40-4
17. Halifelerin, Emirlerin ve Salihlerin Ölüm Döşeğindeki Sözleri
Muâviye b. Ebî Süfyân öleceği sırada 'beni oturtunuz' dedi ve Allah'a tesbih etti. Allah'ı andı. Sonra ağlayıp şöyle dedi: 'Ey Muâviye! İhtiyarlık ve düşkünlükten sonra mı rabbini hatırlıyorsun? Neden gençlik dalı yemyeşil ve taze iken onu yapmıyordun?'
Sesi yükselinceye kadar ağladı ve 'Yârab! Asi ve kalbi katı ihtiyara rahmet et! Yârab! Düşüşleri azalt. Hataları affet. Senden başkasını ümit etmeyene ve senden başkasına güvenmeyene hilm vasfınla yönel diye dua etti.
Kureyşli bir kişi bir cemaatle beraber ölüm hastalığında olan Muaviye'nin huzuruna vardılar. Muaviye'nin derisinde kırılmalar gördüler. Bunun üzerine Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra 'Acaba dünya bizim denediğimiz ve gördüğümüzden başka birşey midir? Biz neşemizle dünyanın çiçeğini, maişetimizle ondan lezzet almayı başardık. Dünya onu durumdan sonra durum meydana getirmek, bir düğümü diğer düğümden sonra çözmek suretiyle bizden aldı. Bu bakımdan dünya bize ok atmaya, bizi eskitmeye ve kınamaya başladı. Yurt olarak dünyaya yuh olsun!' dedi.
Rivâyet ediliyor ki Muâviye (radıyallahü anh) son okuduğu hutbede şöyle dedi: 'Ey insanlar! Ben biçilmiş bir ekinim. Size idareci oldum. Benden sonra sizin başınıza her geçen muhakkak benden daha şerlidir. Benden öncekilerin benden daha hayırlı olduğu gibi. . . Ey Yezidî Ecelim tamam olduğunda beni yıkamaya akıllı bir kişiyi memur kıl! Zira akıllı kişi Allahü teâlâ nezdinde özel bir yere sahiptir. Bu bakımdan güzel ve yumuşak şekilde beni yıkasın. Tekbirler sesli getirilsin. Sonra hazinede bulunan Hazret-i Peygamberin elbisesinden, kesilmiş kıllarından ve tırnaklarından burnumun, ağzımın, kulağımın, gözümün üzerine koy. Elbiseyi de kefenlerimin altında bedenimin üzerine koy! Ey Yezidî Allah'ın anne ve babalar hakkındaki tavsiyesini koru! Beni kefenime sarıp kabrime koyduktan sonra Muâviye'yi Erhamürrahimîn ile başbaşa bırakın!'
Muhammed b. Ukbe der ki: Muâviye'ye ölüm geldiğinde şöyle dedi: 'Keşke ben Zi Tuva (Mekke'de bir yerin ismi) da basit hayat yaşayan bir Kureyşli olsaydım. Keşke bu işe hiç bulaşmasaydım93
Abdülmelik b. Mervan'ın ölümü geldiğinde, Dimeşk'in (Şam) kenarında elbiseyi eline sarıp sonra yıkama taşına vuran bir bez ağartıcısına baktı ve şöyle dedi: 'Keşke ben bir bez ağartıcısı olsaydım!. Gün be gün elimin emeğimden yeseydim de dünya işlerinin hiç birinde söz sahibi olmasaydım'.
Abdülmelik'in bu sözü, Ebû Hâzım'ın94 kulağına vardığında Hâzım şöyle demiştir: 'Hamd o Allah'a mahsustur ki onları, ölüme girdiklerinde, bizim içinde bulunduğumuz durumu temenni edecek hâle, bizi de ölümümüz geldiğinde onların durumunu temenni etmeyecek hâle getirdi'.
Abdülmelik b. Mervan'a öleceği sırada şöyle denildi:
- Ey müzminlerin emîri! Kendini nasıl hissediyorsun?
- Ben kendimi Allah'ın şöyle dediği gibi hissediyorum:
Andolsun! Sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine tek olarak bize geldiniz ve (dünyada) size verip hayâline daldırdığımız şeyleri arkanızda bıraktınız. (En'âm/94)
Bunu söyledikten sonra öldü.
Abdülmelik b. Meryan'ın kızı ve Ömer b. Abdülazîz'in hanımı Fâtıma şöyle diyor: "Ölüm hastalığından Ömer b. Abdülazîz'in şöyle dediğini duydum: 'Yârab! Günün bir saati dahi olsa ölümümü onlar için gizle!' Öleceği gün geldiğinde onun yanından çıktım. Başka bir odada oturdum. Onunla aramda bir kapı vardı. O kendisi için yapılan bir kubbede bulunuyordu. Şu âyeti okuduğunu duydum:
İşte âhiret yurdu Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen kimselere veririz. İyi akıbet sakınanlarındır. (Kasas/83)
Sonra sükûnete kavuştu. Ben onun artık ne bir hareketini, ne bir sözünü duymaz oldum. Bir cariyesine dedim ki: 'Bakıver! Acaba uyuyor mu?'
Cariye içeriye girdiğinde bağırdı. Yerimden fırladım, baktım ölmüştü".
Ömer b. Abdülaziz sekerata düştüğü zaman kendisine şöyle denildi:
- Ey Mü'minlerin emîri! Bize nasihat et!
- Bu durumumun benzerinden sizi sakındırıyorum. Muhakkak ki bu durum sizin de başınıza gelecektir!
Rivâyet ediliyor ki Ömer b. Abdülazîz'in hastalığı ağırlaşınca bir doktor çuğrıldı. Doktor kendisini muayene ederek dedi ki:
- Ona zehir içirildiğini görüyorum ve ölmeyeceğinden emin değilim,
- Zehir içmeyenlerin "ölmeyeceğinden de emin değilsin!
- Ey Mü'minlerin emîri! Bunu hissettin mi?
- Evet! Benim karnıma girdiği anda hissettim!
- Ey Mü'minlerin emîri! Tedavi ol! Ben öleceğinden korkuyorum,
- Rabbim, huzuruna gidilenlerin en hayırlısıdır. Allah'a yemin ederim, eğer bilsem ki şifam kulağımın yumuşağı yanındadır.
Kulağıma elimi uzatıp o şifayı getirmem. Yârab! Mülâkatında Ömer için hayır nasip et!
Böylece birkaç gün kalıp vefat etti.
Vefat edeceği zaman ağladı. Bunun üzerine kendisine Ey Mü'minlerin emiri! Seni ağlatan nedir? Allah seninle sünnetleri ihya edip adaleti diriltti denildiğinde ağlayarak dedi ki:
Acaba hesap için durdurulup şu halkın durumundan sorulmayacak mıyım? Allah'a yemin ederim! Eğer onların hakkında adaletli hareket etmiş olsaydım yine de Allah'ın huzurunda bir şey söylememekten korkardım. Ancak Allah, delil getirmek hususunda bana yardım ederse o başka! Fakat bizim zayi ettiğimiz birçok şeyleri ne yapacağız?
Bunun üzerine gözleri yaşla doldu. Az bir zaman sonra vefat etti.
Vefat edeceği zaman yaklaşınca 'Beni oturtunuz!' dedi. Oturtulunca dedi ki: 'Emrettiğin halde kusur yapan, menettiğin halde isyana sapan benim!' Bu sözünü üç defa tekrarladı. Sonra Lâ ilâhe illâllah dedi. Sonra başını kaldırdı. Dikkatle (bir noktaya) baktı. Neden böyle yaptığı sorulunca, cevap olarak dedi ki: 'Ben bir yeşillik görüyorum. Onlar ne insan, ne de cindir. Sonra ruhu kabzolundu. Allah ona ve bize rahmet eylesin!
Harun Reşid'den şöyle hikâye olunur: Öleceği zaman kefenini kendi eliyle seçti. Kefenlerine bakıyor, şöyle söylüyordu:
Malım bana hiçbir yarar sağlamadı. Gücüm benden yok olup gitti. (Hâkka/28-29)
Halife Me'mun, kurna uzanıp şöyle dedi: 'Ey saltanatı gitmeyen Allah! Saltanatı gidene merhamet et!'
Halife Mu'tasım, öleceği zaman şöyle diyordu: 'Eğer hayatımın böyle kısa olduğunu bilseydim yapmazdım!'
Halife Muntasır, öleceği zaman nefsi için titredi. Bunun üzerine kendisine şöyle denildi:
- Ey Mü'minlerin amiri! Senin için korkacak bir durum yoktur!
- Şundan başka birşey yok! Muhakkak ki dünya gitti, âhiret gelmektedir!
Amr b. el-As vefat edeceği zaman, çocuklarının sandıklarına bakarak şöyle dedi: 'Acaba bu sandıkları, içerisindeki eşya ile beraber kim alır? Keşke onlar bir fışkı olsaydı!'
Haccâc95 öleceği zaman dedi ki: "Ey Allahım! Beni affet! Çünkü insanlar 'Allah Haccâc'ı affetmeyecektir!' diyorlar".
Ömer b. Abdülazîz, Haccâc'ın bu sözünü benimser ve bu sözden dolayı ona gıpta ederdi.
Bu söz Hasan-ı Basrî ye söylendiğinde dedi ki:
- Haccâc bu sözü söyledi mi?
- Evet, söyledi!
- Umulur (affolunması umulur) .
93) İbn Eb'id-Dünya
94) Tam adı, Seleme b. Dinar el-A'rec el-Medenî'dir. Tâbiîndendir.
95) Haccâc b. Yûsuf binlerce kişinin kanma girmiş bir caniydi; Bu bakımdan Haccâc-ı Zâlim diye tanınır. H. 95'de Ramazan'ın 26. günü Vasıfta ölmüştür
18. Sahabe, Tabiîn ve Onlardan Sonra Gelen Ehl-i Tasavvufdan Bazı Kimselerin Sözleri
Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) öleceği zaman şöyle dedi: 'Ey Allahım! Senden korkuyordum, bugün ise ümit ediyorum. Ey Allahım! Bilirsin ki dünya için ve dünyadaki nehirleri akıtmak, ağaçları dikmek için uzun yaşamayı istemiyordum. Dünyada, sıcak günlerde (oruç tutmak suretiyle) susamak için ve ibadet yapmak suretiyle zahmet çekmek, zikir halkalarında âlimlerle diz dize oturmak için istiyordum'.
Sekeratı şiddetlenince hiç kimsenin geçirmediği krizi geçirirdi. Her krizden ayrılırken gözünü açtıktan sonra 'Yârab! Beni boğdurduğunla boğdur (hükmüne razıyım) . Senin izzetine yemin ederim! Kalbimin seni sevdiğini bilirsin' derdi
Hazret-i Selman öleceği zaman ağladı. 'Seni ağlatan nedir?' diye sorulunca 'Dünya için ağlamıyorum. Fakat Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bize dünyadan azığımızın, yolcunun azığı gibi olmasını tavsiye etti. (Bunun için ağlıyorum) ' dedi.
Selman öldüğünde bütün terekesi hesaplandı. Geride bıraktığı malın kıymeti on küsûr dirhemdi.
Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh) öleceği zaman hanımı 'Vay üzüntüsüne!' dedi. O cevap olarak dedi ki: 'Hayır! Aksine vay onun sevincine! Yarın dostlarla, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım. .
Abdullah b. Mübarek öleceği anda gözünü açıp gülerek şöyle dedi:
Çalışanlar bunun için çalışsınlar! (Saffat/61)
İbrâhîm Nehaî vefat edeceği zaman ağladı. 'Seni ağlatan nedir?denilince, 'Allah'tan bana ya cennet veya cehennem müjdesini getirecek bir elçi bekliyorum' dedi,
İbn Münkedir öleceği zaman ağladı. 'Seni ağlatan nedir?' diye sorulunca cevap olarak 'Alah'a yemin ederim. İşlediğim bir günahtan dolayı ağlamıyorum. Fakat küçük sandığım bir şeyin, Allah katında büyük olarak bana getirilmesinden korkuyorum dedi.
Arar b; Abdikays öleceği zaman ağladı. Kendisine 'Seni ağlatan nedir?" diye sorulunca, cevap olarak 'Ölümden korktuğum veya dünyayı sevdiğim için ağlamıyorum. Fakat elimden kaçan sıcak günlerin susuzluğu, kış gecelerinde yapılan ibadetler için ağlıyorum' dedi.
Fudayl b. Iyâz öleceği zaman bayıldı. Ayıldıktan sonra gözlerini açınca 'Eyvah seferinin uzaklığına, azığının azlığına!' dedi.
İbn Mübarek öleceği zaman kölesi Nasr'a dedi ki: 'Basımı toprak üzerine koy!'
Bunun üzerine Nasr ağladı. İbn Mübarek Nasr'a şöyle sordu:
- Seni ağlatan nedir?
- Senin içinde bulunduğun nimeti hatırladım. İşte sen fakir ve garip olarak ölüyorsun, beni ağlatan budur.
- Sus! Ben Allahü teâlâ'dan, beni zenginlerin yaşantısı ile yaşatmasını, fakirlerin ölümü ile öldürmesini diledim!
Bunları söyledikten sonra Nasr'a 'Bana kelime-i şehadet! telkin et! Eğer ben cevap vermezsem kelime-i şehadeti tekrarla!' dedi.
Atâ b. Yesar şöyle demiştir: İblis ölüm anında, bir kişiye göründü ve ona 'Kurtuldun!' dedi. Buna karşılık kişi 'Senden hâlâ emin değilim!' dedi.
Seleften biri öleceği anda ağladı. 'Seni ağlatan nedir? diye sorulunca, 'Allah'ın kitabındaki şu âyet beni ağlattı' dedi.
Allah sadece muttakîlerden kabul eder! (Maide/27)
Hasan (radıyallahü anh) ölümle pençeleşen birinin yanına varıp şöyle dedi: 'Başlangıcı böyle olan işin sonucundan korunmak gerekir. Sonucu boyle olan şeyin öncesinde zâhidlik yapmak gerekir'.
Cureyrî şöyle anlatıyor: Öleceği sırada Cüneyd'in yanında bulunuyordum. Cuma ve Nevruz günüydü. Cüneyd Kur'ân okuyordu. Kur'ân'ı hatmetti. Ona 'Şu halde de mi ey Ebû Kasım?' dedim. Cevap olarak dedi ki: 'Benden buna daha lâyık ve müstahak olan kim var? İşte benim sahifem duruyor'.
Ruveymi96 şöyle demiştir: Ebû Said Harraz'ın ölümü esnasında hazır bulundum. Ruveymi şu şiiri okuyordu:
Ariflerin kalplerinin iştiyakı zikredir.
Müracaat vaktinde hatırlanmaları sır içindir.
Ölüm kadehleri onlar üzerinde (meclislerinde) gezdirildi.
Şükür sahibinin yüz çevirmesi gibi dünyadan yüz çevirdiler.
İçinde parlak yıldızlar gibi Allah sevgisinin ehli bulunduğu bir ordugâhta himmetleri çokça dolaşmaktadır.
Öyleyse sevgisinden ötürü cisimler yeryüzünde öldürülmüştür.
Ruhlar perdelerde yüceliğe doğru süratle yürür. Ancak dostlarının yakınma indiler.
Ne şiddet, ne de bir zahmetin dokunmasından yalpa vurdular!
Cüneyd'e 'Ebû Said el-Harraz öleceği zaman çokça vecde kapıldı' dediler. Cüneyd dedi ki: 'Rabbinin mülâkatı için ruhununun iştiyaktan uçması garipsenecek birşey değildir'.
Öleceği anda Zünnûn-i Mısrî'ye 'Canın ne istiyor?' denildi. 'Ölmeden bir an önce onu tanımayı!' dedi.
Sekeratta olduğu halde birine 'Allah de!' denildi. O da cevap olarak 'Ne zamana kadar siz bana Allah de! diyeceksiniz? Oysa ben Allah'ın sevgisi ile tutuşmuş bulunuyorum' dedi.
Seleften biri şöyle anlatıyor: 'Mumşad ed-Dineverî'nin yanında bulunuyordum. Bir fakir gelip dedi ki: Selâm size! Burada temiz bir yer var mıdır ki; orada insanın ölmesi mümkün olsun?' Ona bir yer gösterildi. Gösterilen yerde bir pınar bulunuyordu. O fakir abdestini tazeledi. Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. O yere gitti. Ayaklarını uzattı ve öldü.
Ebû Abbas ed-Dineverî97 meclisinde konuşurdu. Bir gün vecd'den ötürü bir kadın bağırdı. Bu manzara karşısında Ebû Abbas kadına öl dedi. Bunun üzerine kadın kalkıp kapıya vardığında Ebû Abbas'a baktı ve 'Öldüm!' deyip ölü olarak yere serildi.
Ebû Ali Ruzbarî'nin kızkardeşi Fâtıma'dan hikâye şöyle ediliyor: Ebû Ali Ruzbarî'nin eceli yaklaştığında başı göğsümde bulunduğu bir anda gözlerini açtı ve şöyle dedi: İşte göğün kapıları açıldılar. İşte cennetler süslendiler! İşte bir dellâl! 'Ey Ebû Ali! Seni en yüce rütbeye vardırdık. Her ne kadar sen onu istemesen bile!' diyor.
Ebû Ali bunları söyledikten sonra şu şiiri okudu:
Hakkın için gayrine seni görmeden muhabbet gözüyle bakmadım!
Göz ucu bakışların gevşekliği ve bostanından güllü yanağınla bana azap ettiğini görüyorum.
Cüneyd Bağdâdî'ye Lâ ilhahe illâllah! de!' denildi. Cüneyd 'Ben O'nü unutmadım ki anayım' dedi.
Cafer b. Nusayr98, Şiblî'nin hizmetçisi Bikran ed-Dineverî'ye sordu:
- Şiblî'den ne gördün?
- Şiblî bana dedi ki: 'Benim boynumda zulmen alınmış bir dirhem para vardır. O paranın sahibi için binlerce dirhemi sadaka verdim. Buna rağmen kalbimin üzerinde ondan daha büyük bir ağırlık yoktur'. Sonra Şiblî öleceği zaman dedi ki: 'Namaz için abdest aldır'. Ben de ona abdest aldırdım. Sakalını hilallemeyi unuttum. O anda da onun dili tutulmuş bulunuyordu. Bunun üzerine elimden tuttu ve parmaklarımı sakalının içine sokup hilalledi ve sonra vefat etti. Bunun üzerine Cafer ağlayıp dedi ki: 'Hayatının son anında bile şeriat adabından birini dahi bırakmayan bir kişi hakkında ne dersiniz?'
Öleceği anda ölümün kendisine zor geldiği görüldüğünde Bişr b. Haris'e 'Sanki yaşamayı seviyor gibisin?' denildi. Bişr Allah'ın huzuruna çıkmak zordur' dedi.
Basralı Sâlih b. Mismar'a öleceği sırada 'Oğlun ve aile efradın hakkında vasiyet etmeyecek misin' diye soruldu? Dedi ki: 'Onları Allah'tan başkasına vasiyet edersem Allah'tan utanırım'.
Ebû Süleyman Dârânî öleceği zaman arkadaşları geldiler ve dediler ki: 'Sana müjde olsun! Sen gafur ve rahîm olan bir rabbin huzuruna varıyorsun!' Ebû Süleyman onlara 'Neden? Sen küçük günahtan dolayı hesaba çeken, büyük günahtan dolayı azap veren bir rabbin huzuruna varıyorsun demiyorsunuz' dedi.
Ebû Bekir el-Vâsıtî ölüme hazırlanırken kendisine 'Bize nasihat et!' denildi. Bunun üzerine Allahü teâlâ'nın sizdeki murad-ı ilâhîsini gözetiniz!' dedi.
Seleften biri ölüme hazırlanırken hanımı ağladı. Bunun üzerine hanımına 'Seni ağlatan nedir?' dedi. Hanımı 'Senin için ağlıyorum!' deyince, o zat 'eğer illa ağlayacaksan kendin için ağla! Ben bugün için kırk sene ağladım!' dedi.
Cüneyd şöyle diyor: Öleceği sırada Sırrî-es-Sakatî'nin ziyaretine gittim ve 'Kendini nasıl hissediyorsun?' diye sordum. Bunun üzerine şu şiiri okudu:
Bende bulunan hastalığı nasıl doktoruma şikayet edeyim? Oysa bende bulunan hastalığı doktorum bana vermiştir.
Sonra yelpazeyi alıp onu serinletmek istedim. Bunun üzerine 'İçi yanan bir kimse, yelpazenin serinliğini nasıl hissedebilir?' dedikten sonra şu şiiri okudu:
Kalp yanmış, gözyaşı çekilmiştir. Üzüntü derlenmiş, sabır dağılmış, hevâ, şevk ve ızdırabın işledikleri suçtan ötürü kararsızın üzerinde karar tutmak nasıl olur?
Yârab! Eğer içinde ferahlayacağım birşey varsa, bende hayat oldukça onu vermek suretiyle bana minnet et!
Hikâye ediliyor ki; Şiblî'nin arkadaşlarından bir grup, Şiblî ölümle pençeleşirken yanına geldiler ve ona 'Lâ ilâhe illâllah! de!' dediler. Bunun üzerine Şiblî, şu şiiri okudu: 'İçinde senin bulunduğun bir ev çıralara muhtaç değildir. Halkın deliller getirdikleri günde senin ümit edilen yüzün delilimizdir. Senden ferah istediğim günde Allah bana herhangi bir ferah fırsatını vermesin!'
Hikâye ediliyor ki Ebû Abbas b. Atâ Atâ, ölümü anında, Cüneyd'in huzuruna girip selâm verdi. Cüneyd onun selâmına karşılık vermedi. Sonra aradan bir saat geçince karşılık verip, dedi ki: 'Selâmını geç aldığım için beni mazur gör! Ben virdimi okuyordum'. Sonra Cüneyd, yüzünü kıbleye çevirdi, tekbir getirdi ve öldü.
Kinânî, öleceği anda, kendisine 'Senin amelin ne idi?' diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Eğer ecelim yaklaşmasaydı, size amelimi söylemezdim. Kalbimin kapısında kırk sene durdum. Ne zaman ki kalbimden Allah'tan başkası geçti ise onu kalbimden uzaklaştırdım'.
Mutemer'den şöyle hikâye ediliyor: Öleceği anda Hakem b. Abdülmelik'in" huzurunda bulunuyordum ve şöyle dua ettim: Ya Rârab! Ona ölümün dehşetlerini kolaylaştır. Çünkü o şöyle şöyle idi Böylece onun birtakım iyiliklerini saydım. O ayılınca 'Konuşan kimdi?' dedi. 'Bendim' dedim. Bunun üzerine dedi ki: "Ölüm meleği bana 'Ben her cömert hakkında şefkatli davranırım' diyor". Bunu söyledikten sonra öldü.
Yûsuf b. Esbât öleceği zaman Meraşlı Huzeyfe onun yanına gidip onu muzdarip olarak görünce 'Ey Ebâ Muhammed! Bu zaman, ızdırap ve korku zamanı mıdır?' dedi. Yûsuf 'Ey Ebû Abdullah! Ben nasıl muzdarip olmayayım ve korkmayayım? Halbuki amelimde Allah'a doğruluk yaptığımı bilmiyorum' dedi.
Bunun üzerine Huzeyfe şöyle dedi: "Hayret bu sâlih kişiye ki öleceği anda 'amelinde Allah'a karşı doğruluk yaptığım bilmediğine' dair yemin ediyor".
Ebû Ahmed el-Meğazilî'den rivâyet ediliyor: Şeyhlerden biri hastalandığında huzuruna vardım. Şöyle diyordu: 'İstediğini yapma imkânına sahipsin! Fakat bana şefkat et!'
