38 - MURÂKABE VE MUHÂSEBE |
1. Giriş
Her nefsi yaptığıyla, her azayı işlediğiyle murâkabe eden, kalplerin gizli köşelerinde vâki olan hâdiselere muttali olan, kullarının kalbinde kıpırdananı hesaba çeken Allah'a hamdolsun!
O Allah ki O'nun ilminden hareketli ve hareketsiz, yerde ve göklerde olan zerre miktarı birşey kaybolmaz. O Allah ki gizli de olsa, işlerin çoğundan ve azından, açığından ve gizlisinden kulunu hesaba çeker.
O Allah ki ne kadar küçük olarsa olsun kullarının ibadetlerini kabul etmekle onlara lütûfta bulunur. O Allah ki ne kadar çok olursa olsun kullarının günahlarını affetmekle onlara ikramda bulunur. Her nefis hazır ettiğini bilsin, daha önce ve sonra gönderdiğini görsün diye kullarını hesaba çeker.
Dolayısıyla nefis dünyada murâkabe ve muhasebeye yapışmasaydı kıyâmet arasatında şakî olup helâk olacağını anlar. Mücâhede, muhasebe ve murâkabeden sonra, eğer Allah; az sermayesini kabul etmek lütfunda bulunmasaydı, muhakkak mahrum olup zarar ederdi.
Nitekim bütün kulları kapsayan, rahmeti dünya ve âhirette bütün mahlukları içerisine alan Allah ortaktan münezzehtir. Bu bakımdan O'nun fazlının nefhalarıyla kalpler îmanı kabul etmek için genişlediler. Tevfîkinin bereketiyle azalar, ibadetlerle bağlanıp edeplendiler. Güzel hidayetiyle kalplerden cehaletin karanlıkları sökülüp atıldı. O'nun yardımıyla şeytanın hileleri kesildi. O'nun inayetinin lütfuyla hasenelerin kefesi günahların kefesine galip geldi. O'nun kolaylaştırmasıyla ibadetlerin kolaylaşan kısımları kolaylaştılar. Bu bakımdan vermek, mükâfat, uzaklaştırmak, yaklaştırmak, saîd ve şakî yapmak O'ndan gelir.
Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), sâfîlerin efendileri olan âlinin, muttakîlerin önderleri olan ashâbının üzerine olsun!
Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Yapılan amel bir hardal danesi kadar da olsa onu getirir (tartıya koyarız) . Hesap gören olarak biz kâfiyiz. ! (Enbiya/47)
Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak 'Eyvah bize! Bu kitaba ne oluyor (günahlarımızdan) küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış!' derler. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez. (Kehf/49)
Bir gün Allah onların hepsini diriltir de yaptıklarını kendilerine haber verir. Allah saymış, onlar ise bunu unutmuşlardır. Allah herşeye şahiddir. (Mücadele/6)
O gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde çıkarlar ki yaptıkları kendilerine gösterilsin. Artık kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür. (Zilzal/6-8)
Sonra herkese kazandığı tamamen verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır. (Bakara/281)
O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. . . O kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi kendisinden sakındırıyor. (Âl-i İmrân/30)
Biliniz ki Allah, içinizden geçeni bilir! O'ndan sakının ve bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır! (Bakara/235)
Basiret sahipleri Allahü teâlâ'nın kendilerini murâkabe ettiğini ve gelecekte hesaba çekeceğini anladılar. Kalplerine gelen vesveselerin ve düşüncelerin zerresinden dahi hesaba çekileceklerdir. Bu tehlikelerden ancak nefsi muhasebe etmeye devam etmekle ve doğru murâkabeyle kurtulabileceklerini kesin olarak anladılar. Nefsi nefesler ve hareketlerde sorguya çekmek, düşünce ve fikirlerde muhasebe etmekle kurtulurlar. Bu bakımdan hesaba çekilmezden önce nefsini hesaba çekenin kıyâmette hesabı hafifler. Soru sorulacağı gün cevabı hazır olur. Dönüş yeri güzel olur. Kim nefsini hesaba çekmezse onun hasret çekmesi devam eder. Arasat'ta beklemeleri oldukça uzar. Günahları onu mahrumiyet ile öfkeye sürükler.
Bu, basiret sahiplerine keşfolunduğunda bildiler ki onları bu durumdan ancak Allah'a ibadet etmek kurtarır. Allah onlara sabır ve nöbet bekleme emrini verdi.
Ey îman edenler! Sabredin, direnin. Savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki felâh bulasınız. (Âl-i İmrân/200)
Bu bakımdan basiret sahipleri nefislerini önce muâşeret (şartlaşma) sonra murâkabe (gözetmek) , sonra muhâsebe (hesaba çekmek) , sonra muâkabe (cezalandırma) , sonra mücâhede ve sonra muâtebe (kınamak) ile nöbetleşmeye zorladılar. Onlar için murâbete altı makam oldu. Bu makamları izah etmek, hakikatini, faziletini ve oradaki amellerin tafsilatını beyan etmek gerekir. Muhasebenin de esasını belirtmek lâzımdır. Fakat her muhasebe bir şart ve murâkabeden sonradır. Zarardan hemen sonra muâtebe ve murâkabe gelir. Bu bakımdan biz bu makamların izahını yapalım. Tevfîk ancak Allah'tandır!
38-1
2. Murâbete'nin Birinci Makamı Olan Müşârete
Tüccarların hesap tutmaları, kârın selâmeti içindir. Tüccar ortağından yardım talep eder, ona sermayesini teslim ettikten sonra onunla hesaba oturur. İşte tıpkı bunlar gibi akıl da âhiret yolunda tüccar gibidir. Onun maksadı ve kârı nefsin rezaletten arınmasıdır. Çünkü onun kurtuluşu ancak nefsin arınmasına bağlıdır.
Nefsini temizleyen kurtulmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/9-10)
Nefsin kurtuluşu ancak salih amellerle mümkündür. Bu ticaret hususunda akıl, nefisten yardım talep eder; zira nefsi, nefsin temizlenmesi hususunda kullanır. Tıpkı tüccarın ortağından ve malında ticaret hizmetkârından yardım talep etmesi ve ortağından, hesap sorması gibi. . .
Öyle ise önce ortakla anlaşması, sonra da gerektiğinde hesap sorması gerekir. Akıl da bunun gibi, önce nefisle anlaşma yapar, nefse yapması gerekenleri bildirir. Onu kurtuluş yollarına irşad edip o yollarda gitmesi için ona kesin emir verir. Sonra bir an bile onu murâkabe etmekten gâfil olmaz; zira eğer nefsi ihmal ederse, nefisten ancak hainlik ve iflas görür. Tıpkı hain bir kölenin fırsat bulduğunda ve tek başına malı yönettiğinde yaptığı gibi. . . Muamele bittikten sonra, daha önce ileri sürdüğü şarta göre hareket etmeyi nefisten istemeli ve bu yönde nefsi hesaba çekmelidir; zira bu öyle bir ticarettir ki kârı; peygamberler (aleyhisselâm) ve şehidlerle beraber en yüce cennet olan sidret'ül münteha denilen makama varmaktır.
Bu bakımdan bu hususta nefisle inceden inceye hesap yapmak, ticaretteki hassasiyet ve incelikten daha çok ihtimamı gerektirir. Oysa dünya kârları, âhiret nimetine nisbetle hiç denilecek kadar azdır. Sonra dünya nasıl olursa olsun neticesi yokluktur. Devam etmeyen bir hayırda hayır yoktur. Hatta devam etmeyen bir şer, devam etmeyen bir hayırdan daha hayırlıdır; zira devam etmeyen şer kesildiğinde, onun kesilişinden ötürü bir sevinç olur. Devam etmeyen hayır kesildiğinde ise üzüntü kalır.
Nitekim şair şöyle der;
Benim katımda üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin kendisinden gideceğini bildiği bir sevinçteki üzüntüdür!
Bu bakımdan Allah'a ve son güne îman eden her tedbirli kulun, nefsini hesaba çekmesi, hareketlerinde ve düşüncelerinde nefsi sıkıştırması farzdır; zira hayatın her nefesi değer biçilmez bir cevherdir. O cevher ile nimeti ebediyyen tükenmeyen hazinelerden biri satın alınır. Bu bakımdan bu nefesleri zayi etmek veya helâki gerektiren mevzulara sarfetmek büyük bir zarardır, korkunç bir harekettir. Akıllı bir kimsenin nefsi böyle bir harekete razı olmaz. Öyleyse kul sabahladığında ve sabahın farzını edâ ettiğinde bir saatlik zamanı nefsiyle hesaplaşmaya tahsis etmelidir.
Nitekim tüccar bir kimse ticaret malını ortağına teslim ettikten sonra aralarındaki şartı konuşmak için sâkin bir yer bulur. Bu bakımdan kul nefsine şöyle demeli: 'Hayatımdan başka sermayem yok! Hayatım yok olunca sermayem yok olmuş demektir. O zaman hem ticaretten, hem de kârdan ümit kesilir. Bu yeni günde de Allahü teâlâ bana yaşama imkânını vermiştir. Ecelimi bir gün daha tehir etmiş ve onu bana bir nimet olarak lütfetmiştir. Eğer beni öldürseydi, beni sâlih amel işlemek için bir tek gün dünyaya göndermesini temenni edecektim. O halde, ey nefsim! Öldüğünü, sonra dünyaya geri gönderildiğini düşün de sakın bugünü boşa geçirme! Zira nefeslerin herbiri değer biçilmez bir cevherdir. Ey nefis! Bil ki gün ve gece yirmi dört saatten ibarettir'.
Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:
Kul için her gün ve her gecede, birbirine sırt vermiş yirmi dört hazine yayılır. O yirmi dört hazineden biri kul için açılır. Kul onu o saatte işlemiş olduğu hayırlarından nûr ile dolu olarak müşahede eder. Dolayısıyla cebbâr olan sultanın nezdinde vesilesi bulunan o nûrların görünmesiyle müjdelenir, sevinir ve feraha kavuşur. Öyle bir şekilde sevinir ki eğer sevinci cehennem ehline tevzi edilse, onlar ateşin yakmasını hissettikleri halde o sevgi onları âdeta sarhoşa çevirir. O kul için ikinci bir hazinenin kapısı açılır. Onu simsiyah ve leş kokan bir şekilde görür. O hazinenin karanlığı onu kaplar. O da Allah'a isyan ettiği saattir. Dolayısıyla onu öyle bir korku sarar ki eğer o korku, cennet ehline taksim edilse, cennetin nimetlerini onlara zehir zakkum yapardı. Ona boş olan, içinde ne sevindirici, ne de korkutucu birşey bulunmayan diğer bir hazinenin kapısı açılır. O da yatmış olduğu veya gaflete daldığı veya dünyanın mübah olan şeylerinden biriyle meşgul olduğu saattir. Onun boş olmasından üzüntü duyar. Bunun zararından ona öyle bir üzüntü isabet eder ki tıpkı büyük kâr elde etmeye gücü yettiği halde ihmal eden ve elden kaçıran bir kimseye isabet eden üzüntü gibidir. Bunun ne büyük bir üzüntü ve ne büyük bir zarar olduğu sana yeter de artar! İşte böylece, hayatı boyunca vakitlerinin hazineleri kendisine arzolunur'. 1
Dolayısıyla kendi kendine der ki: 'İşte bugün hazineleri değerlendirmeye, mülkünün sebepleri olan o hazineleri boş bırakmamaya dikkat et de çalış! Tembellik ve istirahata meyletme ki başkalarının elde etmiş olduğu İlliyyîn dereceleri senin elinden kaçmasın! Bu takdirde cennete girsen dahi yakanı bırakmayacak bir hasret kalır. Bu bakımdan zararın elem ve üzüntüsü her ne kadar ateşin eleminden az ise de çekilmez bir elemdir'.
