37-2
6. İhlâs'ın Fazileti
Âyet-i Kerîmeler
Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti. (Beyyine/5)
İyi bil ki hâlis din ancak Allah'ındır. (Zümer/3)
Tevbe edip hallerini düzeltenler ve Allah'a sarılıp dinlerini Allah için hâlis kılanlar, işte onlar Mü'minlerle beraberdir. (Nisa/146)
Kim rabbine kavuşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin! (Kehf/110)
Bu son âyet-i celîle Allah için işlediği amelinden dolayı övülmeyi seven kimse hakkında nâzil olmuştur.
Hadîsler
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Üç haslet vardır ki müslümanın kalbi bu hasletlere hased etmez. Bunlar ameli Allah için ihlâslı kılmak, yöneticilere nasihat etmek ve müslümanların cemaatinden ayrılmamaktır. 31
Mus'ab b. Sa'd32 şöyle der: 'Babam kendisini Hazret-i Peygamber'in sahabiîlerinin bazılarından üstün görüyordu. Bunu farkeden Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Allahü teâlâ bu ümmeti ancak zayıflarından ve onların dua, ihlâs ve namazlarından dolayı muzaffer kılmıştır. 33
Hasan-ı Basrî'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
1. Allah'ın kendisine ilim verdiği kişiye Allahü teâlâ sorar:
- Öğrendiğinle ne yaptın?
-Yârab! Onunla gece gündüz sana ibadet ettim.
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söylüyorsun! Bilakis sen onunla 'Filan adam âlimdir' dedirtmek istedin. Zaten öyle de denildi!" derler.
2, Allah'ın, kendisine mal verdiği kişi. Allahü teâlâ ona da sorar:
- Sana nimet verdim. Onu nasıl kullandın?
- Yârab! O mal ile gece-gündüz sadaka verdim.
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söyledin! Bilakis sen onunla 'Filan adam cömerttir' dedirtmek istiyordun. Nitekim öyle de denildi" derler.
3. Allah yolunda öldürülen kişi. Allahü teâlâ ona sorar:
- Sen ne yaptın?
- Yârab! Cihad ile emrolundum ve savaşırken de öldürüldüm!
- Yalan söylüyorsun!
Melekler de "Yalan söylüyorsun; zira senin gayen 'Filan adam kahramandır' dedirtmekti. Nitekim dünyada iken böyle denildi" derler. 37
Hadîsi rivâyet eden Ebû Hüreyre şöyle diyor: Sonra Hazret-i Peygamber baldırlarımın üzerine bir çizgi çekerek şöyle buyurdu: "Ey Ebû Hüreyre! Bunlar kıyâmet gününde kendileriyle cehennem ateşinin ilk tutuşturulacağı mahluklardır".
Râvilerinden biri (Natıl b. Kay s veya Sefi el-Asbahî) bu hadîsi Muaviye'nin huzurunda rivâyet etti. Hadîsi dinleyen Muaviye ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki çevresindekiler onun öleceğini zannettiler. Nihayet sakinleşen Muaviye Allahü teâlâ doğru söylemiştir!' diyerek şu âyeti okudu:
Kimler dünya hayatını ve onun süsünü isterse onlara amellerin (in karşılığını) tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. (Hûd/15)
Diğer Rivâyetler
İsrâiliyyat'ta şöyle rivâyet edilir: Bir âbid uzun bir süre Allah'a ibadet eder. Bir gün kendisine 'Falan yerde bir topluluk var. Bunlar, Allah'a değil, orada bulunan bir ağaca tapıyorlar' denilir. Bunun üzerine âbid öfkelenerek baltasını omuzuna alır ve o ağacı kesmek için yola koyulur. Ona mani olmak isteyen İblis de bir ihtiyar suretinde önüne çıkarak âbid'e sorar:
- Allah sana rahmet eylesin! Böyle nereye gidiyorsun?
- Şu ağacı kesmeye. . .
- O ağaçla ne alıp vereceğin var? Sen ibadetini ve nefsinle uğraşmayı bırakmış başka şeylerle uğraşıyorsun!
- Bu da benim ibadetlerimdendir!
- O ağacı sana kestirmem!
Bunun üzerine âbidle İblis dövüşmeye başlar. Âbid, İblis'i yaka paça tutup yere vurur ve göğsüne oturur. İblis âbide 'Beni bırak da konuşalım!' der. O zaman âbid, iblis'in göğsünden kalkar. İblis ona der ki:
- Allah sana bu ağacı kesmeyi farz kılmamıştır. Sen ağaca ibadet ediyor da değilsin. O halde başkasının yaptığı seni ne ilgilendirir? Oysa Allah'ın yeryüzünde peygamberleri vardır. Eğer Allah dileseydi, onlardan birini bu ağaca tapanlara gönderir ve ona bu ağacı kesmesini emrederdi.
- Hayır! Onu mutlaka kesmeliyim.
Böylece ikinci bir defa daha dövüşmeye başlarlar. Âbid yine onu mağlub ederek yere vurur ve göğsünün üzerine oturur. Âciz kalan İblis âbide der ki:
- Aramızı tamamen ayıracak ve senin için daha hayırlı olacak birşey söyleyeyim mi?
- Söyle bakalım neymiş?
- Beni bırak da söyleyeyim!
Bunun üzerine âbid, İblis'i bırakır. Serbest kalan İblis şöyle der:
- Sen halkın sırtına yük olmuş fakir bir kişisin. Nafakanı onlartemin ediyor. Herhalde arkadaşlarına ikramda bulunmayı, komşularına yardım etmeyi, onları doyurmayı ve halka muhtaçolmamayı sen de istersin!
- Evet!
- O halde şu fikrinden vazgeç! Eğer bundan vazgeçersen, senin için her gece yastığının yanına iki altın koymayı taahhüd ediyorum. Sabahladığında o altınları alıp kendine, çoluk çocuğuna harcar, arkadaşlarına sadaka verirsin. Bu hem senin için hem de müslümanlar için, yerinde duran ve kesilmesiyle kendisine tapanlara bir zarar dokunmayacak olan bir ağacın kesilmesinden daha yararlıdır. Hem bu ağacın kesilmesinin senin müslüman kardeşlerine de hiçbir faydası dokunmaz.
İblis'in bu sözlerini düşünen âbid, kendi kendisine "Ben peygamber değilim ki bu ağacın kesilmesi bana düşsün! Allah da bana kes dememiş ki kesmemekle günahkâr olayım. Hem ihtiyarın söyledikleri daha faydalıdır" der.
Böylece İblis, ona borcunu ödemeyi taahhüdle bu konuda yemin eder. Bunun üzerine âbid, ibâdethanesine dönüp geceler. Sabahladığında başucunda iki altın bulup bunları keseye indirir. Ertesi gün de böyle olur. Ancak üçüncü ve ondan sonraki günlerde hiçbir şey bulamaz. Sonunda hiddete gelip baltasını omuzuna alarak yola düşer. İblis yine o ihtiyar suretinde önüne çıkıp sorar:
- Nereye gidiyorsun?
- O ağacı kesmeye. . .
- Yalan söylüyorsun! Allah'a yemin öderim ki buna gücün yetmeyecektir!
Bunun üzerine, âbid, daha önce onu yendiğini düşünerek İblis'in üzerine atılır. Ancak İblis haykırır:
- Bu kez yapamayacaksın!
Gerçekten de İblis, âbidi yaka paça tutup yere vurur. Âbid bir anda kendisini bir kuş gibi İblis'in ayakları dibinde bulur. İblis onun göğsüne oturarak şöyle der:
- Ya bu ağacı kesmekten vazgeçersin ya da ben seni keserim!
Âbid, İblis'e gücünün yetmeyeceğini anladığında şöyle der:
- Ey İblis! Beni yendin, yakamı bırak fakat bana söyle! Seni daha önce nasıl yenebildim? Sen şimdi beni nasıl mağlup ettin?
- Sen ilk Allah için öfkelenmiştin ve ve niyetin âhiretti. Bundan dolayı Allah beni sana boyun eğdirdi. Bu defa ise nefsin ve dünyan için öfkelendin. Bunun için de bu kez ben seni mağlup ettim.
Bu hikâye şu âyeti tasdîk etmektedir:
(Şeytan) şöyle dedi: 'Onların tümünü azdıracağım, ancak içlerinden ihlâs sahibi kulların müstesna'. (Sâd/83)
Zira kul, şeytandan ancak ihlâs vasıtasıyla kurtulabilir. Mâruf-u Kerhî kendi kendisine vurarak 'Ey nefis! İhlâslı ol ki kurtulasın!' derdi.
Yakub el-Mekfuf şöyle demiştir: 'muhlis günahlarını örttüğü (gizlediği) gibi sevaplarını da örten kimsedir'.
Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah'tan başkasını irade etmediği halde bir tek adım atan kimseye ne mutlu!'
Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) valisi Ebû Musa el-Eş'arî'ye şöyle yazmıştır: 'Kimin niyeti hâlis ise, kendisiyle insanlar arasındaki muamelelerde Allahü teâlâ ona kâfidir!'
Evliyadan biri bir din kardeşine şöyle yazmıştır: 'Amellerinde niyetini hâlis kıl! (Böyle yaparsan az amel de sana kâfi gelir) '.
Eyyûb Sehtiyânî şöyle demiştir: 'Amellerin niyetlerini hâlisleştirmek, selefe bütün amellerden daha zor gelirdi'.
Mutarrıf b. Abdillah şöyle derdi: 'Nefsini durultan kimse için durultulur; amelleri karıştırılan kimse için de karıştırılır!'
Seleften biri ölümünden sonra rüyada görüldü. Kendisine 'Amellerini nasıl buldun?' diye sorulduğunda şunları söyledi: "Allah için yaptığım her ameli buldum. Hatta yolda bulduğum bir nar tanesini ve ölen kedimizi bile sevap kefemde buldum. Serpuşumda ipekten bir iplik vardı. Onu da günah kefemde buldum. Yüz dinar kıymetinde bir merkebim ölmüştü. Onun hiçbir sevabını göremedim. Bunun üzerine 'Bir kedinin ölümü sevaplar kefesinde olur da merkebin nasıl olmaz?' dediğimde şöyle denildi: "O merkep, gönderdiğin istikamete gitti; zira sana 'Merkep öldü' denildiğinde 'Allah'ın lanetinde olsun!' dedin ve dolayısıyla bu hususundaki ecrin iptal olundu. Eğer 'Allah yolunda ölsün' demiş olsaydın onu da sevaplarının içerisinde görecektin".
Bir rivâyette de 'Bir keresinde açıktan sadaka vermiştim de insanların bana bakmaları hoşuma gitmişti. O sadakayı gördüm; ne lehimde, ne de aleyhimde idi!' demiştir.
Süfyân es-Sevrî bu rüyayı işittiğinde 'Bu kimsenin hali ne kadar da güzelmiş; zira onun aleyhinde olmayışı kendisi için bir iyiliktir' demiştir.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'İhlâs, ameli tıpkı sütün ters ve kandan ayrılması gibi ayıplardan ayıklar!'
Bir erkek, kadın kılığına girerek düğün ve matem yerleri gibi kadınların toplandıkları yerlere girip çıkardı. Yine bir gün kadınların toplandığı bir yerde iken, kadınlardan birinin incisi çalınır. Kadınlar 'Kapıyı kapatın! Kimseyi dışarı bırakmayın ki arama yapalım' diye bağırışırlar. Bunun üzerine orada bulunanları teker teker aramaya başlarlar. Sonunda sıra kadın kılığına giren kişi ile yanındaki kadına gelir. Bunun üzerine kişi Allah'a ihlâs ile dua ederek 'Eğer bu rezaletten kurtulursam, bir daha böyle bir harekete tevessül etmeyeceğim' der. Bu duadan sonra çalman inci, yanındaki kadının üzerinde bulunur. O zaman kadınlar şöyle bağırırlar:
- O hür kadını (kadın kılığına giren kimseyi) bırakınız; çünkü inci bulundu!