Meşayihten biri Mumşad ed-Dineverî'nin huzuruna vefat edeceği bir anda vardı ve ona 'Bunları senin başına Allah getirdi! Allah yaptı!' dedi. Bunun üzerine Mumşad gülerek şöyle dedi: 'Otuz seneden beri cennet, içindeki nimetlerle beraber bana arzolunuyor, hâlâ da gözümü ona kaptırmadım'.
Ruyermî'ye, öleceği anda 'Lâ ilhahe illâllah de!' denildi. O da 'Ben zaten bundan başkasını bilmiyorum ki!' dedi.
Süfyân es-Sevrî'ye veya Nurî'ye vefat edeceği anda 'Lâ ilâhe ill-âllah de!' denilince
cevap olarak şöyle demiştir: 'Acaba orada bir emir yok mudur?'
Ebû Yahya İsmail el-Müzenî, öleceği zaman İmâm-ı Şâfiî'nin. huzuruna varıp kendisine 'Ey Ebû Abdullah! Nasıl sabahladın?' dedi. Şâfiî 'Dünyadan göç ettiğim, arkadaşlardan . ayrıldığım, kötü amelimle mülâki olduğum, ölümün kadehini içtiğim, Allah'ın huzuruna varacağım halde sabahladım. Bilmiyorum, ruhum cennete mi varacaktır; onu tebrik edeyim veya cehenneme mi varacaktır; ona taziye vereyim!'
Sonra şu şiiri okudu: 'Kalbim katılaşıp yollarım daraldığında affına doğru ümidimi merdiven yaptım. Günahım bana büyük geldi (fakat) ey rabbim! Günahımı affınla karşılaştırdığımda affın daha büyük göründü. Sen daima günahı affettin. Durmadan da lütuf ve nimet olarak cömertlik yapıp affedersin. Eğer sen olmasaydın hiçbir âbid İblis ile sapıklığa kaymazdı. Oysa seçkin kulun Âdem'i bile kandırdı'.
Ahmed b. Hadreveyh100 öleceği zaman, kendisine bir sual soruldu. Gözlerinden yaşlar akmaya başlayıp sorana hitaben 'Ey oğul! Doksanbeş seneden beri dövdüğüm bir kapı, işte şu anda benim için açılıyor. Bilmem ki saadetle mi açılacaktır veya şekavetle mi? Bu bakımdan şu anda cevap verme imkânı benim için nerede?' dedi.
İşte bunlar, onların sözleridir. Bu sözler onların durumlarının değişikliği hasebiyle değişik söylenilmişlerdir. Onların bazısına korku, bazısına ümit, bazısına şevk ve sevgi galip gelmiştir. Onlardan her biri, halinin gereğine göre konuşmuştur. Hepsi de onların hallerine göre doğrudur.
96) Ebû Muhammed b. İmâm-ı Ahmed el-Bağdadî
97) Sernerkant'ta H. 340'dan sonra vefat etmiştir. .
98) Cafer b. Muhammed el-Bağdadî. Cüneyd'in talebesidir. H. 348'de Bağdad'da vefat etmiştir.
99) Benî Mahzum kabilesinden olan bu zat Mencebe'ye sınır muhafızı olarak gelmiştir. Buhârî hadîsini rivâyet etmiştir. Kardeşi Abdurrahman b. Muttalib el-Medenî'dir.
19. Cenazeler, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret Hususunda Ariflerin Sözleri
Cenaze tahtası (teneşir) basiretli kimse için ibrettir. Gaflet ehli dışındakilere onda hatırlama ve ikaz vardır. Çünkü cenazelerin görünmesi, gâfil kimselerin kalbini katılaştırır. Çünkü onlar daima başkasının cenazesine bakacaklarını zannederler. Kendilerinin teneşir üzerine taşınacaklarını sanmıyorlar veya sansalar bile yakında olacağını takdir etmezler. Düşünmezler ki teneşirde bulunanlar da böylece sanıyorlardı. Bu bakımdan onların ümitleri boşa çıktı, zamanları bitti. Öyleyse bir kul teneşire baktığında kendini teneşir üzerinde düşünmelidir. Çünkü yakında onun üzerine konacağı muhakkaktır. Öyle ki sanki onun üzerine konmuştur. Belki yarın veya yarından sonra!
Ebû Hüreyre'nin bir cenaze gördüğünde şöyle dediği rivâyet ediliyor: 'Götürünüz! Biz de arkasındayız'.
Mekhûl ed-Dimeşkî, bir cenaze gördüğünde 'Götürünüz! Biz de akşam gideceğiz! (Şu manzara) beliğ bir mev'izedir. Süratle geçen bir gaflettir. İlki gider, diğerlerinin ise aklı yok derdi.
Useyd b. Hudayr der ki: 'Hangi cenazede hazır bulunmuş isem, nefsim bana o cenaze hakkında o cenazenin varacağı yerden başka birşey fısıldamamıştır.
Mâlik b. Dinar'ın kardeşi öldüğünde Mâlik onun cenazesine, ağlayarak katıldı ve şöyle dedi: Yemin olsun! Senin nereye gittiğini bilmedikçe gözyaşlarım dinmeyecektir ve hayatta oldukça da bunu bilme imkânım yoktur.
A'meş şöyle demiştir: 'Biz cenazelere katılıyorduk. Orada bulunan insanların hepsinin mahzun olmasından dolayı kime taziye vereceğimizi bilmiyorduk'.
Sabit el-Benânî şöyle demiştir: 'Biz cenazelere gidiyorduk. Yüzünü kapatmış, ağlayan kimselerden başkasını görmüyorduk'.
İşte selefin ölümden korkusu böyleydi. Şimdi ise cenazede hazır bulunan cemaate baktığımızda çoğunun gülüp oynaştığını ve ancak cenazesinin terekesi ve varislerine bıraktığı şeyler hakkında konuştuklarını görürüz. Onun emsalleri, akrabaları onu bırakmış . olduğu terekeden nasıl istifade edeceklerini düşünürler. Allah'ın dilediği hariç, cenazede hazır bulunanlardan hiçbiri kendi cenazesi hakkında düşünmediği gibi, teneşirdeki halini de düşünmüyor. Bu gafletin sebebi, günahların çokluğundan ötürü kalplerin katılaşmasından başka ne olabilir? Öyle ki Allah'ı, son günü ve önümüzdeki dehşetleri unutmuş bulunuyoruz. Bu bakımdan bizi ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olur, gaflete dalar, oynaşır dururuz. Allahü teâlâ'dan, bu gafletten uyanmayı talep ediyoruz. Çünkü cenazelerde hazır bulunanların hallerinin en güzeli ölü için ağlamalarıdır. Oysa eğer akılları olsaydı ölü için değil kendi nefisleri için ağlarlardı.
İbrahim ez-Zeyyad, ölü için rahmet isteyen bir cemaate baktı ve şöyle dedi: 'Eğer bunlar nefisleri için rahmet ve şefkatte bulunsaydılar kendileri için daha hayırlı olurdu. Muhakkak ki ölü üç dehşetten kurtulmuştur: a) Ölüm meleğinin yüzüne bakma dehşetinden, b) Ölümün acılığından, c) Sonucun korkusundan'.
Ebû Amr b. Ûlâ der ki: Cerir, kâtibine bir şiir dikte ettirirken onun yanında oturdum. O esnada bir cenaze göründü. Cerir şiiri bırakıp şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! Şu cenazeler beni ihtiyarlattı!
Sonra şu şiiri okudu: 'Geldiklerinde cenazeler bizi korkuturlar! Arkalarını çevirip gittiklerinde biz boş şeylere dalarız. Tıpkı kurdun hücumundan ötürü koyun sürüsünün korkusu gibi! Ne zaman kurt kaybolursa, sürü eski durumuna döner!'
Cenazelerde hazır bulunmanın edeplerinden bazıları şunlardır: Tefekkür, uyanma, hazırlık ve daha önce fıkıh bahsinde sünnet ve edeblerini zikrettiğimiz gibi tevazu ile cenazenin önünde yürümektir.
Âdaplardan biri de cenaze hakkında fâsık da olsa hüsn-ü zanda, zahirinde salâh görünse bile nefsi hakkında su-i zanda bulunmaktır. Çünkü sonuç tehlikelidir. Hakîkati bilinmez.
Ömer b. Zer'den101 şöyle rivâyet ediliyor: Komşularından biri öldü. Ölen zat gayet israfçı bir kimseydi. Halkın çoğu onun cenazesinden kaçtı. Ömer cenazeye katıldı ve namazını kıldı. Kabre indirilmek istendiğinde Ömer, kabrin başında durup şöyle dedi: 'Ey filan! Allah sana rahmet etsin! Sen hayatını Tevhîd ile geçirdin. Yüzünü secde ile sararttın. Senin için 'Günahkâr ve hata sahibidir! deseler bile ne çıkar. Acaba bizden günahkâr olmayan ve hata sahibi bulunmayan kim vardır?'
Hikâye ediliyor ki fesada dalan kişilerden biri, Basra'nın bir mahallesinde öldü. Hanımı kocasının cenazesine yardım edecek bir kimseyi bulamadı; zirâ çok fâsık olduğundan ötürü komşularından hiçbiri o cenazeden haberdar olmadı. Bunun üzerine hanımı iki hamal kiraladı. Cenazesini öylece musallaya götürdü. Hiç kimse cenaze namazını kılmadı. Bunun üzerine hanım, cenazesini defnetmek için cenazeyi çöle (mezarlığa) götürdü. Götürdüğü yere yakın bir dağda büyük zâhidlerden biri bulunuyordu. Hanım, zahidi cenazeyi bekliyormuş gibi gördü. Sonra zâhid, onun cenaze namazını kılmak istedi. Bunun üzerine memlekete 'Zahidin, ibadethanesinden falan adamın namazını kılmak için çıktığa haberi yayıldı. Böylece halk cenazeye doğru çıkıp geldiler. Zâhidle beraber namazını kıldılar. Halk, zahidin bu kimsenin namazını kılmasına hayret etti. Bunun üzerine zâhid dedi ki: Rüya âleminde bana falan yere git! Orada bir cenaze göreceksin. Onun beraberinde bir kadından başkası yoktur. Onun namazını kıl. Çünkü o affolunmuştur' denildi. Bu söz üzerine halkın hayreti daha da arttı. Zâhid, ölenin hanımını çağırdı ve kocasının halini sordu. Yaşantısının nasıl olduğunu inceledi. Hanımı dedi ki:
- Bilindiği gibi, bütün gün meyhanede içmekle meşguldü.
- Düşün! Güzel amellerinden birini hatırlamıyor musun?
- Evet! Üç şeyi hatırlıyorum: O sarhoşluktan, sabahleyin ayıldığımda elbisesini değiştirir, abdest alır, sabah namazını cemaatla kılar, sonra meyhaneye döner ve fışkıyla meşgul olurdu.
İkincisi, o evinde daima bir veya iki yetim beslerdi. Onun yetimlere olan iyiliği, öz evlatlarına olan iyiliğinden daha fazlaydı. O, yetimlerin durumunu çokça araştırırdı. Üçüncüsü, o, gece karanlığında, sarhoşluğundan ayıldığı zaman ağlar ve şöyle derdi:
'Yârab! Cehennem çukurlardan hangisini bu habis ile (kendini kastediyor) doldurmak istiyorsun?'Böylece zâhid gitti ve o kişinin durumundaki karışıklık da vuzuha kavuştu.
Sıla b. Eşyem'den şöyle rivâyet ediliyor: Kardeşi defnedildiğinde kardeşinin kabri başında durup şu şiiri okudu:
Eğer kabrin azabından kurtulursan büyük bir felâketten kurtulmuşsun demektir.
Aksi takdirde senin kurtulacağını sanmıyorum.
101) Tam adı, Ebû Zer Ömer b. Zer b. Abdullah b. Zurare'dir. Hemedanlıdır. Kûfe'de ikamet ederdi. . H. 153'de vefat etmiştir. Şâyan-ı itimad bir zattı.
20. Mezarın Hali ve Selefin Mezar Başlarındaki Sözleri
Dahhâk der ki: Biri Hazret-i Peygamber'e 'İnsanların en zahidi kimdir?' diye sordu. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Kabir ve kabirdeki çürümeyi unutmayan, dünya süsünün fazlalığını terkeden, baki kalanı fâni olana tercih eden, yarını günlerinden saymayan, nefsini kabir ehlinden sayan. . . 102
Hazret-i Ali'ye 'Neden mezarlığa komşu oldun?' denince,
cevap olarak şöyle demiştir: 'Onları komşuların en hayırlısı olarak gördüğümden! Onları doğru komşu olarak görüyorum. Benim hakkımda dillerini tutar ve bana âhireti hatırlatırlar'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Hiçbir manzara görmedim ki kabir ondan daha korkunç olmasın!103
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle diyor: Hazret-i Peygamber ile beraber kabris tana gittik. Bir kabrin yanında oturdu. Herkesten ona daha yakın bulunuyordum. Hazret-i Peygamber ağladı, ben de cemaat de ağladık! Sonra Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
- Siz neden ağlıyorsunuz?
- Sen ağladığın için ağlıyoruz!
- Şu kabir, annem Amine'nin kabridir. Rabbimden onu ziyaret etmek hususunda izin istedim. Rabbim bana izin verdi. Bunun üzerine ona af dilemek için izin istedim. Bu hususta bana izin vermedi. Anneme olan şefkatimden ötürü ağlıyorum.
Osman b. Affan (radıyallahü anh) bir kabrin yanına geldiğinde sakalı ıslanacak derecede ağlardı. Ona 'Cennet ve cehennemden bahsedilince ağlamıyorsun. Fakat kabrin yanma gelince ağlıyorsun. Bunun sebebi nedir' diye sorulunca cevap olarak dedi ki:
Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini duydum:
Muhakkak ki kabir, âhiret konaklarının ilkidir. Eğer kabir sahibi ondan kurtulursa, ondan sonra gelen konaklar ondan daha kolaydır. Eğer ondan kurtulamazsa ondan sonra gelenler, ondan daha şiddetlidirler. 104
Amr b. el-As kabristana baktı. Atından inip iki rek'at namaz kıldı. Bunun üzerine kendisine 'Gördüğümüz hareket, senin yapmadığın bir hareketti. Neden yaptın?' diye sorulduğunda, cevap olarak dedi ki: 'Kabristan ehlini ve onlarla Allah'ın arasıa giren engeli hatırladım. Bunun üzerine istedim ki bu iki rek'at namaz ile Allah'a yaklaşmış olayım!'
Mücâhid şöyle demiştir: "Âdem oğluyla ilk konuşan mezarıdır. Mezarı 'Ben böceklerin eviyim! Tenhalık eviyim, gurbet yurduyum, zulmet eviyim, işte senin için hazırladığım bunlardır. Acaba sen bana ne hazırladın?'diye haykırır".
Ebû Zer şöyle demiştir: 'Size fakirliğimin gününü haber vereyim mi? O, kabrime konulduğum gündür!'
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) kabirlerde otururdu. Bu hususta sorulunca şu cevabı verdi: 'Bana âhireti hatırlatan, kalkıp gittiğimde gıybetimi yapmayan bir kavmin yanında oturuyorum'.
Cafer b. Muhammed, geceleyin kabristana gelip şöyle derdi: 'Ey kabir ehli! Neden sizi çağırdığımda cevap vermiyorsunuz?'
Sonra şöyle derdi: 'Yemin olsun! Onlar ile bana verilen cevap arasında perde vardır. Sanki ben onlar gibi olacağımı (müşahede ediyorum) '. Bu sözleri söyledikten sonra fecir doğuncaya kadar namaza devam ederdi.
Ömer b. Abdülazîz, arkadaşlarından birine şöyle dedi: 'Ey falan! Bu gece uykum kaçtı. Kabir ve kabirde yatanları düşündüm. Eğer üç gün sonra ölüyü kabrinde görürsen ondan ürkersin. Oysa uzun zaman beraber olduğun bir kimsedir. Muhakkak ki içinde böceklerin kol gezdiği, irinlerin aktığı, kokusunun bozulmasıyla beraber kurtların deldiği güzel suretten sonra çürük kefenler, temizlik ve güzel kokudan sonra pis kokan bir ev göreceksin!'
Ömer bu sözlerden sonra bir çığlık koparıp baygın olarak yere serildi.
Yezid er-Rakkaşî derdi ki: 'Ey çukurunda defnedilen! Kabrinde tek başına bırakılan! Yerin karnında amellerine ünsiyet veren! Amellerinin hangisiyle ferahladığını, hangi arkadaşınla gıpta ettiğini keşke bilseydim'.
Bunları söyledikten ve sarığı ıslanıncaya kadar ağladıktan sonra şöyle derdi: 'Yemin olsun! Salih amelleriyle müjdelendi! Yemin olsun, Allah'ın taatinde yardımcı olan arkadaşlarına gıpta etti!'
O kabirlere baktığında öküzün böğürdüğü gibi böğürürdü.
Hâtem-i Esem dedi ki: 'Kim kabristandan geçip nefsi için düşünmez ve onlar için dua etmezse, hem kendi nefsine, hem de onlara ihanet etmiştir'.
Bekir el-Âbid şöyle derdi: 'Vay anam! Keşke sen beni doğurmasaydın! Muhakkak ki oğlun kabirde uzun bir müddet hapis ve o uzun hapisten sonra oradan göç edecektir'.
Yahya b. Muaz er-Râzî derdi ki: 'Ey Âdem oğlu! Rabbin seni selâm yurduna çağırdı. Bu bakımdan selâm yurduna nereden gideceğine dikkat et! Eğer dünyadan ona icabet eder, ona göç etmekle meşgul olursan, ona dahil olursun. Eğer kabrinden ona icabet edersen, ona girmekten menolursun'.
Hasan b. Sâlih, kabristanı gördüğünde şöyle derdi: 'Görünen tarafları ne kadar da güzel! Felâket ancak içlerindedir'.
Atâ es-Sülemî geceleyin kabristana çıkıp şöyle derdi: 'Ey kabir ehli! Öldünüz! Vay onun ölümüne! (Kendi nefsini kastediyor) . Amellerinizi gördünüz. Vay onun ameline!'
Bunları söyledikten sonra şöyle derdi: 'Yarın Atâ kabirdedir'. O her zaman böyle yapardı.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Kim kabri çokça düşünürse, onu cennet bahçelerinden bir bahçe olarak görür. Kabri anmaktan gâfil olan ise, onu ateş çukurlarından bir çukur olarak görür'.
Rebî b. Hayseme evinin içinde bir kabir açmıştı. Kalbinde katılık gördüğünde o kabre girer, uzanırdı ve Allah'ın dilediği kadar durur, sonra şu âyeti okurdu:
Rabbim! Beni dünyaya geri çevir ki terkettiğimi yerine getirip sâlih bir amelde bulunayım. (Mü'minûn/99-100)
Bu âyeti tekrarladıktan sonra kendi kendine şöyle derdi: 'Ey Rebî! Seni geri çevirdim. Amel et!'
Ahmed b. Harb derdi ki: Yatağını yumuşak yapan, uyumak için yatağını düzelten bir kimseye yer hayret ederek şöyle der: 'Ey Âdem'in oğlu! Neden çürümenin uzunluğunu hatırlamıyorsun? Oysa seninle aramda o zaman hiçbir perde de kalmayacaktır'.
Meymûn b. Mehran şöyle anlatıyor: Ömer b. Abdülazîz'le beraber kabristana vardım. Kabirlere baktığında ağladı. Sonra bana dönerek şöyle dedi: 'Ey Meymûn! Şunlar Benî Ümeyye soyundan gelen ecdadımın kabirleridir. Sanki bu kabir sahipleri dünya ehline lezzet ve yaşayışlarında ortaklık yapmamışlardır. Onların ölümünden, başlarına gelenlerden ibret almaz mısın? Baksana onlar çürümeye başlamış, haşeratlar onların bedenlerinde çadır kurmuşlardır'. Sonra ağlayıp şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki Allah'ın azabından emin olduğu halde şu kabirlere varan bir kimseden daha saadetli bir kimse tanımıyorum!'
Sabit el-Bonanî şöyle diyor: Kabristana gittim, dönerken birisinin şöyle dediğini duydum: 'Ey Sabit! Kabristan ehlinin sükûtu seni aldatmasın! Burada nice üzüntülü nefisler vardır!'
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Hüseyin'in kızı Fâtıma, kocası Hasanın oğlu Hasan Müsennân'ın cenazesine bakıp yüzünü elleriyle kapatarak şu şiiri okudu:
Onlar ümit idiler, Sonra musibet sebebi oldular. Muhakkak ki o musibetler büyüdüler, büyüdüler. Fâtıma kocasının kabri üzerine" çadır kurup bir sene kabrin başında bekledi. Senesi geçtikten sonra çadırını kaldırdılar ve Medine'ye girdi. Cennet'ul-Baki kabristanından gelen şöyle bir ses duydular: 'Acaba kaybettiklerini buldular mı?' Kabristanın diğer tarafından şu cevap verildi: 'Aksine ümitsiz olup geri gittiler!'
Ebû Musa et-Temimî şöyle diyor: Şair Ferazdak'ın hanımı vefat etti. Cenazesine Basra'nın ileri gelenleri katıldı. Hasan-ı Basrî de aralarında bulunuyordu. Hasan-ı Basrî, Ferazdak'a dedi ki: 'Ey Ebû Feras! Bugün için ne hazırladın? Bunun üzerine Ferazdak şu cevabı verdi; 'Altmış seneden beri Lâ ilâhe illâllah şehadetini hazırlıyorum'.
Ferazdak'ın hanımı defnedildiğinde Ferazdak kabrin başında durarak şu şiiri okudu:
Kıyâmet gününde bana şiddetli bir öncü ve Ferazdak'ı süren bir sürücü geldiğinde, eğer bana affını ihsan etmezsen kabrin ötesinde, kabirdeki azabın daha şiddetlisinden korkarım! Âdem oğullarından ateşe, boynu bukağılarla bağlı ve gözü dönmüş olarak giden bir kimse mahrum olmuştur.
Kabir ehli hakkında da şu şiiri okumuştur:
Kabirlerde dur! Onların sahalarında durup da sor! Sizlerden kimdir kabirlerin karanlıklarına dalan?
Onların derinliklerinde ikram görüp onların korkusundan emniyetin serinliğini tatmış olan!
Göz sahipleri için görünen sükûna gelince, o birdir. Onun derecelerinde fazilet olmaz.
Eğer sana cevap verseydiler. Şimdilik hallerinin hakikatlarını vasıflandıran sözlerle cevap verirlerdi.
İtaat edene gelince, o kabirlerin rahatından dilediğine varacak bir bahçeye inmiştir.
Saldırgan mücrim ise, içinde yılan ve kendisine doğru yürüyen akreplerle dolu bir çukura yuvarlanıp sığınır. Bu bakımdan onun ruhu onların şiddetli ısırmalarından azap içindedir.
Dâvûd et-Tâî, bir kabrin başında ağlayan bir hanımın yanından geçerken hanımın şöyle dediğini işitti:
Seni kabre koyup örttükleri zaman hayatı kaybedip ona bir daha varamadım.
Seni sağ kolun üzerine kabre serdikleri halde ben nasıl uykunun zevkini tadarım.
Sonra kadın şöyle dedi: 'Ey oğul! Keşke bilseydim! Böcekler senin hangi yanağından başladılar!' Bu sözü duyan Davud, bir çığlık kopararak bayılıp yere düştü.
Mâlik b. Dinar der ki: Kabristanın yanından geçerek şu şiiri okudum:
Kabirlere geldim! Onları çağırdım. Büyük ile küçük nerede? Saltanatına aldanan, böbürlendiğinde tezkiye edilen nerede?
