38-4
9. Murâbete'nin Beşinci Makamı Mücâhede
Mücâhede, kişi nefsini hesaba çektiğinde, onun günah işlediğini gördüğünde, bahsi geçen cezalarla onu cezalandırmasıdır. Eğer nefsini faziletlerin herhangi bir şeyinde veya virdlerin herhangi birinde tembellik ve gevşeklik yaptığını görürsen, uygun olanı virdleri ağırlaştırmak ve onlardan ayrılmamak suretiyle ve elden kaçan fırsatları telafi etmek için çeşitli faziletleri ona yüklemek suretiyle onu eğitmektir.
İşte Allah için çalışanlar böyle yaparlardı. Nitekim Hazret-i Ömer, cemaatle ikindi namazını kaçırdığında, kıymeti ikiyüzbin (200. 000) dirhem olan bir arazisini, sadaka vermek suretiyle nefsini cezalandırmıştır.
İbn Ömer, cemaatle namazı kaçırdığında, o gecenin tamamını sabaha kadar ibadetle ihyâ ederdi. Akşam namazını iki yıldız çıkıncaya kadar geciktirdiğinde iki köleyi azad etti.
İbn Ebî Rebia, sabah namazının iki rek'atını kaçırdığından bir köle azad etmiştir.
Seleften bir zât bir senelik orucu veya haccetmeyi veya bütün malını sadaka vermeyi nefsine gerekli kılıyordu. Bütün bu hareketler, nefsi murâbete ve kurtuluşuna vesile olan şey ile muâheze etmektir.
Soru: Nefsim mücâhede ve virdlere devam etmek hususunda bana uymazsa, onu tedavi etmenin yolu nedir?
Cevap: Bu hususta senin yolun, müctehidlerin (fazla ibadet edenlerin) fazileti hakkında, haberlerde vârid olan şeyleri nefsine duyurmandır.
Tedavi sebeplerinin en faydalısı, ibadette var kuvvetiyle çalışan kullardan birinin sohbetini dinleyip, onun sözlerini mülahaza edip ona uymaktır.
Seleften bir zât şöyle demştir: 'Bana ibadet hususunda gevşeklik geldiğinde Muhammed b. Vâsi'in durumuna bakar, onun hummalı çalışmasını gözden geçirirdim ve bunun üzerine birkaç hafta ibadet ederdim'.
Ancak bu tür tedavi bazen çok zorlaşır. Çünkü şu zamanda geçmişlerin çalışması gibi, ibadette çalışan bir kimse yoktur. Bu bakımdan görmek yerine dinlemek daha uygundur. O halde, selefin hallerini işitmekten, haberlerini mütala etmekten ve içinde bulundukları hummalı çalışmalarını dinlemekten daha faydalı birşey yoktur. O zatların yorgunlukları sona erdi. Sevapları ebedî kaldı. Nimetleri kesilmeksizin daimî oldu. Öyleyse onların mülkü ne büyüktür! Onlara uymayan bir kimsenin üzüntüsü ne şiddetlidir! Böyle bir kimse nefsin istekleriyle kendini avutur. Sonra ona ölüm gelir. Böylece ölüm, onunla her isteği arasına ebedî bir şekilde girer. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.
Biz var kuvvetiyle çalışanların vasıflarından ve faziletlerinden, onlara uyması için müridin çalışmadaki rağbetini harekete geçiren şeyleri burada zikredelim;
zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah o kavimlerden razı olsun ki halk onları hasta zanneder. Oysa onlar hasta değildir. 36
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Onları ibadet yormuştur: Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler. (Mü'minûn/60)
Hasan-ı Basrî sonra bu âyet hakkında şöyle demiştir: 'Onlar amellerden yaptıklarını yaparlar. Buna rağmen bu amelin kendilerini Allah'ın azabından kurtaramayacağından korkarlar'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ömrü uzamış, ameli güzelleşmiş kimseye cennet vardır.
Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, meleklerine hitaben şöyle buyurmuştur:
- Fazlasıyla çalışan kullarımın durumu nedir?
- Ey rabbimiz! Onları bir şeyle korkuttun. Onlar korktular. Onları bir şeye teşvik ettin. Onlar da ona müştâk oldular!
- Eğer kullarım beni görseydiler, çalışma bakımından daha şiddetli olurlardı! Bu nasıl olur?
Hasan Bâsrî şöyle demiştir:
Ben bazı kimselere yetiştim. Onların bazı gruplarıyla arkadaşlık yaptım. Onlar dünyanın yönelip gelen hiçbir şeyiyle sevinmez. Dünyanın kaçan hiçbir şeyiyle üzülmezlerdi. Yemin ederim, dünya onların gözünde, şu ayaklarınızla çiğnediğiniz topraktan daha düşük idi. Onlardan birinin bütün hayatı boyunca bir elbisesi katlanmamıştır ve hiçbir zaman, aile efradına bir yemek yapmalarını emretmemiştir.
Bedeni ile toprak arasına hiçbir şey bırakmamıştır. Onları rablerinin kitabı ve peygamberlerinin sünnetiyle âmil oldukları bir durumda buldum. Gece karanlığı onları kapladığında azalar üzerinde durup yüzlerini yere yayarlardı. Gözyaşları yanakları üzerine akardı. Boyunlarının azad edilmesi hususunda rablerine münâcât ederlerdi. İyi bir şey yaptıklarında işlediklerinde onunla sevinirler, onun şükrüne devam ederlerdi. Allahü teâlâ'dan o iyiyi kabul etmesini dilerlerdi. Kötü birşey yaptıklarında bu durum onları üzer, Allahü teâlâ'dan o kötüyü affetmesini dilerlerdi. Allah'a yemin ederim, onlar böyle idiler ve bunun üzerinde idiler. Allah'a yemin ederim, onlar (buna rağmen) günahlardan uzak kalamadılar. Ancak mağfiret ile kurtuldular.
Hikâye olunur ki bir grup, hastalığında ziyaret etmek maksadıyla Ömer b. Abdülazîz'in huzuruna girdiler. O girenlerin içinde bedenen zayıf bir genç şöyle bulunuyordu. Ömer o gence sordu:
- Gördüğüm duruma seni getiren nedir?
- Ey Mü'minlerin emiri! Beni hastalık bu duruma getirdi.
- Allah için bana doğru söyle!
- Ey Mü'minlerin emiri! Dünyanın tadını tattım. Onu acı gördüm. Dünyanın parlaklığı, zevki, benim nezdimde, küçüldü, dünyanın altını ile taşı, benim nezdimde, eşit oldu. Sanki ben rabbimin arşına bakıyorum ve görüyorum ki insanlar cennet ve cehenneme sürülüyorlar. Bunun için gündüzümü susuz bıraktım, gecemi uykusuz. . . İçinde bulunduğum herşey, Allah'ın sevabına nisbeten, o nun cezasına nazaran hiç ve hakîrdir.
Ebû Nuaym şöyle anlatıyor: Dâvud-u Tâî, ekmek yemez, fetit (parçalanmış ekmek) veya (kavut çorbası) içerdi. Ondan 'Neden böyle yaptığı' sorulduğunda dedi ki: 'Ekmeği çiğneyip yemek ile fetiti içmek arasında elli âyeti okuyacak kadar bir zaman vardır'.
Bir gün adamın biri Dâvud'un huzuruna girerek: 'Senin tavanında kırılmış bir kalas vardır' dedi. Bunun üzerine Dâvud, gence şöyle dedi: 'Yeğenim! Yirmi seneden beri bu evde bulunuyorum. Bir defa tavana bakmadım!'
Selef fazla konuşmaktan hoşlanmadıkları gibi fazla bakmaktan da hoşlanmazdı.
Muhammed b. Abdülazîz37 şöyle anlatıyor: Ahmed b. Vezi'nin yanında kuşluktan ikindi namazına kadar oturduk. Ne sağına, ne soluna baktı. Bu husus kendisine sorulunca şu cevabı verdi: Allahü teâlâ azametine bakması için gözleri yarattı. Bu bakımdan ibretsiz bakan herkese, o bakıştan dolayı bir günah yazılır'.
Mesruk'un hanımı şöyle demiştir: 'Mesruk daima uzun namaz kılmaktan ötürü iki bacağı şişmiş bir vaziyette olurdu'.
Yine bu hanım şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim! Ona olan merhametimden ötürü arkasından oturup ağlıyorum'.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Eğer üç şey olmasaydı bir gün dahi yaşamayı istemezdim: Hararetli öğle vakitlerinde Allah için susamak, gecenin yarısında Allah için secdeye kapanmak, meyvenin iyileri seçildiği gibi konuşmanın iyilerini seçen insanlarla oturmak!'
Esved b. Yezid alabildiğine ibadete dalardı. Hararet zamanında oruç tutardı. Öyle ki bedeni sapsarı olurdu. Alkame b. Kays ona 'Neden nefsine işkence ediyorsun?' dedi. O da cevap olarak 'Onun şerefini düşünüyorum' dedi.
Yine o bedeni sararıncaya kadar oruç tutar, düşüp bayılıncaya kadar namaz kılardı. Enes b. Mâlik ve Hasan-ı Basrî huzuruna varıp kendisine Allahü teâlâ bütün bunları sana emretmedi!' dediler. O dedi ki: 'Ben ancak mevlâma karşı memlûk bir kulum. Her çeşit zilleti kendime yakıştırırım'.
Fazlasıyla ibadete dalanlardan biri ayakları topal olup ayaktan mahrum oluncaya kadar hergün bin rek'at namaz kıldı. Ayakta kılamaz olunca oturarak bin rek'at namaz kıldı. İkindi namazını kıldığında İhtiba (dizleri dikip makatı üstünde oturmak ve elleri dizlerin altında bağlamak) yaptı. Sonra şöyle dedi: 'ınahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasını irade etti? Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senden başkasına ünsiyet verdi? Mahlûklara hayret ediyorum ki kalpleri nasıl senden başkasının zikriyle nûrlandı?'
- Bu gözyaşlarını neden döküyorsun?
- Allah'ın haklarından geri kalışım için gözyaşı döktüm. O
gözyaşlarının samimi olmayışından korkarak da kan ağladım.
Feth el-Mevsilî'yi öldükten sonra rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum:
- Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?
- Beni affetti!
- Gözyaşlarından ötürü ne gibi bir muameleye tâbi tutuldun?
- Rabbim beni huzuruna yaklaştırarak bana şöyle buyurdu: 'Ey Feth! Gözyaşların niçin döküldü?' Cevap olarak 'Ey rabbim! Senin vâcib olan hakkından geri kalışım için böyle yaptım' dedim.
- Neden dolayı kan akıttın?
- Gözyaşlarımın samimi olmayışından korktuğumdan dolayıkan akıttım.
- Ey Feth! Bütün bunlardan neyi kasdettin? İzzet ve celâlim hakkı için kırk seneden beri seni koruyan meleklerim senin sahifeni (amel defterini) huzuruma getirirler. Onda bir hata bulunmadı!
Şöyle anlatılıyor: Bir grup sefere çıktılar. Yolda şaşırarak halktan ayrı yaşayan bir rahibe vardılar. Rahibi çağırdılar. Rahib, manastırından dışarı çıkıp onlara baktı. Dediler ki; 'Ey rahib! Biz yolu şaşırdık. Acaba yol neresidir?' Bunun üzerine rahib, başıyla göklere işaret etti. Onlar onun bu işaretinden ne kasdettiğini anladılar ve dediler ki: 'Biz senden yol soruyoruz. Bize yol gösterir misin?' Bunun üzerine rahib onlara 'Sorun, fakat ileri gitmeyin; zira gün geri gelmez, ömür döndürülmez. Tâlib ise var kuvvetiyle çalışmalıdır' dedi. Bu sözler, dinleyenleri hayrete düşürdü ve şöyle sordular:
- Ey rahib! Yarın sultanların nezdinde halk neyin üzerinde olacaktır?'
- Niyetleri üzerinde olacaklardır.
- Bize nasihatta bulun!
