İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | MURÂKABE VE MUHÂSEBE

 1. Giriş

1. Giriş

Her nefsi yaptığıyla, her azayı işlediğiyle murâkabe eden, kalplerin gizli köşelerinde vâki olan hâdiselere muttali olan, kullarının kalbinde kıpırdananı hesaba çeken Allah'a hamdolsun!

O Allah ki O'nun ilminden hareketli ve hareketsiz, yerde ve göklerde olan zerre miktarı birşey kaybolmazO Allah ki gizli de olsa, işlerin çoğundan ve azından, açığından ve gizlisinden kulunu hesaba çeker.

O Allah ki ne kadar küçük olarsa olsun kullarının ibadetlerini kabul etmekle onlara lütûfta bulunurO Allah ki ne kadar çok olursa olsun kullarının günahlarını affetmekle onlara ikramda bulunurHer nefis hazır ettiğini bilsin, daha önce ve sonra gönderdiğini görsün diye kullarını hesaba çeker.

Dolayısıyla nefis dünyada murâkabe ve muhasebeye yapışmasaydı kıyâmet arasatında şakî olup helâk olacağını anlarMücâhede, muhasebe ve murâkabeden sonra, eğer Allah; az sermayesini kabul etmek lütfunda bulunmasaydı, muhakkak mahrum olup zarar ederdi.

Nitekim bütün kulları kapsayan, rahmeti dünya ve âhirette bütün mahlukları içerisine alan Allah ortaktan münezzehtirBu bakımdan O'nun fazlının nefhalarıyla kalpler îmanı kabul etmek için genişledilerTevfîkinin bereketiyle azalar, ibadetlerle bağlanıp edeplendilerGüzel hidayetiyle kalplerden cehaletin karanlıkları sökülüp atıldıO'nun yardımıyla şeytanın hileleri kesildiO'nun inayetinin lütfuyla hasenelerin kefesi günahların kefesine galip geldiO'nun kolaylaştırmasıyla ibadetlerin kolaylaşan kısımları kolaylaştılarBu bakımdan vermek, mükâfat, uzaklaştırmak, yaklaştırmak, saîd ve şakî yapmak O'ndan gelir.

Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), sâfîlerin efendileri olan âlinin, muttakîlerin önderleri olan ashâbının üzerine olsun!

Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet günü için adalet terazileri kurarızHiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramazYapılan amel bir hardal danesi kadar da olsa onu getirir (tartıya koyarız) Hesap gören olarak biz kâfiyiz(Enbiya/47)

Kitap (ortaya) konulmuşturSuçluların onun içindekilerden korkarak 'Eyvah bize! Bu kitaba ne oluyor (günahlarımızdan) küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış!' derlerYaptıklarını hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Bir gün Allah onların hepsini diriltir de yaptıklarını kendilerine haber verirAllah saymış, onlar ise bunu unutmuşlardırAllah herşeye şahiddir. (Mücadele/6)

O gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde çıkarlar ki yaptıkları kendilerine gösterilsinArtık kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür. (Zilzal/6-8)

Sonra herkese kazandığı tamamen verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır. (Bakara/281)

O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. . . O kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını isterAllah sizi kendisinden sakındırıyor. (Âl-i İmrân/30)

Biliniz ki Allah, içinizden geçeni bilir! O'ndan sakının ve bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır! (Bakara/235)

Basiret sahipleri Allahü teâlâ'nın kendilerini murâkabe ettiğini ve gelecekte hesaba çekeceğini anladılarKalplerine gelen vesveselerin ve düşüncelerin zerresinden dahi hesaba çekileceklerdirBu tehlikelerden ancak nefsi muhasebe etmeye devam etmekle ve doğru murâkabeyle kurtulabileceklerini kesin olarak anladılarNefsi nefesler ve hareketlerde sorguya çekmek, düşünce ve fikirlerde muhasebe etmekle kurtulurlarBu bakımdan hesaba çekilmezden önce nefsini hesaba çekenin kıyâmette hesabı hafiflerSoru sorulacağı gün cevabı hazır olurDönüş yeri güzel olurKim nefsini hesaba çekmezse onun hasret çekmesi devam ederArasat'ta beklemeleri oldukça uzarGünahları onu mahrumiyet ile öfkeye sürükler.

Bu, basiret sahiplerine keşfolunduğunda bildiler ki onları bu durumdan ancak Allah'a ibadet etmek kurtarırAllah onlara sabır ve nöbet bekleme emrini verdi.

Ey îman edenler! Sabredin, direninSavaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki felâh bulasınız. (Âl-i İmrân/200)

Bu bakımdan basiret sahipleri nefislerini önce muâşeret (şartlaşma) sonra murâkabe (gözetmek) , sonra muhâsebe (hesaba çekmek) , sonra muâkabe (cezalandırma) , sonra mücâhede ve sonra muâtebe (kınamak) ile nöbetleşmeye zorladılarOnlar için murâbete altı makam olduBu makamları izah etmek, hakikatini, faziletini ve oradaki amellerin tafsilatını beyan etmek gerekirMuhasebenin de esasını belirtmek lâzımdırFakat her muhasebe bir şart ve murâkabeden sonradırZarardan hemen sonra muâtebe ve murâkabe gelirBu bakımdan biz bu makamların izahını yapalımTevfîk ancak Allah'tandır!

38-1

2. Murâbete'nin Birinci Makamı Olan Müşârete

Tüccarların hesap tutmaları, kârın selâmeti içindirTüccar ortağından yardım talep eder, ona sermayesini teslim ettikten sonra onunla hesaba otururİşte tıpkı bunlar gibi akıl da âhiret yolunda tüccar gibidirOnun maksadı ve kârı nefsin rezaletten arınmasıdırÇünkü onun kurtuluşu ancak nefsin arınmasına bağlıdır.

Nefsini temizleyen kurtulmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/9-10)

Nefsin kurtuluşu ancak salih amellerle mümkündürBu ticaret hususunda akıl, nefisten yardım talep eder; zira nefsi, nefsin temizlenmesi hususunda kullanırTıpkı tüccarın ortağından ve malında ticaret hizmetkârından yardım talep etmesi ve ortağından, hesap sorması gibi. . .

Öyle ise önce ortakla anlaşması, sonra da gerektiğinde hesap sorması gerekirAkıl da bunun gibi, önce nefisle anlaşma yapar, nefse yapması gerekenleri bildirirOnu kurtuluş yollarına irşad edip o yollarda gitmesi için ona kesin emir verir. Sonra bir an bile onu murâkabe etmekten gâfil olmaz; zira eğer nefsi ihmal ederse, nefisten ancak hainlik ve iflas görürTıpkı hain bir kölenin fırsat bulduğunda ve tek başına malı yönettiğinde yaptığı gibi. . . Muamele bittikten sonra, daha önce ileri sürdüğü şarta göre hareket etmeyi nefisten istemeli ve bu yönde nefsi hesaba çekmelidir; zira bu öyle bir ticarettir ki kârı; peygamberler (aleyhisselâm) ve şehidlerle beraber en yüce cennet olan sidret'ül münteha denilen makama varmaktır.

Bu bakımdan bu hususta nefisle inceden inceye hesap yapmak, ticaretteki hassasiyet ve incelikten daha çok ihtimamı gerektirirOysa dünya kârları, âhiret nimetine nisbetle hiç denilecek kadar azdır. Sonra dünya nasıl olursa olsun neticesi yoklukturDevam etmeyen bir hayırda hayır yokturHatta devam etmeyen bir şer, devam etmeyen bir hayırdan daha hayırlıdır; zira devam etmeyen şer kesildiğinde, onun kesilişinden ötürü bir sevinç olurDevam etmeyen hayır kesildiğinde ise üzüntü kalır.

Nitekim şair şöyle der;

Benim katımda üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin kendisinden gideceğini bildiği bir sevinçteki üzüntüdür!

Bu bakımdan Allah'a ve son güne îman eden her tedbirli kulun, nefsini hesaba çekmesi, hareketlerinde ve düşüncelerinde nefsi sıkıştırması farzdır; zira hayatın her nefesi değer biçilmez bir cevherdirO cevher ile nimeti ebediyyen tükenmeyen hazinelerden biri satın alınırBu bakımdan bu nefesleri zayi etmek veya helâki gerektiren mevzulara sarfetmek büyük bir zarardır, korkunç bir harekettirAkıllı bir kimsenin nefsi böyle bir harekete razı olmazÖyleyse kul sabahladığında ve sabahın farzını edâ ettiğinde bir saatlik zamanı nefsiyle hesaplaşmaya tahsis etmelidir.

Nitekim tüccar bir kimse ticaret malını ortağına teslim ettikten sonra aralarındaki şartı konuşmak için sâkin bir yer bulurBu bakımdan kul nefsine şöyle demeli: 'Hayatımdan başka sermayem yok! Hayatım yok olunca sermayem yok olmuş demektirO zaman hem ticaretten, hem de kârdan ümit kesilirBu yeni günde de Allahü teâlâ bana yaşama imkânını vermiştirEcelimi bir gün daha tehir etmiş ve onu bana bir nimet olarak lütfetmiştirEğer beni öldürseydi, beni sâlih amel işlemek için bir tek gün dünyaya göndermesini temenni edecektimO halde, ey nefsim! Öldüğünü, sonra dünyaya geri gönderildiğini düşün de sakın bugünü boşa geçirme! Zira nefeslerin herbiri değer biçilmez bir cevherdirEy nefis! Bil ki gün ve gece yirmi dört saatten ibarettir'.

Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:

Kul için her gün ve her gecede, birbirine sırt vermiş yirmi dört hazine yayılırO yirmi dört hazineden biri kul için açılırKul onu o saatte işlemiş olduğu hayırlarından nûr ile dolu olarak müşahede ederDolayısıyla cebbâr olan sultanın nezdinde vesilesi bulunan o nûrların görünmesiyle müjdelenir, sevinir ve feraha kavuşurÖyle bir şekilde sevinir ki eğer sevinci cehennem ehline tevzi edilse, onlar ateşin yakmasını hissettikleri halde o sevgi onları âdeta sarhoşa çevirirO kul için ikinci bir hazinenin kapısı açılırOnu simsiyah ve leş kokan bir şekilde görürO hazinenin karanlığı onu kaplarO da Allah'a isyan ettiği saattirDolayısıyla onu öyle bir korku sarar ki eğer o korku, cennet ehline taksim edilse, cennetin nimetlerini onlara zehir zakkum yapardıOna boş olan, içinde ne sevindirici, ne de korkutucu birşey bulunmayan diğer bir hazinenin kapısı açılırO da yatmış olduğu veya gaflete daldığı veya dünyanın mübah olan şeylerinden biriyle meşgul olduğu saattirOnun boş olmasından üzüntü duyarBunun zararından ona öyle bir üzüntü isabet eder ki tıpkı büyük kâr elde etmeye gücü yettiği halde ihmal eden ve elden kaçıran bir kimseye isabet eden üzüntü gibidirBunun ne büyük bir üzüntü ve ne büyük bir zarar olduğu sana yeter de artar! İşte böylece, hayatı boyunca vakitlerinin hazineleri kendisine arzolunur'1

Dolayısıyla kendi kendine der ki: 'İşte bugün hazineleri değerlendirmeye, mülkünün sebepleri olan o hazineleri boş bırakmamaya dikkat et de çalış! Tembellik ve istirahata meyletme ki başkalarının elde etmiş olduğu İlliyyîn dereceleri senin elinden kaçmasın! Bu takdirde cennete girsen dahi yakanı bırakmayacak bir hasret kalırBu bakımdan zararın elem ve üzüntüsü her ne kadar ateşin eleminden az ise de çekilmez bir elemdir'.

