İnsanın, Kusurlarını Bilmesinin Yolu
Allahü teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiği zaman, ona nefsinin ayıplarını gösterir. Bu bakımdan basireti keskin bir kimseye ayıpları gizli kalmaz. Ayıpları bildiği zaman da tedavi etme imkânı olur. Fakat halkın çoğu nefislerinin ayıbını bilmekten câhildirler. Onlardan birini görürsün ki kardeşinin gözündeki çapağı görür de kendi gözündeki merteği görmez. O halde nefsinin ayıplarını bilmeyi isteyen bir kimse için dört yol vardır:
Birinci Yol: Nefsin ayıplarını bilen, âfetlerin gizliliklerine muttali olan ve basiret sahibi olan bir şeyhin huzurunda oturmalı, onu nefsine hâkim kılmalıdır. Nefisle yapılan mücâhedelerde onun işaretlerine tâbi olmalıdır. Bu şeyhle müridin durumu, öğretmenle talebenin durumu gibidir. Öğretmen ve şeyhi kendisine nefsinin ayıplarını ve tedavi yolunu öğretir. Bu zamanda böyle bir öğreticinin bulunması çok zordur.
İkinci Yol: Dosdoğru bir dost istemektir. Basiret sahibi, dindar bir dost. . . O dostu kendi üzerine gözetleyici tâyin etmelidir ki o dost, onun durum ve fiillerini kontrol etsin, ahlâk ve fiillerinden, zâhir ve bâtın ayıplarından hoş görmediklerine dikkatini çeksin! Din sahasının imamlarından olan büyükler ve akıllı kimseler böyle yaparlardı.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) derdi ki: 'Allah o kişiden razı olsun ki benin ayıbımı bana gösterir!' Ömer (radıyallahü anh) Selman-ı Fârisî'den ayıplarını sorardı. Selman, Hazret-i Ömer'e geldiği zaman Hazret-i Ömer Selman'a 'Hoşuna gitmeyen ne gibi fiillerim sana nakledildi? ' dedi. Selman 'Ne olursun bu hususta bana birşey sorma' dedi. Ömer buna rağmen durmadan ısrar etti ve bunun üzerine Selman şöyle dedi:
-Benim kulağıma geldiğine göre, sen bir sofrada iki katık bulunduruyormuşsun. Senin iki elbisen varmış! Birisini gündüz, öbürünü de gece giyiyormuşsun!
-Senin kulağına bundan başka şeyler de geldi mi?
-Hayır!
-Ben bunların ikisinden de kurtuldum.
Hazret-i Ömer, Huzeyfe b. Yemân'a şöyle sordu: 'Sen Rasûlüllah'ın münâfıklar hakkında sırdaşısın. Acaba bende münâfıklık eserinden birşey görüyor musun?' Hazret-i Ömer, derecesinin yüksekliğine, kıymetinin azametine rağmen nefsine bu kadar ithamda bulunuyordu. Bu bakımdan aklen gelişen, rütbece büyük olan herkesin, nefsini takdir etmesi pek az, itham etmesi de pek fazladır. Fakat bu da pek nâdir görünür. Dostlara yağcılığı terkeden pek azdır.
Dostunun ayıbını söyleyen veya hasedi bırakan, gereken miktardan fazlasını söylemeyen pek azdır. Bu bakımdan senin dostların arasında hasedden sıyrılan veya ayıp olmayanı bir gareze binaen ayıp gören veya müdahene ederek bazı ayıplarını senden gizleyen kimseler vardır.
Dâvud et-Tâî halktan uzaklaştı. Kendisine denildi ki: 'Neden halkla beraber olmuyorsun?' Cevap olarak şöyle demiştir: 'Ayıbımı benden gizleyen kimseleri ne yapayım!'
Dindarların şehveti (zevki) , başkasının uyarmasıyla ayıplarını görüp uyanmalarıdır. Bizim gibiler öyle bir duruma gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir. Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir. Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz, kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: 'Sen de filan filan şeyleri yaptın!' Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası, îman zafiyetidir. Bu bakımdan biz, Allahü teâlâ'nın bizi doğruya hidayet etmesini, ayıplarımızı bize göstermesini, bizi ayıplarımızı tedavi etmekle meşgul etmesini, ayıplarımız hususunda bizi uyarana teşekkür etmeye bizi muvaffak kılmasını, minnet ve faziletiyle temenni ve niyaz ederiz.
Üçüncü Yol: Nefsinin ayıpları veya marifeti hususunda düşmanlarının dilinden istifade etmektir. Zira düşman gözü, daima ayıpları açığa vurur. İnsan, ayıplarını haykıran düşmanından, kendisini öven, medh u senâsını yapan ve ayıplarını gizleyen yağcı bir dosttan daha fazla faydalanır. Ancak tabiat, düşmanı yalanlamak, söylediklerini hasede yormak üzere yaratılmıştır. Fakat basiret sahibi bir insan düşmanlarının sözünden faydalanmayı abes görmez. Zira onun kötü tarafları muhakkak düşmanlarının diliyle yayılır.
Dördüncü Yol: Halk ile oturup-kalkmasıdır. Halk arasında gördüğü kötülükleri nefsinde aramalı ve nefsinde de bu kötülüğün olduğu düşüncesiyle hareket edip onu silmelidir. Çünkü müslüman, müslümanın aynasıdır. Müslüman başkasının ayıplarından önce kendi ayıbını görür. Bilir ki tabiatlar, nefsin hevasına tâbi olmak hususunda birbirine yakındır. Emsal ve akranından herhangi birisinde bulunan bir sıfatın esası veya ondan daha büyüğü veya ondan bir parça mutlaka diğerinde de vardır. Bu bakımdan nefsini incelemeli, başkasında görüp de hoşuna gitmeyen sıfatlardan temizlemelidir. Bu şekilde edeplenmek yeter de artar bile. Çünkü eğer insanlar, başkasından görüp de hoşlanmadıkları şeyleri bırakırlarsa, artık başka bir edep vericiye muhtaç olmazlar.
Hazret-i isa'ya (aleyhisselâm) 'Sana kim edep öğretti?' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Bana hiç kimse edep öğretmedi. Ancak câhilin cehaletini çirkin gördüm ve cehaletten sakındım, hepsi o kadar!'
Şimdiye kadar söylediklerimizin tümü ârif, zeki, nefsinin ayıplarını bilen, dinde şefkatli ve nasihatçi olan, nefsini temizledikten sonra Allah'ın diğer kullarının nefislerini temizlemek ve onlara nasihat etmekle meşgul olan bir şeyhe rastlamayan bir kimsenin çıkar yollarıdır. Bu bakımdan herhangi bir kimse yukarıda belirtilen nitelikte bulunan bir şeyhe rastlarsa, doktoru bulmuştur, ondan ayrılmasın. Onu hastalığından kurtaracak olan o doktordur. Onu, içinde bulunduğu helâktan ancak o doktor kurtarır!
Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde Şehvetlerin Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller
Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde Şehvetlerin Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller ve Basiret Erbabının Naklî Delilleri ile Kalplerin Hastalığının Şehvetlere Tâbi Olmak Olduğu
İbret gözüyle bizim söylediklerimizi düşündüğün takdirde basiretin açılacaktır. Sana kalplerin, hastalıkları ve ilaçları, ilim ve yakîn nûru ile görünecektir. Eğer bundan âciz isen, hiç olmazsa taklid edilmeye lâyık olan bir kimseye inanma ve tasdik etme fırsatını kaçırmamalısın. Çünkü ilmin derecesi olduğu gibi îmanın da derecesi vardır. İlim imandan sonra gelir.
Size 'Kalkın!' denilince kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)
Bu bakımdan şehvetlere muhalefet etmenin Allah'a giden yegâne yol olduğunu tasdik eden, fakat sebebine ve sırrına muttali olmayan bir kimse, îman edenlerdendir. Ne zaman şehvetin daha önce zikrettiğimiz yardımcılarına muttali olursa, o vakit ilim sahiplerinden sayılır. Allahü teâlâ bu iki gruba da en iyiyi va'detmiştir. Buna îman etmeyi gerektiren ayetler, hadîsler ve âlimlerin sözleri ise sayılamayacak kadar çoktur!
Ayetler
Kim de rabbinin makamından korkmuş ve nefsini kötü heveslerden alıkoymuşsa, onun barınağı da cennettir. (Nâziât/40-41)
Bunlar o kimselerdir ki Allah kalplerini takvâ için imtihan etmiştir. (Hucurât/3)
Ayetin 'o kalplerden şehvetlerin sevgisini çıkarmıştır' anlamına geldiği söylenmiştir.
Hadîsler
Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mü'min bir kimse beş şey arasında kıvranmaktadır: 1. Kendisini kıskanan bir Mü'min, 2. Kendisine buğzeden bir münâfık, 3. Kendisiyle dövüşen bir kâfir, 4. Kendisini dalâlete götüren bir şeytan, 5. Kendisiyle çekişen bir nefis!43
İşte görüldüğü gibi Rasûlüllah, nefsi, sahibiyle çekişen bir düşman olarak belirtmiştir. Bu bakımdan kişiye nefisle mücadele etmek farzdır.
Rivâyet ediliyor ki, Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Arkadaşlarını şehvetlerden sakındır; zira dünya şehvetleriyle ilgili bulunan kalpler benden perdelidir'.
Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Görmediği bir va'd için hazır şehvetini terkedene cennet vardır!'
Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) cihaddan gelen bir kavme şöyle buyurmuştur:
'Sizlere merhaba! Siz küçük cihaddan büyük cihada döndünüz!' Denildi ki: 'Büyük cihad da neymiş?' Şöyle buyurdu: 'Nefisle cihad etmektir'. 44
Mücâhid odur ki, Allah'a ibadetinde nefsiyle mücâhede eder. 45
Eziyetini nefsinden uzaklaştır. Allah'a karşı olan günahta nefsinin hevâsıyla anlaşma! Aksi takdirde nefis, kıyâmet gününde senin hakkında davacı olur. Bu takdirde senin bir kısmın diğer bir kısmına lânet okur. Eğer Allah seni affedip günahını örterse, o zaman başka!46
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Süfyân es-Sevrî şöyle der: 'Nefsimden daha katı birşey ile boğuşmadım. Bazen bana taraftar gözüküyor, bazen de aleyhime dönüyor!'
Ebû Abbas el-Mevsilî nefsine derdi ki: 'Ey nefis! Dünyada padişahların çocuklarıyla beraber nimetlenmiyorsun. Allah'ın kullarıyla beraber âhiret için de çalışmıyorsun. Sanki cennet ile cehennem arasında hapsedilmişsin. Ey nefis! Utanmaz mısın?'
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Serkeş hayvan senin nefsinden daha fazla kuvvetli bir geme muhtaç değildir!'