Seferinizin uzunluğu nisbetinde azık edinin! Zira azığın en hayırlısı insanı hedefine vardırandır. Sonra rahib onlara yolu gösterdi ve manastırına geri döndü.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle anlatıyor: Çin rahiblerinden birinin manastırının yanından geçtim. 'Ey rahib!' diye onu çağırdığım halde cevap vermedi. İkinci bir defa çağırdım yine cevap vermedi. Üçüncü defa çağırınca, çıktı ve bana bakarak ve şöyle dedi: 'Ey kişi! Ben rahib değilim. Rahib, Allah'tan korkan, Allah'ı tâzim eden, belasına sabreden, kaza ve kaderine razı olan, nimetlerinden dolayı Allah'a hamdeden, azametine karşı tevâzu, izzetine karşı zillet gösteren, O'nun kudretine teslim olan, heybetine baş eğen, hesap ve ikabını düşünen kimsedir! Rahibin günü oruçlu, gecesi ibadetli olmalıdır. Rahibi ateşin uğursuzluğu, cebbâr olan Allah'ın suali uykusuz bırakmalıdır. İşte rahib bu kimsedir. Ben ise azmış bir köpeğim. Nefsimi şu manastırda halkı ısırmasın diye hapsettim'. Bunun üzerine dedim ki: 'Ey rahib! Acaba Allah'ı tanıdıktan sonra halkı Allah'tan alıkoyan nedir?' Dedi ki: 'Ey kardeşim! Dünyanın sevgisi ve ziyneti halkı Allah'tan alıkoymuştur. Çünkü dünya, günahların merkezidir. Akıllı o kimsedir ki dünyayı kalbinden atmış, günahından rabbine sığınmış, kendisini rabbine yaklaştırıcı amele yönelmiştir'.
Dâvud-u Tâî'ye: 'Sakalını tarasaydın' denildi. Cevap olarak dedi ki: 'O halde, ben boş bir kimse olurum'.
Üveys (Veysel) Karânî 'Şu gece rükû gecesidir' der ve bütün geceyi bir rek'at ile ihyâ ederdi. İkinci gece olduğunda derdi ki: 'Şu gece secde gecesidir' derdi ve bütün geceyi bir secdeyle ihyâ ederdi.
Utbet'ul-Gulâm tevbe ettiğinde ne yemek, ne de içmek peşine gitmezdi. Bunun üzerine annesi kendisine 'Eğer nefsine şefkat gösterirsen (daha iyi olur) !' dedi.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Zaten şefkati arıyorum! Benim yakamı bırak! Az bir zaman zahmet çekeyim de uzun bir zaman nimetleneyim'.
Mesruk hacca gitti. Secde hali hariç hiçbir zaman uyumadı.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sabah zamanında kavim, gece yürüyüşünü, ölüm zamanında ise takvâyı överler!' (Darb-ı meseldir) .
Abdullah b. Dâvud42 dedi ki: 'Seleften biri kırk yaşına vardığında yatağını kaldırdı ve artık hiçbir gece uyumadı'.
Kehmes b. Hasan43 her gün bin rek'at namaz kılar, sonra nefsine derdi ki: 'Ey her şerrin yuvası! Kalk!' Zayıf düştüğünde beşyüz rek'ata indirdikten sonra ağlar ve şöyle derdi: 'Amelinin yarısı gitti!'
Rebî b. Hüsaym'ın kızı babasına 'Ey babacığım! Neden, halkın uyuduğunu, senin ise uyumadığını görüyorum?' dedi. O da cevap olarak kızına 'Ey kızcağızım! Senin baban düşmanın gece baskınından korkuyor!' dedi.
Rebî'nin annesi, oğlunun ağlamaktan ve uykusuzluktan çektiği sıkıntıyı görünce ona şöyle haykırdı:
- Ey oğul! Sanki birini öldürmüşsün (de onun için böyle yapıyorsun) .
- Evet anneciğim! (Birini öldürdüm) .
- O kimdir ki gidip onun aile efradından rica edelim de seni affetsinler. Allah'a yemin ederim, eğer onlar senin çektiğini bilseler, sana merhamet ederler ve seni kısastan affederler!
- Ey anneciğim! O öldürülen nefsimdir!
Bişr el-Haris'in yeğeni Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor: "Dayım Bişr b. Haris anneme derdi ki: 'Ey kızkardeşim! Benim karnım ve yan taraflarım ağrıyor'. Bunun üzerine annem kendisine 'Ağabeyciğim! Bana izin ver ki senin için bir avuç un ile biraz bulamaç yapayım ve onu ye ki açlığın gitsin!' dedi. Bunun üzerine, dayım anneme 'Rahmet olasıca! Allah bu unu nereden aldın derse, ben ne cevap vereceğim!' dedi. Bunun üzerine annem ağladı. Dayım ve ben de birlikte ağlamaya başladık".
Ömer der ki: "Annem, ağabeyi Bişr'deki şiddetli açlığı ve zayıf bir şekilde derinden nefes aldığını görünce, kendisine şöyle dedi: 'Ağabeyciğim! Keşke annem beni doğurmasaydı! Allah'a yemin ederim, bu gördüğüm halinden ötürü ciğerim paramparça oldu!'
Bunun üzerine, dayım anneme hitaben 'Ben de senin gibi derim keşke annem beni doğurmasaydı! Beni doğurduğunda keşke bana karşı memelerinden süt akmasaydı!' dedi".
Ömer diyor ki: Annem gece gündüz dayım için ağlıyordu!
Rebî şöyle anlatıyor: '"Veysel Karanî'ye geldim. Sabah namazını kıldı ve oturdu. Ben de yanına oturdum. Tesbih çekmekten onu alıkoymak istemedim. Böylece, öğle namazını kılıncaya kadar yerinde durdu. Sonra kalkıp ikindiye kadar namaz kılmaya devam etti. İkindi namazından sonra, akşam namazını kılıncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Akşamdan sonra, yatsıyı kılıncaya kadar mekanından ayrılmadı. Sonra sabah namazını kılıncaya kadar yerinden ayrılmadı. Sabah namazını kıldıktan sonra oturdu, gözlerinde uyku alâmeti ve şöyle dedi: 'Ey Allahım! Çokça uyuyan bir gözün şerrinden ve doymayan bir midenin kötülüğünden sana sığınıyorum!' Bunları gördükten sonra dedim ki: 'Ondan bu kadarcık bana kâfidir!' Sonra döndüm".
Bir kişi Veysel Karanî'ye baktı ve şöyle dedi: 'Ey Ebû Abdullah! Neden seni hasta gibi görüyorum?' Dedi ki: 'Üveys neden hasta olmasın? Hastaya yedirilir, oysa Üveys yiyici değildir. Hasta uyur, oysa Üveys uyuyucu değildir!'
Ahmed b. Harb şöyle dedi: 'Üstünde cennet süslendiği, altında cehennem kızıştırıldığı halde yatıp uyuyan adamın haline hayret ediyorum'.
Âbidlerden bir kişi şöyle anlatıyor: İbrahim b. Edhem'in yanına vardım. Yatsı namazını kıldığını gördük. Oturup onu bekledim. Bedenine bir aba sardı. Sonra kendisini yere attı. Fecir doğuncaya kadar bütün gece bir yandan öbür yana kendisini çevirmedi. Müezzin ezan okudu. O, namaza kalktı abdestini yenilemedi. Bu durum, benim kalbimde şüphe bıraktı. Bu bakımdan kendisine 'Allah sana rahmet etsin! Bütün gece uzanarak yattın, uyudun. Sonra abdesti yenilemiyorsun?' dedim. Cevap olarak dedi ki: 'Ben bütün gece, bazen cennetin bahçelerinde, bazen de cehennemin derelerinde gezip durdum. Acaba bu durumda uyku olur mu?'
Sâbit el-Bennânî şöyle demiştir: 'Ben bazı şahıslara yetiştim. Onlardan biri öyle namaz kılardı ki ayaktan düşüp yatağına ancak sürünerek gelebilirdi'.
Denildi ki: Ebû Bekir b. Ayyaş, kırk sene yanını döşek üzerine koymadı! Gözlerinin birine su geldi. Yirmi sene bu durumda durduğu halde aile efradı bundan haberdar olmadı!
Semnun'un virdinin hergün beşyüz rek'at namaz olduğu söylenmiştir.
Ebû Bekir Mutavvî'den44 şöyle rivâyet ediliyor: 'Gençliğimde, her gün ve her gece, benim virdim otuzbirbin defa (veya kırkbin (40. 000) defa) 'Kulhuvallahu ehad'i okumaktı'. (Adeddeki şüphe râvînindir) .
Mansur b. Mu'temer'i45 gördüğümde derdim ki: 'Bu felaketzede bir kimsedir. Gözü kırık, sesi boğuk, gözleri yaşlı!' Onu hareketlendirirsen, gözlerinden iki çift damla akardı. Annesi kendisine 'Bu nefsinin başına getirdiğin nedir?' Bütün gece ağlıyor, hiç susmuyorsun! Ey oğlum! Yoksa birini mi öldürdün!' dedi. Bu sual karşısında annesine şöyle dedi: 'Ey anneciğim! Ben nefsime ne yaptığımı daha iyi bilirim!'
Amir b. Abdullah'a46 'Gecenin uykusuzluğuna, hararetli günlerin susuzluğuna nasıl sabrediyorsun?' denildi. Dedi ki: 'Gündüzün yemeğini geceye, gecenin uykusunu da gündüze naklettim. Bunun dışında birşey yapmadım. Bunda tehlikeli bir durum yok!'
O derdi ki: 'Cennet gibisini görmedim ki onu isteyen uyusun. Cehennem gibisini görmedim ki ondan kaçan uyusun!'
Gece geldiğinde derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu silip götürdü!' Böylece sabaha kadar uyumazdı. Gündüz olduğunda derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu götürdü!' Böylece akşama kadar uyumazdı. Gece geldiğinde derdi ki: 'Korkan bir kimse bütün gece yürür! Sabah olunca halk, onun gece yürüyüşünü över!' (Meşhur bir darb-ı meseldir) .
Bir kişi şöyle diyor: 'Amr b. Abdilkays ile dört ay arkadaşlık yaptım. Ne gündüz, ne gece uyuduğunu görmedim!'
Hazret-i Ali'nin arkadaşlarının birinden şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Ali'nin arkasında sabah namazını kıldım. Selâm verdiğinde sağına döndü. Üzerinde bir üzüntü vardı. Böylece güneş doğuncaya kadar durdu. Sonra elini çevirip şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! Ben Muhammed'in (aleyhisselâm) (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâbını gördüm. Bugün onlara benzer kimse görmüyorum. Onlar pejmürde, tozlu topraklı ve benizleri sapsarı olarak sabahlardı. Çünkü bütün gece Allah için secde edip kıyamda bulunmuş, Allah'ın kitabını okurlardı. Dizleri ile alınları arasında uyuklarlardı. Allah'ı zikrettikleri zaman rüzgârlı bir günde ağacın sallanması gibi sallanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar, gözlerinden şakır şakır yaşlar akardı. Sanki bunlar gâfil olarak sabahlamışlar!'
Hazret-i Ali bu son cümle ile etrafındaki insanları kasdetmiştir.
Ebû Müslîm el-Havlânî47 evindeki mescide bir kamçı asmış, nefsini onunla korkutarak şöyle derdi: 'İbadete kalk! Allah'a yemin ederim, seni öyle bir yürütürüm ki benden değil, senden yorgunluk gelsin!'
Nefsi gevşekliğe daldığında Ebû Müslîm, kamçısını alıp onunla baldırını döver ve şöyle derdi: 'Ey baldır! Sen devemden, dövülmeye daha lâyıksın!' O şöyle diyordu: 'Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm) ashâbı, sadece kendilerinin mi onu nefislerine tercih ettiğini zannediyorlar? Hayır! Allah'a yemin ederim! Bu hususta onlarla amansız bir yarışmaya girişeceğiz ki onlar arkalarında erkekler bırakmış olduklarını bilsinler'.
Saffan b. Selim'in48 gece ibadetinden ötürü baldırları şişmişti. Çalışmaktan öyle bir duruma gelmişti ki eğer kendisine 'Yarın kıyâmet kopacaktır' denilseydi bile bu çalışmadan fazlasını yapamazdı. Kış geldiğinde soğuğun kendisini uyutmaması için evinin damında yatardı. Yaz geldiğinde evin içinde uzanıyordu ki sıcaklığı hissedip uyumasın! Secde halinde iken vefat etti. Şöyle derdi: 'Ey Allahım! Seninle buluşmayı istiyorum. O halde sen de benimle buluşmayı iste!'