Bir kişi şöyle demiştir: 'Günahkârın bağışlandığını zannetme! Acaba iyilik yapanların sevabı onun elinden kaçmamış mıdır?' O bu sözüyle zarar ve hasrete işaret etmektedir.

Toplantı günü için sizi bir araya getirdiği gün, işte o aldanma günüdür. (Teğabün/9)

Buraya kadar söylediğimiz şeyler, kişinin nefsine vakitler hakkında yaptığı tavsiyedir. Sonra yedi azası hakkında ona yeniden bir nasihat etmelidirO azalar şunlardır: Göz, kulak, dil, mide, tenasül aleti, el ve ayak.

Onları nefsine teslim etmelidir; zira o azalar, bu ticaret hususunda, onun nefsinin hizmetçileridirBu ticaret tamamlanırCehennemin yedi kapısı vardırO kapıların herbiri için taksim olunmuş bir parça vardırO kapılar bu azalarla Allah'a isyan edenler içindirBu nedenle bu azaları günahlardan sakındırmayı nefsine tavsiye etmelidir.

Göz

Göz mahremi olmayan bir kimsenin yüzüne veya bir müslümanın avret yerine veya bir müslümana hakaret gözüyle bakmaktan korumalıdırHatta her fuzulî şeyden de korumalıdırÇünkü Allahü teâlâ, fuzulî konuşmalardan da sorumlu tutacaktır.

Gözünü haram bakıştan çevirdiğinde bununla kanaat edip durmamalıdırOnu kârı olan şey ile meşgul etmelidirO kâr da gözün kendilerine bakması için yaratıldığı şeylere bakmasıdırBu da ibret gözüyle Allah'ın sanatının acaipliklerine, başkası kendisine uyması için hayırlı amellere, Allah'ın kitabına ve Hazret-i Peygamber'in sünnetine bakmak, istifade etmek için ilâhî hikmetin kitablarını incelemek için bakmaktırİşte azaların her biri hakkında nefsine bu şekilde durumu açıklamalıdırHele dili ve midesi hakkında daha da dikkatli olmalıdır.

Dil

Dil tabii olarak serbesttirHarekette ona bir zorluk yokturGıybet etmek, yalan söylemek, iftirada bulunmak, nefsi tezkiye etmek, halkı ve yemekleri kötülemek, lanet okumak, düşmanlara beddua etmek, cedelleşmek gibi hareketlerde dilin suçu pek büyüktür.

Dilin âfetleri bahsinde zikrettiğimiz gibi, dili bunlara benzer daha başka konularla da meşgul etmek büyük bir suçturDil zikir yapmak, hatırlatmak, öğrenme ve öğretmeyi tekrar etmek, Allah'ın kullarını Allah'ın yoluna irşad edip insanların arasını ıslah etmek ve diğer hayırlı şeyler için yaratılmış olmasına rağmen bütün bu âfetlerin tehlikesi ile karşı karşıyadırÖyleyse nefsine zikrin haricinde bütün gün dilini kıpırdatmamayı şart koşmalıdırBu bakımdan Mü'minin konuşması zikir, bakışı ibret, susması tefekkürdürO bir söz söylediğinde onun yanında hazır bir murakıb (gözetleyici) vardır.

Mide

Mide'yi oburluğu terketmeye zorlamalıdır. (Helâlden az yemeyi, şüphelilerden çekinmeyi, şehvetlerden uzak durmayı ve zaruret miktarıyla kifayet etmeyi itiyat hâline getirmelidir. Eğer bunlardan birine muhalefet ederse, şehvetleriyle elde etmiş olduğundan daha fazlasını elinden almak, onu midenin şehvetlerinden menetmek suretiyle cezalandırmalar. Böylece nefsine bütün azaları hakkında şart (lar) koşmalıdırBunların tafsilatını sayıp dökmek uzun sürerAzaların günah ve sevapları gizli değildir.

Sonra yirmi dört saatte bir tekrar edilen ibadetler hakkında nefse nasihat etmelidir. Sonra nefsin çokça yapmaya güç yetirdiği ibadetler hakkında tavsiyede bulunmalıdırOnların tafsilatını, keyfiyetini ve sebepleriyle beraber nasıl bulunması gerektiğini sormalıdırİşte bunlar birtakım şartlardır ki insan her gün bunlara muhtaçtırFakat insan nefsine birkaç gün bunu şart koşmayı âdet edip nefsi alıştırırsa, nefis de bütün bu şartları îfa hususunda ona itaat ederse artık bu hususlarda nefisle yeniden pazarlığa oturmaktan müstağni olurEğer nefis bunların bir kısmında ona itaat ederse, geri kalan kısım için yeniden anlaşma yapmak gerekirFakat şahıs hergün yeni bir meseleden, yeni bir hükmü olan yeni bir olaydan kurtulamazAllahü teâlâ'nın bu hususta kişi üzerinde hakkı vardırDünya işlerinden valilik, tüccarlık, müderrislik gibi birşeyle meşgul olan bir kimsenin boynunda bu hak daha da fazlalaşır; zira Allah'ın hakkını gerektiren ve kişiyi ona muhtaç eden yeni bir olayın vukûu pek nadirdirBu bakımdan o olayda doğru hareket etmeyi nefsine şart koşması gerekirOlay sırasında hakka teslim olmak, ihmalkârlığın zararından nefsini sakındırmak, inatçı olan ve efendisinden kaçmış köleye nasihat edildiği gibi nefse de öyle nasihat gerekirZaten nefis, tabii olarak ibadetlerden kaçıp serkeşlik yapar, kulluktan uzaklaşmak isterFakat ona nasihat etmek ve kendisini edeplendirmek onda müsbet tesir bırakır.

Hatırlat! Çünkü hatırlatmak, Mü'minlere menfaat verir! (A'lâ/9)

İşte bu ve bunun yerine geçen hareketler, nefisle olan rabıta makamının ilkidirBu, amelden önce nefsi hesaba çekmektirNefsi hesaba çekmek bazen amelden sonra, bazen de sakındırmak için amelden önce olur.

Bilin ki Allah içinizden geçeni bilir! Artık O'ndan sakının! (Bakara/235)

Bu âyet-i celîledeki hüküm gelecekle ilgilidirKesret ve marifetin eksikliği veya fazlalığı hakkında olan her bakışa 'muhasebe' adı verilirBu nedenle kişinin içinde bulunduğu günde cereyan eden hâdiselerde fazlalığını, eksikliğinden tefrik etmek için bakması muhasebe babındandır.

Ey Mü'minler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice araştırınız! (Nisa/94)

Ey îman edenler! Size fasık bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın!

(Hucurât/6)

Andolsun! İnsanı biz yarattık, ve nefsinin ona ne fısıldadığım biliriz! Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız! (Kâf/16)

Allahü teâlâ, nefsi sakındırmak ve gelecekte bundan korunmaya dikkat çekmek için bu hükmü vermiştir.

Ubâde bSâmit (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , 'Bana tavsiyede bulun!' diyen bir kişiye hitaben şöyle demiştir:

Herhangi birşey yapmak istediğinde sonucunu düşün! Eğer güzel ise, ona devam et! Kötü ise ondan sakın!2

Hakîmlerden biri şöyle demiştir: 'Aklın hevâ-i nefse galip gelmesini istiyorsan, neticeyi güzelce tedkik etmeden şehvetin hükmüyle amel etme! Zira pişmanlığın kalpteki duruşu, şehvet hiffetinin duruşundan daha fazladır!'

Lokmân Hakîm şöyle demiştir: 'mü'min kişi, neticeyi gördüğünde pişmanlıktan emin olur'.

Şeddad bEvs Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder:

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekerÖlümden sonrası için amel eder! Ahmak o kimsedir ki nefsini hevasının peşine takar ve Allah'tan, amelsiz olduğu halde makamlar ister3

Hadîste geçen "Dâne nefsehû' ibaresinin mânâsı nefsini hesaba çekmek demektir. (Kur'ânda geçen) yevmüddîn (tabiri) 'Hesap günü3 demektirNitekim Einnâ le medînûn 'Gerçekten biz hesaba çekilip cezalanacak mıyız?' (Sâffât/53) âyeti de bu mânâyı ifade etmektedir.

Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin! Amelleriniz tartılmadan önce amellerinizi tartın! En büyük mahkemeye hazırlanın!'

Ebû Musa el-Eş'arî'ye şu mektubu yazdılar: 'Şiddetle hesaba çekilmeden önce, genişlikte nefsini hesaba çek!'

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Ka'bu'l-Ahbar'a şöyle sordu:

- Sen muhasebeyi Allah'ın Kitabı'nda (Tevrat'ta) nasıl görüyorsun?

- Göğün hâkiminden yeryüzünün hâkimine azap olsun!' (diye görüyorum) .

Bu söz üzerine Hazret-i ÖmerKa'b'ul-Ahbâr'ı kamçısıyla döverek şöyle dedi:

- Ancak nefsini hesaba çeken bu hükmün dışındadır!

- Evet ey Mü'minlerin emiri! (Senin söylediğin bu cümle)

Tevrat'ta tam o hükmün yanında yazılıdırOnların aralarında 'Nefsini hesaba çeken' ibaresi vardır.

Bütün bu dediklerimiz, geleceğin muhasebesine işarettir; zira şöyle denilmiştir: 'Nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için amel eder!' Bunun mânâsı 'İşleri önce tart, takdir et, tedkik et, hakkında düşün, sonra yap!' demektir.

1) Irâkî hadîsin aslına rastlamadığını söylemektedir.

2) İbn Mübarek, Zühd

3) İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce

3. Murâbete'nin İkinci Makamı Olan Murâkabe

İnsan, nefsine nasihat edip, söylediklerimizi ona şart koştuktan sonra geriye, amellere daldığında nefsi murâkabe etmek, koruyucu göz ile onu gözetmek kalır; zira eğer nefis başı boş bırakılırsa azar, ifsâd ederBu bakımdan biz önce murâkabenin faziletini, sonra derecelerini zikredelim:

38-2

4. Murâkabe'nin Fazileti

Cebrâil (aleyhisselâm) , Hazret-i Peygamber'den İhsân'ın mânâsını sorduğunda, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

İhsan, sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk yapmandır!4

Allah'a, sanki görüyormuş gibi kulluk yap! Zira sen O'nu görmesen de O seni görür!5

Her nefsin yaptığı işin başında duranla (hiç bir şeyden haberi olmayan) bir mi? (Ra'd/33)

Allah'ın (kendisini daima) gördüğünü bilmiyor mu (o) ? (Alâk/14)

Şüphesiz Allah, sizin üzerinize de gözetleyicidir. (Nisa/l)

Emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler, şahidliklerini yaparlar. (Meâric/32-33)

İbn Mübarek bir kişiye 'Allah'ı gözet!' dediğinde kişi bu sözün açıklamasını istediCevap olarak dedi ki: 'Daima Allah'ı görüyor gibi ol!'

Abdülvahid bZeyd şöyle demiştir: 'Benim efendim benim üzerime murakıb olduğunda O'ndan başkasına aldırmam!'

Ebû Osman el-Mağribî 'Bu yolda İnsan oğlunun nefsine gerekli kıldığı en üstün şey muhasebe, murâkabe ve ilimle amelini idare etmesidir!' demiştir.

İbn Atâ 'İbadetlerin en üstünü vakitlerin devamı boyunca hakkı murâkabe etmektir!' demiştir.

Cerirî şöyle demiştir: 'Bizim bu işimiz iki esas üzerine bina edilmiştir: a) Nefsine Allah'ı murâkabe etmeyi gerekli kılman, b) Zâhirinde ilmin kaaim olmasıdır'.