Yahya b. Râzî şöyle demiştir: 'Nefsinle, riyazet kılıçlarıyla cihad et! Riyazet de dört şekilde yapılır: Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve insanların eziyetine tahammül göstermekle. . . Az yemek şehvetleri öldürür, az uyku iradenin durulmasını sağlar, az konuşma belâlardan kurtarır, eziyete göğüs germek ise, insanı hedefine götürür. Kul için, cefa anında hilim göstermekten, eziyet sırasında sabır göstermekten daha zahmetli bir durum sözkonusu değildir. Nefiste şehvetlerin ve günahların iradesi harekete geçtiği, fazla konuşma isteği kabardığı zaman, ona karşı az yemenin kılıçlarını, teheccüd ve az uykunun kınından çekip, sükût ve az konuşmanın erleriyle darbeler indirdiğin, zulüm ve intikamdan kesilinceye, diğer insanlar arasında emin olup, şehvetlerinin karanlığından berraklaşıp, âfetlerin tehlikelerinden kurtuluncaya kadar bu darbelere devam ettiğin takdirde nefis nâzik, nûranî, hafif ve rûhanî olur, hayırlar meydanında cevelân eder, taat ve ibâdet yollarında yürür, tıpkı meydanda koşan safkan at gibi, tıpkı bahçede gezintiye çıkan padişah gibi. . . '
Yine şöyle demiştir: İnsanın düşmanları üç sınıftır:
1. Dünyası
2. Şeytan
3. Nefsi
Dünyadan ancak zühd vasıtasıyla korunur ve sakınır. Şeytandan muhalefet etmek suretiyle, nefisten de şehvetleri terketmek suretiyle korunabilir'.
Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'Bir kimsenin nefsi kendisine galebe çalar, onu istila ederse, o şehvetlerin kuyusunda esir olur, hevâsında hapsedilir. Elleri bağlı, şehvetlerin elinde zelil olur. Şehvetler onu istediği istikamete çeker. Onun kalbini faydalardan meneder'.
Câfer b. Humeyd şöyle demiştir: Âlimler, ve hekimler ittifak etmişler ki nimete ancak nimeti terketmek suretiyle varılabilir'.
Ebû Yahya el-Varrak şöyle demiştir: 'Azalarını şehvetlerle razı eden bir kimse, kesinlikle kalbine pişmanlıklar ağacını dikmiştir'.
Vuheyb b. Verd şöyle demiştir: 'Yavan ekmekten başka şeyler şehvettir'. Yine şöyle demiştir: 'Kim dünya şehvetlerini seviyorsa zillet için hazırlansın'.
Rivâyet ediliyor ki, Mısır Azîzi'nin hanımı -Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) yeryüzünün hazinelerine sahip olduktan sonra- bir merasim gününde, yolunun kenarında oturarak, memleketin oniki bin ileri geleninin arasında binici olarak merasime iştirak eden Hazret-i Yûsuf'a şöyle haykırdı: 'Padişahları günahtan ötürü köle yapan, köleleri de ibâdet ve taatlerinden ötürü padişah yapan Allah'ın şanı yücedir! Muhakkak ki hırs ve şehvet padişahları köle yapmıştır. Müfsidlerin cezası budur. Muhakkak ki sabır ve takvâ, köleyi padişah yapmıştır!' Buna karşılık olarak -Allahü teâlâ'nın haber verdiği gibi- Hazret-i Yûsuf şöyle dedi:
Doğrusu kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, muhakkak ki Allah, muhsinlerin mükâfatını zayi etmez. (Yûsuf/90)
Cüneyd-i Bağdâdî der ki: "Bir gece uyanıp virdlerimi yapmaya kalktım. Fakat daha önceki virdlerimden hissettiğim zevki bir türlü bulamadım. Uyumak istedim olmadı, oturdum. Bir türlü rahat edemedim. Sonra dışarı çıktım. Baktım ki bir kişi abasına bürünmüş, yolun kenarında uzanmakta. . . Beni farkettiği zaman şöyle dedi:
-Ey Ebû Kasım! Şu saatte mi bana gelecektin?
-Efendim! Daha önce bir randevumuz yoktu.
-Evet! Doğru söylüyorsun. Fakat ben Allahü teâlâ'dan diledim ki benim için senin kalbini harekete getirsin.
-Senin duan kabul olundu. Söyle bakalım ihtiyacın nedir?
-Ne zaman nefsin hastalığı, nefis için ilaç olur?
-Nefis, hevâ ve isteğine muhalefet ettiği zaman. . .
Bu sefer kendi nefsine dönüp şöyle dedi: 'Ey nefsim! Dinle! Ben bu cevabı sana yedi defa verdiğim halde benden dinlemek istemedin. İlle Cüneyd-i Bağdâdî'den dinleyeceğim dedin. İşte dinledin'. Sonra savuşup gitti ve kim olduğunu da bilemedim".
Yezîd Rakkaşî der ki: 'Dünyada iken soğuk suyu benden uzaklaştırın, bu takdirde umarım ki âhirette ondan mahrum olmam'.
Adamın biri, âdil halife Ömer b. Abdulaziz'e 'Ben ne zaman konuşayım?' dedi. Ömer şöyle dedi: 'Nefsin konuşmayı istediği zaman sus! Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cennete müştak olan bir kimse mutlaka dünyada şehvetlerinden fedakârlık etmelidir".
Mâlik b. Dinar pazarda gezerken nefsinin çektiği birşey gördüğü zaman, ona şöyle hitap ediyordu: 'Sabret! Allah'a yemin ederim, bu şeyi nezdimde şerefli olduğun için sana yedirmiyorum'.
Âlim ve hakîmler ittifak ettiler ki âhiret saadetinin yolu, nefsi hevâsından alıkoymak ve şehvetlere muhalefet etmektedir. Bu bakımdan buna böylece inanmak farzdır.
Şehvetlerden terkedilen ve terkedilmeyen kısımların ayrıntılarının bilgisine gelince, bu ancak bizim daha önceden söylediklerimizi kavramak suretiyle elde edilir. Riyâzetin sırrı; kabirde olmayan bir şeyle nefsin ferahlaması, zaruret miktarıyla yetinmesidir. Bu bakımdan kişi yemek, evlenmek, elbise, mesken ve muhtaç olduğu herşeyde ihtiyaç miktarı ve zaruretin gerektirdiği oranla yetinmelidir. Çünkü kişi, bunların birinden zevk alırsa, ona alışır. Öldüğü zaman ondan dolayı dünyaya yeniden gelmeyi temenni eder. Oysa dünyaya yeniden gelmeyi, ancak âhiretten hiçbir şekilde nasibi olmayan bir kimse temenni eder. Bundan kurtuluş ancak kalbin Allah'ın marifeti, sevgisi, Allah hakkında düşünmesi ve Allah'a iltica ile meşgul olmasıyla mümkündür. Buna güç yetirmek de ancak Allah'ın inayetiyle olur. Dünyadan zikre mâni olan şeyleri uzaklaştırmak ile yetinmelidir. Bunun hakikatine kuvvet ve kudreti olmayan bir kimse, hiç olmazsa bu duruma gelmek için gayret gösterip yaklaşmalıdır. İnsanlar bu hususta dört gruba ayrılır:
1. Kalbi Allah'ın zikriyle müstağrak olmuş bir kişi. Yaşamın zarurî kısımları hariç, dünyaya hiç de iltifat etmez. Bu kişi sıddîklardandır. Bu mertebeye ancak uzun riyazetle ve uzun bir zaman şehvetlere sabretmekle varılabilir.
2. Dünyanın kalbini istilâ ettiği bir kişi. Öyle istilâ etmiş ki artık onun kalbinde Allah'ın zikrine yer kalmamıştır. Allah'ı, sadece nefsin hatırlaması kabilinden anar. Yâni kalbiyle değil, diliyle zikreder. Böyle bir kimse helâk olanlardandır.
3. Hem din, hem de dünya ile meşgul olan bir kişi. Fakat din kalbine galiptir. Bu kişi, muhakkak ateşe girer. Ancak ateşten çabuk kurtulur. Kurtuluşu, zikrin kalbine galip geldiği nisbette gerçekleşir.
4. Din ve dünya ile birlikte meşgul olan bir kişi. Fakat dünya onun kalbine daha galiptir. Bu kişinin ateşte kalması oldukça uzundur. Fakat sonunda ateşten çıkar. Çünkü onun kalbinde Allah'ın zikrinden bir kuvvet vardır. O kuvvet, zikri onun kalbinin özüne yerleştirmiştir. Her ne kadar dünya zikri, bu kalpte daha galip ise de. . .
Ey Allahım, rezil olmaktan sana sığınıyorum. Çünkü sığınak ancak sensin!
Bazen kişi diyebilir ki 'mübah şeylerden faydalanmak mübahtır. Durum böyleyken mübah şeylerden faydalanmak nasıl olur da Allah'tan uzaklaştırmaya sebep olur?'
Bu hayâl, zayıf bir hayâldir. Hatta dünya sevgisi her hatanın başıdır. Her hasenenin (sevabın) yanmasına sebeptir. İhtiyaç miktarından fazla olan mübah da dünyadandır ve bu, insanın Allah'tan uzaklaşmasına vesile olur. Bu husus Zemm'id-Dünya adlı bölümde sözkonusu edilecektir.
İbrahim Havvas der ki: "Bir ara Lukam dağında (Şam'ın en yüksek dağıdır. Âbid ve sâlihlerin sığınağı idi) bulunuyordum. Orada bir nar gördüm, canım çekti, ondan bir tane alıp parçaladım, ekşi olduğunu görünce bıraktım. Yere serilmiş bir kişi gördüm. Onun üzerinde eşek arıları toplanmışlardı. Ona 'Sana selâm olsun' dedim. O da 'Ey İbrahim! Sana da selâm olsun' diye karşılık verdi! Ona dedim ki: 'Sen benim İbrahim olduğumu nerden bildin?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'ı tanıyan bir kimseye hiçbir şey gizli kalmaz'. Ona dedim ki: 'Senin Allah ile hâlinin ve durumunun ne olduğunu görüyorum. Öyleyse neden Allahü teâlâ'nın seni şu eşek arılarından korumasını istemiyorsun?' Cevap olarak bana dedi ki: 'Ben de senin Allah ile hâlinin ne olduğunu görüyorum. Sen neden nara olan tutkundan seni korumasını kendisinden dilemedin? Çünkü nar yemenin elemini insan âhirette duyacaktır. Eşek arılarının ısırmasının elemini insan bu dünyada duyar'. Bu sözlerden sonra onu bırakıp gittim".
Sırrî es-Sakatî dedi ki: -Kırk seneden beri nefsim bir lokma ekmeği pekmeze daldırıp yemeyi arzu ediyor. Fakat bunu ona yedirmedim'.