Bir kişi şöyle demiştir: 'Günahkârın bağışlandığını zannetme! Acaba iyilik yapanların sevabı onun elinden kaçmamış mıdır?' O bu sözüyle zarar ve hasrete işaret etmektedir.
Toplantı günü için sizi bir araya getirdiği gün, işte o aldanma günüdür. (Teğabün/9)
Buraya kadar söylediğimiz şeyler, kişinin nefsine vakitler hakkında yaptığı tavsiyedir. Sonra yedi azası hakkında ona yeniden bir nasihat etmelidir. O azalar şunlardır: Göz, kulak, dil, mide, tenasül aleti, el ve ayak.
Onları nefsine teslim etmelidir; zira o azalar, bu ticaret hususunda, onun nefsinin hizmetçileridir. Bu ticaret tamamlanır. Cehennemin yedi kapısı vardır. O kapıların herbiri için taksim olunmuş bir parça vardır. O kapılar bu azalarla Allah'a isyan edenler içindir. Bu nedenle bu azaları günahlardan sakındırmayı nefsine tavsiye etmelidir.
Göz
Göz mahremi olmayan bir kimsenin yüzüne veya bir müslümanın avret yerine veya bir müslümana hakaret gözüyle bakmaktan korumalıdır. Hatta her fuzulî şeyden de korumalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, fuzulî konuşmalardan da sorumlu tutacaktır.
Gözünü haram bakıştan çevirdiğinde bununla kanaat edip durmamalıdır. Onu kârı olan şey ile meşgul etmelidir. O kâr da gözün kendilerine bakması için yaratıldığı şeylere bakmasıdır. Bu da ibret gözüyle Allah'ın sanatının acaipliklerine, başkası kendisine uyması için hayırlı amellere, Allah'ın kitabına ve Hazret-i Peygamber'in sünnetine bakmak, istifade etmek için ilâhî hikmetin kitablarını incelemek için bakmaktır. İşte azaların her biri hakkında nefsine bu şekilde durumu açıklamalıdır. Hele dili ve midesi hakkında daha da dikkatli olmalıdır.
Dil
Dil tabii olarak serbesttir. Harekette ona bir zorluk yoktur. Gıybet etmek, yalan söylemek, iftirada bulunmak, nefsi tezkiye etmek, halkı ve yemekleri kötülemek, lanet okumak, düşmanlara beddua etmek, cedelleşmek gibi hareketlerde dilin suçu pek büyüktür.
Dilin âfetleri bahsinde zikrettiğimiz gibi, dili bunlara benzer daha başka konularla da meşgul etmek büyük bir suçtur. Dil zikir yapmak, hatırlatmak, öğrenme ve öğretmeyi tekrar etmek, Allah'ın kullarını Allah'ın yoluna irşad edip insanların arasını ıslah etmek ve diğer hayırlı şeyler için yaratılmış olmasına rağmen bütün bu âfetlerin tehlikesi ile karşı karşıyadır. Öyleyse nefsine zikrin haricinde bütün gün dilini kıpırdatmamayı şart koşmalıdır. Bu bakımdan Mü'minin konuşması zikir, bakışı ibret, susması tefekkürdür. O bir söz söylediğinde onun yanında hazır bir murakıb (gözetleyici) vardır.
Mide
Mide'yi oburluğu terketmeye zorlamalıdır. (Helâlden az yemeyi, şüphelilerden çekinmeyi, şehvetlerden uzak durmayı ve zaruret miktarıyla kifayet etmeyi itiyat hâline getirmelidir. Eğer bunlardan birine muhalefet ederse, şehvetleriyle elde etmiş olduğundan daha fazlasını elinden almak, onu midenin şehvetlerinden menetmek suretiyle cezalandırmalar. Böylece nefsine bütün azaları hakkında şart (lar) koşmalıdır. Bunların tafsilatını sayıp dökmek uzun sürer. Azaların günah ve sevapları gizli değildir.
Sonra yirmi dört saatte bir tekrar edilen ibadetler hakkında nefse nasihat etmelidir. Sonra nefsin çokça yapmaya güç yetirdiği ibadetler hakkında tavsiyede bulunmalıdır. Onların tafsilatını, keyfiyetini ve sebepleriyle beraber nasıl bulunması gerektiğini sormalıdır. İşte bunlar birtakım şartlardır ki insan her gün bunlara muhtaçtır. Fakat insan nefsine birkaç gün bunu şart koşmayı âdet edip nefsi alıştırırsa, nefis de bütün bu şartları îfa hususunda ona itaat ederse artık bu hususlarda nefisle yeniden pazarlığa oturmaktan müstağni olur. Eğer nefis bunların bir kısmında ona itaat ederse, geri kalan kısım için yeniden anlaşma yapmak gerekir. Fakat şahıs hergün yeni bir meseleden, yeni bir hükmü olan yeni bir olaydan kurtulamaz. Allahü teâlâ'nın bu hususta kişi üzerinde hakkı vardır. Dünya işlerinden valilik, tüccarlık, müderrislik gibi birşeyle meşgul olan bir kimsenin boynunda bu hak daha da fazlalaşır; zira Allah'ın hakkını gerektiren ve kişiyi ona muhtaç eden yeni bir olayın vukûu pek nadirdir. Bu bakımdan o olayda doğru hareket etmeyi nefsine şart koşması gerekir. Olay sırasında hakka teslim olmak, ihmalkârlığın zararından nefsini sakındırmak, inatçı olan ve efendisinden kaçmış köleye nasihat edildiği gibi nefse de öyle nasihat gerekir. Zaten nefis, tabii olarak ibadetlerden kaçıp serkeşlik yapar, kulluktan uzaklaşmak ister. Fakat ona nasihat etmek ve kendisini edeplendirmek onda müsbet tesir bırakır.
Hatırlat! Çünkü hatırlatmak, Mü'minlere menfaat verir! (A'lâ/9)
İşte bu ve bunun yerine geçen hareketler, nefisle olan rabıta makamının ilkidir. Bu, amelden önce nefsi hesaba çekmektir. Nefsi hesaba çekmek bazen amelden sonra, bazen de sakındırmak için amelden önce olur.
Bilin ki Allah içinizden geçeni bilir! Artık O'ndan sakının! (Bakara/235)
Bu âyet-i celîledeki hüküm gelecekle ilgilidir. Kesret ve marifetin eksikliği veya fazlalığı hakkında olan her bakışa 'muhasebe' adı verilir. Bu nedenle kişinin içinde bulunduğu günde cereyan eden hâdiselerde fazlalığını, eksikliğinden tefrik etmek için bakması muhasebe babındandır.
Ey Mü'minler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice araştırınız! (Nisa/94)
Ey îman edenler! Size fasık bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın!
(Hucurât/6)
Andolsun! İnsanı biz yarattık, ve nefsinin ona ne fısıldadığım biliriz! Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız! (Kâf/16)
Allahü teâlâ, nefsi sakındırmak ve gelecekte bundan korunmaya dikkat çekmek için bu hükmü vermiştir.
Ubâde b. Sâmit (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , 'Bana tavsiyede bulun!' diyen bir kişiye hitaben şöyle demiştir:
Herhangi birşey yapmak istediğinde sonucunu düşün! Eğer güzel ise, ona devam et! Kötü ise ondan sakın!2
Hakîmlerden biri şöyle demiştir: 'Aklın hevâ-i nefse galip gelmesini istiyorsan, neticeyi güzelce tedkik etmeden şehvetin hükmüyle amel etme! Zira pişmanlığın kalpteki duruşu, şehvet hiffetinin duruşundan daha fazladır!'
Lokmân Hakîm şöyle demiştir: 'mü'min kişi, neticeyi gördüğünde pişmanlıktan emin olur'.
Şeddad b. Evs Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder:
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonrası için amel eder! Ahmak o kimsedir ki nefsini hevasının peşine takar ve Allah'tan, amelsiz olduğu halde makamlar ister. 3
Hadîste geçen "Dâne nefsehû' ibaresinin mânâsı nefsini hesaba çekmek demektir. (Kur'ânda geçen) yevmüddîn (tabiri) 'Hesap günü3 demektir. Nitekim Einnâ le medînûn 'Gerçekten biz hesaba çekilip cezalanacak mıyız?' (Sâffât/53) âyeti de bu mânâyı ifade etmektedir.
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin! Amelleriniz tartılmadan önce amellerinizi tartın! En büyük mahkemeye hazırlanın!'
Ebû Musa el-Eş'arî'ye şu mektubu yazdılar: 'Şiddetle hesaba çekilmeden önce, genişlikte nefsini hesaba çek!'
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Ka'bu'l-Ahbar'a şöyle sordu:
- Sen muhasebeyi Allah'ın Kitabı'nda (Tevrat'ta) nasıl görüyorsun?
- Göğün hâkiminden yeryüzünün hâkimine azap olsun!' (diye görüyorum) .
Bu söz üzerine Hazret-i Ömer, Ka'b'ul-Ahbâr'ı kamçısıyla döverek şöyle dedi:
- Ancak nefsini hesaba çeken bu hükmün dışındadır!
- Evet ey Mü'minlerin emiri! (Senin söylediğin bu cümle)
Tevrat'ta tam o hükmün yanında yazılıdır. Onların aralarında 'Nefsini hesaba çeken' ibaresi vardır.
Bütün bu dediklerimiz, geleceğin muhasebesine işarettir; zira şöyle denilmiştir: 'Nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için amel eder!' Bunun mânâsı 'İşleri önce tart, takdir et, tedkik et, hakkında düşün, sonra yap!' demektir.
1) Irâkî hadîsin aslına rastlamadığını söylemektedir.
2) İbn Mübarek, Zühd
3) İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce
3. Murâbete'nin İkinci Makamı Olan Murâkabe
İnsan, nefsine nasihat edip, söylediklerimizi ona şart koştuktan sonra geriye, amellere daldığında nefsi murâkabe etmek, koruyucu göz ile onu gözetmek kalır; zira eğer nefis başı boş bırakılırsa azar, ifsâd eder. Bu bakımdan biz önce murâkabenin faziletini, sonra derecelerini zikredelim:
38-2
4. Murâkabe'nin Fazileti
Cebrâil (aleyhisselâm) , Hazret-i Peygamber'den İhsân'ın mânâsını sorduğunda, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
İhsan, sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk yapmandır!4
Allah'a, sanki görüyormuş gibi kulluk yap! Zira sen O'nu görmesen de O seni görür!5
Her nefsin yaptığı işin başında duranla (hiç bir şeyden haberi olmayan) bir mi? (Ra'd/33)
Allah'ın (kendisini daima) gördüğünü bilmiyor mu (o) ? (Alâk/14)
Şüphesiz Allah, sizin üzerinize de gözetleyicidir. (Nisa/l)
Emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler, şahidliklerini yaparlar. (Meâric/32-33)
İbn Mübarek bir kişiye 'Allah'ı gözet!' dediğinde kişi bu sözün açıklamasını istedi. Cevap olarak dedi ki: 'Daima Allah'ı görüyor gibi ol!'
Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: 'Benim efendim benim üzerime murakıb olduğunda O'ndan başkasına aldırmam!'
Ebû Osman el-Mağribî 'Bu yolda İnsan oğlunun nefsine gerekli kıldığı en üstün şey muhasebe, murâkabe ve ilimle amelini idare etmesidir!' demiştir.
İbn Atâ 'İbadetlerin en üstünü vakitlerin devamı boyunca hakkı murâkabe etmektir!' demiştir.
Cerirî şöyle demiştir: 'Bizim bu işimiz iki esas üzerine bina edilmiştir: a) Nefsine Allah'ı murâkabe etmeyi gerekli kılman, b) Zâhirinde ilmin kaaim olmasıdır'.
Ebû Osman şöyle demiştir: Ebû Hafs bana dedi ki: 'Hak için oturduğunda kendi nefsine ve kalbine vâiz ol! Halkın etrafına toplanmasına aldanma! Zira onlar senin zâhirine bakarlar. Allah ise senin bâtınına bakar'.