Ebû Osman şöyle demiştir: Ebû Hafs bana dedi ki: 'Hak için oturduğunda kendi nefsine ve kalbine vâiz ol! Halkın etrafına toplanmasına aldanma! Zira onlar senin zâhirine bakarlarAllah ise senin bâtınına bakar'.

Hikâye olunuyor ki: Bir şeyhin genç bir talebesi vardıO zat bu talebesine ikram eder, kendisini diğer talebelerinden önde tutardıArkadaşlarından bazısı şeyhe dedi ki: 'Biz ondan daha yaşlı olduğumuz halde, nasıl (bizden daha fazla) ona ikram edersin?' Bunun üzerine şeyh birkaç kuş istediOnların herbirine bir kuş ve bir bıçak verdi ve dedi ki: 'Sizden herbiriniz kendisini kimsenin görmediği bir yerde kuşu kesip getirsin!' O gence de bir kuş ve bıçak verip diğerlerine dediğini ona da söylediDiğer talebeler kuşları kesip getirdiler, genç ise kuşu diri olarak getirdiŞeyh, gence 'Arkadaşların gibi neden kuşu kesmedin?' dediCevap olarak dedi ki: Hiç kimsenin beni görmediği bir yer bulamadımZira Allah her mekanda beni görüyordu!' Bu cevap üzerine, arkadaşları, gencin bu murakâbesine hayran kaldılarŞeyhe hitaben 'Bu arkadaşımız kendisine ikram etmene daha lâyıktır' dediler.

Hikâye olunuyor ki Zeliha, Yûsuf (aleyhisselâm) ile başbaşa kaldığında kalkıp evde bulunan bir putun yüzünü bir perde ile örttüYûsuf (aleyhisselâm) bu hareketinden dolayı Zeliha'ya dedi ki: 'Ne o cansız bir şeyden utanıyorsun da Cebbâr olan sultanın görmesinden utanmıyor musun?'

Bir genç bir cariyeden nefsini istediCariye ona dedi ki:

- Sen utanmaz mısın?

- Kimden utanayım! Beni yıldızlardan başka kimse görmüyorki!

- Acaba o yıldızları yaratan nerededir? Bir kişi Cüneyd-i Bağdâdîye şöyle sordu:

- Gözümü haram bakıştan nasıl koruyayım?

- Her şeyi görenin sana bakışının, senin bakışından daha önceolduğunu bilmenle!

Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Murâkabeyi ancak rabbinden gelen nasibinin yok olmasından korkan bir kimse tahakkuk ettirir'.

Mâlik bDinar şöyle demiştir: 'Adn bahçeleri Firdevs bahçelerindendirO bahçelerde Cennet çiçeğinden yaratılmış hûriler vardır'.

Mâlik'e 'O Adn cennetlerinde kim kalır?' diye sorulduMâlik cevap olarak dedi ki: Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Adn cennetlerinde günah işlemeyi düşündüklerinde benim büyüklüğümü hatırlayıp beni gözetenler kalırOnların belleri, benim korkumdan kamburlaşmıştırİzzet ve celâlime yemin ederim, ben yer ehline azap etmeyi düşündüğümde acıkmış ve korkumdan susamış kimselere bakınca onlardan azabı geri çeviririm'.

Muhâsibî'den murâkabenin mânâsı sorulunca, cevap olarak dedi ki: 'Murâkabenin başlangıcı, kalbin Allahü teâlâ'ya yakınlığını bilmektir!'

Mürteiş7 şöyle demiştir: 'Murâkabe her an ve her kelimede gaybı mülahaza etmek suretiyle sırrın gözetilmesidir'.

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ meleklerine şöyle buyurmuştur: 'Siz zâhirleri tedvirle memursunuzBen ise bâtının üzerinde murâkabe ediciyim'.

Muhammed bAli Tirmizî şöyle demiştir: 'Murâkabeni nazarından gaip olamadığın bir zat için yap! Şükrünü öyle bir zat için yap ki O'nun nimetleri senden kesilmezİbadetini öyle bir zat için yap ki O'na daima muhtaçsın! Eğilmeni öyle bir zata karşı yap ki O'nun mülkünden ve saltanatından dışarı çıkamazsın!'

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Kalp, kulun nerede olursa olsun Allah'ın kendisini gördüğünü bilmesinden daha üstün ve daha şerefli bir şeyle süslenmemiştir'.

Zatın birine 'Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut! İşte bu rabbinden korkanlara mahsustur' (Beyyine/8) ayetinin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir: 'Bunun mânâsı, işte bu, rabbinin (müşahedesini) gözeten, nefsini hesaba çeken, varacağı yer için azıklanan kimsedir!'

Zünnûn-i Mısrî'ye şöyle soruldu: 'Kul ne ile cennete gider?' Zünnûn şöyle dedi: Beş şeyle cennete girer:

1İçinde eğrilik olmayan bir istikametle.

2Unutkanlık olmayan bir çalışma ile!

3Allah'ı gizlide ve açıkta mülahaza etmekle!

4Ölüme hazırlanmak suretiyle ölümü beklemekle!

5Hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çekmekle!'

Şair bu mânâda şöyle demiştir: "Yalnız kaldığın zaman 'Ben yalnızım, beni kimse görmüyor' demeAllah'ın seni murâkabe ettiğini unutma! Bir an bile Allah'ın senden gâfil olduğunu, senin gizlediklerini bilemeyeceğini sanma! Günlerin süratle geçtiğini, bekleyenler için yarının çok yakın olduğunu görmüyor musun?!"

Humeyd et-Tavil8, Süleyman bAli'ye9 'Bana nasihat et' diye dilekte bulununca Süleyman ona 'Eğer tenha bir yerde Allah'a isyan ettiğinde O'nun seni gördüğüne inanıyorsan, büyük bir şeye cüret etmişsin! Eğer seni görmediğini sanmışsan, muhakkak kâfir olursun!' dedi.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Hiçbir gizli, kendisine gizli olmayan bir zatın murâkabesinden ayrılma! Vefayı kudret elinde tutan bir zattan ümidini kesme! Cezayı, tasarrufunda bulunduran bir zattan kork!'

Firkad es-Sencî10 şöyle demiştir: 'münafık kişi etrafına bakar, kimsenin kendisini görmediğini sandığında kötülüğe dalarO ancak insanlara bakar, Allah'a aldırmaz!'

Abdullah bDinâr 11 şöyle demiştir: 'Ömer bHattab ile beraber Mekke'ye doğru yola çıktıkYolun ortasında geceledikHazret-i Ömer'in yanına dağdan bir çoban inip geldiHazret-i Ömer, çobana şöyle dedi:

- Ey çoban! Şu sürüden bana bir koyun sat!'

- Ben köleyim!

- Efendine 'Kurt onu yedi!' dersin.

- O halde, Allah nerede!

Bu söz üzerine Hazret-i Ömer ağladı! Sonra ertesi gün efendisinin yanına giderek onu satın alarak azad etti ve şöyle dedi: 'Dünyada bu sözün seni azad ettiÜmit ederim ki bu söz âhirette de seni azad etsin!'

4) Buhârî

5) Ebû Nuaym

6) Bunun, Zeliha müslüman olmadan önce meydana gelmiş bir hâdise olduğuna dikkat edilmelidir.

7) Adı Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed'dir. Nişaburludur. Bağdad'da H. 328'de vefat etmiştir.

8) Adı Humeyd b. Ebî Hamid Ebî Ubeyde'dir. Basralı bir Tâbiîndir. H. 143'de ayakta namaz kılarken 75 yaşında iken düşüp vefat etmiştir.

9) Eşrafdan biri idi. Halifelerden Mansur'un amcası idi. H. 142'de 59 yaşında vefat etmiştir.

10) Ebû Yakub Basralı ve sâdık bir âbiddir. H. 131'de vefat etmiştir.

11) Bu zat, Adevî kabilesindendir. İbn Ömer'in azadlısıdır. H. 127'de vefat etmiştir.

38.3

5. Murâbete'nin Üçüncü Makamı Olan Muhâsebe-i Nefs

Biz önce muhâsebe'nin faziletini, sonra hakîkatini zikredelim Nefsi Hesaba Çekmenin Fazileti

Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve kişi yarın için ne (yapıp) göndermiş olduğuna baksın! (Haşr/18)

Bu âyet, geçmiş ameller üzerinde muhasebeye işarettirBu nedenle Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hesaba çekilmeden önce nefislerinizle hesaplaşın! Tartılmadan önce tartın!26

Haberde şöyle vârid olmuştur: Hazret-i Peygamber'e bir kişi gelip dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana nasihat et!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ona şöyle sordu:

- Nasihat kabul eden bir kişi misin?

-Evet

- Birşey yapmak istediğinde onun neticesini düşün! Eğer doğru ise, onu yap! Eğer yanlış ise, ondan sakın!27

Yine haberde şöyle vârid olmuştur: 'Akıllı bir kimse için dört saatin olması gerekir: O saatlarin birinde nefsini hesaba çekmelidir'.

Ey Mü'minler! Topluca Allah'a tevbe edin ki felaha kavuşasınız! (Nur/31)

Tevbe, yaptıktan sonra fiile bakıp fiilden ötürü pişmanlık duymaktır.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Andolsun, ben Allah'tan af talep ediyorumHatta günde yüz defa O'na tevbe ediyorum28

Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, Allah'ı ve azabını düşünürler, hemen bakarsın (gerçeği) görürler. (A'râf/201)

Hazret-i Ömer'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Gece olduğunda, ayaklarını kamçı ile döverek nefsine şöyle hitap ederdi: 'Sen bugün ne yaptın?'

Meymun bMihran'dan şöyle rivâyet ediliyor: 'Kul nefsini ortağından daha fazla hesaba çekmedikçe muttakî kimselerden olamazOrtaklar iş yaptıktan sonra hesaplaşırlar'.

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) vefat edeceği zaman kızı Âişe'ye şöyle demiştir: 'Benim nezdimde, insanların hiçbiri Ömer kadar sevimli değildir!'

Bu sözü söyledikten sonra Âişe'ye 'Ben ne söyledim?' dediBunun üzerine Hazret-i Âişe, onun söylediğini kendisine tekrarladıHazret-i Âişe'yi dinledikten sonra şöyle dedi: 'Benim nezdimde Ömer'den daha aziz bir kimse yoktur!'

Hazret-i Ebû Bekir'in konuştuğu söze nasıl dikkat edip düşündüğüne, onu başka bir kelimeyle nasıl değiştirdiğine dikkat et!

Ebû Talha'yı (Zeyd b. Eslem Ensârî) bahçesinde namaz kılarken bir kuş meşgul ettiğinde, pişman olduğundan ve elinden kaçırdığı fırsatın bedeli olur ümidiyle bahçesini Allah için sadaka verdi!

İbn Selâm bir yük odun sırtladıKendisine 'Ey Ebû Yûsuf! Senin çocukların ve hizmetkârların içinde bunu yapacaklar vardır. (Neden onlara yaptırmıyorsun da kendin yapıyorsun?) ' diye sorulduCevap olarak dedi ki: 'Nefsimi bundan hoşlanıp hoşlanmayacağı hususunda denemek istedim'.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'mü'min, nefsinin murâkıbıdırOnu Allah için hesaba çekerHesap, ancak nefislerini dünyada hesaba çekenler için hafif olurHesap ancak kıyâmet gününde muhasebe etmeksizin bu şeyi edinenler için zorlaşır'.

O bundan sonra, muhâsebe'yi açıklayarak şöyle demiştir: Mü'min kişiye ansızın birşey gelirO şey hoşuna gider ve şöyle der: 'Allah'a yemin olsun! Sen benim hoşuma gittin ve sen benim ihtiyacımdansınFakat nerede! Çünkü aramıza mâni girmiştir'.