Sûfîlerden biri şöyle anlatıyor: Bir gün Ebû Ubeyd et-Tüsterî ile beraberdim. Arefe günü, ikindi namazından sonra tarlasını sürüyordu. O sırada Abdal arkadaşlarından biri yanına gelip ona gizlice birşey söyledi. Ebû Ubeyd de hayır dedi. Bunun üzerine bulut gibi yere sürüne sürüne geçip gözden kayboluncaya kadar onu seyrettim. Sonra da Ebû Ubeyde'ye sordum:
- Bu kişi sana ne dedi?
- Kendisiyle birlikte hacca gitmemi istedi. Ben de hayır dedim.
- Niçin gitmedin?
- Hac hakkında bir niyetim yoktu. Bugün akşama kadar bu işi tamamlamaya niyet etmiştim. Bu durumda onunla hacca gidersem Allah'ın gazabına uğrayabileceğimden korktum; çünkü Allah için yaptığım ameline O'ndan başka bir şeyi sokmuş olurdum. Bu bakımdan şu anda yaptığım iş, bence yetmiş hacdan daha büyüktür.
Bir zât şöyle anlatıyor: Bir deniz harbine çıkmıştık. İçimizden biri sepetini satılığa çıkardı. Bunun üzerine 'Onu bana sat! Harp müddetince yararlanır, filan şehre vardığımızda da satar, kâr ederim' diyerek sepeti satın aldım. O gece bir rüya gördüm. Gökten iki kişi inmişti. Bunların biri arkadaşıma 'Gazileri yaz! Falan adam harbe gezi için katılmıştır. Filan adam riya, filan adam ticaret için; filan adam da Allah için çıkmıştır' dedi. Sonra bana bakarak 'Yaz! Filan adam da ticaret için çıkmıştır' diye ekledi. Bunun üzerine 'Allah'tan kork. Ben ticaret için çıkmadım. Yanımda ticaret malı da yoktur. Ben harb için çıktım' diye bağırdım. Bunun üzerine dikte eden bana 'Ey Şeyh! Sen akşam bir sepet satın aldın. Ondan kâr etmek istiyorsun' dedi. Bense ağlayarak 'Beni tüccar olarak yazmayın!' diye ısrar ettim. Bu ısrarım üzerine arkadaşına bakıp 'Sen ne dersin?' diye sordu. Arkadaşı da "Biz 'Filan adam gazi olarak çıktı. Ancak yolda, ileride kandisinden kâr etmek üzere bir sepet satın aldı, şeklinde yazalım ki Allahü teâlâ ileride onun hakkında bildiği gibi hükmetsin" dedi.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Kimsenin bulunmadığı bir yerde, ihlâsla iki rek'at namaz kılmak yetmiş veya yediyüz hadîs yazmaktan daha hayırlıdır'.
Bir zât şöyle demiştir: 'Bir saat ihlâsta ebedî kurtuluş vardır; fakat ihlâs çok nadirdir'.
'İlim tohum, amelse ziraattır; ihlâs da onun suyudur' denilmiştir.
Bir zât şöyle demiştir: 'Allah bir kula buğzetti mi ona üç şey verir ve ondan üç şeyi meneder: Ona salihlerin arkadaşlığını verir, fakat nasihat kabul etmesini önler. Ona salih ameller verir, fakat ihlâsı alır. Ona hikmeti verir, fakat sıdkını alır'.
es-Susî şöyle demiştir: 'Allah'ın, mahluklarının amellerinden maksadı sadece ihlâstır!'
Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Allah'ın bazı kulları vardır akıl erdirirler. Akıl erdirdiklerinde amel eder; amel ettiklerinde de ihlâsa bürünürler. İhlâs da onları bütün iyiliklere teşvik eder'.
Muhammed b. Saîd el-Mervezî şöyle demiştir: 'Fiillerin tamamı iki esasa dayanır: a) O'ndan senin için gelen fiil, b) Senin, O'nun için yapmış olduğun fiil. Bu bakımdan eğer O'nun yaptığına razı olur, O'nun için yaptığında da ihlâslı olursan, dünya ve âhirette mesûd ve muzaffer olursun'.
31) Tirmizî
32) Adı Ebû Zurare Mu'sab b. Sa'd'dır. Medineli olup güvenilir bir zat idi. H.103'de vefat etmiştir.
33) Nesâî
34) İbn Mâce
35) Ebû Mansur Deylemî
36) İbn Adiyy
37) Müslim, İmâm-ı Ahmed, Nesâî
7. İhlâs'ın Hakîkati
Her şeye kendisinden başka şeylerin karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine, kendisinden başka hiçbir şeyin karışmamış olduğu şey'e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan fiile de ihlâs adı verilir.
Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdadır) ile kan arasından (çıkardığımız) halis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz. (Nahl/66)
Sütün hâlisliği, ancak içerisinde kan ve pislik karışmamış ve bir de süte karışması mümkün olan her şeyden arınmış olmasıdır.
İhlâs'ın zıddı İşrak (karıştırma) tır. Bu bakımdan muhlis olmayan kimse müşriktir. Ancak şirk birkaç derecedir. Tevhîd hususundaki ihlâs'a, ulûhiyetteki ortak koşma (şirk) zıd düşer. Şirkin bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktır. İhlâs da böyledir. İhlâs ile zıddı olan şirk kalbe inerler. Bu bakımdan bunların merkezi kalptir. Bu da ancak kasd ve niyetlerdedir. Biz niyet'in hakîkatini anlatmış ve onun teşvik edicilere uyma demek olduğunu söylemiştik. Bu bakımdan kişiyi, durulmaya teşvik eden çıkan fiile ihlâs denir.
Tabiî ki bu da niyet edilene nisbetle böyledir. Öyleyse gayesi katıksız riya olduğu halde sadaka veren kimse (gayesine hiçbir şey karıştırmamış olması bakımından) muhlis olduğu gibi, gayesi sadece Allah'a mânen yaklaşmak olan kimse de muhlistir. Bunların her ikisine de muhlis denilmekle birlikte, ihlas isminin, yalnızca Allah'a mânen yaklaşma amacına hiçbir şey karıştırmayan kimseye verilmesi âdet olmuştur. Nitekim ilhad da meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyledenlere verilmesi âdet olmuştur. Bu bakımdan teşvikçisi mücerred riya olan kimse helâk olmaya mahkumdur. Biz böyleleri hakkında konuşmuyoruz; zira bu konuyu Mühlikât bölümünün Riyâ kitabında anlatmıştık. Onun hakkındaki hükmün en azı, haberde bildirilen şu hükümdür:
Riyakâr kimse, kıyâmet gününde şu dört isimle çağrılır:
a) Ey mürâi!
b) Ey kandırıcı!
c) Ey müşrik!
d) Ey kâfir!38
Biz şu anda Allah'a mânen yaklaşma amacıyla gayrete gelen kimse hakkında konuşuyoruz. Fakat onu teşvik eden şeye başka bir teşvikçi daha karışmıştır ki bu da riyâdan veya nefsin diğer paylarındandır. Kişinin, bedenin fayda görmesinin yanısıra mânen Allah'a yaklaşmak kasdıyla oruç tutması; hem mânen Allah'a yaklaşmak, hem de nafakasından ve kötü ahlâkından kurtulmak için köle azad etmesi; sıhhatinin ve moralinin düzelmesi için veya bir düşmanından kaçmak veya memleketinde başına gelen bir beladan ya da hanımından, çocuğundan veya işinden kurtulmak amacıyla hacca gitmesi de bunun gibidir. İşte bu kimse birkaç gün de olsa bunlardan kurtulup rahat etmek istemiştir. Kişinin harp oyunlarını ve dolayısıyla askerlerin tâlim ve kumandasını öğrenmek için gazaya çıkması veya aile efradını ve malını korumak ya da kendisine kolayca mal kazanma yollarını gösterecek ilmi öğrenmek amacıyla geceleyin uyumayıp namaz kılması veya aşireti içerisinde bir yer edinmek, ilmi sebebiyle mallarını yabancılardan korumak, susmanın üzüntüsünden kurtulup konuşmadan zevk almak için ders ve vaaz vermesi veya bu işi âlimlerin, sofuların ve diğer insanların hürmetini kazanmak, âlimlere, sofulara hizmet etmek ya da dünyada arkadaş sahibi olmak için yapması da böyledir.
Kişinin el yazısını düzeltmek için mushaf yazması veya binek ücreti vermemek için yaya haccetmesi veya temizlenmek ya da serinlemek için abdest alması veya güzel kokmak için gusletmesi veya senedinin kuvvetiyle tanınmak için hadîs rivâyet etmesi veya ev kirasından kurtulmak için camide itikafa girmesi veya yemek pişirme zahmetinden kurtulmak ya da yemek için harcayacağı zamanlarda başka işlerle uğraşmak için oruç tutması veya dilencinin ısrarlarından korunmak için sadaka vermesi veya hastalığında ziyaretine gelmeleri için hasta ziyaretine gitmesi veya kendi cenazesini teşyî etsinler diye cenazeleri teşyî etmesi veya bunlardan birini hayırla anılmak için ya da kendisine salihlik ve vekar gözüyle bakılsın diye yapması da bu türdendir.
Mânen Allah'a yaklaşma teşvikçisine, yukarıda saydıklarımızdan herhangi birini yapacağı amelin kendisine kolay gelmesi için karıştıran kimsenin ameli ihlâs hududlarından çıkmıştır. Yalnızca Allah'ın rızası için olmaktan da çıkmıştır. Onun ameline şirk karışmıştır.
Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
Ben ortaklık bakımından, ortakların en zenginiyim! (Ortaklık kabul etmem) .
Nefis dünyanın nasiblerinden herhangi birine meyledip rahata kavuşur, kalp ona ister az, ister çok olsun meylederse amel bulanır; ihlâsı gider. İnsan dünyadaki nasiplerine ve şehvetlerine çok düşkündür. Fiillerinin ve ibadetlerinin çok azı dünyada acelece verilen istek ve paylardan kurtulabilir. Bunun içindir ki 'Hayatında bir lâhza da olsa Allah'ın rızasını ihlâsla isteyebilen kişi kurtulmuştur' denilir.
İhlâsın çok nadir oluşundan; kalbin, yukarıda bahsi geçen şeylerden temizlenmesinin zorluğundan dolayı böyle denilmiştir. Hâlis kimseye Allah'a yaklaşma talebinden başka teşvik eden yoktur. Bu nasibler her ne kadar tek başlarına birer teşvikçi iseler de fiil sahibinin bunlarda çektiği zorluk gizli değildir. Bizim esasmaksadımız Allah'a yaklaşma hususuna bakmaktır. Bütün bunlar ona karışmaktadır. Sonra bu karışanlar ya muuafakat veya müşareket mertebesinde ya da daha önce niyet bahsinde geçtiği gibi muavenet mertebesinde olur.
Kısacası; nefse ait olan teşvikçi, ya dine ait olan teşvikçi gibi ve yahut daha zayıf olur. İlerde bahsedeceğimiz gibi, bunların her birinin başka bir hükmü vardır. İhlâs ancak ameli az veya çok bütün karışanlardan kurtarmaktır ki amelde Allah'a yaklaşma maksadından başka bir maksad kalmasın; kendisinde bu teşvikçiden başkası bulunmasın. Bu durum da ancak Allah'ı seven, O'nun aşkıyla âdeta kendisinden geçen, himmetini tamamen âhiret işlerine sarfeden kimse için düşünülebilir. Böyle bir kimsenin kalbinde dünya sevgisine yer kalmamıştır. Öyle ki bu kimse yeme içmeyi sevmez. Hatta onun yeme içme hususundaki isteği; tabiî bir zorunluk olmak hesebiyle def-i hacetteki isteği gibidir. Bu bakımdan bu kimse yemeğe yemek olduğundan dolayı iştah duymaz. Bilakis Allah'ın ibadetine yardımcı olması, onu takviye etmesi için iştah duyar. Açlığın şerrinden korunmak ister ki yemeğe muhtaç olmasın, kalbinde zarurî miktardan fazla pay kalmasın! Zaruret miktarı onun için kâfidir. Çünkü bu, dininin zaruretidir. Bu bakımdan onun Allah'tan başka bir maksadı yoktur. Böyle bir şahıs, yeme içmesinde ve def-i hacetinde bile hâlis amel; bütün hareket ve sekenâtında doğru niyet sahibi olur. Mesela uykudan sonra daha kuvvetli bir şekilde ibadet edebilmek için uyuduğunda, uykusu ibadet olur. Bu uykuda kendisi için muhlislerin derecesi vardır.