Âhiret yoluna sülûk için kalbin ıslahı, ancak mübah şeylerden tıkabasa yemekten sakınmaya bağlıdır. Çünkü nefis, mübahların bir kısmından menedilmediği zaman, bu sefer mahzurlu ve haram şeylere yönelir. Bu bakımdan dilini gıybetten, fuzulî konuşmaktan korumak isteyen bir kimsenin Allah'ın zikrinden ve dinin önemli işlerinden başka konuşmamak için dilini zorlaması gerekir ki konuşma arzusu ölsün ve ancak hak ile konuşabilsin. Bu bakımdan böyle bir kimsenin sükût etmesi de konuşması da ibâdettir. Ne zaman ki göz, her güzel şeye bakmayı âdet edinirse helâl olmayanlara bakmaktan da korunamaz. Diğer şehvetler de böyledir. Çünkü insanoğlu helâli ne ile istiyorsa aynı şeyle haramı da ister. Bu bakımdan şehvet birdir. Oysa kula, şehveti haramdan menetmek farzdır. O halde kul şehvetlerin ancak zarurî kısmıyla yetinmeye nefsini alıştırmazsa, şehvetler ona galebe çalar. İşte bunlar mübahların âfetlerindendir. Bunun arkasında bundan daha büyük âfetler vardır. Şöyle ki, nefis dünyadan faydalanmakla sevinir, dünyaya meyleder. Çılgınca dünyaya dadanır. Dünya ile sarhoş olur ki sarhoşluğundan gözünü açamayan bir sarhoş gibi dünya ile ağzına kadar dolar. İşte dünya ile bu şekilde sevinmek, öldürücü bir zehirdir. Damarlara sirayet eder. İnsanın kalbinden korku ve üzüntüyü, ölümü hatırlamayı ve kıyâmetin dehşetlerini çıkarır. İşte kalbin ölümü bu demektir.
Öldükten sonra huzurumuzda hesap vereceklerini ummayıp da dünya hayatına razı ve onunla emniyet içinde olanlar ve ayetlerimizden gâfil bulunanlar. . . (Yunus/7)
(Mekkeliler) dünya hayatı ile sevindiler. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı ancak bir yol azığıdır. (Ra'd/26)
Biliniz ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlât yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, onun bitirdiği nebat, çiftçilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. İşte hayatı bu şekilde olan kimse için âhirette şiddetli bir azap, Mü'minler için ise Allah'tan bir mağfiret ve bir rıza vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir. (Hadîd/20)
Bütün bunlar dünyayı zemmetmektedir. Bu bakımdan biz Allahü teâlâ'dan, dünyadan uzak kalmayı isteriz. Kalp erbabının kuvvetlileri, dünyanın nimetleriyle kalplerini denemişler, kalplerinin katılaştığını görmüşlerdir. Allah'ın zikrinden ve son günden etkilenmekten uzaklaştığını müşahede etmişlerdir. Bir de kalplerini üzüntü hâlinde denemişler, bu sefer kalplerini yumuşak, ince, berrak, zikirden etkilenecek kabiliyette görmüşler ve kurtuluşun üzüntüde, ferah ve sevginin sebeplerinden uzaklaşmakta olduğunu anlamışlardır. Bu bakımdan kalplerini dünya zevklerinden menetmişler. Kalplerini şehvetlerin helâl ve haramına sabretmeye alıştırmışlardır.
Yine bilmişler ki, şehvetin helâli hesaptır. Haramı ise ikab ve azaptır. Şüpheli kısımları ise itabdır. İtab ise, azabın bir türüdür.
Bu bakımdan kıyâmet arasatında hesaba çekilen bir kimse muhakkak azaba uğrar. Bütün bunları bildikleri için nefislerini azaptan kurtardılar. Şehvetlerin esaretinden kurtulmak, Allah'ın zikrine alışıp ibâdetle meşgul olmak suretiyle hürriyete, dünya ve âhirette daimî mülke vardılar. Doğan kuşuna ne yapılıyorsa onlar nefislerine onu tatbik ettiler. Doğan kuşunun eğitilip, yırtıcılık ve vahşilikten kurtulması, sahibine itaat etmesi istendiği zaman, önce karanlık bir evde hapsedilir. Uçmaktan ümidi kesilinceye kadar gözleri bağlanır. Daha önce başı boş uçma alışkanlığını unutuncaya kadar bu durum devam eder. Sonra sahibine alışıncaya kadar yavaş yavaş et yedirilir. . . Öyle bir alışkanlık kazanır ki sahibi kendisini çağırdığı zaman derhal gelir. Ne zaman sahibinin sesini işitirse derhal dönüş yapar. İşte nefis de halvet ve uzlete çekilip alışkanlıklarından kurtulmadan Allah'a yakınlaşamaz. Halvette iken Allah'ı medh u senâ edip zikretmeye alıştırılır ki Allah'ın zikrine meyletme alışkanlığı, dünya ve diğer şehvetlerle olan alışkanlıklarının yerini alsın. Bu durum, başlangıçta müride gayet ağır gelir. Sonuçta ise, mürid tıpkı süt emen çocuk gibi zevk almaya başlar. Süte karşı şiddetle zaafı olduğu halde memeden kesilir. Oysa memeden kesildiği zaman, bir saat sabredemez, dehşetli bir şekilde ağlayıp üzülür. Süt yerine kendisine takdim edilen yemekten şiddetle kaçınır. Fakat sütten menedildiği zaman süte karşı sabretmekten dolayı yorgunluğu çoğalıp açlık kendisine galebe çaldığı zaman, zoraki bir şekilde yemeye başlar. Sonra yemek kendisine tabiîleşir. Eğer yemeye alıştıktan sonra meme verilirse kabul etmez, memeyi terkeder. . . Sütten tiksinir, yemeğe iyice alışır. Binek hayvanı da başlangıçta eğerden, gem ve binilmekten ürker. Zorla buna alıştırılır. Önce zincir ve kayışlar vasıtasıyla kabul etmekten kaçındığı eğere daha sonra alışır. Öyle ki eğer yerine konduğu zaman artık o hayvancağız, bağlamaksızın eğerin altında durur. Nefis de tıpkı bu şekilde kuşun ve binek hayvanının terbiye edildiği gibi terbiye edilir. Nefsin terbiye edilmesi, dünya nimetine bakmaktan, onlara alışıp sevinmekten menedilmesidir. Hatta ölümle elinden gidecek şeylerle sevinmekten menedilmesidir. Zira nefse denilmiştir ki, 'İstediğini sev, muhakkak ondan ayrılacaksın'. Bu bakımdan nefis birşeyi sevdiğinde, muhakkak o sevdiğinden ayrılacağını bildiği zaman, artık onun ayrılmasından dolayı üzülmez. Kalbini kendisinden ebediyyen ayrılmayacak şey ile meşgul eder. O da Allah'ın zikridir. Çünkü Allah'ın zikri kabirde de insana arkadaşlık yapar, ondan ayrılmaz.
Bütün bunlar önce birkaç gün sabretmekle tamamlanır. Zira ömür, âhiret hayatının müddetine nisbeten azdır. Sefer, sanat ve benzerlerini öğrenip bir sene veya uzun zaman faydalanmak için, bir ay zahmet çekmeye razı olmayan akıllı bir kimse göremezsin. İnsan ömrünün tamamı, âhiret hayatına nisbet edildiği zaman bir ayın, dünya ömrüne nisbeten azlığından daha az görünür. Bu bakımdan sabretmek ve mücahedede bulunmak lâzımdır. Gece yolculuk yapanlar sabah olduğu zaman, gece yolculuğundan memnun olurlar. Uykusuzluğun sersemliği de onlardan geçmiş olur.
Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bunu böyle söylemiştir. Her insan için mücâhede ve riyazetin yolu durumlarının değişik olması nedeniyle değişik olur. Esası ise, herkesin sevinmesine vesile olan dünya sebeplerini terketmesidir. Bu bakımdan mal veya rütbe veya vaazının halk tarafından kabul edilmesi veya hüküm vermek, idarecilikte aziz olmakla veya ders okutmakla övünen bir kimseye, herşeyden önce övünmesine sebep olan şeyleri terketmesi gerekir. Çünkü kişi, bu vazifelerin birinden menedildiği takdirde ve kendisine 'her ne kadar sen bu işten menedildiysen de bundan ötürü âhiretteki sevabın azalmaz' denildiği zaman, eğer bunu hoş görmez, bundan dolayı üzülürse, şüphesiz ki böyle bir kimse dünya hayatıyla sevinmiş ve ona bel bağlamış kimselerdendir. Böyle yapması ise, kendisini helâk eder. Sonra kişi, sevinç sebeplerini terkettiği zaman halktan uzaklaşıp tek başına kalmalıdır. Kalbini murakabe etmeli ki kalbi Allah'ın zikrinden başka birşeyle meşgul olmasın, nefsinde beliren şehvet ve vesveseyi kontrol etmeli ki onun maddesini kökünden sökebilsin! Çünkü her vesvesenin bir sebebi vardır. O vesvese, ancak o sebebin ve ilginin kesilmesiyle kesilir. Kişi bu durumu hayatının sonuna kadar devam ettirmelidir. Çünkü cihadın sonu ancak ölümle biter
43) Ebû Bekir b. Lâl
44) Beyhakî
45) Tirmizî
46) Irâkî rivâyeti bu ibare ile görmediğini kaydetmektedi
22-5
Güzel Ahlâkın Alâmetleri
Her insan, nefsinin ayıplarının câhilidir. Ne zaman büyük günahları terkedinceye kadar nefsiyle az bir mücahedede bulunsa zanneder ki nefsini tertemiz yapmış, nefsi tertemiz olmuş, ahlâkı güzelleşmiş ve artık mücahede etmekten müstağnidir! Mâdem ki durum budur, o halde güzel ahlâkın alâmetini belirtmek gerekir. Çünkü güzel ahlâk, îmanın ta kendisi, kötü ahlâk ise münâfıklığın ta kendisidir. Allahü teâlâ Mü'min ve münafığın sıfatlarını Kur'ân'da zikretmiştir. O sıfatların tamamı güzel veya kötü ahlâkın meyveleridir. O halde biz onlardan bir kısmını, güzel ahlâkın alâmeti bilinsin diye zikredelim.
Âyet-i Kerîmeler
Felaha ulaştı o Mü'minler ki onlar, namazlarında huşû içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler ve onlar ırzlarını korurlar. Ancak eşleri, yahut câriyeleri hariç (bunlarla ilişkilerinden dolayı da) onlar kınanmazlar kim de bu helâlden başkasını ararsa, işte onlar haddi aşanlardır ve onlar emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler. Onlar namazlarını gereği üzerine devamlı kılarlar. İşte (Firdevs'e) vâris olacaklar onlardır. (Mü'minûn/1-10)
(. . . ) Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır; o Mü'minleri müjdeler (Tevbe/112)
Mü'minler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onlara Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanlarını artırır ve rablerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan verirler. İşte gerçek Mü'minler onlardır. (Enfal/2-4)
Rahman'ın o kulları ki yeryüzünde tevâzu ile yürürler. Cahiller kendilerine lâf attıkları zaman 'selâm' derler. Gecelerini rablerine secde ederek O'nun divanında durarak geçirirler:
'Rabbimiz cehennemin azabını bizden uzaklaştır, doğrusu onun azabı sürekli bir azaptır' derler. Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makamdır! Ve harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur ve onlar Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kam bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyâmet günü onun için azap kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hakir olacak kalır. Ancak tevbe edip inanan ve sâlih amel yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o makbul bir kimse olarak Allah'a döner. Onlar yalan ve boş laf (konuşanlar) a rastladıklarında vekar ile geçip giderler ve kendilerine rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı sağır ve kör davranmazlar ve 'Rabbimiz! Bize gözler sevinci eşler ve çocuklar lûtfet ve bizi korunanlara önder yap' derler. İşte onlar, sabretmelerine karşılık saraylarda ödüllendirilecekler ve orada bir sağlık dileği ve selâm ile karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Ne güzel karargâh ve ne güzel makamdır orası! De ki: 'Duanız (ibadetiniz) olmadıktan sonra rabbim sizi ne yapsın? (size haber verdiklerimi) yalanladınız. Bu yüzden cezalandırılmanız gerekecektir'. (Furkan/63-77)
Bu bakımdan durumu kendisine mübhem ve müşkil olan bir kimse nefsini bu ayetlerin mihengine vursun. Bu sıfatların varlığı güzel ahlâkın alâmetidir. Bütün bu sıfatların yokluğu ise, kötü ahlâkın alâmetidir! Bir kısmının bulunması, bir kısmının bulunmaması ise, güzel ahlâkın bir kısmının varlığına bir kısmının yokluğuna delâlet eder. Bu bakımdan kişi, bu sıfatların olmayanlarını elde etmeye ve olanlarını da korumaya çalışmalıdır.
