş demektir' dedi.

Fudayl bIyâz derdi ki: "Kulun yanında vermek ile vermemek eşit olduğunda Allah'tan razı olmuştur'.

Ahmed bEbû Havarî67 şöyle anlatır: Ebû Süleyman Dârânî 'Kullar kölelerinden neyle razı olurlarsa, Allah da kullarından onunla razı olur' dediBen Ebû Süleyman'a şöyle sordum:

- Bu ne demektir?

- Kulun halktan isteği, mevlâsının kendisinden razı olması değil midir?

-Evet!

-Muhakkak ki Allah'ın kullarından gelen sevgisi, o kulların O'ndan razı olmasıdır.

Sehl şöyle demiştir: 'Kulların yakîn derecesinden nasipleri, rıza derecesinden olan nasipleri nisbetindedirRıza derecesindeki nasipleri ise Allah ile maişetleri nisbetindedir!'

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ , hikmet ve celâliyle, sevgiyi, rıza ve yakînde kılmıştırGam ve üzüntüyü ise, şekk ile öfkede kılmıştır68

53) Ahmed, İbn Hıbbân ve Hâkim

54) İlim bölümünde geçmişti.

55) İlim bölümünde geçmişti.

56) Mehamilî

57) Ehl-i Beyt yoluyla rivâyet edilmiş

58) İbn Hıbbân

59) Daha önce geçmişti.

60) Hâkim

61) Taberânî

62) Taberânî, (bir benzeri)

63) İbn Şahin

64) Müslim, Buhârî

65) Kendisi âbid bir zattır. Tabiîn'in büyüklerinden rivâyetler yapmıştır. Onun zamanında âbidler kıl ile yün'den yapılmış elbise (aba) giyerlerdi.

66) Bafralıdır. Şayân-ı itimad bir zâhiddi. H. 178'de vefat etmiştir.

67) Adı Abdullah b. Meymûn Tığlebî ed-Dımeşkî'dir. H. 146'da vefat etmiştir.

68) Taberânî ve İbn Atiyye, (merfû olarak)

18. Rıza'nın Hakikati, Heva-i Nefse Muhalif Olan Hususlarda Düşünülmesi

Hevâya ve belânın çeşitlerine muhalefet edene sabır'dan başka, yapacağı birşey yokturRıza düşünülemez diyenin sözü ise ancak muhabbeti inkâr etme cihetinden geliyorAllah'ı sevmeyi düşünmek ve himmeti tamamen bu hususa sarfetmek sabit olduğunda sevgi, habibin fiillerine rıza göstermeyi gerektirirBu ise iki yönden olur:

Bir

O yönlerin biri, elemi hissettirmeyi iptal etmesidirÖyle ki yara aldığı halde yine de elemi hissetmezBunun misali savaşan kişidirBu kişi öfke veya korku halindedirBu durumda yara alır ve hissetmezAncak kanı gördüğünde yarası olduğunu farkederBazen işe giden bir kimsenin ayağına diken batar da kalbi meşgul olduğundan dolayı elemini hissetmezAksine hacamat yapan veyahut başını körleşmiş bir demir ile traş eden kimse ondan elem duyarEğer kalbi mühim şeylerle meşgul ise berber ve haccam vazifesini yaparlarken hissetmezBütün bunlar, kalp, işlerin biriyle tam mânâsıyla dolu bulunduğu zaman ve o işi yerine getirmekle meşgul olup başkasını idrâk etmediği için olurMâşukunun müşahedesi veya sevgisiyle sarhoş olan bir aşık da böyledirElem verici veya üzücü birşey ona isabet ettiğinde, sevgi onun kalbini kapsadığından isabet eden üzüntü ve elemi duymazBu ancak dosttan başkasından kendisine isabet ettiği zaman böyledirAcaba dostundan kendisine isabet ederse durum nasıldır? Kalbin muhabbet ve aşk ile meşguliyeti, meşguliyetlerin en büyüklerindendir.

Bu durum hafif bir sevgiden ötürü azıcık bir elemde düşünüldüğüne göre büyük bir sevgi ile büyük bir elemde elbette düşünülürÇünkü sevginin de elemin de kat kat olması düşünüldüğü gibi, kuvvetin de katmerli olması düşünülürNasıl ki gözle idrâk edilen güzel suretlerin sevgisi kuvvetlenirse basiret nûruyla idrâk ve gizli suretlerin sevgisi de kuvvetlenirAllahü teâlâ'nın cemâl ve celâline gelince ona hiçbir cemâl ve celâl kıyas edilemezBu bakımdan bir kimseye ondan birşey keşf olunursa, o aklını kaybedercesine, düşüp bayılırcasına dehşete kapılırKendisine dokunandan haberi bile olmaz!

Rivâyet ediliyor ki Feth el-Mevsilî nin hanımı düştü ve tırnağı ikiye yarıldı ve gülmeye başladıKendisine 'Sen acıyı hissetmiyor musun?' diye sorulduDedi ki: 'Bu musibetin sevabının lezzeti, eleminin acılığını kalbimden sildi!'

Sehl et-Tüsterî'nin bedeninde bir hastalık vardıAynı hastalığa müptelâ olanları tedavi eder, fakat kendini tedavi etmezdiBu hususta kendisine sorulunca cevap olarak şöyle dedi: 'Ey dost! Dostun vuruşu acıtmaz!'

İki

İkinci vecih, elemi hissetmesi ve acıyı idrâk etmesidirFakat buna rağmen eleme rıza göstermesidirHer ne kadar tabiatı ondan hoşlanmıyorsa da aklı ile onu isterTıpkı kan alıcıdan kanının aldırılmasını isteyen bir kimse gibi. . . Bu kimse bunun elemini idrâk ederFakat buna razı olurÜstelik de kan alana minnettar olurİşte kendisine elem isabet edip razı olanın hali budurKâr etmek için sefere çıkan yolculuğun meşakkatini çekerFakat seferin meyvesini sevmesi onun nezdinde yolculuğun zorluğunu hoş etmiştirOnu bu zorluğa razı kılmıştırNe zaman ki Allah tarafından ona bir belâ isabet eder ve o da bu belâ ile elden kaçırdığından daha fazla sevap alacağını bilirse, bu kimse belaya razı olurHatta belayı ister, sever ve beladan ötürü Allah'a şükrederBu durum eğer kişi bundan dolayı mazhar olacağı ihsan ve sevabı düşünürse böyledirYani sevgi ona galebe çalar.

Muhibbin nasibi, mahbubunun murad ve rızasındadır, Bunun ötesinde değildirBu bakımdan bu kimse için dostun kastı ve rızası mahbub ve matlubdurBu söylediklerimizin örnekleri gözle görülen halk sevgisinde mevcutturNazım ve nesirlerde bu durum vasıflandırılmıştırBunun mânâsı; ancak zâhir suretlerin güzelliğini gözle mülahaza etmektirEğer yalnızca güzelliğe bakılırsa, muhakkak güzellik, deri, et ve kandan ibarettirİçi pisliklerle doludurBaşlangıcı necis bir damla menidendirSonu da müteaffin bir cîfedirO güzel başlangıç ile sonuç arasında pisliği taşırEğer kişi güzelliği idrâk edene bakarsa. . . O da hasis bir gözdürÖyle bir göz ki gördüklerinde çoğu kez yanılırKüçüğü büyük, büyüğü küçük görür! Uzağı yakın, çirkini güzel görürBu bakımdan bu sevginin yayılması düşünüldüğünde ezelî ve ebedî güzelliğin sevgisi hakkında bu nasıl muhal olabilir? Öyle ezelî bir güzellik ki onun kemâline son yokturO basiret gözüyle idrâk olunurÖyle basiret gözü ki yanılmaz ve ölüme mahkum olmazÖlümden sonra Allah'ın katında dipdiri olarak kalırAllah'ın verdiği rızıkla sevinirÖlümle, uyanma ve keşfetmeyi elde ederBu, ibret gözüyle bakış yönünden apaçık bir durumdurBuna varlık şehadet ederMuhiblerin hal ve sözleri de şahidlik yapar.

Şakîk-i Belhî şöyle demiştir: 'Kim şiddetin sevabını (hakkıyla görürse) şiddetten kaçmayı istemez!'

Cüneyd-i Bağdâdî de şöyle anlatıyor: Sırrî es-Sekatî'ye 'muhib bir kimse belanın elemini hisseder mi?' diye sordum'Hayır!' dedi'Kılıçla vurulsa dahi böyle mi?' dedim'Evet! Kılıçla yetmiş darbe aynı noktaya üst üste vurulsa yine de hissetmez' dedi.

Biri şöyle demiştir: 'Onun sevgisinden ötürü her şeyi sevdimHatta o ateşi sevseydi ateşe girmeyi bile severdim!'

Bişr b. Hâris şöyle anlatıyor: Bağdadin doğusunda yüz sopa yediği halde konuşmayan ve hapse götürülen bir kişinin yanından geçtimArkasına takılıp kendisine şöyle sordum:

- Neden dövüldün?

- Aşığım da ondan. . .

- Neden sustun?

- Çünkü mâşuğum karşımda durmuş bana bakıyordu!

Ya en büyük mâşuka baksaydın (halin ne olurdu) ?

Bunun üzerine bir çığlık atıp ölü olarak yere yığıldı.

Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: 'Cennet ehli Allah'a baktıklarında gözleri Allah'a bakmanın zevkinden ötürü kalplerine dalar ve içlerine siner, ancak sekiz yüz sene sonra onlar yerine dönerO halde, cemâl ve celâlin arasına düşen, celâlini mülâhaza ettikleri zaman korkan, cemâlini düşündükleri zaman şaşıran kalpler hakkındaki düşüncen nedir?'

Bişr el-Hafî dedi ki: 'Abadan'a gittimÂmâ, cüzzamlı, mecnun, sâr'aya tutulmuş, karıncaların üzerine üşüşüp ve etini yedikleri bir kişi gördümOnun başını yerden kaldırıp eteğime koydumDurmadan kendisine fısıldıyordumAyıldığımda dedi ki: 'Şu benimle rabbimin arasına giren adam kimdir? Eğer rabbim beni parça parça kesse O'na daha çok yaklaşırım'.

Bişr der ki: 'Bu hâdiseden sonra kul ile rabbi arasında herhangi bir musibet gördümse o musibeti hor telâkki etmedim'.

Ebû Amr Muhammed bEş'as dedi ki: 'ınısır ehlinin dört ay müddetle gıdaları ancak Hazret-i Yusufun (aleyhisselâm) yüzüne bakmaktıAcıktıkları zaman onun yüzüne bakarlardıOnun güzelliği, onları açlık elemini hissetmekten alıkoyardı. (Bu hadise kıtlık zamanında cereyan etmiştir) '.

Kur'ân'da, Ebû Amr Muhammed'in (aleyhisselâm) söylediğinden daha beliği vardırBu da kadınlar Hazret-i Yûsuf'un (aleyhisselâm) güzelliğini seyretmeye o kadar dalmışlardı ki ellerini bıçaklarla paramparça ettiler ve bunu hissetmediler.