Kasım b. Muhammed şöyle anlatır: "Bir gün sabahleyin evden çıktım. Âdetimdi, sabahleyin çıkınca halam Âişe'ye uğrar, selâm verirdim. Yine bir gün, sabahleyin onun odasına gittim. Baktım ki kuşluk namazını kılıyor ve şu âyeti okuyordu:
Allah bize lütfetti de bizi delikçiklere işleyen azaptan korudu. (Tûr/27)
Hazret-i Âişe ağlıyor, dua ediyor ve âyeti tekrar tekrar okuyordu. Ben, usanıncaya kadar oturdum. Sonra kalkıp çıktım o hâlâ aynı hâl üzere devam ediyordu. Onun bu durumunu görünce pazara gidip ihtiyacımı göreyim de sonra döneyim!' diye düşündüm. İhtiyacımı gördüm, sonra döndüm. O hâlâ olduğu gibiydi. Âyeti tekrar ediyor, ağlıyor ve dua ediyordu".
Muhammed b. İshak şöyle anlatıyor: 'Abdurrahman b. Esved en-Nehâî hacı olarak bize geldiğinde ayaklarından biri yaralandı. Tek ayak üzerinde durup namaz kılıyordu. Yatsı abdesti ile sabah namazını kılıncaya kadar böyle devam etti'.
Bir kişi şöyle demiştir: 'Ben ölümden korkmuyorum. Ancak benimle gece ibadetimin arasına girer diye korkuyorum'.
Ali b. Ebî Talib şöyle demiştir: 'Salih kimselerin siması; uykusuzluktan benizlerinin sararması, ağlamaktan gözlerinin zayıf görmesi, oruçtan dudaklarının pas bağlamasıdır. Onların üzerinde korkanların gubârı vardır'.
Hasan-ı Basrî'ye 'Teheccüd namazına kalkanlar neden herkesten daha güzel yüzlüdürler?' diye soruldu.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Çünkü onlar Rahman ile başbaşa kaldılar. O da onlara kendi nûrundan bir nûr giydirdi'.
Amr b. Abdilkays derdi ki: "Ey rabbim! Beni yarattın. Fakat benden sormadın. Beni öldürüp haber vermedin. Benimle beraber bir düşman yarattın. O düşmanı kanın gireceği yerlere girecek şekilde bana musallat kıldın. Onun beni göreceği, benim ise onu göremeyeceğim bir şekilde halkettin. Sonra bana 'Ondan korun!' dedin. Ey rabbim! Eğer sen beni korumazsan ben kendimi ondan nasıl korurum! Ey rabbim. Dünyada üzüntüler var. Âhirette ise ceza ve hesap! O halde, istirahat ile sevinmek nerede!"
Câfer b. Muhammed şöyle diyor: Utbet'ul-Gulâm geceyi üç sayha ile bitiriyordu. Yatsı namazını kıldığında başını iki dizinin arasına eğip düşünüyordu. Gecenin üçte biri geçtiğinde bir çığlık koparıyor, sonra başını tekrar iki dizinin arasına koyup düşünüyordu. Gecenin ikinci üçte biri geçtiğinde yine bir çığlık koparıyor ve tekrar başını dizlerinin arasına koyup düşünüyordu. Seher zamanı gelince yine bir çığlık atıyordu. Ben onu Basralı birine sordum. Bana dedi ki: 'Sen onun çığlık koparmasına bakma! İkinci çığlığı atıncaya kadar olan iki çığlık arasındaki haline bak!'
Kasım b. Reşid Şeybanî'den rivâyet ediliyor. Zem'a49 Muhasseb. denilen (Mekke yanında bir yerin ismi) yerde bizim yanımızda konakladı. Onun ailesi ve kızları vardı. O kalkıp bütün gece namaz kılardı. Seher olduğunda sesinin en yükseğiyle 'Ey uyuyan kervan! Bütün gece uyuyacak mısınız? Kalkmaz mısınız ki göç etmiş olasınız?' diye bağırırdı. Böylece onlar yataklarından fırlarladı. Şurada bir ağlayan, orada bir dua eden, orada bir okuyan, şurada bir abdest alan görülüyordu. Fecir doğduğunda gür sesiyle 'Sabah olunca kavim gece yürüyüşünü överler' diye bağırdı.
Hukemadan bir zât şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır ki O onlara nimet etmiş, onlar da Allah'ı tanımışlardır. Allah onların göğüslerini açmış, onlar da Allah'a itaat ve tevekkül etmişlerdir. Böylece halk ve emri Allah'a teslim etmişlerdir. Dolayısıyla kalpleri yakînin kaynakları, hikmetin evleri, azametin tabutları, kudretin hazineleri olmuştur. Bu bakımdan onlar bedenleriyle halk arasında dolaşırlar. Fakat kalpleri melekût âleminde gezer, gaybın perdesine sığınır, sonra beraberinde ince faydalar olduğu halde döner. Beraberinde vasfa gelmesi mümkün olmayanlarla döner. Onlar işlerinin bâtınında, güzellik bakımından, ipekli gibidirler. Zâhirde ise, tevazu bakımından isteyenlere verilen mendil gibidirler. İşte bu bir yoldur. Buna ancak zahmet çekmekle varılır. Bu Allah'ın fazlıdır, fazlını dilediği kuluna verir'.
Sâlihlerden biri şöyle anlatıyor: "Kudüs-i şerifin bir dağında seyahat ederken bir dereye vardım. Yükselen bir ses duydum. Baktım ki dağlar, o sese cevap veriyor. Fakat onların aksi karşıma çıktı. Onun üzerine iç içe girmiş ağaçlar gördüm. Baktım ki bir kişi, orada namaza durmuş şu âyeti tekrar ediyordu:
O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O kötülükle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allahü teâlâ sizi kendinden sakındırıyor. (Âl-i îmran/30)
O kişinin arkasında oturup konuşmasını dinledim. O bu âyeti tekrarlıyordu. Ansızın bir çığlık atarak düşüp bayıldı. Bunun üzerine dedim ki: 'Yazıklar olsun! O benim şekavetimden böyle oldu!' Sonra onun ayılmasını bekledim. Bir saat sonra ayıldı.
Şöyle diyordu: 'Yalancıların makamından, tembellerin amellerinden sana sığınıyorum. Gâfillerin yüz çevirmesinden sana sığınıyorum!' Sonra şöyle dedi: 'Korkanların kalpleri senden korktu! Kusurluların amelleri sana sığındı. Ariflerin kalpleri senin büyüklüğüne karşı zillet gösterdi'. Sonra elini silkerek şöyle dedi: : 'Benim dünya ile dünyanın da benimle ne alıp vereceği vardır? Ey dünya! Ebna-i cinsinin yakasına yapış! Nimetine ülfiyet veren dostlarının yanına git! Onları kandır!' Sonra dedi ki: 'Geçmiş nesiller nerede! Geçmiş zamanların ehli nerede? Toprakta çürümekte! Zaman üzerinde yok olurlar'. Bu manzara karşısında ona 'Ey Allah'ın kulu! Ben bütün gün arkanda bulunuyorum. Senin boşalmanı bekliyorum' dedim. Buna karşılık bana 'Vakitler ile yarışan bir kimse nasıl boşalır? Vakitlerin ölümle yetişmesinden korkan nasıl boşalır? Günleri geçmiş, günahları kalmış bir kimse nasıl boşalır?' dedi. Sonra şöyle dedi: 'Sen hem O'nun için, hem de gelişini beklediğin her müşkilât içinsin'. Sonra o benden bir saat kadar habersiz oldu ve şu âyeti okudu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır. (Zümer/47)
Sonra birincisinden daha şiddetli bir çığlık attı. Bayılarak yere serildi. Ben kendi kendime 'Ruhu çıktı' dedim. Ona yaklaşınca yerde tepindiğini gördüm. Sonra ayıldı ve şöyle dedi: 'Ben kimim? Benim hatırım nedir? Benim kötülüğümü, fazlından bana hibe et! Perdenle beni ört! Vechinin keremiyle huzurunda durduğum zaman günahlarımdan vazgeç!'
Bunun üzerine kendisine 'O Allah ki O'na nefsin için yalvarıyor ve güveniyorsun? O'nun hatırı için benimle konuş!' dedim. Bu ısrarım üzerine şöyle dedi: 'Konuşması sana fayda verenin konuşmasına yapış! Günahlarının ürküttüğü kimseyle konuşmaktan vazgeç! Ben Allahü teâlâ'nın dilediği zamandan beri bu yerdeyim. İblisle mücâhede ediyorum. İblis beni içinde bulunduğum durumdan çıkaracak senden başka bir yardımcıyı bana musallat kılmadı. Ey aldanmış kimse! Benden uzaklaş! Çünkü benim dilimi muattal kıldın. Kalbimin bir tarafını konuşmana meylettirdin. Ben senin şerrinden Allah'a sığınıyorum. Sonra ümit ediyorum ki Allah beni öfkesinden korusun. Rahmetiyle bana fazilette bulunsun!'
Kendi kendime şöyle dedim: 'Bu Allah'ın velî bir kuludur! Onu meşgul edersem Allah'ın cezasına çarpılmaktan korkarım!' Bunun üzerine onu bırakıp gittim".
Salihlerden biri şöyle demiştir: Bir yolculuk sırasında altında istirahat etmek için bir ağaca yöneldim. Bir ihtiyar yanıma gelerek bana şöyle dedi: 'Ey kişi! Kalk! Çünkü ölüm ölmemiştir!' Bu sözü söyledikten sonra başını alıp gitti. Arkasını takip ettim. Şöyle dediğini duydum:
Her can ölümü tadacaktır. (Âl-i İmrân/185) - Ey Allahım! Ölümü benim için bereketli kıl!
Bunun üzerine dedim ki: 'Ölümden sonraki hali de!' Bu konuşmam üzerine şöyle dedi: 'Ölümden sonraki âleme kesinlikle inanan bir kimse sakınmanın eteğini toparlar. Onun için dünyada kalacak bir yer yoktur'.
Bu konuşmadan sonra şöyle devam etti: 'Ey yüzü suyu hürmetine bütün yüzlerin zahmet çektiği (Allah) ! Sana bakarak yüzümü ak eyle! Kalbimi sana olan muhabbetle doldur. Yarın senin katında kınanmanın zilletinden beni koru! Muhakkak ki sana karşı olan utanmam bana iyice yaklaştı. Senden yüz çevirmekten dönüş zamanım gelip çattı! Eğer senin hilmin olmasaydı ecelim beni kapsamazdı. Eğer affın olmasaydı senin katındaki nimet için emelim yayılmazdı'. Sonra gidip beni bıraktı. Bu mânâda şu şiirleri söylemişlerdi: "Zayıf cisimli, mahzun kalplidir. Onu ya dağın bir deresinde veya bir vâdinin içinde görürsün! Ağır günahlardan ötürü matem tutup ağlar. O günahların ağırlığı uykunun keyfini kaçırır. Eğer onun korkuları kabarıp fazlalaşırsa onun duası 'Ey güvendiğim! Beni kurtar! Sen çektiklerimi biliyorsun! Kullarının kayışlarını çokça affedicisin!' olur".
Yine aynı durumla ilgili şu şiir söylenmiştir:
Güzel hüllelere bürünerek geldiklerinde, güzel kadınlarla lezzetlenmekten daha lezzetlidir. O tevbe edici ki aile efradından ve maldan kaçmıştır. Bir yerden bir yere seyahat eder ki şan ve şöhreti gizlensin! Fert olarak yaşasın! İbadette temennilerini elde etsin! Nereye giderse okumak ona lezzet verir! Kalp ve dil ile yapılan zikir ona zevkli gelir. Ölüm çağında ona bir müjdeci gelir. Ona zilletten kurtuluş müjdesini verir.
Dolayısıyla o, kasdettiğine ve cennet köşklerinde temenni ettiği saadete varır!
Kurrez b. Vebr50 hergün üç defa Kur'ân'ı hatmederdi. İbadetlerde, nefsiyle son derece mücâhede ederdi. Kendisine 'Nefsini yordun!' dendi. Bu suali sorana şöyle sordu: 'Dünyanın ömrü ne kadardır?' Bunun üzerine 'Yedibin (7. 000) senedir!' denildi. O yine 'Kıyâmet gününün miktarı nedir?' diye sordu. 'Ellibin (50. 000) senedir!' denildi. Bunun üzerine Kurrez şöyle dedi: 'Sizden bir kimse, o uzun günden emin olmak için yedi gün amel etmekten nasıl aciz olur?'
Kurrez şunu kastediyor: Eğer sen dünyanın sonuna kadar yaşasan, yedibin sene var kuvvetinle ibadet etsen ve miktarı ellibin sene olan bir günden kurtulsan senin kârın çok olur ve yine de böyle bir zahmetle bugünün kurtuluşunu talep etmeye değer. Ömrün kısa olduğu ve âhiretin de sonsuz olduğu bir durumda nasıl değmez?