Hikâye olunuyor ki: Bir şeyhin genç bir talebesi vardı. O zat bu talebesine ikram eder, kendisini diğer talebelerinden önde tutardı. Arkadaşlarından bazısı şeyhe dedi ki: 'Biz ondan daha yaşlı olduğumuz halde, nasıl (bizden daha fazla) ona ikram edersin?' Bunun üzerine şeyh birkaç kuş istedi. Onların herbirine bir kuş ve bir bıçak verdi ve dedi ki: 'Sizden herbiriniz kendisini kimsenin görmediği bir yerde kuşu kesip getirsin!' O gence de bir kuş ve bıçak verip diğerlerine dediğini ona da söyledi. Diğer talebeler kuşları kesip getirdiler, genç ise kuşu diri olarak getirdi. Şeyh, gence 'Arkadaşların gibi neden kuşu kesmedin?' dedi. Cevap olarak dedi ki: Hiç kimsenin beni görmediği bir yer bulamadım. Zira Allah her mekanda beni görüyordu!' Bu cevap üzerine, arkadaşları, gencin bu murakâbesine hayran kaldılar. Şeyhe hitaben 'Bu arkadaşımız kendisine ikram etmene daha lâyıktır' dediler.
Hikâye olunuyor ki Zeliha, Yûsuf (aleyhisselâm) ile başbaşa kaldığında kalkıp evde bulunan bir putun yüzünü bir perde ile örttü. 6 Yûsuf (aleyhisselâm) bu hareketinden dolayı Zeliha'ya dedi ki: 'Ne o cansız bir şeyden utanıyorsun da Cebbâr olan sultanın görmesinden utanmıyor musun?'
Bir genç bir cariyeden nefsini istedi. Cariye ona dedi ki:
- Sen utanmaz mısın?
- Kimden utanayım! Beni yıldızlardan başka kimse görmüyorki!
- Acaba o yıldızları yaratan nerededir? Bir kişi Cüneyd-i Bağdâdîye şöyle sordu:
- Gözümü haram bakıştan nasıl koruyayım?
- Her şeyi görenin sana bakışının, senin bakışından daha önceolduğunu bilmenle!
Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Murâkabeyi ancak rabbinden gelen nasibinin yok olmasından korkan bir kimse tahakkuk ettirir'.
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Adn bahçeleri Firdevs bahçelerindendir. O bahçelerde Cennet çiçeğinden yaratılmış hûriler vardır'.
Mâlik'e 'O Adn cennetlerinde kim kalır?' diye soruldu. Mâlik cevap olarak dedi ki: Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Adn cennetlerinde günah işlemeyi düşündüklerinde benim büyüklüğümü hatırlayıp beni gözetenler kalır. Onların belleri, benim korkumdan kamburlaşmıştır. İzzet ve celâlime yemin ederim, ben yer ehline azap etmeyi düşündüğümde acıkmış ve korkumdan susamış kimselere bakınca onlardan azabı geri çeviririm'.
Muhâsibî'den murâkabenin mânâsı sorulunca, cevap olarak dedi ki: 'Murâkabenin başlangıcı, kalbin Allahü teâlâ'ya yakınlığını bilmektir!'
Mürteiş7 şöyle demiştir: 'Murâkabe her an ve her kelimede gaybı mülahaza etmek suretiyle sırrın gözetilmesidir'.
Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ meleklerine şöyle buyurmuştur: 'Siz zâhirleri tedvirle memursunuz. Ben ise bâtının üzerinde murâkabe ediciyim'.
Muhammed b. Ali Tirmizî şöyle demiştir: 'Murâkabeni nazarından gaip olamadığın bir zat için yap! Şükrünü öyle bir zat için yap ki O'nun nimetleri senden kesilmez. İbadetini öyle bir zat için yap ki O'na daima muhtaçsın! Eğilmeni öyle bir zata karşı yap ki O'nun mülkünden ve saltanatından dışarı çıkamazsın!'
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Kalp, kulun nerede olursa olsun Allah'ın kendisini gördüğünü bilmesinden daha üstün ve daha şerefli bir şeyle süslenmemiştir'.
Zatın birine 'Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut! İşte bu rabbinden korkanlara mahsustur' (Beyyine/8) ayetinin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir: 'Bunun mânâsı, işte bu, rabbinin (müşahedesini) gözeten, nefsini hesaba çeken, varacağı yer için azıklanan kimsedir!'
Zünnûn-i Mısrî'ye şöyle soruldu: 'Kul ne ile cennete gider?' Zünnûn şöyle dedi: Beş şeyle cennete girer:
1. İçinde eğrilik olmayan bir istikametle.
2. Unutkanlık olmayan bir çalışma ile!
3. Allah'ı gizlide ve açıkta mülahaza etmekle!
4. Ölüme hazırlanmak suretiyle ölümü beklemekle!
5. Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmekle!'
Şair bu mânâda şöyle demiştir: "Yalnız kaldığın zaman 'Ben yalnızım, beni kimse görmüyor' deme. Allah'ın seni murâkabe ettiğini unutma! Bir an bile Allah'ın senden gâfil olduğunu, senin gizlediklerini bilemeyeceğini sanma! Günlerin süratle geçtiğini, bekleyenler için yarının çok yakın olduğunu görmüyor musun?!"
Humeyd et-Tavil8, Süleyman b. Ali'ye9 'Bana nasihat et' diye dilekte bulununca Süleyman ona 'Eğer tenha bir yerde Allah'a isyan ettiğinde O'nun seni gördüğüne inanıyorsan, büyük bir şeye cüret etmişsin! Eğer seni görmediğini sanmışsan, muhakkak kâfir olursun!' dedi.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Hiçbir gizli, kendisine gizli olmayan bir zatın murâkabesinden ayrılma! Vefayı kudret elinde tutan bir zattan ümidini kesme! Cezayı, tasarrufunda bulunduran bir zattan kork!'
Firkad es-Sencî10 şöyle demiştir: 'münafık kişi etrafına bakar, kimsenin kendisini görmediğini sandığında kötülüğe dalar. O ancak insanlara bakar, Allah'a aldırmaz!'
Abdullah b. Dinâr 11 şöyle demiştir: 'Ömer b. Hattab ile beraber Mekke'ye doğru yola çıktık. Yolun ortasında geceledik. Hazret-i Ömer'in yanına dağdan bir çoban inip geldi. Hazret-i Ömer, çobana şöyle dedi:
- Ey çoban! Şu sürüden bana bir koyun sat!'
- Ben köleyim!
- Efendine 'Kurt onu yedi!' dersin.
- O halde, Allah nerede!
Bu söz üzerine Hazret-i Ömer ağladı! Sonra ertesi gün efendisinin yanına giderek onu satın alarak azad etti ve şöyle dedi: 'Dünyada bu sözün seni azad etti. Ümit ederim ki bu söz âhirette de seni azad etsin!'
4) Buhârî
5) Ebû Nuaym
6) Bunun, Zeliha müslüman olmadan önce meydana gelmiş bir hâdise olduğuna dikkat edilmelidir.
7) Adı Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed'dir. Nişaburludur. Bağdad'da H. 328'de vefat etmiştir.
8) Adı Humeyd b. Ebî Hamid Ebî Ubeyde'dir. Basralı bir Tâbiîndir. H. 143'de ayakta namaz kılarken 75 yaşında iken düşüp vefat etmiştir.
9) Eşrafdan biri idi. Halifelerden Mansur'un amcası idi. H. 142'de 59 yaşında vefat etmiştir.
10) Ebû Yakub Basralı ve sâdık bir âbiddir. H. 131'de vefat etmiştir.
11) Bu zat, Adevî kabilesindendir. İbn Ömer'in azadlısıdır. H. 127'de vefat etmiştir.
38.3
5. Murâbete'nin Üçüncü Makamı Olan Muhâsebe-i Nefs
Biz önce muhâsebe'nin faziletini, sonra hakîkatini zikredelim Nefsi Hesaba Çekmenin Fazileti
Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve kişi yarın için ne (yapıp) göndermiş olduğuna baksın! (Haşr/18)
Bu âyet, geçmiş ameller üzerinde muhasebeye işarettir. Bu nedenle Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hesaba çekilmeden önce nefislerinizle hesaplaşın! Tartılmadan önce tartın!26
Haberde şöyle vârid olmuştur: Hazret-i Peygamber'e bir kişi gelip dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana nasihat et!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ona şöyle sordu:
- Nasihat kabul eden bir kişi misin?
-Evet
- Birşey yapmak istediğinde onun neticesini düşün! Eğer doğru ise, onu yap! Eğer yanlış ise, ondan sakın!27
Yine haberde şöyle vârid olmuştur: 'Akıllı bir kimse için dört saatin olması gerekir: O saatlarin birinde nefsini hesaba çekmelidir'.
Ey Mü'minler! Topluca Allah'a tevbe edin ki felaha kavuşasınız! (Nur/31)
Tevbe, yaptıktan sonra fiile bakıp fiilden ötürü pişmanlık duymaktır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Andolsun, ben Allah'tan af talep ediyorum. Hatta günde yüz defa O'na tevbe ediyorum. 28
Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allah'ı ve azabını düşünürler, hemen bakarsın (gerçeği) görürler. (A'râf/201)
Hazret-i Ömer'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Gece olduğunda, ayaklarını kamçı ile döverek nefsine şöyle hitap ederdi: 'Sen bugün ne yaptın?'
Meymun b. Mihran'dan şöyle rivâyet ediliyor: 'Kul nefsini ortağından daha fazla hesaba çekmedikçe muttakî kimselerden olamaz. Ortaklar iş yaptıktan sonra hesaplaşırlar'.
Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) vefat edeceği zaman kızı Âişe'ye şöyle demiştir: 'Benim nezdimde, insanların hiçbiri Ömer kadar sevimli değildir!'
Bu sözü söyledikten sonra Âişe'ye 'Ben ne söyledim?' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Âişe, onun söylediğini kendisine tekrarladı. Hazret-i Âişe'yi dinledikten sonra şöyle dedi: 'Benim nezdimde Ömer'den daha aziz bir kimse yoktur!'
Hazret-i Ebû Bekir'in konuştuğu söze nasıl dikkat edip düşündüğüne, onu başka bir kelimeyle nasıl değiştirdiğine dikkat et!
Ebû Talha'yı (Zeyd b. Eslem Ensârî) bahçesinde namaz kılarken bir kuş meşgul ettiğinde, pişman olduğundan ve elinden kaçırdığı fırsatın bedeli olur ümidiyle bahçesini Allah için sadaka verdi!
İbn Selâm bir yük odun sırtladı. Kendisine 'Ey Ebû Yûsuf! Senin çocukların ve hizmetkârların içinde bunu yapacaklar vardır. (Neden onlara yaptırmıyorsun da kendin yapıyorsun?) ' diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Nefsimi bundan hoşlanıp hoşlanmayacağı hususunda denemek istedim'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'mü'min, nefsinin murâkıbıdır. Onu Allah için hesaba çeker. Hesap, ancak nefislerini dünyada hesaba çekenler için hafif olur. Hesap ancak kıyâmet gününde muhasebe etmeksizin bu şeyi edinenler için zorlaşır'.
O bundan sonra, muhâsebe'yi açıklayarak şöyle demiştir: Mü'min kişiye ansızın birşey gelir. O şey hoşuna gider ve şöyle der: 'Allah'a yemin olsun! Sen benim hoşuma gittin ve sen benim ihtiyacımdansın. Fakat nerede! Çünkü aramıza mâni girmiştir'.
İşte bu söz, amelden önce hesap demektir.
Yine Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Kişinin elinden birşey kaçar. Bunun üzerine nefsine dönerek şöyle sorar: 'Bununla neyi kasdettim? Yemin olsun, eğer Allah dilerse, bir daha buna yönelmem!'
Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor: Bir gün Ömer b. Hattab ile beraberken o bir bahçeye girdi. Aramızda bir duvar olduğu halde şunları söylediğini duydum: 'Hattab'ın oğlu Ömer, Mü'minlerin emiridir! Vay vay! Allah'a yemin ederim, ya Allah'tan korkacaksın veya Allah seni azaba düçar edecektir'.
Hasan-ı Basrî 'Yoo, daima kendini kınayan nefse and içerim'. (Kıyâmet/2) ayetinin tefsirinde demiştir ki: "Mü'min bir kimse ancak nefsini kınayıp 'Bu konuşmamla neyi irade ettim? Yememle neyi kasdettim? İçmemle maksadım neydi?' diye hesaba çekmeden önce Allah ile mülâki olmaz. Facir bir kimse ise, nefsini kınamadan ileriye atılır (!) "
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Allah o kula rahmet etsin ki nefsine 'Sen falan ve filan günahın sahibi değil misin?' deyip nefsini zemmederek, onun ağzına gem vurarak, Allah'ın kitabından ayrılmaz. Dolayısıyla Allah'ın kitabı onun önderi olur".
(Yerinde geleceği gibi) bu, nefsin kınanmasındandır!
Meymun b. Merham şöyle demiştir: 'Muttakî bir kimse, zâlim bir sultandan ve cimri bir ortaktan daha şiddetli bir şekilde nefsini muhasebeye çeker'.
İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Nefsimi, meyvelerinden yediğim, sularından içtiğim, bakire hûrilerinin boynuna sarıldığım şekilde cennette farzettim. Sonra zakkumdan yediğim, irininden içtiğim, zincir ve bukağıların boynuma geçirildiği halde cehennemde farzettim. Bunun üzerine nefsime şöyle sordum:
- Ey nefis! Hangi şeyi istiyorsun?
- İstiyorum ki yeniden dünyaya gönderilmiş olayım ve sâlih biramel işleyeyim!
- Sen temenni ettiğinin içinde bulunuyorsun. Bu bakımdanamel et!
Mâlik b. Dinar, Haccâc'ın bir hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: 'Hesap başkasının eline geçmeden önce nefsini hesaba çeken kimseden Allah razı olsun! Allah o şahıstan razı olsun ki amelinin geminden tutmuş, o amelden neyi kasdettiğini tedkik etmiştir. Allah o şahıstan razı olsun ki ölçeğine, terazisine bakmış!' Haccâc beni ağlatıncaya kadar bunları saydı.
Ahmed b. Kays'ın arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: Ahmed ile arkadaşlık yapıyordum. Onun geceleyin bütün namazı dua idi. O, çıranın yanına gelip parmağını ateşi hissedinceye kadar ateşin üzerine koyar, sonra nefsine hitaben (yaptıklarını sayarak) şöyle derdi: 'Ey Ahmetçik! Falan günde yaptığın harekete seni sürükleyen neydi? Filan günde yaptığın harekete seni zorlayan neydi?'
26) Ebû Nuaym, Hilye
27) İbn Mübarek, Zühd
28) Daha önce geçmişti.
6. Murâkabe'nin Hakîkati ve Dereceleri
Murâkabenin hakîkati Rakîb'i (murâkabe edeni) gözetmek ve himmetini tamamen ona çevirmektir. Başkasından ötürü herhangi bir işten sakınan bir kimseye 'Filan adamı murâkabe edip onun tarafını gözetti' denir. Bu murâkabeden gaye: kalbin bir durumudur. O durum, marifet çeşitlerinden birinin meyvesidir. Azalarda ve kalpte birtakım ameller meydana getirir.
Hal'e gelince o kalbin, rakibi (murâkabe edeni) gözetmesi, onunla meşgul olması, ona iltifat etmesi, onu mülahaza etmesi ve ona dönmesidir.
Bu hali meyve olarak veren marifet, Allah'ın kalplerdeki gizliliklere muttali olduğunu, kulların amellerini murâkabe ettiğini, her nefsin yaptığını tesbit etmek suretiyle o nefsin üzerinde kâim olduğunu bilmektir. Allah hakkında bedenin görünür kısmının insanlara açık olduğu gibi hatta bundan daha açık bir şekilde kalbin sırlarının Allah'a açık olduğuna inanmaktır. İşte bu marifet yakîne dönüştüğünde yani şüpheden uzak olduğunda kalbe galebe edip kalbi kontrol altına alır. Evet ölümü bilmek gibi birtakım ilim vardır ki içinde şek ve şüphe olmadığı halde kalbe galebe çalmaz. Marifet bu şekilde kalbi istila ettiğinde, kalbi murâkabe edenin yönüne çeker, kalbin himmetini murâkabe edene çevirir!
Bu marifeti, yakîn haline getirenler, mukarreblerin ta kendileridir. Bunlar da sıddîklar ise 'Ashâb-ı Yemin'e bölünürler.
Bu bakımdan bunların murâkabesi iki derece üzerindedir:
Birinci Derece
Birinci derece, sıddîklardan olan mukarreblerin murâkabesidir. Bu murâkabe tâzim ve iclâl murâkabesidir.
Kalp, celâli düşünmekte tamamen dolar, Allah'ın heybeti altında kırılır. Orada asla başkasına bakma imkânı kalmaz. Bu murâkabe öyle bir murâkabedir ki onun amellerinin tafsilatı hakkında tartışmayı uzatmayacağız. Çünkü o sadece kalpte tahakkuk eden bir murâkabedir. Azalar ise, onlar mübahlara bile bakmaktan muattal olurlar. Nerde kaldı mahzurlulara bakmak? Azalar taatlarla harekete geçirildiğinde, kendileriyle iş görülen aletler gibi olurlar. Artık doğruluk yolları üzerinde korumasında herhangi bir tesbit ihtiyacı kalmaz. Bilakis çobanın tamamını elde eden, güdüleni düzeltir. Kalp ise, çobandır. Ne zaman ki mâbud ile dolarsa, azalar, zorluk olmaksızın istikamet üzerinde cereyan eden aletler olur.
Bu kimse himmeti bir olan ve dolayısıyla Allahü teâlâ tarafından diğer himmetlerin (derdin) den korunan bir kimsedir. Bu dereceye vâsıl olan bir kimse, bazen halktan gâfil olur. Öyle ki gözlerini açtığı halde yanında hazır olanı görmez. Kulağında sağırlık bulunmadığı halde kendisine söylenileni dinlemez. Bazen mesela oğlu yanından geçer, oğluyla konuşmaz. Hatta seleften bazısının üzerinde, bu hal cereyan ediyordu. Kendisini kınayan bir kimseye dedi ki: 'Yanından geçerken beri dürt!' Bu durum, uzak sayılacak bir durum değildir; zira sen bunun benzerini dünya sultanlarını tâzim eden kalplerde bile görürsün (!) Hatta sultanın hizmetkârları, sultanlara kalplerini şiddetli bir şekilde kaptırdıklarından, sultanların meclislerinde başlarından geçenlerin farkında olmazlar. Hatta bazen kalp basit bir işle meşgul olur, o hususta düşünceye dalıp gider. Çoğu kez varmak istediği yeri geçer ve peşine düştüğü işi unutur!
Abdülvahid b. Zeyd'e (Basra'lı bir âbiddir) şöyle soruldu: 'Sen bu zamanda haliyle meşgul olup da halktan uzaklaşan birini biliyor musun?' Cevap olarak dedi ki: 'Ben bilmiyorum! Ancak bildiğim bir kişi vardır. O da şu saatte sizin yanınıza gelecek'.
Bu sözünden az bir zaman sonra Utbetü'l-Gulâm içeri girdi. Abdülvahid b. Zeyd ona dedi ki: 'Ey Utbe! Nerden geliyorsun?' 'Filan yerden geliyorum' dedi. Onun geldiği yol çarşıdan geçerdi. Abdülvahid ona 'Yolda kimlerle karşılaştın?' dedi. O 'Hiç kimseyi görmedim!' dedi.
Hazret-i Yahya bir kadının yanından geçti. Kadını iteledi. Kadın yüz üstü yere düştü. Bunun üzerine Yahya'ya (aleyhisselâm) 'Niçin böyle yaptınız?' dediler. Hazret-i Yahya 'Ben onu duvar sandım!' diye cevap verdi.
Bir kişi şöyle anlatıyor: 'Ok ile yarışan bir cemaatin yanından geçtim. Biri onlardan uzak oturuyordu. Yanına vardım. Onunla konuşmak istedim. Bana dedi ki:
- Allah'ın zikri daha hoştur.
- Tek başınasın!
- Beraberimde rabbim ve iki melek vardır!
- Şu kişilerden hangisi yarışı kazandı?
- Allah kimi affetmişse o!
- Yol nerede?
Göğe doğru işaret ederek kalkıp yürüdü ve şöyle dedi:
- (Ey rabbim!) Senin kullarının çoğu senden uzaktır!
İşte bu, Allah'ın müşahedesiyle kalbi dolan bir kimsenin sözüdür. Bu kimse ancak Allah'tan konuşur. Ancak Allah yolundaki konuşmayı dinler. Bu bakımdan böyle bir kimse dil ve azalarının murâkabesine muhtaç değildir; zira onlar ancak onda bulunan mânâ ile hareket ederler!
Şiblî, Ebû Hüseyin en-Nûri itikâfta iken huzuruna vardı. Onu sakin, görünüşü güzel ve hareketsiz bir halde gördü. Kendisine 'Sen bu sükûnet ve murâkabeyi nerden aldın?' diye sordu. Ebû Hüseyin 'Bizim bir kedimiz vardı, ondan! O kedi avlanmak istediğinde deliğin kapısında nöbet bekler, kılı dahi kıpırdamazdı' dedi.
Ebû Abdullah b. Hafif12 şöyle anlatır: Mısır'dan çıkıp Ebû Ali el-Ruzubarî'yi13 ziyaret etmek için, Ramle'ye gitmek istedim. Zâhid diye bilinen Mısırlı Îsa b. Yunus bana dedi ki: 'Sur'da (Şam'da bir yerdir) , bir genç ile bir ihtiyar vardı. İkisi murâkabe hali üzerinde bir araya gelmişlerdi. Eğer onlara gidersen onlardan istifade edersin!' Bu söz üzerine aç ve susuz olduğum, belime bağlı bir bez ve omuzlarımda birşey olmadığı halde, Sur'a gittim, camiye girdiğimde kıbleye yönelmiş oturan iki şahıs gördüm. Kendilerine selâm verdim. Bana cevap vermediler. İkinci, üçüncü defa selâmı tekrarladım. Yine selâmıma karşılık vermediler. Bunun üzerine, 'Neden benim selâmımın cevabını vermiyorsunuz!' dedim. Bunun üzerine, genç olanı, başını kaldırarak bana baktı ve şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Dünya azdır. Azdan da ancak azı kalmıştır. O halde, azdan çoğu edin! Ey Hafif'in oğlu! Senin meşguliyetin ne az imiş ki boşalıp bizimle birleşmeye vakit buldun?' O bu sözüyle beni tesiri altına aldı! Sonra başını önüne eğerek murâkabeye daldı! Ben onların yanında öğle ve ikindiyi kılıncaya kadar kaldım. Dolayısıyla açlığım, susuzluğum ve yorgunluğum kalmadı. İkindi zamanı olunca şöyle dedim: 'Bana nasihat et!' Bunun üzerine başını bana doğru çevirerek şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Biz musibetzedeleriz. Bizde nasihat dili yoktur'. Böylece onların yanında üç gün kaldım. Ne yedim, ne içtim, ne uyudum. Onların da birşey yediğini veiçtiğini görmedim. Üçüncü gün olunca kalbimden dedim ki: 'Bunların ikisine yemin verdireyim ki bana nasihat etsinler! Umulur ki onların nasihatlarından faydalanırım!' Bunun üzerine genç, başını kaldırıp bana şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Görünüşü sana Allah'ı hatırlatan, heybeti kalbine düşen, diliyle değil, fiiliyle sana nasihat eden bir kimsenin arkadaşı ol! Selâm sana! Kalk! Bizden ayrıl!'