Said bYahya şöyle anlatıyor: Basra'da Ata bMüslim'in yanında bir genç gördümElinde bir hançer vardıHalk etrafını sardığı halde yüksek sesle bağırıyor ve şöyle diyordu:

Ayrılık günü kıyâmetten daha uzundurÖlüm, ayrılığın eleminden daha güzeldirDediler: Göç! Ben dedim ki: Göç etmem! Fakat göç eden benim yüreğimdir.

Bu şiiri okuduktan sonra hançer ile karnını deşti ve ölü olarak düştü69 Onun durumunu ve kim olduğunu sordumBana denildi ki: 'O meliklerden birinin bir kölesini seviyormuşO köleyi ondan ayırmışlar'.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Yunus (aleyhisselâm) Cebrâil'e şöyle dedi: 'Bana yeryüzünün en âbid kimsesini göster?' Cebrâil (aleyhisselâm) ona eli ve ayağı cüzzamdan kopmuş, gözü kör olmuş bir kimseyi gösterdiYunus ona, kulak verdiğinde şöyle dediğini işitti: 'Yârab! Onların ikisiyle benî istediğin kadar lezzetlendirdinYine senin istediğin kadar benden onları aldınSenin hakkındaki benim emelimi bende bıraktınEy Birr! (İyilik yapan) Ey Vesûl'

Abdullah b. Ömer'in oğlu hastalandıOğlu için üzüntüsü oldukça şiddetlendiHatta bazı kimseler dediler ki: 'Eğer çocuğun başına birşey gelirse bu ihtiyarın başına da birşey gelmesinden korkuyoruz'Bundan sonra çocuk öldüİbn Ömer, cenazesine iştirak ettiHiç kimse ondan daha mesrur değildiKendisine bu hâlinden sorulduğunda şöyle demiştir: 'Eski üzüntüm onun için bir rahmettiAllah'ın emri vâki olduğunda ona razı oldum!'

Mesruk dedi ki: "Çölde oturan bir kişinin bir köpeği, bir merkebi ve bir de horozu vardıHoroz onları namaza kaldırır, merkebin sırtında su taşır ve eşyalarını yüklerdiKöpek ise onları korurduBir gün bir tilki gelip horozu yedi. Aile efradı bunun için üzüldülerSalih bir kimse dedi ki: 'Üzülmeyiniz, umulur ki bu daha hayırlıdır'. Sonra kurt gelip merkebin karnını deşip öldürdüÇocuklar bunun için de üzüldülerSalih kişi 'Bu daha hayırlıdır!' dedi. Sonra köpek felâkete uğradı kişi 'Bilakis daha hayırlıdır!' dedi. Sonra bir sabah uyanıp baktılar ki etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir edilmiş, sadece kendileri kalmışlarBunun üzerine o salih insan 'Etrafınızdaki insanların esir edilmeleri onların yanında köpek, merkeb ve horoz sesleri olduğundan dolayıdırBu bakımdan Allahü teâlâ'nın takdir buyurduğu gibi, bizim için hayır bu üç hayvanın helâk olmasında idi' dedi.

Durum bu olunca Allah'ın gizli lütfûnu bilen bir kimse her durumda O'nun fiiline razı olur.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) âmâ, alaca, kötürüm, iki tarafı meflûç, eti cüzzam sebebiyle paramparça olmuş birinin yanından geçerken şöyle dediğini duydu: 'Kullarından bir çoğuna verdiği beladan beni sâlim kılan Allah'a hamd olsun!' Bu söz üzerine Îsa (aleyhisselâm) ona 'Ey kişi! Acaba senden hangi belâ uzaklaştırıldı, baksana bütün belalar sendedir!' dediKişi 'Ey Ruhullah! Ben Allahü teâlâ'nın kalbime sokmuş olduğu marifetten dolayı kalbine marifet sokmadığı kimseden daha hayırlıyım' dediBunun üzerine Îsa (aleyhisselâm) ona 'Sen doğru söyledinElini bana uzat!' dediKişi elini uzattıÎsa'nın (aleyhisselâm) elinin dokunmasıyla yüzce insanların en güzeli, hâlce insanların en üstünü oluverdiAllahü teâlâ onda bulunan bütün illetleri, kulu ve peygamberi Îsa'nın dokunmasıyla ortadan kaldırdıBöylece o, Îsa'ya arkadaş oldu ve onunla beraber Allah'a kulluk yapmaya devam etti.

Urve bZübeyr'in (radıyallahü anh) ayağında çıkan bir hastalıktan ötürü ayağı dizinden kesildi. Sonra dedi ki: 'Benden bir ayağımı alan Allah'a hamd olsunİzzetine yemin ederim, eğer sen almışsan geride bıraktığın da yeterEğer sen belâ vermişsen muhakkak afiyet verdiğin de vardır'. Sonra Urve virdlerini bırakmayıp normal gecelerde olduğu gibi okudu.

İbn Mes'ûd şöyle demektedir: 'Fakirlik ve zenginlik iki binektirHangisine bindiğimi pek önemsemiyorumEğer bindiğim fakirlik ise, onun içinde sabır vardırEğer zenginlik ise, onun içinde (Allah yolunda) vermek vardır!'

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Ben rıza makamı hariç, her makamdan bir hâle vâsıl oldumRıza makamının ancak kokusunu kokladımBuna nedenle bütün insanları cennete, beni ateşe soksa razı olurum!'.

Başka bir ârife şöyle denildi: 'Sen ondan razı olmanın zirvesine nail oldun mu?' Cevap olarak dedi ki: 'Zirveye varamadım! Fakat rıza makamına vardımEğer beni cehennem üzerinde bir köprü yapsa mahluklar üzerime basa basa cennete gitseler, sonra cehennemi yeminini yerine getirmek için benimle doldursa ve bütün mahluklarının bedeli olarak beni cehenneme atsa O'nun hükmünden dolayı bunu severimO'nun taksimi dolayısıyla buna razı olurum'.

İşte bu söz, sevginin bütün himmetini kapsadığını ve kendisini ateş elemini hissetmekten bile alıkoyduğunu bilen bir kimsenin sözüdürEğer bu kimsede bir his kalmışsa mahbubunun kendisini ateşe atmakla razı olacağını sezmiş olmasından hâsıl olan lezzetinin varlığı o hissi de ortadan kaldırırBöyle bir halin İnsan oğlunu istila etmesi muhal değildirHer ne kadar bizim gibi zayıfların hallerinden uzak ise de esasında uzak değildirFakat mahrum olan zayıfın kuvvetlilerin hallerini inkâr etmesi uygun değildirMahrum olan zayıf zanneder ki kendisinin aciz olduğu her halden Allah'ın velî kulları da acizdir.

Ruzbarî70 diyor ki: "Ebû Abdullah bCelâ ed-Dimeşkî'ye71 şöyle sordum: Filanın 'Ben isterdim ki bedenim makaslarla paramparça edilsinTek bu insanlar Allah'a itaat etsin' sözünün mânâsı nedir?' Ebû Abdullah bana 'Ey kişi! Eğer bu söz tâzim ve iclâl yolundan geliyorsa mânâsını bilmiyorumEğer halka nasihat ve şefkat yolundan geliyorsa biliyorum' dedikten sonra bayılıp yere düştü'.

İmrân bHusayn, karın hastalığına mübtela olup otuz sene gibi uzun bir zaman sırt üstü yattıNe kalkabilir, ne de oturabilirdiKendisine hurma lifinden yapılmış bir sedirde delik açıldıİhtiyacını oradan görürdü.

Bir ara Mutarrıf bAbdillah ve kardeşi Ulâ onu ziyarete geldilerMutarrıf onun bu halini görünce ağladıMutarrıf'a şöyle sordu:

- Neden ağlıyorsun?

- Seni bu dehşetli halde gördüğümden dolayı!

- Ağlama! Çünkü Allah'ın katında en sevimli olan şey benim katımda da en sevimli olur! Sana birşey söyleyeceğimUmulur ki Allah seni onunla faydalandırırFakat ben ölünceye kadar kimseye ifşa etmeMelekler beni ziyaret ediyorlarOnlarla ünsiyet ediyorumBana selâm veriyorlarSelâmlarını duyuyorum.

Bununla İmrân'a bildirilmiştir ki bu belâ Allah'ın bir cezası değildir; çünkü bu belâ bu büyük nimetin sebebi olmuşturBu bakımdan belasında bu durumu müşahede eden bir kimse nasıl belaya razı olmaz?

Yine bu zat diyor ki: Süveyd bMus'abe'nin ziyaretine gitmiştikYere atılmış bir elbise gördükOnun altında birşeyin olduğunu sanmıyordukSüveyd'in hanımı onu kaldırdı ve durum anlaşıldıSüveyd'in hanımı bezin altmdakine (Suveyd'e) şöyle dedi: 'Anam babam sana feda olsun! Sana ne yedirelim, ne içirelim?' Bunun üzerine Süveyd dedi ki: 'Uyku uzadıYan kemiklerim delindiBen eskimiş bir elbise gibi oldumNe yemek yiyorum, ne de şu zamandan beri su hoşuma gidiyor'Geçirdiği birkaç günü anlattı ve 'Bundan' bir tırnak kesimi kadar zamanı azaltmam beni sevindirmez5 dedi.

Sa'd bEbi Vakkas, Mekke'ye vardığında gözleri kapanmıştıHalk dört yandan etrafına üşüştüHerkes kendisine dua etmesini istiyorduŞuna buna dua ediyorduDuası da makbuldüAbdullah bSâib72 der ki: Ben gençtim, ona geldim, kendimi tanıttımBeni tanıdı ve şöyle dedi: 'Sen Mekke ehlinin kurrası değil misin?' 'Evet!' dedimBunun üzerine Abdullah bir kıssa anlattıO kıssanın sonunda şöyle dedi: Sa'd'a hitaben dedim ki: 'Ey amca! Sen halk için dua ediyorsun! Eğer kendin için dua etsen de Allahü teâlâ senin gözünü yemden sana verseydi (daha iyi olmaz mıydı) ?' Bu sual üzerine tebessüm ederek şöyle dedi: 'Ey oğul! Benim nezdimde Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderi gözümden daha güzeldir'.

Bir sûfînin küçük çocuğu üç gün kaybolduKendisinden bir haber alınamadıSûfîye denildi ki: 'Allah'tan evladını getirmesini dilesen (olmaz mı?) ' Cevap olarak dedi ki: 'Allah Teâlâ’nın hükmettiğine itiraz etmek, bana çocuğumun kaybolmasından daha ağır gelir!'

Âbidlerin birinden şöyle rivâyet ediliyor: Ben büyük bir günah işledimAltmış seneden beri o günahımdan ötürü ağlıyorumBu âbid aynı zamanda o günahtan tevbe etmek için var kuvvetiyle ibadete dalmış bulunuyorduKendisine denildi ki: 'O işlemiş olduğun günah nedir?' Dedi ki: "Olan birşey için bir defacık 'keşke olmasaydı!' dedim"

Abdülvahid b Zeyd'e şöyle denildi: Şuracıkta bir kişi vardırElli sene Allah'a ibadet etmiştirBunun üzerine Abdülvahid o kişiye gitti ve dedi ki:

- Ey dostum! Kendinden bana haber verSen bu elli senelik ibadetle doydun mu?

- Hayır!

- Bu ibadete ünsiyet verdin mi?