İhlâs kapısı, böyle olmayanların yüzüne kapanmıştır. Ancak nadiren açılır.
Nasıl ki kendisine Allah ve âhiret sevgisi galebe çalan kimsenin normal hareketleri, maksadının sıfatını alıyor ve ihlâs oluyorsa, tıpkı bunun gibi, nefsine dünya, yücelik, başkanlık; kısacası Allah'tan başkası galip gelenin de bütün hareketleri maksadın sıfatıyla boyanır. Onun oruç, namaz ve diğer taatlar gibi ibadetleri sağlam kalmaz. Bu ibadetlerin sağlam kalması pek nadirdir. Bu bakımdan ihlâsa, ancak nefsin paylarını kırmak, dünyaya olan tamahını kesmek, kalbe galebe çalacak derecede yalnızca âhiretle ilgili amellere yönelmekle ulaşılır. İnsanı yoran nice ameller vardır, halisen Allah için oldukları zannedilir. Oysa insan burada aldanmıştır; çünkü buradaki âfetleri farkedemez.
Selef'ten bir zat şöyle demiştir: 'Camide birinci safta kılmış olduğum otuz senelik namazı kaza ettim. Çünkü otuz seneden sonra bir namazı bir özürden dolayı ikinci safta kıldım. Bu yüzden çok utandım ve insanlar beni ikinci safta görecekler diye kıvrandım. Böylece anladım ki birinci safta görülmek beni gururlandırmış ve kalp huzurumun sebebi bu imiş. . . Ama bunu o ana kadar anlayamamıştım'.
Bu mesele çözülmesi güç ince bir meseledir. Bunlardan kurtulabilen amellerin sayısı çok azdır. Bunları ancak Allah'ın muvaffak kıldığı çok az kimse kavrayabilir. Bundan gâfil olanlar bütün hasenatlarını âhirette seyyiat olarak görürler.
Hiç hesap etmedikleri şeyler Allah'tan karşılarına çıkmıştır. Yaptıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şeylerin cezası kendilerini sarmıştır. (Zümer/47-48)
De ki: 'Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseler!' (Kehf/103)
Bu fitneye en şiddetli şekilde maruz kalanlar da âlimlerdir; zira âlimlerin çoğunu ilmi yaymaya teşvik eden kuvvet, peşine takılanlarla gururlanmak ve övülmekten zevk almaktır. Şeytan onları bu hususta aldatarak 'Sizin gayeniz; Allah'ın dinini yaymak ve Rasûlüllah'ın getirmiş olduğu şeriatı korumaktır!' der.
Vâizleri görürsün ki halka ve sultanlara nasihat ettiğinden dolayı Allah'a minnet eder. Halkın, sözünü kabul etmek suretiyle, kendisine yönelmelerine sevinir. Aynı zamanda da Allah'ın kendisine vermiş olduğu dinî yardımlardan dolayı sevindiğini iddia eder (!) Eğer kendisinden daha iyi vaaz eden biri çıkar, halk ona yönelirse bu durum onu rahatsız edip üzer. Şayet onu teşvik eden şey din olmuş olsaydı bu durum karşısında Allah'a şükrederdi; çünkü Allah onu başkası vasıtasıyla bu mühim vazifeden kurtarmıştır. Buna rağmen şeytan yakasını bırakmayarak ona şöyle der; 'Sen bu yeni vâizin çıkışına değil ancak vaaz sevabını kaybedişine üzülüyorsun. Halkın senden yüz çevirip ona yönelmelerine üzülmüyorsun; zira halk senin vaazını dinlemiş olsaydı, sevap kazanacaktın. Öyleyse sevabı kaçırdığın için üzülmen güzel ve yerinde birşeydir (!) '
Oysa miskin hakka itaat edip, işi ehline teslim etmesinin daha üstün ve sevabının da daha çok olduğunu; âhirette kendisine tek başına yapmak istediğinden daha fazla kâr getireceğini bilmez.
Eğer Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Bekir'in imamet ve hilafete geçişiyle üzülseydi acaba üzüntüsü iyi mi, yoksa kötü mü olurdu? Oysa dindar bir kimse ki kendisinden böyle bir şey sâdır olsaydı Hazret-i Ömer'in mutlaka yerileceğine şüphe etmez. Çünkü Hazret-i Ömer'in hakka tâbi olması, işi kendisinden daha yetkili bir kimseye teslim etmesi, din hususunda kendisi için, halkın nasihatlarını üstlenmesinden daha kârlıdır. Bununla beraber burada büyük bir sevap da vardır; çünkü o bu hususta kendisinden daha yetkili bir kimsenin başa geçmesine memnun olmaktadır. O halde âlimler neden böyle bir hâdiseden dolayı sevinmesinler?
İlim sahiplerinden bazısı, şeytanın aldatışına kapılarak kendi nefsine 'Benden daha yetkili biri çıkarsa sevinirim!' der. Oysa bu hareketi tecrübe ve imtihandan önce olursa katıksız bir cehalet ve gurur olur; zira nefis, hâdise olmazdan önce, böyle şeyleri va'detme hususunda yumuşak başlı görünür. Ancak gelip çattığında sözünden döner. Va'dini yerine getirmez. Bunu ancak şeytanın ve nefsin hilelerini bilen, onların imtihanıyla uzun süre uğraşan kimse bilir. Bu bakımdan ihlâsın hakikatini bilmek ve onunla amel etmek engin bir denizdir ki burada bütün insanlar boğulur. Ancak nadir kimseler, örnek gösterilebilecek bazı kişiler bu hükmün hâricindedir. Bunlar da şu ayette istisna edilen kimselerdir:
Şeytan şöyle dedi: 'Onların tümünü azdıracağım; ancak içlerinden ihlâs sahibi kulların müstena'. (Sad/82-83)
Bu bakımdan kul bu incelikleri çok sıkı bir şekilde kontrol etmelidir. Aksi takdirde bilmediği halde şeytanın izleyicileri arasına katılır.
38) İbn Eb'id-Dünya, Kitab'us-Sünne ve'l-İhlâs
8. İhlâs Hakkında Şeyhlerin Sözleri
es-Susî şöyle demiştir: 'İhlâs, kişinin ihlâsını görmemesidir; zira ihlâsunı gören kimsenin ihlâsı ihlâsa muhtaçtır. '
es-Susî'nin bu sözleri, amellerin, fiili beğenmekten tasfiye edilmesine işarettir. Çünkü ihlâs'a iltifat etmek ucub (kendini beğenmişlik) tir. Ucub ise âfetlerdendir. Hâlis ise bütün âfetlerden kurtulmuş olandır. Burada ise bir tek âfet sözkonusudur.
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'İhlâs, kulun sükûn ve hareketlerinin yalnızca Allah için olmasıdır'.
Bu, gayeyi tam olarak ifade eden kapsayıcı tariftir. Bu tarifi İbrahim b. Edhem'in şu sözü de ifade etmektedir: 'İhlâs, Allah'la beraber niyeti doğrulamaktır'.
Sehl'e 'Nefse en zor gelen şey nedir?' diye sorulduğunda 'İhlâstır; zira nefsin ihlasla nasibi yoktur' demiştir.
Ruveym39 şöyle demiştir: 'Ameldeki ihlâs, amel sahibinin ona karşılık dünyada ve âhirette hiçbir şey istememesidir'.
Ruveym'in bu sözü, nefsin isteğinin, gerek dünyada gerek de âhirette afiyet olduğuna işarettir. Nefsinin cennette şehvetlerle nimetlenmesi için ibadet eden kimse hastadır. Hakîkat, amel ile Allah'ın rızasından başkasının kastedilmemesidir. Bu söz (aynı zamanda) sıddîkların ihlâsına da işarettir ki bu mutlak ihlâstır.
Cennet ümidi veya cehennem korkusuyla amel eden kimseler de acelece verilen nasiblere izafeten muhlistir. Böyle kişiler tenasül uzvuyla midelerinin isteklerini taleb etmektedirler. Oysa akıllılar nezdinde hakîki gaye, sadece Allah'ın rızasıdır. İnsan ancak bir nasib için harekete geçer. Nasiblerden berî olmak, ilâhî bir sıfattır. Böyle bir iddiada bulunan kimse kâfirdir.
Kadı Ebû Bekir el-Bakıllânî de nasiblerden berî olduğunu iddia eden kimsenin küfrüne hükmederek şöyle demiştir: 'Bu sıfat ilâhî sıfatlardandır!' sözü doğrudur. Fakat halk bununla ancak halkınnasibler diye adlandırdığı şeyden berî olmayı kastediyorlar. Bu da sadece cennetteki şehvetlerdir.
Sadece marifet, münacât ve Allah'ın cemâline bakma zevkine erişmeye gelince, bunlar zaten bu kimselerin nasibidir. Oysa halk bunu pay olarak görmezler ve buna çok şaşarlar. Eğer bu kimseler içinde bulundukları taat ve münacâtın, ilâhî huzurun, gizli veya açık şuhudun devamı zevkine karşılık bütün cennet nimetleri kendilerine verilseydi, muhakkak bu nimetleri hakir görüp onlara iltifat etmezlerdi. Bu bakımdan hareketleri bir nasib, taatleri de başka bir nasib içindir. Fakat sonuçta nasibleri sadece mabudlarıdır, başkası değil!
Ebû Osman40 şöyle demiştir: 'İhlâs daima yaradan (ın fazlın) a bakmaktan dolayı, halkın bakışını unutmaktır'.
Bu söz, sadece riyanın âfetine işarettir.
Bir zât şöyle demiştir: 'Ameldeki ihlâs, şeytanın o ameli bilmemesidir ki onu ifsad edebilsin; meleğin de muttali olmamasıdır ki onu yazabilsin'.
Bu söz de yalnızca ameli gizlemeye işarettir. Oysa 'İhlâs, bağlardan arınmış ve mahluklardan gizlenmiş şeydir!' denilmiştir.
Bu tarif, maksadları daha güzel ifade etmektedir.
Muhâsibî şöyle demiştir: İhlâs, kulun, rabbiyle ilgili muamelelerinde, halkı aradan çıkarmasıdır'.
Muhâsibî'nin bu tarifi riyanın yok edilmesine işarettir. Havvâs'ın 'Riyaset kadehinden içen kimse ubûdiyet ihlâsından çıkmıştır!' sözü de böyledir.
Havâriler 'Hangi amel hâlistir?' diye sorduklarında Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle cevap vermiştir: 'Allah için amel edip de ondan ötürü hiç kimsenin övgüsünü istemeyen kişinin ameli hâlis ameldir!'
Hazret-i Îsa'nın bu sözü de riyanın terkine işarettir. Peki niçin sadece bunu söylemiştir? Çünkü bu, ihlâsı karıştıran sebeplerin en kuvvetlisidir.
Cüneyd el-Bağdadî şöyle demiştir: 'İhlâs, ameli her türlü bulanıklıktan arındırmaktır'.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ameli insanlar için terketmek riya; onlar için yapmaksa şirktir. İhlâs ise, Allah'ın, kulu bu iki felâketten korumasıdır'.
'İhlâs, murâkabenin devamından ve dolayısıyla bütün hazları unutmaktan ibarettir!' denilmiştir.
İşte en kâmil söz budur. Bu husustaki sözler çoktur. Hakîkat anlaşıldıktan sonra çok nakil yapmakta da fayda yoktur. Şifa verici söz ise ancak evvelinin ve âhirînin efendisinin (sallâllahü aleyhi ve sellem) sözüdür:
Hazret-i Peygamber, kendisine ihlâs'ı soran kimseye şöyle cevap vermiştir:
'Rabbim Allah'tır' demen ve sonra da emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.
Hazret-i Peygamber şunu kastetmiştir:
Nefsinin hevâsına da nefsine de ibadet etme! Ancak rabbine ibadet et ve ibadetinde dosdoğru ol. Emrolunduğun gibi hareket et!
Hazret-i Peygamber'in bu sözü, Allah'tan başka herşeyi kesip atmaya işarettir ki bu da hakîki ihlâstır.