İşte bu, kalplerine Allah'ın iclâl ve tâzimi galebe çalmış, kalplerinde Allah'tan başkasına yer kalmamış ve murâkabeye dalmış kimselerin derecesidir.
İkinci Derece
İkinci derece ashâb-ı yemin den olan muttakî kimselerin murâkabesidir. Bu kimselerin, Allah'ın zâhir ve bâtınlarına muttali olmasının yakîni kalplerine galebe çalmıştır. Fakat celâlin mülâhazası, onları sarhoş etmemiştir. Onların kalpleri normal bir derecede kalmıştır, hallere ve amellere bakacak genişliktedir. Ancak o kalpler amelleri işlemekle beraber, murakabeden boşalmazlar. Evet! Bunlara Allah'tan utanmak galip gelmiştir ve onlar ancak Allah hususundaki tahkik ve tesbitten sonra ilerler veya gerilerler. Kıyâmette kendilerini rezil edecek her şeyden çekinirler. Çünkü onlar Allah'ın dünyada kendilerine muttali olduğunu bilirler. Kıyâmeti görmeye ihtiyaç duymazlar.
İki derecenin değişikliği, müşahedelerle bilinir; zira sen halvet halinde, bazen birtakım ameller işlersin. Yanına bir çocuk veya bir kadın geldiğinde bilirsin ki bu gelen senin haline muttalidir. Ondan utanır, oturmanı düzeltir, hallerine dikkat edersin. Bu dikkatin gelenin büyüklüğünden değil, utanmaktan ileri gelir; zira gelenin müşahedesi, her ne kadar, seni sarhoş edecek ve kalbini tamamen kaplayacak derecede değilse de o müşahede sende hayali kabartır. Bazen de sultanlardan biri yanına gelir veya büyüklerden biri içeri girer. Dolayısıyla girenin büyütülmesi senin bütün kalbini kaplar. Öyle ki onunla meşgul olmak için içinde bulunduğun herşeyi terkedersin. Bu davranışın ondan utandığın için değildir.
İşte Allah'ın murâkabesinde kulların mertebeleri böyle değişik olur. Kim bu derecede olursa o, bütün hareket, sekene, kalbindeki düşünce ve mülâhazalarında murâkabeye muhtaçtır. Kısacası; bütün tercihlerini mülâhaza etmelidir. Onun burada iki bakışı vardır: Biri amelden önce, diğeri amel hakkındadır.
Amelden öncesine gelince, kişi kendisine görünen ve yapılmasından ötürü kalbini harekete geçiren şeyin sadece Allah rızası mı olduğuna, yoksa hevâ-i nefiste, şeytanın peşine takılmaktan mı ibaret olduğuna dikkat etmelidir. Bu bakımdan kişi hakkın nûruyla bu durum kendisine inkişâf edinceye kadar bunu tahkik ve tesbite çalışmalıdır. Eğer sadece Allah için bir şey ise onu yapmalı, Allah'tan başkası içinse Allah'tan korkup, O'ndan çekinmelidir. Ona rağbet ettiğinden dolayı da nefsini kınamalıdır. Nefsine, nefsinin kötü fiilini, rezil olması hususunda çalışmasını ve eğer Allah, nefsin yardımına yetişmeseydi kendi kendisinin düşmanı olduğunu hatırlatıp tanıtmalıdır.
Bu tesbit, beyanın hududuna varıncaya kadar işlerin başlangıcında farzdır. Hiç kimse, böyle bir tesbit yapmaktan müstağni değildir; zira haberde şöyle vârid olmuştur:
Ne kadar küçük olursa olsun, kulun hareketlerinin her birinde, kul için üç defter neşredilir:
Birinci defter 'neden?'
İkinci defter 'nasıl?'
Üçüncü defter de 'kim için?' defteridir.
Neden'in mânâsı; 'Neden bunu yaptın? Acaba Mevlân için bunu yapmak, senin üzerine farz mıdır? Veya hevâ-i nefsin için mi buna meylettin?' Eğer kişi, bu sualden kurtulursa; yani o hareketi yapmak Mevlâsı için gerekli ise, (bu takdirde) ikinci defterden sorulur. Bu bakımdan kendisine denilir ki: 'Sen bunu nasıl yaptın?' Zira Allah'ın her amelde bir şartı ve bir hükmü vardır. O şart ve hükmün kaderi, vasfı ve sıfatı ancak bir ilimle bilinir! Bu bakımdan ona şöyle denir: 'Sen nasıl yaptın? Kesin bir ilimle mi? Yoksa cehalet ve zanla mı?' Eğer kişi, bu sualden kurtulursa üçüncü defter açılır. O da ihlâsın istenilmesidir. Bu bakımdan kendisine şöyle denir: 'Bunu kim için yaptın? Acaba sırf Allah'ın cemâli ve Lâ ilâhe illâllah sözüne vefa göstermek için mi yaptın? ki o zaman senin ecrin Allah'a düşer veya mahlukların görmesi için mi yaptın? Eğer öyleyse ecrini o kimseden al! Veya acelece verilen dünyayı elde etmek için mi yaptın ki bu takdirde dünyadan olan nasibini sana tam olarak veririz veya unutarak, gaflet hâlinde mi yaptın ki bu takdirde senin amelin yanar, çaban boşa gider ve ecrin yok olur. Eğer benim gayrim için bunu yapmışsan benim azabıma ve ikabıma müstehak olursun. Zira benim kölemdin, verdiğim rızkı yer, benim nimetimle yaşardın. Sonra benden başkasına çalışırdın. Beni dinlemedin, oysa şöyle demiştim:
Allah'tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A'râf/194)
Sizin Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın katında arayın. O'na ibadet edin ve O'na şükredin. (Ankebût/17)
İyi bilin ki, hâlis (katıksız) din yalnız Allah'ındır. (Zümer/3)
Kul, bu sorulara muhatap olacağını ve bu kınamalara maruz kalacağını bildiğinde sorguya çekilmeden önce nefsini sorguya çeker. Sorulan suallere cevaplar hazırlar. Kulun cevabı, doğru olmalıdır. Bunun için de tedkik ettikten sonra yapmalı veya yapmamalıdır. Düşündükten sonra ancak parmağını veya kirpiklerini kıpırdatmalıdır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Muaz'a hitaben şöyle demiştir:
Kişi, gözüne çektiği sürmeden, parçaladığı çamurdan ve kardeşinin elbisesine dokunmasından bile sorulacaktır. 14
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ashâb-ı kirâmdan biri bir sadaka vermek istediğinde önce tedkik eder. Eğer Allah içinse verirdi'.
Yine Hasan şöyle demiştir: 'Niyetinin ve himmetinin yanında durup düşünen bir kula Allah rahmet eylesin! Eğer niyeti Allah için ise (bu takdirde) düşündüğünü yapar. Eğer Allah'tan başkası için ise yapmaz'.
Sa'd (radıyallahü anh) , Selman-ı Fârisî'ye (radıyallahü anh) şöyle nasihat etmiştir: 'Kasdettiğin zaman kasdının yanında Allah'tan kork!15.
Muhammed b. Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'mü'min bir kimse bir işi yapmak istediğinde duraklar, yavaşça hareket eder. Niyetini tedkik eder. Gece odun toplayan bir kimse gibi değildir'.
İşte bu, murâkabe mertebesine ilk bakıştır. Bu bakıştan ancak kuvvetli ilim, amellerin sırlarını, nefislerin gizliliklerini ve şeytanın hilelerini çözen bir marifet sahibi kurtulabilir. Bu bakımdan şahıs nefsini, rabbini ve düşmanı olan İblis'i tanımadığında, hevâ-i nefsine uygun geleni bilmediğinde, hevâ-i nefse uygun gelenle Allah için sevdiği şeyin arasını ayırt etmediğinde, niyeti hâlis, düşünce ve hareketinde Allah'ı razı etmediğinde bu murâkabede sağlama varamaz. Çokları Allahü teâlâ'nın hoşuna gitmeyen hareketlerde bulunur. Oysa iyilik yaptıklarını sanırlar (!)
Öğrenilmesi mümkün olan bir hususta cahil olan bir kimsenin mazur olduğunu zannetme! Böyle bir kimse nasıl mazur olabilir? İlim öğrenmek her müslümana farzdır. Âlimin iki rek'at namazı âlim olmayanın bin rek'atından daha üstündür. Çünkü âlim kişi, nefsin âfetlerini, şeytanın hilelerini ve aldatma yerlerini bilir, onlardan korunur. Cahil ise, bunu bilmez. Öyleyse ondan nasıl sakınabilir? Bu bakımdan cahil bir kimse daima zahmet içerisindedir. Şeytan da bundan ötürü sevinmekte ve tepinmektedir. Cahillik ve gafillikten Allah'a sığınırız. Çünkü cahillik her şekavetin başı ve her zararın temelidir.
Her kulun üzerinde Allah'ın hükmü (şudur ki) o kul bir şeyi yapmak istediğinde nefsini murâkabe etmeli, azalarıyla çalışmak istediğinde kendisini kontroldan geçirmelidir. Öyleyse bu kul, o işin Allah için olduğunu, ilim nûruyla anlayıncaya kadar yapmaktan çekinir veya o hareketin hevâ-i nefis için olduğunu bilip ondan sakınır, kalbini o hususta düşünmekten meneder ve böyle bir işi yapmayı hatırından bile geçirmemeye dikkat eder; zira bâtıldaki ilk tehlike bertaraf edilmedikçe, bâtıla dalma isteğini artırır. Bu istek himmetin bâtıla yönelmesini gerektirir. Himmetin yönelmesi ise niyetin kesinleşmesini gerektirir. Kesin niyet ise, o bâtılı bilfiil yapmayı, o bâtılı bilfiil yapmak ise, helâk olmayı ve Allah'ın gazabını gerektirir. Bu bakımdan şerrin tohumunu daha ilk kaynağında yok etmek gerekir. O da insanın hatırına gelendir; zira hatırdan sonraki merhalelerin hepsi ona tabidirler. Kul üzerinde bu müşkilleşince, iş karanlığa bürününce artık bir daha da o kula ilim nûruyla düşünmek mümkün olmaz. Hevâ-i nefis vasıtasıyla şeytanın kandırmasından Allah'a sığınmalıdır.
Eğer kişi ictihâd etmek ve kendi kendine düşünmekten aciz kalırsa, din âlimlerinin nûruyla ışıklanmaya gitmelidir. Şeytandan kaçtığı gibi dalâlete saptıran ve dünyaya yönelten âlimlerden kaçmalıdır. Hatta onlardan daha fazla kaçmalıdır; zira Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Dünya sevgisinin sarhoş ettiği ve sevgiden uzaklaştırdığı bir âlimi benden sorma! Bu gibi âlimler insanların yollarını kesen kimseler gibidir.
Bu bakımdan dünya sevgisiyle, oburluğun şiddeti ve dünyaya dalmaktan ötürü kararmış kalpler Allah'ın nûrundan perdelidirler; zira kalp nûrlarının ışıklanma yeri rubûbiyyet huzurudur. Bu bakımdan o huzura arkasını çeviren oradan nasıl ışık alabilir? O huzurun düşmanına yönelen, o huzurdan nefret edene aşık olan oradan nasıl nûr edinir? O düşmanlar da dünyanın şehvetleridir.