- Hayır!

- Ondan razı oldun mu?

- Hayır!

- Öyleyse ondan sana kalan namaz ile oruçtur!

- Evet!

- Eğer senden utanmasaydım elli senelik ibadetini kalbin kapalı olduğu halde yaptığını haber verecektim.

Abdülvahid'in bu konuşmasının mânâsı 'Senin için kalp kapısı açılmamıştır ki sen kalbin amelleriyle yakınlık merdivenlerine terâkki etmiş olasınSen ancak ashâb-ı yemin'den sayılırsınÇünkü ondan senin artışın halk tabakasının artışı olan azaların amellerindedir' demektir.

Halktan bir cemaat Şiblî'nin huzuruna vardıŞiblî bir hapishanede bulunuyorduÖnünde bir yığın taş vardıGelenlere şöyle sordu:

- Siz kimlersiniz?

- Seni sevenleriz!

Bunun üzerine, Şiblî onları taşlamaya başladıOnlar kaçtılarŞiblî arkalarından şöyle haykırdı: 'Hani beni sevdiğinizi iddia ediyordunuz? Eğer doğru olsaydınız benim belama sabrederdiniz!'

Şiblî şu şiiri okumuştur:

Rahman'a olan sevgi beni sarhoş etti! Acaba sarhoş olmayan bir dost gördün mü?

Şam âbidlerinden biri şöyle demiştir: 'Hepiniz Allah'ın huzuruna Allah'ı tasdik ettiğiniz halde varacaksınız'Fakat bu kimse Allah'ı yalanlamıştır, sebebi de şudur: Eğer birinizin altından yapılmış bir parmağı olsaydı, daima o parmağı (göstermek için) işaret ederdiEğer parmağında bir sakatlık olsaydı, daima onu (göstermemek için) kapatırdı.

Şunu kastediyor: Altın Allah'ın nezdinde yerilmiştirOysa insanlar onunla böbürlenirlerBelâ ise âhiret ehlinin süsüdürHalbuki insanlar ondan kaçınırlar.

Şöyle anlatılıyor: Çarşıda yangın çıktıBunun üzerine Sırrî'ye şöyle denildi: 'Çarşı yandı da senin dükkanın yanmadı!' Sırrî 'Elhamdülillâh!' dedi. Sonra haberi veren 'Sen nasıl müslümanlar için değil de kendi selâmetin için Allah'a hamdolsun dersin?' dediBunun üzerine Sırrî ticaret yapmaktan tevbe edip hayatı boyunca dükkanı terkettiBunu da sadece Elhamdülillah deyişinden ötürü yaptı.

Bu söylediğimiz hikâyeleri dikkatle izlersen, kesinlikle bilmiş olursun ki heva-i nefse muhalif düşmeye razı olmak muhal değildirAksine din ehlinin makamlarından büyük bir makamdırMadem ki bu, halkın sevgisi ve nasipleri hususunda mümkündür, o halde Allah sevgisi ve âhiret lezzetleri için de mümkündürİmkânı iki yöndendir: O yönlerden biri, mevcut sevaptan verilmesi umulan şeyden dolayı eleme rıza göstermektirŞifayı beklemek hususunda ilâçları içmek, kan aldırmaya razı olmak gibi. . . İkincisi, sadece mahbubun maksad ve rızası olmasından dolayı ona razı olmak, onun ötesinde bir mânâyı aramamaktırBu bakımdan sevgi, bazen sevenin maksadını vesilenin maksadına dercedecek derecede galebe çalarÖyleyse sevenin nezdinde mahbubun kalbini sevindirmek ve onu razı etmek, onun arzusunu yerine getirmek velev ki sevenin ruhu pahasına olsa bile yapılan şeylerin en lezzetlisidir.

Sizi razı ettiğim takdirde hiçbir yaranın önemi olmaz!

Bu durum, elemi hissetmekle beraber mümkündürOysa bazen sevgi insanı, elemi hissetmekten sarhoş edecek derecede istila ederKıyas, tecrübe ve müşahede sevginin varlığına delâlet ederO halde, kendi nefsinde yoktur diye inkâra kalkışmak uygun değildirÇünkü kendisi, ifrat derecedeki sevgiyi kaybettiğinden dolayı bundan mahrum olmuşturSevginin tadını tatmayan acaipliklerini bilmezSevenlerin söylediklerimizden daha büyük acaiplikleri vardır.

Amr bHaris er-Râfiî'den rivâyet ediliyor ki: "Rakka şehrinde bulunan bir dostumun yanında, bir mecliste bulundumBeraberimizde güzel ve şarkıcı bir cariyeye aşık olan bir genç vardıCariye de bizimle beraber o mecliste bulunuyorduCariye ney çalıp şunları teganni etti.

Aşkın aşıklar üzerindeki zilletinin alâmeti ağlamaktırHele derdini açacak bir kimseyi bulamayan bir aşık ise!

Bunun üzerine delikanlı kıza hitaben 'Hatunum! Allah'a yemin ederim, güzel söyledinAcaba bana ölmem için izin verir misin?' dediKadın ona 'Olgun olduğun halde öl!' dediBunun üzerine delikanlı başını yastığa koyduAğzını ve gözlerini kapattıKendisine dokunduğumuz zaman ölmüş olduğunu gördük".

Cüneyd şöyle demiştir: Bir çocuğun yenine yapışmış, ona yalvaran ve muhabbetini izhar eden bir kişi gördümÇocuk dönüp onun yüzüne baktı ve şöyle dedi:

- Bana gösterdiğin münafıklık ne zamana kadar devam edecek?

- Sözlerimde doğru olduğumu Allah bilir! Hatta sen bana öl desen ölürüm.

- Eğer doğruysan öl!

Cüneyd diyor ki: 'Kişi biraz uzaklaştıGözlerini kapattı ve ölü olarak yere serildi'.

Semmun el-Muhib dedi ki: 'Komşularımızdan birinin çok sevdiği bir cariyesi vardıCariye hastalandı, kişi ona hurma çorbası yapmak için oturduAdam çanağı karıştırırken cariyenin Ah! dediğini işittiBunun üzerine kişi dehşete kapıldıKaşık elinden düştüBaşladı çanaktaki fıkır fıkır kaynayan çorbayı eliyle karıştırmaya. . . Öyle ki parmakları yanıp düştüBunun üzerine cariye 'Ne oldu sana? Parmakların neden düştü?' dediAdam dedi ki: 'Senin ah demenden bunlar oldu!'

Muhammed bAbdullah el-Bağdadî'den şöyle hikâye olundu: 'Basrada yüksek bir damda bir genç gördümHalka şöyle haykırıyordu:

Kim aşk için ölmüşse böyle ölsün! Ölümsüz bir aşkın hayrı yoktur! Sonra kendini yere attıÖlü olarak kaldırıp götürdüler'.

İşte bu ve buna benzer sevgiler bazen mahlukun sevgisinde doğrulanırO halde, yaratanın sevgisinde bunu doğrulamak daha iyidir; Çünkü batınî göz, zahirî gözden daha doğrudurAllahü teâlâ'nın cemâli her cemâlden daha tam ve kâmildirAlemdeki her cemâl, o cemâlin güzelliklerinden bir güzelliktirEvet! Gözünü kaybeden bir kimse suretlerin güzelliğini inkâr ederKulağını kaybeden bir kimse ise güzel seslerin, vezinli nağmelerin lezzetini inkâr ederKalbini kaybeden bir kimsenin ise, yalnız kalbin tadabildiği bu lezzetleri inkâr etmesi normaldir.

69) Aklı başında olduğu halde kişinin böyle yapması intihardır. Bu durum cezbe ve manevî sekr halinde cereyan etmiş olabilir.

70) Adı Ebû Ali Ahmed b. Muhammed'dir. Bağdadlı olan bu zat Mısırdaikamet etmiş, H. 322'de orada vefat etmiştir.

71) Adı Ahmed b. Yahya'dır.

72) Adı Seyfı b. Âbid b. Abdullah b. Ömer b. Mahzun el-Kureşî, künyesi Ebû Saib veya Ebû Abdurrahman el-Mekkî'dir. Hem kendisi, hem de babası ashab'dandır. Oğlu Muhammed Mekke'nin ünlü kurrasıdır. .

19. Dua, Rıza'ya Münafi Değildir

Dua eden bir kimse, rıza makamından çıkmazGünahları hor görmek, günahkârlara ve günahların sebeplerine kızmak da böyledirEmr-i bi'l-mâruf (iyiyi emretmek) ve nehy-i an'il-münker (kötüyü yasaklamak) ile günahları kaldırmaya çalışmak da rızaya zıt düşmezMağrur ve tembellerden bazı kimseler burada yanılmış ve günahların, fısk u fücûr ve küfrün Allah'ın kaza ve kaderinden olduğunu iddia etmiş ve 'rıza göstermek vacibdir' demiştirBu ise tevili bilmemezliktirŞeriatın sırlarından gâfil olmaktır.

Duaya gelince, biz dua ile Allah'a kulluk yapıyoruzDua bölümünde naklettiğimize göre gerek Hazret-i Peygamber'in dualarının çokluğu ve gerek diğer peygamberlerin duaları buna delâlet ederlerOysa Hazret-i Peygamber rızanın en yüksek makamında idiDuadan dolayı Allahü teâlâ, bazı kullarını şu ayetiyle övmüştür:

Gerçekten onlar hayırlara koşarlarUmarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi. (Enbiya/90)

Günahları inkâr etmeye, hor görmeye ve onlara razı olmamaya gelince, Allahü teâlâ bununla da kullarını, kulluk yapmaya zorlamıştırBuna rıza gösterdiklerinden dolayı onları yererek şöyle buyurmuştur:

Dünya hayatına razı olup onunla rahat edenler. (Yunus/7)

Geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldularAllah da kalplerini mühürlediArtık onlar bilmezler. (Tevbe/93)

Meşhur bir haberde şöyle denilmektedir:

Kim bir münkeri görüp ona rıza gösterirse sanki o münkeri yapmış gibidirŞerre delâlet eden, şerri işleyen gibidir,73

İbn Mes'ûd şöyle dedi: 'Kul, münker işlenirken yanında olmadığı halde işittiğinde ona rıza gösterirse, münker sahibinin günahı kadar onun boynuna günah yüklenir'.

Bu söz üzerine İbn Mes'ûd'a şöyle soruldu: 'Bu nasıl olur?' 'Ona münkerin işlenildiği haberi gelir ve o da ona razı olur! Eğer bir kul doğuda öldürülürse, başka bir kimse de batıda onun öldürülmesine razı olursa, onun öldürülmesine ortak olur' dedi74

Allahü teâlâ hayırlar hususunda yarışmayı ve gıpta etmeyi, şerlerden de korunmayı emretmiştir.

Kî sonu misktirİşte yarışanlar bunun için yarışsınlar. (Mutaffiîn/26)

Haset ancak iki şeyde vardır:

1Allah ona hikmeti vermiş, o da hikmeti halk arasında yayar ve öğretir.

2Allah ona mal vermiştir ve aynı zamanda o malı hak yolunda harcamaya şevketmiştir75

Başka bir lâfızda: Allah ona Kur'ân'ı vermiştirO da gece ve gündüz Kur'ân ile kaim olurKişi, gıpta ederek şöyle der: 'Eğer Allahü teâlâ, bu adama verdiğini bana verseydi onun yaptığını ben de yapardım!'