39) Adı Ebû Muhammed Rüveym b. İmâm-ı Ahmed Bağdâdî'dir. H. 303'de vefat etmiştir.
40) Adı Said b. İsmail Cebrî en-Nişaburî'dir. H. 268'de vefat etmiştir.
9. İhlâs'ı Bulandıran Âfetler ve Bunların Dereceleri
İhlâs'ı karıştıran âfetlerin bir kısmı açık, bir kısmı ise gizlidir. Ancak bazıları, açık olmasına rağmen zayıf, bazıları da gizli olmasına rağmen kuvvetlidir. Gizlilik ve açıklıktaki derecelerin değişikliği ancak bir misal ile anlaşılır. İhlâs'ı karıştıran şeylerin en belirgini riyadır. Bu bakımdan riya ile ilgili bir misal verelim:
I. Derece
Namaz kılan kimse ibadetinde ne kadar muhlis olursa olsun, şeytan onun kalbine âfetini sokar. O namaz kılarken bir cemaat kendisine baktığında veya içeri herhangi bir kimse girdiğinde şeytan ona 'Namazını güzel kıl da burada bulunanlar sana vekar ve sülûk gözüyle baksınlar. Seni hafife alarak gıybetini yapmasınlar' der. Böylece azaları huşûa kavuşup, hareketten kesilir ve kıldığı namazı elinden geldiği kadar güzelleştirmeye bakar. Bu durum müridlerle mübtediler için gizli değildir.
II. Derece
İkinci derece, müridin bu âfeti anlayıp ondan sakınmasıdır. Bu bakımdan bu hususta şeytana itaat ve iltifat etmez. Namazına eskisi gibi devam eder. Bu sefer şeytan hayır kisvesine bürünerek ona şöyle der: 'Sen öndersin! Herkesin gözü üzerindedir. Senin yaptığın örnek olur; halk sana uyar. Dolayısıyla eğer güzel yaparsan, onların amellerinin sevabı kadar sevap da sana yazılır. Eğer kötü yaparsan günah defterine geçer. Öyleyse bunların yanında amelini güzelleştir. Belki de huşû ve ibadetin güzelliği hususunda sana uyarlar'.
Şeytanın bu desisesi birincisinden daha engindir. Bazen birincisiyle kanmayan bununla kanar. Bu da riyanın ta kendisi olup ihlâsı iptal eder; zira bu kişi huşu ve ibadetin güzelliğini hayır olarak görüyorsa; bu hayri, niçin başkası için (cemaat içerisinde) terketmeye razı olmuyor da tek başına olduğu zaman terkediyor?
Bu kişinin yanında başkasının nefsinin, kendi öz nefsinden daha aziz olması mümkün değildir. Bundan dolayı da bu katıksız bir kandırmadır. Ancak ona uyan kimse nefsinde müstakim olmuş, kalbi nûrlanmış bir kimsedir; nûru başkasına aksetmiş olup bundan dolayı sevap vardır. Önderlik taslayan kimsenin hareketi ise katıksız nifak ve gururdur. Kendisine uyan sevap sahibi olduğu halde kendisi bu kanışından dolayı sorumludur ve esası olmayan bir vasıf ortaya koyduğundan dolayı ceza görecektir.
III. Derece
Üçüncü derece, bir önceki dereceden daha ince olup kulun bu hususta nefsini denemesi ve şeytanın hilesine karşı uyanık olmasıdır. Tek başına bulunduğu sıradaki durumu ile cemaat içerisindeki durumu arasındaki değişikliğin riyanın su katılmamış cinsinden, ihlâsın ise tek başına kıldığı namazının cemaat içerisindeki namazıyla aynı olması demek olduğunu bilmesidir. Böylece âdeti olmadığı halde halkın görmesi için huşûa bürünme hususunda hem kendi nefsinden, hem de rabbinden utanır Bubakımdan böyle bir kimse tek başına kılarken, namazını, nefsine yönelip cemaat içerisinde kılıyormuş gibi güzelce edâ eder. Cemaat içerisinde de tıpkı bu şekilde namaz kılar. İşte bu derece de engin riyadandır; zira tek başına kılarken namazını güzelce eda etmesi, cemaat içerisinde güzel namaz kılmayı âdet edinmek içidir. Bu durumda, ikisi arasında hiçbir fark yapmamış olur. O halde, tek başına olduğunda da, cemaat içerisinde de bu kimsenin iltifatı insanlaradır. İhlâslı olması ise, namazını hayvanların görmesi ile insanların görmesi arasında fark görmemesidir.
Bu kimsenin nefsi, halk arasında âdâbına riayet etmeksizin namaz kılmaya razı değildir. Diğer taraftan bunu riyakâr bir şekilde yapma hususunda da nefsinden utanmaktadır ve bu sıfatın, tek başına kıldığı namaz ile cemaat arasındaki namazının aynı olmasıyla ortadan kalkacağını zanneder. Oysa durum böyle değildir; çünkü bu riya sıfatının kalkması, ancak, tenhada ve cemaat içinde cansızlara iltifat etmediği gibi, insanlara da iltifat etmeyişine bağlıdır. Oysa yukarıda bahsi geçen zorlama ise, tenhada da cemaat içerisinde de himmeti halk ile meşgul olan kimseden çıkmıştır. Bu da şeytanın gizli hilelerindendir.
IV. Derece
Dördüncü derece ki daha ince ve daha gizlidir namazda olduğu sırada insanların kendisine bakmasıdır. Bu durumda şeytan 'Halk için huşûa bürün' diyemez; zira kişi bunun hile olduğunu bilmektedir. Bu bakımdan şeytan ona 'Allah'ın azamet ve celâlini düşün! Düşün ki sen kimsin ve kimin huzurunda bulunuyorsun? Kalbin kendisinden gâfil olduğu halde Allah'ın ona bakmasından utan!' der.
Şeytanın bu sözleri ile kalbi huzura erer, azaları huşûa bürünür ve kişi bunun, ihlâsın ta kendisi olduğunu zanneder. Oysa bu, hile ve aldanışın ta kendisidir; zira kişinin huşûa bürünmesi, Allah'ın celâline bakmasından ileri gelseydi, bu durum yalnızca cemaat içerisinde kıldığı namazlar için geçerli olmayıp tek başına kıldığı namazlar için de geçerli olurdu. Bu âfetten emin olmanın alâmeti, kişinin, tek başına olduğunda bu düşünceye sahip olmasıdır. Cemaat içerisinde olduğu gibi tek başına bulunduğunda da namazlarını bu şekilde eda etmeye alışmıştır. Bu düşüncenin oluşmasında başka şeyler rol oynamaz; tıpkı hayvanın hazır bulunmasının bu düşüncenin oluşmasından etkili olmadığı gibi. . .
Bu şekilde hallerinde insan ile hayvanın görmesi arasında fark bulunmayan kişi İhlâsın duruluğundan hariç sayılır. Bu kişinin içi riyanın gizli şirkiyle kirlidir. Bu şirk Âdem oğlunun kalbinde kapkara bir karıncanın kapkara bir gecede kapkara bir taş üzerinde bıraktığı izden daha gizlidir. Nitekim bu hususta haber vârid olmuştur. 41
Şeytandan, ancak ince düşünceli, Allah'ın koruması, tevfik ve hidayetiyle saadete eren kimseler kurtulur. Aksi takdirde şeytan, Allah'ın ibadetine yönelenlerin yakasını bırakmaz. Bir an bile yoktur ki onları, hareketlerinin her birinde riyaya zorlamasın. Hatta gözlerine çektikleri sürmede, bıyıklarının kırpılmasında, cuma günü sürülen kokuda, giyilen elbisede bile yakalarını bırakmaz; zira bunlar muayyen vakitlerde yapılan belirli sünnetlerdir. Nefsin bu sünnetlerde de gizli bir payı vardır; çünkü halkın bakışı bunlara bağlıdır. Tabiat bunlara ünsiyet verir. Bu bakımdan şeytan kişiyi bunu yapmaya teşvik ederek 'Bunlar terkedilmesi uygun olmayan sünnetlerdir!' der.
Kalbin bu sünnetlere karşı gizlice kabarması, o gizli şehvetten ötürüdür veya öyle bir şekilde karışıktır ki bıından dolayı ihlâs hududunu aşar. Kişi bu âfetlerden bütün gün sağlam kalmadıkça hâlis değildir. Bilakis mâmur, nazif, imareti güzel bir camide itikâfa giren kimsenin tabiatı bu camiye alışır. Bu bakımdan şeytan onu burada itikâfa girmeye teşvik eder; ona itikâfın faziletlerini sayar. Bazen de gizli muharriğin onu camiin güzel suretine alıştırmasıdır. Tabiatının onunla ferahlık hissetmesidir. Bu da iki camiden birinin veya iki yerden birine, diğerinden daha güzel olduğu için meyletmesiyle anlaşılır.
Bütün bunlar tabiatın karışıklıklarıyla ve nefsin bulanıklıklarıyla karışmaktır ve İhlâsın hakîkatini iptal edici şeylerdir. Hayatıma yemin ederim ki hâlis altına karışan nikelin de değişik dereceleri vardır. Bir kısmı altına galebe eder. Bir kısmıysa altından daha azdır; fakat kolayca farkedilir. Bir kısmı da vardır ki ancak basiret sahibi sarraflar tarafından anlaşılabilecek şekilde incedir. Kalbin hilesi, şeytanın desisesi, nefsin habaseti ise bundan daha engin ve daha incedir.
Âlimin iki rek'at namazı, bir cahilin bir senelik ibadetinden daha üstündür!' denilmiştir.
Burada amellerin âfetlerinin inceliklerini basiretiyle sezen âlim kastedilmektedir ki bu sayede kurtulabilsin; zira cahil ibadetlerin zâhirine bakıp onunla aldanır. Tıpkı köylünün karışık altının kırmızılık ve yuvarlaklığına bakıp da aldanması gibi. . . Oysa o altın karışıktır. Tam ayarlı altının bir kırat'ı ki basiret sahibi sarraf onu tercih eder ahmak cahilin tercih ettiği tam bir altından daha hayırlıdır. İşte ibadetlerle ilgili şeyler de böyle değişir. Hatta daha şiddetli, daha korkunçtur. Çeşitli amellere karışan âfetlerin giriş yerlerinin kontrol altına alınması ve sayılması mümkün değildir. Bu bakımdan misal olarak söylediklerimizle yetinilmelidir. Zeki kimse, azdan çoğu anlayabilir. Ahmak kimseye ise ne kadar anlatılsa fayda vermez. Bu bakımdan tafsilatın hiçbir faydası yoktur.
41) Hazret-i Ebû Bekir'in, Hazret-i Âişe'nin, İbn-i Abbâs'ın ve Ebû Hüreyre'nin hadîslerinden değişik ibareler ve fazlalıklarla rivâyet edilmiştir. Kitab'u1-İlim'de de geçmişti.
10. Şâibeli Amelin Hükmü ve Onunla Sevaba Müstehak
Sadece Allah için olmayıp kendisine riya veya nefsin istekleri karışmış olan amel hakkında sevabı mı gerektireceği, cezayı mı veyahut da hiçbir şey gerektirip gerektirmeyeceği hususlarında ihtilâf edilmiştir.
Bu bakımdan kendisiyle kesinlikle riya kastedilen amel, kişinin aleyhindedir ve azap sebebidir. Sadece Allah için yapılan amel ise, sevap sebebidir. Ancak karışık amel hakkında ihtilaf vardır. Gelen haberlerin zâhiri, karışık amelde sevap olmadığına delâlet eder. Fakat bu hususta haberler birbirleriyle çelişmekten geri kalmamaktadır. Bu meselede bizim anladığımız hüküm ilmin hakikatini Allah bilir şöyledir. Şahısta, ibadete teşvik eden kuvvetin çeşidine ve miktarına bakılır: Eğer dinî teşvikçi, nefsî teşvikçiye denk ise, ikisi boğuşur ve sonuçta ikisi birden düşer. Bu takdirde amel kişinin ne aleyhinde, ne de lehinde olur. Eğer riyadan gelen teşvikçi daha galib ve kuvvetli ise, böyle bir amel faydalı değildir. Aksine zarar vericidir ve sahibini cezaya götürür. Aksine ceza sadece riya için olan amelin cezasından daha hafiftir; çünkü ikinci amelde Allah'a mânen yaklaşma ruhu hiç yoktur.