Bana kabristanın arasından sesini işittiğim ve şahsını görmediğim biri şu şiirle cevap verdi.
Hepsi yok oldular! Haber verecek yoktur. Hepsi öldüler, haber de öldü!
Toprağın kızları (haşerât) sabah akşam o suretlerin güzelliklerini bozarlar.
Ey geçmiş kimselerin halini benden soran!
Acaba gördüğünde senin için ibret dersi yok mudur? Bunun üzerine ağlayarak geri döndüm!
Mezar Taşları Üzerinde Yazılı Beyitler
Bir kabrin kaşına şu beytin yazılı olduğu görüldü:
Sustuğu ve sakinleri toprak altında sessiz oldukları halde, mezarlıklar seni çağırıyorlar!
Ey hedefinin gayrisi için dünyayı derleyen! Öleceğin halde dünyayı kime topluyorsun?
Başka bir kabir taşında da şu şiirin yazılı, olduğu görüldü:
Ey Ebû Ganim! Mezarına gelince, o geniştir! Kabrin etrafı mamur ve muhkemdir.
Bedeni kabirde çürüdüğü zaman kabrin mamur olması kabirde yatana fayda vermez!
İbn Senmak der ki: Kabristandan geçerken bir kabrin üzerinde şu şiiri gördüm:
Akrabalarım kabrimin yanlarından geçip gidiyorlar! Sanki akrabalarım beni hiç tanımıyorlar.
Mirasçılar malımı paylaştılar. Borçlarımı unutmayı ihmal etmediler. Paylarını alıp yaşadılar. Hayret! Beni ne çabuk da unuttular!
Bir kabrin üzerinde şu şiir yazılıydı:
Dost dostlarından kaçırılır! Ne bir kapıcı, ne de herhangi bir nöbetçi, ölümün önüne geçer.
Ey lâfız ve nefes sermayesinden sayılan kişi! Dünya ve lezzetleriyle nasıl sevinirsin?
Ey gâfil! Eksikliğe dalmış olduğun halde sabahladın. Oysa hayat boyunca sen lezzetlere dalgınsın.
Cahile ölüm, cehaletinden ötürü merhamet etmez! Kendisinden ilim iktibas edilen kimseye de merhamet etmez.
Ölüm, yanında durduğun kabirde dilsiz olmayan nice dilleri cevap vermekten âciz kılmıştır.
Senin köşkün mâmurdur, şerefesi vardır. Bugün ise, kabirler arasında kabrin yıkıktır.
Başka bir kabrin üzerinde şu şiir yazılı idi:
Kabirleri yarış atları gibi saf saf dizili olan dostların yanında durdum!
Ağlayıp gözyaşı döktüğümde gözlerim onların aralarında yerimi gördü!
Bir doktorun kabrinde şu şiir yazılı idi:
Bana Lokmân mezarına vardı diyene dedim ki:
Onun doktorluğundan, muayenesiyle beraber, ilaç yapmadaki ustalığı hakkında söylenen nerede kaldı? Nefsinden ölümü uzaklaştıramayan, başkasından nasıl uzaklaştırabilir?
Başka bir kabir üzerinde şu şiir yazılıydı: Ey insanlar! Benim bir emelim vardı. Ecel ona varmaktan beni alıkoydu.
Bu bakımdan kendisine hayattayken çalışma imkânı bahşedilmiş kişi rabbinden korksun!
Gördüğün yere yalnız ben nakledilmiş değilim. Herkes onun gibisine naklolunacaktır!
İşte bu şiirler, sakinleri ölümden önce ibret almak hususunda kusurlu olduklarından dolayı kabirleri üzerine yazılmış şiirlerdir. Basiretli o kimsedir ki başkasının kabrine bakar, yerini onların arasında görür. Onlara yetişmek için hazırlanır ve onlara yetişmeden onların yerlerinden kıpırdamayacaklarını bilir. Kesinlikle bilmelidir ki eğer hayatının günlerinden zayi ettiği bir gün, o ölülere verilse bu onlar için dünya ve dünyadaki bütün şeylerden daha sevimli gelir.
Çünkü onlar amellerin kıymetini bildiler. Onlara işlerin hakikati keşfolundu. Onların üzüntüsü hayatın bir günü içindir ki o günde kusurlu olanlar kusurunu telafi edip azaptan kurtulsun, muvaffak olan bir kimse de o günde derecesini daha da artırsın, sevabı katmerli olsun! Onlar ancak ömrün kıymetini, kesildiğinden sonra anladılar. Onların üzüntüsü hayatın bir ânı içindir. Oysa sen o ânı değerlendirmeye muktedirsin. Sonra buna rağmen o ânı zayi edip boşa geçirirsin. Öyle ise şimdiden iş elinden çıktığı sırada o ânı zayi ettiğinden dolayı çekeceğin hasrete nefsini hazırla; zira sen o andan nasibini almadın.
Salihlerden biri şöyle anlatıyor: Allah yolunda kardeşim olan birini rüya âleminde gördüm ve ona: 'Ey falan! Âlemlerin rabbine hamd olsun! Yaşadın' dedim. O dedi ki: 'Eğer âlemlerin rabbine hamdolsun' demeye gücüm yetmiş olsaydı bu benim için dünya ve dünyadaki şeylerin hepsinden daha sevimli olurdu'.
Sonra da şunu ilave etti: 'Görmedin mi, beni defnettikleri yerde falan adam kalkıp iki rek'at namaz kıldı. Eğer o iki rek'at namazı kılmaya gücüm yetseydi o benim için dünya ve dünyadakilerden daha sevimli olurdu'.
102) Beyhâkî, Şuah'ul-Îman, (Dahhâk'dan)
103) Hazret-i Osman'dan
104) İbn Eb'id-Dünya, Kitab'ul~Kubûr. Ehl-i Sünnefe göre, peygamberlerin anne ve babaları her çeşit küfür ve nifaktan uzaktır.
21. Çocukları Vefat Ettiğinde Selefin Sözleri
Çocuğu veya yakın akrabalarından biri ölen kimseye gereken şudur; o ölenin vatanları olan memlekete kendisinden önce vardığını düşünmelidir. Böylece kişinin üzüntüsü büyümez. Çünkü yakında ona iltihak edeceğini bilir. İkisinin arasında sadece bir gecikme vardır.
İşte ölüm de böyledir. Onun mânâsı vatana daha önce varmaktır. Geriden gelen kendisine daha sonra iltihak eder. Kişi böyle inandığında üzüntüsü azalır. Hele evladın ölümüne sabreden hakkında öyle sevaplar vârid olmuştur ki her musibetzede onunla teselli bulur.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Eğer düşük (zayi olmuş) bir evladı âhirete gönderirsem arkamda her biri Allah yolunda savaşan yüz süvari bırakmaktan daha sevimli gelir bana!105
Hazret-i Peygamber, burada Düşük mânâsına gelen Saki kelimesini, en az ile en yükseğe dikkati çekmek için kullanmıştır. Aksi takdirde sevap, ölen evladın kalpteki kıymetine göredir.
Zeyd b. Eslem der ki: Davud'un (aleyhisselâm) bir oğlu vefat edince çok üzüldü. Ona 'Ölen çocuğunun dengi senin nezdinde nedir?5 denilince, cevap olarak dedi ki: Yeryüzü dolusu altındır'. Kendisine denildi ki: İşte âhirette senin için bunun benzeri sevap vardır'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Müslümanlardan birinin üç evladı öldüğünde, onları Allah nezdinde zahire olarak sayarsa, onlar onun için ateşten koruyucu kalkanlar olur.
Hazret-i Peygamberin bu hadîsini işiten bir kadın Hazret-i Peygamber'e İki evlat da böyle midir?' diye sordu. Hazret-i Peygamber Veya iki' diye ilave etti. 106
Baba çocuğuna ölüm anında dua etmelidir. Çünkü babanın en ümitli ve icabete en yakın duası bu duadır.
Muhammed b. Süleyman çocuğunun mezarı başında durup şöyle dedi: 'Yârab! Senin (rahmetini) onun için ümit ettiğim ve onun hakkında senden korktuğum halde sabahladım. Bu bakımdan onun hakkındaki ümidimi gerçekleştir. Korkumu bertaraf et!'
Ebû Sinan, oğlunun mezarı başında durup şöyle dua etti: Tarab! Benim ondaki hakkımı ben affettim. Senin ondaki hakkını da sen affet. Çünkü sen daha cömert, daha kerem sahibisin!'
Bir bedevî oğlunun mezarı başında durdu ve şöyle dua etti: 'Yârab! Bana karşı yapılması gereken vazifesinde yapmış olduğu kusurunu ben hibe ettim. Senin hakkında yapmış olduğu kusuru da sen hibe et!'
Zer b. Ömer b. Zer öldüğünde, babası Ömer b. Zer, onu kabre koyduktan sonra şöyle dedi: 'Ey Zer! Senin için üzülmemiz senin hakkında üzülmekten bizi meşgul etti. Keşke ne dediğini ve sana ne sorulduğunu bilseydim!' Sonra şu duayı yaptı: 'Yârab! Şu oğlum Zer'dir. İstediğin zamana kadar beni bununla lezzetlendirdin. Ecelini, rızkını tam verdin ve ona zulmetmedin. Yârab! Onu sana ve bana itaat etmeye mecbur etmiştin. Yârab! Ondan ötürü musibetim hakkında bana va'd ettiğin ecri ona hibe ettim. Sen de onun azabını bana hibe et ve onu cezalandırma!
Böylece orada hazır bulunanları ağlattı. Sonra gideceği zaman şöyle dedi: 'Ey Zer! Senden sonra bizim için bir ihtiyaç yok! Allah ile beraber hiçbir insana ihtiyacımız yok! Muhakkak ki biz gittik ve seni terkettik. Kabrin başında dursak da sana fayda veremeyiz!'
Bir kişi Basra'da bir kadına bakarak 'Böyle bir güzellik görmedim. Bu da az üzüldüğünden ileri geliyor!' dedi. Bunun üzerine kadın 'Ey Allah'ın kulu! Ben öyle bir üzüntü içindeyim ki o üzüntüde hiç kimse bana ortak değildir!' dedi. Kişi 'Nasıl?' dedi. Kadın
"Kocam kurban bayramında bir koyun kesti. Benim güzel minicik iki yavrum vardı. Büyüğü küçüğüne 'Babamın koyun kesişini sana göstereyim mi? dedi. Küçüğü 'Evet! Göster!' deyince büyük onu tutup kesti. Bizim ancak, çocuk kanlar içerisinde tepinerek bağırdığında haberimiz oldu. Bağırması yükselince büyük oğlan kaçtı ve bir dağa sığındı. Onu kurt kapıp yedi. Babası onu aramaya çıktı. O da susuzluktan çölde öldü. İşte (gördüğün gibi) beni yalnız bıraktı!" dedi.
Bu musibetlerin benzerlerini çocukların ölümü anında hatırlamak uygundur ki bununla üzüntünün şiddetinden kurtulmuş olsun. Hiçbir musibet yoktur ki ondan daha büyüğü tasavvvur edilmesin. Allahü teâlâ'nın defettiği, defetmediğinden daha fazladır.
105) Ebû Ubeyde, Garib', Beyhâkî , Şuab'ul-Îman
106) Müslim, İbn Hıbbân
22. Kabir Ziyareti, Ölüye Dua ve Bununla İlgili Hükümler
Umumi olarak kabirlerin ziyareti, ölümü hatırlamak ve ibret almak için müstehabdır. Salihlerin kabirlerini ziyaret etmek ise ibret almakla beraber teberrük için müstehabdır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) önce kabirleri ziyaret etmeyi yasakladı, sonra izin verdi. 107
Hazret-i Ali, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Sizi kabirleri ziyaret etmekten menetmiştim. Artık kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirler size âhireti hatırlatırlar. Fakat fahiş (çirkin) konuşmayın!108
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) beraberinde bin silahlı asker olduğu halde annesinin kabrini ziyaret etti. O günden daha fazla ağladığı görülmedi. Annesinin kabrini ziyaret ettiği gün şöyle dedi: 'Bana ziyaret hususunda izin verildi. Fakat mağfiret dilemek için izin verilmedi'. 109 Bunu daha önce zikretmiştik.
İbn Ebi Muleyke dedi ki: Hazret-i Âişe bir gün kabristandan gelirken kendisine şöyle dedim:
- Ey Mü'minlerin annesi! Nereden geliyorsun?
- Kardeşim Abdurrahman'ın mezarını ziyaret etmekten geliyorum.
- Hazret-i Peygamber kabir ziyaretini yasaklamadı mı?
- Evet! Yasakladı, fakat sonra ziyaret etmeye izin verdi. 110
Bu hâdiseyi delil ittihaz etmek ve dolayısıyla kadınlara kabristana gitme iznini vermek uygun değildir. Çünkü kadınlar kabir başında genellikle çirkin konuşurlar. Bu bakımdan kadınların ziyaretinden gelen hayır, aynı ziyaretten gelen şerri karşılamaz. Üstelik kadınlar yolda açılmaktan ve ziynetlerini erkeklere göstermekten de kurtulamazlar. Bunlar ise, büyük günahlardır. Kabirleri ziyaret etmek sünnettir. Sünnet için bu günahlara nasıl razı olunabilir? Evet! Eskimiş ve erkeklerin gözlerini kadınlardan uzaklaştıran elbiseler içerisinde kadınların kabir ziyaretine gitmesinde sakınca yoktur. Fakat bu da sadece ölülere dua etmek ve kabir başında konuşmayı bırakmak şartıyla zararsızdır.
Ebû Zer Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kabirleri ziyaret edin! Onlarla âhireti hatırlayın! Ölüleri yıkayın! Zira ruhtan boş olan bir cesedi yıkamak beliğ bir mevizedir. Cenazeler üzerine namaz kılın! Umulur ki bu namaz seni mahzun eder. Muhakkak ki üzülen Allah'ın gölgesindedir. 111
İbn Ebi Muleyke Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölülerinizi ziyaret ediniz. Onlara selâm veriniz. Muhakkak ki sizin için onlarda ibret vardır. 112
Nafî'den şöyle rivâyet ediliyor: "İbn Ömer (radıyallahü anh) bir kimsenin kabrinin yanından geçerken durur, ona selâm verirdi.
Cafer b. Muhammed'den o da babasından şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber'in kızı Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) amcası Hazret-i Hamza'nın mezarını bazı günler ziyaret eder, kabrin yanında namaz kılar ve kabrin yanıbaşında ağlardı. 113
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim anne ve babasının veya onlardan birinin kabrini her cuma günü ziyaret ederse onun günahı bağışlanır ve o iyi evlat olarak yazılır. 114
İbn Şirin Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kişinin anne ve babası, kişi onlara karşı asi olduğu halde ölürlerse, o da onların ölümünden sonra onlar için Allah'a yalvarırsa, Allah onu anne ve babaya itaat eden kullarından yazar,115
Kim benim kabrimi ziyaret ederse şefaatim ona vâcib olur. 116
im Allah rızasını kasdederek beni Medine'de hayatımda veya ölümümde ziyaret ederse, onun için kıyâmet gününde hem şefaatçı, hem de şahid olurum. m
Ka'b'ul-Ahbâr der ki: 'Her gün fecir doğduğunda 70. 000 melek yeryüzüne iner ye Hazret-i Peygamberin kabr-i şerifini çepeçevre sararlar. Kanatlarını çırparak Hazret-i Peygamberin üzerine salât ve selâm okurlar. Akşama kadar bu durum devam eder. Akşam üzeri onlar yükselip giderler. Onlar gibi, başka bir grup iner. Onlarıp yaptığı gibi yaparlar ki yer yarılıp Hazret-i Peygamber 70. 000 melekle beraber mahşere doğru onların tazim ve tebcilleriyle gidinceye kadar durum bu minval üzere devam eder'
Kabir ziyareti hakkında müstehab olan, ziyaretçi yüzünü ölünün yüzüne, sırtını kıbleye çevirip ölüye selâm vermesi, kabre dokunmaması ve öpmemesidir; zira kabri sıvazlamak ve öpmek hristiyanların âdetindendir. (Kabirler üzerinde secde etmek veya kabre karşı secde etmek çirkin bir bid'attır. Sübkî'nin dediği gibi: 'Cahil böyle yapar'
Nafi der ki: "İbn Ömer'i yüz defa veya daha fazla gördüm. Kabre geliyor 'Selâm peygamberin üzerine olsun! Selâm Ebû Bekir'in üzerine olsun. Selâm babamın üzerine olsun!' dediken sonra gidiyordu5'.
Ebû Umâme'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Enes b. Malik Hazret-i Peygamberin kabrine geldi. Orada durup iki elini namaz tekbiri alıyor zannına kapılacak derecede kaldırdı. Hazret-i Peygambere selâm verdi. Sonra dönüp gitti.
Hazret-i Âişe, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Bir kişi müslüman kardeşinin kabrini ziyaret eder, kabrin yanında oturursa, kabir sahibi kabrin yanından kalkıp gidinceye kadar onunla menus olup selâmının karşılığını verir. 118
Süleyman b. Suhaym119 şöyle diyor: "Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) rüyada gördüm. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sana gelen ve selâm verenlerin selâmlarından haberdar olur musun?' dedim. 'Evet! Duyar ve selâmlarının karşılığını da veririm! dedi". 120
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: 'Kişi tanıdığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken ona selâm verirse, kabir sahibi onu tanır ve selamının karşılığını verir. Tanımadığı bir kabrin yanından geçerken selâm verirse kabir sahibi onun selâmının karşılığını verir'.
Asım el-Cahderî'nin yakınlarından bir kişi der ki: Ölümünden iki sene sonra Asım'ı rüyamda gördüm. Kendisine dedim ki:
- Sen daha önce ölmemiş miydin?
- Evet!
- Sen neredesin?
- Allah'a yemin ederim, ben cennet bahçelerinden bir bahçede arkadaşlarımdan bir kaçıyla beraber bulunuyorum. Her cuma akşamı ve sabahı Ebû Bekir b. Abdullah el-Müzenî'nin yanında toplanıyor ve siz dünyalıların haberini alıyoruz!
- Bedenleriniz mi, yoksa ruhlarınız mı toplanıyor?
- Bedenler nasıl toplanacak! Bedenler çürüdü! Ancak ruhlar bir araya gelir!
- Sizi ziyaret ettiğimizi bilir misiniz?
- Evet! Cuma akşamı, cuma gününün tamamı ve cumartesi günü güneş çıkıncaya kadar olan ziyaretleri biliyoruz!
- Neden diğer günlerin hepsinde bu olmuyor da sadece bu saydığınız zamanlarda oluyor?
- Cuma gününün fazilet ve azarneti için böyledir!
Muhammed b. Vâsi, Cuma günü kabir ziyareti yapardı. Bundan dolayı kendisine 'Bu ziyareti pazartesi gününe tehir etsen olmaz mı?' denildi.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre ölüler, ziyaretçilerini cuma gününde, cumadan bir gün önce ve bir gün sonra bilirler'.
Müfessir Dahhâk b. Muzahim el-Hilâlî şöyle demiştir:
- Kim cumartesi günü güneş çıkmadan önce bir kabri ziyaret ederse, ölü onun ziyaretinden haberdar olur!
- Bu neden böyledir?
- Cuma gününün fazileti için!
Bişr b. Mansûr şöyle diyor: Tâun (veba) zamanı olduğunda bir kişi musallaya gider, cenazeler üzerinde namaz kılardı. Akşam olduğunda kabristanın kapısında durur ve şöyle derdi: 'Allah sizin vahşetinize ünsiyet versin! Gurbetinize rahmet etsin ve günahlarınızdan vazgeçsin ve sabırlarınızı kabul etsin'.
Bu kelimelerden fazlasını söylemezdi.
Bu kişi der ki: Bir gece akşamladım. Kabristana gelmeden aile efradımın yanına vardım. Daha önce yapmış olduğum duayı yapmadım. Uyku halindeyken kalabalık bir cemaat geldi. Onlara dedim ki:
- Siz kimsiniz? Sizin ihtiyacınız nedir?
- Biz kabristan ehliyiz?
- Sizi buraya getiren nedir?
- Sen aile efradına dönüp gelirken bizi bir hediyeye alıştırmıştın?
- Neydi o hediye?
- Bizim için okuduğun o dualar!
- Ben o duaları tekrar okuyacağım!
Bu hâdiseden sonra duayı bırakmadım!
Bişar b. Galip en-Necranî şöyle diyor: Abide olan Rabiat'ul-Adeviyye'yi rüyamda gördüm. Ona çok dua ederdim. Bana dedi ki:
- Ey Bişar b. Galib! Hediyelerin bize nurdan yapılmış tabaklar üzerinde ipekli mendillerle örtülü olarak gelir.
- Bu nasıl olur?
- Diri Mü'minlerin duası böyledir! Diri Mü'minler, ölüler için dua ettiklerinde duaları kabul olunursa, o dua nur tabaklarına konur. İpekli mendillerle kapatılır. Sonra ölüye getirilir ve ona denilir ki: 'Bu falan adamdan sana hediyedir!
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ölü kabrinde, boğulurken yardım isteyen bir adam gibidir. Ölü, babasından veya kardeşinden veya herhangi bir dostundan gelen duayı bekler. Ona dua geldi mi, onun için dünya ve dünyanın içindeki şeylerden daha sevimli olur. Muhakkak ki ölüler için dirilerin hediyeleri dua ve istiğfardır. 121
Seleften biri şöyle anlatıyor: Bir kardeşim öldü. Onu rüyada gördüm ve 'Kabrine konulduğun an halin nasıl oldu?' dedim. Dedi ki: 'Bana biri ateşten bir kıvılcımla geldi. Eğer bir duacı bana dua etmeseydi, zannedelim ki o ateşle bana vuracaktı!'
Bu nedenle defnedildikten sonra ölüye telkin ve dua etmek müstehabdır.
Said b. Abdullah el-Evdî (veya Ezdî) 122 şöyle diyor: Ebû Umame el-Bahilî (radıyallahü anh) can çekişirken yanına vardım. Bana hitaben şöyle dedi: Ey Said! Öldüğümde Hazret-i Peygamber'in bize emrettiği gibi beni techiz edin! Zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöy1e buyurdu:
Sizden biriniz ölüp toprağı düzelttiğinizde, biriniz kabrin başında şöyle desin: "Ey falanca kadının oğlu falan!' Muhakkak ki ölü sesi işitir, fakat cevap veremez. Sonra ikinci defa 'Ey falan kadının oğlu falan!' desin. Bu sefer ölü kalkıp oturur. Sonra üçüncü defa 'Ey falan kadının oğlu falan!' desin. Bu defa ölü der ki: 'Rahmet olasıca! Bizi irşad et!' Fakat siz ölünün bu sözünü işitmezsiniz. O kişi ölüye şöyle desin: 'Dünyadan üzerinde bulunduğun halde çıktığın inancı hatırla! O da 'Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in (aleyhisselâm) Allah'ın Rasûiü olduğuna, senin Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Hazret-i Peygamber'e, İmâm olarak Kur'ân'a razı olduğuna dair şahidliğindir'. Muhakkak ki Münker ve Nekir geri çekilip şöyle derler: 'Biz neden bu kişinin yanında oturuyoruz? Kalk gidelim! Bu kişiye hücceti telkin edildi'. O kişinin Münker ve Nekir'e karşı müdafii ve delil getiricisi Allah olur.
Bunun üzerine bir kişi 'Eğer ölünün annesinin ismi bilinmiyorsa nasıl telkin edilecekti?' diye sordu.