Hadîsler
Mü'min bir kimse, kendi nefsi için sevdiğini kardeşi için de sever. 47
Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Mü'mini birçok sıfatlarla nitelendirmiştir ve bütün o sıfatlarla güzel ahlâka işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Kim Allah'a ve son güne îman ediyorsa, misafirine ikramda bulunsun. 48
Kim Allah'a ve son güne inanıyorsa komşusuna ikramda bulunsun. 49
Kim Allah'a ve son güne îman etmişse hayrı söylesin veya sussun. 50
Hazret-i Peygamber, Mü'minlerin sıfatlarının güzel ahlâk olduğunu söyleyerek şöyle buyurmuştur:
Mü'minlerin îman yönünden en kâmilleri ahlâk yönünden en güzel olanlarıdır. 51
Mü'min bir kimseyi susmuş ve vakarlı gördüğünüz zaman ona yaklaşınız. Çünkü öyle bir Mü'min hikmeti telkin eder. 52
İşlediği hayır kendisini sevindiriyor, işlediği kötülük kendisini üzüyorsa, muhakkak o Mü'mindir. 53
Hiçbir müslümana, kardeşine eziyet verici bir bakışla bakması helâl değildir. 54
Hiçbir müslüman için başka bir müslümanı korkutmak helâl değildir. 55
Sohbet edip yanyana oturan iki kişi ancak Allah'ın emanetiyle bir araya gelip otururlar. Öyle ise onların birisine kardeşinin istemediği bir sırrını ifşa etmek helâl değildir. 56
Âlimlerden biri güzel ahlâkın alâmetlerini şöyle belirtmiştir: 'Güzel ahlâk, kişinin çok hayâlı, eziyet vermeyen, sâlih, doğru sözlü, az konuşan, çok ibadet eden, az hata yapan kimse olmasıdır. Fuzulî konuşması pek az, hayır ve sılayı rahim yapar, vakarlı, çok sabırlı, çok şükredici, Allah'ın hükmüne râzı ve halîm olmasıdır. Şefkatli, iffetli, ince hisli olmasıdır. Lânet edici, küfürbaz, kovucu, gıybet yapıcı, aceleci, hasedci, cimri, gözüne ve diline sahip olmayan değildir. Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için razı olur, Allah için öfkelenir. İşte güzel ahlâk budur. Hazret-i Peygamber'den (sallâllahü aleyhi ve sellem) Mü'minin ve münâfığın alâmeti sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Mü'min bir kimsenin himmeti namaz kılmak, oruç tutmak ve ibâdet yapmaktadır. Münâfık bir kimsenin himmeti hayvan gibi yemek ve içmektedir. 57
Hâtim el-Esamm şöyle demiştir: 'mü'min bir kimse düşünce ve ibret almakla meşguldür. Münâfık bir kimse ise, hırs ve uzun emelle meşguldür. Mü'min bir kimse Allah'tan başka herkesten ümidini kesmiştir. Münâfık bir kimse Allah'tan başka herşeyde ummaktadır. Mü'min bir kimse Allah'tan başka herşeyden emindir. Münafık bir kimse Allah'tan başka herşeyden korkar. Mü'min bir kimse dinini değil, malını fedâ eder. Münâfık bir kimse ise malını değil, dinini fedâ eder. Mü'min bir kimse güzellik yapar ağlar, münâfık bir kimse kötülük yaptığı halde güler. Mü'min bir kimse yalnızlığı sever. Münâfık ise halk ile karışmayı sever. Mü'min bir kimse tohumu eker, bitmemesinden korkar. Münâfık bir kimse tohumu söker, başağı umar. Mü'min bir kimse siyaset için emreder, yasaklar ve ıslah eder, münâfık bir kimse ise riyaset için emreder, yasaklar ve ifsâd eder!'
Güzel ahlâkın denenmesinde kullanılan en iyi sistem, eziyete karşı sabır göstermek, cefaya karşı göğüs germektir. Bir kimse başkasının kötü ahlâkından şikayet ederse, onun bu şikayet edişi, kendisinin kötü ahlâklı olduğuna delâlet eder. Çünkü güzel ahlâk, eziyeti sineye çekmektir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ara beraberinde Enes b. Mâlik olduğu halde yürüyordu. Bir bedevî arkasından yetişti ve onu şiddetle geri çekti. O ara Hazret-i Peygamber'in sırtında necran ma'ınûlü bir kürk vardı. Kürkün kenarları kaba ve sertti. Enes der ki: "Hazret-i Peygamber'in boynuna baktım, bedevinin şiddetli çekişinden dolayı kürkün kenarı etine iz yapmıştı.
Bedevî şöyle dedi:
Ey Muhammed! Senin nezdinde bulunan Allah'ın malından bana ver!
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) dönüp bedevinin yüzüne baktı. Güldükten sonra ona mal verilmesini emretti. 58
Kureyşliler Hazret-i Peygamber'i fazlasıyla eziyet edip dövdükleri zaman, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Kavmimi bağışla, onlar bilmiyorlar.
Denildi ki, Hazret-i Peygamber'in bu duası Uhud'da olmuştur ve bunun içindir ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber hakkında aşağıdaki ayeti inzâl ederek şöyle buyurmuştur:
Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. (Kalem/4)
İbrahim b. Edhem bir gün sahraya çıktı, bir askerle karşılaştı. Asker kendisine 'Sen köle misin?' dedi. İbrahim 'Evet' dedi. Asker 'ınâmur yerler nerede?' dedi. İbrahim (kabristanı işaret ederek) 'İşte!' dedi. Asker 'Ben mâmur yerleri istiyorum!' deyince, İbrahim 'İşte mâmur yerler kabristandır' dedi. Onun bu sözü askeri oldukça kızdırdı. Asker onun başına kırbaçla vurdu ve kendisini gerisin geriye şehre çevirdi. Arkadaşları karşılayıp hâdiseyi sorunca, asker kendilerine İbrahim'in söylediklerini haber verdi. Onlar askere dediler ki: 'Bu, Edhem'in oğlu İbrahim'dir'. Bunun üzerine asker, atından inip el ve ayaklarını öperek kendisinden özür diledi. Sonra İbrahim'den 'Sen neden askere ben köleyim dedin?' diye soruldu. İbrahim "O benden 'sen kimin kölesisin' diye sormadı, 'sen köle misin' diye sordu. Ben de Allah'ın kölesi olduğum için 'evet' dedim. Fakat o benim başımı kırbaçlayınca ben Allahü teâlâ'dan kendisi için cennet istedim". Bunun üzerine kendisine şöyle soruldu: 'Nasıl olur? O sana zulmetti, sen ona cennet istiyorsun'. İbrahim 'Ben onun eliyle bana dokunan eziyetten ötürü mükâfât göreceğimi biliyorum. Bu bakımdan benim ondan nasibimin hayır olup da onun benden nasibinin şer olmasını istemedim!' dedi.
Ebû Osman Hayri59 bir ziyafete davet edildi. Davet eden zat onu deniyordu. Davet edenin evine vardığı zaman, kendisine 'Benim vaktim yoktur. Lütfen geri gidiniz' dedi. Bunun üzerine Ebû Osman geri döndü, biraz ilerledikten sonra davet eden ikinci bir defa onu çağırarak 'Hocam, gel!' dedi. Ebû Osman geri dönünce ilk söylediği gibi söyledi. Üçüncü bir defa onu çağırdı ve kendisine 'Vaktin icabı olarak geri dön, git!' dedi. Bunun üzerine Ebû Osman geri döndü. . . Kapıya vardığı zaman davetçi birinci sözünün benzerini tekrarladı. Bunun üzerine Ebû Osman tekrar döndü. Sonra dördüncü defa geldi ve yine davet sahibi onu geri çevirdi. Birkaç defa tekrar edinceye kadar böyle yaptı. Bütün bunlara rağmen Ebû Osman bozulmadı ve tınmadı. Bu durumu gören davet sahibi, Ebû Osman'ın ayaklarına kapanarak şöyle dedi: 'Hocam! Seni denemek istedim. Senin ahlâkın ne güzelmiş!' Buna karşı Ebû Osman şu cevabı verdi: 'Bende gördüğün bu ahlâk var ya, köpek ahlâkıdır. Çünkü köpeği çağırdığın zaman gelir, kovduğun zaman gider'.
Yine şöyle rivâyet ediliyor: Bir gün Nisabur'un bir çarşısından geçiyordu. Üzerine çarşıya bakan bir evden bir mangal dolusu kül döküldü. Bunun üzerine bineğinden indi, şükür secdesine kapandı. Sonra elbiselerinden külü silkti ve hiçbir şey söylemedi. Kendisine 'neden sen onlara çıkışmadın?' denildiği zaman dedi ki: 'Ateşe müstehak olan bir kimse kül ile kurtulursa kızmaya hakkı yoktur'.
Rivâyet ediliyor ki Ali b. Mûsa er-Rıza'nın annesi siyah olduğundan dolayı rengi siyaha çalıyordu. Nisabur'da kapısında bir hamam vardı. Hamama girmek istediği zaman, hamamcı hamamı kendisi için boşaltıyordu. Bir gün hamama girdi. O girdikten sonra hamamcı kapıyı kilitledi. Bir kısım ihtiyaçlarını görmek için dışarı çıktığında bir köylü hamama gelip kapıyı açtı ve hamama girdi. Elbisesini çıkardı ve yıkanmaya gitti. Ali b. Mûsa er-Rıza'yı gördü. Siyah olduğundan dolayı hamamın hizmetçilerinden biri olduğunu zannetti ve ona 'Kalk! Bana su getir!' dedi. Bunun üzerine Ali (k. s) kalktı, onun bütün emirlerini yerine getirdi. Hamamcı geri dönünce köylünün elbiselerini gördü ve Ali b. Mûsa er-Rıza ile konuşmasını dinledi. Bunun üzerine korkarak hamamı terkedip kaçtı. İkisini hamamda başbaşa bıraktı. Ali (k. s) hamamdan çıkınca hamamcının nerede olduğunu sordu. Kendisine denildi ki: 'Cereyan eden hâdiseden korkup kaçtı'. Bunun üzerine Ali (k. s) 'Kaçması gerekmezdi. Günah, suyunu (menisini) siyah bir cariyenin rahmine dökenindir' dedi.