Bu bakımdan mürîdin himmeti, ilmi güzelce yapması eğer dünyayı tamamen istemeyen âlimi bulamazsa dünyadan yüz çevirmiş veya dünyayı az isteyen bir âlimi aramaya koyulmaktır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, şüpheler vârid olduğunda tefrik edici gözü, şehvetler hücum ettiği anda kâmil olan aklı sever!16
Dikkat edilirse Hazret-i Peygamber, ayırdedici göz ile kâmil aklı bir araya getirmiştir; zira onların ikisi, hak nazarında birbirinden ayrılmazlar. Bu bakımdan şehvetlerden alıkoyucu aklı olmayan bir kimsenin şüphelerde tefrik edici gözü olamaz.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim bir günah işlerse, bir daha dönmemek üzere ondan bir akıl ayrılıp gider!17
Zaten insan zayıf akıl ile saadete ermiştir, onun miktar ve oranı nedir ki insan bir de onu günahları işlemek suretiyle mahvetmeye yelteniyor?
Amellerin âfetlerini bilmek şu zamanlarda tamamen yok olmuştur. Çünkü insanlar bu ilimleri terketmişlerdir. Şehvetlerinin arkasından gitmekte, kabaran husumetlerde halkın arasında hakem olacak ilimlerle meşgul olmaktalar ve bir de 'İşte fıkıh ilmi budur' derler. Dolayısıyla dinin fıkhı olan bu ilmi, ilimler cümlesinden çıkarmışlardır. Sadece dünya fıkhına tecerrüd etmişler, o fıkıh ki onunla din fıkhına yer açılsın diye kalplerden meşgul edici şeylerin bertaraf edilmesi kasdedilir. Bu bakımdan dünya fıkhı ancak şu bahsettiğimiz fıkıh vasıtasıyla din fıkhının bir parçası olabilir.
Siz bugün öyle bir zamandasınız ki sizin bu zamanda en hayırlınız en fazla acele edeninizdir. Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda en hayırlınız, tahkik yapanınız olacaktır. 18
Ashâb-ı kirâmdan bir grup, Irak ve Şam ehline karşı olan savaşlara katılmaktan çekinmiştir. Çünkü mesele onlar için çözülmez bir vaziyettedir. Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Usâme b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri gibi. . . .
Bu bakımdan şüpheli şeylerde duraklamayan bir kimse, hevâ-i nefsinin arkasına giden ve görüşünü beğenendir. Böyle bir kimse Hazret-i Peygamber'in şu hadîsiyle vasıflandırdığı kimselerdendir:
İtaat edilen bir cimriliği, arkasından gidilen bir hevâ-i nefsi ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde, sadece nefsinle ilgilen!19
Kim tahkik ve tedkik etmeksizin, bir şüpheye dalarsa, o şu ayete ve şu hadîse muhalefet etmiştir:
Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme! (İsra/36)
Zandan sakın! Muhakkak ki zan, sözün en yalanıdır. 20
Hazret-i Peygamber bu zan ile, delilsiz bir zannı kasdetmiştir. Nitekim avam tabakasından bazı kimseler kendisine müşkil gelen bir meselede kalbinden fetva ister ve zannın arkasına takılır. Bu işin zorluğu ve büyüklüğü hakkında Hazret-i Ebû Bekir şöyle dua etmiştir: 'Yârab! Bana hakkı hak olarak göster. Onun arkasında gitmeyi nasip eyle! Bana bâtılı bâtıl olarak göster. Ondan sakınmayı nasip eyle! Beni şüphede bırakma ki hevâ-i nefsime tabi olmayayım'.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: İşler üç durumdadır:
1. Doğruluğu tebellür etmiştir. Ona tâbi ol!
2. Yanlışlığı belli olmuştur! Ondan sakın!
3. Senin için müşkil olan iştir. Onu bilene havale et!
Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle demiştir:
Ey Allahım! Din hususunda ilimsiz konuşmaktan sana sığınıyorum. 21
Bu bakımdan Allah'ın kulları üzerindeki en büyük nimeti ilim ve hakkın keşfedilmesidir. Îman ise hakkın keşfi ile ilmin bir çeşidinden ibarettir.
Allah'ın sana lütfu cidden büyüktür. (Nisa/11)
Allahü teâlâ, bu lütuftan ilmi kasdetmiştir. Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun! (Nahl/43)
Muhakkak ki bize düşen, doğru yolu göstermektir. (Leyl/12)
Sonra onu açıklamak da bize aittir. (Kıyâme/19)
Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. (Nahl/9)
Hazret-i Ali şöyle demiştir: "Hevâ-i nefis, körlüğün ortağıdır. Şaşkınlık anında durup düşünmek Allah'ın tevfîkindendir. Üzüntüyü kovalayıcı olarak yakîn ne güzeldir! Yalanın neticesi pişmanlıktır. Doğrulukta selâmet vardır. Nice uzak vardır ki yakından daha yakındır. Dostu olmayan bir kimse gariptir. Sıddîk, o kimsedir ki gaybi doğrudur. Kötü zan seni dosttan mahrum bırakmasın. Sehâvet ne güzel ahlâktır! Hayâ her iyiliğe sebeptir. Kulpların en kuvvetlisi takvâdır. Kendisine yapıştığın sebebin en kuvvetlisi o sebeptir ki seninle Allah arasındadır. Dünyadan ancak kendisiyle âhiretini tamir ettiğin miktar senindir.
Rızık ikidir:
a) Senin kendisini kovaladığın rızık,
b) Bizzat seni arayan rızık.
Eğer sen ona varmazsan o sana gelir! Eğer sen, elinde isabet alandan irkilirsen, sana varmayan için irkilme! Olanla olmayan üzerine delil getir! Zira eşya birbirine benzer. Kişiyi, elinden kaçmayacak birşeyin elde edilmesi sevindirir. Elde edilmesi mümkün olmayanın elden kaçması üzer. Bu bakımdan dünyadan elde ettiğinle pek fazla sevinme! Dünyanda elinden kaçanın arkasından da gam yeme! Senin sevincin Allah'ın huzuruna gönderdiğin, üzüntün de geride bıraktığında olsun. Meşguliyetin himmetin âhiret için olsun!"
Hazret-i Ali'nin bu sözlerini nakletmekteki gayemiz, şaşkınlık anında tevakkuf etmenin gerekli olduğunu belirtmektir. Tevfîk Allah'tandır.
O halde, murâkabe edenin birinci bakışı niyet ve hareketindeki bakışıdır. O hareketin Allah için mi, yoksa hevâ-i nefis için mi olduğunu tedkik etmesidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur:
Şu üç haslet kimde varsa, o imanını kemâle ulaştırmıştır: a) Allah hakkında hiçbir kınayanın kınamasından korkmaz. b) Amelinden hiçbir şeyle riyakârlık yapmaz. c) Kendisine iki şey arzolunduğunda onların biri dünya, diğeri âhiret için olursa âhireti dünyaya tercih eder. 22
Hareketlerinde kendisine keşfolunanın çoğunun mübah olmasıdır. Fakat bu onu ilgilendirmez. Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfi için onu terkeder.
Kendisini ilgilendirmeyeni terketmek, kişinin güzel müslümanlığındandır!
Murâkabenin ikinci bakışı, amele başladığında olan bakışıdır. Bu da ancak keyfiyetini tedkik etmekle olur ki Allah'ın ameldeki hakkını yerine getirsin. Onu tamamlamak hususundaki niyetini güzelleştirsin. Onun suretini kemâle erdirsin. Mümkün olduğu en güzel şekilde onu yapabilsin. Bu durum, bütün hallerinde ondan ayrılmaz. Çünkü o bütün hallerinde, hareket ve sükûndan uzak değildir. Bu bakımdan Allahü teâlâ bütün bunlarda murâ kabe ettiğinde niyet, güzel fiil ve edebin gözetilmesiyle ibadetini yapmaya muktedir olur. Mesela eğer oturuyorsa kıbleye doğru oturması uygundur.
Meclislerin en hayırlısı o meclistir ki onunla, kıbleye yönelinir.
Bağdaş kurmamalıdır; zira sultanların huzurunda bağdaş kurarak oturulmaz. Oysa sultanların sultanı (Allah) onun durumuna muttalidir.
İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: "Bir defasında bağdaş kurarak oturdum. Gaibden şöyle diyen bir ses işittim: 'Sultanlarla böyle mi oturuyorsun?' Bundan sonra bağdaş kurarak oturmadım".
Eğer yatıyorsa, kıbleye yönelik olduğu halde sağ kolu üzerinde yatmalıdır. Bununla beraber ilgili yerlerde zikrettiğimiz diğer edeplere de riayet etmelidir. Bütün bunlar murâkabeye dahildir. Hatta def-i hacet yaparken bile murâkabeyi yerine getirmek için, onun hedeflerini de gözetmelidir. Durum bu olunca, kul ya ibadet veya masiyet veya mübah içerisinde olmaktan uzak olamaz. Öyleyse ibadet, ihlâs, ikmâl, edebe riayet etmek, ibadetleri âfetlerden korumak ile murâkabesi tamam olur. Eğer masiyet içindeyse murâkabesi tevbe, pişmanlık, günahtan çekinmek, hayâ ve düşünmekle iştigal etmekle olur.
Eğer mübahın içinde ise, murâkabesi edebe riayet ettikten sonra nimetin içinde nimet vereni müşâhede edip nimet verene şükür etmekle olur!
Kul, bütün hallerinde sabrı gerektiren bir beladan uzak değildir. Aynı zamanda şükrü gerektiren bir nimetten de emin değildir. Bütün bunlar murâkabedendir. Hatta kul, her durumda üzerinde olan bir ilâhî farîzadan kurtulamaz. Bu farîza ya derhal yapması gereken bir fiildir veya terketmesi gereken bir mahzurdur veya Allah'ın affına acelece varmak için teşvik edilen bir mendubtur o mendub hususunda Allah'ın kullarıyla yarışır veya bir mübahtır ki onda bedenin sıhhati, kalb salâhı, ibadetin yardımcısı vardır. Bunların her birinin murâkabenin devamıyla gözetilmesi gereken bir sınırı vardır.
Bunlar Allah'ın hudutlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur. (Talâk/l)
Bu bakımdan kul nefsini bütün vakitlerinde şu üç kısım hakkında tedkik etmelidir: Ne zaman ki farzlardan boşalıp faziletleri yapmaya kudreti yetiyorsa, amellerin en faziletlisiyle meşgul olmak için onları araması gerekir; zira elde etmeye kudreti olduğu halde, fazla kâr elinden kaçan bir kimse zarar etmiş sayılır! Kârlar ise, faziletlerin meziyetleriyle elde edilir. Bundan ötürü kul, dünyasından âhireti için azık edinir.
Dünyadan olan nasibini unutma! (Kasas/77) Bütün bu, bir saatlik sabır ile mümkün olur; zira saatler üçtür:
A) Geçmiş bir saattir ki ister meşakkat, ister saadet içerisinde geçsin, onun içinde kula bir zorluk yoktur.
B) Gelecek bir saattir ki daha gelmemiştir. Kul, o saat gelinceye kadar yaşayıp yaşamayacağını bilmez ve yine o saate Allahü teâlâ'nın ne gibi bir hüküm vereceğini de bilmez!
C) Kesinleşen bir saattir ki onun içinde nefsiyle mücâhede etmesi ve o saatte rabbini murâkabe etmesi gerekir.