Eğer yaklaşma maksadı diğer teşvikçiye nisbeten daha galib ise, kişi, dinî teşvikçinin kuvvetinin galib olduğu nisbette sevap kazanır. Bu da şu ayetten dolayıdır:
Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu (n mükafatını) görür; kim de zerre yapmışsa onu (n cezasını) görür. (Zilzal/7-8)
Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık etmez; zerre miktarı bir iyilik olsa, onu kat kat artırır. (Nisa/39)
Madem ki durum budur, o halde hayrı zayi etmez. Hayır, riya'dan fazla ise, riya kadarını yakar, fazlası kalır. Eğer hayır, riyadan az ise, o hayır kastından ötürü bozuk niyetin cezasından birşey eksilir.
Bu hükümden perdeyi kaldırmak şöyle mümkün olur: Amellerin kalplerdeki tesirleri, sıfatlarının takviyesinden ötürüdür. Bu bakımdan riyanın çağırıcısı helâk edicilerdendir. Bunun gıdası, isteğine göre amel etmektir. Hayrın çağırıcısı ise, kurtarıcılardandır. Onun gıdası da ancak ona uygun bir şekilde amel etmektir. Bu iki sıfat kalpte bir araya geldiğinde kişi riya'nın isteğine göre amel ederse, riya sıfatı kuvvet bulmuş demektir. Allah'a mânen yaklaşmak için amel ederse, bu sıfat kuvvet bulmuş demektir. Bunların biri helâk edici, öbürüsü kurtarıcıdır. Eğer birinin takviyesi diğeri kadar olursa, ikisi mukavemet ederler ve hararetten zarar gören bir kimse gibi olur. Bu kimse kendisine zarar verenle, fayda vereni aynı oranda aldığında sanki hiç birini almamış gibi olur. Eğer bunlardan biri galip ise, mutlaka bir tesir bırakır. Yiyeceğin, içeceğin ilâcın zerresinin bile tesirsiz olmadığı gibi.
Bunlar nasıl Allah'ın ilahî kanunu gereğince bedene tesir ediyorsa, aynen onun gibi hayır ve şerrin zerresi de zayi olmaz. Kalbin nûrlandırılmasında veya karartılmasında, Allah'a yaklaştırılması veya uzaklaştırılmasında tesir etmekten uzak değildir. Bu bakımdan kişi, kendisini uzaklaştıran amelle beraber yaklaştıran bir amel işlediğinde tekrar bulunduğu yere döner. Bu ne onun lehinde, ne de onun aleyhinde olmaz. Eğer yaptığı fiil iki karış yaklaştırıcı fiillerden ise, diğer fiil de bir karışlık fazilete sahip olur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Günahın arkasından sevap işle! Bu takdirde sevap o günahı yok eder.
Madem ki katıksız günahı, arkasından yapılan katıksız sevap siliyor, o halde ikisi bir arada olduklarında, zarurî olarak biri diğeriyle çarpışır.
Ümmet-i Muhammed'in (aleyhisselâm) 'Hacı olmak için evinden çıkan ve fakat aynı zamanda ticarete niyet eden bir kimsenin buna rağmen haccının sahih olduğunda' ittifak etmeleri de bu hükmün doğruluğuna şahidlik eder. Şöyle denilmesi mümkündür: 'Böyle bir kimse hac amellerinden ötürü ancak Mekke'ye vardığında sevap görür!' Oysa onun ticareti Mekke'ye varmasına bağlı değildir. Bu bakımdan o hâlistir. Ancak hac ile ticaret arasında ortak olan mesafenin uzunluğudur. Bu bakımdan ticareti kasdettiği müddetçe seferinde sevap yoktur. Fakat en doğru hüküm şudur: Hac, esas harekete geçirici ve ticaret kasdı da buna yardımcı ve tâbi ise, böyle bir kimsenin evinden Mekke'ye kadar olan seferi de sevaptan uzak değildir.
Gaziler ganimetleri çok olan bir cephede kâfirlerle çarpışmakla, hiç ganimet olmayan cephede kâfirlerle çarpışmak arasındaki farkı hissederler. Böyle bir farkı hissetmenin gazilerin cihadından gelen sevabı tamamen yok ettiğini savunmak da hakikatten uzaktır. Adalet, şöyle demektir: Esas iteleyici Allah'ın kelimesinin (dininin) üstün olmasıdır. Ganimetteki istek ve tebaiyyet yoluyla gelir. Bu bakımdan onunla sevap yanmaz. Evet! Hiçbir zaman kalbi ganimete iltifat etmeyen bir kimsenin sevabı ile böyle bir kimsenin sevabı eşit olmaz; zira şüphe yoktur ki böyle düşünce bir eksikliktir!
Soru: Âyet ve haberler riyanın karışmasının sevabı yakacağına delâlet eder! Cihada, ganimeti talep etmenin karışması da bu mânâdadır. Ticaret ve nefsin diğer payları da böyledir; zira tabiîn'den Tâvus ve diğerleri şöyle rivâyet ettiler.
Bir kişi Hazret-i Peygamber'den iyilik yapan veya sadaka veren, dolayısıyla övülmeyi ve ecir sahibi olmayı seven bir kimsenin halini sorunca Hazret-i Peygamber ona cevap veremedi ve şu âyet nazil oldu:
Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak etmesin! (Kehf/110)
Oysa bu adam hem ecir, hem de övülmeyi birlikte kasd etti! Muaz (radıyallahü anh) , Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet ediyor: 'Riyanın en azı şirktir'.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Ameline şirk karıştıran bir kimseye 'Kim için amel etmişsen ecrini ondan al!' denir. 42
Ubâde'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsî'de Allah şöyle buyurmaktadır:
Ben ortaklıktan, ortakların hepsinden daha müstağniyim. Bu bakımdan kim benim için bir amel işler, başkasını bana ortak yaparsa, payımı bana ortak edene bırakırım.
Ebû Musa'nın rivâyet ettiğine göre bir bedevî Hazret-i Peygamber'e gelerek şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bir kişi var ki ar ve gayretten dolayı çarpışıyor. Bir diğeriyse kahramanlıktan dolayı çarpışıyor. Bir kişi de Allah yolundaki yerini görmek için çarpışıyor. (Acaba bunların hangisi Allah yolundadır?) '
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye çarpışıyorsa, o Allah yolundadır. 43
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Siz filan adam şehiddir' diyorsunuz. Belki de o kimse, yükünün iki tarafını gümüşle doldurmuştur'.
İbn Mes'ûd'un (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim dünyadan birşey kasdettiği halde hicret ederse, onun için o kasdettiği vardır. 44
Cevap: Bunlar daha önce zikrettiğimize ters düşmezler. Bu hadîslerde kasdedilen kimseler, dünyayı kasdeden kimselerdir. Tıpkı 'Kim dünyadan bir şeyi kasdettiği halde hicret ederse' sözü gibi. . . Oysa bu, o kimsenin niyetine en fazla galip olan şey idi. Biz bunun isyan ve düşmanlık olduğunu söyledik. Yoksa dünyayı istemek haramdır anlamında hüküm vermedik. Ancak dinî amelleri basamak yapıp dünyayı talep etmek haramdır. Çünkü bu talepte riya ve ibadeti hedefinden saptırmak vardır. Şirket terimi nerede vârid olursa, eşitlik için kullanılır. Oysa biz beyan ettik ki kişinin iki maksadı eşit olduğunda birbirleriyle mukavemet eder. O vakit ne aleyhlerinde, ne de lehlerinde birşey olmaz. Böyle bir amelden dolayı sevap umması uygun değildir.
Sonra insan ortaklık zihniyeti taşıdığı müddetçe tehlikededir; zira hangisinin onun maksadına galebe çalacağını bilemez. Çoğu kez onun aleyhinde günah olur.
Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak yapmasın! (Kehf/110)
Yani iki isteğin taaruz edip ikisinin birden düşmesi olan artıklıkla beraber bile Allah'ın mülâkatı umulmaz (ve istenilmez) .
Şöyle demek de mümkündür: 'Şehidlik mertebesi ancak savaşta ihlâslı olmakla elde edilir'.
Şöyle demek uzak bir hükümdür: 'Kimin dinî duyguları kendisini sadece savaşa iteleyici bir şekilde ise iki kâfir gruptan biri zengin, biri fakirse, zengin grupla hem i'lâ-i kelimetullah, hem de ganimet için savaşırsa, hiçbir sevabı yoktur (!) '
Durumun böyle olmasından Allah'a sığınırız. Çünkü bu, dinde bir zorluktur, müslümanların arasına ümitsizlik sokmaktır. Zira bu tür katışıklıkların benzerlerinden insan çok az kurtulabilir. Bu bakımdan bunlar ancak sevabın eksilmesine tesir eder. Sevab işlemekte ise bunların tesiri yoktur. Evet! İnsan bu hususta büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır; zira insan çoğu kez kendisini iteleyen gücün mânen Allah'a yaklaşmak olduğunu zanneder. Oysa onun kalbine galebe çalan, nefsin isteğidir. Bu ise gayet gizli bir durumdur. Bu bakımdan ecir ancak ihlâs ile hâsıl olur. İhlâs ise ne kadar ihtiyat ederse etsin amellerde çok zor elde edilir. En uygunu devamlı çalıştıktan sonra amellerinin red veya kabul olunması hususunda mütereddit olmaktır. İbadetinde bir âfetin olmasından, günahının sevabından daha fazla bulunmasından korkmalıdır. İşte basiret sahibi olup da korkanlar böyle idiler. Her basiret sahibi de böyle olmalıdır.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Ben görünen amelimi önemsemiyorum'.
Abdülazîz b. Ebû Dâvud45 şöyle demiştir: 'Altmış sene şu Kâbe'ye komşuluk yaptım. Altmış sene haccettim. Nefsimi hesaba çekmeden hiç amel yapmadım. Yine de şeytanın payının, Allahü teâlâ'nın payından daha fazla olduğunu gördüm. Keşke o ameller ne lehimde, ne de aleyhimde olsaydı!'
Bununla beraber âfet ve riyanın korkusundan ötürü ameli terketmek uygun değildir; zira şeytanın çırpındığı ve varmak istediği en son hedef budur; zira maksat ihlâsın elden kaçırılmamasıdır. Ne zaman kişi ameli terkederse, hem ameli, hem de ihlâsı elden kaçırmış olur.
Hikâye olunuyor ki; fakirlerden biri Ebû Said el-Harraz'a hizmet edip işlerine yardım ediyordu. Ebû Said, bir gün amellerin ihlası hakkında konuştu. Bu söz üzerine o fakir her hareketinde kalbini teftiş etmeye başladı ve kalbini ihlâsa zorladı. Böylece Ebû Said'in ihtiyaçlarını yerine getirmesi zorlaştı ve Ebû Said, fakirin bu hareketiyle zarara uğramış oldu. Fakirin durumunu sordu. Fakir ona dedi ki: 'Nefsimden ihlâsın hakîkatini istiyorum. Nefis de amellerin çoğunda ondan aciz oluyor ve o amelleri terk ediyor!'
Bu söz üzerine, Ebû Said dedi ki: 'Bunu yapma! Zira ihlâs muameleyi kesmez. Bu bakımdan amele devam et ve ihlâsı kazanmak için var kuvvetinle çalış! Ben sana ameli terket demedim. Ben sana yapılan ameli hâlisleştir dedim' dedi.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ameli insanlar için terketmek riya, onlar için yapmaksa şirk'tir. '
42) Daha önce geçmişti.
43) Daha önce geçmişti.
44) Daha önce geçmişti.
45) Bu zat H. 159'da vefat etmiştir.