İşte selef-i sâlihinin sîreti, nefsin murâbete ve murâkabesi böyle idi. Bu bakımdan ne zaman ki nefis sana karşı inatçılık eder, ibadete devam etmekten imtina ederse, sen bu kimselerin hallerine mütalaa et! Çünkü şu zamanda onlar gibisinin varlığı pek nadirdir.
Eğer onlara uyan bir kimseyi görürsen bu, kalp için daha tesirli olur ve onlara uymaya daha teşvik edici olur; zira haber, hiçbir zaman gözle görmek gibi değildir. Sen böyle bir kimseyi görmekten aciz olduğunda bari bu kimselerin hallerini dinlemekten gâfil olma! (Darb-ı meselde şöyle denmiştir) : 'Eğer deve olmasa keçi (olsun) '.
Akıllılar, hâkimler, din hususunda basiret sahipleri onlar olduğu için nefsini, onlara uymak, onların zümresinden ve cemaatinden olmak ile zamanının gâfil ve cahillerine uymak arasında muhayyer bırak! Sakın hiçbir zaman ahmakların ipine takılmaya razı olma! Ahmaklara benzemeye kanaat etme! Akıllılara muhalefet etmesine izin verme! Eğer nefsin sana 'Bahsi geçen kimseler güçlüdür. Senin onlara uyma imkânın ve gücün yoktur' derse, bu takdirde cihad eden kadınların hallerini mütalaa et ve nefsine de ki: 'Ey nefis! Sakın bir kadından daha geride olmaya razı olma! Din ve dünyası hususunda bir kadından daha eksik olan erkek ne kötü erkektir!' Öyleyse biz var kuvvetiyle cihad etmiş kadınların hallerinden bir nebzecik bahsedelim.
Habibe el-Adeviyye'den51 şöyle rivâyet ediliyor: Bu kadın yatsı namazını kıldığında evinin terasına çıkar, eşarbını sağlamca bağladıktan sonra şöyle derdi: 'Yarab! Yıldızlar daldıkça daldılar. Gözler uyudu! Sultanlar kapılarını kilitledi. Her dost dostuyla başbaşa kaldı. Bu ise, senin huzurundaki makamımdır'.
Bunları söyledikten sonra namaza yönelirdi. Fecir doğduğunda şöyle dedi: 'Ey rabbim! İşte gece geçip gitti! İşte gündüz ağardı. Keşke bu gecemi benden kabul ettiğini bilseydim de rahat edebilseydim! Yüzüme çarptığını bilsem de nefsime 'geçmiş olsun' ziyaretine gitsem. Senin izzetine yemin ederim, beni yeryüzünde bıraktığın müddetçe bu benimle senin âdetin olacaktır. Senin izzetine yemin ederim, cömertlik ve kereminden ötürü beni kapından kovsan yine gitmem!'
Ücre (Basra'lıdır) hatun fecir zamanı geldiğinde mahzun bir ses ile şöyle dua ederdi: ' (Ey Rabbim!) Âbidler gecenin karanlığını, sana doğru yönelmekle katettiler. Senin rahmetine doğru yarıştılar. Mağfiretinin faziletine koştular. Ey mâbudum! Senin (yardımın) la istiyorum, başkasıyla istemiyorum. Beni sebkat edenlerin zümresinin birinci safında kıl! Nezdinde mukarreblerin derecesine, illiyyin'e beni yükselt! Salih kulların arasına beni ilhak eyle! Ey kerîm! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdisin'.
Bunları söyledikten sonra secdeye kapanır, ondan bir feryat işitilirdi. Sonra durmadan dua eder, fecir vaktine kadar ağlardı.
Yahya b. Büstam der ki: "Ben Şa'vane52 hatunun meclisine giderdim. Onun matem ve ağlamasını görürdüm. Bir arkadaşıma 'Eğer Şa'vane hatun tek başına kaldığında ona gelip nefsine biraz şefkat göstermesini söylesek!' dedim. Arkadaşım 'Sen bilirsin!' dedi. Onun huzuruna gelip dedim ki: 'Nefsine şefkat göstersen, bu durum senin kasdettiğin hedef hususunda sana daha fazla yardımcı olur'. Bunun üzerine o, ağlayıp şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! İsterim ki gözyaşlarım bitinceye kadar gözyaşlarımı dökeyim. Sonra azalarımın hiç birinde bir damla kan kalmayıncaya kadar kan ağlamış olayım! (Öyle ise) ben ağlıyor sayılmam, ben ağlıyor sayılmam!' Böylece bu cümleyi, bayılıp düşünceye kadar durmadan tekrar etti".
Muhammed b. Muaz53şöyle anlatıyor: Âbide hanımlardan biri bana şöyle dedi: Rüyamda cennete konulduğumu gördüm. Baktım ki cennet ehli, cennetin kapılarında bekleşiyorlar.
- Cennet ehlinin durumu nedir, niçin böyle bekleşiyorlar?
- Çıkıp gelmesi için cennetlerin süslendiği şu hanımı bekliyorlar.
- O hanım kimdir?
- Übelle54 halkından siyah bir cariyedir. Ona Şa'vane denilir.
- Allah'a yemin ederim, o âhiret bacımdır!
Ben o durumda iken baktım ki Şa'vane, kendisini havada uçuran bir deveye binmiş geliyor. Onu gördüğümde 'Ey kızkardeşim! Sen kendi yerine nisbeten benim yerimin nasıl olduğunu görmez misin? Benim için Mevlândan dile de beni de sana ilhak etsin olmaz mı?' dedim. Bunun üzerine, yüzüme tebessüm ederek şöyle dedi: 'Senin geleceğin daha yaklaşmadı. Fakat benden iki şeyi hıfzet:
a) Üzüntüyü kalbinden ayırma!
b) Allah'ın muhabbetini hevâ-i nefsine tercih ederek takdim kıl! (Bunu yaptığında) ne zaman ölürsen artık sana zarar vermez'.
Abdullah b. Hasan55 (radıyallahü anh) dedi ki: Rum asıllı bir cariyem vardı. Onu çok seviyordum. Bir gece yanımda uyuyordu. Uyandım, onu aradım, fakat bulamadım. Kalkıp onu takip ettim. Baktım secdeye kapanmış şöyle diyordu: Beni sevmenin hakkı için günahlarımı affeyle!' Bunun üzerine ona 'Beni sevmenin hakkı için' deme 'Seni sevmemin hakkı için!' de, dedim. Bu ısrar üzerine bana dedi ki: 'Hayır efendim! O beni sevmesiyle putperestlikten çıkarıp İslâm'a getirdi. Beni sevmesinden dolayı gözümü uykudan açıverdi. Oysa O'nun kullarından birçok kimse şimdi uyku halindedirler'.
Ebû Haşim Kureşî şöyle anlatıyor: Yemen ehlinden Seriye adlı bir kadın Mekke'ye geldi. Bir mahallemizde konakladı. Ben geceleyin onun inlemesini ve çığlık koparmasını işitiyordum. Bir gün hizmetkârıma dedim ki: 'Şu kadıncağızın durumuna git bak, ne yapıyor?'
Hizmetkâr bu sözüm üzerine kadının durumuna bakmak üzere gitti. Onun herhangi birşey yaptığını görmedi. Ancak o, kıbleye doğru oturduğu halde gözünü gökten çevirmiyor ve şöyle diyordu: 'Seriye'yi sen yarattın. Sonra onu bir halden diğer bir hale geçmek için nimetinle gıdalandırdın. Oysa senin bütün hallerin güzeldir. Seriye'nin nezdinde senin belanın tamamı hoştur. Seriye bununla beraber, zaman zaman, senin masiyetine atılmak suretiyle öfkene maruz kalıyor. Onun, kötü fiilini görmediğin zannına kapıldığını görmüyor musun?' Sen alîm ve habîrsin? Her şeye kâdirsin!'
Zünnûn-i Mısrî şöyle diyor: "Bir gece Ken'an vadisinden çıktım. Vadinin tepesine vardığımda bana doğru gelen bir karaltı gördüm. O karaltı şöyle deyip ağlıyordu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır. (Zümer/47)
Karaltı bana yaklaştığında, baktım ki sırtında yünden bir cübbe olan bir kadın. . . Elinde bir kova. . . Benden ürkmeksizin rahatlıkla 'Sen kimsin?' diye sordu. 'Garip bir kişiyim' dedim. Bunun üzerine dedi ki: 'Ey kişi! Allah ile beraber gariplik var mı?' Onun sözünden ötürü hüngür hüngür ağladım. Bunun üzerine bana dedi ki: 'Seni ağlatan nedir?' Dedim ki: İlâç, parçalanan bir yaranın üzerine düştü. Onun çok çabuk iyileşmesini sağladı'. Dedi ki: 'Eğer doğru bir kimse isen neden ağladın?' Dedim ki: 'Allah sana rahmet etsin! Doğru kimse ağlamaz mı?' Dedi ki: 'Hayır! 'Neden?' dedim. 'Çünkü ağlamak kalbin rahatıdır da işte ondan!' dedi. şöyle Böylece onun sözünden hayrete kapılarak sustum".
Ahmed b. Ali şöyle diyor: Gufeyre (Basralıdır) hatun'un huzuruna girmek için izin istedim. O bizi içeri girmekten menetti. Böylece kapıda bekledik. Kapıda beklediğimizi anlayınca kalkıp bize kapıyı açmak istedi. Dinledim şöyle diyordu: 'Yârab! Gelip de beni zikrinden meşgul edenin şerrinden sana sığınıyorum!' Sonra kapıyı açtı. Onun huzuruna vardık ve kendisine dedik ki: 'Ey Allah'ın kulu! Bize dua et!' Dedi ki: 'Allah sizin ziyafetinizi mağfiret evinde kılsın!' Sonra bize dedi ki: 'Atâ Sülemî kırk sene durup göğe bakmadı. Bir gün ondan bir bakış, göğe doğru kaydı. O düşüp bayıldı, karnında bir çatlak meydana geldi. Keşke Gufeyre de (kendisini kastediyor) başını kaldırdığında günah işlemeseydi. Keşke Allah'a isyan ettiğinde geri dönmeseydi!'
Sâlihlerden biri şöyle diyor: "Bir gün beraberimde Habeşli bir cariye olduğu halde pazara vardım. Cariyeyi pazarın kenarlarında bir yerde durdurdum. Birtakım ihtiyaçlarımı almak üzere pazara daldım ve dedim ki: 'Yanına dönüp gelinceye kadar buradan sakın kıpırdama!' Geri dönünce onu orada bulamadım. Fazlasıyla öfkelendiğim halde eve vardım. Beni görünce yüzümden öfkeli olduğumu hemen anladı ve dedi ki: 'Bana ceza vermekte acele etme! Beni öyle bir yere oturttun ki orada Allah'ı zikreden kimseyi göremedim. O yerle birlikte yere batmaktan korktum'. Cariyenin bu sözüne taaccüb ettim ve ona dedim ki: 'Sen azad edilmiş bir hanımsın!' Bunun üzerine bana 'Kötü bir iş yaptın! Sana hizmet ediyordum. İki ecrim vardı. Şimdi ise o ecirlerden biri elimden kaçtı' dedi".
İbn A'lâ es-Sa'dî şöyle diyor: "Benim bir amcam kızı vardı. Adı Bureyde idi. İbadete dalar, Kur'ân'ı çokça okurdu. Ne zaman ateşten bahseden bir âyet okusa ağlardı. İki gözü kör oluncaya kadar ağladı. Bunun üzerine amcazadeleri dediler ki: 'Gelin şu kadıncağıza varalım! Çok ağladığı için onu kınayalım!' Böylece kadının yanına vardık ve dedik ki: 'Ey Bureyde! Nasıl sabahladın?' Cevap olarak dedi ki: 'Biz garip bir yerde çadır kuran misafirler olarak sabahladık. Ne zaman çağrılacağız da icabet edeceğiz diye bekliyoruz'. Bu sözler üzerine ona dedik ki: 'Bu ağlama ne zamana kadar devam edecektir? İki gözün neredeyse ağlamaktan kör oldu!' Bunun üzerine dedi ki: 'Eğer gözlerim için Allah katında hayır varsa, dünyada onlardan giden onlara zarar vermez. Eğer Allah katında onlar için şer varsa, ağlamak gelecekte bundan daha uzununu onların şerrine ekleyecektir'. Sonra yüzünü bizden çevirdi. Bu manzara karşısında gelenler 'Haydi gidelim! Allah'a yemin olsun, bu kadıncağız bizim içinde bulunduğumuz hâle benzemeyen bir hâl içerisinde bulunuyor!' dediler".