Mü'min bir kimsenin sadece üç şeye tamahı olur: 1. Âhiret için azıklanmaya, 2. Bir maîşet için ıslâha, 3. Haram olmayan bir şeyden lezzetlenmeye. . . 23
Bu mânâdaki şu hadîse de uymalıdır:
Akıllı bir kimsenin dört saatinin olması gerekir: a) Rabbine münacât ettiği saat. b) Nefsini hesaba çektiği saat. c) Rabbinin yarattığı mahlukât üzerinde tefekkür ettiği saat. d) Yemek ve içmek için boşaldığı saat. 24
Zira kendisi için bu saatte, diğer saatlere yardım eden bir durum vardır! (. . . . ) Çünkü orada azaları yemek ve içmekle meşguldür, o saatte amellerin en faziletlisi olan bir amelden boş olmamalıdır. O amel de zikir ile fikirdir; zira yediği yemekte (mesela) öyle acaiplikler vardır ki eğer onları düşünür ve sezerse, bu seziş onun için azalarla yapılan amellerin çoğundan daha üstündür. Burada insanlar birçok kısımlara ayrılır. Bir kısmı vardır ki ona basiret ve ibret gözüyle bakarlar. O yemek sanatının acaipliklerinde, hayat sahiplerinin onunla nasıl yaşadıklarına, Allahü teâlâ'nın onun sebeplerini takdir etmesinin keyfiyetine ve ona teşvik eden servetlerin yaratılışına ve o hususta şehvete teshir edilen aletlerin yaratılışına bakıp düşünürler. Nitekim biz bunun bazısını Şükür Kitabı'nda, tafsilatıyla zikretmiştik. Bu makam, akıl sahiplerinin makamıdır.
Bir kısım vardır ki o yemeğe, nefretle bakarlar. Onda mecburiyet yönünü düşünürler. Ondan müstağni olmayı isterler. Fakat buna rağmen nefislerini mecbur ve onun şehvetlerine müsahhar olarak görürler. Bu makam zâhidlerin makamıdır.
Bir kısım vardır ki sanatın içinde sanatkârı görür. Ondan Yaradanın sıfatlarına terakki ederler. Bu bakımdan onun müşahedesi fikrin birçok kapılarını hatırlamaya vesile olur. Onun sebebiyle, onlar için o kapılar açılır. Bu makam ise, makamların en yücesidir. Bu makam âriflerin makamlarından ve muhiblerin alâmetlerindendir zira muhib olan bir kimse dostunun sanatını, kitabını, telifini gördüğünde, sanatı unutur, kalbiyle sanatın sahibiyle meşgul olur. Oysa kulun içerisinde kıvrandığı herşey Allah'ın sanatıdır. Eğer kendisi için melekût kapıları açılırsa ustaya bakması için geniş bir imkân olur. Fakat bu durumun meydana gelmesi cidden nadirdir.
Dördüncü bir kısım vardır, o yemeğe rağbet ederler ve obur davranırlar. O yemekten ellerinden kaçan kısım için üzülürler. Hazır bulunan kısımla sevinirler. Onlardan hoşlarına gitmeyenleri kötülerler. Yapanı zemmederler. Hem pişirileni, hem de pişireni kınarlar. Pişirilenin de pişirenin de fâilinin Allah olduğunu, Allah'ın izni olmaksızın, onun mahlûklarından bir şeyi kötüleyenin Allah'ı kötülemiş olduğunu bilmezler.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Dehr'e küfretmeyiniz! Çünkü Allahü teâlâ, dehr'in ta kendisidir!25
İşte bu ikinci murabete, amelleri daimî ve kesintisiz bir vaziyette murâkabe etmekle meydana gelir. Bunun izahı oldukça uzundur. Bizim söylediklerimizde esasları bilen bir kimse için yol üzerinde uyarma vardır.
12) Adı Ebû Abdullah Muhammed b. Hafif’dir. Şirazlıdır. H. 371'de vefat etmiştir.
13) Adı Ahmed b. Muhammed'dir. Mısır'da ikamet etmiştir. Orada H. 322'de vefat etmiştir.
14) Daha önce geçmişti.
15) İmâm-ı Ahmed, Hâkim
16) Ebû Nuaym
17) Daha önce geçmişti.
18)
19) Daha önce geçmişti.
20) Kaynağı bulunamadı.
21)
22) Ebû Mansur Deylemî
23) İmâm-ı Ahmed, İbn Hıbbân ve Hâkim
24) Daha önceki hadisin bir parçasıdır. (Irâkî)
25) Müslim, "Allah dehr'in sahibi ve dehr'in içinde cereyan eden hâdiselerin mûcidi" demektir. Bu, müteşabih hadîslerdendir.
7. Amelden Sonra Muhâsebe-i Nefs'in Hakîkati
Kulun, günün başlangıcında hakkı tavsiye etmek üzere nefsiyle anlaştığı bir vakti olduğu gibi günün sonunda da bir saati olmalıdır ki, o saatte nefsi muâhaze etmeli, durumlarını muhasebeye çekmelidir. Nitekim dünyada, tüccarlar ortaklarıyla her sene veya her ay veya her gün bu şekilde hesap görürler. Tüccarlar dünyaya harîs olduklarından ve ellerinden kaçması kendileri için daha hayırlı olan bir şeyin kaçmasından korktuklarından dolayı böyle yaparlar. Oysa o dünyalığı elde etseler bile, ancak az bir müddet ellerinde kalabilir. O halde, akıllı bir kimse ebedî saadet ve şekavetin tehlikesiyle ilgili olan konularda nefsini nasıl hesaba çekmez? Bu umursamamazlık ancak gaflet, mahrumiyet ve az tevfîke mazhar olmaktan kaynaklanır. Böyle bir felaketten Allahü teâlâ'ya sığınırız.
Ortakla hesaplaşmaya oturmanın mânâsı; sermayenin tedkik edilmesi, kâr ve zarara bakılması demektir ki kendisi için fazlalık, eksiklikten görünsün. Eğer kâr olursa onu alır, ortağına teşekkür eder. Eğer bir zarar olursa ortağını kefil kılar. İleride o zararı kapatmayı ona yükler. İşte farz borçlarında ve o borcun kârı olan nafilelerde ve zararı olan günahlarda da kulun sermayesi böyledir. Bu tür ticaretin zamanı, bütün gündür. Bu, kötülüğü emreden nefisle yapılmış bir anlaşmadır. Bu bakımdan önce nefsini farzlar için hesaba çekmelidir. Eğer nefis farzları gereği gibi edâ etmişse, bu hareketten dolayı Allah'a şükür ve nefsi onun benzerini yapmaya teşvik etmelidir. Eğer nefis farzları terketmişse, farzların kazasını nefisten istemelidir. Eğer nefis eksik olarak onları edâ etmişse, eksikleri nafilelerle kapatmaya nefsi zorlamalıdır. Eğer nefis herhangi bir masiyeti irtikâb etmişse, nefsi cezalandırmak, azap vermek ve kınamakla meşgul olmalı ki nefis eksiklikleri telafi etsin. Tıpkı tüccarın, ortağına karşı bir habbenin (para birimi) ile bir kıratın (para birimi) hesabını sorduğu gibi. . .
Dolayısıyla fazlalık ve eksikliğin giriş noktalarını korur ki onların hiç birinde zarar etmesin. Nefsin zararından ve hilesinden de böyle korunması gerekir. Çünkü nefis aldatıcıdır. Bu bakımdan nefisten önce, bütün gün konuştuklarının hesabını sormalıdır. Kıyâmette başkasının eline geçecek hesabı bizzat kendisi, nefsiyle görmelidir. İşte bakışını, kalbine gelenleri, düşüncelerini, kalkışını, oturuşunu, yemesini, içmesini ve uykusunu böylece tedkik etmelidir. Hatta susuşunu, duruşunu kontrol etmelidir. Nefis, bütün vâcib vazifelerini bildiği ve kendi kanaatine göre bu husustaki vâcibleri edâ etmeye kudretli olduğu kesinleştiği miktarda da onun için hesap olur. Böylece nefsin aleyhindeki geri kalan kısım kendisine görünür. Bu bakımdan ortağın açığını kalbine ve defterine yazdığı gibi, bunları nefsin aleyhine tesbit edip kalbinin sahifesine yazmalıdır. Sonra nefis borçludur. Ondan, borçlarını alması mümkündür. O borçların bir kısmını onu kefil kılmak suretiyle alır. Bir kısmını da geri vermek suretiyle. Bir kısmını da ondan ötürü nefse ceza vermek suretiyle alabilir. Bu alış şekillerinin hiçbiri, hesabı tedkik etmeden ve geri kalanı, vâcib olan haktan ayırmadan mümkün değildir. Bu hâsıl oldu mu bundan sonra nefisten istemek ve almak ile meşgul olmalıdır. Sonra nefsi bütün hayatından ötürü, gün gün, saat saat görünür ve görünmez bütün azalar hakkında hesaba çekmesi uygundur.
Tevbe b. Samt nefsini hesaba çeken bir zattı. Bir gün hesap etti, altmış yaşında olduğunu gördü. Bu senelerin günlerini hesap etti, yirmibirbinbeşyüz (21. 500) gün olduğunu gördü. Bir çığlık kopararak şöyle dedi: 'Vay hâlime! Sultanlar sultanının huzuruna yirmi birbin (21. 000) günah ile varacağım! Acaba her günde onbin (10. 000) günah varsa ne olacaktır?' Bunları söyledikten sonra düşüp bayıldı. Yanına varıp baktıklarında ölmüş olduğunu gördüler. Bunun üzerine gaibden şöyle diyen bir ses işittiler: 'En yüce Firdevs sana müjdeler olsun!'29
Nefsini, alıp verdiği nefeslerden, her saatta kalbi ve azalarıyla yapmış olduğu günahlardan hesaba çekmesi gerekir.
Eğer kul, her işlediği günaha karşılık evine bir taş atsa, kısa bir müddette evi taş ile dolardı. Fakat günahlardan korunmak konusunda ihmalkârlık yapar. Oysa (sağ ve solundaki) melekler onun yaptıklarını aleyhine kaydederler. Allah onun yaptıklarını teker teker sayar. Oysa o unutmuştur.
29) Beyhâkî, Şuab'ul-Îman
8. Murâbete'nin Dördüncü Makamı Olan Kusurlarından Ötürü Nefsi Kınamak
Kişi nefsini hesaba çektiğinde günah işlemekten ve Allah hakkında kusur yapmaktan nefsi sağlam değilse, onu ihmal edip başıboş bırakması uygun değildir; zira eğer kişi nefsini ihmal ederse, günahları işlemek nefis için kolaylaşır. Nefis, günahlara alışır. Artık bir daha onu günahtan menetmek zorlaşır. Bu da nefsin helâkine sebep olur. Nefsi kınaması ve cezalandırması uygundur. Bu bakımdan şüpheli bir lokma yediğinde, karnı aç bırakmak suretiyle onu cezalandırmalıdır. Mahrem olmayana baktığında gözünü bakıştan menetmek suretiyle cezalandırmalı ve böylece bedeninin her azasını şehvetten menetmek suretiyle cezalandırmalıdır. Âhiret yolunun yolcuları bu âdete sahip idiler.
Nitekim Mansur b. İbrahim'den şöyle rivâyet edilmiştir: Âbidlerden biri bir kadınla konuştu. Elini kadının baldırınadeğdirecek kadar işi ilerletti. Sonra pişman oldu. Ceza olarak elini kuruyuncaya kadar ateşin üzerinde bıraktı.
Rivâyet ediliyor ki İsrailoğulları'nın içinde havrasında ibadet eden biri vardı. Böylece uzun bir zaman ibadet etti, Bir gün dışarıya çıkınca gözüne bir kadın ilişti. Kadına vuruldu ve kadının yanına inmek istedi. O esnada, Allah daha önce geçmiş ilâhî bir inayetiyle onun yardımına yetişti ve dolayısıyla kendi kendisine şöyle sordu: 'Yapmak istediğin bu hareket nedir?' Böylece kendine geldi. Allahü teâlâ onu korudu, dolayısıyla pişman oldu. Ayağını havraya çekmek istediğinde kendi kendisine şöyle dedi: 'Bu ne uzak, ne uzak! Bir ayak ki Allah'a isyan etmeyi istediği halde dışarı çıkmıştır, o benimle beraber havraya mı dönecektir? Allah'a yemin ederim, bu katiyyen olmaz'. Böylece ayağını havranın kapısına asılı olduğu halde dışarıda bıraktı. Ayak çürüyüp düşünceye kadar yağmurlar, rüzgârlar, kar ve güneş altında kaldı. Bundan ötürü Allahü teâlâ'ya şükretti ve Allahü teâlâ semavî kitabların birinde bu kişiden bahsetti.