İşte bu söz, amelden önce hesap demektir.

Yine Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Kişinin elinden birşey kaçarBunun üzerine nefsine dönerek şöyle sorar: 'Bununla neyi kasdettim? Yemin olsun, eğer Allah dilerse, bir daha buna yönelmem!'

Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor: Bir gün Ömer bHattab ile beraberken o bir bahçeye girdiAramızda bir duvar olduğu halde şunları söylediğini duydum: 'Hattab'ın oğlu Ömer, Mü'minlerin emiridir! Vay vay! Allah'a yemin ederim, ya Allah'tan korkacaksın veya Allah seni azaba düçar edecektir'.

Hasan-ı Basrî 'Yoo, daima kendini kınayan nefse and içerim'. (Kıyâmet/2) ayetinin tefsirinde demiştir ki: "Mü'min bir kimse ancak nefsini kınayıp 'Bu konuşmamla neyi irade ettim? Yememle neyi kasdettim? İçmemle maksadım neydi?' diye hesaba çekmeden önce Allah ile mülâki olmazFacir bir kimse ise, nefsini kınamadan ileriye atılır (!) "

Mâlik bDinar şöyle demiştir: "Allah o kula rahmet etsin ki nefsine 'Sen falan ve filan günahın sahibi değil misin?' deyip nefsini zemmederek, onun ağzına gem vurarak, Allah'ın kitabından ayrılmazDolayısıyla Allah'ın kitabı onun önderi olur".

(Yerinde geleceği gibi) bu, nefsin kınanmasındandır!

Meymun bMerham şöyle demiştir: 'Muttakî bir kimse, zâlim bir sultandan ve cimri bir ortaktan daha şiddetli bir şekilde nefsini muhasebeye çeker'.

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Nefsimi, meyvelerinden yediğim, sularından içtiğim, bakire hûrilerinin boynuna sarıldığım şekilde cennette farzettim. Sonra zakkumdan yediğim, irininden içtiğim, zincir ve bukağıların boynuma geçirildiği halde cehennemde farzettimBunun üzerine nefsime şöyle sordum:

- Ey nefis! Hangi şeyi istiyorsun?

- İstiyorum ki yeniden dünyaya gönderilmiş olayım ve sâlih biramel işleyeyim!

- Sen temenni ettiğinin içinde bulunuyorsunBu bakımdanamel et!

Mâlik bDinarHaccâc'ın bir hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: 'Hesap başkasının eline geçmeden önce nefsini hesaba çeken kimseden Allah razı olsun! Allah o şahıstan razı olsun ki amelinin geminden tutmuş, o amelden neyi kasdettiğini tedkik etmiştirAllah o şahıstan razı olsun ki ölçeğine, terazisine bakmış!' Haccâc beni ağlatıncaya kadar bunları saydı.

Ahmed bKays'ın arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor: Ahmed ile arkadaşlık yapıyordumOnun geceleyin bütün namazı dua idiO, çıranın yanına gelip parmağını ateşi hissedinceye kadar ateşin üzerine koyar, sonra nefsine hitaben (yaptıklarını sayarak) şöyle derdi: 'Ey Ahmetçik! Falan günde yaptığın harekete seni sürükleyen neydi? Filan günde yaptığın harekete seni zorlayan neydi?'

26) Ebû Nuaym, Hilye

27) İbn Mübarek, Zühd

28) Daha önce geçmişti.

6. Murâkabe'nin Hakîkati ve Dereceleri

Murâkabenin hakîkati Rakîb'i (murâkabe edeni) gözetmek ve himmetini tamamen ona çevirmektirBaşkasından ötürü herhangi bir işten sakınan bir kimseye 'Filan adamı murâkabe edip onun tarafını gözetti' denirBu murâkabeden gaye: kalbin bir durumudurO durum, marifet çeşitlerinden birinin meyvesidirAzalarda ve kalpte birtakım ameller meydana getirir.

Hal'e gelince o kalbin, rakibi (murâkabe edeni) gözetmesi, onunla meşgul olması, ona iltifat etmesi, onu mülahaza etmesi ve ona dönmesidir.

Bu hali meyve olarak veren marifet, Allah'ın kalplerdeki gizliliklere muttali olduğunu, kulların amellerini murâkabe ettiğini, her nefsin yaptığını tesbit etmek suretiyle o nefsin üzerinde kâim olduğunu bilmektirAllah hakkında bedenin görünür kısmının insanlara açık olduğu gibi hatta bundan daha açık bir şekilde kalbin sırlarının Allah'a açık olduğuna inanmaktırİşte bu marifet yakîne dönüştüğünde yani şüpheden uzak olduğunda kalbe galebe edip kalbi kontrol altına alırEvet ölümü bilmek gibi birtakım ilim vardır ki içinde şek ve şüphe olmadığı halde kalbe galebe çalmazMarifet bu şekilde kalbi istila ettiğinde, kalbi murâkabe edenin yönüne çeker, kalbin himmetini murâkabe edene çevirir!

Bu marifeti, yakîn haline getirenler, mukarreblerin ta kendileridirBunlar da sıddîklar ise 'Ashâb-ı Yemin'e bölünürler.

Bu bakımdan bunların murâkabesi iki derece üzerindedir:

Birinci Derece

Birinci derece, sıddîklardan olan mukarreblerin murâkabesidirBu murâkabe tâzim ve iclâl murâkabesidir.

Kalp, celâli düşünmekte tamamen dolar, Allah'ın heybeti altında kırılırOrada asla başkasına bakma imkânı kalmazBu murâkabe öyle bir murâkabedir ki onun amellerinin tafsilatı hakkında tartışmayı uzatmayacağızÇünkü o sadece kalpte tahakkuk eden bir murâkabedirAzalar ise, onlar mübahlara bile bakmaktan muattal olurlarNerde kaldı mahzurlulara bakmak? Azalar taatlarla harekete geçirildiğinde, kendileriyle iş görülen aletler gibi olurlarArtık doğruluk yolları üzerinde korumasında herhangi bir tesbit ihtiyacı kalmazBilakis çobanın tamamını elde eden, güdüleni düzeltirKalp ise, çobandırNe zaman ki mâbud ile dolarsa, azalar, zorluk olmaksızın istikamet üzerinde cereyan eden aletler olur.

Bu kimse himmeti bir olan ve dolayısıyla Allahü teâlâ tarafından diğer himmetlerin (derdin) den korunan bir kimsedirBu dereceye vâsıl olan bir kimse, bazen halktan gâfil olurÖyle ki gözlerini açtığı halde yanında hazır olanı görmezKulağında sağırlık bulunmadığı halde kendisine söylenileni dinlemezBazen mesela oğlu yanından geçer, oğluyla konuşmazHatta seleften bazısının üzerinde, bu hal cereyan ediyorduKendisini kınayan bir kimseye dedi ki: 'Yanından geçerken beri dürt!' Bu durum, uzak sayılacak bir durum değildir; zira sen bunun benzerini dünya sultanlarını tâzim eden kalplerde bile görürsün (!) Hatta sultanın hizmetkârları, sultanlara kalplerini şiddetli bir şekilde kaptırdıklarından, sultanların meclislerinde başlarından geçenlerin farkında olmazlarHatta bazen kalp basit bir işle meşgul olur, o hususta düşünceye dalıp giderÇoğu kez varmak istediği yeri geçer ve peşine düştüğü işi unutur!

Abdülvahid bZeyd'e (Basra'lı bir âbiddir) şöyle soruldu: 'Sen bu zamanda haliyle meşgul olup da halktan uzaklaşan birini biliyor musun?' Cevap olarak dedi ki: 'Ben bilmiyorum! Ancak bildiğim bir kişi vardırO da şu saatte sizin yanınıza gelecek'.

Bu sözünden az bir zaman sonra Utbetü'l-Gulâm içeri girdiAbdülvahid bZeyd ona dedi ki: 'Ey Utbe! Nerden geliyorsun?' 'Filan yerden geliyorum' dediOnun geldiği yol çarşıdan geçerdiAbdülvahid ona 'Yolda kimlerle karşılaştın?' dediO 'Hiç kimseyi görmedim!' dedi.

Hazret-i Yahya bir kadının yanından geçtiKadını itelediKadın yüz üstü yere düştüBunun üzerine Yahya'ya (aleyhisselâm) 'Niçin böyle yaptınız?' dedilerHazret-i Yahya 'Ben onu duvar sandım!' diye cevap verdi.

Bir kişi şöyle anlatıyor: 'Ok ile yarışan bir cemaatin yanından geçtimBiri onlardan uzak oturuyorduYanına vardımOnunla konuşmak istedimBana dedi ki:

- Allah'ın zikri daha hoştur.

- Tek başınasın!

- Beraberimde rabbim ve iki melek vardır!

- Şu kişilerden hangisi yarışı kazandı?

- Allah kimi affetmişse o!

- Yol nerede?

Göğe doğru işaret ederek kalkıp yürüdü ve şöyle dedi:

(Ey rabbim!) Senin kullarının çoğu senden uzaktır!

İşte bu, Allah'ın müşahedesiyle kalbi dolan bir kimsenin sözüdürBu kimse ancak Allah'tan konuşurAncak Allah yolundaki konuşmayı dinlerBu bakımdan böyle bir kimse dil ve azalarının murâkabesine muhtaç değildir; zira onlar ancak onda bulunan mânâ ile hareket ederler!

Şiblî, Ebû Hüseyin en-Nûri itikâfta iken huzuruna vardıOnu sakin, görünüşü güzel ve hareketsiz bir halde gördüKendisine 'Sen bu sükûnet ve murâkabeyi nerden aldın?' diye sorduEbû Hüseyin 'Bizim bir kedimiz vardı, ondan! O kedi avlanmak istediğinde deliğin kapısında nöbet bekler, kılı dahi kıpırdamazdı' dedi.

Ebû Abdullah bHafif12 şöyle anlatır: Mısır'dan çıkıp Ebû Ali el-Ruzubarî'yi13 ziyaret etmek için, Ramle'ye gitmek istedimZâhid diye bilinen Mısırlı Îsa bYunus bana dedi ki: 'Sur'da (Şam'da bir yerdir) , bir genç ile bir ihtiyar vardıİkisi murâkabe hali üzerinde bir araya gelmişlerdiEğer onlara gidersen onlardan istifade edersin!' Bu söz üzerine aç ve susuz olduğum, belime bağlı bir bez ve omuzlarımda birşey olmadığı halde, Sur'a gittim, camiye girdiğimde kıbleye yönelmiş oturan iki şahıs gördümKendilerine selâm verdimBana cevap vermedilerİkinciüçüncü defa selâmı tekrarladımYine selâmıma karşılık vermedilerBunun üzerine, 'Neden benim selâmımın cevabını vermiyorsunuz!' dedimBunun üzerine, genç olanı, başını kaldırarak bana baktı ve şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Dünya azdırAzdan da ancak azı kalmıştırO halde, azdan çoğu edin! Ey Hafif'in oğlu! Senin meşguliyetin ne az imiş ki boşalıp bizimle birleşmeye vakit buldun?' O bu sözüyle beni tesiri altına aldı! Sonra başını önüne eğerek murâkabeye daldı! Ben onların yanında öğle ve ikindiyi kılıncaya kadar kaldımDolayısıyla açlığım, susuzluğum ve yorgunluğum kalmadıİkindi zamanı olunca şöyle dedim: 'Bana nasihat et!' Bunun üzerine başını bana doğru çevirerek şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Biz musibetzedelerizBizde nasihat dili yoktur'Böylece onların yanında üç gün kaldımNe yedim, ne içtim, ne uyudumOnların da birşey yediğini veiçtiğini görmedimÜçüncü gün olunca kalbimden dedim ki: 'Bunların ikisine yemin verdireyim ki bana nasihat etsinler! Umulur ki onların nasihatlarından faydalanırım!' Bunun üzerine genç, başını kaldırıp bana şöyle dedi: 'Ey Hafif'in oğlu! Görünüşü sana Allah'ı hatırlatan, heybeti kalbine düşen, diliyle değil, fiiliyle sana nasihat eden bir kimsenin arkadaşı ol! Selâm sana! Kalk! Bizden ayrıl!'