Cevap olarak şöyle buyurdu:
Telkin edici onu Hazret-i Havva'ya nisbet etsin. ('Ey Havva'nın oğlun falan' desin) . 123
Mezarlıkta Kur'ân okumakta bir sakınca yoktur; zira Ali b. Musa el-Haddaddan şöyle rivâyet ediliyor: Ahmed b. Hanbel'le beraber bir cenazede bulunuyordum. Muhammed b. Kudame el-Cevherî de124 beraberimizdeydi. Ölü defnedildiğinde kör bir kişi kabrin yanına gelip okudu. Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed ona 'Ey kişi! Kabrin yanında okumak bid'attır!' dedi.
Biz kabristandan çıktığımda Muhammed b. Kudame, İmâm-ı Ahmed'e dedi ki:
- Ey Ebû Abdullah! Sen Mübeşşir b. İsmail el-Halebî125 hakkında ne dersin?
- O, güvenilir bir muhaddistir!
- Ey İmâm! Sen ondan herhangi bir hadîs yazdın mı?
-Evet!
- Mübeşir b. İsmail, Abdurrahman b. Ûlâ b. Leclac'tan, o da babasından126 bana haber verdi ki babası defnedildiği zaman yanıbaşında Bakara suresinin başlangıç ve sonunun okunmasını vasiyet etti ve dedi ki: İbn Ömer'in de bunu vasiyet ettiğini işittim!'
Bunun üzerine İmâm-ı Ahmed, Muhammed'e 'O halde kabrin yanında okuyan kör kişiye git okumasını söyle' dedi. (Kurtubi,Tezkire)
Muhammed b. Ahmed el-Mervezî şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini duydum: 'Kabristana girdiğinizde Fatiha ile Muavvizeneteyn ve İhlâs surelerini okuyunuz. Onun sevabını ölülere hediye ediniz, o sevap onlara vasıl olur!'127
Ebû Kullabe128 şöyle anlatıyor: Şam'dan Basra'ya gittim, hendekte indim. Abdest alıp geceleyin iki rek'at namaz kıldım. Sonra başımı oradaki bir mezarın üstüne koyup uyudum. Sonra uyandığımda kabir sahibi benden şikayet ederek şöyle dedi: 'Sen bütün gece bana eziyet ettin! Biz biliriz fakat amel etmeye gücümüz yetmez! Muhakkak ki senin kılmış olduğun o iki rek'at namaz, dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır. Allah bizden taraf dünya ehline mükâfat versin! Onlara selâmımı söyle! Zira onların dualarının bereketi sayesinde üzerimize dağlar misali nurlar akıyor'.
Kabir ziyaretinden maksat, ziyaretçi için ibret almak, ziyaret edilen için de ziyaretçinin duasından faydalanmaktır Ziyaret edenin hem kendisine, hem de ölüye dua etmekten gâfil olması uygun olmadığı gibi, ibret almaması da uygun değildir. Ziyaretçi ölüyü düşünüp ölünün parçalarının nasıl dağıldığını, ölünün kabrinde nasıl diriltileceğim ve yakında ölüye kavuşacağını düşünmek suretiyle ibret alabilir.
Nitekim Mutarrıf b. Ebû Bekir el-Huzel'den şöyle rivâyet ediliyor: Abdülkays kabilesinde âbide ve ihtiyar bir kadın vardı. Gece olduğunda beline kuşağını bağlar, sonra mihraba yönelirdi. Gündüz olduğunda kabristana giderdi. Kulağıma geldiğine göre o kadın, çokça kabristana geldiğinden dolayı kınandı. Buna karşılık dedi ki: 'Katı kalp, katılaşınca, onu ancak çürüyen bir ölüye bakmak yumuşatır. Ben kabristana gelince, ölüleri kabirden dışarı çıkmış gibi görüyorum. Sanki o sararmış yüzlere, o bozulmuş bedenlere, o yağlanmış gözkapaklarına bakıyorum!' Bu ne acaip bir bakıştır. Eğer âbidler bunu kalplerine içirmiş olsaydılar, bunun nefislere verdiği acı ne büyük olurdu?! Bedenleri telef etmesi ne şiddetli olurdu?! Hatta Ömer b. Abdülazîz'in söylediği gibi ölünün şeklini kalbinde hazır bulundurması uygundur.
Ömer b. Abdülazîz'in huzuruna bir fâkih girdi. Ömer b. Abdülaziz'in fazla ibadet etmesinden ötürü renginin uçtuğuna hayret etti. Ömer b. Abdülazîz fakîh'e dedi ki: 'Ey falan! Eğer beni üç gün sonra kabrime bırakıldığım ve iki gözbebeğimin yerinden fırlayıp yanaklarımın üzerine aktığı, dudaklarımın dişlerimden kuruyup çekildiği, ağzımdan irinin aktığı, burnumun açıldığı, karnımın şişip de göğsümün üzerine çıktığı, sırtın duburdan çıktığı, beden deliklerinden kurtların ve irinlerin aktığı halde görmüş olsaydın şimdi gördüğünden daha hayret edecek bir manzara ile karşılaşırdın'.
Ölü için senâ etmek, ölüyü iyilikle yâd etmek müstehabdır.
Nitekim Hazret-i Âişe, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Arkadaşınız öldüğünde onun yakasını bırakın! Onun aleyhinde konuşmayın!129
Ölülere küfretmeyin! Zira onlar daha önce Allah'ın huzuruna gönderdikleri amellerin yanına varmışlardır. 130
Ölülerinizi ancak hayır ile yâd edin. Ölüleriniz cennet ehlinden iseler, günahkâr olursunuz. Eğer cehennem ehlinden iseler, onların içinde bulundukları azap kendilerine kâfidir. 131
Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber'in yanından bir cenaze geçti. Ashâb onu kötülükle yâd ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Vâcib oldu' dedi. Başka bir cenaze geçti, onu da hayır ile yâd ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Vâcib oldu!' buyurdu. Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber'e bunun ne demek olduğunu sorunca şu cevabı verdi: .
Şu cenazeyi hayır ile andınız, Onun için cennet vâcib oldu. Öbürünü ise kötülükle andınız. Onun için de cehennem vâcib oldu. Siz Allah'ın yeryüzündeki şahidlerisiniz. 132
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kul ölür, insanlar onun hakkında övgüde bulunur. Oysa, Allah onun övgüye lâyık olmadığını bilir. Allahü teâlâ meleklerine der ki: 'Sizi şahid kılıyorum; ben kullarınım, şu kulumun hakkındaki şahidliğini kabul ettim ve kulum hakkındaki bilgimden vazgeçtim!'133
107) Müslim
108) İmâm-ı Ahmed, Ebû Ya'lâ
109) İbn Eb'id-Dünya
110) İbn Eb'id-Dünya
111) İbn Eb'id-Dünya
112) İbn Eb'id-Dünya
113) Boş yer bulunursa ve kabre karşı durmamak şartıyla kabir yanında namaz kılınır. Fakat kabristanda namaz kılmak mekruhtur.
114) Taberânî, Sagîr ve Evsat
115) İbn Eb'id-Dünya
116) Yani özel bir şefaat kasdedilir. İbn Adiyy, Dârekutnî ve Beyhâkî
117) Beyhâkî
118) İbn Eb'id-Dünya
119) Künyesi Ebû Eyyûb el-Medenî'dir.
120) İbn Eb'id-Dünya
121) Deylemî
122) Benî Evd b. Sa'd kabilesindendir; veya bu zat Said b. Abdullah b. Derrar b. Ezûr'dur.
123) Taberâııî, (zayıf hır senodle)
124) Ensar'dandır. Adı Ebû Cafer el-Bağdâdî'dir. H. 237'de vefat etmiştir.
125) H. 205'de Haleb'de vefat etmiştir.
126) Ûlâ b. Leclac Şamlıdır. Hem kendisinin hem de babası Leçlac'ın Hazret-i Peygamber ile sohbeti vardır. 120 sene yaşamıştır.
127) Abdülhak Ezdî, Kitab'u1-Akibet
128) Adı Abdülmelik b. Muhammed b. Abdullah el-Basrî'dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı Ebû Kullabe'dir, H. 276'da 86 yaşında iken vefat etmiştir.
129) Ebû Dâvûd
130) Buhârî, (Hazret-i Âişe'den)
131) İbn Eb'id-Dünya
132) Müslim ve Buhârî
133) İmâm-ı Ahmed
23. Ölümün Hakîkati, Kabrinden Kalkıncaya Kadar Ölünün Kabirdeki Ahvâli
Ölümün hakikati hakkında, halkın yanlış olan zanları vardır. Halk o zanlarında yanılmışlardır. Bazıları ölümün yokluk olduğunu zannetmişlerdir: 'Ne haşir vardır, ne neşir, ne hayır, ne de şerrin neticesi vardır. İnsanların ölümü, hayvanların ölümü ve bitkilerin kuruması gibidir'. Bu zan, Allah'ı inkâr edenlerin görüşüdür. Allah'a ve son güne îman etmeyen herkesin zannî böyledir.
Bir kavim de zannetmiştir ki insan, ölümle yok olur. Kabirde kaldıkça ne bir elem duyar, ne de bir sevap ile nimetlenir. Bu durum, tekrar dirîlinceye kadar devam eder zannetmişler.
Başkaları da ruh'un baki olduğunu, ölümle yok olmayacağını, ceza ve mükâfat görenin sadece ruh olduğunu, cesedlerin hiçbir şekilde diriltilmeyeceklerini iddia etmişlerdir.
Bütün bu zanlar, asık ve haktan uzak zanlardır. Doğru olan, âyet ve hadislerin haber verdiği şeydir: Ölümün mânası, sadece bir halin değişmesidir. Cesedden ayrıldıktan sonra ruh bâkidir, ya azap görür veya nimet! Ruhun bedenden ayrılmasının mânâsı, bedende tasarruf etmemesi ve bedenin onun itaatinden çıkması demektir.
Çünkü insanın azaları ruhun aletleridir. Ruh onları kullanır. Hatta ruh, el ile iş yapar, kulakla işitir, gözle görür, kalp ile eşyanın hakikatini bilir. Buradaki kalp ruhtan ibarettir. Ruh, eşyayı aletsiz olarak, kendi nefsiyle bilir. İnsan oğlu bazen kendi nefsiyle çeşitli üzüntüler, gamlar ve kaygılarla elem çeker. Çeşitli sevinçlerle nimetlenir. Bütün bunların azalarla ilgisi yoktur Bu bakımdan ruhun bizatihi vasfı olan herşey, ruh cesedden ayrıldıktan sonra da ruhla beraber kalır. Azalar vasıtasıyla ruhta bulunan şeyler', bedenin ölümüyle ruh ikinci bir defa bedene iade olununcaya kadar: ruhtan uzaklaşır ve ruh muattal olur. Kabirde ruhun bedene döndürülmesi uzak bir ihtimal değildir ve kıyâmet gününe kadar bedene döndürülmeliğinin tehir edilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Allahü teâlâ kullarına ne hükmettiğini daha iyi bilir.
Ölümden dolayı bedenin muattal kalması topal bir kimsenin mizacında bulunan bir bozukluktan ölürü veya asabında meydan gelen ve ruhun geçişine mâni olan bir şiddetten ötürü muattal kalan azalarına benzer. Bu bakımdan âlim akıl, idrakçi ruh bazı şeyleri çalıştırmak için haki olarak kalır. Bazıları da onun için zorlaşır. Ölüm de bütün azaların kullanılmasının ruh için zorlaşmasından ibarettir'. Bütün azalar aletleridir. Onları kullanan ruhtur. Benim ruhtan gayem; insanlarda üzüntüleri, elemleri ve sevgileri idrâk eden şeydir. Ruhun âzalardaki tasarrufu iptal olunsa bile sevinç ve üzüntüler iptal olmaz. Elem ve üzüntüleri kabul etmesi iptal olmaz. İnsan hakikatte ilimleri, elemleri ve lezzetleri idrâk eden mânânın ta kendisidir. Bu mânâ ise yok olmaz. Ölümün mânâsı ruhun bedendeki tasarrufunun kesilmesi, bedenin ruha alet olmaktan çıkması demektir. Tıpkı topallığın mânâsının, ayağın ruh için kulanılan bir alet olmaktan çıkması anlamına geldiği gibi! Bu bakımdan ölüm, bütün azalarda mutlak mânâda bir kötürümlüktür. İnsanın hakikati, nefis ile ruhtur. Ruh ise hâkidir. Evet! İnsan halinin bozulması iki cephedendir:
Birincisi: İnsandan insanın gözü, kulağı, dili, eli, ayağı ve bütün azaları alınmıştır. İnsandan aile efradı, çocuğu, akrabaları ve diğer tanıdıkları alınmıştır. İnsanın atları, hayvanları, hizmetkârları, evleri, akarları ve diğer mülkleri alınmıştır.
Bu şeylerin insandan alınması ile insanın bunlardan alınması arasında bir fark yoktur. Çünkü elem veren şey ayrılıktır. Ayrılık ise, bir defa kişinin malının yağma edilmesiyle, diğer bir defa da kişinin mülkünden ve malından alınıp esir edilmesiyle hâsıl olur. İki durumda da duyulan elem aynıdır. Ölümün mânâsı; insanın mallarından bu âleme uygun olmayan başka bir âleme sürüklenmek suretiyle selbedilmesi demektir. Bu bakımdan eğer insan için dünyada sevdiği, kendisiyle rahatladığı ve varlığına önem verdiği birşey varsa, ölümden sonra bu şey hakkında insanın üzüntüsü oldukça büyür ve ondan ayrılmanın elemi oldukça çetinleşir. İnsanın kalbi malının, mertebesinin, akarının en küçük parçalarına bile iltifat eder. Hatta giydiği ve kendisiyle sevindiği gömleğine bile!
Eğer insan sadece Allah'ın zikriyle seviniyorsa, sadece Allah'a yakın olmak istiyorsa, onun nimeti büyür, saadeti tamam olur; zira onunla sevdiğinin arasındaki perdeler kalkar. Onu sevdiğinden, uzaklaştıran engel ve meşguliyetler kesilir. Çünkü dünyanın bütün sabepleri; insanı Allah'ın zikrinden meşgul ederler. İşte bu, ölüm hali ile hayat hali arasındaki muhalefetin iki yönünden biridir.
İkincisi: Ölümle kişiye hayatta keşfolunmamış şeyler keşfolunur. Nitekim uyku âleminde iken keşfolunmamış şeylerin bazen uyanık bir kimseye keşfolunduğu gibi! İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar. İnsan oğluna ilk keşfolunan, ona zarar veya fayda veren iyilikler ve kötülüklerdir! Bunlar, insanın kalbinin gizli bir köşesinde saklı bulunan ve durulmuş olan bir kitabda yazılıdır. Dünya meşgaleleri o kitaba muttali olmaktan insanı alıkoyar. Dünya meşgaleleri kesildiğinde insana bütün amelleri keşfolunur. Herhangi bir günaha baktığında onun için öyle bir hasret çeker ki o hasretten kurtulmak için ateşin derinliklerine dalmayı bile tercih eder. O anda ona şöyle denilir:
Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter! (İsra/14)
Bütün bunlar nefes kesildiğinde ve kişi defnedilmeden önce keşfolunur. Kişinin içinde ayrılık ateşi alev alev yanar. Bundan gayem; kalbini kaptırmış olduğu fani dünyanın şeylerinden ayrılma acısıdır. Âhiret azığı ve yolculuğu için dünyadan terkettiklerini kasdetmiyorum; zira dünya yolculuğu için azık talep eden. hedefine vardığında diğer şeylerden ayrıldığı için sevinir; zira onları azık için istemez. İşte dünyadan sadece zarûrî olanı alanın hali budur. Bu kimse zarurî ihtiyacının da kesilip dünyadan müstağni olmayı ister. Böylece onun isteği hâsıl olur ve dünyadan müstağni kılınır.
Bunlar, azap ve elemlerin büyükleridir. Defnedilmeden önce insana hücum ederler. Sonra defnedileceği zaman ruhu başka bir çeşit azabı tatmak için cesede geri çevrilir. Bazen de affolunur. Dünya ile nimetlenenin ve dünyaya gönlünü kaptıranın hali, padişahın evinde, memleket ve hariminde bulunmadığı bir sırada yerinde nimetlenen bir kimsenin hali gibidir.
Bu kimse sultanın, yaptıklarına müsamaha göstereceğini veya onun çirkin fiillerini bilmediği zannına kapılarak böyle yapar. Fakat sultan ansızın onu yaka paça tutar, ona bir defter çıkarır ki o defterde onun bütün fâhiş hareketleri ve suçları zerresi zerresine yazılmış, adım adım kaydedilmiştir! Sultan da kahir, galip, haram kıldığı şeylerin yapılmaması hususunda gayretli, memleketinde cinayet işleyenlerden intikam alıcı, asiler hakkında kendisine yalvaranların sözüne iltifat etmeyen bir padişahtır.
Bu bakımdan sultanın azabına uğrayan kimsenin durumuna dikkatle bak. Acaba sultanın azabı ona tatbik edilmeden önce, çektiği korku, utangaçlık, hasret çekmek ve pişman olmaktan meydana gelen hali nasıl olur? İşte dünya ile mağrur, dünyaya kalbini kaptırmış, fâcir bir ölünün kabir azabı gelmeden önce hali böyledir. Hatta öleceği anda bu duruma düşer. Böyle bir duruma düşmekten Allahü teâlâ'ya sığınıyoruz. Çünkü mahrum ve rezil olup yüz perdesinin yırtılması, bedene yapılan işkenceden daha korkunçtur. İşte bunlar ölüm anında ölünün haline işarettir. Basiret sahipleri, gözle görmeden daha kuvvetli olan basiret ile bunu müşahede etmişlerdir. Kur'ân ve Sünnet bunun doğruluğuna şahidlik etmektedir. Evet! Ölümün hakikatinden perdeyi kaldırmak mümkün değildir; zira hayatı bilmeyen bir kimse ölümü bilmez. Hayatın bilgisi, ruhun esasındaki hakikatini bilmeye bağlıdır. Ruhun zatı, mahiyetinin idrâkine bağlıdır.
Oysa Hazret-i Peygambere (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hususta konuşma izni verilmemiştir ve 'Ruh rabbimin emrindedir' demekten fazlasını söylemeye yetkili kılınmamışıtr. Bu bakımdan din âlimlerinin herhangi biri ruhun sırrına vâkıf olsa bile bunu söylemeye yetkisi yoktur. Ancak bu hususta izin verilen, ölümden sonraki ruhun halini zikretmektir.
Ölümün ruhun yok olmasından ve ruhun idrâkinin yok olmasından ibaret olmadığına birçok âyet ve hadîsler delâlet etmektedir:
Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Hayır, (onlar) diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadır. (Al-i İmrân/169)
Kureyş'in azgın büyükleri Bedir gününde öldürüldüklerinde Hazret-i Peygamber onlara şöyle seslenmiştir: 'Ey falan! Ey falan! Ey falan! Ben rabbimin bana va'd ettiğini hak olarak buldum. Acaba siz de rabbinizin size va'd ettiğini hak olarak buldunuz mu?'
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e 'Onlar ölüdürler. Onlarla nasıl konuşuyorsunuz?' denilince şöyle buyurdu:
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap vermeye güçleri yetmez. 134
İşte bu hadîs, şakî bir kimsenin ruhunun baki kaldığı hususunda kesin bir hükümdür. O ruhun idrâkinin, marifetinin baki kıldığının kesin bir delilidir. Âyet ise, şehidlerin ruhları hakkında kesin hükümdür. Ölü bir kimse; ya said veya şakidir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kabir ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir. 135
Bu hadîs-i şerîf, ölümün mânâsının, sadece bir halin değiştirilmesi, ölümün şekavet veya saadetinden olacak şeyin gecikmeksizin ölüm anında verilmesi hususunda açık ve kat'î bir hükümdür. Azabın veya sevabın bazı çeşitleri gecikebilir. Asılları ise gecikmez!
Enes Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölüm, kıyâmet demektir. Bu bakımdan ölen bir kimsenin kıyâmeti kopmuş demektir. 136
Sizden biri öldüğünde ona sabah akşam kıyâmet gününe kadar yeri gösterilir. Eğer cennet ehlinden ise, cenneteki yeri gösterilir!137
Azap ve nimetten oluşan iki yerin müşahedesindeki mânânın haldeki tesiri gizli değildir!
Ebû Kays'den şöyle rivâyet ediliyor: Biz Alkame ile beraber bir cenaze teçhizinde bulunuyorduk. Alkame şöyle dedi: 'Şu ölen kişinin kıyâmeti kopmuştur!'
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Herhangi bir nefse, cennet veya cehennem ehlinden olup olmadığını bilmeden dünyadan çıkması yasaktır'.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kim hasta (veya garip) olarak ölürse, şehid olarak ölmüştür ve kabrin fitnelerinden korunmuştur. Rızkı sabah-akşam cennetten kendisine getirilir. 138
Mesrûk dedi ki: 'Bir Mü'minin lâhiddeki durumuna gıbta ettiğim gibi, hiç kimsenin durumuna gıpta etmiş değilim. O Mü'min, dünya yorgunluğundan istirahata kavuşmuş, Allah'ın azabından emin olmuştur'.
Ya'la b. Velid şöyle diyor: Birgün Ebu'd Derda ile yürüyordum. Ebu'd Derda'ya dedim ki: 'Sevdiğin bir kimse için ne istersin? 'Ölümü!' dedi. 'Eğer ölmezse?!' dedim. 'ınalının ve çocuklarının azalmasını isterim' dedi.
Ebu'd Derda, ölümü ancak şu hikmete binaen istemiştir: Çünkü ölümü ancak Mü'min bir kimse sever. Ölüm Mü'minin hapisten çıkmasıdır. Malın ve çocuğun az olmasını istemesi de malın ve çocuğun fitne olmasından ve dünyaya ünsiyet vermenin sebebi olmasındandır.
Kesinlikle ayrılacağı bir kimseye bağlanmak şekavetin son derecesidir. Çünkü Allah ve Allah'ın zikrinden başka her şeyden şüphesiz ki ölüm çağında ayrılmak zaruridir. Bu sırra binaen Abdullah b. Amr (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Mü'min bir kimsenin ruhunun çıktığı andaki misali hapse atılmış, sonra hapisten çıkarılmış bir kimsenin misali gibidir. Allah'ın zikrinden başkasına ünsiyet vermeyen, dünya meşgalelerinin kendisi hakiki sevdiğinden meneden bir kimseye şehvetlerin mukavemeti eziyet verir. Bu bakımdan ölümde, onun için bütün eziyetlerden kurtuluş vardır. Engel olmaksızın sevdiğiyle başbaşa kalmak vardır. Bu nimet ve lezzetlerin son noktasıdır. Allah yolunda öldürülen şehidler için lezzetlerin en kâmilidir; zira onlar dünya meşgalelerinden ilgilerini keserek savaşa dalmışlardır.
Allah'ın mükâfatına iştiyakları duyarak ve Allah'ın rızası uğruna öldürülmeye razı olarak savaşa dalmışlardır. Eğer kişi dünyaya iltifat ederse, onu kendi ihtiyarıyla âhiret ile değiştirmiştir. Satan sattığı mala bağlanmaz. Eğer ahirete iltifat ederse, onu satın almış ve ona müştak olmuş demektir. Satın aldığı şeyi gördüğünde onunla sevinci artar. Satmış olduğu şeyden ayrıldığında ona fazla iltifat etmez. Kalbi Allah sevgisi için boşaltmak, bazı hallerde mümkündür. Savaş ölümün sebebidir. Bu bakımdan bu hal üzerinde ölmenin idrâkine sebep olur. Bunun nimeti büyük olur; zira nimetin mânâsı, insanın isteğine varması demektir.