37-3
11. Sıdk'ın Fazileti
Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular (sadâkat gösterdiler). (Ahzâb/23)
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sıdk hayra, hayır da cennete götürür. Mü'min kişi, doğru söyler Allah katında doğru olarak yazılır. Yalan fısk ve fücura, fısk ve fücûr da cehenneme sürükler. Kişi yalan söyler. Dolayısıyla Allah katında yalancı olarak kaydedilir. 46
Sıdk'ın (doğruluğun) fazileti hakkında Sıddîk (çok doğru söyleyen) kelimesinin bu kökten türemiş olması kâfidir. Allahü teâlâ, peygamberleri bununla vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Kitab'da İbrahim'i de an! Çünkü o sıddîk (çok doğru) bir peygamber idi. (Meryem/41)
Kitab'da İsmail'i de an! Çünkü o sözünde sâdık bir peygamberdi. (Meryem/54)
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa o kâr etmiştir:
1. Sıdk (doğruluk)
2. Hayâ (utanmak)
3. Güzel ahlâk
4. Şükür
Bişr b. Hâris şöyle demiştir: 'Kim Allah'a sıdk ile yönelirse o kimse insanlardan kaçar'.
Ebû Abdullah Remlî47şöyle demiştir: Mansur Dineverî'yi rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum:
- Allah sana nasıl muamele etti?
- Beni affedip bana rahmet etti. Ummadığımı bana verdi!
- Kulun kendisiyle Allah'a yöneldiği en güzel şey nedir?
- Sıdk'tır. Kendisiyle Allah'a yöneldiği en çirkin şey ise yalan'dır.
Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Sıdk'ı kendine binek, hakkı kendine kılıç, Allah'ı da isteğinin hedefi yap!'
Bir kişi bir hakîme 'Hiçbir doğru görmedim!' dedi. Hakîm 'Eğer sen doğru olsaydın doğruları görürdün' dedi.
Muhammed b. Ali Kettânî'den48 şöyle rivâyet edilir: 'Allah'ın dinini üç temel üzerinde açıklanmış olarak görüyoruz: Hakîkat, sıdk ve adalet. . . Hakîkat azalar üzerindedir. Adalet kalpler, sıdk da akıllar üzerindedir'.
Allah'a yalan uyduranların (O'na şirk koşanların) kıyâmet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün. (Zümer/60)
Süfyan-ı es-Sevrî bu âyet hakkında 'Bu kimseler, öyle kimselerdir ki doğru olmadıkları halde Allah'ı sevdiklerini iddia etmişlerdir' dedi.
Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvud'a (aleyhisselâm) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Kim içinden beni doğrularsa ben de onu insanlar nezdinde doğrularım'.
Şiblî'nin meclisinde, bir kişi bağırarak kendini Dicle'ye attı. Şiblî 'Eğer doğru ise,
Musa'yı kurtardığı gibi Allah onu kurtarır. Eğer yalancı ise, Firavun'u boğduğu gibi Allah onu boğar' dedi.
Bir kişi şöyle demiştir: Fakîhler ve âlimler üç haslet üzerinde icma etmişlerdir: O hasletler tamam olduklarında onlarda insanın kurtuluşu vardır. Onların bazısı ancak diğeriyle tamamlanır:
1. Bid'at ve hevâ-i nefisten arınmış İslâm!
2. Amellerde Allah için sıdk!
3. Helâl yemek!
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Tevrat'ın kenarında yirmi iki harf (kelime) gördüm. İsrailoğulları'nın salihleri bir araya gelir onları okur, aralarında müzakere ederlerdi:
İlim'den daha faydalı bir hazine, hilm'den daha kârlı bir sermaye yoktur. Öfke'den daha alçaltıcı bir şey, amel'den daha süsleyici bir arkadaş, cehalet'ten daha çirkinleştirici bir yoldaş, takvâ'dan daha aziz bir şeref, hevâyı terketmekten daha yararlı bir kerem, fikir'den daha üstün bir amel, sabır'dan daha yüce bir sevap, kibir'den daha rezil edici bir günah, rikkat'ten daha yumuşak bir ilâç, hamakat'ten daha ağır bir hastalık, hak'tan daha adil bir elçi, sıdk'tan daha nasihatçi bir delil, tamahkârlık 'tan daha zelil edici bir fakirlik, derlemek'ten daha şakî bir zenginlik, sıhhat'ten daha hoş bir hayat, iffet'ten daha mutlu bir maişet, huşû'dan daha güzel bir ibadet, kanaat'ten daha hayırlı bir zühd, sükût' tan daha koruyucu bir nöbetçi, ölüm'den daha yakın bir gâib yoktur!
Muhammed b. Said el-Maruzî dedi: 'Sıdk ile Allah'ı aradığında Allah senin eline öyle bir ayna verir ki onunla dünya ve âhiretin acaipliklerini görürsün' dedi.
Ebû Bekir el-Verrak şöyle demiştir: 'Allah ile aranda sıdk'ı halkla aranda yumuşaklığı koru!'
Zünnûn'a 'İşlerini ıslah etmeye kulun yolu var mıdır?' diye soruldu. Cevap olarak şu şiiri okudu:
Mütereddit ve şaşkın kaldık. Sıdk'ı arıyoruz. Ona yol yok! Bu bakımdan hevânın iddiaları bize hafif gelir! Hevâ'nın hilafı ise ağır gelir.
Sehl'e şöyle soruldu:
- Üzerinizde bulunduğumuz bu işin esası nedir?
- Sıdk, cömertlik ve şecâattir.
- Biraz daha söyler misin?
- Takvâ, hayâ ve helâl gıda!
İbn-i Abbâs'ın rivâyetine göre, Hazret-i Peygamber'e kemâl sorulduğunda şöyle cevap verdi:
Hakkı haykırmak, sıdk ile amel etmek!49 Allah o sâdıklara sadakatlarından sorsun! (Ahzâb/8)
Cüneyd bu ayetin tefsiri hakkında şöyle demiştir: 'Nefisleri nezdinde sâdık olanlardan, rablerinin katındaki sıdkları sorulacaktır. Bu ise tehlike üzerine bina edilen bir şeydir'.
46) Müslim, Buhârî
47) Filistin'in Remle şehrindendir.
48) Süfîdir ve Mekkelidir. H. 322'de vefat etmiş
12. Sıdk'ın Hakîkati, Mânâsı ve Mertebeleri
Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde sıdk, niyette sıdk, azimde sıdk, azmi îfa etmekte sıdk, amelde sıdk, din makamlarının tahkikinde sıdk. . . Bütün bunlarda sıdk (doğruluk) ile sıfatlanan bir kimse Sıddîk'tır. Çünkü sıddîk demek, sıdkta (doğrulukta) ileri giden demektir. Sonra sıddîk (doğru)lar da çeşitli derecelere ayrılırlar. Kim de sıdk'ta bu altı şeyin biri varsa o, içinde nasibi olan şeye nisbeten sâdıktır.
I. Dilin Sıdk'ı
İlk sıdk, dilin sıdkıdır. Bu ise ancak haberlerde veya haberleri tazammun eden ve haberlere dikkati çeken hususlarda olur. Haber de ya geçmiş veya gelecekle alâkalıdır. Bunun içine, va'dini îfa etmek veya va'dine muhalif hareket etmek de girer. Her kulun haberlerin lâfızlarını koruması gerektir. Kul sadece doğru ile konuşmalıdır. Bu ise sıdkın çeşitlerinden en meşhuru ve en belirginidir. Bu bakımdan dilini, bir şeyi olduğundan hilafına söylemekten koruyan bir kimse sâdıktır. Fakat bu sıdkın iki kemâli vardır.
A) Birincisi târizlerden sakınmaktır. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Târizlerde yalandan kaçınmaya yol vardır'. Bunun sebebi târizlerin yalanın yerine geçmesidir; zira yalanın mahzurlu olması, bir şeyi olduğu gibi değil, onun hilafına anlatmaktır. Ancak bazı hallerde yalana ihtiyaç hissedilir ve maslahat onu iktiza eder. Çocukların, kadınların ve benzerlerinin edeplendirilmesinde de bazen yalana ihtiyaç duyulur. Zâlimlerden sakındırmak için, savaşta da maslahat için yalana ihtiyaç duyulabilir. Düşmanların memleketin sırlarına vâkıf olmaması için maslahat yalan söylemeyi gerektirir. Bu bakımdan bunlardan birine mecbur olan bir kimsenin buradaki sıdkı Allah için konuşmasıdır. Hakkın ona emrettiği ve dinin istediği hususta konuşmalıdır. Öyleyse böyle konuştuğunda doğru olur. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır.
Evet! Böyle bir yerde, yol buldukça târizlere kaymak uygundur. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sefere çıktığında gideceği yere değil, başka bir yere doğru giderek esas amacını gizlerdi. 50
Bunun sebebi haberin, düşmanlara varmasını ve dolayısıyla da hazırlık yapmalarını engellemekti. Bu hareketin yalanla bir ilgisi yoktur.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İki kişinin arasını bulmak için yalan söyleyen, yalancı değildir!51
Şu üç kişiye maslahata göre yalan söyleme ruhsatı verilmiştir:
1. İki kişinin arasını bulan kimseye,
2. İki karısı bulunan bir kimseye,
3. Savaşta olan kimseye.
Buradaki sıdk niyet'e dönüşür. Bu bakımdan burada niyetin sıdkı ve hayrın iradesi gözetilir. O halde, kişinin maksadı doğru olup niyeti sabit ise, iradesi sadece hayır için tecerrüd etmiş ise, kişi sâdık ve sıddîk olur. Konuşması nasıl olursa olsun farketmez. Sonra burada târiz daha iyidir.
Târizin yolu, bazılarından hikâye edilen şu şekildir: Zâlimlerden biri, seleften bir zâtı arıyordu. O da evindeydi. Hanımına 'Parmağınla bir daire çiz! Parmağını dairenin üzerine koy ve 'O burada değildir de'dedi.
Bunu yapmakla yalandan korundu. Zâlimi nefsinden defetti. Bu bakımdan onun sözü doğru idi. Zâlime de evde olmadığını anlattı.
Demek ki lâfızda birinci kemâl; açık lâfızdan ve târizlerden sakınmaktır. Ancak zaruret anında durum değişir.
B) İkinci kemâl; kendileriyle rabbine münâcat ettiği lâfızlarda sıdkın mânâsını gözetmesidir. Şu sözü gibi: 'Yeri ve gökleri yaratan Allah için yüzümü yönelttim!'
Eğer kişinin kalbi Allah'tan dönük, dünyanın istek ve şehvetleriyle meşgul bulunuyorsa, bu sözde yalancıdır. 'Ancak sana ibadet ediyoruz'! ve 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözleri de ikinci kemâlin misalidir.
Kişi kulluğun hakîkatiyle sıfatlı bulunmadığı ve Allah'tan başka bir hedefi olduğu halde bunu söylerse, konuşması doğru olmaz. Eğer 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözünden kıyâmet gününde, sıdktan dolayı mesul tutulursa, bunun tahkikinden aciz olur; zira eğer kişi dünyanın, nefsinin ve heveslerinin kölesi ise, bu sözünde doğru olmaz. Çünkü kişi bağlı olduğu şeyin kuludur. Nitekim Îsa (aleyhisselâm) 'Ey dünyanın kulları!' demiştir. . . .
Efendimiz Hazret-i Muhammed ise 'Dinarın kulu helâk oldu! Dirhemin kulu helâk oldu! Süsün ve yemeğin kulu helâk oldu!' buyurmuştur. 52
Dikkat edilirse kalbi bir şeye bağlı bulunan bir kimseye 'o şeyin kölesi' adını vermiştir. Oysa Allah'ın hakikî kulu Allah'tan başka her şeyden âzad olup, mutlak mânâda hür olan kimsedir. Bu hürriyet ilerlediğinde kalp boşalır, orada Allah'ın kulluğu yerleşir.