Muaze Adevîye56 hatun, gündüz olduğunda 'Bu öleceğim gündür!' derdi. Böylece akşama kadar yemezdi. Gece geldiğinde 'Bu öleceğim gecedir!' der sabaha kadar namaz kılardı.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle diyor: "Bir gece Rabia Hatun'un yanındaydım. O, şahsına mahsus olan bir mihraba girdi. Ben de evin bir köşesindeydim. O seher zamanına kadar durmadan ibadet etti. Seher geldiğinde 'Bize bu geceyi ihyâ etmek kudretini verenin mükâfatı nedir?' Cevap olarak O'nun mükâfatı yarın onun için oruç tutmaktır!' dedi".
Şa'vane Hatun duasında şöyle derdi: Ey rabbim! Senin mülâkatına çok fazla bir iştiyakım var? Senin mükâfatına pek büyük ümidim var! Sen öyle bir kerîmsin ki senin katında ümit edenlerin ümidi boşa çıkmaz. Senin katında şevk sahiplerinin şevki mânâsız kalmaz.
Ey rabbim! Eğer ecelim yaklaşmış, amelim de beni sana yaklaştırmamış ise, ben günahımı itiraf etmemi hastalıklarımın vesileleri kılıyorum. Eğer sen affedersen, bunu senden daha iyi kim yapabilir? Eğer azap verirsen, orada senden daha âdil kim olabilir?
Ey rabbim! Nefsime bakmak hususunda onu günaha soktum. Ancak onun için senin bakışının güzeliği kaldı. Eğer onu said kılmazsan, ona azap olsun!
Ey rabbim! Sen hayatım boyunca bana iyilik yapansın. Ölümümden sonra da iyiliği benden kesme! Hayatım boyunca beni ihsaniyle sevk ve idare edenden rica ettim ki affıyla ölümüm anında ihtiyacımı gidersin!
Ey rabbim! Ölümümden sonra senin bakışının güzelliğinden nasıl ümitsiz olayım? Sen, hayatımda güzellikten başkasını bana vermiş değilsin.
Ey rabbim! Günahlarım beni korkutmuş ise de muhakkak senin bana olan sevgin beni muhafaza etmiştir. Öyleyse şânına yakışır bir şekilde benim işimi idare et. Fazlınla cehaleti kendisini aldatan bu kuluna yönel!
Ey ilâhî! Eğer benim rezaletimi isteseydin, bana hidayet etmezdin. Eğer benim zilletimi kasdetseydin hepi dünyada örtmezdin. Bu bakımdan bana hidayet ettiğin şey ile beni nimetlendir. Beni üzerinde öldürdüğün durumu benim için devam ettir.
Ey rabbim! Hayatımı tükettiğim bir şeyden beni çevireceğini zannetmem!
Ey rabbim! Eğer yapmış olduğum günahlar olmasaydı senin azabından korkmazdım. Eğer senin cömertliğini bilmeseydim senin sevabını ummazdım.
Havvâs (İbrahim b. Ahmed) şöyle diyor: "Biz âbide biri olan Rahle Hatun'un yanına gittik. Bu mübarek hatun simsiyah kesilinceye kadar oruç tutmuş, gözleri kör oluncaya kadar ağlamış, kötürüm oluncaya kadar namaz kılmıştı. Hâlâ oturarak namaza devam ediyordu. Biz ona selâm verdik. Sonra ona, içinde bulunduğu durumu biraz kolaylaştırmak için, Allah'ın affından bir şeyi zikrettik. Bunun üzerine o bir çığlık kopararak şöyle dedi: 'Nefsimi bilmem kalbimi yaraladı, ciğerimi parçaladı. Allah'a yemin ederim Allah'ın beni yaratmamış olmasını isterdim. İsterdim ki anılan birşey olmayaydım!' Bu sözleri söyledikten sonra namazına yöneldi".
Ey okuyucu! Eğer nefsini murâkabe ve murâbete eden (gözeten) kimselerden isen, var kuvvetiyle ibadet eden erkek ve kadınların hallerini mütalaa etmekten ayrılma ki şevkin kabarsın, ibadete karşı isteğin artsın! Sakın zamanının ehline bakma! Zira eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Bütün kuvvetleriyle ibadete dalanların hikâyeleri sayılmayacak kadar çoktur. Bizim anlattıklarımız ibret almak isteyen bir kimse için kâfidir. Eğer daha fazlasını istiyorsan, Hilyet'ul-Evliyâ adlı kitabın mütalaasına devam et; zira o kitab, ashâb-ı kirâm'ın, tâbiînin ve tâbiînden sonrakilerin hallerini anlatmaktadır. Ona vâkıf olmakla senin ve zamanındaki insanların din ehlinden ne kadar uzak olduğunuz açığa çıkar. Eğer nefsin sana 'Zamanının ehline bak!' diye vesvese verir ve sana 'O geçmiş zamanda hayrın kolayca yapılması, yardım edenlerin çok olmasından dolayı idi. Şimdi ise, bu zamanın ehli muhalefet ettiler. Eğer böyle yaparsan sana deli derler, seninle alay ederler. Bu bakımdan sen de onlara uy. Onların üzerine ne icra edilirse senin üzerine de o icra edilsin. Musibet umumî olduğunda güzelleşir!' derse, sakın onun aldatma ipiyle kuyuya inme! Onun tezvirine aldanma! Ona şöyle de: 'Ey nefis! Bana söyler misin, şehir halkına silip süpüren bir sel gelse, onlar halin hakikatini bilmediklerinden yerlerinden kıpırdamayıp tedbir almasalar, sen onlardan ayrılıp boğulmaktan seni kurtaracak bir gemiye binebilirsin, acaba bu durumda 'Musibet umumî olduğu zaman kolaylaşır' diye birşey senin aklına gelir mi? Veya onlara uymayı terkedip onların yaptıklarından ötürü cahilliklerine hükmeder, gelecek musibetten kurtuluşa baş mı vurursun?'
Ey nefis! Madem ki boğulmak korkusuyla, onlara uymayı terkediyorsun oysa boğulmanın zahmeti ancak bir saat ruh çıkıncaya kadar uzayabilir acaba her an maruz bulunduğun ebedî azabdan nasıl kaçmazsın? Acaba musibet umumî olduğunda nasıl hoşlanırsın? Oysa ateş ehlini, umum ve hususa bakmaktan meşgul edecek bir durum vardır. Oysa kâfirler de ancak zamanlarının ehline uyduklarından helâk oldular.
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk! Biz de onların izlerine uyarız. (Zuhruf/23)
Madem ki durum budur, nefsini kınamakla meşgul olduğunda, onu bütün kuvvetinle ibadet yapmaya teşvik ettiğinde o isyan ederse, onun cezalandırmayı, kınamayı, tehdid etmeyi, nefsine kötü bakmayı ihmal etme! Böyle yaparsan umulur ki o, tuğyanından vazgeçer!
36) İmâm-ı Ahmed, Zühd, (mevkuf olarak)
37) Sîka bir zattır.
42) Künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Basra'nın Harbiyye mahallesinde otururdu. Şâyan-ı itimad bir âbid idi. H. 213'de vefat etmiştir.
43) Basralı bir âbiddir, H. 149'da vefat etmiştir.
44) Îsa Ebherî'nin oğludur.
45) Künyesi Ebû İtab'dır. Kûfeli'dir. İbn Mehdi'ye göre Kûfe'de ondan daha hafızı yoktu. İbrahim Nehaî'nin ashâbındandı. H. 132'de vefat etmiştir.
46) Bu zat, Basralı bir tâbiîndir. İbn Abdikays diye bilinirdi.
47) Adı Abdullah b. Sevban'dır. Tâbiînin zâhidlerindendir.
48) Ebû Abdullah Medine'lidir. İmâm-ı Ahmed onu güvenilir bir kimse olduğunu söylemiştir. H. 132'de 72 yaşında vefat etmiştir.
49) Adı Zem'a b. Salih Cündî'dir. Yemenlidir. Mekke'de otururdu.
50) Aslen Kûfelidir. Cürcan'da otururdu. Etba-i Tâbiînden sayılırdı. İbadette şöhreti ve büyük mevkîi vardı.
51) Basralı bir âbide hanımdır.
52) Fudayl b. İyaz'ın çağdaşı âbide bir hatun idi.
53) Basralıdır ve güvenilir bir zattır. H. 323'de vefat etmiştir.
54) Übelle, Basra'ya dört fersahlık bir mesafede bulunan bir yerdir.
55) Hazret-i Hasem'in torunudur. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Yetmiş beş yaşında H. 145'de vefat etmiştir.
56) Abdullah'ın kızı Muaze; Basralı Sile b. Eşyem'in hanımı idi, Güvenilir ve hüccet idi. Kocasının ölümünden sonra ölünceye kadar başını yastığa koymadığı söylenir.
10. Murâbete'nin Altıncı Makamı Olan Nefsin Kınanması
En şedid düşmanın, kaburgalarının arasında bulunan nefsindir. O nefis, kötülüğü emredici, şerre meyyal, hayırdan uzaklaştırıcı olarak yaratılmıştır. Sen de onu tezkiye etmek, düzeltmek, kahrın zincirleriyle rabbinin ibadetine çekmekle, şehvetlerinden menetmek, lezzetlerinden alıkoymakla memursun.
Eğer onu başıboş bırakırsan, serkeşlik ve saldırganlık yapar. Artık onu bir türlü mağlup edemezsin. Eğer kınamak, ceza vermek, uzaklaştırmak ve kınamak suretiyle onun yakasına yapışırsan, bu takdirde nefsin, Allahü teâlâ'nın kendisiyle kasem ettiği nefs-i levvâme olur. Ümit ederim ki Allah'ın nimetinden razı ve Allah'ı hoşnut eden kullarının zümresine dahil olmaya seni davet eden nefs-i mutmainne olur. Bu bakımdan hiçbir an ona hatırlatmaktan ve onu kınamaktan gâfil olma! Nefsine etmekle meşgul olmadan önce başkasına nasihat etmekle meşgul olma!
Allahü teâlâ Hazret-i Îsa'ya (aleyhisselâm) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Meryem'in oğlu! Nefsine nasihat et! Eğer nefsin kabul ederse halka nasihat et. Aksi takdirde benden utan!'
Ama yine de hatırlat, çünkü hatırlatmak Mü'minlere fayda verir. (Zâriyat/55)
Senin yapman gereken şey nefse yönelip nefsin yanında cahilliğini tesbit etmektir ve nefsin, zeki oluşuyla ve hidayette bulunuşuyla mağrurlaşıp, burnunun büyüdüğünü iyi bil! Ne zaman onu ahmaklığa nisbet edersen, ona şöyle demelisin: 'Senin cehaletin ne kadar da büyük! Sen hikmet ve zekâ iddia ediyorsun! Oysa insanların en ahmağısın. Sen önündeki cennet ve cehennemi bilmiyor musun? Yakında onların birine gideceğini anlamıyor musun? O halde neden seviniyor, gülüyor, tepiniyorsun? Oysa sen bu büyük olay için aranmaktasın. Belki bugün, belki yarın götürüleceksin. Ey nefis! Seni görüyorum ki ölümü uzak sanıyorsun. Oysa Allah onu yakın görüyor. Bilmez misin her gelecek yakındır. Uzak olan şey, gelmeyecek şeydir. Bilmez misin ölüm, herhangi bir elçi göndermeksizin aniden gelir.
Arada herhangi bir sözleşme olmadan konar. O bir durumda gelir de başka bir durumda gelmez değildir. O kışta gelip yazda gelmez, yazda gelip kışta gelmez, gece gelip gündüz gelmez, gündüz gelip gece gelmez değildir. O, çocukluk devrinde gelmez de gençlik devrinde gelir veya çocukluk devrinde gelir de gençlik devrinde gelmez değildir. Aksine her nefeste, ansızın, ölümün gelmesi mümkündür. Eğer ansızın ölüm gelmezse ansızın hastalık gelir. Sonra ölüme sirayet eder. Öyleyse her yakından sana daha yakın olan ölüme neden hazırlanmıyorsun? Allahü teâlâ'nın şu ayetini düşünmez misin?