Kâfir, fâsık ve fâcirlerin buğzuna ve onların yaptıklarını inkâr etmeye ve onlardan nefret etmeye gelince, bu hususta vârid olan âyet ve hadîsler sayılamayacak kadar çoktur.

Mü'minler Mü'minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin! Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. (Âl-i İmrân/28)

Ey îman edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin! (Mâide/51)

İşte kazandıkları (günahları) ndan ötûrü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız. (En'âm/129)

Allahü teâlâ, Mü'minden bütün münâfıklara ve her münâfıktan da bütün Mü'minlere buğzetmek için söz almıştır76

Kim bir kavmi severse ve onları kendisine velî edinirse, kıyâmet gününde onlarla beraber haşrolunur78

Îman kulplarının en kuvvetlisi Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir79

Bunun delillerini 'Allah Yolunda Sevmek ve O Yolda Buğzetmek', 'Sohbet Adabı', 'Emr-i bi’l-Ma'ruf ve Nehy-i an'il-Münker' kitablarında beyan etmiştik.

Soru: Allah'ın kaza ve kaderine razı olmak hakkında hadîs ve ayetler vârid olmuşturGünahların kaza ve kader ile olmaması muhaldir ve tevhîd'e zıddırEğer Allah'ın kazasıyla olmuşsa, onu hor görmek ve ondan nefret etmek Allah'ın kazasını hor görmek demektirBu bakımdan bu iki şeyin arasını nasıl bulabiliriz? Acaba aynı şey hakkında hem razı olmamak, hem de razı olmak nasıl bir arada olur?

Cevap: İlimlerin sırlarına vakıf olmakta kusurlu ve aciz olanlar için bu karışık konulardandırHatta bir grup için o kadar karışık olmuş ki onlar münkerlere susup itiraz etmemeyi rıza makamlarından bir makam sanmışlardırBuna, katıksız cehalet olduğu halde 'güzel ahlak' demişlerdirAksine deriz ki: Rıza ve kerâhiyet (hor görmek ve istemek) aynı şey üzerine aynı cihetten ve aynı vecihden gelirlerse birbirlerine zıt düşerlerBu bakımdan bir şeyi bir yönden hor görmek, başka bir yönden de aynı şeye razı olmak tezat teşkil etmezMisâli, senin ve aynı zamanda düşmanlarından bazılarının düşmanı olan bir kimse ölürse, düşmanımın düşmanı öldü diye onun ölümünden hoşlanmazsınFakat düşmanının ölmesi hasebiyle de razı olursunİsyanın da böyle iki yönü vardırAllah'ın fiili, ihtiyar ve iradesi olması hasebiyle bir yönü vardır ki kişi mülkün sahibi olan Allah'a teslim olmak için razı olurO'nun oradaki yaptığına da razı olurKula nisbetle diğer bir yönü daha vardırBu isyanı yapan kulu rahmetten uzaklaştırmış ve buğz sebeplerini musallat kılmıştırBu bakımdan münker ve yerilmiştir.

Daha iyi anlaşılması için bunu bir misal ile açıklayalım: İnsanlar tarafından sevilen birisini ele alalımBu adam arkadaşlarma 'Ben, beni sevenlerle sevmeyenleri ayırmak istiyorumBunun için de şöyle bir karar aldım: Bir kişiyi seçip ona işkence ecleceğim, onu aleyhimde konuşmaya zorlayacağımO benden nefret edip aleyhimde konuşmaya başlayınca o ve onu sevenler benim düşmanım olacak, ondan nefret edenler ise benim dostum olacaklar' dedi ve dediği gibi de yaptıBirini seçip ona işkence ettiO da kötü şeyler söyledi ve düşmanlığın sebebi olan nefret meydana çıktıBu adamı gerçekten seven ve sevginin şartlarını bilenlerin yapması gereken şey şöyle demeleridir: 'Dost ve düşmanını tanımak için senin aldığın tedbir yerindedirBiz bunu onaylıyoruz ve bundan memnunuzSenin tedbirin, isteğin ve işin olduğu için bunu uygun buluyor ve kabul ediyoruzYaptığın işkenceden dolayı adamın, sana kötü şeyler söylemesini kınıyoruz.

Çünkü onun vazifesi, bu işkenceye sabretmektiFakat senin iraden onun sabretmeyeceği hakkında olduğu için, senin iradene uygun olarak onun boyle davranmasını uygun buluyoruzÇünkü iraden tahakkuk etmeseydi bu, senin için bir eksiklik olurdu ve biz bunu çirkin görürdükAncak bu şahsın böyle yapması, cemalinin gereği hilâfına sana karşı nefret besleyip cephe alması ve bunların kendisine nisbet edilmesi bakımından, yaptıklarını hoş görmüyoruzÇünkü ona yakışan, senin işkencene katlanıp sana hakaret etmemektiBizim çirkin gördüğümüz senin tedbir ve iraden değil, onun sabretmeyip karşılık vermesidirBu nedenle senin ondan nefret etmen bizce normaldirSenin muradın bu olduğu için biz de onun davranışına kızarızÇünkü muhabbetin gereği, dostunun dostuna dost, dostunun düşmanına düşman olmaktırAdamın sana düşman olmasına gelince, senin iraden olması açısından bunu kabul ederiz, fakat onun bu davranışının kendi kazancı olması bakımından ondan nefret ederizSana kızıp düşman olduğu için biz de ona kızıp düşman oluruzOnun sana kızmasını, kendi fiili olduğu için çirkin görüyoruzFakat senin iradene uygun olması bakımından biz de kabul ediyoruzBuradaki çelişki 'Senin iradene uygun olması bakımından uygun görüyoruz' ve yine 'Senin iradene uygun olması bakımından çirkin buluyoruz' demektirFakat onun fiili ve iradesi olması bakımından uygun olup, başkasının vasfı ve yapması bakımından mekruh olmasında bir çelişki yokturBir yönden hoş görülüp, bir yönden hoş görülmeyen şeyler bunun şahididirBunun benzerleri de sayılamayacak kadar çoktur.

Allah'ın şehvet ve isyanın sebeplerini kula musallat edip, o sebeplerin de onu masiyetin sevgisine çekmesi, bu sevginin de onu isyana sürüklemesi, tıpkı yukarıda verdiğimiz misaldeki olaya benzerAdamı dövmek, onu ya kızmak ya da kötü şeyler söylemeye sürükler.

Allah'ın isyan edene kızmasına gelince, her ne kadar bu kimsenin mâsiyeti Allah'ın tedbiriyle de olsa küfredilenin kendisine küfredenden nefret etmesine benzer ve her ne kadar küfredenin küfrü, Allah'ın mâsiyet sebeplerini yaratmasına, ilahî meşiyetin ezelde böyle karar verdiğine delâlet ederse de Allah'ı seven her kula, Allah'ın kızdığına kızmak, Allah'ın huzurundan uzaklaştırılana düşmanlık yapmak düşerHer ne kadar o uzaklaştırılan insanı kahrı ve kudretiyle düşmanlığına ve muhalefetine Allah zorlamış ise de. . . O uzaklaştırılmış, kovulmuş ve huzur-u ilâhî'den atılmıştır, zorla Allah'ın uzaklaştırmasıyla uzaklaştırılmış ve Allah'ın zorlamasıyla tardedilmiş olsa bile. . . Yakınlık derecelerinden uzaklaştırılan bir kimsenin bütün muhibler nezdinde buğzedilmiş olması uygundur ve bu da mahbuba uygun hareket etmek için yapılmalıdırMahbub uzaklaştırmak suretiyle gazabını kim için belirtmişse, muhibler de gazablarını onun için belirtip mahbuba uygun hareket etmelidirlerİşte Allah için buğz ve Allah için sevgiden vârid olan bütün haberler ve kâfirlere karşı gösterilen nefretteki mübalağa, Allah'ın kazası olması hasebiyle ve Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermekle beraber böyle yapılması, bu izahlarla anlaşılmıştırBütün bunlar ifşası yasak olan kader sırrından yardım alırHayır ve şerrin ikisi de meşiyyet ve iradeye dahildirlerFakat şer istenilmeyen, hayır ise makbul bir istektir.

Bu bakımdan kim 'şer Allah'tan değildir' derse o cahildirYine 'hayır ve şerrin ikisi de Allah'tandır' deyip rıza ile kerahiyet arasında fark görmeyen bir kimse de kusurludurBuradan perdeyi kaldırmaya ruhsat yokturBu bakımdan en iyisi sükût edip şeriatın edebiyle edeplenmektir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kader Allah'ın sırrıdırOnu ifşa etmeyiniz!

Bu, mükaşefe ilmiyle ilgilidirBizim şimdilik gayemiz; halkı kendisiyle kulluk yapmaya mecbur kıldığı ilâhî kaza ve kadere rıza göstermek ile Allah'ın kazasından olduğu halde günahlara buğzetmenin arasını bulmanın imkânını belirtmektirOysa buradaki sırrı keşfetmeye ihtiyaç kalmaksızın hedef belirdiBununla şu da anlaşılırMağfiretle günahlardan masun kalmak ve din hususunda yardımcı olan diğer sebeplerle dua etmek, Allah'ın kazasına razı olmaya zıt değildir; zira Allahü teâlâ kullarını dua ile kulluk yapmaya çağırmıştır.

Dua saf zikri, kalbin korkusunu, yalvarmanın inceliğini gösterirBu da kalplerine cila ve keşif için anahtar olurLütfun meziyetlerinin arka arkaya gelmesine sebep olurNasıl ki testiyi yüklenmek, suyu içmek, susuzluktaki ilâhî kazaya razı olmaya zıt düşmüyorsa, aynen onun gibi, susuzluğu gidermek maksadıyla su içmek de bir sebeptirSebeplerin müsebbibi onu tertip etmiştirAynen bunun gibi dua da bir sebeptirAllahü teâlâ onu tertip ve emir buyurmuşturBiz daha önce Allah'ın sünnetine uygun olduğu için sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir demiştikBiz bunu Tevekkül kitabında saymıştıkİşte bu rızaya zıt değildirÇünkü rıza tevekküle bitişik bir makamdır ve onunla beraberdirEvet! Şikayet biçiminde belayı izhar etmek, kalben Allahü teâlâ'nın bu yaptığını inkâra kalkışmak rızaya zıddırŞükür yoluyla ve Allah'ın kudretinden perdeyi kaldırmak suretiyle belayı izhar etmek rızaya zıt değildirSeleften biri şöyle demiştir"Yaz mevsiminde şikayet şeklinde 'bu sıcak bir gündür' dememesi, kişinin Allah'ın kazasına güzelce razı olmasındandır"Kış gününe böyle demek ise, şükürdürŞikayet her durumda, rızaya zıt düşerYemekleri kötülemek, Allah'ın kazasına razı olmaya zıt düşer; zira sanatı kötülemek onu yapanı kötülemektirOysa bütün yemekler Allah'ın sanatıdır.