Rivâyet ediliyor ki Ebû Abdullah el-Hayyat, dükkânının kapısında otururdu. Onun ateşperest bir arkadaşı vardı. O ateşperest, Ebû Abdullah'ı siftah ettiriyordu. Ebû Abdullah ona herhangi birşey diktiği zaman ateşperest, Ebû Abdullah'a kalp (sahte) paralar veriyordu. Ebû Abdullah da onun kalp paralarını olduğu gibi alır, paraların kalp olduğunu yüzüne vurmaz ve geri de çevirmezdi. Günün birinde Ebû Abdullah bir ihtiyacını karşılamaya gitti. Ateşperest gelip de kendisini göremeyince ücreti çırağa verdi. Dikilmek için bıraktığı elbiseleri istedi, verdiği para yine sahteydi. Çırak paraya baktığı zaman sahte olduğunu anlayarak, ateşpereste geri verdi. Ebû Abdullah geldiği zaman talebe kendisine hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Ebû Abdullah çırağa İyi bir iş yapmamışsın. O ateşperest bir seneden beri bana bu şekilde para veriyordu. Ben de buna karşı sabreder, kendisinden paraları alır, o paralarla başka bir müslümanı kandırmasın diye kuyuya atardım' dedi.
Yûsuf b. Esbât güzel ahlâkın alâmetlerinin on haslet olduğunu söylemiştir:
1. Arkadaşlarıyla az ihtilâf etmek,
2. İnsaflı olmak,
3. Arkadaşlarının ayıplarını aramaktan vazgeçmek,
4. Görünen günahları güzel mânâlara hamletmeye gayret göstermek,
5. Arkadaşlarının mâzeretlerini kabul etmek,
6. Arkadaşlarının eziyetlerine tahammül etmek,
7. Kendi nefsini kınamak,
8. Başkasının ayıplarını değil, kendi ayıbını öğrenmeye çalışmak,
9. Büyüğe ve küçüğe karşı güler yüzlü olmak,
10. İster kendisinden büyük, ister küçük olsun herkes ile yumuşak konuşmak.
Sehl'e güzel ahlâkın ne olduğu soruldu. 'Onun en azı eziyete göğüs germek, karşılık vermeyi bırakmak, zâlime rahmet istemek, af dilemek ve ona şefkat göstermektir' dedi.
Ahnef b. Kays'a 'Sen hilmi kimden öğrendin?' diye soruldu. 'Kays b. Âsım'dan öğrendim' dedi. 'Onun hilm derecesi nedir?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: "Bir ara evinde oturuyordu. Cariyesi, üzerinde kebap bulunan ve ateş dolu bir mangal getiriyordu. Mangal elinden Kays'ın küçük bir oğlunun üzerine düştü ve çocuk yanarak öldü. Bu manzara karşısında cariye dehşete kapıldı. Cariyeyi teskin etmek için 'Senin korkmana gerek yok. Seni Allah rızası için âzad ediyorum' dedi". Çocuklar Veysel Karanî'yi gördükleri zaman taşa tutarlardı. Veysel Karâni onlara 'Kardeşlerim! Eğer mutlaka bana taş atacaksanız bari küçük taşları atın da bacaklarımı kanatıp da beni namaz kılmaktan alıkoymasın' derdi.
Adamın biri, Ahnef b. Kays'a sövdü. O cevap vermedi, adam onun arkasını takip edip küfretmeye devam ediyordu. Ahnef, mahalleye yaklaştığı zaman durdu ve söven adama şöyle dedi: 'Eğer senin küfürlerin bitmediyse kalanları da söyle burada bitsin ki kabilenin cahilleri senin küfrettiğini duyup da sana eziyet vermesinler'.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ali (radıyallahü anh) , bir köleyi çağırdı. Köle kendisine cevap vermedi. İkinci ve üçüncü defa çağırdı yine cevap vermedi. Bunun üzerine kalkıp kölenin yanına geldi. Baktı ki köle, sırt üstü uzanmış yatıyor.
-Ey köle! Çağırdığımı duymuyor musun?
-Evet, duyuyorum.
-O halde neden bana cevap vermiyorsun?
-Senin ceza vermeyeceğinden emin olduğum için tembellik yaptım.
-O halde git! Sen Allah rızası için hürsün.
Bir kadın Mâlik b. Dinar'a 'Ey riyakâr!' diye bağırdı. Mâlik kadına şöyle dedi: 'Ey kadın! Basralıların kaybettiği ismimi sen buldun!'
Yahya b. Ziyad el-Hârisi'nin ahlâksız bir kölesi vardı, Yahya'ya 'Bu köleyi neden besliyorsun!?' diye sorulunca 'Ondan gördüklerime tahammül edip hilm sıfatını öğreneyim diye tutuyorum!' cevabını verdi.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, riyazet sûretiyle uysallaştırılmış nefislerdir. Dolayısıyla bu nefislerin ahlâkları normalleşmiştir. İç âlemleri hile ve hasedden durulmuştur. Böylece Allahü teâlâ'nın takdirine rıza göstermek meyvesini vermeye başlamıştır. Bu ise, güzel ahlâkın en son zirvesidir. Çünkü Allahü teâlâ'nın takdirini hoş görmeyip ona rıza göstermeyen bir kimse, kötü ahlâkın en alt derecesine düşmüştür. İşte bahsi geçen bu kahramanların -söylediğimiz gibi- zâhirlerinde güzel ahlâkın alâmetleri belirmiştir. Bu bakımdan nefsinde bu alâmetleri göremeyen bir kimsenin, nefsine aldanması uygun değildir. Onu güzel ahlâklı sanması hiç de yerinde bir hareket değildir. Aksine böyle bir kimse için en uygunu riyazet ve mücahede ile meşgul olup nefsini güzel ahlâk derecesine çıkarmaktır. Çünkü güzel ahlâkın derecesi, yüce bir derecedir. Ona ancak mukarrebin ve sıddîklar ulaşmışlardır.
47) Müslim, Buhârî
48) Müslim, Buhârî
49) Müslim, Buhârî
50) Müslim, Buhârî
51) Daha Önce geçmişti.
52) İbn Mâce
53) İmâm-ı Ahmed, Taberânî, Hâkim
54) İbn-i Mübârek
55) Taberânî
56) Daha önce geçmişti.
57)
58) Müslim, Buhârî
59) Adı Sa'd b. İsmail'dir, Nişabur'da otururdu. Şâh el-Kirmânî ve Yahya b. Muaz er-Râzî ile arkadaşlık yapmıştır. H. 298 senesinde vefat etmiştir.
Gelişme Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi
Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen herşeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder. Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve âhirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur. Eğer şerre alıştırılır, hayvanlar gibi ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. (Tahrîm/6)
Madem ki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu âhiret ateşinden koruması daha evlâdır. Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmek, kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süs ve lüksü kendisine sevdirmemek demektir. Çünkü böyle olduğu takdirde büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatı zâyi olup, ebediyen helâk olur. Hatta başlangıçta onu gözetim altında tutmak, onu sâlih, dindar ve helâlyiyen bir kadının sütüyle ve dadılığı ile büyütmek daha uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslendiği takdirde çocuğun çamuru necasetten yoğrulmuş olur. Böylece tabiatı pisliklere uygun olana meyleder! Çocukta erginlik alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce murakabe etmek gerekir. Bunun başlangıcı, hayânın başlangıçlarının belirmesidir. Çünkü çocuk, çekildiği ve utandığı zaman, bir kısım fiilleri terkettiği an, aklın nûru onun üzerinde doğmuştur ki, bir kısım şeyleri çirkin görür ve bir kısmına muhalefet eder. Çocuk öyle bir hâle gelmiştir ki, birtakım şeylerden utanmaktadır. Bu ise, Allahü teâlâ'nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının normale döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir. . . ve bu durum çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir. Çocuğa ilk galebe çalan sıfat yemeğe karşı oburluktur. Bu bakımdan çocuğu bu hususta eğitmek gerekir. Mesela 'yemeği sağ elinle ye! Yemeğe başladığın zaman bismillâh de! Yemeği kendi, tarafına düşen kısmından ye! Arkadaşlarından önce yemeğe başlama! Gözünü dikerek yemeğe ve yemek yiyenlere bakma! Yemekte pek acele etme! Güzelce çiğne! Lokmaları arka arkaya atıştırma! Elini ve elbiseni kirletme!' diyerek edep kurallarını öğretmek gerekir.
Bazen yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır ki çocuk katığın bulunmasını şart görmesin! Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemelidir. Yani çok yiyen bir kimseyi hayvanlara benzetmeli ve böyle bir kimseyi çocuğun huzurunda küçümsemelidir. Yine çocuğun yanında edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemeğe düşkün olmamayı çocuğa öğretmelidir. Hangi yemek olursa olsun, kaba yemeklerle kanaat etmeyi çocuğa öğretmelidir. Çocuğa renkli ve ipekli değil de beyaz elbiseleri sevdirmelidir. Çocuğun yanında renkli elbiselerin ve ipeklilerin kadınlar ve kadınımsı erkekler için olduğunu söylemelidir. 'Gerçek erkekler ise, böyle elbiselerden sakınırlar' demelidir ve bunu defalarca çocuğun yanında tekrar etmelidir. Ebeveyni ne zaman çocuğun sırtında bir ipekli veya renkli elbise görürse o elbiseyi kötülemelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Pahalı elbiseler giymekten çocuğu muhafaza etmelidir, Çocuğun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu) , ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir. Sonra çocuk Kur'ân'ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve durumlarını öğrenmelidir ki kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda aşktan ve aşk ehlinden bahseden şiirlerden ve gazellerden korunmalıdır. Edebin zerâfet ve tabiatın inceliğinden olduğunu iddia eden ediblerden uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.
Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir. Eğer bazı durumlarda, çocuk bu yaptığına muhalefet ederse, göz yumulması uygun olur. Çocuğun perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Ona, başkalarının da buna cesaret edeceğini belli etmemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman. . . Örtülmesi için gayret gösterildiği zaman, bu yöne daha da dikkat edilmelidir. Çünkü bunu çocuğa belli etmek, ona cesaret verir. Hatta sonunda çocuk böyle şeylerin açığa çıkmasından artık perva etmez olur. Böyle bir durumda bu fiil, ikinci bir defa çocuktan çıkacak olursa, gizlice çocuğu azarlamak ve bu fiilin çok büyük bir kabahat olduğunu söylemek uygun olur. Çocuğa 'Sakın böyle birşeye bir daha kalkışma, halk seni görür rezil olursun!' diyerek sakındırmalıdır. Fakat her zaman çocuğu azarlamak doğru olmaz. Çünkü çocuğa çokça azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğu babasıyla korkutmak ve bu şekilde çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır. Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevkeder. Çocuğu gece uykusundan menetmemelidir. Çocuğun âzâlarının katılaşıp bedeninin yağ tutmaması için yumuşacık yataklardan menetmelidir ki çocuk rahata alışmasın. Aksine çocuğu yatağın, elbisenin ve yemeğin az ve kaba olanına alıştırmalıdır. Çocuğun gizlice yaptığı herşeyden onu menetmelidir. Çünkü çocuk gizlice yaptığı birşeyi çirkin kabul ettiği için böyle yapar. Bu bakımdan çocuğu bundan menetmek, çirkin davranışları terketmeyi öğretmek demektir. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya, sportif faaliyetlerde bulunmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmamaya, normalin üzerinde hızlı yürümemeye, ellerini gevşek bırakmamaya, göğsünün üzerine koymaya çocuğu alıştırmalıdır. Çocuğu, ebeveyninin servetiyle veya yemeklerinin, elbiselerinin, kitaplarının, kalem veya divitinin bir kısmıyla, akran ve yaşıtlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğuna, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Eğer çocuk, ihtişam sahibi kimselerin evlâdı ise, çocuğun gözünde muhteşem görünen birşeyi başkasından almaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir.
Eğer çocuğun anababası fakir ise, çocuğuna tamahkârlığın, başkasından birşey almanın zillet olduğunu ve böyle yapmanın köpeklerin âdetinden olduğunu öğretmelidir. Çünkü köpek, bir lokma için beklemekte ve ona karşı kuyruk sallamaktadır! Kısacası çocuğuna altın ve gümüşün sevgisini, onlara karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü altın ve gümüş sevgisinin âfeti ve onlara karşı gösterilen tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Hatta büyükler için de böyledir. Çocuğuna oturduğu yere tükürmemeyi, sümkürmemeyi ve başkasının huzurunda gerinmemeyi öğretmelidir. Başkasına sırtını çevirmemeyi, ayak ayak üstüne atmamayı, el ayasını çenesinin altına koymamayı, başını dirseğine dayamamayı öğretmelidir. Çünkü böyle yapmak, tembelliğin delilidir. Çocuğuna oturma şeklini öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğuna fazla konuşmanın kişinin hakirliğine ve hayâsızlığına delâlet ettiğini ve fazla konuşmanın düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Esasında çocuğunu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle birşeye alışmasın. Çocuğunu arkadaşından önce konuşmaya başlamaktan menetmelidir. Ancak sorulan sorunun cevabı ve soru kadar konuşmaya alıştırmalıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hürmetle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir. Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğunu fuzulî konuşmaktan, çirkin konuşmaktan, lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakındırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Çocuğuna, öğretmeni tarafından dövüldüğü zaman fazla bağırmamasını ve başka bir arkadaşından bu hususta yardım istememesini öğretmesi gerekir. Hocasının dövmesine karşı sabretmeyi çocuğuna telkin etmeli ve böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu, fazla bağırmanın köle ve kadınların âdeti olduğunu çocuğuna söylemelidir. Çocuk mektepten dönünce ona oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Fakat burada çocuğun oyun ile yorulmamasını gözetmelidir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve öğrenmeye mecbur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur.
Anne ve babanın çocuğa, öğretmene itaat etmeyi öğretmesi gerekir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda oynamamayı çocuğa telkin etmelidir. Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terketmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğu ipeklinin her çeşidini giymekten ve altın kullanmaktan sakındırmalıdır. Çocuğa muhtaç olduğu şer'î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çocuklarda çoğu zaman bulunan çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur. Çocuğa yemeklerin ilaç olduklarını, onlardan maksadın insanın onlar vasıtasıyla Allah'ın ibadetine güç yetirmek olduğunu ve dünyanın temelsiz olup bâki olmadığını, ölümün dünya nimetlerinin sonunu getireceğini, dünyanın istikrar yeri değil de geçit evi olduğunu, âhiretin geçici değil, daimî ev olduğunu, ölümün her saatte insanoğlunu beklediğini, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu ve böyle bir kimsenin gittikçe
Allah nezdinde derecesinin büyüdüğünü ve böyle kimse için cennet nimetlerinin gittikçe genişlediğini öğretmelidir, Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır. Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa, çocuk oyuna alışır, çirkin konuşmaya, yemek, elbise, süs ve böbürlenmeye alışır, onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi. . . Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak yaratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu yahudi veya hristiyan veya ateşperest yapar. 60
Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar'ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan Allah'ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona 'Nasıl hatırlayayım ve anayım?' diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: Allah benimledir. Allah beni görür. Allah şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem âhirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:
"Ey Sehl! Allah'ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse
60) Müslim, Buhârî
Allah'a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde 'Himmetimin dağılmasından korkuyorum' dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur'ân'ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur'ân'ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra'ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra'ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.
Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan'da bulunan ve Ebû Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim. . . Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster'e döndüm. Allahü teâlâ'nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".
Ahmed der ki: 'Sehl et-Tüsterî'nin ölüp Allah'a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim'.
60) Müslim, Buhârî
İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı
Kalbiyle yakîn derecesinde âhireti müşahede eden bir kimse, zarurî olarak âhiretin mahsulünü istemekte ve ona iştiyak göstermekte, âhiretin yollarına girmekte, âhirete nisbeten dünyanın nimet ve lezzetlerini hakir görmektedir. Çünkü yanında boncuk bulunan bir kimse, değerli bir cevheri gördüğü zaman, artık boncuğa karşı rağbet ve iştiyak duymaz, onu cevherle değiştirmek ister. Âhiret meyvesine tâlip olmayan bir kimse ise, Allah'a ve son güne îman etmediği için Allah ile mülâki olmaya da tâlip değildir.
Buradaki imandan gayem; dilin şehâdet kelimesini inanmaksızın ve ihlâssız olarak söylemesi değildir. Çünkü böyle söylemek, cevherin boncuktan daha üstün olduğunu tasdik eden, ancak cevherin hakikatini değil, sadece lâfzını bilen bir kimsenin sözüne benzer! Biri boncuğa rağbet ettiği zaman, onu bırakmak istemez. Cevhere karşı olan iştiyâkı pek fazla olmaz. Çünkü yolu bilmemek hedefe varmaktan insanı alıkoyar. Sülûkten meneden ise iradesizliktir. İradeden de meneden imansızlıktır! İmansızlığın sebebi ise, hatırlatıcı ve Allah'ı bilen, onun yoluna hidayet eden âlimlerin yokluğudur!
O âlimler ki dünyanın hakirliğine ve yıkılacağına dikkat çekerler, âhiret işinin önemini ve devamlılığını hatırlatırlar. Bu bakımdan halk gafildir, şehvetlerine dalmışlardır, uykularına oldukça batmışlardır. Din âlimleri içinde de onları uyandıran bir kimse yoktur. Eğer onlardan biri uyanırsa, bu sefer cehaletinden dolayı yol gitmekten âciz olur. Eğer âlimlerden yolun gösterilmesini isterse, onların nefislerinin hevasına uyup doğru yoldan ayrıldıklarını görecektir. Bu bakımdan iradenin zayıflığı ve yolun bilinmemesi, âlimlerin nefislerinin hevasına göre konuşmaları, Allah'ın yolunun sâliklerden boşalmasına sebep olmuştur. Ne zaman hedef perdeli, delil yok, hevâ galip ve talip de gâfil ise, hedefe varmak zorlaşır. Bu takdirde şüphesiz yollar kullanılmaz olur. Eğer biri kendiliğinden uyanırsa veya başkası tarafından uyandırılırsa âhiret mahsulüne ve ticaretine karşı iradesi harekete geçerse, ilk başta yapması gereken birtakım şartların olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki kendisi için uyulması gereken bir örnek vardır, ona yapışması lâzımdır. Kalesi vardır, ona sığınması lâzımdır ki yolunu kesen düşmanlardan emin olabilsin. Boynunda birtakım vazifeler vardır. Yolculuk esnasında onlardan ayrılmaması gerekir. İrade için öne alınması gereken şartlar ise, kendisiyle halk arasında gerilen perdelerin kaldırılmasıdır. Çünkü halkın haktan mahrum olmasının sebebi perdelerin üstüste gelmesidir. Yol üzerine barikatların kurulmasıdır.
Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık; artık görmezler. (Yâsîn/9)
Mürid ile halk arasındaki barikat ve engel dört tanedir:
l. Mal
2. Rütbe
3. Taklid
4. Günah
Mal:
Mal perdesi, ancak kişinin mülkünden çıkıp, sadece zarurî miktarın elinde kalmasıyla kaldırılabilir. Kişinin elinde bir dirhem kalıp kalbi ona iltifat ettikçe, kişi onunla bağlı ve Allah'tan perdelenmiş demektir.
Rütbe
Rütbe perdesinin kaldırılması da rütbeden uzaklaşmak, tevâzuya bürünmek, namsızlığı ve şöhretsizliği, şöhret ve nâma tercih etmek, anılma sebeplerinden kaçmak, halkın kalbini nefret ettiren ve kendisini rahat bırakmalarını sağlayan amellerde bulunmakla mümkündür.
Taklid:
Taklid perdesi, mezhebler için gösterilen taassubun terkedilmesiyle ve 'Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlüllah' kelimesine gönülden îman etmek suretiyle kaldırılır. Bu kelimenin doğruluğunu kanıtlamak için Allah'tan başka bütün ilahları aradan kaldırmaya dikkat etmelidir. İnsanoğlunun en büyük ilâhı hevâsıdır. Kişi bu ilahları aradan kaldırdığı zaman, takliden almış olduğu itikadının hakikati kendisine görünür. İnsan bu hakikatleri mücadele yoluyla değil, mücahede yoluyla aramalıdır. Eğer inancına karşı olan taassubu kendisine galip gelirse, nefsinde bir genişlik kalmazsa, bu durum onun için bağlayıcı bir kayıt ve perde olur. Zira müridin belli bir mezhebe nisbeti, asla müridlik şartından değildir.
Günah:
Günah bir perdedir. Bu perdeyi ancak tevbe, zulmen alınanları terketmek, gerçek azm ile bir daha dönmemeye niyetlenmek, yaptıklarından pişman olmak, zulmen aldıklarını geri vermek ve hasımlarını razı etmek kaldırır. Çünkü tevbesi sıhhatli olmayan, büyük günahları terketmeyen ve buna rağmen keşif yoluyla dinin sırlarına vâkıf olmak isteyen bir kimse, tıpkı Arap dilini öğrenmeden önce Kur'ân ve tefsirinin esrarına vâkıf olmak isteyen bir kimseye benzer. Çünkü önce Kur'ân arapçası bilinmeli, sonra oradan Kur'ân'ın sırlarına ulaşmaya çalışmalı, hem önce hem sonra şeriatın zâhirini yerine getirip, sonra onun derinliklerine ve sırlarına vâkıf olmaya çalışmalıdır. Kişi önce bu dört şartı yerine getirip, mal ve rütbeden uzaklaştığında âdeta temizlenip abdest alan ve namaz kılmaya elverişli hâle gelen bir kimse gibi olur. Bundan sonra da uyulacak bir imama muhtaçtır. İşte mürid de böyledir; kâmil bir şeyhe ve uyulacak bir üstada muhtaçtır ki o üstad onu doğru yola iletsin! Çünkü dinin yolu gayet gizli ve muğlaktır. Şeytanın yolları ise açık ve çoktur. Kendisini hakikate hidayet eden bir şeyhi ve üstadı olmayan bir kimseyi şeytan kendi yollarına çeker. Bu bakımdan delilsiz çölün helâk edici yollarına dalan bir kimse nefsini tehlikeye atmış ve helâk etmiştir!