Kendilerine hoşlandıkları (erkek çocukları) nı (alyorlar) . (Nahl/57)
İşte bu cennet lezzetlerinin mânâlarını kapsayıcı bir ibaredir. Azabın en büyüğü; insanın maksadından menedilmesidir.
Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir. (Sebe/54)
Bu ibare, cehennem ehlinin cezalarını çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Şehidler bu nimeti nefesi kesilir kesilmez, gecikmeden idrâk eder. Bu, yakîn nuruyla basiret sahiplerine keşfolunmuş bir şeydir.
Eğer delil için şahid istiyorsan, şehidler hakkında vârid olan bütün hadîsler buna delâlet ederler.
Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) babası Uhud günü şehid olan Câbire hitaben şöyle demiştir:
- Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi?
- Allah sana hayır müjde versin! Bana müjde ver!
- Muhakkak ki Allahü teâlâ senin babanı diriltti. Huzurunda oturttu ve buyurdu: 'Ey kulum! Dile benden ne dilersen'. Baban 'Ey rabbim! Kulluğunun gereği gibi sana kulluk yaptım. Senden istediğini beni dünyaya geri göndermendir ki peygamberinle birlikte savaşayım. Senin uğrunda ikinci bir defa şehid edileyim!' dedi. Allah şöyle buyurdu. 'Benden daha önce senin dünyaya tekrar döndürülmeyeceğin hakkında hüküm çıkmıştır'. 139
Ka'b şöyle diyor: Cennette ağlayan bir kişiye 'Cennette olduğun halde neden ağlıyorsun' denir. Cevap olarak der ki: 'Allah yolunda bir defadan fazla öldürülmediğimden dolayı ağlıyorum. Oysa dünyaya döndürülüp üç defa öldürülmeyi isterdim'.
Bil ki Mü'min bir kimseye ölümün akabinde Allahü teâlâ'nın celâl ve azametinin genişliğinden öyle birşey keşfolunur ki dünya ona nisbeten, hapis ve dar bir geçit gibidir. İnsanın misali, kapkaranlık bir eve hapsedilmiş, (sonra) o evden geniş bir bahçeye kapı açılmış gibidir ki gözü o bahçenin sonunu göremez. O bahçede çeşitli ağaçlar, çiçekler, meyveler ve kuşlar vardır. Bahçeye çıkan kişi ikinci bir defa karanlık hapishaneye dönmek istemez.
Hazret-i Peygamber darb-ı mesel olarak ölen bir kişi hakkında şöyle buyurmuştur:
Şu ölen, dünyadan göç ettiği ve dünyayı dünya ehline terkettiği halde sabahladı. Eğer razı olmuş ise1, herhangi birimizin annesinin karnına geri dönmeyi istemediği gibi dünyaya geri dönmek onu sevindirmez,140
Hazret-i Peygamber bu hadîs-i şerîfıyle âhiret genişliğinin dünyaya nisbeten rahmin karanlığının dünyanın genişliğine nisbeti gibi olduğunu anlatmıştır.
Mü'min bir kimsenin dünyadaki durumu, ceninin anne karnındaki durumu gibidir, (cenin annesinin karnından çıktığında ışığı görüp yere konuncaya kadar ağlar! Bundan sonra yerine dönmeyi istemez. 141
Mü'min de böyledir, ölümden ürker. Rabbi'nin huzuruna vardığında dünyaya dönmeyi artık istemez. Tıpkı ceninin annesinin karnına dönmek istemediği gibi!
Hazret-i Peygamber'e şöyle (sallâllahü aleyhi ve sellem) denildi: Falan adam öldü! Ya istirahata çekildi veya halk ondan kurtuldu!142
Hazret-i Peygamber İstirahata çekildi' sözüyle Mü'mine, 'Halk ondan kurtuldu' sözüyle de fâcir kimseye işaret etti; zira dünya ehli fâcir kimseden kurtulup rahata kavuşur.
Ebû Amr şöyle diyor: Biz çocuk iken İbn Ömer, yanımızdan geçerken bir kabre baktı ve orada meydana çıkmış bir cimcime gördü. Bir kişiye cimcimeyi örtmeyi emretti, kişi cimcimeyi örttü.
Sonra İbn Ömer şöyle dedi: 'Toprak bedenlere zarar vermez. Ceza çeken veya mükâfat gören ruhlardır. .
Amrl43 b. Dinar'dan şöyle rivâyet ediliyor;. 'Ölen herkes aile efradının içinde olan şeyleri bilir. Muhakkak ki aile efradı onu yıkar, kefenler. Oysa o onlara bakar'.
Mâlik b. Enes şöyle demiştir: 'Bana gelen bir habere göre Mü'minlerin ruhları serbest bırakılmışlardır. Diledikleri yere giderler'.
Nu'man b. Beşîr, 144. Peygamberin minberde iken şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
İyi bilin ki dünyadan ancak yer ile gök arasında dolaşıp duran sinek gibi birşey kalmıştır. Bu bakımdan kabir ehlinden olan arkadaşlarınız hakkında Allah'tan korkun! Muhakkak ki sizin amelleriniz onlara arzolunur.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Ölülerinizi kötü amellerinizle rezil etmeyin. Muhakkak ki kötü amelleriniz kabir ehlinden olan yakınlarınıza arzulanır.
Ebu'd Derda şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Abdullah b. Revaha’nın yanında benim mahcup olmama sebep olan bir ameli işlemekten sana sığınıyorum'. (Abdullah b. Revaha, Ebu'd Derda’nın ölen dayı siydi!)
Abdullah b. Amr b. el-As'a 'Mü'minler öldükleri zaman ruhları nerede olur?' diye sorulunca, cevap olarak 'Beyaz kuşların kursaklarında arş'ın gölgesindedirler. Kâfirlerin ruhları ise yerin yedi kat dibindedir' diye cevap verdi.
Ebû Said el-Hudrî, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Muhakkak ki ölü kendisini yıkayan, kendisini götüren ve kendisini kabrine indiren kimseyi tanır. 145
Salih el-Murrî146 şöyle demiştir: 'Kulağıma geldiğine göre ruhlar, ölüm anında bir araya gelirler. Ölülerin ruhları kendilerine katılan ruha şöyle derler: 'Senin yerin nasıldı? Sen iki bedenden hangisinde bulunuyordun? İyisinde mi, yoksa kötüsünde mi?"
Ubeyd b. Umeyr147 şöyle diyor: Kabir ehli haber beklerler! Onlara bir ölü geldiğinde Talan adam ne yaptı?' derler. O da 'O adam size gelmedi mi veya sizin yanınıza varmadı mı?' der. Bunun üzerine onlar derler ki: 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. O başka bir yere götürülmüştür'.
Cafer b. Said'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Kişi öldüğünde yakınları tarafından karşılanan bir kimse gibi, kendisinden önce ölen çocuğu tarafından karşılanır'.
Mücâhid şöyle demiştir: 'Kişiye çocuğunun salahı kabrinde müjde olarak iletilir'.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Mü'minin canı kabzolunduğu zaman Allah katında rahmet ehli onu karşılarlar. Tıpkı dünyada müjde getirenin karşılandığı gibi! Onlar derler ki: 'Kardeşinize, yorgunluğu gidinceye kadar mühlet verin! Çünkü kardeşiniz şiddetli bir üzüntüde idi!' Onlar o yeni gelene sorarlar: 'Filan adam ne yaptı! Falan kadın ne yaptı? Falan kız evlendi mi?' Daha önce ölen bir kişinin durumunu kendisine sorduklarında 'O benden önce öldü' dediğinde, "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn Öyleyse o, annesi olan cehenneme götürülmüştür!" derler.
134) Müslim, (Hazret-i Ömer'den)
135) Tirmizî, Taberânî
136) İbn Eb'id-Dünya
137) Buhârî, Müslim
138) İbn Mâce, (zayıf bir senedle)
139) İbn Eb'id-Dünya
140) İbn Eb'id-Dünya
141) İbn Eb'id-Dünya
142) Müslim, Buhârî
143) İbn Eb'id-Dünya
144) İbn Eb'id-Dünya
145) İmâm-ı Ahmed
146) Basrah ve zâhid bir kadı idi. H. 172'de vefat etmiştir.
147) Mekkelidir ve Leys kabilesindendir. Tabiînin büyüklerinden
24. Kabrin Ölüye Hitap Etmesi
Ölülerin konuşması ya kal veya ölülere anlatmak hususunda diriler için kullanılan kal lisanından daha açık olan hal diliyledir.
Ölü kabre konulduğunda kabir ona şöyle der: 'Ey Âdem oğlu! Beni düşünmekten seni aldatan ne idi! Benim fitne evi olduğumu bilmiyor muydun? Ben karanlık, tenhalık ve böceklerin eviyim. Benim yanımdan mağrur olarak geçtiğinde, durumumdan seni gâfil kılan ne idi?' Eğer ölü ıslah edici bir kimse ise, birisi onun yerine kabre cevap vererek şöyle der: 'Görmedin mi. o iyiliği emreder, kötülükten menederdi'. Buna karşılık kabir der ki: 'Ben bu durumda onun için yemyeşil bir bahçeye dönerim. Onun cesedi nura dönüşür. Ruhu da Allah'ın huzuruna yücelir'. 148
Hadîs'in râvisi, hadîs metninde bahsi geçen fidad kelimesinin mağrur olarak yürüyen, bir adım ileri atan, bir adım geri alan kimse demek olduğunu söylemiştir.
Ubeyd b. Umeyr el-Leysî şöyle diyor: 'Bir kimse öldüğünde defnedileceği çukur ona şöyle haykırır: 'Ben karanlık, tenhalık ve yalnızlık eviyim! Eğer sen hayatında Allah'a itaat eden bir kimse isen, bugün sana rahmet olurum. Eğer asi isen, bugün sana azap olurum. Öyle bir yerim ki Allah'a itaat ettiği halde gelen bir kimse sevinerek benden çıkar. Allah'a isyan ettiği halde giren bir kimse, zarar edip mahzun olarak çıkar.
Muhammed b. Şebih149 şöyle diyor: Kulağımıza geldiğine göre, bir kişi kabrine konulup azap gördüğünde veya hoşuna gitmeyen birşey isabet ettiğinde, komşusu bulunan ölüler ona şöyle seslenir: 'Ey dünyada arkadaş ve komşulardan sonraya kalan! Bizim durumumuzda senin için ibret yok mudur? Bizim önce gelişimizde senin için bir ders yok muydu? Sen bizim amellerimizin bizden kesildiğini ve sana da mühlet verildiğini görmedin mi? Neden arkadaşlarının elinden kaçan fırsatı değerlendirmedin?' Yeryüzünün parçaları da ona şöyle hitap eder: 'Ey dünyanın zahirine aldanan! Yerin içinde kaybolan ve senden önce dünyanın aldattığı kimselerden neden ibret almadın? Oysa dünya ile aldandıktan sonra eceli onları kabre getirip dostları tarafından karar yerine konduğunu görüyorsun'.
Yezid er-Rakkaşî şöyle diyor: Kulağıma geldiğine göre ölü kabrine konulduğunda amelleri onu çepeçevre sarar ve Allah o amelleri konuşturur. O ameller de derler ki: Ey çukurunda tek kalan kul! Dostlar ve aile efradın senden ayrıldı. Bugün bizden başka senin dostun yok!'
Ka'b şöyle demiştir: 'Sâlih kul kabrine konulduğunda namaz, oruç, hac, cihad ve sadaka gibi sâlih amelleri onun etrafını çepe çevre sararlar.
Yine Ka'b der ki: "Azap melekleri, ayaklan tarafından geldiklerinde namaz onlara 'Ondan uzaklaşsın! Siz ona varamazsınız. Çünkü beni kılmak maksadıyla Allah için bu iki ayak üzerinde uzun uzadıya ibadette bulundu' der. Bu bakımdan melekler, baş tarafından gelirler. Bu sefer oruç der ki: 'Siz ona musallat olamazsınız. Çünkü o dünya evinde Allah için uzun zaman susuz kaldı. Ona bu taraftan varacak imkâna sahip değilsiniz'. Böylece melekler beden tarafından gelirler. Bu sefer hac ve cihad meleklere şöyle haykırırlar: 'Ondan uzaklaşınız. O nefsini yordu, bedenine zahmet verip haccetti. Allah için cihad yaptı. Bu bakımdan ona varacak imkânımız yoktur'. Azap melekleri, bu sefer elleri tarafından gelirler. Sadaka meleklere şöyle haykırır: "Arkadaşımdan uzaklaşın! Zira bu ellerden Allah için nice sadakalar çıkmıştır. Bu bakımdan ona yetişemezsiniz'. Bunun üzerine o ölüye şöyle denir: 'Afiyet olsun! İyi olarak yaşadın, iyi olarak öldün'.
Ka'b der ki: 'Rahmet melekleri ona varırlar. Ona cennetten getirilen bir döşek ve bir yorgan sererler. Kabrinde gözün yetişebileceği kadar onun için genişlik yapılır. Cennetten ona bir kandil getirilir. Allahü teâlâ, onu kabirden hasredeceği güne kadar o kandilin ışığından nûrlandırır'.
Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr150 bir cenazede Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder
Ölü kendisini techiz ve teşyi edenlerin adımlarının sesini işittiği halde oturur. Kabrinden başka birşey onunla konuşmaz. Kabir ona der ki: Ey Âdem oğlu! Sen benden, darlığımdan, pis kokumdan, dehşetimden ve kurtlarımdan sakındırılmadın mı? Acaba benim için ne hazırladın?151
148) İbn Eb'id-Dünya
149) Adı, ELaı Abbas Seiumaktır. Bağdadlı meşhur bir vaizdir.
150) Künyesi Ebû Haşim el-Mekki'dir.
151) İbn Eb'id-Dünya
40-5
25. Kabir Azabı ve Münker Nekir'in Sorgusu
Berra b. Azib (radıyallahü anh) şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber ile beraber ensardan bir kişinin cenazesine gittik. Hazret-i Peygamber onun kabrinin üzerine, başını önüne eğerek oturdu. Sonra şöyle buyurdu: 'Yârab! Kabir azabından sana sığınıyorum' Bu sözünü üç defa söyledikten sonra şöyle buyurdu:
Mü'min bir kimse, ahiret yolunda olduğunda Allahü teâlâ, bir grup melek gönderir. O meleklerin yüzü geniştir. Onların beraberinde o mü'minin güzel kokusu ve kefeni vardır, melekler oturup beklerler. Ne zaman mü'minin ruhu çıkarsa yer ile gök arasında ve gökte bulunan her melek onun üzerine namaz kılar (veya dua eder)ler. Onun için göklerin kapıları açılır. O kapılardan o mü'minin ruhunun geçmesini istemeyen hiçbir kapı olmaz. Ruh yükseltilip götürülünce şöyle denir: 'Ey rab! Falan kulun (geldi)'.
Buna karşılık Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Onu geri götürün! Ona hazırladığım nimetleri gösterin. Çünkü ben ona şöyle va'detmiştim: Sizi ondan (topraktan) yarattık yine oraya döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız.(Tâhâ/55)
Sonra ona güzel yüzlü, güzel kokulu ve güzel elbiseli biri gelir ve o ölüye der ki: 'Rabbinin rahmetiyle ve içinde ebedî nimet bulunan cennetle müjdelen!' Mü'min ona 'Sen de onunla müjdelen! Allah sana mükâfat versin! Sen kimsin?' der. Gelen der ki: 'Ben senin sâlih amelinim. Allah'a yemin olsun, ben seni Allah'ın taatine acele eder, Allah'a karşı günahtan sakınır buldum. Bu bakımdan Allah sana hayrı mükafat verdi'. Sonra bir tellâl şöyle bağırır: 'Ona cennet sergilerinden serin. Ona cennete açılan bir kapı açin'. Ona cennet sergilerinden serilir, ona cennete açılan bir kapı açılır ve o şöyle der: 'Yârab! Kıyâmeti acelece kopar ki aile efradıma ve malıma kavuşayım'. Kâfire, dünyadan ayrılırken katı, şedîd, beraberlerinde ateşten yapılmış elbiseler, katrandan mamul iç gömlekler olduğu halde bir kısım melekler gelirler. Onun etrafını sararlar. Onun canı bedeninden çıkınca yer ile gök arasında ve gökte bulunan her melek ona lanet eder. Göklerin kapıları kilitlenir. O kapılardan hiçbiri onun ruhunun kendisinden geçmesini istemez. Onun ruhu götürülünce geriye atılır ve denilir ki: 'Ey rabbim! Bu senin falan kulundur. Hiçbir gök ve yer onu kabul etmedi'.
Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Ona geri götürün. Ona hazırladığım şerri gösterin; zira ben ona va'detmiştim:
Sizi topraktan yarattık yine oraya döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız. (Tâhâ/55)
Muhakkak ki o ölü, kendisini defnedenler geri dönüp giderken ayak seslerini işitir. Ona denir ki: 'Ey kişi! Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?' O 'Bilmiyorum!5 der. Ona denilir ki: 'Zaten sen bilmemişsin. Sonra ona çirkin yüzlü, pis kokulu, çirkin elbiseli biri gelir der ki: 'Allah'ın öfkesiyle elem verici ve daimî olan bir azabla müjdelen!' Buna karşılık o 'Allahü teâlâ seni şer ile müjdelesin! Sen kimsin?' O da der ki: 'Ben senin çirkin amelinim. Allah'a yemin ederim. Sen Allah'a isyan etmede aceleci ve ibadet etmede tembel idin. Bu bakımdan Allahü teâlâ sana şerri ceza olarak verdi'. Bunun üzerine kişi ameline der ki: 'Allahü teâlâ şerri sana da ceza olarak verdi (versin)'. Sonra o kimseye sağır, kör, dilsiz, beraberinde demirden bir tokmak olan biri musallat kılınır ki bütün cinler ve insanlar o kimsenin elindeki tokmağı kaldırmaya çalışsalar, buna güleri yetmez. Eğer o kimse o tokmakla bir dağa vursa, o dağ tuzbuz olur. Sonra o kimseye ruh geri gönderilir. Gelen kişi o tokmakla onun iki gözünün arasına bir darbe vurur ki cinler ve insanlar hariç yeryüzünde bulunan herşey o darbenin sesini işitir.
Sonra bir tellâl şöyle çağırır: 'Bunun için ateşten iki levha serin. Cehenneme açılan bir kapı acın!' Böylece ona ateşten yapılan iki levha serilir, cehenneme açılan iki kapı açılır. 152
Muhammed b. Ali (b. Hüseyin) şöyle demiştir: 'Her ölene, öldüğü anda iyi amelleriyle kötü amelleri gösterilir. O kimse iyiliklerine gözünü dikip bakar, kötülüklerine gözünü kapatır'.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Mü'min sekerata girdiğinde melekler ona içinde misk ve reyhan kırıntıları olan bir ipekli getirirler. Kılın yağdan çekildiği gibi onun ruhu cesedden çekilir ve onun ruhuna denilir ki: 'Ey itminana kavuşan nefis! Rabbinin hükmüne razı ve rabbin de senden razı olduğu halde rabbine dön!'
Ruhu çıktığında o misk ile reyhanın üzerine konur. İpekliye sarılır ve ruhu İlliyyine gönderilir.
Kâfir, sekerata düştüğünde, melekler ona içinde ateş közü bulunan siyah paçavra getirirler. Onun ruhu şiddetli bir çekişle çekilir ve denilir ki: 'Ey habis nefis! Sana kızıldığı halde Allah'ın azabına doğru çık!' Onun ruhu çıktığında o köz üzerine konur. Paçavraya sarılır ve Siccîne götürülür.153
Muhammed b. Ka'b el-Kurezî 154 şu ayeti okurdu:
Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde 'Rabbim beni (dünyaya) geri çevir ki terk ettiğim dünyada sâlih bir amelde bulunayım' der. (Mü'minûn/99-100)
Allah şöyle der:
- Ne istiyorsun? Dönüp de mal mı toplayacaksın, ağaç mı dikeceksin, ev mi yapacaksın, kanallar mı açacaksın?
- Hayır! Terkettiğimin yerine sâlih bir amel işlemek istiyorum. Bunun üzerine Cebbar olan Allahü teâlâ şöyle der:
Hayır! Bu onun söylediği (olmayacak) bir laftır! (Mü'minûn/100)
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Mü'min bir kimse kabrinde iken yemyeşil bir bahçenin içindedir. Onun kabri yetmiş zirâ genişler ve aynı zamanda nûrlanır. Hatta dolunay gibi olur.
Hazret-i Peygamber 'Onun için de dar bir geçim vardır' (Tâhâ/124) ayetinin ne hakkında nazil olduğunu biliyor musunuz?' diye sorunca, ashâb 'Allah ve Rasûlü daha. iyi bilir' dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Kâfir bir kimsenin kabrindeki azabı şudur: Onun üzerine 99 Tinnîn musallat kılınır. Tinnîn'in ne olduğunu bilirmisiniz? Tinnîn yılan demektir. Bu yılanların her birinin yedi tane başı vardır. Kâfiri sokarlar ve insanların haşre gönderildikleri güne kadar zehirlerini akıtırlar.155
Yılanların bu özel sayılarına hayret etmemek gerekir; zira yılanlar ve akreplerin sayıları İnsan oğlundaki kötü huyların sayısıncadır. O kötü huylar da kibir, riya, hased, hile, buğz ve diğer çirkin sıfatlardır; zira bu çirkin sıfatların belirli kökleri vardır. Sonra o köklerden belirli dallar çıkar. Sonra o dallar da kısımlara bölünür. O sıfatlar zâtı itibariyle helâk edicidirler. O sıfatlar akrep ve yılanlara dönüşür. Bu bakımdan onlardan kuvvetlisi, tinninin (yedi başlı yılanın) ısırdığı gibi ısırır. Zayıfı akrebin ısırdığı gibi ısırır. Bu ikisinin arasında olanlar da yılanın eziyet vermesi gibi eziyet verir.
Kalp ve basiret sahipleri, basiret nuruyla, bu helâk edicileri ve dal budak salmalarını müşahede ederler. Ancak sayılarının ne kadar olduğuna peygamberlik nuruyla vâkıf olunur. Bu bakımdan bu gibi hadîslerin sahih zahirleri ve gizli sırlar vardır. Fakat bu gibi hadîsler basiret sahipleri yanında açıktırlar. Bu bakımdan bu hadîslerin hakikatlerinin kendisine keşfolunmadığı kimsenin bunların zahirlerini inkâr etmesi uygun değildir. Aksine îman derecelerinin en azı tasdik edip teslim olmaktır.
Soru: Biz, kâfir kabrine konduğunda bir müddet bakar, murakabe ederiz. Oysa hadîslerde belirtilen şeylerden hiçbir şey göremiyoruz. Gözle görülmeyenin hilafını tasdik etmenin gereği ne olabilir?
Cevap: Bu şeylerin benzerlerini tasdik etmek hususunda üç durum vardır:
Birinci Durum
Bunların en açığı, en sıhhatlisi ve en sağlamı olan birinci du rum; onların mevcut olduğunu ve ölüyü ısırdığını, fakat onları müşahede etmediğini tasdik etmektir. Çünkü insanda olan göz, melekût âlemine ait olan şeyleri müşahede etmeye elverişli değilir. Âhiretle ilgili olan herşey de melekût âlemindendir. Ashâbın Cebrail'in (aleyhi's-selâm) Hazret-i Peygamber'e geldiğine nasıl îman ettiklerini görmüyor musun? Oysa Cebrail'i görmüyorlardı.