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İbn Kurtenî'den dinledim, şöyle diyordu: "Bir gece cenabet oldum. Gusletmek ihtiyacını duydum. Gece de oldukça soğuktu. Nefsimde guslü geciktirmek isteğini hissettim. Böylece nefsim sabah oluncaya kadar gecikmemi, suyu ısıtmamı veya hamama gitmemi bana telkin etti. Ben de nefsimi bir türlü yenemiyordum. Bu durumdayken şöyle bağırdım: 'Yazıklar olsun! Ben hayatım boyunca Allah'a ibadet etmiş olayım, benim üzerime bir hak farzolsun ve o hakkı edâ etmek azmini kendimde göremeyeyim. Nefsimde duraklama ve gecikme bulayım!' Böylece sırtımdaki gömleğimin içinde yıkanacağıma ve gömleğimi sıkmayıp güneşte kurutmayacağıma dair yemin ettim".
Hikâye olunuyor ki Gazvan30 ile Ebû Musa el-Eş'ari (radıyallahü anh) bir yolculukta bulunuyorlardı. Bu esnada bir cariyenin nâmahrem bedeni gözüktü, Gazvan ona baktı. Bundan ötürü gözü çanağından fırlayacak gibi oldu. O da gözünü elleriyle kapadı ve şöyle dedi: ' (Ey göz) sen sana zarar verene çokça bakıcısın!'
Seleften biri bir kadına, bir kere baktı. Bu hatadan dolayı hayatı boyunca soğuk su içmemeyi nefsine ceza olarak verdi. Nefsini sıkıntıya sokmak için sıcak su içip duruyordu.
Hikâye ediliyor ki; Hasan b. Ebî Sinan bir köşkün yanından geçerek şöyle demiştir: 'Acaba şu köşk ne zaman inşa edilmiştir?' Bu sözünden sonra başladı nefsini kınamaya. . . Nefsine hitaben dedi ki: 'Seni ilgilendirmeyen konuları soruyorsun! Allah'a yemin ederim, sana ceza olarak tam bir sene oruç tutmayı tatbik edeceğim!' Böylece bir sene oruç tuttu.
Mâlik b. Deygam şöyle demiştir: 'Ribah Kays31 ikindi namazından sonra gelip babamdan sual sormak istedi, uyuyor dedik. Bu sözüme karşılık olarak 'Bu saatten sonra uyku ha! Bu uyku zamanı mı?' dedi. Sonra dönüp gitti. Biz arkasından bir adam göndererek 'Onu senin için uyandıralım mı?' dedik. Gönderdiğimiz adam geldi ve bize şöyle dedi: "O benden herhangi birşey dinlemeyecek kadar meşgul bulunuyor. Mezarlığa girerken ona yetiştim. Nefsini kınayıp şunları söylüyordu: "Sen 'şu saat uykunun vakti midir?' dedin? Acaba böyle demek senin vâzifen mi? Kişi istediği zaman uyur. Sen onun uyku zamanı olmadığını nereden bileceksin? Bilmediklerini ne diye konuşuyorsun? Allah'ın benim üzerimde bir va'di vardır. Onu hiçbir zaman bozmayacağım. Uyku için bir sene yere yatmayacağım. Ancak bitab düşürücü bir hastalık veya akılsızlık hâli bundan müstesna! Bunu da sana kötülük etmek için yapıyorum. Ey nefis! Utanmıyor musun? Ne zamana kadar kınanacaksın? Hâlâ da dalâletinden uyanmayacak mısın?"
Sonra benim yanında olduğumu sezmeksizin ağlamaya başladı. Onun bu durumunu görünce kendisini haliyle başbaşa bıraktım!"
Temîm ed-Dârî bir gece uyuya kalıp teheccüd namazını kılmadı. O gece yattığının cezası olarak bir sene boyunca bütün geceleri uykusuz geçirerek ibadet etti.
Hazret-i Talha'dan şöyle (radıyallahü anh) rivâyet ediliyor: Günün birinde bir kişi gitti. Elbisesini çıkardı. Kızgın kumlara yattı ve nefsine şöyle dedi: 'Tat! Cehennem ateşi, hararet bakımından, daha şiddetlidir. Gece leş gibi, gündüz de tembel mi duruyorsun?' O bu haldeyken Hazret-i Peygamber ansızın bir ağacın gölgesinde göründü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e gelip (halini şöyle) ifade etti: 'Nefsim bana galebe çaldı da ondan böyle yaptım!' Bu cevap üzerine, Hazret-i Peygamber ona şöyle dedi:
Seni yapmış olduğun hareketten kurtaracak bir çare yok mu? Senin için göklerin kapıları açıldı. Allah seninle meleklerine karşı iftihar etti.
Sonra ashâb-ı kirâm'a hitaben şöyle buyurmuştur: 'Kardeşinizden azıklanın!' Bu söz üzerine, ashâbdan bir kişi Talha'ya 'Ey falan! Benim için dua et!' dedi. Bu manzara karşısında, Hazret-i Peygamber, ona hitaben 'Onların hepsini duanın kapsamına al!' dedi. Bu emir üzerine Talha (radıyallahü anh) şöyle dua etti: 'Yârab! Takvâyı onlar için azık yap! Onların işini hidayet üzerinde topla!' Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber de (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Onu dosdoğru kıl!' Bu manzara karşısında kişi de 'Ey Allahım! cenneti onların dönüş yeri yap!' dedi. 32
Huzeyfe b. Katade el-Meraşî şöyle anlatıyor: Bir kişiye 'Şehvetlerinde nefsine ne gibi bir muamele yapıyorsun?' diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Yeryüzünde, benim nezdimde, ondan daha fazla nefret ettiğim bir nefis yoktur. Bu bakımdan ben nasıl onun isteklerini ona veririm?'
İbn Semmâk, Dâvud-u Tâi evinde can çekişirken, Dâvud'un huzuruna varıp 'Ey Dâvud! Hapsolunmazdan önce nefsini hapsettin. Azap olunmadan önce nefsine azap çektirdin. İşte bugün, çalıştığın zatın sevabını görürsün' dedi.
Vehb b. Münebbih'ten şöyle rivâyet ediliyor: Adamın biri bir zaman âbidlik yaptı. Sonra Allah'a bir ihtiyacı başgösterdi. Dolayısıyla yetmiş cumartesi kalktı, (ibadet etti) , her cumartesi onbir hurma yiyor. Sonra Allahü teâlâ'dan ihtiyacını istiyordu. Allah ona ihtiyacını vermedi. Böylece nefsine dönerek şöyle dedi: 'Sendengeldim! Eğer sende hayır olsaydı muhakkak ihtiyacın sana verilirdi!' Bunun üzerine yanına bir melek indi ve ona 'Ey Âdem'in oğlu! Senin şu saatin geçmiş ibadetinden daha hayırlıdır. Allahü teâlâ senin ihtiyacını yerine getirdi' dedi.
Abdullah b. Kays şöyle anlatıyor: "Biz bir savaşta bulunuyorduk. Düşmanla karşı karşıya geldiğimizde, gaibden gelen bir ses 'Düşmana karşı saf tutmaya kalkın' dedi. Fırtınalı bir günde düşmanla karşı karşıya geldik. O anda önümde bulunan bir kişi, nefsine hitap ederek şöyle diyordu: 'Ey nefsim! Ben falan ve filan savaşta bulunmadım mı? Sen orada bana helâk olur, aile efradın kimsesiz kalırlar deyip de kendine itaat ettirerek o savaştan kaçmadın mı? Ben falan falan savaşta orada da aynı vesveseyi verdin, ben de sana uyarak geri döndüm. Allah'a yemin ederim, bugün seni Allahü teâlâ'ya arzedeceğim. Ya seni alır veya salıverir!'
Ben kendi kendime 'Bu kişiyi bugün gözetleyeceğim' diye karar verdim. Dolayısıyla onu gözetledim. Bir ara İslâm orduları düşmana saldırdılar. O kişi de ön saflarda bulunuyordu. Sonra düşman tarafından hücuma geçildi. Müslümanlar geri çekildiği halde o yerinden kıpırdamadı. Bu durum birkaç defa tekrarlandığı halde o yerinde durup savaşıyordu. Allah'a yemin ederim, o düşüp şehid oluncaya kadar bu minval üzere devam etti. Bedeninde ve bineğindeki yaraları saydım. Altmış veya daha fazla mızrak darbesi bulunuyordu".
Biz Ebû Talha (radıyallahü anh) el-Ensârî'nin namaz içinde kalbi bahçesindeki öten kuşla meşgul olup kaç rek'at kıldığını bilmediğinden, bunun kefareti olarak bahçesini sadaka verdiğini ve yine Hazret-i Ömer'in her gece kamçısıyla ayaklarını döverek 'bugün ne yaptın?' diye sorduğunu daha önce zikretmiştik.
Mecma'dan33 şöyle rivâyet ediliyor: Hazret bir gün başını kaldırıp baktı. Bu arada gözü bir kadına ilişti. Bundan dolayı nefsine, dünyada kaldıkça, başını kaldırmamayı adadı.
Ahnef b. Kays, geceleyin çıradan ayrılmıyordu. Parmağını çıra ateşine tutup nefsine 'Filan gün filan işi yapmaya seni zorlayan neydi?' diye sorardı.
Vuheyb34 b. Verd gördüğü birşeyi nefsinde hor telâkki edince göğsünün üzerinde bulunan kılların bir kaçını yoldu. Dolayısıyla canı acıdı. Sonra nefsine şöyle hitap etti: 'Rahmet olasıca! Ben ancak senin için hayrı irade ettim'.
Muhammed b. Bişr35 Dâvud-u Tâî'yi iftar zamanında tuzsuz ekmek yerken gördü. 'Tuz da yeseydin olmaz mıydı?' diye sordu.
Dâvud 'Nefsim beni bir seneden beri tuz yemeye davet ediyor. Dâvud dünyada kaldıkça nefsine tuzun zevkini tattırmayacaktır' dedi.
İşte isabetli fikir sahiplerinin nefislerini cezalandırmaları böyleydi. Hayret edilecek nokta şudur: Sen köleni, cariyeni, aile ve çocuğunu, onlardan sâdır olan kötü ahlâktan ve kusurlarından ötürü cezalandırıyorsun. Eğer onları affedersen durumlarının senin kontrolünden çıkmasından ve sana karşı gelmelerinden korkuyorsun! Oysa en büyük düşmanın olan nefsini ihmal ediyor, sana en şiddetli saldırganlığı yapan ve ailenin saldırganlığından daha büyük zarar veren nefsi ihmal ediyorsun. Çünkü aile efradının gayeleri, sana dünya maişetini bulandırmaktır. Eğer düşünürsen anlarsın ki maişet, âhiret maişetidir ve âhirette sonsuz ve daimî nimet vardır. Âhiret maişetini ise senin için bulandıran sadece nefsindir. Bu bakımdan nefsin başkasından daha fazla cezaya müstehaktır.
30) Ashâb-ı Kirâm'dan Gazvan isimli birisi bilinmemektedir; ancak Tabiînden Gazvan b. Utbe b. Gazvan el-Mazinî vardır ve babası meşhur bir sahabî'dir. Muhtemelen burada o kasdedilmektedir. (İthâfu's-Saâde)
31) Adı Ebû Mehasır Riyali b. Amr'dır.
32) İbn Eb'id-Dünya, (hadîs-i munkatı veya hadîs-i mürsel)
33) Adı Mecma b. Samganî et-Teymî'dir. Muttakî bir zattır. "
34) Abdulvehhab Ebû Umeyye el-Mekkî. Vuheyb künyesiyle şöhret bulmuştur.
35) Kûfelidir, güvenilir ve hafız bir zat idi. H. 203'de vefat etmiştir.