Birinin 'Fakirlik belâ ve meşakkattirÇoluk çocuk üzüntü ve yorgunlukturSanat yorgunluk ve meşakkattir' demesi, rıza makamına zarar getirirAksine en uygunu; tedbiri Müdebbirine, memleketi sahibine teslim etmesidir ve Hazret-i Ömer'in dediği gibi demesidir: 'Ben zengin veya fakir olduğum halde sabahlamama önem vermemÇünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum'.

73) Ebû Mansur Deylemî

74) İbn Adiyy

75) Müslim

76) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir.

77) Daha önce geçmişti.

78) Taberânî

79) İmâm-ı Ahmed

20. Günahlarla Dolu Memleketlerden Kaçmak ve Orayı Yermek Rıza'ya Aykırı Değildir!

Zayıf insan Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) veba hastalığı görülen memleketten çıkmayı yasaklamasının, fazla günah işlenen bir memleketten çıkmanın da yasak olmasına delâlet ettiğini zannederZira bunların her ikisi de Allah'ın kazasından kaçmaktırOysa bu zann, muhaldirVebanın zuhurundan sonra memleketten ayrılmanın yasaklanmasındaki illet, eğer bu kapı açılırsa, bütün sıhhatliler memleketten göç edecek, memleketteki hastalar ihmal edilmiş olacak, bakıcıları bulunmayacaktır.

Böylece zayıflık ve zarardan helâk olacaklardırHazret-i Peygamber vebalı bir memleketten çıkışı, bazı hadîslerinde savaş meydanından kaçışa benzetmiştirEğer bu yasak Allah'ın kaza ve kaderinden kaçmaktan dolayı olsaydı memlekete yaklaşan bir kimsenin geri dönmesine izin vermezdiBiz bunun hükmünü tevekkül bahsinde zikretmiştikBundan anlaşıldığına göre günahlarla dolu olan memleketten kaçmak Allah'ın kaza ve kaderinden kaçış değildirAksine kendisinden kaçılması gereken yerden kaçmak kaza ve kaderdendirGünahlara teşvik eden yerlerin kötülenmesi ve günahlara davet eden sebeplerin yerilmesi de böyledirGünahtan kaçmak için o yerlerden uzaklaşmak kötü değildirHatta bir cemaat Bağdat şehrini açıkça kötüleyerek Bağdad'dan kaçmayı talep etmekte ittifak ettmişlerdir.

İbn Mübarek dedi ki: 'Şark ve garbı gezdimBağdat'tan daha şerli bir memleket görmedim'Denildi ki: 'Nasıl?' Dedi ki: 'Bağdat öyle bir memlekettir ki orada Allah'ın nimeti küçümsenir, günahlar önemsenmez'Horasan'a vardığında kendisine 'Bağdat'ı nasıl gördün?' diye sorulunca, şu cevabı verdi: 'Orada öfkeli polis, aç tüccar, şaşkın kurra gördüm!'

Sakın onun bu sözünü gıybet sanma! Çünkü İbn Mübarek bu rada belli bir şahıs aleyhinde konuşmadı ki o şahıs bu sözle zarar görsünBununla halkı Bağdat'a gitmekten sakındırdıO Bağdat'ta oturuyorduMekke'ye gitmek için kervanın hazırlığını onaltı gün bekledi ve orda kaldığına kefaret olması için her güne bir dinar verdi,

Irak'ı Ömer b. Abdülâziz ve Ka'b'ul-Ahbâr gibi birçok kimse kötülemiştirİbn Ömer (radıyallahü anh. ) bir azadlısına 'Nerede duruyorsun?' dedi'Irak'ta!' dedi'Irakta ne yapıyorsun? Kulağıma geldiğine göre Irak'ta oturan herkese Allahü teâlâ belâ'dan bir arkadaş veriyormuş' dedi.

Ka'b'ul-Ahbâr bir gün Irak'tan bahsederek şöyle demiştir 'Şerrin onda dokuzu oradadırOrada müzmin hastalık vardır(Bu söz, Hazret-i Ömer'e aittir. )

Denildi ki: 'Hayır ona taksim olunmuş onda dokuzu Şam'da, onda biri Irak'tadır!'

Hadîs âlimlerinden biri şöyle demiştir: Bir gün Fudayl b. İyaz'ın yanında bulunuyordumBir arabaya bürünmüş bir sûfî geldiFudayl onu yanına oturttuOna yöneldi ve kendisine şöyle sordu: 'Nerede oturuyorsun?' Sûfî 'Bağdat'ta'dediBunun üzerine Fudayl sûfîden yüz çevirir dedi ki: "Onlardan herhangi biri ruhbanın elbisesine bürünerek bize geliyorKendisine nerede oturduğunu sorduğumuzda 'zâlimlerin yuvasında' diye cevap veriyor!"

Bişr b. Hâris derdi ki: 'Bağdat'ta ibadet eden bir kimsenin misali tuvalette ibadet eden bir kimse gibidir'

Yine o 'Sakın Bağdat'ta durmak hususunda bana uymayınız! Kim Bağdat'tan çıkmak istiyorsa derhal çıksın!' demiştir.

Ahmed bHanbel derdi ki: 'Eğer şu çocukların telâşesi olmasaydı bu şehirden çıkıp gitmek nefsime daha hoş gelirdi' Bunun üzerine kendisine 'Nerede oturmak istiyorsun?' diye sorulduAhmed bHanbel 'Hududlarda' diye cevap verdi.

Birine Bağdad halkı sorulduğunda şöyle dedi: 'Onların zâhidleri iyi zâhid, şerirleri de çok şerirdir'

İşte bu içinde çokça günah işlenen bir memlekette belaya uğrayan bir kimsenin orada durması hususunda herhangi bir özrü olmadığına delalet ederBöyle bir kimsenin hicret etmesi daha uygundur.

Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler 'Ne işte idiniz' dediler'Biz yeryüzünde âciz düşürülmüştük' diye cevap verdierMelekler dediler ki: 'Peki Allah'ın yeri geniş değil miydi ki onda göç edeydiniz?' (Nisâ/97)

Eğer aile efradı veya bir yakını onu bu hicretten menederse bu durumda haline razı olmaması uygundur, Bu halde kalbi mutmain olmamalıdırAksine kalbinin daima münfail bulunması daha uygundurDaima şöyle demelidir:

Ey rabbimiz! Bizi halkı zâlim olan şu memleketten çıkar! (Nisâ/75)

Bunun sebebi şudur: Zulüm umumileştiğinde belâ iner ve herkesi kapsar.

Öyle bir azap ki aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz. (Enfâl/25)

Öyle ise dinin eksilmesinin sebeplerinden hiç birine hiçbir şekilde mutlak mânâda razı olmak yokturO sebepler ancak Allah'ın fiiline izafe edilmeleri bakımından hoş görünürlerEsasında ise hiçbir zaman onlara rıza gösterilmezÂlimler üç makamın ehlinden hangisinin daha üstün olduğu hususunda ihtilâf ettiler:

1Birisi Allah'ın mülâkatına iştiyak gösterdiği ölümü sever.

2Birisi mevlâsına hizmet etmek için sağ kalmayı sever.

3Birisi de 'Ben hiçbir şeyi tercih etmemAllahü teâlâ'nın benim için seçtiğine razı olurum' der.

Bu mesele âriflerden birine götürülünce şöyle demiştir: 'Rıza sahibi daha üstündürÇünkü onun fuzûlîliği daha azdır'.

Bir gün Vuheyb bVerd, Süfyân es-Sevrî ve Yûsuf bEsbat bir araya geldilerSevrî dedi ki:

-Ben bugüne kadar ani olarak gelen ölümü hoş karşılamıyordumFakat bugün ani olarak ölmeyi istiyorum.

- Neden istiyorsun?

- Korktuğum fitneden dolayı. . .

- Fakat ben uzun yaşamayı kerih görmüyorum!

- Neden?

- Tevbe edip salih amel işleyeceğim bir güne tesadüf etmesiniumuyorum!

Bunun üzerine Vuheyb'e denildi ki: 'Sen ne diyorsun?' Vuheyb 'Ben hiçbir şeyi tercih etmiyorum! Bunların bence en sevimlisi, Allah'a en sevimli olanıdır'Bunun üzerine Sevrî, Vuheyb'in gözlerinin arasından öperek şöyle dedi: 'Kâbe'nin rabbine yemin olsun ki bu ruhânîdir!'

21. Allah'ı Sevenlerin (Muhiblerin) Keşf ve Kerametleri, Sözleri ve Hikâyeleri

Âriflerden birine 'Sen muhib misin?' diye sorulduÂrif 'Hayır! Muhib değilim, ben ancak mahbubumÇünkü muhib sevdiğine ulaşıncaya kadar sıkıntıdan kurtulamaz' dedi.

Yine kendisine 'Halk senin yedi (evtad) lerden olduğunu söylüyorSen buna ne dersin?' denildiğinde, cevap olarak şöyle demiştir: 'Ben yedilerin tamamıyım!'

Yine o derdi ki: 'Beni gördüğünüzde, muhakkak kırk abdalı görmüşsünüzdür!' 'Bu nasıl olur? Oysa sen bir kişisin?' denilince, dedi ki: 'Çünkü ben kırk abdal gördümO abdalların her birinden bir ahlâk edindim'.

Kendisine şöyle soruldu: Kulağımıza geldiğine göre sen Hızır'ı (aleyhisselâm) görüyormuşsun?' Tebessüm ederek dedi ki: 'Hızır'ı görene şaşmamak gerekFakat o kimseye hayret etmeli ki Hızır onu görmek istiyor, o ise Hızır'dan gizleniyor!'

Hızır'dan şöyle hikâye olunuyor'Hangi gün nefsime 'Benim tanımadığım bir velî kul artık kalmadı' dedimse mutlaka o gün tanımadığım bir velî ile karşılaştım'.

Ebû Yezid el-Bistamî'ye bir defasında şöyle denildi: Allahü teâlâ'dan gelen müşahedenden bize bahset!' Bunun üzerine bağırarak şöyle dedi:

- Azap olasıca! Onu öğrenmek sizin için uygun değildir!

- O halde, Allah yolunda nefsinin en şiddetli mücâhedesindenbize haber ver?

- Sizi buna da muttali etmem caiz değildir.

- O halde, nefsinin başlangıçtaki riyazetinden bize haber ver!

- Nefsimi Allah'a davet ettimO serkeşlik yaptıBunun üzerinebir sene su içmemeye; bir sene uyku uyumamaya karar verdimBunun üzerine nefsim bu şartı yerine getirdi.

Yahya b. MuazEbû Yezid el-Bistamî'nin bazı müşahedelerini yatsı namazından fecre kadar gözlediHazret ayaklarını yerden kaldırmış, çenesini göğsünün üzerine koymuş, gözleriyle bir noktaya nazarını teksif ederek bakıyorduYahya der ki: 'Sonra seher zamanında secde etti ve secdesini oldukça uzattı. Sonra oturarak şöyle dedi: 'Ey Allahım! Bir kavim seni istediOnlara su üzerinde yürümeyi verdinHavada yürümeyi ihsan ettinOnlar da bununla razı oldularOysa ben böyle bir şeyden sana sığınıyorumDiğer bir grup seni aradıOnlara tayy-i mekan (mekân ve zamanüstü hareket etme kerametini) verdin, onlar da buna razı oldularBen bundan da sana sığınıyorumBir grup seni aradıOnlara yeryüzünün hazinelerini verdinOnlar buna razı oldularBundan da sana sığınıyorum!'