İnsanların hesap vakti yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler. Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlaka eğlenerek dinlerler. Kalpleri eğlencededir. (Enbiya/1-3)
Ey nefis! Eğer Allah'ın seni görmeyeceği inancıyla ona karşı isyana cüret edersen senin küfrün ne kadar da büyüktür. Eğer Allah'ın senin yaptıklarına muttali olduğunu bildiğin halde isyana dalarsan senin ahmaklığın ne kadar da şiddetli, ne kadar da utanmazsın. Ey nefis! Eğer kölelerinden veya ihvanından biri, hoşuna gitmeyen bir hareketle karşına çıksa ona ne kadar kızıp öfkeleneceğini düşün! O halde Allah'ın gazabına, şiddetli cezasına hangi cesaretle kendini maruz bırakıyorsun? Sen O'nun azabının altından kalkabileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Nerede! Ey nefis! Kendini tecrübe et! Eğer baştan çıkmak seni Allah'ın azabının şiddetinden meşgul ederse, bir saat güneşte veya hamamın külhanında kendini hapset veya parmağını ateşe yaklaştır ki senin gücünün miktarı sana belirmiş olsun! Yoksa sen Allah'ın kerem ve fazlına mı aldanıyorsun? Senin ibadetine ihtiyaç olmadığına mı kanıyorsun? O halde önemli işlerinde neden Allah'ın keremine yaslanmıyorsun? Bir düşmanın seni sıkıştırdığında neden onu defetmek için çareler düşünüyorsun? Neden onu Allah'ın keremine havale etmiyorsun? Herhangi bir ihtiyaç seni, ancak para ile elde edilen dünya işlerinin birine mecbur ettiğinde neden onun peşinden çarelere başvurarak onu yapabilmek için kendini zorluklara sokuyorsun? Neden bu hususta Allah'ın keremine güvenmiyorsun ki Allah seni herhangi bir hazineye muttali veya kullarından birini sana musahhar kılsın da o senin çalışman ve çabalaman olmaksızın senin ihtiyacını sana alıp getirsin? Acaba Allah'ın dünya hususunda değil de sadece âhiret hususunda mı kerîm olduğunu sanıyorsun? Oysa Allah'ın kanun-u ilâhîsi olduğunu ve bu kanunun değişmez bulunduğunu biliyorsun ve yine biliyorsun ki âhiret ve dünyanın sahibi birdir. İnsan oğlu için ancak ne yapmışsa o vardır.
Ey nefis! Senin münafıklığın ne acaiptir? Bâtıl davaların ne hayret verici! Sen dilinle imân ettiğini iddia ediyorsun. Oysa münafıklığın eseri senin üzerinde görünmektedir. Efendin sana şöyle dememiş midir?
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın! (Hûd/6)
İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)
İşte görüldüğü gibi Allah, sadece dünya işi için sana kefil olmuş, seni o hususta zayi olmaktan kurtarmıştır. Oysa sen fiillerinle O'nu yalanladın. Kendinden geçmiş sarhoşun dalışı gibi dünyanın talebine dalmış bir vaziyette sabahladın. Dünya ve âhiret işini senin çalışmana tevkil ettiği halde hakir sayan, mağrur olan bir kimse gibi âhiretten yüz çevirdin. Bu îmanın alametlerinden değildir. Eğer îman dil ile olsaydı, o halde münafıklar neden ateşin en alçak tabakasında olacaklardır?
Ey nefis! Sanki sen hesap gününe îman etmiyorsun. Öldüğünde kurtulacağını zannediyorsun. Heyhat! (Kurtuluş nerede!) Başıboş bırakılacağını mı sanıyorsun?
Sen, dökülen bir damla meniden ibaret değil miydin? Sonra bir et parçası olmadın mı? Sonra Allahü teâlâ seni yarattı ve tam âzalı bir şekle getirdi. Böyle yapan Allah ölüleri diriltmeye kâdir değil midir? Eğer senin kalbinde bu inanç saklı ise sen ne acaip bir kâfir ve ne acaip cahilsin? Hiç düşünmez misin, O seni hangi maddeden yaratmıştır?
Seni bir nutfeden yarattı. Sonra çıkış yolunu senin için kolaylaştırdı. Sonra seni öldürdü, mezara gömdürdü. Acaba 'Sonra o, dilediği zaman seni diriltecektir' sözünde O'nu yalanlıyor musun? Eğer O'nu yalanlayıcı değilsen neden sakınmıyorsun? Oysa bir yahûdî doktor sana en lezzetli yemek hakkında 'Hastalık halinde bu sana zararlıdır' dese, sabreder ve onu terkedersin, o yemek hususunda nefsinle cedelleşirsin. Acaba mu'cizelerle takviye edilen peygamberlerin ve Allahü teâlâ'nın peygamberlere indirmiş olduğu kitablardaki sözleri, senin nezdinde tesir bakımından, tecrübe, tahmin ve zandan haber veren eksik akıllı, eksik ilimli bir yahudinin sözünden daha mı eksiktir?
Hayret edilecek şeydir? Eğer bir çocuk sana 'Elbisenin içinde akrep vardır!' dese, çocuktan delil istemeksizin derhal elbiseni çıkarıp atarsın.
Acaba peygamberlerin, âlim, hukema ve bütün evliyanın sözleri, senin katında, sühefa sınıfından sayılan bir çocuğun sözünden daha mı az kıymet taşır? Veya cehennemin harareti, bukağı ve kelepçeleri, zakkumu, tokmakları, irini, zehirleri, yılan ve akrepleri senin nezdinde, ancak bir gün veya bir günden daha az bir zaman elemini hissedeceğin bir akrebin ısırmasından daha mı azdır? Senin bu yaptıkların akıllı kimselerin yaptığı şeyler değildir. Hatta hâlin, akılsız hayvanlara bile keşfolunsa, senin durumuna gülerler, aklınla alay ederler.
Ey nefis! Eğer sen bütün bunları bilmiş ve îman etmişsen, o halde neden ameli geciktiriyorsun? Oysa ölüm seni beklemektedir. Mühlet vermeksizin ölümün seni yakalaması mümkündür. Ecelin gecikeceğinden nasıl emin oldun? Sana yüz senelik bir mühlet verilse bile, zanneder misin ki gediğin en derininde bineğine yediren bir kimse o binekle felaha kavuşur, o gediği geçebilir. Eğer böyle zannedersen, cehaletin ne kadar da büyüktür!
Eğer bir kişi, gurbet diyarında, fıkıh öğrenmek için sefere çıksa, senelerce orada boş dursa bu kişi memleketine dönüşünde, kendini fıkıhla donatılmış sayabilir mi? Böyle bir kimse kısa zamanda fakîh olunur düşüncesinde olsa veya fakîhlerin mertebelerinin fıkıh okumaksızın sadece Allah'ın keremine yaslanmak suretiyle kazanıldığını sansa, onun aklına gülmez misin?
Sonra ömrün sonunda hummalı çalışmanın fayda verdiğini ve insanı yüce derecelere ulaştırdığını düşün! Böyle olsa bile içinde bulunduğun günün, senin ömrünün sonu olması mümkündür. O halde neden bugün de ibadetlerle meşgul olmuyorsun? Eğer Allahü teâlâ sana mühlet vermezse, acaba o ecelin acelece gelmesine ne mâni olabilir? Veya seni ibadeti geciktirmeye teşvik eden ne olabilir? Bunun sebebi; şehvetlerine muhalefet etmek zor ve meşakkatli olduğu için acizlik göstermenden başka ne olabilir? Acaba bir gün mü bekliyorsun ki o gün gelsin de o günde şehvetlere muhalefet senin için zor olmasın? Böyle bir günü, Allahü teâlâ yaratmamış ve yaratmayacaktır. Bu bakımdan cennet hiçbir zaman zorluklarla çevrili olmaktan kurtulmaz. Zorluklar da hiçbir zaman nefislere hafif gelmez. Bu, varlığı muhal birşeydir.
Düşünmez misin, ne zamana kadar nefsine va'dedip ona 'Yarın yarın' diyeceksin? Oysa 'Yarın' geldi ve 'Bugün' oldu. Öyleyse onu nasıl gördün? Bilmez misin o 'Yarın' gelip 'Bugün' olmuştur. Onun için 'Dün'ün hükmü vardır. Hayır! Sen bugün ondan acizsin. Öyleyse 'Yarın' ondan daha da aciz olursun; zira şehvet kökleşmiş bir ağaç gibidir. Öyle ağaç ki kul onu kaldırmakla görevlendirilmiştir. Kul onun kaldırılmasından aciz olup onu tehir edince, tıpkı genç ve kuvvetli olduğu halde bir ağacın sökülmesinden aciz olup onu başka bir seneye tehir eden bir kimse gibi olur. Oysa bu kimse biliyor ki zamanın uzaması ağaca kuvvet ve kök salma imkânını verir. Sökmekle görevli bulunan kimseyi de zaman güçten düşürür. Bu bakımdan gençlik zamanında güç yetirilmeyen bir şeye ihtiyarlık zamanında hiçbir zaman güç yetirilemez. İhtiyarlığın tâlimi meşakkattandır. Kurt'u edeplendirmek de azap çekmektir. Yaş ağaç eğilmeyi kabul eder. Kuruyup, üzerinden seneler geçtiğinde eğilmeyi kabul etmez.
Ey nefis! Sen bu açık şeyleri anlamıyorsan, ameli geciktirmeye meylediyorsan o halde, hikmeti iddia etmek senin neyine gerek? Senin bu ahmaklığından daha fazla bir ahmaklık var mıdır? Umulur ki sen şöyle diyorsun: 'Beni müstakim olmaktan, ancak, şehvetlerin lezzetine karşı olan harisliğim, elem ve meşakkatlara karşı olan sabırsızlığım menediyor!'
Bu takdirde ahmaklığın pek şiddetlidir. Mazeretin pek çirkindir. Eğer sen bu hususta doğru isen, daima saf ve temiz şeylerle nimetlenmeyi ara! Bu da ancak cennette elde edilir. Eğer yemek istersen, bunu muhalefet ederek yap; zira nice yemek vardır ki birçok şeyleri meneder. Acaba doktor hastaya sıhhat bulması ve hayatı boyunca rahatça içmesi için üç gün soğuk suyu terketmesini söylese ve kendisine 'Eğer soğuk su içersen müzmin hastalığa tutulacak ve ömür boyu soğuk su içemeyeceksin' dese, böyle bir hastanın durumu hakkında senin hükmün nedir? Bu durumda aklın gereği ne olmalıdır? O kesinlikle hayat boyunca soğuk sudan istifade etmek için üç gün sabır mı etmelidir, yoksa üç günlük muhalefetten korktuğundan dolayı hal-i hazırdaki isteğini mi yerine getirmelidir? Üç gün soğuk su içmenin elemi üçyüz gün veya üçyüz bin gün onun yakasını bırakmayacaktır!
Senin bütün hayatın, cennet ehlinin nimet ve cehennem ehlinin azap müddeti olan sonsuzluğa nisbeten üç günün ne kadar uzun olursa olsun bütün ömre nisbetinden daha azdır. İsteklere karşı sabretmenin eleminin mi daha büyük ve müddet bakımından daha uzun, yoksa ateşin eleminin mi daha büyük ve daha uzun olduğunu keşke bilseydim!
Kim mücâhedenin elemine karşı sabretmeye güç yetiremiyorsa, Allah'ın azabının elemine karşı nasıl güç yetirecektir?
Ey nefis! Seni kendi nefsine bakmaktan gizli bir küfrün veya açık bir ahmaklığın alıkoyduğunu görüyorum.
Gizli küfre gelince o, hesap gününe olan inancın zâfiyetidir. Sevapla ikabın miktarının büyüklüğüne olan marifetinin azlığıdır. Açık ahmaklığa gelince o da Allah'ın kerem ve affına güvenmektir. Buna rağmen Allah'ın azabına, istidracına ve senin ibadetinden müstağni olmasına iltifat etmemektir. Oysa sen ekmek lokmasında veya bir tanede veya halktan işittiğin bir kelime hakkında O'nun keremine yaslanmıyorsun. Aksine bu hususlarda bütün çarelere başvurarak hedefine varmak istiyorsun. Bu cehaletle Hazret-i Peygamber tarafından verilen hamâkat (ahmaklık) hükmüne müstehak olursun. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş ve ölümden sonraki durum için çalışmıştır. Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmış, Allah'tan (amel etmeksizin) birtakım isteklerde bulunmuştur.
Ey nefis! Dünya hayatının seni aldatması uygun değildir. Şeytan seni kandırmasın. Nefsine dikkat et! Senin işin başkası için mühim değildir. Vakitlerini zayi etme! Nefesler sayılıdır. Senden bir nefes çıktıktan sonra senin bir kısmın gitmiş demektir. Hastalıktan önce sıhhatten ve meşguliyetten önce hoşluktan, fakirlikten önce zenginlikten, ihtiyarlıktan önce gençlikten, ölümden önce hayattan istifade et, âhirette kalacağın kadar âhirete hazırlan!