Nefsini kendisi eğitmek isteyen bir kimse, kendiliğinden biten bir ağaca benzer. Böyle bir ağaç, bakıcısı olmadığı için pek çabuk kurur. Eğer bir müddet kalır, yaprak verirse de meyve vermez. Yani aşılanmadığı takdirde ya meyve vermez veya yabani meyve verir. Bu bakımdan adı geçen şartları yerine getirdikten sonra müridin elinden tutacak bir şeyhi olmalıdır. Mürid, tıpkı gözleri kör olan bir kimsenin nehrin kıyısında kendisine rehberlik edenin eline yapıştığı gibi, kâmil bir şeyhe yapışmalıdır. Bütün geleceğini ona teslim etmelidir. Hiçbir hususta ona muhalefet etmemelidir. Bilmelidir ki şeyhinin hatası, kendisinin isabet etmesinden daha faydalıdır. Bu bakımdan kişi, böyle bir şeyhi bulduğu zaman, o şeyhe, müridi korumak, sağlam bir kalenin içine almak, bütün yol kesicilerden korumak farz olur. Bu da dört şey ile mümkündür:
A. Halvete çekilmek
B. Sükût etmek
C. Aç kalmak
D. Uykusuz kalmak:
İşte bunlar, kişiyi yol kesicilerden koruyan kaledir. Çünkü müridin hedefi kalbinin ıslahıdır ki o kalp ile rabbini müşahede etsin ve o kalp ile rabbine (mânen) yakınlaşmaya elverişli olsun!
Açlık, kalbin kanını azaltır, kalbi bembeyaz yapar. Kan beyazlaşınca kalp nûrlanır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir. Yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, mükaşefe ilminin anahtarıdır. Nitekim kalbin katılığının, perdelenme sebebi olduğu gibi. . . Kalbin kanı eksildiği zaman düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır.
Hazret-i isa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ey Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalpleriniz rabbinizi görür'. :
Sehl et-Tusterî şöyle demiştir: Abdal, ancak dört hasletle abdal olur:
1. Aç kalmak
2. Uykusuz kalmak
3. Sükût etmek
4. Halktan uzaklaşmak
Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Deneme buna şehâdet etmektedir. İki şehvetin kırılması bahsinde bu husustaki tedric yönünün beyanı gelecektir. :
Uykusuz kalmaya gelince, bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalpte oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde hakkın cemâli kalpte görünür. Âhiret derecelerinin yüksekliği kalpte müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. 'Abdalların yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir' denilmiştir. İbrahim Havvas şöyle demiştir: 'Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir'.
Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir.
Halvete gelince, onun faydası kendini meşgul eden şeylerden uzaklaşmak, kulak ve gözü zapt u rapt altına almaktır. Zira kulak ile göz, kalbin dehlizleridir. Kalp, bir havuz hükmündedir. Ona pis, bulanık ve kirli sular, duyu nehirlerinden akıp gelir. Riyazetin hedefi ise, o havuzu pis sulardan boşaltmak, orada biriken çamurlardan kurtarmaktır ki havuzun dibinden temiz su kaynayıp çıksın! Acaba nehirler durmadan havuza akarlarsa, kişi nasıl havuzun suyunu boşaltabilir? Oysa onun boşalttığından daha fazlası durmadan havuza akmaktadır. Bu bakımdan zaruret miktarı hariç, duyuları zaptu rapt altına almak gerekir. Bu ancak karanlık bir evde halvete çekilmekle tamamlanır. Eğer karanlık bir ev yoksa başını kucağına eğip bir cübbe veya geniş bir elbise ile örtünmelidir. Böyle bir durumda hakkın sesini işitir. Rubûbiyetin celâlini müşahede eder. Hazret-i Peygamber'e gelen nidanın, Hazret-i Peygamber bu haldeyken geldiğini bilmiyor musun?
Ey örtüsüne bürünen! (Müzzemmil/1)
Ey elbisesine bürünen! (Müddessir/1)
İşte bu dört derece kalkan ve kaledir ki kişiden yol kesicileri defedip ârızlarını bertaraf eder. Mürid bunu yaptığı zaman, bundan sonra yolun sülûkü ile meşgul olmalıdır. Yolun sülûkü de geçitleri geçmek suretiyle mümkün olur. Allahü teâlâ'nın yolunda, dünyaya iltifat etmenin sebebi olan kalp sıfatlarından başka bir geçit yoktur. O geçitlerin bir kısmı diğer kısmından daha zor ve tehlikelidir. Onları geçmekteki tertib şöyledir: Önce en kolay olanından başlamalıdır. O geçitler sıfatlardır. Bunlardan maksadım iradenin başlangıcında bertaraf ettiği alâkaların eserleridir. Yani mal, rütbe, dünya sevgisi, halka iltifat etmek, günahlara karşı istekli olmaktır. Bu bakımdan zâhirini bunlardan arındırdığı gibi iç âlemini de bunların eserlerinden boşaltması gerekir. Buradaki mücâhede uzun sürebilir. Bu mücâhede, durumların değişmesiyle değişir. Çünkü sıfatların çoğundan kurtulan şahıslar için mücâhede pek uzamaz. Biz daha önce mücâhedenin yolunun, şehvetlerin zıdlarını yapmak, müridin nefsine galip gelen her sıfatta hevâ-i nefse muhalefet etmek olduğunu söyledik. Bu bakımdan kişi, bu sıfatlardan kendiliğinden kurtulduğu veya mücâhede yoluyla bunları zayıflattığı zaman kalbinde de herhangi bir ilgi kalmaz. O zaman kalbini zikirle meşgul etmelidir. Zikri daimî bir şekilde kalbine yüklemeli ve kalbini zahirî virdlerin çokluğundan menetmelidir. Hatta sadece farzlarla ve revatıblarla yetinmelidir. Virdi de virdlerin özü ve semeresi olan tek bir vird olmalıdır. Yani kalbini Allah'tan başkasının zikrinden boşalttıktan sonra Allah'ın zikrine sevketmelidir. Kalp, başka şeylere iltifat etmedikçe zikirle meşgul edilmemelidir.
Şiblî, Hüserî'ye şöyle dedi: "Eğer bana geldiğin cum'adan öbür cum'aya kadar senin kalbine Allah'tan başka birşey gelirse, bana gelmen senin için haramdır'.
Bu tecerrüd, ancak iradenin doğruluğuyla ve Allah sevgisinin kalbe galip gelmesiyle elde edilir. Allah sevgisi kalbe öyle galip gelmelidir ki kişi âdeta tirtir titremeli, sevgilisinden başka hedefi olmayan aşık gibi olmalıdır. Böyle olursa, şeyh onu kendisine mahsus bir zâviyeye sokar, hizmetine helâl yemek verecek bir kimseyi tayin eder. Çünkü din yolunun esası helâl rızıktır ve böyle bir durumda iken şeyh ona zikirlerden birini telkin eder ki kalbini ve dilini o zikirle meşgul etsin! Oturup 'Allah, Allah' veya 'Sübhânallah, sübhânallah' demelidir veya şeyhin tensib ettiği kelimeleri tekrarlamalıdır. Dil hareketten düşünceye kadar bu zikirlere devam etmelidir. Kelime sanki dilin üzerinde hareket etmeksizin çıkıncaya kadar devam etmelidir. Sonra bu duruma kelimenin eseri dilden düşünceye ve kalpte sadece kelimenin sûreti kalıncaya kadar devam etmelidir. Daha sonra nefsin harfler ve sûreti kalpten silinip manâsının hakikati kalbe yerleşinceye, kalpte hazır oluncaya ve kalbe galebe çalıncaya kadar devam etmelidir.
Böylece Allah'tan başka herşeyden vazgeçmiş olur. Çünkü kalp birşeyle meşgul olduğu zaman, ne olursa olsun onun haricindeki şeylerden boşalır. Bu bakımdan, kalp, Allah'ın zikriyle meşgul olduğunda -ki Allah'ın zikri de kalbin hedefidir- şeksiz ve şüphesiz Allah'tan başka herşeyden boşalır. O zaman kişiye düşen görev kalbin vesveselerini murakabe etmek, dünya ile ilgili hatıratların gerek geçmişteki durumları ve gerek başkalarının durumunu hatırlatıcı şeylerle ilgili hallerini murakabe etmektir. Çünkü kalp, herhangi birşeyle meşgul olduğu zaman -velev az bir zaman olsun- bu meşguliyet sebebiyle, o az bir zamanın içinde bile zikirden boşalır, bu da eksikliktir. Bu bakımdan kişi bunu bertaraf etmeye çalışmalıdır. Bütün vesveseyi bertaraf ettiği ve nefsini bu kelimeye çevirdiği takdirde kelimenin yönünden vesveseler gelmeye başlar: 'Bu kelime nedir? Bizim Allah dememizin mânâsı nedir? Allah hangi mânâdan dolayı ilâh olmuştur?' gibi. . . Bu vesveseler sırasında kalpte birtakım hâtırat başgösterir ve kalp için düşünce kapısını açar. Bazen de şeytanın vesveselerinden küfür ve bid'at olan şeyler kalbe hücum ederler; kişi bu gelen vesveseleri sevmedikçe, onları kalpten söküp atmaya gayret gösterdikçe onlar kendisine zarar vermez.
Bu vesveseler, Allahü teâlâ'nın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği şeyler ve Allah hakkında düşünülür mü düşünülmez mi diye şüphe ettiği şeyler olmak üzere iki kısma ayrılır. Allah'ın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği kısma gelince, bunun böyle olduğunu bilir, fakat şeytan onun kalbine onu atıverir, hatırından geçirir. Bundan kurtulmanın şartı; bu vesveseye aldırmamak, Allah'ın zikrine sığınmak, vesveseyi bertaraf etmek için Allah'a yalvarmaktır.
Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın; çünkü O, işitendir bilendir. Allah'tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ı ve azabı) düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile!. . . (A'raf/200-201)
Allah hakkında caiz olup olmadığında şüphe ettiği kısma gelince, bunu şeyhine arzetmesi uygun olur. Hatta kalbinde bulduğu herşeyi gevşeklik, iştiyak, herhangi bir şeye iltifat ve iradedeki doğruluk gibi, her durumunu mürşidine arzetmeli, başkasından da gizlemelidir. Şeyhinden başkasını bunlara muttali etmemelidir. Sonra şeyhi hâline bakar, zekasını ve aklını dikkate alır, onu kendi haline bıraktığı ve düşünceyi ona emrettiği takdirde kendiliğinden uyanıp meselenin hakikatine vâkıf olacağını bilirse onu düşünceye havale etmesi ve daimî bir şekilde düşünmeyi kendisine emretmesi uygun olur. Onun kalbine hakîkati keşfeden bir nûr atılıncaya kadar düşünceye devam etmesini sağlamalıdır. Eğer böyle bir düşünceye güç yetiremeyeceğini biliyorsa, onu kesin inanca, kalbinin alabileceği va'z, zikir ve anlayışına yakın delillerle çekmeye çalışmalıdır. Şeyhin böyle bir müride karşı nazik davranması, iltifat etmesi gerekir. Çünkü bu yollar, yolların en tehlikelileri, bu yerler tehlikelerin çok olduğu yerlerdir. Nice mürid vardır ki riyazetle meşgul olmuş, bozuk bir hayâl gelip kendisine hâkim olmuş, bunu anlayamamış böylece önündeki yolu şaşırmış, boş şeylerle meşgul olmuş ve herşeyi helâl telâkki etme yoluna girmiştir! Bu ise büyük bir tehlikedir. Zikir için herşeyden uzaklaşan, kalbindeki meşgul edici alâkaları söküp atan bir kimse, bu gibi fikirlerden bir türlü kurtulamaz. Çünkü böyle bir kimse, tehlike gemisine binmiştir. Eğer sahile sağ ve selametle çıkarsa din padişahlarından olur. Eğer yanlışlık yaparsa helâk olur ve bunun içindir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kocakarıların dinine yapışınız!61
Kocakarıların dini ise, îmanın esasını ve taklid yoluyla zâhirî inancı kabullenmek ve sâlih amellerle meşgul olmaktır. Çünkü böyle bir imandan dönmekte çok tehlike vardır. Bu sırra binaen denilmiştir ki; 'Şeyh'e müridin durumunda hassas davranmak ve sezgi sahibi olmak farzdır'. Eğer mürid zeki değilse, sadece zâhirî inanca sahipse, onu zikir ve fikirle meşgul etmemelidir. Aksine kendisini zâhirî amel ve virdlerle meşgul etmelidir veya onu fikre dalanların hizmetinde çalıştırmalıdır ki onların bereketinden o da istifade etsin! Çünkü savaşmaktan âciz olan bir kimsenin en azından savaşçılara su dağıtması, onların hayvanlarına bakması gerekir ki kıyâmet gününde -her ne kadar onların derecesine ulaşamasa da- onlarla beraber haşrolunup, onların bereketi kendisine dokunsun! Sonra kendisini zikre ve düşünceye vermiş müridi bu vazifeden ucub, riyâ, kendisine keşfolunan hâllerle ve kerâmetlerle sevinmek gibi birçok mâniler menetmektedir. Ne zaman bunlardan herhangi birine iltifat eder, nefsi onlarla meşgul olursa bir gevşeklik olur. Hatta bütün hayatı boyunca hâline dikkat etmesi gerekir. Tıpkı susamış ve bütün dünya denizleri ağzına dökülse dahi susuzluğu gitmeyecek bir kimsenin suya yapışması gibi. . Sermayesi halktan uzaklaşıp hakka gitmektir.
Seyyahlardan biri şöyle anlatır: Ben halktan ayrılmış bir kısım abdala şöyle dedim:
-Tahkike giden yol nedir?
-Dünyada sanki bir yolcu gibi davranmandır.
-Bana öyle bir amel öğret ki ben kalbimi devamlı bir şekilde Allah ile beraber göreyim.
-Halka bakma! Çünkü halka bakmak zulmettir.
-Halka bakmak mecburiyetindeyim.
-O halde onlarla iş yapma. Çünkü onlarla iş yapmak vahşettir.
-Onların arasında yaşıyorum. Onlarla iş yapmak mecburiyetindeyim.
-O halde onlara gönül verme. Çünkü onlara gönül vermekte felâket vardır.
-Acaba illet bu mudur?
-Sen gâfillere baktığın, câhillerin konuşmasını dinlediğin, tembellerle oturup-kalktığın halde kalbinin daimî bir şekilde Allah ile beraber olmasını istiyorsun! Bu, ebediyyen olmayacak bir şeydir.
Durum bu iken riyazetin son zirvesi; kişinin kalben daimî bir şekilde Allah ile beraber olmasıdır. Bu ise, kalbi Allah'tan başka herşeyden boşaltmakla mümkün olur. Kalp de ancak uzun bir mücâhede sonunda başka şeylerden boşalır. Ne zaman kişinin kalbi Allah ile beraber olursa, kişiye rubûbiyetin celâli görünür, hak tecelli eder, Allah'ın lâtifelerinden vasfedilmesi câiz olmayan şeyler ona görünür. Hatta vasıflandırmak asla bu şeyleri kapsayamaz. Müride bunlardan birşey inkişaf ettiği zaman, bu durumları silen en büyük tehlike bunları başkalarına anlatmaktır. Nefis burada bir zevk hisseder, o zevki de başka bir zevk tâkip eder! Bu takdirde o zevk, kendisini o mânâların keyfiyeti hakkında düşünmeye davet eder. O mânâları ifade eden lâfızları süslü püslü yapmaya, zikirlerini tertip etmeye, onları hikâyelerle, Kumandan alman delillerle ve kıssalarla süslemeye ve konuşma sanatını güzelleştirmeye sevkeder. Bütün bunları, insanlar kendisine meyletsin diye yapar. Çoğu zaman şeytan kendisine 'Senin bu yaptığın Allah'dan gâfil bulunan ölü kalplerin diriltilmesidir. Sen ancak Allah ile halk arasında vasıtasın. Halkı Allah'a davet ediyorsun. Senin burada herhangi bir kazancın yoktur' hayâlini verir (!) Konuşma yönünden ondan daha güzel, lâfız bakımından ondan daha zarif, halk tabakasının kalplerini etkilemek bakımından ondan daha kudretli birisi göründüğü zaman, şeytanın hilesi açığa çıkar. Çünkü -eğer kendisini harekete geçiren halk tarafından kabul edilme hissi ise- bu takdirde kişinin içinde hased akrebi harekete geçer. Eğer onu harekete geçiren hak ve Allah'ın kullarını Allah yoluna davet etmenin şevki ise, arkadaşının kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya atılmasına sevinir ve der ki: 'Kullarının isyanını engellemekte bana yardımcı olan bir arkadaşımla beni takviye eden Allah'a hamdolsun!'
Tıpkı sahipsiz bir ölüyü gördüğü zaman, onu gömmesi kendisine farz olan ve şer'an gömülmesinden sorumlu olan bir kimse gibi. . . Bu kimse, ölüyü bulduğu esnada kendisine yardım eden biri gelirse onun gelmesiyle sevinir, kendisine yardım edene hased etmez. Gâfil kimseler de kalben ölüdürler. Vâizler uyandırıcı ve dirilticidirler. Onların çok olması birbirlerini istirahat ettirmelerine ve yardımlaşmalarına vesile olur. Bu bakımdan bir vâizin, vâizlerin çokluğuyla sevinmesi uygun bir harekettir. Bu ise cidden pek nâdir bir durumdur. Bu bakımdan müridin bundan sakınması uygun olur. Çünkü bu desise, yolun kendisine açıldığı kimselere karşı şeytanın en büyük tuzaklarındandır. Zira dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek, insanoğlunda çok görülen bir niteliktir.
Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A'lâ/16)
Bundan sonra Allahü teâlâ şerrin tabiatlarda eski bir nitelik olduğunu beyan etmiştir ve bunun geçmiş kitaplarda da mevcut olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:
Bu ilk sahîfelerde de vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sahîfelerinde! (A'lâ/18-19)
İşte tedrîcen Allah'ın mülâkatına giden müridin riyazetinin ve terbiyesinin yolu budur!
Riyazetin her sıfattaki ayrıntısına gelince, eserin ilerdeki bölümlerinde bu husus gelecektir. Çünkü insanoğluna hâkim olan sıfatlar midesi, tenâsül uzvu ve dilidir. Ben bunlarla ilgili şehvetleri kastediyorum. Sonra şehvetleri korumak için asker gibi olan öfkeyi kastediyorum. Sonra insanoğlu midesinin ve tenâsül uzvunun şehvetini sevdiği ve onlarla yakınlaştığı zaman dünyayı sever. Buna da ancak mal ve mertebe ile ulaşır. Mal ve mertebe istediği zaman, dünyayı sever. Mal ve mertebe istediği zaman, kendisinde kibir, ucub ve riyaset sevgisi başgösterir. Bunlar verildiği zaman nefsi, isteyerek dünyayı terketmeye râzı olmaz. Dinin de ancak içinde riyaset olan kısmını alır. Böylece gurur kendisine galip gelir.
Bu kitabı takdim ettikten sonra, Mühlikât bölümünü sekiz kitap olarak -Allah'ın inayetiyle- tamamlamak bize zorunlu olmaktadır. O sekiz kitap da şunlardır:
1. Mide ve Tenâsül Uzvunun Şehvetini Kırmak
2. Dilin Âfetleri
3. Hased, Kin ve Öfkenin Kırılması
4. Dünyanın Kötülenmesi ve Hilelerinin Beyanı
5. Cimriliğin ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi
6. Rütbe Sevgisi ve Riyanın Kötülenmesi
7. Ucub ve Kibirin Kötülenmesi
8. Gurur'un Yerleri
Bu helâk eden şeyleri zikretmek ve buradaki tedavi yolunu bildirmek sûretiyle -Allah'ın izniyle- bu bölümdeki hedefimize varmış oluruz. Birinci kitapta zikrettiklerimiz kalp sıfatlarının açıklanmasıydı. O kalp ki hem helâk edicilerin, hem de kurtarıcıların kaynağıdır. İkinci kitapta zikrettiklerimiz ise, ahlâkın temizlenmesi ve kalp hastalıklarının tedavi yoluna genel bir işarettir. Onların ayrıntıları ise -eğer Allah dilerse- gelecek bölümlerde zikredilecektir.
Nefsin riyâzetine ve ahlâkın güzelleştirilmesine ilişkin bu bölüm Allah'ın hamdi, yardımı ve hüsn-ü tevfîki ile burada tamamlanmış oldu. Allah'ın izniyle bu bölümü, iki şehvetin kırılmasına dair bölüm takip edecektir.
Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur! Allahü teâlâ, efendimiz Hazret-i Muhammed'in, âlinin ve ashâbının, yer ve gök ehlinden seçilmiş her kulunun üzerine rahmet deryalarını açsın! Tevfîk ancak Allah'tandır! Allah'a tevekkül eder ve sadece O'na dönerim!
61) İbn Tâhir et-Tezkire adlı kitabında 'Bu lâfız halk arasında kullanılmaktadır. Fakat ne sahih, ne de sakîm bir rivâyette bunun aslına rastlamadım' der. Bazı eserlerde Hazret-i Ömer'in sözü olduğu kaydedilmektedir.