Hazret böylece velilerin kerametlerinden yirmi küsür makamı saydı. Sonra dönüp bakınca beni gördü:

- Yahya mısın?

- Evet efendim!

- Ne zamandan beri buradasın?

- Hayırlı bir zamandan beri. . .

Bunun üzerine sustuBen de 'Efendim! Bana herşeyi anlat' dedimBunun üzerine şöyle devam etti: 'Sana elverişli olan birşey haber vereyim: (Allah) beni en alt feleğe yükseltti. Sonra beni en alt melekûtta gezdirdiBana yerleri ve yerlerin altında bulunan şeyi, tâ toprağa varıncaya kadar gösterdi. Sonra beni en yüksek feleğe çıkardıBeni göklerde gezdirdiGöklerdeki cennetlerden, arşa kadar her şeyi bana gösterdi. Sonra beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Gördüğünden herhangi bir şeyi iste! Sana hibe edeyim!' Dedim ki: 'Mevlâm! Ben güzel saydığım hiçbir şey görmedim ki onu senden isteyeyim!' Bunun üzerine şöyle buyurdu' 'Sen hakikî kulumsun! Sadece benim hatırım için, doğru olarak bana kulluk yapıyorsunMuhakkak senin hakkında şunu şunu yapacağım'. Sonra Allahü teâlâ yapacağı birkaç şeyi söyledi.

Bu durum beni dehşete düşürdüBundan hayrete kapıldım ve dedim ki: "Ey efendim! Neden O'nun hakkındaki marifeti O'ndan istemedin? Oysa Sultanlar Sultanı sana 'dilediğini iste!' demiş!"

Bu söz üzerine bana bağırarak 'Azap olasıca! Sus!' dedi'Ben O'nu dahi kıskanıyorumBenden başkasının O'nu bilmesinden hoşlanmıyorum!' dedi.

Hikâye olunuyor ki; Ebû Turab Nahşebî müridlerinden birini çok beğenir, onu yanına yaklaştırır maddi ve manevî her ihtiyacını giderirdiMürid ise ibadeti ve halleriyle meşguldüEbû Turab bir gün müride 'Keşke Ebû Yezid'i bir görseydin!' dediMürid ben meşgulüm!' dediEbû Turab 'Keşke Ebû Yezid'i görseydin!' sözünü tekrarlayınca müridin muhabbeti galeyana geldi ve şöyle dedi: 'Rahmet olasıca! Ben Ebû Yezid'i ne yapayımBen Allahü teâlâ'yı gördümO beni Ebû Yezid'den müstağni kıldı'.

Ebû Turab müridin bu sözüne karşılık heyecana kapılarak nefsine hâkim olamadı ve dedi ki: 'Eğer Ebû Yezid'i bir defa görseydin Allahü teâlâ'yı kendi mizanınla yetmiş defa görmenden sana daha faydalı olurdu'.

Bunun üzerine genç, Ebû Turab'ın sözünden dehşete kapıldı ve bu sözü inkârla karşılayıp şöyle dedi: 'Bu nasıl olur?' Ebû Turab 'Azap olasıca! Sen Allah'ı gerektiği gibi göremezsinO halde Allah, senin kapasiten nisbetinde sana görünürOysa Ebû Yezid'i Allah katında görürsünAllahü teâlâ ona onun kapasitesi nisbetinde görünmüştür'Bunun üzerine mürid anladı ve dedi ki: 'Öyleyse beni Ebû Yezid'e götür!' Bundan sonra Ebû Turab bir kıssa zikretti ve o kıssanın sonunda dedi ki: 'Biz bir tepede durup ormandan çıkması için Ebû Yezid'i bekledikHazret yırtıcı hayvanlarla dolu bir ormana girmişti'.

Ebû Turab diyor ki: 'Ebû Yezid sırtında ters giymiş olduğu bir aba olduğu halde yanımızdan geçtiBen gence 'İşte Ebû Yezid budur! Ona bak!' dedimGenç Ebû Yezid'e baktıBir çığlık kopardıOnu yokladıkBaktık ki ölmüşEbû Yezid'le beraber onu defnetmeye koyulduk ve bu esnada Ebû Yezid'e dedim ki: 'Ey efendim! Sana bakması onu öldürdü!' Ebû Yezid 'Hayır! Arkadaşın doğru imiş! Onun kalbinde kendine keşfolunmamış bir sır vardıBizi gördüğünde kalbinin sırrı ona keşfolundu ve o sırra tahammül edemediÇünkü hâlâ zayıf müridlerin makamında bulunuyorduBu bakımdan bu keşf onu öldürdü' dedi.

Habeşliler Basra'ya girdikleri zaman, insanları öldürüp mallarını yağma ettilerSehl et Tüsterî'nin arkadaşları Sehl'in yanında toplanıp şöyle dediler: 'Keşke bunları defetmesi için Allah'a niyaz etseydin!' Sehl sükût edip sonra şöyle dedi: Allahü teâlâ'nın bu memlekette birtakım kulları var ki eğer zâlimler aleyhinde bedduada bulunsaydılar yeryüzünde bir tek zâlim bile kalmazdıHepsi bir gecede ölürlerdiFakat bunu yapmazlar'Denildi ki: 'Neden?' Dedi ki: 'Çünkü onlar sevilmeyeni sevmezler!' Bundan sonraAllahü teâlâ'nın birçok şeye icabet ettiğini ki o şeyleri zikretmek mümkün değildir söyledi ve şu cümleyi de ekledi: 'Eğer onlar Allah'tan kıyâmetin kopmamasını dileseydiler kıyâmet kopmazdı!'

Bunlar esasında mümkün olan şeylerdirBu bakımdan herhangi birine mazhar olmayan bir kimsenin mümkün olmalarına inanıp tasdik etmekten uzak olmaması uygundurÇünkü Allahü teâlâ'nın kudreti geniştirFazileti umûmîdirMülk ve melekûtun acaiplikleri çokturAllahü teâlâ'nın kudreti dahilinde olanlar sonsuzdurSeçmiş olduğu kullarının üzerindeki fazlının sonu yokturEbû Yezid diyor ki: 'Eğer Allah sana Musa'nın münacâtını, Îsa'nın ruhaniyetini ve İbrahim'in dostluğunu verse yine de O'ndan bunun ötesini iste! Çünkü O'nun katında bunun üstünde nice katlar daha vardırEğer bununla iktifa edersen seni perdelerBu ise onlar gibilerin belasıdırOnların hallerinin benzerinde bulunanların da belasıdırÇünkü onlar hadîste emselü fel emsel (sözüyle) kastolunanlardır'.

Âriflerden biri şöyle demiştir: "Bana keşif âleminde kırk hûri gösterildiOnları havada yürürken, sırtlarında altın, gümüş ve cevherlerden elbiselerle kırıtıp kıvranırken gördümOnlara bir kez baktımKırk gün cezalandırıldım. Sonra onlardan daha güzel seksen hûri gördümBana dendi ki: 'Bu hûrilere bak!' Ben ise secdeye kapadımOnlara bakmamak için gözlerimi kapandım ve dedim ki: 'ınâsivandan sana sığınıyorumBenim bu duruma ihtiyacım yokturBunları bana gösterme!' Böylece onları benden uzaklaştırıncaya kadar durmadan yalvardım".

Bu keşiflerin benzerlerini, mükaşefeden mahrum olan Mü'min kişinin inkâr etmesi uygun değildirEğer herkes sadece karanlık nefsinden görmüş olduğuna inanırsa, katı kalbinin verdiğini tasdiklerse, o zaman onun için îman yolları daralırBu haller birtakım yollardan geçtikten sonra ortaya çıkarBirçok makamlara varıldıktan sonra elde edilirlerBu makamların en aşağısı ihlâs makamıdırNefsin paylarını, halkın mülâhazasını, görünen ve görünmeyen bütün amellerden çıkarmaktır. Sonra onun halktan gizlemek için hal perdesiyle örtmeli ki sükût kalesinde mahsur kalmasın!

İşte bunlar sülûklerin başlangıcı, makamların en azıdırOysa bu makamlar insanların en muttakîlerinde bile az görülürKalbi halka iltifat etmenin bulanıklığından tasfiye ettikten sonra onun üzerine yakîn nûru akarOna hakkın başlangıçları keşfolunurBunu denemeksizin ve yolun sülûkünü yapmaksızın inkâr etmek, tıpkı şekillendirdikten, temizledikten ve sır sürüldükten sonra demirde suretin inkişaf etme imkânını inkâr eden bir kimsenin inkârı yerine geçerBu kimse demirin parlaklığında kendi suretini görse dahi bu keşfe inanmazBu bakımdan münkir bir kimse elindeki karanlık demir parçasına, o parçanın üzerinde biriken pas ve pislikler olduğu halde bakar ve görür ki bu demir parçası suretlerden hiç birini yansıtmıyorBöylesi, o demirin cevheri göründüğünde karşıdaki insanın suretinin orada keşfolunma imkânını inkâr ederBunun inkârı cehalet ve dalâletin son derecesidir (!)

İşte evliyaullahın kerametlerini inkâr eden herkesin hükmü budur; zira kerameti inkâr eden bir kimsenin istinadı kendisinin ve gördüğü kimselerin kerametten mahrum oluşudurAllah'ın kudretini inkâr etmekte, bu ne kötü istinadgândırBirşeye sülûk yapan velev ki yolun başlangıcında olsa bile keşfin kokularını duyar.

Bişr'e şöyle denildi:

- Sen bu mertebeye neyle vardın?

Allahü teâlâ'nın hâlimi ketmetmesine çalışıyorum.

Bu sözün mânâsı Allahü teâlâ'dan hâlimi halktan gizlemesini talep ediyorum demektir'.

Bir zât, Hızır'ı görüp kendisine şöyle dedi: Banim için Allah'a dua et!

- Allah senin taatini kolaylaştırsın!

- Daha fazlasını yap!

- Bu ibadeti senin için örtsün!

'Bu ibadeti senin için örtsün' sözünün mânâsının 'Ya halktan onu gizlesin' veya O'nu senden gizlesin de sen ona iltifat etmeyesin' demek olduğunu söylemiştir.

Bir zât şöyle anlatır Hızır'a olan iştiyak durmadan kalbimi kemirdiBir defasında Allahü teâlâ'dan bence eşyanın en mühimi olan birşeyi bana öğretsin diye Hızır'ı bana göstermesini talep ettimBu dilek üzerine Hızır'ı gördümİsteğim bana galebe çalmadı ve ona şöyle dedim:

-Ey Ebû Abbas(Hızır'ın künyesidir) Bana öyle birşey öğret ki onu söylediğim zaman mahlukların kalbinden perdelenmiş olayımO kalplerde benim hiçbir kıymetim kalmasınHiç kimse beni salihlik ve dindarlıkla tanımasın.

- Şöyle söyle: 'Ey Allahım! Kalın örtünü üzerime ört! Perdelerini üzerime indirBeni gaybının hazinesinde gizle! Kullarının kalbinden beni perdele!'