İşte bu, kalplerine Allah'ın iclâl ve tâzimi galebe çalmış, kalplerinde Allah'tan başkasına yer kalmamış ve murâkabeye dalmış kimselerin derecesidir.

İkinci Derece

İkinci derece ashâb-ı yemin den olan muttakî kimselerin murâkabesidirBu kimselerin, Allah'ın zâhir ve bâtınlarına muttali olmasının yakîni kalplerine galebe çalmıştırFakat celâlin mülâhazası, onları sarhoş etmemiştirOnların kalpleri normal bir derecede kalmıştır, hallere ve amellere bakacak genişliktedirAncak o kalpler amelleri işlemekle beraber, murakabeden boşalmazlarEvet! Bunlara Allah'tan utanmak galip gelmiştir ve onlar ancak Allah hususundaki tahkik ve tesbitten sonra ilerler veya gerilerlerKıyâmette kendilerini rezil edecek her şeyden çekinirlerÇünkü onlar Allah'ın dünyada kendilerine muttali olduğunu bilirlerKıyâmeti görmeye ihtiyaç duymazlar.

İki derecenin değişikliği, müşahedelerle bilinir; zira sen halvet halinde, bazen birtakım ameller işlersinYanına bir çocuk veya bir kadın geldiğinde bilirsin ki bu gelen senin haline muttalidirOndan utanır, oturmanı düzeltir, hallerine dikkat edersinBu dikkatin gelenin büyüklüğünden değil, utanmaktan ileri gelir; zira gelenin müşahedesi, her ne kadar, seni sarhoş edecek ve kalbini tamamen kaplayacak derecede değilse de o müşahede sende hayali kabartırBazen de sultanlardan biri yanına gelir veya büyüklerden biri içeri girerDolayısıyla girenin büyütülmesi senin bütün kalbini kaplarÖyle ki onunla meşgul olmak için içinde bulunduğun herşeyi terkedersinBu davranışın ondan utandığın için değildir.

İşte Allah'ın murâkabesinde kulların mertebeleri böyle değişik olurKim bu derecede olursa o, bütün hareket, sekene, kalbindeki düşünce ve mülâhazalarında murâkabeye muhtaçtırKısacası; bütün tercihlerini mülâhaza etmelidirOnun burada iki bakışı vardır: Biri amelden önce, diğeri amel hakkındadır.

Amelden öncesine gelince, kişi kendisine görünen ve yapılmasından ötürü kalbini harekete geçiren şeyin sadece Allah rızası mı olduğuna, yoksa hevâ-i nefiste, şeytanın peşine takılmaktan mı ibaret olduğuna dikkat etmelidirBu bakımdan kişi hakkın nûruyla bu durum kendisine inkişâf edinceye kadar bunu tahkik ve tesbite çalışmalıdırEğer sadece Allah için bir şey ise onu yapmalı, Allah'tan başkası içinse Allah'tan korkup, O'ndan çekinmelidirOna rağbet ettiğinden dolayı da nefsini kınamalıdırNefsine, nefsinin kötü fiilini, rezil olması hususunda çalışmasını ve eğer Allah, nefsin yardımına yetişmeseydi kendi kendisinin düşmanı olduğunu hatırlatıp tanıtmalıdır.

Bu tesbit, beyanın hududuna varıncaya kadar işlerin başlangıcında farzdırHiç kimse, böyle bir tesbit yapmaktan müstağni değildir; zira haberde şöyle vârid olmuştur:

Ne kadar küçük olursa olsun, kulun hareketlerinin her birinde, kul için üç defter neşredilir:

Birinci defter 'neden?'

İkinci defter 'nasıl?'

Üçüncü defter de 'kim için?' defteridir.

Neden'in mânâsı; 'Neden bunu yaptın? Acaba Mevlân için bunu yapmak, senin üzerine farz mıdır? Veya hevâ-i nefsin için mi buna meylettin?' Eğer kişi, bu sualden kurtulursa; yani o hareketi yapmak Mevlâsı için gerekli ise, (bu takdirde) ikinci defterden sorulurBu bakımdan kendisine denilir ki: 'Sen bunu nasıl yaptın?' Zira Allah'ın her amelde bir şartı ve bir hükmü vardırO şart ve hükmün kaderi, vasfı ve sıfatı ancak bir ilimle bilinir! Bu bakımdan ona şöyle denir: 'Sen nasıl yaptın? Kesin bir ilimle mi? Yoksa cehalet ve zanla mı?' Eğer kişi, bu sualden kurtulursa üçüncü defter açılırO da ihlâsın istenilmesidirBu bakımdan kendisine şöyle denir: 'Bunu kim için yaptın? Acaba sırf Allah'ın cemâli ve Lâ ilâhe illâllah sözüne vefa göstermek için mi yaptın? ki o zaman senin ecrin Allah'a düşer veya mahlukların görmesi için mi yaptın? Eğer öyleyse ecrini o kimseden al! Veya acelece verilen dünyayı elde etmek için mi yaptın ki bu takdirde dünyadan olan nasibini sana tam olarak veririz veya unutarak, gaflet hâlinde mi yaptın ki bu takdirde senin amelin yanar, çaban boşa gider ve ecrin yok olurEğer benim gayrim için bunu yapmışsan benim azabıma ve ikabıma müstehak olursunZira benim kölemdin, verdiğim rızkı yer, benim nimetimle yaşardın. Sonra benden başkasına çalışırdınBeni dinlemedin, oysa şöyle demiştim:

Allah'tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A'râf/194)

Sizin Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezlerSiz rızkı Allah'ın katında arayınO'na ibadet edin ve O'na şükredin. (Ankebût/17)

İyi bilin ki, hâlis (katıksız) din yalnız Allah'ındır. (Zümer/3)

Kul, bu sorulara muhatap olacağını ve bu kınamalara maruz kalacağını bildiğinde sorguya çekilmeden önce nefsini sorguya çekerSorulan suallere cevaplar hazırlarKulun cevabı, doğru olmalıdırBunun için de tedkik ettikten sonra yapmalı veya yapmamalıdırDüşündükten sonra ancak parmağını veya kirpiklerini kıpırdatmalıdır.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Muaz'a hitaben şöyle demiştir:

Kişi, gözüne çektiği sürmeden, parçaladığı çamurdan ve kardeşinin elbisesine dokunmasından bile sorulacaktır14

Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Ashâb-ı kirâmdan biri bir sadaka vermek istediğinde önce tedkik ederEğer Allah içinse verirdi'.

Yine Hasan şöyle demiştir: 'Niyetinin ve himmetinin yanında durup düşünen bir kula Allah rahmet eylesin! Eğer niyeti Allah için ise (bu takdirde) düşündüğünü yaparEğer Allah'tan başkası için ise yapmaz'.

Sa'd (radıyallahü anh) , Selman-ı Fârisî'ye (radıyallahü anh) şöyle nasihat etmiştir: 'Kasdettiğin zaman kasdının yanında Allah'tan kork!15.

Muhammed bAli (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'mü'min bir kimse bir işi yapmak istediğinde duraklar, yavaşça hareket ederNiyetini tedkik ederGece odun toplayan bir kimse gibi değildir'.

İşte bu, murâkabe mertebesine ilk bakıştırBu bakıştan ancak kuvvetli ilim, amellerin sırlarını, nefislerin gizliliklerini ve şeytanın hilelerini çözen bir marifet sahibi kurtulabilirBu bakımdan şahıs nefsini, rabbini ve düşmanı olan İblis'i tanımadığında, hevâ-i nefsine uygun geleni bilmediğinde, hevâ-i nefse uygun gelenle Allah için sevdiği şeyin arasını ayırt etmediğinde, niyeti hâlis, düşünce ve hareketinde Allah'ı razı etmediğinde bu murâkabede sağlama varamazÇokları Allahü teâlâ'nın hoşuna gitmeyen hareketlerde bulunurOysa iyilik yaptıklarını sanırlar (!)

Öğrenilmesi mümkün olan bir hususta cahil olan bir kimsenin mazur olduğunu zannetme! Böyle bir kimse nasıl mazur olabilir? İlim öğrenmek her müslümana farzdırÂlimin iki rek'at namazı âlim olmayanın bin rek'atından daha üstündürÇünkü âlim kişi, nefsin âfetlerini, şeytanın hilelerini ve aldatma yerlerini bilir, onlardan korunurCahil ise, bunu bilmezÖyleyse ondan nasıl sakınabilir? Bu bakımdan cahil bir kimse daima zahmet içerisindedirŞeytan da bundan ötürü sevinmekte ve tepinmektedirCahillik ve gafillikten Allah'a sığınırızÇünkü cahillik her şekavetin başı ve her zararın temelidir.

Her kulun üzerinde Allah'ın hükmü (şudur ki) o kul bir şeyi yapmak istediğinde nefsini murâkabe etmeli, azalarıyla çalışmak istediğinde kendisini kontroldan geçirmelidirÖyleyse bu kul, o işin Allah için olduğunu, ilim nûruyla anlayıncaya kadar yapmaktan çekinir veya o hareketin hevâ-i nefis için olduğunu bilip ondan sakınır, kalbini o hususta düşünmekten meneder ve böyle bir işi yapmayı hatırından bile geçirmemeye dikkat eder; zira bâtıldaki ilk tehlike bertaraf edilmedikçe, bâtıla dalma isteğini artırırBu istek himmetin bâtıla yönelmesini gerektirirHimmetin yönelmesi ise niyetin kesinleşmesini gerektirirKesin niyet ise, o bâtılı bilfiil yapmayı, o bâtılı bilfiil yapmak ise, helâk olmayı ve Allah'ın gazabını gerektirirBu bakımdan şerrin tohumunu daha ilk kaynağında yok etmek gerekirO da insanın hatırına gelendir; zira hatırdan sonraki merhalelerin hepsi ona tabidirlerKul üzerinde bu müşkilleşince, iş karanlığa bürününce artık bir daha da o kula ilim nûruyla düşünmek mümkün olmazHevâ-i nefis vasıtasıyla şeytanın kandırmasından Allah'a sığınmalıdır.

Eğer kişi ictihâd etmek ve kendi kendine düşünmekten aciz kalırsa, din âlimlerinin nûruyla ışıklanmaya gitmelidirŞeytandan kaçtığı gibi dalâlete saptıran ve dünyaya yönelten âlimlerden kaçmalıdırHatta onlardan daha fazla kaçmalıdır; zira Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

Dünya sevgisinin sarhoş ettiği ve sevgiden uzaklaştırdığı bir âlimi benden sorma! Bu gibi âlimler insanların yollarını kesen kimseler gibidir.

Bu bakımdan dünya sevgisiyle, oburluğun şiddeti ve dünyaya dalmaktan ötürü kararmış kalpler Allah'ın nûrundan perdelidirler; zira kalp nûrlarının ışıklanma yeri rubûbiyyet huzurudurBu bakımdan o huzura arkasını çeviren oradan nasıl ışık alabilir? O huzurun düşmanına yönelen, o huzurdan nefret edene aşık olan oradan nasıl nûr edinir? O düşmanlar da dünyanın şehvetleridir.

Bu bakımdan mürîdin himmeti, ilmi güzelce yapması eğer dünyayı tamamen istemeyen âlimi bulamazsa dünyadan yüz çevirmiş veya dünyayı az isteyen bir âlimi aramaya koyulmaktır.