Dolayısıyla Allah ve Allah'ın sevgisiyle bu hürriyet onu meşgul eder. Onun zahiri ve bâtını Allah'ın ibadetine bağlanır. Allah'tan başka bir maksadı olmaz. Sonra daha yüce bir makama varmak üzere bu makamı geçer. Bu ikinci makama hürriyet denir. Bu, şu demektir: Allah için olan iradesinde de âzad olmasıdır. Bu kimse Allah'ın kendisine irade ettiği yakınlık veya uzaklığa kanaat eder. Böylece iradesi Allah'ın iradesinin içinde yok olup gider. Bu kul Allah'ın gayrisinin kaydından âzad olmuş ve hürriyete kavuşmuş bir kuldur. Sonra nefsinin kaydından da âzad olmuş ve hür olmuştur. Nefsini kaybetmiş, mevlâsını bulmuştur. Mevlâsı onu harekete geçirirse hareket eder, onu durdurursa durur, onu belâ verirse razı olur. Kısacası; onda herhangi bir talep, iltimas ve itiraz kalmaz. Hatta o, Allah'ın huzurunda tıpkı ölü yıkayıcının önündeki cenazeye benzer. Bu ise, Allah'a olan kulluktaki sıdkın en son noktasıdır. Bu bakımdan hakîki kul varlığı nefsi için değil, mevlâsı için olan kuldur. Bu derece sıddîkların derecesidir. Allah'tan başka her şeyden âzad olmaya gelince o, sâdıkların derecesidir. O derecelerden sonra Allah'a olan kulluk tahakkuk eder. Bundan önce sahibine ne sâdık, ne de sıddîk adı verilmez. İşte sözdeki sıdk'ın mânâsı budur.
II. Niyet'in ve İrade'nin Sıdk'ı
İkinci sıdk, niyet ve irade'dir ki bu da ihlâs 'a dönüşür ve şu demektir: Kişinin hareket ve hareketsizliğinde Allah'tan başka iteleyici bir kuvvetin olmamasıdır. Eğer ona nefsin isteğinden birşey katılırsa, niyetin sıdkı bozulur. Bu takdirde bu niyetin sahibine yalancı demek caiz olur. Nitekim İhlâsın fazileti bahsinde üç kişi hakkındaki hadîste bu ifade edilmişti.
Âlim bir kişiye 'Öğrendiğinle ne gibi bir amel yaptın?' diye sorulduğunda 'Şöyle yaptım!' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Sen yalan söyledin! Sen 'filan adam âlimdir' denilsin istedin" dedi.
Dikkat edilirse, Allahü teâlâ onu yalanlayıp 'Sen işlemedin' demedi. Ona 'Sen irade ve niyetinde yalan söyledin' dedi. Sıdk (doğruluk) kasıttaki Tevhîd'in sıhhati demektir.
Allah münâfıkların yalancı olduklarındı şahidlik eder. (Münâfikûn/1)
Münafıklar Hazret-i Peygamber'e 'muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün' dediler. Bu hüküm doğrudur. Fâkat Allahü teâlâ onları, sözleri bakımından değil, kalplerinde bulunan niyet bakımından yalandı. Yalanlama habere sirayet eder. Bu söz, hâl karinesiyle haber vermeyi tazammun eder; zira bu sözün sahibi içinden söylediğine inanır. Öyle ise hal karinesiyle kalbindeki mânâya delâlet etmekte yalan söyledi; zira o, kalbindeki niyete yalan söyledi. Diliyle söylediğinde değil. Bu bakımdan sıdk mânâlarından biri niyetin hâlis olmasıdır. Bu bakımdan her doğrunun elbette muhlis olması gerekir.
III. Azm'in Sıdk'ı
Üçüncü sıdk, azmin sıdkıdır. Muhakkak ki insan bazen azmi, amele takdim eder ve içinden şöyle der: 'Eğer Allah bana bir mal verirse hepsini veya bir kısmını O'nun yolunda sadaka veririm veya Allah yolunda bir düşmanla karşı karşıya gelirsem, perva etmeden, ölsem dahi onunla mücadele ederim. Eğer Allah bana bir yöneticilik verirse, adaletle hareket eder, bir insana meyletmek ve zulüm yapmakla Allah'a isyan etmem!'
İşte bu azmi, insan bazen kalbinde bulur. Bu doğru ve kesin bir azimettir. Bazen de insanın azminde bir kayma ve tereddüd olur. Azimetteki doğruluğa zıt düşen bir zafiyet olur. Bu bakımdan buradaki sıdk, tamlık ve kuvvetten ibarettir. Nitekim denilir: 'Filan adamın doğru bir şehveti vardır!' Yine denilir ki: 'Şu hastanın şehveti yalancıdır!'
Hastanın şehveti sabit ve kuvvetli bir sebepten gelmeyince veya zayıf olunca böyle denilir. Bu bakımdan bazı kere sıdk zikredilir. Ondan bu mânâ kastolunur. Sâdık ve sıddîk o kimsedir ki bütün hayırlarda azimeti tam bir kuvvete tesadüf eder ki o kuvvette ne bir kayma, ne zafiyet ve ne de bir tereddüt yoktur. Aksine hayırlar üzerinde kesin olan bir azimle cömertlik yapar.
Bu, Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) dediği gibidir: 'Eğer huzura getirilip boynum vurulsa, bu durum bence içinde Ebû Bekir'in bulunduğu bir cemaata baş olmamdan daha sevimlidir'.
Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Bekir varken emîr olmamayı kendi nefsinde kesin azmi, doğru muhabbet olarak buldu. Bu azmini verdiği misalle tekid edip güçlendirdi.
Sıddîkların azimetlerdeki mertebeleri değişiktir. Bazen azimete tesadüf edip sahibi olur. Fakat o hususta ölüme razı olacak dereceye varmaz. Reyiyle başbaşa bırakıldığında ölüme yanaşmaz. Eğer ona ölüm hatırlatılırsa, azmini kırmaz. Sâdık ve Mü'minler arasında öyleleri vardır ki eğer nefsi ile Ebû Bekir'in öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, kendi hayatı, Ebû Bekir'in hayatından daha kıymetli gelir.
IV. Azim'de Vefa
Dördüncü sıdk, azme vefa göstermektir. Nefis, bazen derhal azim ile cömertlik yapar; zirâ va'd ve azimde bir zorluk yoktur. Oradaki yük hafiftir. Bu bakımdan hakikatler tahakkuk edip, imkân husule gelip şehvetler harekete geçtikçe azimet inhilal eder. Şehvetler galebe çalar. Azmi îfa etmek güçleşir. Bu ise buradaki doğruluğa ters düşer.
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde dururlar. (Ahzâb/23)
Hazret-i Enes'ten şöyle rivâyet ediliyor: Amcası Enes b. Nadr (radıyallahü anh) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu durum ona gayet ağır gelmiş ve şöyle demişti: 'Rasûlüllah'ın ilk savaşında hazır bulunmadım, eğer Allah, Hazret-i Peygamber'le beraber bana bir savaş nasip ederse ne yapacağımı görecektir'. İkinci sene amcam Enes b. Nadr Uhud savaşına katıldı. Uhud'a giderken Sa'd b. Muaz (radıyallahü anh) ile karşılaştı. Sa'd ona şöyle sordu:
- Ey Ebû Amr! Nereye gidiyorsun?
- Cennet kokusuna! Ben cennet kokusunu Uhud'un eteğinde hissediyorum!
Böylece Enes öldürülünceye kadar savaştı. Onun cesedinde seksen küsür yara sayıldı. O yaraların kimisi ok yarasıydı, kimisi kılıç, kimisi de mızrak yarasıydı.
Kızkardeşi, Nadr'ın kızı Rabia (radıyallahü anh) 'Kardeşimi ancak elbisesinden tanıdım!' demiştir.
Bunun üzerine şu âyeti nazil oldu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular. (Ahzâb/23)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Mus'ab b. Umeyr'in cenazesinin başında durdu. Bu zat Uhud muharebesinde şehid olarak yüzü koyun yere düşmüştü. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in sancağını taşıyan bir kimseydi. Bu manzarayı gören Hazret-i Peygamber şu âyeti okudu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağı yerine getirdi kimi de beklemektedir; sözlerini asla değiştirmemişlerdir. (Ahzâb/23)
Fuddale b. Ubeyd Hazret-i Ömer'in şöyle dediğini naklediyor: Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Şehidler dört gruptur: Mü'min bir kişi ki îmanı çok güzel, düşman ile karşılaşmış! Allah'a verdiği sözde ölünceye kadar sıdk göstermiştir. İşte o, öyle bir şehiddir ki kıyâmet gününde, insanlar ona gözlerini şu şekilde dikeceklerdir!
Sonra sarığı başından düşecek derecede başını kaldırıp göklere baktı, (Ravi der ki) : 'Fakat Hazret-i Ömer'in sarığının mı yoksa Hazret-i Peygamber'in sarığının mı düştüğünü bilmiyorum'. Bir kişi ki İmâm güzel, düşmanla karşı karşıya geldiğinde, sanki onun yüzüne muz dikeniyle vurulmuştur. Ona serseri bir ok gelir, onu öldürür. Bu kimse ikinci derecededir.
Bir Mü'min kişi ki salih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış. Düşman ile karşılaştığında, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat gösterir. Bu ise üçüncü derecededir.
Bir kişi ki israf etmiş, düşman ile karşı karşıya gelmiş, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat göstermiştir. Bu kimse dördüncü derecededir. 53
Mücâhid şöyle demiştir: "İki kişi, kötürümlerin yanında 'Eğer Allah bize mal verirse muhakkak sadaka vereceğiz!' dediler. Allahü teâlâ kendilerine mal verdiğinde ise cimrilik yaptılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:
Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız!' diye Allah'a and içtiler. (Tevbe/75)
Müfessirlerden bazıları, 'Ayette bahsi geçen söz, onların içlerinden geçirdikleri niyetleri olup konuşmaları değildir' demişlerdir.
Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız' diye Allah'a and içtiler. Ne zaman ki Allah, lütfundan onlara verdi; O'n (un verdiğin) e cimrilik ettiler, yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler. Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine ikiyüzlülük sokmuştur. Bilmediler mi ki Allah onların gizli konuşmalarını ve sırlarını bilir ve Allah gizlileri bilendir. (Tevbe/75-77)
Görüldüğü gibi Allahü teâlâ bu ayette azmi, ahid (söz) ; ona muhalefeti yalan ve bu konuda sözü yerine getirmeyi de sıdk olarak nitelendirmiştir. Bu sıdk, üçüncü sıdktan daha kuvvetlidir; zira nefis bazen azimle cömertlik yapar. Sonra kendisine zor geldiğinden dolayı yerine getirmesi gerektiği anda vazgeçer. Varlık ve sebeplerin husulü anında arzusundan cayar.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) istisna yaparak şöyle demiştir: 'Boynumun vurulması, benim için, içlerinde Ebû Bekir'in bulunduğu bir kavmin başında yönetici olmaktan daha hoştur. Yârab! Nefsimin ölüm anında bana şu anda bulamadığım birşeyi hatırlatmasından dolayı beni muaheze etme! Çünkü ben, bu hareketin ağır gelmesinden ötürü nefsin azminden caymayacağından emin değilim!'
Hazret-i Ömer bu sözüyle, azmi yerine getirmenin zorluğuna işaret etmiştir.
Ebû Said Ahmed b. Îsa el-Harrâz şöyle anlatıyor: "Bir gece rüyamda iki melek, gökten inip bana 'Sıdk nedir?' diye sordular. 'Sözü yerine getirmektir!' cevabını verdiğimde de 'Doğru söyledin!' diyerek tekrar göklere çıktılar".
V. Amelin Sıdkı
Beşinci sıdk, amellerdeki sıdktır! Kişinin, zâhirî (dış) hareketlerinin, bâtınında (içinde) bulunmayan birşeye delâlet etmemesi için var kuvvetiyle çalışmasıdır. Yoksa amelleri terketmesi demek değildir. Fakat bu ancak bâtının zâhirle doğrulanmasıyla olur: Bu ise, daha önce söylediğimiz riyanın terkine muhaliftir; zira riyakâr kimse riyaya kasteden kimsedir. Nice kimse vardır ki gösteriş gayesi olmaksızın, namazında huşû ile durmaktadır; ama kalbi namazdan gafildir. Dışarıdan bakan kimse onun Allah'ın huzurunda durduğunu zanneder. Oysa o bâtını ile çarşıda, şehvetlerinin herhangi birinin huzurunda durmaktadır. İşte bunlar, hal lisanıyla bâtının yalancılığını izah ederler. Oysa böyle bir kimse amellerinde sıdktan sorumludur. Aynı şekilde kişi, bazen sükûn ve vekar içerisinde yürür. Oysa içi böyle değildir. Her ne kadar halka iltifat etmez, onlara amelini göstermek istemez ise de bu kimse amelinde sâdık değildir. Kişi bu hastalıktan, ancak içiyle dışının bir olmasıyla kurtulabilir. Şöyle ki: İçi, dışı gibi veya ondan daha hayırlı olmalıdır.