Ey nefis! Kış için, uzunluğu kadar hazırlık yapmıyor musun?
Kışta yiyecek, içecek, odun ve bütün gerekli şeyleri topluyorsun. Bu hususta Allah'ın fazl ve keremine güvenerek cübbe, keçe, odun ve diğer ihtiyaçlar olmaksızın Allah'ın kışın soğuğunu defetmesini beklemiyorsun. Oysa Allah buna kâdirdir.
Ey nefis! Cehennemin zemherîrinin, kış zemherisinden daha kısa ve daha az olduğunu mu sanıyorsun? Hayır! Asla böyle olamaz? Şiddet ve soğuklukta aralarında herhangi bir münasebet de yoktur. Kulun çalışmaksızın cehennemin zemherîrinden kurtulacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Nerede! Nasıl ki kışın soğuğunu cübbe, ateş ve diğer kış tedbirleri defediyorsa, cehennemin hararet ve soğukluğu da ancak Tevhîd kalesine ve ibadetlerin mevziine sığınmakla bertaraf edilir. Allah'ın keremi ancak kalenin yolunu sana tanıtmasında, sebeplerini sana kolaylaştırmasındadır. Yoksa kale olmaksızın azabı senden defetmekte değildir. Allahü teâlâ'nın, kış soğuğunu defetmek hususundaki keremi; ateşi yaratmakta, o ateşle kışın soğuğunu nefsinden uzaklaştırman için onu demir ile taş arasından çıkarma yolunu göstermekte ve tıpkı odunun ve cübbenin satın alınmasına yaratanın değil, senin muhtaç olup nefsin için satın alman gibidir. Zira bunları istirahatının sebebi olarak yaratmıştır.
Bu bakımdan senin ibadet ve mücâhedelerinden de Allah müstağnidir. O ibadetler senin kurtuluşuna giden yolundur. Bu bakımdan iyilik yapan nefsi için yapar. Kötülük yapan nefsinin aleyhinde yapar. Allah âlemlerden müstağnidir.
Ey nefis! Cehaletinden vazgeç! Âhiretini dünyanla kıyas et! Sizin yaratılışınız ve ölümden sonraki dirilişiniz bir kişinin dirilişi gibidir. İlk yaratılışa nasıl başlanmışsa öylece ölümden sonra diriltilecek. Allah nasıl yoktan yaratmış ise, öylece ölümden sonra da diriltecek. Allah'ın kanun-u ilâhîsi budur. O kanun-u ilâhînin değiştiğini göremezsin!
Ey nefis! Görüyorum ki sen dünyaya ülfiyet vermiş, onunla dost olmuşsun. Ondan ayrılmak sana gayet zor gelir. Sen onun yakınlığına yönelmişsin. Nefsinde onun sevgisini perçinleştirmişsin. Sen Allah'ın ceza ve sevabından, kıyâmetin dehşet ve hallerinden gafilsin. Acaba seninle dostlarının arasını ayıracak ölüme inanmıyor musun? Bir sultanın evine, bir taraftan girip öbür taraftan çıkmak için giren, bakışını güzel bir yüze uzatan, bu yüzün sevgisinin kalbinin tamamını kaplayacağını, sonra o yüzden ayrılmaya mecbur edileceğini bilen bir kimse acaba akıllılardan mı veya ahmaklardan mı sayılır? Bilmez misin, dünya, sultanlar sultanının evidir: Dünyada senin için her ne varsa hepsi mecazdır. Dünyadaki herşey, dünyadan geçenlere ölümden sonra yâr olmaz.
Bu sırra binanen beşerin efendisi (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Rûh'ul-Kuds benim kalbime şöyle ilham etti: İstediğini sev, elbette ondan ayrılacaksın! Dilediğini yap! Elbette onunla cezalandırılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Elbette öleceksin!'57
Ey nefis! Bilmez misin, dünyanın zevklerine iltifat eden, arkasında ölüm olduğu halde dünyaya ünsiyet yeren, ayrılık anında üzüntüsünü çoğaltmış olur. Bilmediği halde öldürücü zehirden azıklanır. Sen geçmişlerin nasıl inşa edip yükselttiklerine, sonra harabe bırakıp gittiklerine bakmıyor musun? Nasıl Allahü teâlâ onların arazisini, memleketlerini düşmanlarına nasip etmiştir hiç görmüyor musun?
Onların yemeyip nasıl topladıklarını, içinde oturmadıkları köşkleri nasıl bina ettiklerini görmedin mi? Yetişemedikleri hedefi nasıl ümit etmişlerdir. Her biri göklere yükselen bir köşk inşa etmiştir. Oysa yeri, toprak altında kazılan bir mezardır. Acaba dünyada bundan daha ahmaklık ve daha büyük bir tepetaklaklık var mıdır? Biri çıkıp dünyasını tamir eder. Oysa kesinlikle o dünyadan göçecektir. Âhiretini tahrip eder. Oysa kesinlikle oraya gidecektir.
Ey nefis! Bu ahmaklara, hamâkatlarında yardım etmeye utanmıyor musun? Farzet sen bütün bu durumları bilecek basiret sahibi değilsin, sadece tabiatınla başkasına uymaya meylediyorsun, o zaman peygamberlerin, âlim ve hakimlerin aklını, şu dünyaya dalanların aklıyla kıyas et! Bu iki gruptan, senin nezdinde hangisi daha akıllı görünürse, ona uy! Eğer sen nefsinde akıl ve zekaya inanan bir kimse isen. . .
Ey nefis! Senin durumun ne kadar da hayret vericidir. Cehaletin ne kadar da katı. . . Tuğyanın ne kadar da belirgin! Bu apaçık şeylere rağmen nasıl kör olduğuna hayret ediyorum! Ey nefis! Ümit edilir ki mertebe sevgisi seni sarhoş edip çıldırtmış ve bunları anlamaktan seni alıkoymuştur. Mertebenin mânâsının bazı insanların kalplerini sana meylettirmek olduğunu hiç düşünmüyor musun? Yeryüzündeki bütün insanların sana secde edip, itaat ettiğini farzedelim, elli sene sonra ne sen, ne de sana ibadet edip secde edenlerden yeryüzünde herhangi bir kimsenin kalmayacağını bilmiyor musun? Bir zaman gelecek, ne senin, ne de seni ananların nâm ve nişânları kalmayacaktır. Nitekim senden önceki sultanların başına bu durum gelmiştir.
Şimdi onlardan hiç birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun? (Meryem/93)
Ey nefis! Daimî olarak kalacak bir şeyi, kalsa bile elli seneden fazla kalmayacak birşey ile nasıl değiştirirsin? Eğer yeryüzünün sultanlarından biri isen, şark ve garp sana teslim olmuş, bütün insanların boyunları önünde eğilmiş ve sebepler senin için tanzim edilmişse durum böyledir! Nasıl böyle olur? Oysa gerilemen ve şekavetin mahallenin işini, hatta evinin işini bile sana teslim etmeye mâni olurlar!
Ey nefis! Eğer cehaletinden ve basiretinin körlüğünden ötürü âhiret için dünyayı terketmiyorsan bile, hiç olmazsa dünyadaki ortakların hasisliğinden uzak kalmak için neden dünyayı terketmiyorsun? Dünyayı, meşakkatinin çokluğundan, çabukça yok olmasından ötürü neden bırakmıyorsun? O dünyanın çoğu, senin elinde olmadıktan sonra sen neden onun azı hakkında zâhidlik yapmayasın? Sana ne olmuş ki dünya, hatta memleketin yahûdî ve ateşperestlerden boş olmadığı halde hoşuna gidiyor? Oysa onlar senden daha fazla dünyanın fayda ve süsüne mazhar olmuşlardır. Bu bakımdan yuh o dünyaya ki bu hasisler onu senden daha önce edinirler. Sen ne kadar da cahilmişsin, senin himmetin ne kadar da düşük, görüşün ne kadar da eksik ve bozukmuş! Zira peygamberler ve sıddîklardan müteşekkil olan zümrenin içinde olup âlemlerin rabbinin komşuluğunda ebedî olarak kalmaktan yüz çevirdin. Bunu da az zaman cahil ahmakların sınıfından olup ayakkabılar safında olmak için yaptın! Sana yazıklar olsun! Çünkü hem dünyada, hem de dinde zarar ettin.
Ey nefis! Acele et! Helâk olmaya yaklaştın. Uyarıcı geldi, ölüm yaklaştı. Ölümden sonra senin yerine kim namaz kılacak? Ölümden sonra senin yerinde kim oruç tutacak? Ölümden sonra rabbini senden razı edecek kim var? Ey nefis! Senin için, ancak sayılı günler var!. Eğer o günlerde ticaret yaparsan onlar senin sermayendir. Zaten onların çoğunu zayi ettin. Eğer geri kalan hayatında zayi etmiş olduğun hayatından ötürü ağlasan, yine kendi nefsin hakkında kusurlu sayılırsın. Geri kalan kısmı zayi ettiğinde ve aynı şekilde yaşamaya devam ettiğinde acaba durum nasıl olur?
Ey nefis! Bilmez misin, ölüm sana va'dedilmiştir. Kabir senin evin, toprak döşeğin, böcekler arkadaşındır. En büyük korku (kıyâmet dehşeti) önündedir.
Ey nefis! Bilmez misin, ölümün askeri şehrin kapısında seni beklerler. Onlar şiddetli yeminlerle yemin etmişlerdir ki seni beraberlerinde alıp götürmeyince yerlerinden kıpırdamayacaklardır. Ey nefis, onların bir gün için olsa bile dünyaya dönmeyi temenni edeceklerini ve yapmış oldukları kusurları telafi etmek isteyeceklerini bilmiyor musun? Oysa sen de onlar gibi temenni edeceksin. Senin ömrünün bir günü onlara, dünya ve içindekilerin karşılığında satılsa, eğer güçleri yetiyorsa muhakkak satın alırlardı. Oysa sen günlerini gaflet ve tembellikte zayi ediyorsun.
Ey nefis! Görünür tarafını halk için süslenip, gizlide de büyük günahlarla Allah'a karşı mübareze etmeye utanmıyor musun! Acaba insanlardan utanıyor da Allah'tan utanmıyor musun? Azap olasıca! Allah, senin katında, acaba seni görenlerin en kıymetsizi midir? Halka hayrı emredersin, kendin ise rezaletlerle dolusun. Kendin Allah'tan kaçtığın halde halkı Allah'a davet ediyorsun. Kendin Allah'ı unuttuğun halde halka O'nu hatırlatıyorsun (!)
Ey nefis! Bilmez misin, günahkâr bir kimse insan pisliğinden de daha pistir. Bilmez misin, insan pisliği, başka pislikleri temizlemez. Sen kendi nefsinde temiz olmadığın halde nasıl başkasını temizlemeye çalışırsın?
Azap olasıca nefis! Eğer nefsini tam mânâsıyla tanımış olsaydın insanlara gelen belanın ancak senin uğursuzluğundan ötürü geldiğini düşünürdün.
Azap olasıca nefis! Kendi nefsini İblis'in merkebi yaptın. İblis seni istediği yere çekip götürüyor. Seninle istihza ediyor. Buna rağmen sen kendi amelini beğeniyorsun. Oysa onun içinde öyle âfetler vardır ki eğer başıboş onlardan kurtulursan kâr etmiş sayılırsın. Birçok hata ve günahlarına rağmen nasıl amelini beğeniyorsun? Oysa Allahü teâlâ İblis'i, bir hatadan ötürü ikiyüzbin sene (Âdem yaratılmadan önce) kendisine ibadet ettikten sonra dergâhından kovdu. Âdem Allah'ın peygamberi ve seçilmiş kulu olmasına rağmen Allah onu bir zelleden ötürü cennetten çıkardı.
Ey nefis! Sen ne kadar da aldanmışsın. Sen ne kadar da ahmaksın. Sen ne kadar da cahilsin. Seni günahlara, bu kadar cüretli kılan nedir?
Azap olasıca ey nefis! Ne zamana kadar söz verip pişman olacaksın?
Azap olasıca nefis! Ne zamana kadar va'dedip hile yapacaksın!
Azap olasıca nefis! Bütün bu hatalarla beraber sen dünyanın imarı ile mi meşgul oluyorsun!