Nitekim Hazret-i Peygamber (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ, şüpheler vârid olduğunda tefrik edici gözü, şehvetler hücum ettiği anda kâmil olan aklı sever!16

Dikkat edilirse Hazret-i Peygamber, ayırdedici göz ile kâmil aklı bir araya getirmiştir; zira onların ikisi, hak nazarında birbirinden ayrılmazlarBu bakımdan şehvetlerden alıkoyucu aklı olmayan bir kimsenin şüphelerde tefrik edici gözü olamaz.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim bir günah işlerse, bir daha dönmemek üzere ondan bir akıl ayrılıp gider!17

Zaten insan zayıf akıl ile saadete ermiştir, onun miktar ve oranı nedir ki insan bir de onu günahları işlemek suretiyle mahvetmeye yelteniyor?

Amellerin âfetlerini bilmek şu zamanlarda tamamen yok olmuşturÇünkü insanlar bu ilimleri terketmişlerdirŞehvetlerinin arkasından gitmekte, kabaran husumetlerde halkın arasında hakem olacak ilimlerle meşgul olmaktalar ve bir de 'İşte fıkıh ilmi budur' derlerDolayısıyla dinin fıkhı olan bu ilmi, ilimler cümlesinden çıkarmışlardırSadece dünya fıkhına tecerrüd etmişler, o fıkıh ki onunla din fıkhına yer açılsın diye kalplerden meşgul edici şeylerin bertaraf edilmesi kasdedilirBu bakımdan dünya fıkhı ancak şu bahsettiğimiz fıkıh vasıtasıyla din fıkhının bir parçası olabilir.

Siz bugün öyle bir zamandasınız ki sizin bu zamanda en hayırlınız en fazla acele edeninizdirSizin üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda en hayırlınız, tahkik yapanınız olacaktır18

Ashâb-ı kirâmdan bir grup, Irak ve Şam ehline karşı olan savaşlara katılmaktan çekinmiştirÇünkü mesele onlar için çözülmez bir vaziyettedirSa'd bEbî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Usâme bZeyd, Muhammed bMesleme ve diğerleri gibi. . . .

Bu bakımdan şüpheli şeylerde duraklamayan bir kimse, hevâ-i nefsinin arkasına giden ve görüşünü beğenendirBöyle bir kimse Hazret-i Peygamber'in şu hadîsiyle vasıflandırdığı kimselerdendir:

İtaat edilen bir cimriliği, arkasından gidilen bir hevâ-i nefsi ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde, sadece nefsinle ilgilen!19

Kim tahkik ve tedkik etmeksizin, bir şüpheye dalarsa, o şu ayete ve şu hadîse muhalefet etmiştir:

Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme! (İsra/36)

Zandan sakın! Muhakkak ki zan, sözün en yalanıdır20

Hazret-i Peygamber bu zan ile, delilsiz bir zannı kasdetmiştirNitekim avam tabakasından bazı kimseler kendisine müşkil gelen bir meselede kalbinden fetva ister ve zannın arkasına takılırBu işin zorluğu ve büyüklüğü hakkında Hazret-i Ebû Bekir şöyle dua etmiştir: 'Yârab! Bana hakkı hak olarak gösterOnun arkasında gitmeyi nasip eyle! Bana bâtılı bâtıl olarak gösterOndan sakınmayı nasip eyle! Beni şüphede bırakma ki hevâ-i nefsime tabi olmayayım'.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: İşler üç durumdadır:

1Doğruluğu tebellür etmiştirOna tâbi ol!

2Yanlışlığı belli olmuştur! Ondan sakın!

3Senin için müşkil olan iştirOnu bilene havale et!

Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle demiştir:

Ey Allahım! Din hususunda ilimsiz konuşmaktan sana sığınıyorum21

Bu bakımdan Allah'ın kulları üzerindeki en büyük nimeti ilim ve hakkın keşfedilmesidirÎman ise hakkın keşfi ile ilmin bir çeşidinden ibarettir.

Allah'ın sana lütfu cidden büyüktür. (Nisa/11)

Allahü teâlâ, bu lütuftan ilmi kasdetmiştirEğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun! (Nahl/43)

Muhakkak ki bize düşen, doğru yolu göstermektir. (Leyl/12)

Sonra onu açıklamak da bize aittir. (Kıyâme/19)

Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. (Nahl/9)

Hazret-i Ali şöyle demiştir: "Hevâ-i nefis, körlüğün ortağıdırŞaşkınlık anında durup düşünmek Allah'ın tevfîkindendirÜzüntüyü kovalayıcı olarak yakîn ne güzeldir! Yalanın neticesi pişmanlıktırDoğrulukta selâmet vardırNice uzak vardır ki yakından daha yakındırDostu olmayan bir kimse gariptirSıddîk, o kimsedir ki gaybi doğrudurKötü zan seni dosttan mahrum bırakmasınSehâvet ne güzel ahlâktır! Hayâ her iyiliğe sebeptirKulpların en kuvvetlisi takvâdırKendisine yapıştığın sebebin en kuvvetlisi o sebeptir ki seninle Allah arasındadırDünyadan ancak kendisiyle âhiretini tamir ettiğin miktar senindir.

Rızık ikidir:

a) Senin kendisini kovaladığın rızık,

b) Bizzat seni arayan rızık.

Eğer sen ona varmazsan o sana gelir! Eğer sen, elinde isabet alandan irkilirsen, sana varmayan için irkilme! Olanla olmayan üzerine delil getir! Zira eşya birbirine benzerKişiyi, elinden kaçmayacak birşeyin elde edilmesi sevindirirElde edilmesi mümkün olmayanın elden kaçması üzerBu bakımdan dünyadan elde ettiğinle pek fazla sevinme! Dünyanda elinden kaçanın arkasından da gam yeme! Senin sevincin Allah'ın huzuruna gönderdiğin, üzüntün de geride bıraktığında olsunMeşguliyetin himmetin âhiret için olsun!"

Hazret-i Ali'nin bu sözlerini nakletmekteki gayemiz, şaşkınlık anında tevakkuf etmenin gerekli olduğunu belirtmektirTevfîk Allah'tandır.

O halde, murâkabe edenin birinci bakışı niyet ve hareketindeki bakışıdırO hareketin Allah için mi, yoksa hevâ-i nefis için mi olduğunu tedkik etmesidir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur:

Şu üç haslet kimde varsa, o imanını kemâle ulaştırmıştır: a) Allah hakkında hiçbir kınayanın kınamasından korkmazb) Amelinden hiçbir şeyle riyakârlık yapmazc) Kendisine iki şey arzolunduğunda onların biri dünya, diğeri âhiret için olursa âhireti dünyaya tercih eder22

Hareketlerinde kendisine keşfolunanın çoğunun mübah olmasıdırFakat bu onu ilgilendirmezHazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfi için onu terkeder.

Kendisini ilgilendirmeyeni terketmek, kişinin güzel müslümanlığındandır!

Murâkabenin ikinci bakışı, amele başladığında olan bakışıdırBu da ancak keyfiyetini tedkik etmekle olur ki Allah'ın ameldeki hakkını yerine getirsinOnu tamamlamak hususundaki niyetini güzelleştirsinOnun suretini kemâle erdirsinMümkün olduğu en güzel şekilde onu yapabilsinBu durum, bütün hallerinde ondan ayrılmazÇünkü o bütün hallerinde, hareket ve sükûndan uzak değildirBu bakımdan Allahü teâlâ bütün bunlarda murâ kabe ettiğinde niyet, güzel fiil ve edebin gözetilmesiyle ibadetini yapmaya muktedir olurMesela eğer oturuyorsa kıbleye doğru oturması uygundur.

Meclislerin en hayırlısı o meclistir ki onunla, kıbleye yönelinir.

Bağdaş kurmamalıdır; zira sultanların huzurunda bağdaş kurarak oturulmazOysa sultanların sultanı (Allah) onun durumuna muttalidir.

İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: "Bir defasında bağdaş kurarak oturdumGaibden şöyle diyen bir ses işittim: 'Sultanlarla böyle mi oturuyorsun?' Bundan sonra bağdaş kurarak oturmadım".

Eğer yatıyorsa, kıbleye yönelik olduğu halde sağ kolu üzerinde yatmalıdırBununla beraber ilgili yerlerde zikrettiğimiz diğer edeplere de riayet etmelidirBütün bunlar murâkabeye dahildirHatta def-i hacet yaparken bile murâkabeyi yerine getirmek için, onun hedeflerini de gözetmelidirDurum bu olunca, kul ya ibadet veya masiyet veya mübah içerisinde olmaktan uzak olamazÖyleyse ibadet, ihlâs, ikmâl, edebe riayet etmek, ibadetleri âfetlerden korumak ile murâkabesi tamam olurEğer masiyet içindeyse murâkabesi tevbe, pişmanlık, günahtan çekinmek, hayâ ve düşünmekle iştigal etmekle olur.

Eğer mübahın içinde ise, murâkabesi edebe riayet ettikten sonra nimetin içinde nimet vereni müşâhede edip nimet verene şükür etmekle olur!

Kul, bütün hallerinde sabrı gerektiren bir beladan uzak değildirAynı zamanda şükrü gerektiren bir nimetten de emin değildirBütün bunlar murâkabedendirHatta kul, her durumda üzerinde olan bir ilâhî farîzadan kurtulamazBu farîza ya derhal yapması gereken bir fiildir veya terketmesi gereken bir mahzurdur veya Allah'ın affına acelece varmak için teşvik edilen bir mendubtur o mendub hususunda Allah'ın kullarıyla yarışır veya bir mübahtır ki onda bedenin sıhhati, kalb salâhı, ibadetin yardımcısı vardırBunların her birinin murâkabenin devamıyla gözetilmesi gereken bir sınırı vardır.

Bunlar Allah'ın hudutlarıdırKim Allah'ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur. (Talâk/l)

Bu bakımdan kul nefsini bütün vakitlerinde şu üç kısım hakkında tedkik etmelidir: Ne zaman ki farzlardan boşalıp faziletleri yapmaya kudreti yetiyorsa, amellerin en faziletlisiyle meşgul olmak için onları araması gerekir; zira elde etmeye kudreti olduğu halde, fazla kâr elinden kaçan bir kimse zarar etmiş sayılır! Kârlar ise, faziletlerin meziyetleriyle elde edilirBundan ötürü kul, dünyasından âhireti için azık edinir.

Dünyadan olan nasibini unutma! (Kasas/77) Bütün bu, bir saatlik sabır ile mümkün olur; zira saatler üçtür:

A) Geçmiş bir saattir ki ister meşakkat, ister saadet içerisinde geçsin, onun içinde kula bir zorluk yoktur.

B) Gelecek bir saattir ki daha gelmemiştirKul, o saat gelinceye kadar yaşayıp yaşamayacağını bilmez ve yine o saate Allahü teâlâ'nın ne gibi bir hüküm vereceğini de bilmez!

C) Kesinleşen bir saattir ki onun içinde nefsiyle mücâhede etmesi ve o saatte rabbini murâkabe etmesi gerekir.