Bunun korkusundan, bazı kimseler zâhirî sebebiyle hayırlı olduğunun sanılmaması ve dolayısıyla zâhirinin iç âlemine delâlet edişinde yalancı olmaması için dış görünüş itibariyle karışıklığı tercih etmiştir. Zâhirin bâtına muhalefeti, kasdî ise buna riya adı verilir. Bununla ihlâs elden kaçar. Şayet kasdî değilse sadece sıdk elden kaçar. Bu sırra binaendir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! İç âlemimi dış âlemimden daha hayırlı kıl. Dış âlemimi salih kıl!54
Yezid b. Hâris şöyle demiştir: 'İçi ile dışı bir olan kul, âdil ve normaldir. İçin dıştan üstün olması fazilet; dışın içten üstün olması ise zulümdür.
Bu hususta şöyle bir şiir vardır:
İçi dışı bir olan Mü'min, dünya ve âhirette aziz olmuş ve övülmeyi hak etmiştir.
Dışı içine muhalif olan Mü'mininse, çalışmalarında, yorgunluk ve meşakkatten başka bir fazileti yoktur.
Pazarda ancak gerçek para geçer. Kalp parayı ise hiç kimse istemez.
Atiyye b. Abdülgafûr55 şöyle demiştir "Allahü teâlâ içi ile dışı uygun olan Mü'min ile, meleklere karşı iftihar ederek 'İşte şu, benim hakîki kulumdur!' buyurur".
Muaviye b. Kurre b. İyas el-Müzenî56 şöyle demiştir: 'Kim bana geceleri ağlayıp, gündüzleri güler yüzlü olan birini gösterebilir?'
Abdülvahid b. Zeyd 'Hasan, emrolunduğu şeyleri herkesten daha iyi yapar; kendisine yasak edilen şeylerden de herkesten daha fazla kaçınırdı. İçi dışına, onunkinden daha fazla benzeyen kimse görmedim'.
Ebû Abdurrahman ez-Zâhid 'Yârab! İnsanlarla aramızda geçen işlerde emniyetle, ikimiz arasındaki amellerimde ise hiyanetle muamele ettim' der ve ağlardı.
Ebû Yakub Nehrecurî57 şöyle demiştir: 'Sıdk, dışta ve içte, hakkın uygunluğudur! Öyleyse içle dış'ın bir olması sıdkın çeşitlerindendir. '
VI. Dinî Mertebelerde Sıdk
Altıncı sıdk ki bu derecelerin en yücesidir Korku, Ümit, Ta'zîm, Zühd, Rıza, Tevekkül, Sevgi ve benzerlerindeki sıdk gibi din makamlarıyla ilgili sıdktır.
Muhakkak ki bunların her birinin başlangıçları vardır. Bu başlangıçların meydana gelmesiyle bunlara sıdk adı verilir. Sonra yine her birinin gaye ve hakikatleri vardır. Bunların hakikatlerine hak sahibi sâdık kimseler ermiştir. Bir şey galebe çalıp hakîkati tamamlandığında sahibine sâdık denir. Nitekim 'Filan adam çarpışmasında sâdıktır!' ve 'Bu, doğru sâdık bir korkudur! Şu şehvet, sâdık şehvettir!' denilir.
Mü'minler onlardır ki Allah'a ve Rasûlü'ne inandılar, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (îman sözlerinde) sâdık olanlar onlardır. (Hucurât/15)
Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği) dir ki Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir) lere verdi; namazı kıldı ve zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır. (Bakara/177)
Ebû Zer'e îman sorulduğunda bu âyeti okumuştur. Kendisine 'Biz senden îmanı sorduk?' denildiğinde de 'Kendisine îmanı sorduğumda Hazret-i Peygamber de bu âyeti okudu!' karşılığını vermiştir.
Burada, korku için bir misal verelim: Allah'a ve son güne îman eden hiçbir bir kul yoktur ki Allah'tan korkmasın ve kendisine korku (korkan) ismi verilmesin! Fakat bu korku sâdık bir korku değildir; yani hakîkat derecesine varmamıştır. Çünkü görmez misin ki sultandan veya yolculuk sırasında haydutlardan korktuğunda beti benzi nasıl uçar! Azaları nasıl tir tir titrer. Yaşantısı nasıl alt üst olur. Yemesi, uyuması nasıl düzensizleşir! Aklı fikri, aile efradı ve çocukları kendisinden yararlanamayacak şekilde nasıl darmadağın olur. Öyle ki vatanından kaçar. Alıştığı şeyler kendisine yabancı gelir; rahatı, yorgunluk ve meşakkate dönüşür. Çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bütün bunlar tehlikeyi sezme korkusundan ileri gelir. Sonra bu kişi ateşten korktuğunu iddia eder. Oysa, herhangi bir günah işlediğinde kendisinde bunlardan hiçbiri görülmez.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Ateş (cehennem) gibi kendisinden kaçanların, cennet gibi de kendisini isteyenlerin uyuduğu birşey görmedim. 58
Bu konuların incelenmesi cidden zordur. Bu makamların sonu yoktur ki tamamına varılsın! Fakat her kul için bunda durumuna uygun zayıf ya da kuvvetli bir pay vardır. Kuvvetli olunduğunda sâdık diye adlandırılır. Bu bakımdan Allah'ın marifet ve tâzîminin ve O'ndan korkmanın sonu yoktur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Cebrâil'e şöyle dedi:
- Seni asıl suretinde görmek isterim.
- Buna gücün yetmez!
- Hayır, bana kendini göster!
Bunun üzerine, Cebrâil (aleyhisselâm) mehtaplı bir gecede Bakî'de görünmek üzere söz verdi. Cebrâil, asıl sûretinde göründüğünde Hazret-i Peygamber, onun, göklerin etrafını kapatmış (bütün semayı doldurmuş) olduğunu gördü. Bunun üzerine bayılarak düştü.
Ayıldığında Cebrâil eski suretine dönmüştü. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
- Allah'ın böyle bir mahlûku olacağını zannetmezdim.
- Peki İsrafil'i görseydin ne yapardın? Arş onun omuzlarındadır; iki ayağı ise yerin en alt tabakasına dalmıştır. Ama bu heybetine rağmen o, Allah'ın azameti karşısında küçücük kuş gibikalır.
İsrafil'i nasıl bir azamet ve heybet sarmıştır ki bu duruma düşmüştür. Oysa diğer melekler, marifette değişik olduklarından dolayı böyle değildirler. İşte tâzîmdeki sıdk budur!
Câbir'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İsrâ gecesinde mele-i a'lâ'dan, Cebrâil yanımda olduğu halde, Allah'ın korkusundan, devenin sırtına vurulan çul gibi geçtim. 59
Ashâb-ı kirâm da böyle korkarlardı. Fakat onların korkusu Hazret-i Peygamber'in korkusu derecesine varmamıştır. İbn Ömer (radıyallahü anh) 'Kul, bütün insanların Allah'ın dininde kusurlu olduklarını görmedikçe îmanın hakikatine eremez' demiştir.
Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: 'Halktan hiç kimse yoktur ki Allah ile arasındaki amellerinde kusurlu olmasın! Ancak bazılarının kusuru bazıların diğerlerinkinden daha ehven olur. (Peygamberler bu hükmün dışındadır) .
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah'a nisbeten ve O'nun azametine kiyasen, bütün insanları develer gibi görmedikçe hiçbir kul îmanın hakîkatine varamaz. Sonra bu kul kendi nefsini hakîrin en hakîri olarak görür. 60
Öyleyse bütün bu makamlarda sıdka erişilmesi çok nadirdir.
Sonra sıdk dereceleri sonsuzdur. Sıdk, bazı durumlarda kul içinolur; bazılarında ise olmaz. Eğer kul hepsinde doğru ise, hakîki sıddîk olur.
Sa'd b. Muaz şöyle demiştir: 'Üç haslet vardır ki ben bunlarda kuvvetli, başkalarında zayıfımdır:
1. Müslüman olduktan sonra; bitirinceye kadar kıldığım hiç bir namazda nefsimle konuşmadım.
2. Herhangi bir cenazeyi teşyî ederken, defin işi bitinceye kadar, ölünün söylediklerinin ve onun hakkında söylenilenlerin dışında nefsimle konuşmadım.
3. Hazret-i Peygamber'den bir söz işittiğimde onun hak olduğunu tereddütsüz tasdik ettim'.
Bu sözü rivâyet eden Said b. Müseyyeb 'Zannetmiyorum ki bu hasletler, Hazret-i Peygamber'den (sallâllahü aleyhi ve sellem) başka bir kimsede bir araya gelmiş olsun' demiştir.
İşte bu da bu amellerdeki sıdktır. Ashâbın büyüklerinden niceleri, namaz kılmış, cenazeler teşyî etmiş; fakat bu dereceye erişememiştir.
Bütün bunlar sıdk'ın derece ve mânâlarıdır. Şeylerin sıdk'ın hakîkati hakkındaki sözleri, çoğu kez ancak bu mânâların bir kısmını kapsar.
Ebû Bekir el-Verrak61 şöyle demiştir: 'Sıdk üç çeşittir: Tevhîdin, ibadetin ve marifetin sıdkı!'
Tevhîd'in sıdkı bütün Mü'minler içindir.
Allah'a ve elçilerine inananlar (yok mu) işte rableri yanında onlar, sıddîklar ve şehidlerdir. (Hadîd/19)
İbadet'in sıdkı ilim ve takvâ sahipleri içindir. Marifet'in sıdkı ise yeryüzünün kazıkları (direkleri) olan velayet ehli içindir. Bütün bunlar, altıncı sıdk'ta zikrettiğimiz mihver üzerinde dönüp dolaşır. Fakat bu, içerisinde sıdk bulunmayan kısımların zıddıdır ve bütün kısımları kapsamaz.
Câfer-i Sâdık şöyle demiştir: 'Sıdk, mücâhededir! Başkalarını, kendi nefsine tercih etmediğin gibi Allah üzerine de başkasını tercih etmemendir!'
O sizi seçti. (Hacc/78) Rivâyete göre Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsa'ya şöyle vahy etmiştir:
Ben bir kulumu sevdiğimde, onu dağların bile dayanamayacağı öyle belalara mübtelâ kılarım ki dağlar o belalara tahammül etmez. Bunu da onun sıdkını denemek için yaparım. Eğer sabırlı görürsem kendisini dost edinirim. Onu nemelazımcı ve beni mahluklarıma şikayet edici olarak görürsem perva etmeksizin mahvederim. O halde sıdk'ın alâmetlerinden biri de bütün musibet ve taatları gizlemek; halkın bunları öğrenmesinden hoşlanmamaktır.
Niyet, İhlâs ve Sıdk bölümü Allah'ın yardımıyla burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından Allah'ın izniyle Kitab'ul-Murâkabe ve'l-Muhasebe adlı bölüm gelecektir.
Hamd Allah'a mahsustur!
50) Müslim, Buhârî
51) Müslim, Buhârî
52) Buhârî, İbn Mâce ve Beyhakî
53) Tirmizî, (hasen olarak)
54) Tirmizî
55) Nüshalarda böyle ise de doğrusu Ukbe b. Abdülgafûr'dur. Künyesi Ebû Nehar'il-Evdi el-Avzî olup. Basralıdır. H. 183'de vefat etmiştir.
56) 76 yaşında ve H. 113'de vefat etmiştir
57) Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbetinde bulunmuştur. Mekke'de mücavir iken H. 320'de vefat etmiştir.
58) Daha önce geçmişti.
59) Beyhâkî
60) Irâkî, merfû bir hadîste aslına rastlamadığını söylemektedir.
61) Tirmizlidir. Sonraları Belh'e gitmiştir. Riyaziyât ve Muamelât konularında kitaplar yazmıştır