Râvî diyor ki: 'Hızır bunları söyledikten sonra kaybolduOnu bir daha görmedim ve bundan böyle de ona karşı bir iştiyakım olmadıDurmadan bu kelimeleri söylüyorum'

Sonunda bu kişi öyle bir raddeye geldi ki zelil ve hor görülüyorduHasta islâm bayrağı altında yaşayan zimmîler bile onunla istihza eder, yanlarında kıymeti olmadığından dolayı yollarda onunla alay edip ona yüklerini taşıtırlar ve çocuklar onunla oynardıOnun rahatı, kalbinin sükûneti; o zillet ve şöhretsizlik içerisinde halinin istikamet! idi.

İşte Allah'ın velî kullarının hali böyledir, velîleri böylelerin arasında aramalıdırMağrur insanlar ise velîleri elbiselerin ve taylasanların altında ararlarHalk arasında ilim, takvâ ve riyasetle şöhret bulanların içinde ararlarOysa Allah'ın, velîleri üzerindeki gayreti, onları gizlemeyi gerektirirNitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:

Velî kullarım perdemin altındadırBenden başkası onları tanımaz.

Hazret-i Peygamber de (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Nice saçı sakalı karışık, toz toprak içinde kalmış, sırtında eskimiş elbise bulunan kimseler vardır ki kendisine halk arasında önem verilmezEğer o, Allah üzerine yemin ederse, muhakkak Allahü teâlâ onu yemininde yalancı çıkarmaz80

Kısacası; kalplerin bu mânâları koklamaktan en uzağı; mütekebbir kimselerin, nefislerini beğenenlerin, ilim ve ameliyle sevinenlerin kalpleridirBu, mânâlara en yakın kalpler ise kırık, nefsinin zilletini sezen kalplerdirÖyle ki başkası tarafından zelil görülerek nefsinin zilletini sezerÖnem verilmediğinde zilleti hissetmezNitekim köle, efendisi kendisine karşı ne kadar büyüklük taslarsa taslasın efendisinin bu hareketinden zillet hissetmezO halde bu şahıs zilleti hissetmediğinde, zillete iltifat etmediğini de sezmediğinde kendi nefsi katında zilletin bütün çeşitlerini nefsi için zillet olarak görmekten daha düşük bir derecede olurHatta nefsini bundan da alçak görür, tevazû tabii olarak ona sıfat olurBu gibi kalplerin o kokuların başlangıçlarım koklaması ümit edilirEğer biz bu kalbin benzerini kaybeder, bu ruhun benzerinden mahrum olursak, ehli için mümkün olana inanmamak bizim için uygun değildirBu bakımdan Allah'ın velî kullarından olmayan bir kimse hiç olmazsa onlara dost olsun, onların veliliğini tasdik etsinBu takdirde sevdiğiyle beraber haşrolunması umulur.

Buna Hazret-i Îsa'dan gelen şu rivâyet şahidlik eder: Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) İsrailoğulları'na şöyle sordu: 'Ekin nerde biter?' 'Toprakta' dedilerHazret-i Îsa (aleyhisselâm) 'Hakikî olarak size derim ki hikmet de ancak toprak gibi olan bir kalpte biter!'

Allah'ın veliliğine talip olanlar; bu veliliğin şartlarını talep etmekte, nefsi düşüklük ve millet derecesine düşürecek kadar ileri gitmişlerdir.

Rivâyet ediliyor ki Cüneyd-i Bağdâdî'nin hocası olan İbn Kerenbî'yi bir kişi üç defa yemeğe davet ettiHer defasında gelirken geri çevirdi. Sonra davet ettiTekrar geldiDördüncü defa da onu içeriye alıp 'Neden kovulduğun halde tekrar davete icabet ettin?' diye sorduİbn Kerenbî dedi ki: 'Yirmi seneden beri nefsimi zillete alıştırdımBu hususta çeşitli riyazetlere başvurdumÖyle ki nefsim köpek gibi olduKovulduğunda giderKendisine bir kemik atılınca da dönüp gelirEğer sen beni elli defa kovsaydın, sonra beni davet etseydin yine icabet ederdim'.

Yine İbn Kerenbî şöyle anlatıyor: 'Bir mahalleye yerleştimO mahallede dindarlıkla tanındımDolayısıyla kalbimin huzuru dağıldıBir hamama girip güzel bir elbise çalıp o elbiseyi giydim. Sonra onun üzerine yamalı abâmı geçirdimÇıkıp yavaş yavaş yürümeye başladımArkadan bana yetiştiler, yamalı abamı çıkardılarElbiseyi sırtımdan çıkarıp beni acıtacak derecede dövdülerBu hâdiseden sonra orada 'Hamam hırsızı' diye tanındımBöylece nefsim sükûnete kavuştu'.

İşte selef nefislerini böyle eğitiyorlardıAllahü teâlâ kendilerini halka bakmaktan kurtarıncaya kadar bu şekilde terbiyeye devam ederlerdi. Sonra kendi nefislerine bakmaktan da kurtulurlardı!

Nefsine bakan bir kimse Allah'a karşı mahcubdurKişinin nefsi ile meşgul olması, kendisi için perdedirKalp ile Allah arasında perde yokturAncak kalplerin uzaklığı; Allah'tan gayrisiyle veya kendi nefsiyle meşgul olmaktırPerdelerin en büyüğü nefsin meşguliyetidir.

Bu sırra binaen hikâye olunur ki: Dünyevî kıymeti büyük olan Bistam eşrafından biri Ebû Yezid Bistamî'nin meclisinden ayrılmıyorduBir gün Ebû Yezid'e şöyle dedi: 'Ben otuz seneden beri bütün seneyi oruçla geçirir, orucumu bozmamUyumadan bütün geceyi ibadetle geçiririmKalbimde senin bu söylediğin ilimden birşey bulamıyorumOysa bu ilmi tasdik ediyor ve seviyorum'Bunun üzerine Ebû Yezid dedi ki:

- Eğer sen üçyüz sene oruç tutsan ve bütün geceleri ibadetle geçirsen yine bu ilimden bir zerre edinemezsin!

- Neden?

- Çünkü kendi nefsin önünde perdedir.

- Bunun çare ve ilâcı var mıdır?

- Evet, vardır!

- Bana söyle ki tatbik edeyim!

- Kabul etmezsin!

- Bana söyle de yapayım!

- Şimdi berbere git! Saç ve sakalını tıraş etŞu sırtındaki elbiseyi çıkar, bir abaya bürünBoynuna ceviz dolu bir torba as! Çocukları etrafına topla ve de ki: 'Bana bir yumruk vurana bir ceviz vereceğim!' Çarşıya gir! Memleketin eşrafının yanlarına git ve seni tanıyanlara uğrayarak gez! Bütün bu durumlarda aba sırtında, torba da boynunda olsun!

- Sübhânallah! Bana böyle şeyleri mi teklif ediyorsun!

- Senin Sübhânallah demen şirktir!

- Bu nasıl olur?

- Sen nefsini büyüttüğünden dolayı onu tesbih ettin, rabbini değil!

- Senin bu söylediğini yapamam! Fakat bana başka bir yol göster!

- Her şeyden önce bu söylediğimi yap!

- Buna gücüm yetmez!

- Zaten sana kabul etmeyeceğini söylemiştim!

İşte Ebû Yezid'in söylediği bu söz, nefsine bakmak suretiyle hastalanan, halkın kendisine bakmasıyla fitneye mâruz kalan bir kimsenin tedavisidirBöyle bir hastalıktan bu ve buna benzer tedavilerden başka hiçbir tedavi insanı kurtaramazBu bakımdan tedaviye gücü yetmeyen bir kimse, hastalıktan sonra nefsini tedavi eden veya hiçbir zaman böyle bir hastalığa giriftar olmayan bir kimse hakkında şifa bulmanın imkânını inkâr etmemelidirO halde sıhhat derecelerinin en azı, sıhhatin mümkün olmasına inanmaktırÖyleyse şu azıcık nasipten de mahrum olan bir kimseye yazıklar olsun! Bunlar şeriatta apaçık şeylerdirBuna rağmen kendini şeriat âlimlerinden sayan bir kimsenin katında pek uzak sayılırlar!

Bir şeyin azı onun katında çoğundan daha sevimli ve bilmemesi bilmesinden kendisine daha sevimli olmadıkça, kul îmanın kemâline eremez81

Kimde şu üç haslet varsa onun îmanı kemâle ermiştir: a) Allah katında hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezb) Amelinde riyakârlık yapmaz, c) Kendisine iki şey arzolunduğunda, o emirlerin biri dünya, diğeri âhiret için olursa, âhiret için olanı, dünya için olana tercih eder82

Bir kulun îmanı şu üç haslet onda olmadıkça kemâle ermez, a) Öfkelendiği zaman öfkesi kendisini haktan uzaklaştırmayanb) Razı olduğunda rızası kendisine bâtıla sokmayan, c) Gücü yettiğinde hakkı olmayanı almayan83

Üç haslet vardır ki, onlar kime verilmişse o kimseye Dâvud'un (aleyhisselâm) âline verilenin benzeri verilmiş demektirNe rıza ne de öfke halinde adaletten ayrılmamak, ne zenginlik ne de fakirlik halinde ayrılmamak, gizlide ve açıkta Allah'tan korkmak!84

Hazret-i Peygamber îman sahipleri için bu şartları zikrettiBu bakımdan din âlimi iddiasında bulunup da nefsinde bu şartların zerresine tesadüf edilmeyen kimseye şaşmak gerekirBu kimsenin ilimden ve akıldan nasibi, ancak imanının ötesinde bulunan yüce makamları geçtikten sonra elde edileni inkâr etmek olur.

Allahü teâlâ peygamberlerinden birine (şöyle) vahyetti:

Ben ancak dostluğum için; zikrimden gevşemeyen, benden başka hedefi olmayan, kullarımdan birini bana tercih etmeyen, ateşle yakılsa ateşin acısını duymayan, testereyle biçilse elem hissetmeyen bir kimseyi seçerim.

Sevgi kendisini bu şekilde mağlub etmemişse sevginin arkasındaki kerâmet ve keşfi bilirOysa bütün bunlar sevginin ötesindedirSevgi de îman kemâlinin ötesinde. . . İmanın eksiklik ve fazlalıktaki makamları ve değişikliği hesaba gelmeyecek kadar çoktur.

Hazret-i PeygamberHazret-i Ebû Bekir'e hitaben şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ sana ümmetimden bana her îman edenin îmanı kadar vermiştirBana da Âdem'in (aleyhisselâm) evladından kendisine îman edenlerin îmanı kadar vermiştir85

Allahü teâlâ'nın üç yüz ahlâkı vardırKim onun huzuruna o üç yüz ahlâkın biriyle ahlâklanıp da Tevhîdle beraber varırsa cennete girer.

Bu söz üzerine, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle sordu:

- Ey Allah'ın Resûlü! Bende o ahlâklardan biri var mı?