Mü'min bir kimsenin sadece üç şeye tamahı olur: 1Âhiret için azıklanmaya, 2Bir maîşet için ıslâha, 3Haram olmayan bir şeyden lezzetlenmeye. . . 23

Bu mânâdaki şu hadîse de uymalıdır:

Akıllı bir kimsenin dört saatinin olması gerekir: a) Rabbine münacât ettiği saatb) Nefsini hesaba çektiği saatc) Rabbinin yarattığı mahlukât üzerinde tefekkür ettiği saatd) Yemek ve içmek için boşaldığı saat24

Zira kendisi için bu saatte, diğer saatlere yardım eden bir durum vardır! (. . . . ) Çünkü orada azaları yemek ve içmekle meşguldür, o saatte amellerin en faziletlisi olan bir amelden boş olmamalıdırO amel de zikir ile fikirdir; zira yediği yemekte (mesela) öyle acaiplikler vardır ki eğer onları düşünür ve sezerse, bu seziş onun için azalarla yapılan amellerin çoğundan daha üstündürBurada insanlar birçok kısımlara ayrılırBir kısmı vardır ki ona basiret ve ibret gözüyle bakarlarO yemek sanatının acaipliklerinde, hayat sahiplerinin onunla nasıl yaşadıklarına, Allahü teâlâ'nın onun sebeplerini takdir etmesinin keyfiyetine ve ona teşvik eden servetlerin yaratılışına ve o hususta şehvete teshir edilen aletlerin yaratılışına bakıp düşünürlerNitekim biz bunun bazısını Şükür Kitabı'nda, tafsilatıyla zikretmiştikBu makam, akıl sahiplerinin makamıdır.

Bir kısım vardır ki o yemeğe, nefretle bakarlarOnda mecburiyet yönünü düşünürlerOndan müstağni olmayı isterlerFakat buna rağmen nefislerini mecbur ve onun şehvetlerine müsahhar olarak görürlerBu makam zâhidlerin makamıdır.

Bir kısım vardır ki sanatın içinde sanatkârı görürOndan Yaradanın sıfatlarına terakki ederlerBu bakımdan onun müşahedesi fikrin birçok kapılarını hatırlamaya vesile olurOnun sebebiyle, onlar için o kapılar açılırBu makam ise, makamların en yücesidirBu makam âriflerin makamlarından ve muhiblerin alâmetlerindendir zira muhib olan bir kimse dostunun sanatını, kitabını, telifini gördüğünde, sanatı unutur, kalbiyle sanatın sahibiyle meşgul olurOysa kulun içerisinde kıvrandığı herşey Allah'ın sanatıdırEğer kendisi için melekût kapıları açılırsa ustaya bakması için geniş bir imkân olurFakat bu durumun meydana gelmesi cidden nadirdir.

Dördüncü bir kısım vardır, o yemeğe rağbet ederler ve obur davranırlarO yemekten ellerinden kaçan kısım için üzülürlerHazır bulunan kısımla sevinirlerOnlardan hoşlarına gitmeyenleri kötülerlerYapanı zemmederlerHem pişirileni, hem de pişireni kınarlarPişirilenin de pişirenin de fâilinin Allah olduğunu, Allah'ın izni olmaksızın, onun mahlûklarından bir şeyi kötüleyenin Allah'ı kötülemiş olduğunu bilmezler.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Dehr'e küfretmeyiniz! Çünkü Allahü teâlâ, dehr'in ta kendisidir!25

İşte bu ikinci murabete, amelleri daimî ve kesintisiz bir vaziyette murâkabe etmekle meydana gelirBunun izahı oldukça uzundurBizim söylediklerimizde esasları bilen bir kimse için yol üzerinde uyarma vardır.

12) Adı Ebû Abdullah Muhammed b. Hafif’dir. Şirazlıdır. H. 371'de vefat etmiştir.

13) Adı Ahmed b. Muhammed'dir. Mısır'da ikamet etmiştir. Orada H. 322'de vefat etmiştir.

14) Daha önce geçmişti.

15) İmâm-ı Ahmed, Hâkim

16) Ebû Nuaym

17) Daha önce geçmişti.

18)

19) Daha önce geçmişti.

20) Kaynağı bulunamadı.

21)

22) Ebû Mansur Deylemî

23) İmâm-ı Ahmed, İbn Hıbbân ve Hâkim

24) Daha önceki hadisin bir parçasıdır. (Irâkî)

25) Müslim, "Allah dehr'in sahibi ve dehr'in içinde cereyan eden hâdiselerin mûcidi" demektir. Bu, müteşabih hadîslerdendir.

7. Amelden Sonra Muhâsebe-i Nefs'in Hakîkati

Kulun, günün başlangıcında hakkı tavsiye etmek üzere nefsiyle anlaştığı bir vakti olduğu gibi günün sonunda da bir saati olmalıdır ki, o saatte nefsi muâhaze etmeli, durumlarını muhasebeye çekmelidirNitekim dünyada, tüccarlar ortaklarıyla her sene veya her ay veya her gün bu şekilde hesap görürlerTüccarlar dünyaya harîs olduklarından ve ellerinden kaçması kendileri için daha hayırlı olan bir şeyin kaçmasından korktuklarından dolayı böyle yaparlarOysa o dünyalığı elde etseler bile, ancak az bir müddet ellerinde kalabilirO halde, akıllı bir kimse ebedî saadet ve şekavetin tehlikesiyle ilgili olan konularda nefsini nasıl hesaba çekmez? Bu umursamamazlık ancak gaflet, mahrumiyet ve az tevfîke mazhar olmaktan kaynaklanırBöyle bir felaketten Allahü teâlâ'ya sığınırız.

Ortakla hesaplaşmaya oturmanın mânâsı; sermayenin tedkik edilmesi, kâr ve zarara bakılması demektir ki kendisi için fazlalık, eksiklikten görünsünEğer kâr olursa onu alır, ortağına teşekkür ederEğer bir zarar olursa ortağını kefil kılarİleride o zararı kapatmayı ona yüklerİşte farz borçlarında ve o borcun kârı olan nafilelerde ve zararı olan günahlarda da kulun sermayesi böyledirBu tür ticaretin zamanı, bütün gündürBu, kötülüğü emreden nefisle yapılmış bir anlaşmadırBu bakımdan önce nefsini farzlar için hesaba çekmelidirEğer nefis farzları gereği gibi edâ etmişse, bu hareketten dolayı Allah'a şükür ve nefsi onun benzerini yapmaya teşvik etmelidirEğer nefis farzları terketmişse, farzların kazasını nefisten istemelidirEğer nefis eksik olarak onları edâ etmişse, eksikleri nafilelerle kapatmaya nefsi zorlamalıdırEğer nefis herhangi bir masiyeti irtikâb etmişse, nefsi cezalandırmak, azap vermek ve kınamakla meşgul olmalı ki nefis eksiklikleri telafi etsinTıpkı tüccarın, ortağına karşı bir habbenin (para birimi) ile bir kıratın (para birimi) hesabını sorduğu gibi. . .

Dolayısıyla fazlalık ve eksikliğin giriş noktalarını korur ki onların hiç birinde zarar etmesinNefsin zararından ve hilesinden de böyle korunması gerekirÇünkü nefis aldatıcıdırBu bakımdan nefisten önce, bütün gün konuştuklarının hesabını sormalıdırKıyâmette başkasının eline geçecek hesabı bizzat kendisi, nefsiyle görmelidirİşte bakışını, kalbine gelenleri, düşüncelerini, kalkışını, oturuşunu, yemesini, içmesini ve uykusunu böylece tedkik etmelidirHatta susuşunu, duruşunu kontrol etmelidirNefis, bütün vâcib vazifelerini bildiği ve kendi kanaatine göre bu husustaki vâcibleri edâ etmeye kudretli olduğu kesinleştiği miktarda da onun için hesap olurBöylece nefsin aleyhindeki geri kalan kısım kendisine görünürBu bakımdan ortağın açığını kalbine ve defterine yazdığı gibi, bunları nefsin aleyhine tesbit edip kalbinin sahifesine yazmalıdır. Sonra nefis borçludurOndan, borçlarını alması mümkündürO borçların bir kısmını onu kefil kılmak suretiyle alırBir kısmını da geri vermek suretiyleBir kısmını da ondan ötürü nefse ceza vermek suretiyle alabilirBu alış şekillerinin hiçbiri, hesabı tedkik etmeden ve geri kalanı, vâcib olan haktan ayırmadan mümkün değildirBu hâsıl oldu mu bundan sonra nefisten istemek ve almak ile meşgul olmalıdır. Sonra nefsi bütün hayatından ötürü, gün gün, saat saat görünür ve görünmez bütün azalar hakkında hesaba çekmesi uygundur.

Tevbe bSamt nefsini hesaba çeken bir zattıBir gün hesap etti, altmış yaşında olduğunu gördüBu senelerin günlerini hesap etti, yirmibirbinbeşyüz (21. 500) gün olduğunu gördüBir çığlık kopararak şöyle dedi: 'Vay hâlime! Sultanlar sultanının huzuruna yirmi birbin (21. 000) günah ile varacağım! Acaba her günde onbin (10. 000) günah varsa ne olacaktır?' Bunları söyledikten sonra düşüp bayıldıYanına varıp baktıklarında ölmüş olduğunu gördülerBunun üzerine gaibden şöyle diyen bir ses işittiler: 'En yüce Firdevs sana müjdeler olsun!'29

Nefsini, alıp verdiği nefeslerden, her saatta kalbi ve azalarıyla yapmış olduğu günahlardan hesaba çekmesi gerekir.

Eğer kul, her işlediği günaha karşılık evine bir taş atsa, kısa bir müddette evi taş ile dolardıFakat günahlardan korunmak konusunda ihmalkârlık yaparOysa (sağ ve solundaki) melekler onun yaptıklarını aleyhine kaydederlerAllah onun yaptıklarını teker teker sayarOysa o unutmuştur.

29) Beyhâkî, Şuab'ul-Îman

8. Murâbete'nin Dördüncü Makamı Olan Kusurlarından Ötürü Nefsi Kınamak

Kişi nefsini hesaba çektiğinde günah işlemekten ve Allah hakkında kusur yapmaktan nefsi sağlam değilse, onu ihmal edip başıboş bırakması uygun değildir; zira eğer kişi nefsini ihmal ederse, günahları işlemek nefis için kolaylaşırNefis, günahlara alışırArtık bir daha onu günahtan menetmek zorlaşırBu da nefsin helâkine sebep olurNefsi kınaması ve cezalandırması uygundurBu bakımdan şüpheli bir lokma yediğinde, karnı aç bırakmak suretiyle onu cezalandırmalıdırMahrem olmayana baktığında gözünü bakıştan menetmek suretiyle cezalandırmalı ve böylece bedeninin her azasını şehvetten menetmek suretiyle cezalandırmalıdırÂhiret yolunun yolcuları bu âdete sahip idiler.

Nitekim Mansur bİbrahim'den şöyle rivâyet edilmiştir: Âbidlerden biri bir kadınla konuştuElini kadının baldırınadeğdirecek kadar işi ilerletti. Sonra pişman olduCeza olarak elini kuruyuncaya kadar ateşin üzerinde bıraktı.

Rivâyet ediliyor ki İsrailoğulları'nın içinde havrasında ibadet eden biri vardıBöylece uzun bir zaman ibadet etti, Bir gün dışarıya çıkınca gözüne bir kadın iliştiKadına vuruldu ve kadının yanına inmek istediO esnada, Allah daha önce geçmiş ilâhî bir inayetiyle onun yardımına yetişti ve dolayısıyla kendi kendisine şöyle sordu: 'Yapmak istediğin bu hareket nedir?' Böylece kendine geldiAllahü teâlâ onu korudu, dolayısıyla pişman olduAyağını havraya çekmek istediğinde kendi kendisine şöyle dedi: 'Bu ne uzak, ne uzak! Bir ayak ki Allah'a isyan etmeyi istediği halde dışarı çıkmıştır, o benimle beraber havraya mı dönecektir? Allah'a yemin ederim, bu katiyyen olmaz'Böylece ayağını havranın kapısına asılı olduğu halde dışarıda bıraktıAyak çürüyüp düşünceye kadar yağmurlar, rüzgârlar, kar ve güneş altında kaldıBundan ötürü Allahü teâlâ'ya şükretti ve Allahü teâlâ semavî kitabların birinde bu kişiden bahsetti.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İbn Kurtenî'den dinledim, şöyle diyordu: "Bir gece cenabet oldumGusletmek ihtiyacını duydumGece de oldukça soğuktuNefsimde guslü geciktirmek isteğini hissettimBöylece nefsim sabah oluncaya kadar gecikmemi, suyu ısıtmamı veya hamama gitmemi bana telkin ettiBen de nefsimi bir türlü yenemiyordumBu durumdayken şöyle bağırdım: 'Yazıklar olsun! Ben hayatım boyunca Allah'a ibadet etmiş olayım, benim üzerime bir hak farzolsun ve o hakkı edâ etmek azmini kendimde göremeyeyimNefsimde duraklama ve gecikme bulayım!' Böylece sırtımdaki gömleğimin içinde yıkanacağıma ve gömleğimi sıkmayıp güneşte kurutmayacağıma dair yemin ettim".