Fakat Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) Cebrâîl'i gördüğüne îman ediyorlardı. Eğer sen buna inanmıyorsan, o vakit meleklere ve vahye olan imanının esasını tashih etmek, senin için daha mühim olur. Eğer buna îman etmiş ve ümmetin görmediği şeylerin, Hazret-i Peygamber için görülmesinin caiz olduğunu kabul etmiş isen ölü hakkında bunu nasıl caiz görmezsin? Nasıl ki melek, insanlara ve hayvanlara benzemiyorsa ölüyü ısıran yılan ve akrepler de dünyadaki yılanlara benzemezler. Çünkü onlar başka bir cinstendir ve başka bir hassa (duyu) ile idrâk olunurlar.
İkinci Durum
Uyuyan bir kimse rüyasında yılanın kendisini ısırdığını görür ve bundan elem duyar. Hatta uykusundan bağırarak uyandığını ve terlediğini müşahede edersin. Bütün bunları, nefsinde idrâk etmektedir. Uyanık bir insanın eziyet çekmesi gibi, bundan eziyet çekmektedir! O nefsinde bunu müşahede ettiği halde sen onun görünür tarafının sakin olduğunu müşahede eder, onun etrafında bir yılan görmezsin. Ama onun için yılan vardır. Yılanın ısırmasından meydana gelen elem de vardır. Fakat bu senin için görünmez. Isırmada elem olduğu zaman, hayal edilen bir yılan ile müşahede edilen yılan arasında fark yoktur.
Üçüncü Durum
Yılanın bizzat elem vermediğini, esas elemi zehirin verdiğini bilirsin. Sonra zehir de elem verenin bizzat kendisi sayılmaz. Asıl elem, zehirin meydana getirdiği tesirden kaynaklanır. Eğer o tesirin benzeri sende zehirsiz mevcut olursa, yine elem duyarsın. Bu tür elemin tarifi, normal olarak bu gibi elemin sebebine izafe edilmek suretiyle mümkün olur. Zira eğer insanda, etmeksizin cima lezzeti yaratılmış olsaydı, o lezzeti tarif etmek ancak cimaya izafe edilmek suretiyle mümkün olurdu. Çünkü izafe, sebebiyle tarif etmek içindir. Sebebin sureti olmasa da meyvesi hâsıl olur. Zaten sebep zati için değil meyvesi için istenir. Bu helâk edici sıfatlar, ölüm anında nefiste elem ve eziyet verici şeylere dönüşürler.
Bu bakımdan onların elemleri, yılanların ısırmalarının elemleri gibi olur. Sıfatın eziyet edici oluşu, maşukun ölümü anında aşığın eziyet vericiye dönüşmesine benzer. Oysa aşk lezzetliydi. Onda öyle bir hal peyda oldu ki bizzat lezzetli olan şey elem verici oldu. Hatta kalbe öyle bir acıdır ki insan ne aşkın ve ne de kavuşmanın olmamasını temenni eder. Bu tür azap, bizzat ölü azabının çeşitlerinden biridir; zira ölüye dünyada nefsine aşık olma hastalığı verilmiştir. Mala, akla, mertebeye, evlada, akraba ve tanıdıklara aşık olmuştur. Eğer kendisinden geri alacağını ummadığı bir kimse bütün bunları ondan alırsa bu kimsenin halinin nasıl olacağını tahmin edebilir misin? Bu kimsenin derdi büyüyüp acısı şiddetlenmez mi? Bu kimse 'Keşke hiç malım ve mertebem olmasaydı da onun ayrılığı ile eziyet duymasaydım' diye temenni etmez mi? Bu bakımdan ölüm, bir defada dünyadaki bütün dostlardan ayrılmaktan ibarettir.
Bir tanesi olup da o bir tanesi de kendisinden kaybolan bir kimsenin hali ne olur?
Bu bakımdan ancak dünyasıyla sevinen bir kimseden dünyası alınıp düşmanlarına teslim edildiğinde, sonra bir de elden kaçırdığı ahiret nimeti ve Allah'tan uzaklaşmanın hasreti bu azaba eklendiğinde bu kimsenin hali ne olur? Evet! Allah'tan başkasının sevgisi insanı Allah'ın mülâkatından perdeler. O mülâkattan nimetlenmeye mâni olur. Böylece o kimsenin üzerine bütün sevdiklerinden ayrılmanın elemi, elden kaçırdığı ahiretin ebedî nimeti ve Allah'tan uzaklaşmanın zilleti çöker. İşte bu, görmüş olduğu azabın ta kendisidir; zira ayrılık ateşinin arkasından ancak cehennem ateşi gelir.
Hayır! Doğrusu o gün onlar rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir.(Mutaffifîn/15-16)
Dünyaya iltifat etmeyen ve Allah'tan başkasını sevmeyen ve Allah'ın mülâkatına müştak olan bir kimse dünya hapishanesinden ve dünyadaki şehvetlerin şiddetlerinden kurtulmuş, mahbubunun huzuruna varmış, engeller ortadan kalkmış, ebediyyen zâil olmayacak bol nimetlere mazhar olmuştur. İşte çalışanlar, bunun için çalışsınlar.
Bundan maksad şudur: Kişi bazen o derece sever ki eğer atının almniası ile akrep veya yılanın ısırması arasında bir tercih yapmak için muhayyer bırakılsa, akrebin ısırmasına sabretmeyi tercih eder. Öyle ise atın ayrılık elemi, bu kişinin nezdinde akrebin ısırmasının eleminden daha dehşetlidir. At'a karşı olan sevgisi, at kendisinden alındığında onu ısıranın ta kendisi olur.
Bu bakımdan bu kişi bu ısırmalara hazırlıklı olmalıdır; zira ölüm kendisinin atını, merkebini, evini, akarını, ehlini, çocuğunu, ahbablarını ve tanıdıklarını, mertebesini, halk arasındaki şan ve şöhretini alacaktır. Hatta kulağını, gözünü, azalarını alacaktır. Bütün bunların kendisine geri verilmesinden de ümitsiz olacaktır. Bu bakımdan bunlardan, başkasını sevmediği halde bütün bunlar da kendisinden alınırsa, bu onun için akrep ve yılanların ısırmasından daha dehşetli olur. Hayatta iken bunlar kendisinden alındığında eleminin büjoidüğü gibi, öldüğünde de elemi büyür.
Çünkü daha önce elem ve lezzetleri idrâk eden mânânın ölmediğini belirtmiştik. Hatta ölümden sonra kişinin azabı daha şiddetli olur. Çünkü kişi hayattaiken arkadaşlarıyla oturmak, konuşmak gibi, duyularını meşgul eden sebeplerle teselli bulurdu. Kendisinden alınanın geri gelmesi hayaliyle sabrederdi. Onun bedelini ummakla avunurdu. Ölümden sonra ise, teselli yoktur; zira teselli yolları kapanmış ve ümitsizlik meydana gelmiştir. Öyle ise sevdiği ve ayrılmakla üzüldüğü gömlek ve mendili kendisinden alınırsa, onlar için sıkıntı ve elem duyar.
Eğer dünyada yükünü hafifletirse, sağlam kalır. 'Yükü hafif olanlar kurtuldular' sözlerinden kastedilen budur. Eğer yükünü ağırlaştırırsa, azabı büyür. Tıpkı bir dinarı çalman bir kimsenin halinin on dinarı çalman bir kimsenin halinden daha hafif olduğu gibi, bir dirhemin sahibinin hali de iki dirhemin sahibinin halinden daha hafiftir.
Hazret-i Peygamberin şu hadîsiyle kastedilen budur:
Bir dirhemin sahibi, hesap bakımından iki dirhemin sahibinden daha hafiftir.156
Ölüm anında senden geri kalan birşey, ölümden sonra, senin için üzüntüdür. İstersen fazla edin, istersen azalt! Eğer fazla edinirsen, üzüntüyü çoğaltmış olursun. Eğer azaltırsan sırtındaki yükü hafifletirsin. Yılan ve akrepler, ancak dünya hayatını ahirete tercih etmiş, dünyaya sevinmiş ve ona güvenmiş zenginlerin kabirlerinde çağalırlar.
İşte bunlar, kabirde yıları, akrep ve diğer şeylerin azapları hakkında îmanın makamlarıdır.
Ebû Saîd el-Hudrî157 ölen bir oğlunu rüyada görüp 'Ey oğul! Bana nasihat et!3 dedi. Oğlu 'Allah'ın irade etmiş olduğu hususta Allah'a muhalefet etme!' diye cevap verdi. Ebû Saîd 'Ey oğul! Daha fazlasını söyle!' deyince, oğlu 'Babacığım! Yapmaya gücün yetmez' dedi. Ebû Saîd 'Söyle!' dedi. Oğlu 'Allah ile arana gömleği (bile) sokma!' dedi. Ebû Saîd bundan sonra otuz sene gömlek giymedi.
Soru: Bu üç makamın hangisi sıhhatlidir?
Cevap: Halktan sadece birinci durumu kabul edip gerisini inkâr eden bir grup vardır. Başka bir grup da birinci durumu inkâr, ikinci durumu kabul etmiştir. Üçüncü bir grup da üçüncü durumu kabul etmiştir.
Basiret yolu ile bize keşfolunan hak şudur: Bütün bu durumlar imkân dahilindedir. Bunların bazısını inkâr eden havsalasının darlığından Allahü teâlâ'nın kudretinin genişliğini, tedbirinin acaipliklerini bilmediğinden inkâr etmiştir. Bu bakımdan böyle bir kimse ünsiyet ve ülfiyet vermediği ilahî fiilleri inkâr eder. Bu da cehalet ve kusurdur. Azap hususunda bu üç durum da mümkündür. Bunlara inanmak farzdır. Nice kul vardır ki bunların sadece biriyle cezalandırılır. Nice kullar vardır ki bu üç çeşit ile de cezalandırılır. Azabın azından da çoğundan da Allah'a sığınıyoruz.
İşte hak budur. Taklid ederek bunu tasdik et; zira bunu kesinlikle bilen kimseler yeryüzünde pek azdır. Sana tavsiye edeceğim şudur: Bu hususun tafsilatı hakkında fazla ileri gitme! Bunları öğrenmekle meşgul olma! Aksine azabı defedecek tedbir ile meşgul ol! Azap nasıl olursa olsun! Eğer sen amel ile ibadeti ihmal eder, azabın mahiyetini deşmekle meşgul olursan, bu takdirde sultan tarafından tutulup, elinin ve burnunun kesilmesi için hapsedilmiş bir kimse gibi olursun ki bu kimse bütün gece 'Acaba benim elimi, burnumu bıçakla mı kılıçla mı yoksa ustura ile mi kesecek?' diye düşünür. Azabı nefsinden uzaklaştırma çaresini ihmal eder. Bu ise cehaletin son derekesidir. Bu bakımdan kesinlikle anlaşılmıştır ki kul, ölümden sonra ya ebedî azaba veya ebedî nimete kavuşacaktır. Öyleyse en uygun davranış, buna hazırlanmaktır. Ceza ve sevabın tafsilatını deşmek fuzulî bir hareket ve zamanı boşa geçirmektir.
152) Ebû Dâvûd, Hâkim
153) Nesâî, İbn Hıbbân, (değişik ibarelerle); Bezzâr, (Musannifin ibaresiyle).
154) Medinelidir. Sonra Küfe'ye göç etmiştir. H. 40'da doğmuştur.
155) İbn Hıbbân, İbn Eb'id-Dünya, Hâkim-i Tirmizî, Nevadir'ıd-Usûl
156) Hâkim, Tarih, (Ebû Hüreyre'den)
157) Bazı nüshalarda Hudrî yerine Harraz geçmektedir. Kuşeyrî'ye göre Harraz’ın daha doğru olması kuvvetlidir.
26. Münker ve Nekir'in Sorgusu, Suretleri, Kabrin Sıkması ve Kabir Azabı ile İlgili Diğer Hususlar
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kul öldüğünde ona siyah renkli, mavi gözlü iki melek gelir. Birinin adı Münker, diğerinin adı Nekir'dir. O iki melek ölüye 'Muhammed hakkında ne diyordun?' derler. Eğer ölü Mü'min ise der ki: 'Muhammed Allah'ın kulu ve peygamberidir. Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in (aleyhisselâm) Allah'ın Rasûlü olduğuna şahidlik ediyorum'. İki melek 'Zaten bunu söyleyeceğini biliyorduk' derler. Sonra o ölü için kabir yetmiş zirâ genişletir, nûrlandırılır. Sonra ona uyu denir. Ölü der ki: 'Yakamı bırakın! Ehlime döneyim. Onlara başımdan geçeni haber vereyim!' Ona 'Uyu!' denir. O, güvey uykusu gibi Allahü teâlâ onu o kabrinden haşre gönderinceye kadar uyur. Eğer ölü münafık ise Münker ve Nekir'in sualine şöyle cevap verir: 'Peygamberi bilmiyorum. Ben halkın bir şeyler dediğini duyar, ben de onu söylerdim'. Bunun üzerine o iki melek derler ki: 'Zaten senin böyle söyleyeceğini biliyorduk'. Sonra yere (mezara) denilir ki: 'Bu kişinin üzerine kapan!' Yer onun üzerine, kaburgaları bir birine geçecek derecede kapanır. Münafık, mezarda Allah onu haşre gönderinceye kadar azap görür. 158
Atâ b. Yesar, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) Ömer b. Hattab'a şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Ey Ömer! Öldüğünde kavmin seni yıkayıp, kefenleyip kokuladıkları, sonra seni yüklenip o çukura bıraktıkları, sonra üzerine toprağı atıp seni defnettikleri zaman durumun ne olacak? Onlar senin yanından ayrıldıklarında sana Münker ile Nekir gelirler. Onların sesleri şiddetli gökgürültüsü ve gözleri çakan şimşek gibidir. Tüyleri yerde sürünür. Kabri, dişleriyle deşerler (veya teftiş ederler) . Ey Ömer! Bu durumda halin ne olacak?159
Hazret-i Peygamberin bu sualleri karşısında Hazret-i Ömer sordu:
- Benim şimdiki aklım gibi o zaman da aklım olacak mı?
- Evet olacak!
- Öyleyse (Allah'ın izniyle) ben o zaman senin için onlara kâfi gelirim.
Bu hadîs, aklın ölümle bozulmayacağına ve ancak bedenin bozulduğuna dair açık bir hükümdür. Bu bakımdan ölünün aklı, idraki, elem ve lezzetleri daha önce bildiği gibi bilme hissi sağlam olarak kalır. Onun aklından birşey bozulmaz. İdrâk edici akim bu azalar ile ilgisi yoktur. O idrak, uzunluğu ve eni olmayan bir şeydir. Hatta bölünme kabul etmeyen eşyayı idrâk edici cüz kalırsa, akıl var demektir. İşte ölümden sonra da böyledir; zira ölüm, o idrâk edici parçaya girmez. O yok olmaz.
Muhammed b. Münkedir şöyle diyor: 'Kulağıma geldiğine göre kabirde kâfire kör, sağır, elinde demirden yapılmış ve başında devenin hörgücü gibi topuzu olan ve elinde kamçı olan bir hayvan musallat kılınır. O kamçı ile kıyâmete kadar kâfiri döver. Kâfir ölüyü görmez ve sesini işitmez ki ona merhamet etsin',
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ölü kabre konulduğunda sâlih amelleri gelir, etrafını çepeçevre sararlar. Başı tarafından azap geldiğinde okuduğu Kur'ân imdadına yetişir. Ayakları tarafından geldiğinde kıldığı namaz, imdadına yetişir. Elleri tarafından gelince, eller derler ki: 'Yemin olsun! O bizi sadaka vermek ve dua etmek için açardı. Bizden taraf ona yol yoktur'. Ağız tarafından gelirse zikir ve oruç imdada yetişir. Böylece sabır ve namaz bir tarafta dururlar. Böylece (azap) der ki: 'Eğer ben ona varacak bir geçit görseydim mutlaka onun arkadaşı olurdum'.
Süfyân es-Sevrî der ki: Kişi nasıl kardeşini, ailesini, çocuğunu koruyorsa, sâlih amalleri de kişiyi o şekilde kabirde korurlar. Sonra kişiye şöyle denir: 'Allah senin için kabrini bereketli kılsın! Dostların ne güzel dost, arkadaşların ne güzel arkadaşlardır!'
Huzeyfe şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber ile beraber bir cenazeye gitmiştim. Kabrin başına oturduktan sonra kabre bakıp şöyle dedi:
Mü'min bir kimse kabirde öyle bir sıkıştırılır ki o sıkıştırmada onun göğsünün damarları kesilir. 161
Hazret-i Âişe, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Muhakkak kabrin sıkıştırması vardır! Eğer ondan bir kimse kurtulsaydı muhakkak Sa'd b. Muaz ondan kurtulurdu. 162
Enes'ten şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamberin kızı Zeyneb vefat etti. O çok hastalıklı bir kadındı. Hazret-i Peygamber onun cenazesinin arkasından gitti. Hazret-i Peygamberin hali, bizi üzüntüye garketti. Kabre indiğinde Hazret-i Peygamberin yüzü iyice sarardı. Kabirden çıkınca yüzü beyazlaşıp normale döndü. Bunun üzerine 'Ev Allah'ın Rasûlü! Sende bir durum gördük. O durumu icabettiren ne idi?' diye sorduk. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Kabrin, kızımı sıkıştın}) azap edeceğini düşündüm. Bana ondan azabın hafifletildiği haber verildi. Yemin, olsun! O öyle bir şekilde sıkıştırıldı ki onun sesini, insan ve cin hariç, yer ile gök arasındaki herşey işitti. 163
158) Tirmizî, (hasen bir sonedle) ; İbn Hıbbân
159) İbn Eb'id-Dünya, (mürsel olarak)
160) İbn Eb'id-Dünya
161) İmâm-ı Ahmed
162) İmâm-ı Ahmed
163) İbn Eb'id-Dünya
27. Rüyada Mükâşefe Yolu ile Ölülerin Bilinen Ahvâli
Allah'ın kitabından, Hazret-i Peygamberin sünnetinden ve ibret yollarından öğrenilen şeyler, genel olarak ölülerin durumlarının saîd ve şakî olarak ikiye ayrıldıklarını bildirmektedir. Fakat Zeyd'in veya Amr'ın îmanına îtimâd edersek neyin üzerine olduğunu ve hangi sonuca vardığını bilemeyiz. Onun görünür takvasına güvenirsek, takvanın yeri kalptir. Kalp ise, kapalıdır. Takvâ sahibine bile gizlidir. Takvâ sahibi olmayan bir kimse için takvanın bilinmesi nasıl mümkün olur? Bu bakımdan bâtınî takvâ olmaksızın sadece zahirî salah ile hüküm verilemez.
Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder. (Mâide/27)
Bu bakımdan Zeyd ile Amr'ın 'durumunun bilgisi, ancak onların üzerine cereyan edenin müşahedesiyle mümkündür. Şahıs öldüğünde, mülk ve şehadet âleminden gayb ve melekût âlemine naklolunmuş demektir. Bu bakımdan gözler onu görmez. Onlar başka bir gözle ancak görünür. O göz ise, her insanın kalbinde yaratılmıştır. Fakat insan onun üzerine, şehvet ve dünya meşgalelerinden kalın bir perde germiştir. Bu bakımdan insan o gözle artık göremez. O perde kalbin gözünden yırtılmadıkçıa, melekût âleminden herhangi bir şeyi görmesi düşünülemez.
Peygamberlerin (aleyhisselâm) gözlerinden o perde kalktığı zaman onlar melekûta baktılar, Melekûtun acaipliklerini müşahede ettiler. Ölüler de melekût âlemindedirler. Bu bakımdan ölüleri gördüler ve onlardan haber verdiler.
Hazret-i Peygamber (sa) Sa'd b. Muaz ve kızı Zeyneb için kabrin sıkıştığını gördü. Câbir'in babası şehid düştüğünde hali boyle oldu; zira Hazret-i Peygamber Câbir'e şöyle haber vermiştir: Allahü teâlâ senin babanı perdesiz olarak huzurunda oturttu'.
Böyle bir müşahede, peygamberlerden ve dereceleri peygamberlerin derecesine yakın olan Allah'ın velî kularından başkası için umulmaz. Bizim gibilerden mümkün olanı ancak zayıf bir müşahededir. Bu müşahededen gayem; rüya âleminde olan müşahedededir. Rüya âleminde olan müşahede peygamberlik nûrlarındandır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Salih rüya, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir parçadır. 164
Bu da bir keşiftir ki ancak perdenin kalpten kalkmasıyla meydana gelir. Ancak sâlih ve sâdık bir kimsenin rüyasına güvenilir. Yalanı çok olan bir kimsenin rüyası doğru olmaz. Fesâd ve günahı çok olan bir kimsenin kalbi kararır. Bu bakımdan onun gördüğü edgâsu ahlam (karışık rüyalar) dır. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) insanın temiz olarak uyuması için uyumadan önce abdest almasını tavsiye etmiştir. Bu, bâtının taharetine de işarettir.
Bu bakımdan o asıldır. Zahirin tahareti ise, onun tamamlayıcısıdır. Bâtın bozulmadıkça kalp gelecekte olanları keşfeder. Nitekim Mekke'ye girileceği, Hazret-i Peygamber'e rüyada keşfolundu ve şu âyet nâzil oldu:
Andolsun Allah elçisinin rüyasını doğru çıkardı. (Feth/27)
İnsan oğlu, çok az olacak şeylere delâlet eden rüyalardan uzak olabilir. O rüyaları doğru olarak bulur. Rüya ve uyku âleminde gaybı bilmek, Allahü teâlâ'nın sanatının acaipliklerinden, Âdem oğlunun fıtratının garipliklerindendir. Bu, melekût âleminin varlığına delâlet eden delillerin en açığıdır. Oysa halk tabakası, kalp ve âlemin diğer acaipliklerinden gâfil oldukları gibi bundan da gafildirler! Rüyanın hakikatinde söz söylemek mükâşefe ilminin inceliklerindendir. Bunu muamele ilmine ekleyerek zikretmek mümkün değildir.
Fakat burada zikredilmesi mümkün olan miktar, sana maksadı anlatan bir misaldir. O misal de kalbin misalinin, kendisinde birçok suretin ve şeylerin hakikatleri görünen ayna gibi olduğunu bilmektir. Allahü teâlâ'nın âlemin yaratılışının başlangıcından sonuna kadar takdir ettiği her şey yazılmıştır ve Allahü teâlâ tarafından yaratılmış bir defterde tesbit edilmiştir ve o deftere Kur'ân'da vârid olduğu gibi bazen levh-i mahfuz, bazen açıklayıcı kitâb (Kitab'ul-Mübîn) , bazen de açıklayıcı İmâm (İmâm'ul-Mübîn) denilmektedir.
Bu bakımdan âlemde cereyan etmiş ve edecek herşey, o levh'de yazılmıştır. Şu gözle görülmeyen bir bakış o levhin üzerine nakşedilmiştir. Sakın o levh'in ağaçtan veya demirden veya kemikten olduğunu zannetme! O kitabın kağıttan veya deriden olduğunu da sanma! Şunu kesinlikle bil ki Allahü teâlâ'nın levhi, halkın levhine, Allahü teâlâ'nın kitabı da halkın kitabına benzemez. Nitekim Allahü teâlâ’nın zat ve sıfatlarının halkın zat ve sıfatlarına benzemediği gibi! Eğer onu, aklına yaklaştırcı bir misal istersen bil ki takdirlerin levhe tesbiti, Kur'ân'ın kelime ve harflerinin, hafızın dimağında ve kalbindeki tesbitine benzer.