Sanki dünyadan göç etmeyeceksin! Kabir ehline bakmıyor musun? Nasıl oldular? Mallar topladılar, sağlam evler yaptılar. Çok uzun emellere daldılar. Onların cemiyetleri dağıldı, evleri mezar, emelleri aldanış oldu.
Azap olasıca nefis! Onlardan hiç ibret almıyor musun? Onlara bir kere bakmıyor musun? Onların âhirete gittiğini, kendinin ebedî kalacağını mı zannediyorsun? Heyhat! Ne gezer! Ne kötü birşey vehmediyorsun! Sen annenin karnından yere düştüğünden beri ömrünü yıkmaya çalışmaktasın. Yeryüzüne köşkünü yap! Muhakkak ki yerin altı yakın bir zamanda senin kabrin olacaktır. Can gelip boğaza dayandığı zaman ve rabbinin elçilerinin siyah renkler, somurtkan yüzler ve azap ile sana geldiklerinde korkmaz mısın? Acaba o zaman pişman olmak sana fayda verir mi? Üzülmek senden kabul edilir mi? Veya ağlamak sana merhamet getirir mi? Hayret! Kocaman bir hayret sana ey nefis! Buna rağmen sen basiret sahibi ve zeki olduğunu iddia ediyorsun! Senin şekavetindendir ki her gün malının artmasıyla seviniyor, ömrünün eksilmesiyle üzülüyorsun. Oysa artan bir mal, eksilen bir ömür fayda vermez! Azap olasıca ey nefis! Âhiret sana yöneldiği halde âhiretten yüz çeviriyorsun. Dünya senden yüz çevirdiği halde ona yöneliyorsun. Nice bir günü istikbâl eden kimse vardır ki onu tamamlamaz. Nice yarını ümit eden kimse vardır ki ona varamaz. Sen bunu arkadaş, akraba ve komşularında müşahede edersin. Ölüm anında onların hasretini gördüğün halde cehaletinden dönmüyorsun!
Ey miskin nefis! Öyle bir günden kork ki Allah o günde nefsine yemin etmiş ki dünyada emrettiği ve sakındırdığı hiçbir kulunu amelinden sormayınca bırakmayacaktır. O amelin incesinden, gizlisinden, açığından soracaktır.
Ey nefis! Hangi bedenle Allah'ın huzurunda duracak, hangi dille ona cevap vereceksin? Allah'ın sualine cevabı hazırla! Cevap için de doğruluğu! Hayatının geri kalmış kısmında kısa günlerde uzun günler için, zeval evinde ikamet evi için, üzüntü evinde nimet ve ebediyet evi için amel et! Amel edemeyeceğin gün gelmeden önce amel et! Kendi isteğinle hür kimselerin çıkışı gibi, dünyadan zorla çıkarılmadan önce çık! Senin eline gelen dünya çiçekleriyle sevinme! Nice sevinen vardır ki zarar eder. Nice zarar eden vardır ki sezmez.
Bu bakımdan onun için azap olduğu halde bunu sezmeyip, gülüp oynayan, sevinip zıplayan, yeyip içen kimseye azap olsun! Oysa Allah'ın kitabında onun cehennemin yakıtından olacağı hükme bağlanmıştır. Öyleyse ey nefis, dünyaya ibret nazarıyla bak. Dünya için çalışman mecburî, dünyayı terkedişin ihtiyarî, âhireti araman acele olsun! Sen kendisine verilen nimetin şükründen aciz olan kimselerden olma! Bütün bunlara rağmen bu kimse, hayatının geri kalan kısmında hâlâ fazla şeyler ister. Kendisi sakınmadığı halde halkı sakındırır!
Ey nefis bil ki dinin bedeli yoktur. İmanın bedeli ve bedenin halefi bulunmaz. Kimin bineği gece ve gündüz olursa, o gitmese de onu götürürler.
Ey nefis! Bu nasihattan ibret al, bu nasihati kabul et; zira nasihattan yüz çeviren muhakkak ateşe razı olmuştur. Oysa ateşe razı olacağını sanmıyorum ve bu nasihati dinlediğini de zannetmiyorum. Eğer kalbinin katılığı bu nasihati dinlemekten seni menediyorsa kalbinin katılığı için teheccüd namazına devam ve gece ibadetine kalkmaktan yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa oruca devam etmekle yardım talep et! Eğer bununla da ortadan kalkmazsa az konuşmaktan yardım talep et! Eğer bununla da gitmezse, sılayı rahim yapmakla ve yetimlere lütûfta bulunmakla, eğer bununla da ortadan kalkmazsa, bil ki Allahü teâlâ senin kalbini mühürlemiş, ona kilit vurmuştur. Günahların karanlığı kalbinin zâhir ve bâtını üzerinde birikmiştir. O halde, nefsini ateşe hazırla; zira Allahü teâlâ, cenneti ve cennete lâyık olanları, cehennemi ve cehenneme lâyık olanları yarattı. Öyleyse herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmak ona kolaylaştırılır. Eğer sende nasihat dinlemek için bir mecâl kalmazsa, nefsinden ümitsiz ol! Oysa Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak büyük bir günahtır. Ümitsizliğin şerrinden Allah'a sığınırız. Hayır yolları önüne kapanınca ümide giden yol da ümitsizliğe giden yol da senin için yoktur; zira böyle bir yol aldanıştır.
Ey nefis! Şimdi müptela olduğun musibetten ötürü üzülüp üzülmediğine dikkat et! Veya gözünün bir damla yaş akıtmaya müsamaha edip etmediğine dikkat et! Eğer müsamaha ederse damlanın kaynağı rahmet denizidir. Bu bakımdan muhakkak ki sende ümidin yeri kalmıştır. Öyleyse ağlamaya devam et! Erhamürrâhimînden imdat iste! Ekrem'ül-ekremîn'e şikayette bulun. İmdad istemeye devam et! Şikayet etmekten usanma. Umulur ki Allah, senin zayıflığına acıyıp yardımına gelir. Muhakkak ki senin musibetin oldukça büyüktür. İsyana dalışın oldukça uzamıştır. Kurtuluş imkânları elinden kaçmış, illetler sende derinleşmiştir. Senin için ne yol, ne arama, ne yardım eden, ne kaçmak, ne sığınmak, ne de kurtulmak yoktur. Ancak Allah'a sığınmak bundan müstesnadır. O halde, yalvarmak suretiyle mevlâya sığın. Cehaletinin büyüklüğü nisbetinde, günahlarının çokluğu oranında yalvarmanda huşû göster. Çünkü mevlân, zillet gösterip yalvarana merhamet eder. Üzüntülü tâlibin yardımına koşar. Mecbur olanın davetini kabul eder.
Sen ise ey nefis! Bugün O'na mecbur ve rahmetine muhtaçsın! Yollar önünde daralmış, çıkar noktaları kapanmıştır. Elindeki imkânlar kesilmiştir. Vaazlar sende (müsbet bir) tesir göstermez. Kınanmak seni kırmaz. Kendisinden istenilen ise kerîm ve cömerttir. Yardımı talep edilen zat iyilik şefkat sahibidir. Rahmeti geniştir. Keremi akıcıdır. Affı ise kapsayıcıdır.
Allah'a şöyle yalvar: Ey erham'ür-râhimîn! Ey Rahmân, ey Rahîm, Ey Halîm, ey Azîm, ey Kerîm! Israr edici günahkâr benim. Benim o, cüretkâr ki hiç günahtan vazgeçmedim. Benim o günaha dalan ki hiç utanmadım. Burası miskinliğin ve yalvarmanın, fakir ve zayıfın, boğulmuş ve helâk olmuşun makamıdır. O halde, beni çabuk kurtar ve sevindir! Rahmetinin eserlerini bana göster. Mağfiretinin serinliğini bana tattır. Ey Erham'ur-Râhimîn! İsmetinin kuvvetini bana rızık olarak ver! Bu sözlerini (ey nefis) , baban Âdem'e uyarak söyle!
Vehb b. Münebbih şöyle diyor: Allahü teâlâ Âdem'i (aleyhisselâm) cennetten yere indirdiğinde Âdem'in (aleyhisselâm) gözyaşları durmadan aktı. Yedinci gününde Allahü teâlâ, Âdem'e baktığında onu mahzun, üzüntülü, gamlı, başı önüne eğik bir vaziyette buldu. Bunun üzerine, Allahü teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Âdem! Sende gördüğüm yorgunluk nedir?' Âdem dedi ki: 'Yârab! Benim musibetim oldukça büyüdü! Günahım (zellem) beni kapladı. Rabbimin melekûtundan atıldım. Kerametten sonra zillet evine, saadetten sonra şekavet ve rahattan sonra yorgunluk evine vardım. Afiyetten sonra belâ, istikrardan sonra zeval, ebediyet ve bekâdan sonra ölüm ve fenâ evine vardım. Bu durumda nasıl ağlamayayım?'
Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahiy göndererek şöyle dedi: 'Ey Âdem! Ben seni nefsim için seçmedim mi? Seni evime yerleştirip seni kerametimle tahsis etmedim mi? Öfkeden sakındırmadım mı? Seni kudret elimle yapmadım mı? Kudretten olan ruhumdan sana üfürmedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Sen, bütün bunlara rağmen emrime isyan ederek ahdimi unuttun, kendini benim öfkeme maruz bıraktın! İzzet ve celâlime yemin olsun eğer sen yeryüzünü, hepsi senin gibi bana ibadet edip tesbihde bulunan kişilerle doldursan, sonra onlar bana isyan etseler, muhakkak ki onları günahkârların konaklarına indiririm'. Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) üçyüz sene ağladı!
Ubeydullah el-Becelî58 çokça ağlardı. Ağlamasında bütün gece boyunca şöyle diyordu: 'Ey rabbim! Ben o kimseyim ki ömrüm uzadıkça günahım artar. Ben o kimseyim ki bir hatayı ne kadar terketmeyi istesem başka bir şehvet önüme çıkar! Ubeydullah'ın vay haline! Bir günah daha çürümeden o günahın sahibi başka bir günahın peşinde! Eğer ateş benim için sığınak ve istirahat yeri ise Ubeydullah'ın vay haline! Eğer cehennem tokmakları benim başım için hazırlanıyorsa Ubeydullah'ın vay haline! Talihlerin ihtiyaçları verildi. Oysa senin ihtiyacın verilmemiştir'.
Mansur b. Ammar şöyle anlatıyor: Bazı gecelerde Kûfe'de, bir âbidi dinledim. Rabbine münâcât ederek şöyle diyordu: 'Ey rabbim! Senin izzetine yemin ederim. Günah işlemek sana karşı gelmeyi istemedim. Makamını bilmediğim, cezana kendimi maruz bıraktığım, bakışını hafife aldığım halde sana isyan etmedim. Fakat nefsim beni aldattı. Şekavetim de bu hususta aleyhimde ona yardımcı oldu. Benim üzerime sarkıtılan perden beni aldattı. İşte dolayısıyla cehaletimle sana isyan, fiilimle sana muhalefette bulundum. Şu anda senin azabından beni kim kurtaracak? Veya sen, sarkıtmış olduğun ipi benden kesersen kimin ipine sarılayım? Yarın senin huzurunda durmaktan vay benim rezaletime! O zaman ki yükleri hafif olanlara 'Geçiniz!' yükleri ağır olanlara da 'Yüklerinizi koyunuz' denir. Ancak yükleri hafif olanlarla beraber geçecek miyim, yoksa yükleri ağır olanlarla beraber yükümü bırakacak mıyım bilmiyorum! Senelerim ilerledikçe günahım çoğalır! Ömrüm uzadıkça masiyetlerim çoğalır! Ne zaman tevbe edecek, ne zaman dönüş yapacağım? Yaklaşmadı ki rabbimden utanayım!'
İşte bunlar selefin mevlâlarıyla yapmış oldukları münacâtlardaki yolları ve nefislerini cezaya vermekteki mesnedleridir.
Onların münacâttan gayeleri rablerini razı etmektir. Nefislerine ceza vermekteki maksatları onu uyarmak ve gözetmektir. Bu bakımdan kim nefsini kınamayı ve rabbiyle münacât etmeyi terkederse, nefsini gözetmiş olmadığı gibi, Allah da ondan razı olmaz! Vesselâm!
Muhâsebe ve Murâkabe Kitabı burada tamamlanmış bulunuyor. Allah'ın izniyle bu bölümü Tefekkür Kitabı takip edecektir. Hamd Allah'a mahsustur. Selâm Efendimiz Muhammed'in (aleyhisselâm), onun âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et!
57) Şirazî
58) Becle'ye mensubdur. Bazı nüshalarda Nehlî'dir.