Hikâye olunuyor ki Gazvan30 ile Ebû Musa el-Eş'ari (radıyallahü anh) bir yolculukta bulunuyorlardıBu esnada bir cariyenin nâmahrem bedeni gözüktü, Gazvan ona baktıBundan ötürü gözü çanağından fırlayacak gibi olduO da gözünü elleriyle kapadı ve şöyle dedi: ' (Ey göz) sen sana zarar verene çokça bakıcısın!'

Seleften biri bir kadına, bir kere baktıBu hatadan dolayı hayatı boyunca soğuk su içmemeyi nefsine ceza olarak verdiNefsini sıkıntıya sokmak için sıcak su içip duruyordu.

Hikâye ediliyor ki; Hasan bEbî Sinan bir köşkün yanından geçerek şöyle demiştir: 'Acaba şu köşk ne zaman inşa edilmiştir?' Bu sözünden sonra başladı nefsini kınamaya. . . Nefsine hitaben dedi ki: 'Seni ilgilendirmeyen konuları soruyorsun! Allah'a yemin ederim, sana ceza olarak tam bir sene oruç tutmayı tatbik edeceğim!' Böylece bir sene oruç tuttu.

Mâlik bDeygam şöyle demiştir: 'Ribah Kays31 ikindi namazından sonra gelip babamdan sual sormak istedi, uyuyor dedikBu sözüme karşılık olarak 'Bu saatten sonra uyku ha! Bu uyku zamanı mı?' dedi. Sonra dönüp gittiBiz arkasından bir adam göndererek 'Onu senin için uyandıralım mı?' dedikGönderdiğimiz adam geldi ve bize şöyle dedi: "O benden herhangi birşey dinlemeyecek kadar meşgul bulunuyorMezarlığa girerken ona yetiştimNefsini kınayıp şunları söylüyordu: "Sen 'şu saat uykunun vakti midir?' dedin? Acaba böyle demek senin vâzifen mi? Kişi istediği zaman uyurSen onun uyku zamanı olmadığını nereden bileceksin? Bilmediklerini ne diye konuşuyorsun? Allah'ın benim üzerimde bir va'di vardırOnu hiçbir zaman bozmayacağımUyku için bir sene yere yatmayacağımAncak bitab düşürücü bir hastalık veya akılsızlık hâli bundan müstesna! Bunu da sana kötülük etmek için yapıyorumEy nefis! Utanmıyor musun? Ne zamana kadar kınanacaksın? Hâlâ da dalâletinden uyanmayacak mısın?"

Sonra benim yanında olduğumu sezmeksizin ağlamaya başladıOnun bu durumunu görünce kendisini haliyle başbaşa bıraktım!"

Temîm ed-Dârî bir gece uyuya kalıp teheccüd namazını kılmadıO gece yattığının cezası olarak bir sene boyunca bütün geceleri uykusuz geçirerek ibadet etti.

Hazret-i Talha'dan şöyle (radıyallahü anh) rivâyet ediliyor: Günün birinde bir kişi gittiElbisesini çıkardıKızgın kumlara yattı ve nefsine şöyle dedi: 'Tat! Cehennem ateşi, hararet bakımından, daha şiddetlidirGece leş gibi, gündüz de tembel mi duruyorsun?' O bu haldeyken Hazret-i Peygamber ansızın bir ağacın gölgesinde göründüBunun üzerine Hazret-i Peygamber'e gelip (halini şöyle) ifade etti: 'Nefsim bana galebe çaldı da ondan böyle yaptım!' Bu cevap üzerine, Hazret-i Peygamber ona şöyle dedi:

Seni yapmış olduğun hareketten kurtaracak bir çare yok mu? Senin için göklerin kapıları açıldıAllah seninle meleklerine karşı iftihar etti.

Sonra ashâb-ı kirâm'a hitaben şöyle buyurmuştur: 'Kardeşinizden azıklanın!' Bu söz üzerine, ashâbdan bir kişi Talha'ya 'Ey falan! Benim için dua et!' dediBu manzara karşısında, Hazret-i Peygamber, ona hitaben 'Onların hepsini duanın kapsamına al!' dediBu emir üzerine Talha (radıyallahü anh) şöyle dua etti: 'Yârab! Takvâyı onlar için azık yap! Onların işini hidayet üzerinde topla!' Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber de (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Onu dosdoğru kıl!' Bu manzara karşısında kişi de 'Ey Allahım! cenneti onların dönüş yeri yap!' dedi32

Huzeyfe bKatade el-Meraşî şöyle anlatıyor: Bir kişiye 'Şehvetlerinde nefsine ne gibi bir muamele yapıyorsun?' diye sorulduCevap olarak dedi ki: 'Yeryüzünde, benim nezdimde, ondan daha fazla nefret ettiğim bir nefis yokturBu bakımdan ben nasıl onun isteklerini ona veririm?'

İbn Semmâk, Dâvud-u Tâi evinde can çekişirken, Dâvud'un huzuruna varıp 'Ey Dâvud! Hapsolunmazdan önce nefsini hapsettinAzap olunmadan önce nefsine azap çektirdinİşte bugün, çalıştığın zatın sevabını görürsün' dedi.

Vehb b. Münebbih'ten şöyle rivâyet ediliyor: Adamın biri bir zaman âbidlik yaptı. Sonra Allah'a bir ihtiyacı başgösterdiDolayısıyla yetmiş cumartesi kalktı, (ibadet etti) , her cumartesi onbir hurma yiyor. Sonra Allahü teâlâ'dan ihtiyacını istiyorduAllah ona ihtiyacını vermediBöylece nefsine dönerek şöyle dedi: 'Sendengeldim! Eğer sende hayır olsaydı muhakkak ihtiyacın sana verilirdi!' Bunun üzerine yanına bir melek indi ve ona 'Ey Âdem'in oğlu! Senin şu saatin geçmiş ibadetinden daha hayırlıdırAllahü teâlâ senin ihtiyacını yerine getirdi' dedi.

Abdullah bKays şöyle anlatıyor: "Biz bir savaşta bulunuyordukDüşmanla karşı karşıya geldiğimizde, gaibden gelen bir ses 'Düşmana karşı saf tutmaya kalkın' dediFırtınalı bir günde düşmanla karşı karşıya geldikO anda önümde bulunan bir kişi, nefsine hitap ederek şöyle diyordu: 'Ey nefsim! Ben falan ve filan savaşta bulunmadım mı? Sen orada bana helâk olur, aile efradın kimsesiz kalırlar deyip de kendine itaat ettirerek o savaştan kaçmadın mı? Ben falan falan savaşta orada da aynı vesveseyi verdin, ben de sana uyarak geri döndümAllah'a yemin ederim, bugün seni Allahü teâlâ'ya arzedeceğim. Ya seni alır veya salıverir!'

Ben kendi kendime 'Bu kişiyi bugün gözetleyeceğim' diye karar verdimDolayısıyla onu gözetledimBir ara İslâm orduları düşmana saldırdılarO kişi de ön saflarda bulunuyordu. Sonra düşman tarafından hücuma geçildiMüslümanlar geri çekildiği halde o yerinden kıpırdamadıBu durum birkaç defa tekrarlandığı halde o yerinde durup savaşıyorduAllah'a yemin ederim, o düşüp şehid oluncaya kadar bu minval üzere devam ettiBedeninde ve bineğindeki yaraları saydımAltmış veya daha fazla mızrak darbesi bulunuyordu".

Biz Ebû Talha (radıyallahü anh) el-Ensârî'nin namaz içinde kalbi bahçesindeki öten kuşla meşgul olup kaç rek'at kıldığını bilmediğinden, bunun kefareti olarak bahçesini sadaka verdiğini ve yine Hazret-i Ömer'in her gece kamçısıyla ayaklarını döverek 'bugün ne yaptın?' diye sorduğunu daha önce zikretmiştik.

Mecma'dan33 şöyle rivâyet ediliyor: Hazret bir gün başını kaldırıp baktıBu arada gözü bir kadına iliştiBundan dolayı nefsine, dünyada kaldıkça, başını kaldırmamayı adadı.

Ahnef b. Kays, geceleyin çıradan ayrılmıyorduParmağını çıra ateşine tutup nefsine 'Filan gün filan işi yapmaya seni zorlayan neydi?' diye sorardı.

Vuheyb34 bVerd gördüğü birşeyi nefsinde hor telâkki edince göğsünün üzerinde bulunan kılların bir kaçını yolduDolayısıyla canı acıdı. Sonra nefsine şöyle hitap etti: 'Rahmet olasıca! Ben ancak senin için hayrı irade ettim'.

Muhammed bBişr35 Dâvud-u Tâî'yi iftar zamanında tuzsuz ekmek yerken gördü'Tuz da yeseydin olmaz mıydı?' diye sordu.

Dâvud 'Nefsim beni bir seneden beri tuz yemeye davet ediyorDâvud dünyada kaldıkça nefsine tuzun zevkini tattırmayacaktır' dedi.

İşte isabetli fikir sahiplerinin nefislerini cezalandırmaları böyleydiHayret edilecek nokta şudur: Sen köleni, cariyeni, aile ve çocuğunu, onlardan sâdır olan kötü ahlâktan ve kusurlarından ötürü cezalandırıyorsunEğer onları affedersen durumlarının senin kontrolünden çıkmasından ve sana karşı gelmelerinden korkuyorsun! Oysa en büyük düşmanın olan nefsini ihmal ediyor, sana en şiddetli saldırganlığı yapan ve ailenin saldırganlığından daha büyük zarar veren nefsi ihmal ediyorsunÇünkü aile efradının gayeleri, sana dünya maişetini bulandırmaktırEğer düşünürsen anlarsın ki maişet, âhiret maişetidir ve âhirette sonsuz ve daimî nimet vardırÂhiret maişetini ise senin için bulandıran sadece nefsindirBu bakımdan nefsin başkasından daha fazla cezaya müstehaktır.

30) Ashâb-ı Kirâm'dan Gazvan isimli birisi bilinmemektedir; ancak Tabiînden Gazvan bUtbe bGazvan el-Mazinî vardır ve babası meşhur bir sahabî'dirMuhtemelen burada o kasdedilmektedir. (İthâfu's-Saâde)

31) Adı Ebû Mehasır Riyali b. Amr'dır.

32) İbn Eb'id-Dünya, (hadîs-i munkatı veya hadîs-i mürsel)

33) Adı Mecma b. Samganî et-Teymî'dir. Muttakî bir zattır. "

34) Abdulvehhab Ebû Umeyye el-Mekkî. Vuheyb künyesiyle şöhret bulmuştur.

35) Kûfelidir, güvenilir ve hafız bir zat idi. H. 203'de vefat etmiştir.

MURÂKABE VE MUHÂSEBE konusu devamı;