- O ahlâkların hepsi sende vardırO ahlâkların Allah katında en sevimlisi de cömertliktir86

Göklerden sarkıtılmış bir terazi gördümBir kefesine ben konuldumÜmmetim de ikincisine konulduBen daha ağır bastımEbû Bekir o terazinin bir kefesine konulduÜmmetim diğer kefesine konulduEbû Bekir daha ağır bastı87

Bütün bunlara rağmen, Hazret-i Peygamber'in Allah'ın sevgisinde fâni olması öyle bir raddeye gelmişti ki Allah'tan başkasıyla dostluk yapmak için orada yer kalmamıştıNitekim şöyle buyurmuşlardır:

Eğer ben insanlardan bir dost edinseydim, muhakkak Ebû Bekir'i dost edinirdimFakat sizin arkadaşınız Allah'ın dostudur88

'Arkadaşınız' tâbiriyle kendi nefsini kastetmiştir.

80) Müslim

81) Ebû Mansur Deylemî

82) Ebû Mansur Deylemî

83) Taberânî

84) Hadis-i Garib'dir. Daha önce geçmişti.

85) Ebû Mansur Deylemî

86) Taberânî

87) İmâm-ı Ahmed, (Ebû Umame'den)

88) Müslim ve Buhari

22. Bu Bölümün Hâtimesi

Kitabı, muhabbetlerle ilgili çeşitli sözlerle sona erdirelim.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'muhabbet, Hazret-i Peygamber'e tâbi olmaktır'Bir başkası 'Zikrin devamıdır!' demiştirBaşkası 'ınahbubu tercih etmektir!' demiştirBaşkası 'Dünyada bâki kalmayı istememektir!' demiştir.

Bütün bunlar muhabbetin meyvelerine işarettirMuhabbetin kendisine gelince bu tariflerin hiçbiri ondan bahsetmemiştirBazıları da 'muhabbet, kalpleri idrâkinden kahredici, dilleri kendisini tâbir etmekten menedici bir mânâdır' demişlerdir.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: Allahü teâlâ herhangi bir şeye ilgi duyan kimseye muhabbeti haram kılmıştır'.

Yine şöyle demiştir: 'Her muhabbet karşılıklı olur, onun karşılığı ortadan kalkınca o da kalkar!'

Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: "Allah'a muhabbetini izhar edene 'Allah'tan başkasına eğilmekten sakın!' de!"

Şiblî'ye denildi ki: 'Bize ârif ile muhibbi vasıflandır!' Cevap olarak dedi ki: 'Ârif konuşursa helâk olur, muhib ise sükût ederse helâk olur!'

Şiblî şöyle dedi:

Ey kerîm olan seyyid! Sevgin içimde yerleşmiştir.

Ey gözümden uykuyu kaldıran! Sen kalbimden geçeni bilirsin.

Ben 'muhabbeti hatırladım' diyene şaşarım!

Ben unutur muyum ki unuttuğumu hatırlamış olayım!

Seni hatırladığımda ölür, sonra yeniden dirilirim.

Eğer hüsn-ü zannım olsaydı dirilmezdim.

Temenni ile dirilir, şevk ile ölürüm!

Senin için nice dirilir, nice ölürüm.

Muhabbeti, fincan arkasında fincan dolusu içtim; ne şarab bitti, ne de ben kandım!

Keşke onun hayali gözümün önünde olsaydıBakışımda kusur etseydim de kör olsaydım!

Rabiat'ul-Adeviye bir gün şöyle demiştir: 'Bizi habibine muttali eden kimdir?' Onun cariyesi dedi ki: 'Habibimiz beraberimizdedir! Fakat dünya bizi ondan ayırmıştır'.

O İbn Celâ (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Allah Hazret-i Îsa'ya (aleyhisselâm) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ben bir kulumun sırrına muttali olduğumda orada dünya ve âhiret sevgisini görmezsem kendi sevgimle onu doldururumKendi hıfzımla onu korurum'.

Denildi ki: 'Semnun bir gün muhabbet hakkında konuştuO anda önüne bir kuş konuverdiGagasından kan gelinceye kadar yeri deşti'.

İbrahim b. Edhem dedi ki: İlâhî! Sen, bence, bana ikram etmiş olduğun muhabbetine, zikrinle bana ihsan ettiğin ünsiyetine ve azametin hakkında düşünmek için bana vermiş olduğun imkâna nisbetle cennetin bir sivrisinek kanadına denk olmadığımı biliyorsun!

Sırrî es-Sekatî şöyle demiştir: 'Allah'ı seven yaşar! Dünyaya meyleden şaşar! Ahmak bir kimse sabah ve akşam bir hiç uğrunda koşarAkıllı o kimsedir ki ayıplarını deşer!'

Rabia Hatun'a 'Hazret-i Peygamber'i seven ne durumdadır?' dendiDedi ki: 'Allah'a yemin olsun! Onu çok seviyorumFakat yaratanın sevgisi beni yaratılmışların sevgisinden uzaklaştırdı'.

Hazret-i Îsa'ya 'amellerin en faziletlisi' sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: 'Allah'tan razı olmak ve Allah için sevmek!'

Ebû Yezid şöyle demiştir: 'muhib ne dünyayı ne de âhireti severAncak mevlâsının zatını sever'.

Şiblî şöyle demiştir: 'Sevgi, lezzette şaşkınlık, saygıda ise hayranlıktır'.

Denildi: 'Sevgi senin eserini senden silmek, öyle ki senden bir şeyi sende bırakmamak demektir'.

Denildi: 'Sevgi kalbin sevinmesi ve müjdelenmekle mahbuba yaklaşmasıdır'.

Havvâs şöyle demiştir: 'muhabbet iradeleri yok etmektirSıfatı ve hâcetlerin tümünü yakmaktır'.

Sehl'e 'muhabbetin mânâsı' soruldu.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Kul Allah'ın müşahedesinden, gayenin ne olduğunu anlayınca, Allah'ın kulunun kalbini müşahedesine meylettirmesidir'.

Muhibbin muamelesi dört derece üzerinedir: Muhabbet, heybet, hayâ ve tazimi Bunların en üstünü tazim ile muhabbettirÇünkü bu iki derece, cennette bile cennet ehliyle beraber kalırlarCennet ehlinden bu iki dereceden başka ne varsa hepsi kaldırılır.

Harem bHıbbân şöyle demiştir: 'mü'min rabbini tanıdığında sever! Sevdiğinde yönelirYönelmenin lezzetini tattığında şehvet gözüyle dünyaya, fetret gözüyle âhirete bakmazBu, dünyada üzüntü çekmesi ve âhirette rahatlaması demektir'.

Abdullah bMuhammed şöyle demiştir: Abide kadınların birinden dinledimAğlıyor ve gözyaşları yanaklarının üzerine aktığı halde şöyle diyordu: 'Allah'a yemin ederim! Hayattan bıktımÖyle ki ölümün satıldığını görsem, Allah'a olan iştiyakım ve mülâkatına olan sevgimden dolayı onu satın alırdım'Kendisine 'Sen ameline güvenir misin?' diye sordum.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Hayır! Ben bunu Allah'ı sevdiğimden ve hakkında hüsn-ü zan yaptığımdan dolayı seviyorumO'nu sevdiğim halde bana azap edeceğini sanır mısın?'

Allahü teâlâHazret-i Dâvud'a şöyle vahyetti:

Eğer benden kaçanlar onları nasıl beklediğimi ve onlara nasıl merhamette bulunacağımı, günahlarını terketmeleri için nasıl iştiyakım olduğunu bilselerdi, muhakkak bana olan iştiyaklarından ötürü hemen ölmek isterlerdiBenim sevgimden mafsalları paramparça olurdu.

Ey Davud! İşte bu, benden uzaklaşanlar hakkındaki irademdirAcaba bana yönelenler hakkındaki irademin nasıl olduğunu düşün!.

Ey Dâvud! Kulum bana en fazla muhtaç olduğu zaman, benden müstağni olduğunu zannettiBenim kuluma en fazla rahmet ettiğim zaman, bana sırt çevirdiği zamandırKulumun en büyük olduğu zaman, bana yöneldiği zamandır.

Ebû Halid es-Saffar şöyle demiştir: 'Peygamberlerden biri bir abide rastladı ve ona dedi ki: 'Siz âbidler korku ve ümitle amel ediyorsunuzOysa biz peygamberler muhabbet ve şevkle amel ediyoruz'.

Şiblî şöyle demiştir: Allahü teâlâ Dâvud kuluna şöyle vahyetti: 'Ey Dâvud! Benim hatırlamam, hatırlayanlar içindirBen ise özellikle sevenler içinim'.

Allahü teâlâ Âdem'e (aleyhisselâm) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Âdem! Bir dostu seven, onun sözünü tasdik ederHabibine ünsiyet veren, fiiline razı olurO'na müştâk olan O'nun yolunda var kuvvetiyle gider'.

Havvâs göğsünü yumruklayarak şöyle diyordu: 'Beni görüp, benim kendisini görmediğim iştiyakım hazır ol!'

Cüneyd şöyle demiştir: Yunus (aleyhisselâm) iki gözü kör oluncaya kadar ağladı, Sırtı kamburlaşıncaya kadar ibadet ettiKötürüm oluncaya kadar namaz kıldı ve şöyle dedi: ' (Ey rabbim!) Senin izzet ve celâline yemin ediyorum! Eğer benimle aranda ateşten bir deniz olsaydı, sana olan iştiyakımdan dolayı o denize dalardım'.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber'e sünnetini sordum, şöyle buyurdu:

Marifet benim sermayemdirAkıl dinimin esasıdırSevgi temelimdirŞevk bineğimdirAllah'ın zikri enîsimdirGüvenmek hazinemdirMahzun olmak arkadaşımdırİlim silahımdırSabır abamdırRıza ganimetimdirÂcizlik medarı iftiharımdırZâhidlik sanatımdırYakîn gıdamdırDoğruluk şefaatçımdırTaat sevgimdirCihad ahlâkımdırGözümün aydınlığı namazdadır89

Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Ruhları mücehhez ordular yapan Allah, müşriklerin dediğinden münezzehtirBu bakımdan âriflerin ruhları celâlî (celâl sıfatına mensub) ve kudsîdirÂrifler Allah'a müştâk oldularMü'minlerin ruhları ruhânîdir, çünkü Mü'minler cennete meylettilerGâfillerin ruhları hevâîdir, çünkü dünyaya meylettiler'.

Meşâyihten biri şöyle demiştir: Lükam (Şam'ın dağlarından biridir. Abidler orada bulunurdu) dağında rengi esmer, bedeni zayıf bir kişi gördümO, taştan taşa sıçrıyor ve şöyle diyordu:

Aşk ile hevâ, beni gördüğün gibi yaptılar!

Denilmiştir ki: 'şevk Allah'ın ateşidirAllah o ateşi velî kullarının kalplerinde yakmıştır! Öyle ki onunla onların kalplerinde bulunan düşüncelerin, iradelerin, gelip geçici şeylerin ve ihtiyaçların hepsini yakmıştır'.

İşte muhabbet, ünsiyet, şevk ve rıza'nın beyanı hakkında bu kadarı kâfidirDoğruya muvaffak kılan Allah'tır!

Böylelikle Muhabbet, Şevk, Rıza ve Ünsiyet bölümü sona ermiş bulunuyorAllah'ın izniyle bunun ardından Niyet, İhlâs ve Sıdk ile ilgili bölüm gelecektir!

89) Kadı Iyaz, (Hazret-i Ali'den)