Çünkü Kur'ân orada yazılıdır. Öyle ki hafız, Kur'ân'ı okuduğu zaman sanki Kur'ân'a bakıp da okur. Oysa hafızın dimağını parça parça kontrol etsen, orada Kur'ân harflerinden bir harf dahi göremezsin. Orada ne görünen bir hat, ne de müşahede edilen bir harf vardır. İşte bu misalle, Allahü teâlâ'nın takdir ettiği herşeyi Levh'de nakşetmesinin mânâsını anlayabilirsin. Misalde levh, içinde suretler beliren bir ayna gibidir. Eğer aynanın karşısına başka bir ayna konsa, aralarına perde gerilmezse o aynanın sureti diğer aynada da görünür. Bu bakımdan kalp, ilmin resimlerini kabul eden bir aynadır. Levh, ilim resimlerinin aynasıdır. O resimlerin hepsi onda mevcuttur. Kalbin şehvetleri ve hassaların istekleriyle meşgul olması, kalp ile melekût âleminden olan levhin mütalaa edilmesi arasına gerilen bir perdedir. Eğer o perdeyi sallayıp kaldıran bir rüzgâr eserse, kalbin aynasında, çakan şimşek gibi melekût âleminden birşey parlar. Bu parlayan bazen kalıp devam eder. Bazen de devam etmez. Devam etmemesi, daha fazla olur.
Çünkü kişi uyanık oldukça duyular vasıtasıyla milik ve şehadet aleminden kendisine görünen şeylerle meşguldür. Bu meşguliyet ise, melekût âleminin önüne gerilen perdedir. Uykunun mânâsı; hassaların sükûnete kavuşması ve mülk âleminden herhangi bir şeyi kalbe getirmemesi demektir, Bu bakımdan kalp bundan ve hayalden kurtulduğunda, cevheri de saf olduğunda, onunla Levh 'il Mahfuz arasindaki perde kalkar. Böylece kalbe; Levh'il Mahfuz'da olan şeylerden bazıları girer. Tıpkı aralarındaki perde kalktığında bir aynadan diğer aynaya suretin geçtiği gibi!
Uyku hayalin dışında diğer hassaları çalışmaktan meneder. Fakat hayali engellemez. . Bu bakımdan kalbe geleni hayal derhal kapar. Onu ona yakın bir misal ile aksettirir. Hayal edenler hıfzda başkasından daha kuvvetli olurlar. Böylece hayal hıfzda kalır. İnsan uyandığında hayalden başkasını hatırlamaz. Bu bakımdan rüya tabircisii hayale bakmaya, mânâlardan hangisini hikâye ettiğini dikkate almaya mecburdur. Bu bakımdan hayal edilen şey ile mânâlar arasındaki uygunluk vasıtasıyla mânâlara bakmalıdır. Bunun misalleri, tabir ilmini bilen bir kimse için açıktır. Sana vereceğimiz şu misal kâfi gelir. Meşhur bir rüya tabircisi, İbn Sirîn'e (radıyallahü anh) 'Rüyamda elimde bir mühür olduğunu, o mühürle erkeklerin ağızlarını, kadınların da tenasül uzuvlarını mühürlediğini gördüm, sen buna ne dersin?' diye sordu.
İbn Sina 'Sen müezzinsin. Ramazan-ı şerifte sabahtan önce ezan okuyorsun' deyince adam 'Doğru söyledin!' dedi.
Mührün ruhunun menetmek olduğuna dikkat et! Zaten bunun için de mühür kastolunur. Kalpte ancak kişinin hali Levh'il Mahfuz'da olduğu gibi keşfolunur. O da okuduğu ezanla insanları yemek ve içmekten menetmesidir. Fakat hayal, mânâ ruhunu terennüm eden hayalî suretle mühürlenme anında meydana gelen mene ülfiyet vermiştir.
Hafızada ancak hayalî suret kalır. İşte bu, acaiplikleri sayılamayacak kadar çok olan rüya ilminin denizinden az bir nebzedir. Uyku ölümün kardeşidir. * Ölüm de acaiplerden bir acaiptir. Uykunun böyle olmasının sebebi şudur: Uyku, gayb âleminin yüzünden perdeyi kaldırmak açısından zayıf bir yönden ölüme benzer. Hatta uyuyan bir kimse gelecek zamanda olacak bazı şeyleri bilir. Bir de perdeyi yırtan ve perdeyi tamamen kaldıran ölümü düşün. Öyle ki insan nefesi kesildiği anda gecikmeksizin, nefsini ya azaplarla, rezaletlerle ve felâketlerle sarılı görür -bundan Allah'a sığınıyoruz- veya daimî bir nimet, sonsuz ve büyük bir mülkle çevrili olarak görür. Perde kalktığı anda şakilere şöyle denir:
Sen bundan gaflette idin. Biz sen (in gözün) den perdeni açtık. Artık bugün gözün keskindir.
(Kaf/22)
(Nasıl) şimdi bu, büyü mü imiş, yoksa siz mi görmüyormuşsunuz? Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın, sizin için birdir. Artık yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız.
(Tûr/15-16)
Bunlara şu ayetle işaret vardır:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır. (Zümer/47)
Bu bakımdan âlimlerin en âlimi, hakimlerin en hakimi olan kişi ölür ölmez ona öyle acaip şeyler keşfolunur ki daha önce kalbine asla böyle şeyler gelmemiştir. Eğer akıllı bir kimsenin o zamanki tehlike hakkında 'Acaba perde nasıl kalkacaktır? Acaba perdenin arkasında bulunan ayrılmaz bir şehvet mi yoksa daimî bir saadet midir?' diye düşünmekten başka bir gam ve üzüntüsü yoksa, bu düşünce bütün hayatını doldurmaya yeter de artar bile! Bu büyük tehlikeler önümüzde olduğu halde gafletimize hayret etmek gerekir! Bundan daha fazla hayret edilecek şey mal, kadın, çocuk ve azalarımızla sevinmemizdir. Buna rağmen bütün bunlardan ayrılacağımızm kesin olduğunu da biliyoruz. Fakat Ruh'ul Kudüs'ün (Cebrâîl'in) kalbine üfürüp peygamberlerin efendisine dediği gibi kendisine 'Sev sevdiğini! Muhakkak ondan ayrılacaksın! İstediğin kadar yaşa, muhakkak öleceksin! İstediğini yap! Muhakkak onunla cezalandırılacaksın!' diyeceği zat nerede?
Bu durum, yakîn gözüyle Hazret-i Peygamber için keşfolunduğundan o dünyada ölü gibi oldu. Kerpiç üzerine kerpiç, kamış üzerine kamış koymadı. Geride ne bir dinar, ne de bir dirhem bıraktı. Ne bir dost, ne bir halîl edindi. Evet!
Eğer ben bir dost edinseydim Ebû Bekir'i dost edinirdim. Fakat arkadaşınız, Rahman olan Allah'ın dostudur!166
Böylece peygamberlerin efendisi Rahman'ın dostluğunun kalbinin derinliğine işlediğini, Rahman'ın sevgisinin kalbinin içine yerleştiğini, kalbinde ne bir dosta, ne bir habib'e yer bırakmadığını beyan etmiştir. Allahü teâlâ onun ümmetine şöyle buyurmuştur:
De ki: 'Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin!' (Al-i İmrân/31)
Onun ümmeti, ancak ona tâbi olandır. Ona ancak dünyadan yüz çeviren, âhirete yönelen tâbi olmuştur. Çünkü o insanları sadece Allah'a ve son güne davet etmiştir. O dünya ve geçici lezzetlerden insanları uzaklaştırmaya çalışmıştır. Bu bakımdan ne kadar dünyadan yüz çevirip âhirete yönelirsen, o nisbette onun yürüdüğü yolda yürümüş olursun. Onun yolunda ne kadar yürürsen, o nisbette ona uymuş olursun. Ona uyduğun oranda, onun ümmetinden olursun. Dünyaya yönelmen nisbetinde onun yolundan kayar, onun yolundan yüz çevirmiş olursun ve Allahü teâlâ'nın haklarında şöyle buyurduğu kimselere iltihak etmiş olursun:
Artık kim azmışsa ve şu yakın hayatı (dünyayı) âhiret hayatına tercih etmişse, onun barınağı cehennemdir. (Nâziat/37-39)
Ey kişi! Eğer gururun siperinden çıkıp nefsin hakkında insaf edersen ki hepimiz de aynı kişiyiz ve bu hitaba dahiliz- sabahtan akşama kadar geçici nasipler peşinde koştuğunu anlarsın. Ancak geçici dünya için durur, onun için hareket edersin. Sonra yarın onun ümmetinden ve tâbilerinden olmayı ümit edersin. Senin zannın ne kadar zayıftır, senin ümidin ne kadar da yersizdir!
Biz müslümanları suçlular gibi yapar mıyız hiç, neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz?
(Kalem/35-36)
Biz esas konumuza dönelim: Zira konuşmanın dizgini maksadın dışına çıktı. Biz şimdi ölülerin hallerini keşfeden rüyaların fayda verenlerini zikredelim; zira peygamberlik devri sona ermiş, müjdeleyiciler kalmıştır. Onlar da rüyalardır.
164) Buhârî, İmâm-ı Ahmed, Tayalisî ve İbn Mâce
165) 'Uyku ölümün kardeşidir. Cennet ehli olanlar ölmezler', Beyhâkî
166) Müslim
28. Ölülerin Ahvâlini ve Âhiret'te Fayda Veren Amelleri Gösteren Rüyaların izahı
Onlardan biri Hazret-i Peygamberi rüyada görmektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Kim beni rüyada görürse, beni gerçek olarak görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez. 167
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle diyor: Hazret-i Peygamber'i rüyamda gördüm. Fakat bana bakmıyordu. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Neden bana bakmıyorsun?' dedim. Bunun üzerine bana bakıp şöyle dedi: 'Sen oruçlu olduğun halde hanımını öpen değil misin?' Hazret-i Ömer dedi ki: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, artık oruçlu olduğumda hiçbir zaman eşlerimden birini öpmeyeceğim'. 168
Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) şöyle diyor: Ben Ömer'in dostuydum. Onu rüyamda görmek istedim. Onu ancak ölümünden bir sene geçtikten sonra gördüm. Alnındaki terleri silerek diyordu: 'İşte şu an, boşaldığım zamandır. Eğer rabbime raûf ve rahîm olduğu halde mülâki olmasaydım. . . '
Hasan b. Ali babasından şöyle naklediyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu gece rüyamda bana göründü ve kendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Senin ümmetinden çektiğim nedir?' dedim. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Onlara beddua et!? Ben de şöyle dedim: 'Yârab! Bana onların yerine onlardan daha hayırlısını ver. Onlara da benden daha şerlisini ver!' Hazret-i Ali sabah namazına çıktığında İbn Mülcem onu vurup şehid etti.
Şeyhlerden biri şöyle diyor: Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) rüyamda görüp 'Ey Allah'ın Rasûlü! Benim için af talep et!' dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber benden yüz çevirdi. Bu manzara karşısında dedim ki: 'Sen senden istenilen herhangi birşeye karşılık hiç hayır dememişsin!'169 Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bana yönelip şöyle buyurdu: 'Allah seni affetsin!'
Hazret-i Abbas'tan şöyle rivâyet ediliyor: Ben Ebû Leheb'in kardeşi ve arkadaşı idim. Ebû Leheb öldüğünde ve Allah onun hakkında (Tebbet süresiyle) hükmünü verdiğinde onun için kardeşlikten ötürü üzüldüm. Onun durumu beni meşgul etti. Bu bakımdan Allahü teâlâ'dan bir sene onu rüya âleminde bana göstermesini diledim. Sonra onu gördüm! Ateş saçıp yanıyordu. Halini sordum. Cevap olarak dedi ki: 'Cehennem'e azap içerisinde vardım. Azap benden hafiflemez. Bana istirahat vermez. Ancak bütün gün ve geceler arasında sadece pazartesi gecesi azap hafifler' 'Bunun sebebi nedir?' diye sordum. Ebû Leheb şöyle dedi: O gecede Muhammed doğmuştu. Bana bir cariye geldi. Âmine hatunun Muhammed'i doğurup dünyaya getirdiğini müjdeledi. Ben de sevindim ve cariyemi âzâd ettim. Bundan dolayı Allahü teâlâ, her pazartesi gecesinde benden azabı kaldırıyor'. 170
Abdülvahid b. Zeyd şöyle anlatıyor: "Hac niyetiyle evimden çıktım. Bir kişi bana arkadaşlık yaptı. O kişi, kalkarken, otururken, dururken salâvat-ı şerife getiriyordu. Ondan bunun hikmetini sorunca dedi ki: 'Sana hikmetini haber vereyim. Babamla beraber ilk defa Mekke'ye doğru yola çıktım. Yola devam ederken bir konakta uyuduk. Uyku halindeyken biri bana gelip Kalk! Allah senin babanı öldürüp yüzünü kararttı! dedi. Korku ve dehşet içerisinde uyandım. Babamın yüzüne baktım ki yüzü simsiyah kesilmiş ve ölmüştü. Bundan dolayı dehşete kapıldım. Ben bu üzüntü içerisindeyken uyku bana galebe edip uyudum. Babamın başı ucunda dört siyah adamın durduğunu gördüm. Ellerinde demirden sopalar vardı. O anda iki yeşil elbiseye bürünmüş güzel yüzlü biri çıkageldi ve onlara 'Uzaklasın!' dedi. Onlar uzaklaştıktan sonra babamın yüzünü eliyle sıvazladı. Sonra bana gelip 'Kalk! Allah babanın yüzünü beyazlattı!' dedi. Bunun üzerine 'Anam babam sana feda olsun! Sen kimsin?' diye sordum. 'Ben Muhammed'im!' dedi. Kalkıp babamın yüzünü açtım. Yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. Bu olaydan sonra Hazret-i Peygambere salât ve selâm getirmeyi bırakmadım". 171
Ömer b. Abdülazîz'den şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber'! (sallâllahü aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm. Yanında Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer oturuyorlardı. Selâm verip oturdum. Ben otururken Ali (radıyallahü anh) ile Muâviye getirildiler. Bir eve girdiler. Üzerlerine kapı kapandı. Ben de bakıyordum. Kısa bir zaman sonra Ali (radıyallahü anh) çıktı. Şöyle diyordu: 'Kabe'nin Rabbi'ne yemin ederim, hüküm lehimde verildi!' Kısa bir zaman sonra da Muâviye çıktı. Şöyle diyordu: 'Kabe'nin rabbine yemin olsun bağışlandırır.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) bir defa rüyasından uyanıp innâ lillâhî ve innâ ileyhi râciûn dedikten sonra 'Allah'a yemin ederim Hazret-i Hüseyin öldürüldü!' dedi.
Bu rüya, Hazret-i Hüseyin'in öldürülmesinden önceydi. Arkadaşları bu rüyayı inkâr ettiler. İbn-i Abbâs rüyasını şöyle açıkladı: Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) gördüm. Beraberinde bir şişe kan vardı. Şöyle dedi: 'Ümmetimin benden sonra ne yaptığını görmüyor musun? Oğlum Hüseyin'i öldürdüler. Bu, onun ve arkadaşlarının kanıdır. Allah'ın huzuruna götürüyorum'. 172 Bu rüyadan bir gün sonra haber geldi ki İbn-i Abbâs'ı rüya gördüğü günde Hazret-i Hüseyin öldürülmüştür.
Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) rüyada görüldü ve kendisine 'Sen dilin hakkında 'Beni bütün tehlikelere sokan budur' diyordun. Acaba Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye soruldu. Hazret-i Ebû Bekir şöyle dedi: 'Ben Lâ ilâhe illâllah dediğim için dilim beni cennete götürdü'.
167) Müslim ve Buhârî
168) Kişi oruçlu iken hanımını öpebilir. Fakat şehvetinden emin olmayan bundan sakınmalıdır.
169) Müslim
170) İbn Eb'id-Dünya, Rüy'et
171) İbn Eb'id-Dünya, Rüy'et
172) İbn Eb'id-Dünya, Rüy'et
29. Şeyhlerin Rüyaları
Meşâyihten biri şöyle anlatıyor: Rüya âleminde Mütemmim ed-Durakî'yi görüp kendisine 'Efendim! Allahü teâlâ size ne gibi bir muamele yaptı?' diye sordum. Şöyle dedi: 'Cennetlerde gezdirildim. Bana denildi ki: 'Ey Mütemmim! Cennetlerde herhangi birşeyi beğendin mi?' Dedim ki: 'Ey Mevlâm! Hayır!' Bunun üzerine şöyle buyurdu: 'Eğer herhangi bir şeyi beğenseydin, seni ona havale edip kendime seni vâsıl etmeyecektim!'
Yûsuf b. Hüseyin173 rüya âleminde görülüp kendisine 'Allah sana nasıl bir muamele yaptı?' diye soruldu. Cevap olarak 'Allah beni affetti!' dedi. 'Allah seni neden affetti' diye sorulunca, şöyle cevap verdi: 'Ben hiçbir zaman ciddi bir ameli, gayr-ı ciddi bir şeyle karıştırmadım'.
Mansûr b. İsmail'den şöyle rivâyet ediliyor: Rüyada Abdullah el-Bezzârî'yi görüp 'Allah sana ne yaptı?' dedim. Cevap olarak dedi ki: 'Beni huzurunda durdurup ikrar ettiğim her günahımı affetti. Ancak utanıp söyleyemediğim bir günah kaldı. Allahü teâlâ, beni yüzümün eti düşünceye kadar ter içerisinde durdurdu (sonra onu da affetti) . Bunun üzerine 'O günah ne idi?' diye sorunca, cevap olarak dedi ki: 'Güzel bir oğlana bakıp onu beğenmiştim! Bunu söylemeye utandım!'
Ebû Cafer es-Seydelânî şöyle anlatıyor: "Rüyada Hazret-i Peygamberi (sallâllahü aleyhi ve sellem) gördüm. Etrafında fakirlerden bir grup vardı. Biz bu durumda iken gök yarıldı. İki melek gökten iniverdi. Birinin elinde bir leğen, öbürünün elinde bir ibrik vardı. Leğen Hazret-i Peygamber'in huzuruna bırakıldı. Hazret-i Peygamber elini yıkadı.
Fakirler de ellerini yıkadılar. Sonra leğenin benim önüme konmasını emretti. Meleklerden biri diğerine 'Onun eline su dökme! Çünkü o fakirlerden değildir!' deyince, Hazret-i Peygambere hitaben dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Senden 'Kişi sevdiğiyle beraberdir!' sözü gelmedi mi?" Hazret-i Peygamber 'Evet!' dedi. Ben de 'muhakkak ki seni ve şu fakirleri seviyorum!' dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber meleğe 'Onun eline de su dök! O da fakirlerdendir!' dedi".
Cüneyd-i Bağdadî şöyle anlatıyor: 'Rüyada halka vaazediyorum. Bunun üzerine bir melek önüme dikilip 'Allah'a yaklaştırıcı vesilelerinin en yakını nedir?' dedi. Cevap olarak 'Doğru bir terazi ile ölçülen gizli bir ameldir' dedim. Bunun üzerine melek 'Allah'a yemin ederim! Bu uygun bir sözdür' diyerek gitti".
Mücemmî174 rüyada görülüp kendisine 'İşi nasıl buldun?' denildi. Cevap olarak dedi ki: 'Dünya hakkında zâhid olanların dünya ve âhiret hayrını elde ettiklerini gördüm'.
Şam halkından bir kişi Alâ b. Ziyad'a175' Rüyada seni cennette gördüm' dedi. Bunun üzerine yerinden kalktı, adama yaklaştı ve 'Belki şeytan beni azdırmak istedi, başaramadı. Bu sefer beni mağrur edip helâk etmek için seni gönderdi' dedi. 176
Muhammed b. Vasî şöyle demiştir: 'Rüya Mü'mini sevindirir, fakat gururlandırmaz! (Aksi takdirde felâkettir!) '
Salih b. Bişr şöyle demiştir: Atâ Selümî'yi rüyada görüp sordum: 'Allah sana rahmet ede! Sen dünyada kusurlu oluşuna pek fazla üzülürdün. (Acaba sana ne yapıldı?) ' Dedi ki: 'Dikkat edilsin! Allah'a yemin ederim, o üzüntü, arkasından bana uzun bir rahat ve daimî bir sevinç bıraktı!' Bunun üzerine sordum: 'Derecelerin hangisindesin?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraberim!' Zurare b. Ebî Evfa'dan177 rüya âleminde şöyle soruldu: 'Sizin nezdinizde amellerin hangisi daha üstündür?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'ın hükmüne razı olmak ve emeli kısaltmak!'
Yezid b. Mez'ûr şöyle anlatıyor: Evzâî'yi rüyada görüp 'Ey Ebû Amr! Beni öyle bir amele muttali et ki onunla Allah'a yaklaşayım!' dedim, O da şöyle dedi: 'Orada âlimlerin derecesinden daha yüksek bir derece görmedim. Sonra kusurları için üzülenlerin derecesi gelir'.
Râvî der ki: 'Yezid yaşlı bir ihtiyar idi. İki gözü kör oluncaya kadar durmadan ağladı'.
İbn Uyeyne şöyle diyor: Rüyada kardeşimi görüp: 'Ey kardeşim! Allah sana ne yaptı?' diye sordum. Cevap olarak dedi ki: 'Affını talep ettiğim her günahı bağışladı. Affını talep etmediğim günahları da affetmedi'.
Ali et-Talhî şöyle diyor: Rüyada dünya kadınlarına benzemeyen bir kadın görüp sordum:
- Sen kimsin?
- Bir huriyim!
- Benimle evlenir misin?
- Beni efendimden iste ve mehrimi ver de evlenelim.
- Senin mehrin nedir?
- Nefsini dünyanın âfetlerinden alıkoymandır!
İbrahim b. İshak el-Harbî şöyle diyor: Harun Reşid'in hanımı Zübeyde'yi178 rüyada görüp sordum:
- Allah sana nasıl muamele yaptı?
- Beni affetti!
- Mekke yolunda infak ettiğin maldan ötürü mü?
- İnfak ettiğim malların ecirleri sahiplerine gitti. Benim niyetimden ötürü Allahü teâlâ beni affetti.
Süfyân es-Sevrî vefat ettiğinde rüyada görülüp kendisine 'Allah sana ne yaptı?' diye sorulunca, dedi ki: İlk adımımı köprüye, ikinci adımımı cennete attım; köprüyü kolayca geçtim'.
Ahmed b. Ebî el-Havarî şöyle diyor: 'Rüyada bir cariye gördüm. Ondan daha güzelini görmemiştim. Yüzü pırıl pırıl parlıyordu. Ona dedim ki:
- Yüzünün nuru nereden geliyor?
- O ağladığın geceyi hatırlıyor musun?
- Evet!
- Gözyaşlarını topladım. Onunla yüzümü sıvazladım. İşte yüzümün ışığı ondandır.
Kettânî şöyle anlatıyor: Cüneyd'i rüyada görüp kendisine 'Allah sana nasıl bir muamele yaptı?' diye sordum. Dedi ki: 'İşaretler dağıldı, ibareler gitti. Biz ancak geceleyin kılmış olduğumuz iki rek'at namazın sevabını gördük'.
Zübeyde rüyada görüldü ve kendisine 'Allah sana ne gibi bir muameleyi reva gördü?' diye soruldu. Dedi ki: Allahü teâlâ şu dört kelimeden ötürü beni bağışladı:
1. Lâ ilâhe illâllahl Ömrümü bununla tüketirim.
2. Lâ ilâhe illâllahl Bununla kabrime girerim.
3. Lâ ilâhe illâllahl Bununla tek başıma kalırım.
4. Lâ ilâhe illâllahl Bu kelime ile rabbime mülâki olurum.
Bişr el-Hafî rüyada görüldü 'Allah sana bir muamele yaptı?' diye sorulunca, cevap olarak dedi. "Rabbim bana rahmet ederek Ey Bişr! Benden niçin utanmadın? Neden o kadar korkuyordun?' dedi".
Ebû Süleyman rüyada görülüp Allahü teâlâ sana ne gibi bir muamele yaptı' diye sorulunca 'Allah bana rahmet eyledi. (Âhiret âleminde) insanların dünyada parmakla beni göstermelerinden daha zararlı birşey ile karşılaşmadım' dedi.
Ebû Bekir el-Kettânî şöyle diyor: "Rüyada bir genç gördüm. Ondan daha güzel birini görmüş değildim. Ona dedim ki:
- Sen kimsin?
- Ben takvâ'ymı!
- Nerede durursun?
- Üzüntülü kalplerde dururum!
Sonra dönüp baktım. Simsiyah bir kadın gördüm ve dedim ki:
- Sen kimsin?
- Ben hastalığım!
- Sen nerede durursun?
- Her sevinen ve çok ferahlı bulunan kalpte dururum! Uyandım ve mecbur olmadıkça bir daha gülmemeye söz verdim".
Ebû Said el-Harraz şöyle diyor: Rüyada İblis'in sırtıma bindiğini gördüm. Bunun üzerine asayı alıp ona vurmak istedim. Fakat benden ürkmedi. Bunun üzerine gaibden bir ses kulağıma geldi: 'İblis asadan korkmaz, ancak kalpte bulunan bir nurdan korkar dedi.
Mesuhî şöyle diyor: "Rüyada İblis'i çıplak olarak yürürken görüp dedim ki:
- Ey İblis! İnsanlardan utanmıyor musun?
- Allah aşkına doğru söyle! Bunlar insan mı? Eğer insan olsaydılar gece gündüz onlarla çocukların topla oynadığı gibi oynayamazdım. Gerçek insanlar bunlardan başka bir kavimdir ki onlar beni hasta ettiler. Şeytan bunu söylerken bizim eliyle sûfî arkadaşlarımıza işaret etti".
Ebû Said el-Harraz şöyle anlatıyor: Dımeşk (Şam) 'da kalırken rüyamda Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebû Bekir ile Ömer Faruk'un omuzlarına yaslanarak bana gelip tam yanımda durduğunu gördüm. Ben de bir şeyler söyleyen (meczûb gibi) göğsümü yumrukladım. Bunun üzerine şöyle dedi: 'O yaptığının şerri hayrından daha fazladır!
İbn Uyeyne'den şöyle rivâyet ediliyor: "Süfyân Sevrî'yi rüyamda cennette gördüm. Bir ağaçtan bir ağaca uçarak şöyle diyordu: İşte çalışanlar, bunun için çalışsınlar'. Bunun üzerine 'Bana nasihat et!' dedim. İnsanlarla tanışmayı azalt!' dedi".
Ebû Hatim er-Razî, Kabise b. Ukbe'den şöyle rivâyet ediyor: Süfyân es-Sevrî'yi rüyamda gördüm. 'Allah sana nasıl bir muamele yaptı?' diye sorunca şu şiiri okudu: "Rabbime baktım ve şifahî olarak konuştum. Bana 'Ey Ebû Said! Gözün aydın olsun; zira sen gece karardığında çok ibadet ederdin. Hem de aşık bir kimsenin gözyaşları ve kuvvetli bir kimsenin kalbiyle bunu yapardın. Öyleyse gel! Hangi köşkü istersen seç! Beni ziyaret et! Zirâ ben senden ırak değilim!' dedi".
Şiblî ölümünden üç gün sonra rüyada görüldü ve kendisine 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Ben ümitsiz oluncaya kadar hesaba çekti. Ümitsizliğimi görünce rahmetiyle beni örttü!'
Benî Amir'in mecnunu (Kays b. Meluh) ölümünden sonra rüyada görüldü ve kendisine soruldu:
- Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?
- Beni affetti ve aşıklara karşı beni delil kıldı.
Süfyân es-Sevrî rüyada görülüp 'Allah sana ne yaptı?' diye sorulunca 'Bana rahmet etti!' cevabını verdi. 'Abdullah b. Mübarek'in durumu nedir?' diye sorulunca, 'O, günde iki defa rabbinin huzuruna girip çıkanlardandır' dedi.
Seleften biri rüyada görülüp hali soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Bizi hesaba çektiler. İnceden inceye hesap gördüler. Sonra minnet ederek bizi âzâd ettiler'.
İmâm-ı Mâlik b. Enes (radıyallahü anh) rüyada görülüp 'Allah sana ne yaptı?' diye sorulunca,
cevap olarak şöyle dedi: Hazret-i Osman'ın, bir cenazeyi gördüğünde tekrarladığı bir kelimeden ötürü Allahü teâlâ beni affetti. O kelime şudur: 'Ölmez, diri, âlim ve kadir olan Allah ortaktan münezzehtir'.
Hasan-ı Basrî öldüğü gece rüyada görüldü ki ona göklerin kapıları açıldı. Bir tellâl İyi bilin ki Hasan-ı Basrî, rabbi kendisinden razı olduğu halde rabbinin huzuruna vardı' diyordu.
Câhız179 rüyada görülüp 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye sorulunca 'Sakın kıyâmet günü, gördüğünde seni sevindirecek birşeyden başkasını elinle yazma! dedi.
Cüneyd-i Bağdadî, İblis'i rüyasında çıplak olarak gördü ve ona İnsanlardan utanmıyor musun?' diye sorunca, İblis 'Şunlar insan mıdır? Gerçek insanlar, Şevniziyye mescidinde bulunan insanlardır ki benim bedenimi zayıf düşürüp, ciğerimi yaktılar' dedi.
Cüneyd dedi ki: Uyandığımda Şevniziyye mescidine gittim. Orada başlarını dizlerinin üzerine koyup düşünen bir cemaat gördüm. Onlar benim geldiğimi görünce 'Sakın o melunun konuşması seni aldatmasın!' dediler.
Nesrabazî180 öldükten sonra Mekke'de rüyada görülüp 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye sorulunca "Eşrafın kınandığı gibi kınandım. Sonra 'Ey Ebû Kasım! Birleşmeden sonra ayrılma var mıdır?' diye çağrıldım ve 'Ey celâl sahibi! Hayır, yoktur' dedim. Bu bakımdan lâhdime konulmadan önce rabbimin huzuruna vâsıl oldum" diye cevap verdi.
Utbet'ül-Gulâm, rüyasında güzel bir surette bir cennet hurisi gördü ve huri dedi ki: 'Ey Utbe! Sana aşığım! Dikkat et! Benimle arana perde olacak bir amel işlemeyesin!' Bunun üzerine Utbe dedi ki: 'Dünyayı üç talâkla boşadım. Sana varıncaya kadar artık o dünyayı tekrar nikâhımın altına almam'.
Eyyûb es-Sahtiyânî âsi bir kimsenin cenazesini gördü. O cenazenin namazını kılmamak için dehlize girdi. Bunun üzerine, (zamanın erenlerinden) biri o ölüyü rüyada görüp 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye sorunca 'Allah beni affetti' dedikten sonra şunları söyledi: Ebû Eyyub'a şu âyeti okuyup hatırlat:
De ki: 'Eğer rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız sarfetmek (le tükenir) korkusuyla (onu) tutar (kimseye birşey vermez) diniz. Hakîkaten insan çok cimridir'. (İsrâ/100)
Seleften biri şöyle demiştir: Dâvûd et-Tâî'nin vefat ettiği gecede bir nur, gökten inen melekler ve yerden göğe çıkan melekler gördüm ve 'Bu hangi gecedir?' diye sorduğumda, dediler ki: 'Dâvûd et-Tâî'nin vefat ettiği gecedir. Onun ruhunun gelmesi için cennetler süslendirilmiştir'.
Ebû Said el-Şahham şöyle diyor: Sehl es-Salukî'yi rüyamda gördüm ve dedim ki:
- Ey Şeyh!
- Şeyh kelimesiyle çağırmayı bırak!
- O sende gördüğüm haller ne oldu?
- Onların hiç biri bize fayda vermedi!
- Allah sana ne yaptı?
- Halk tabakasının sormuş olduğu birtakım meselelerden dolayı Allahü teâlâ beni affetti.
Ebû Bekir er-Keşidî181 şöyle diyor: Bu ümmetin rabbânîsi olan Muallim Muhammed et-Tûsî'yi rüyamda gördüm.
Bana Müeddib Ebû Said es-Saffar'a şu şiiri iletmemi söyledi. 'Biz hevâdan (sevgiden) caymak üzere sözleşmiştik. Kalbin hayatına yemin ederim ki siz döndünüz, biz dönmedik!' Uyanınca bunu kendisine söyledim. 'Onun kabrini her cuma günü ziyaret ediyordum. Bu geçirdiğimiz cuma ziyaret etmedim' dedi.
İbn Râşid182 şöyle diyor: Ölümünden sonra İbn Mübarek'i rüyamda görüp sordum:
- Sen daha önce varmamış miydin?
- Evet!
- Allah sana ne gibi bir muameleyi yaptı?
- Beni öyle bir affa tâbi tuttu ki her günahı kapsadı.
- Süfyân es-Sevrî ne oldu?
- Ne mutlu ona! O, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerledir.
Rebî Süleyman der ki: İmâm-ı Şâfiî'yi ölümünden sonra rüyada görüp 'Ey Ebû Abdullah! Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' dedim. Cevap olarak 'Beni altından yapılmış bir kürsüye oturttu. Başımın üzerine berrak inciler saçtı' dedi.
Hasan-ı Basrî'nin arkadaşlarından biri, Hasan'ı öldüğü gece onu rüyasında gördü ve bir tellâl şöyle bağırıyordu:
Allah Âdem'i, Nûh'u, İbrahim âlini ve İmrân âlini seçip âlemlere üstün kıldı. (Al-i İmrân/33) "Hasan-ı Basrî de zamanın ehli üzerine seçkin kılındı".
Ebû Yakub ed-Dakikî şöyle diyor: Rüyamda bana esmer, uzun boylu ve halkın kendisine tâbi olduğu biri gösterildi. 'Bu kimdir?' diye sordum 'Veysel Karanî'dir' dediler. Ona varıp dedim ki: 'Allah sana rahmet etsin. Bana nasihat et!' dedim. Bunun üzerine yüzüme somurtarak baktı. 'Ben irşad talep eden bir kimseyim! Allah seni irşad etsin! Beni irşad eder misin?' dedim. Bunun üzerine bana yönelerek 'Sevgisinin yanında rabbinin rahmetine tâbi ol! Mâsiyet zamanında azabından korun! Bununla beraber Allah'tan ümidini kesme!' dedi. Sonra beni bırakıp gitti.
Etu Bekir b. Ebi Meryem şöyle diyor: diyor: Verka b. Bişr el-Hazramî'yi rüyamda gördüm ve dedim ki:
- Ey Verka! Sen ne yaptın?
- Bütün yorgunluktan sonra kurtuldum.
- Hangi amelleri daha faziletli gördün?
- Allah korkusundan ağlamayı!
Yezid b. Nuame şöyle diyor: Büyük vebada bir kız çocuğu öldü. Babası onu rüyada görüp kendisine 'Ey kızım! Bana âhiretten haber ver?' dedi. Kız dedi ki: 'Babacığım! Biz büyük bir işin üzerine vardık. Biliyoruz ama yapamıyoruz. Siz yapıyor ama bilmiyorsunuz! Allah'a yemin ederim, bir veya iki tesbih etmek, bir veya iki rek'at namaz kılmak benim nezdimde dünya ve dünyadaki şeylerden daha değerlidir'.
Ütbet'ül-Gulam'ın arkadaşlarından biri şöyle diyor: Utbe'yi rüyada görüp 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' dedim. Dedi ki: 'Evinde yazılı bulunan o duanın yüzü suyu hürmetine cennete girdim'. Sabahladığımda evime baktım ki Utbet'ul-Gulam'ın yazısı evin duvarında duruyor. Dua şöyleydi:
Ey sapıtanlara hidayet eden! Ey günahkârlara rahmet eden! Ey kayanların kayışlarını affeden! Büyük tehlike sahibi olan kuluna ve bütün müslümanlara rahmet eyle! Bizi rızıklanan ve kendisine nimet verdiğin peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraber kıl! Ey âlemlerin rabbi! Duamızı kabul buyur!
Musa b. Hammad şöyle diyor: Rüyamda Süfyân Sevrî'yi cennette gördüm. Bir hurma ağacından öbürüne uçuyordu. Ona dedim ki:
- Ey Ebû Abdullah, bu dereceye ne ile nâil oldun?
- Takvâ ile!
- Ali b. Asım'ın183 durumu nedir?
- O yıldız gibi, yüksek dereceye ulaşmıştır.
Tâbiîn-i kiramdan bir kişi rüyasında Hazret-i Peygamberi gördü ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana nasihat et' dedi. Hazret-i Peygamber 'Eksiğini kontrol etmeyen bir kimse eksiktir. Eksik olan bir kimse için ölüm daha hayırlıdır' dedi.
İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) şöyle diyor: "Bugünlerde bana öyle birşey isabet etti ki beni huzursuz kıldı ve üzdü. Allah'tan başkası o musibete muttali olmadı. Dün gece rüyamda biri bana geldi ve 'Ey İdris'in oğlu Muhammed!' dedikten sonra şu duayı okudu: Ey Allahım! Ben nefsim için ne fayda, ne zarar, ne ölüm, ne de hayat verebilirim. Öldükten sonra kabirden kalkmaya da gücüm yetmez. Senin verdiğinden başkasını almaya gücüm yoktur. Koruduğundan başkasından korunamam. Ey Allahım! Sevdiğin ve razı olduğun söz ve amele beni muvaffak kıl!' dedi. Sabahladığımda duayı tekrar ettim. Gün bittiği zaman Allahü teâlâ bana istediğimi verdi. İçinde bulunduğum darlıktan kurtulma yolunu bana gösterdi. Siz de bu duayı yapıp bunlardan gâfil olmayınız!"184
İşte buraya kadar söylediklerimiz, ölülerin hallerine ve Allah'a yaklaştırıcı amellere delâlet eden mükâşefe'den bir nebzedir. Biz bunlardan sonra sûr'un üfürülmesinden, cennet veya cehennemde karar kılıncaya kadar ölülerin önündeki durumlardan bahsedeceğiz. Hamd Allah'a mahsustur. Şükredenlerin hamdi ile Allah'a hamd ederiz!
173) Künyesi Ebû Yakub'dur. Zamanında Ruyin şeyhi idi. H. 304'de vefat etmiştir.
174) Yûsuf b. Hüseyin et-Teymî, muttaki ve cömert bir zattı. Hilye ricalindendir.
175) el-Adevî el-Basrî. Âbid bir zattı.
176) Yani 'Beni gururlandırıp helâk etmek mi istiyorsun?'
177) el-Âmirî el-Basrî. Âbid ve sika bir zattı.
178) Ümmü Cafer Zübeyde, Cafer el-Mansur'un kızıdır. H. 165'de Harun Reşid ile Abbasî sarayında evlendi.
179) Amr b. Bahr Ebû Osman Câhız Basralıdır. Mutezile'nin Câhıziye kolunun imamıdır. H. 255?de vefat etmiştir.
180) Adı, Ebû Kasım İbrahim b. Muhammed'dir, Horasan'ın şeyhidir.
Şiblî'nin sohbetinde bulunmuştur. H. 366'da Mekke'de mücavir olup, 367'de orada vefat etmiştir. Hadîs âlimi idi.
181) Ebû Bekir Muhammed b. Mahmûd b. Abdullah, Nişaburlu bir fakîhtir.
182) el-Huzaî el-Basrî.
183) Tam adı Ali b. Asım b. Suheyb el-Vasıtî'dir. H. 20İ'de vefat ettiğinde 90 yaşını geçmişti.
184) Beyhâkî
30. Sûr'un Üfürülmesinden İtibaren Cennet veya Cehennem'de Yerini Alıncaya Kadar Ölünün Halleri, Önündeki Dehşetin ve
Bu bölümde sûr'a üfürülmesi bahsi, mahşer günü, mahşer ehli, mahşer ehlinin durumu, kıyâmet gününün uzunluğu, kıyâmetin dehşetleri ve isimleri, günahların soruşturulması, mizan, hasımlar ve zulümlerin durumu, sırat, şefaat, havz'un durumu, cehennemin azapları ve oradaki yılan ve akreplerin durumu, cennetin ve cennetin nimetlerinin durumu, cennetlerin sayısı, kapıları köşkleri, duvarları, nehirleri, ağaçları, cennet ehlinin elbiseleri, yataklarının durumu, yemeklerinin, huri ve vildanlarmın durumu, Allahü teâlâ'nın cemâline bakmak ve Allah'ın rahmetinin genişliği beyan edilmiştir.
Allah'ın izniyle İhyâ-i Ulûm'id-Dîn adlı eserimiz bu bölümle birlikte sona erecektir.
31. Sûr'a Üfürülmenin Keyfiyeti
Geçen ölümün dehşetleri bölümünde ölünün hallerinin şiddetini, sonuç korkusunu, sonra kabir karanlığında çektiği zahmetleri, kabir haşeratmın tehlikesini, sonra Münker Nekir'in suallerinin tehlikesini, sonra ölü gazaba uğramışsa kabrin azap ve tehlikesini bildirmiştik.
Bütün bunlardan daha tehlikelisi, ölümden başka sûr'a üfürülmesi, kabirlerden haşrolunma, Cebbâr'ın huzuruna arzedilme, az ve çok her şeyden sorulma, mizan'ın kurulması, sonra incelik ve keskinliğine rağmen köprüden geçme, sonra hüküm, saadet veya şekavetle çağrılmayı beklemektir. Bunlar bilinmesi, sonra kesinlikle inanılması gereken dehşet verici hallerdir. Kalbinde bunlara hazırlanma azminin gelişmesi için bu hususta düşünmek gerekir. Son güne olan îman, insanların çoğunun kalbinde yerleşmemiş ve kalplerinin derinliğine nüfuz etmemiştir. Bunun böyle olduğuna delâlet eden durum, insanların yazın sıcağına ve kışın soğuğuna fazlasıyla hazırlanıp tedbir almaları, cehennem sıcağı için tedbir almayıp gevşeklik göstermeleridir.
Evet, insanlara son gün sorulduğunda dilleriyle son günün hak olduğunu söylerler, fakat kalpleri ondan gafildir. Oysa önünde zehirli yemek olduğunu haber alan bir kimse kendisine bu haberi veren arkadaşına 'sen doğru söyledin' deyip sonra o yemeği almak için elini uzatırsa, bu kimse haber vereni diliyle tasdik etmiş, ameliyle yalanlamış olur. Amelin yalanlaması, dilin yalanlamasından daha beliğdir.
Nitekim bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurulmuştur:
Âdem oğlu bana küfrediyor. Oysa bana küfretmesi uygun değildir. Beni yalanlıyor. Oysa beni yalanlaması uygun değildir. Bana küfretmesi 'Allah'ın çocuğu vardır!' demesidir. Beni yalanlaması 'Allah bizi başlangıçta yarattığı gibi, ikinci bir defa diriltemez' demesidir. 185
Kalplerin, ölümden sonra dirilmek, kabirlerden haşre gönderilmek hususundaki tasdik ve yakînin kuvvetinden gevşemesi, dünyada bu gibi şeylerin az anlaşılmasından neşet eder. Eğer insan hayvanların üremesini müşahede etmeseydi ve ona 'Bir usta vardır. Pis olan meniden şu suretlendirilmiş, akıllı, konuşkan ve tasarruf sahibi insan gibisini yapar' denilseydi, muhakkak iç âlemi bunu tasdik etmekten şiddetle kaçardı.
İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi aşikâr bir mücadeleci kesiliverdi?! (Yâsîn/77)
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen bir meniden bir nutfe değil mi? Sonra kan pıhtısı oldu da (rabbi onu) yarattı, şekil verdi. Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. (Kıyâmet/36-39)
Âdem oğlunun yaratılışındaki acaiplikler, âzalarındaki terkibin değişikliği, ölümden sonra tekrar dirilmesindeki acaipliklerden daha fazladır. Öyle ise Allah'ın sanat ve kudretinde bu durumu müşahede eden bir kimse, diriltilip haşre gönderilmeyi nasıl inkâr eder? Eğer imanında zafiyet varsa, birinci yaratılışa da dikkat etmek suretiyle imanını kuvvetlendir; zira ikinci yaratılış da onun gibi, belki ondan daha kolaydır. Eğer kuvvetli bir imana sahip isen, kalbine korku ve tehlikeleri sezdir. Onlar hakkında çok düşünüp ibret al! İbret al ki kalbinden dünya nimetlerini atıp Cebbâr'ın huzuruna çıkmak için hazırlık yapabilesin. Önce kabir sakinlerinin kulağına gelen sûr'un üfürülmesi hakkında düşün! Bu üfürülme, bir tek sayhadır. O sayha ile kabirler yarılıp ölüler kabirlerinden fırlar. Kendini yüzün kararmış, bedenin tepeden tırnağa kadar topraklanmış, o üfürülüşün şiddetinden şaşkın bir şekilde kalkmış farzet. Gözün, sesin geldiği istikamete doğru dikilmiş, herkes uzun zaman zahmet çektikleri mezarlardan sıçramıştır. Üzüntülere, gamlara ve işin neticesini beklemenin şiddetine, onları rahatsız eden o dehşet ve korku da eklenir.
Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldı (lar) . Ancak Allah'ın dilediği kaldı. Sonra ona bir defa daha üflendi, birden onlar kalktılar, bakıyorlar (ne olacağını bekliyorlar) .
(Zümer/68)
O sûr'a üfürüldüğü zaman, işte o gün çetin bir gündür. Kâfirler için kolay değildir. (Müddessir/8-10)
Ve 'Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit (ettiğiniz azap) ne zaman (gelecek) ?" diyorlar. Onların işi sadece korkunç bir sese bakar. Çekişip dururlarken ansızın o kendilerini yakalar. Artık ne bir tavsiye yapabilirler, ne de ailelerine dönebilirler. Sûr'a üflendi. İşte onlar kabirlerinden (kalkıp) rablerine koşuyorlar. Dediler: 'Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'ın va'dettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş! (Yâsin/48~52)
Eğer ölülerin önünde o sûr'a üfürülüşün dehşetinden başka hiçbir azap olmasaydı, yine de ondan korunmak gerekirdi. Çünkü o, öyle bir üfürülüş ve sayhadır ki onunla göklerde ve yerde ne varsa Allah'ın istisna ettiği bazı melekler hariç ölürler.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ben nasıl nimetleneyim? Oysa sûr'a üfürmek içn bekleyen melek sahibi boruyu dudaklarının arasına almıştır; Allah ne zaman emir verecek diye kulaklarını açmış beklemektedir. 186
Mukatil b. Süleyman187 der ki: 'Hadîste geçen sûr, boynuzdur. İsrafil (aleyhisselâm) ağzını, boru gibi boynuzun üzerine kor! Boynuzun ağzı, gökler ile yer genişliği kadardır. İsrafil (aleyhisselâm) gözünü arşa dikip ne zaman kendisine emir verilecek diye bakar. Sûr'a üfürüldüğünde, yerde ve gökte olanlar, dehşetten ölürler. Ancak Allah'ın istisna ettiği Cebrâil, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleği olan Azrâil kalır. Sonra Allahü teâlâ ölüm meleğine, Cebrâîl'in, sonra Mikâil'in, sonra İsrafil'in ruhlarını kabzetme emrini verir. Sonra ölüm meleğine emir verir, ölüm meleği de ölür. Halk, ilk üfürülüşten sonra kırk sene kalır. Bundan sonra Allahü teâlâ İsrafil'i diriltir. Ona ikinci defa sûr'a üfürmesini emreder'. Bu, şu ayetin mânâsıdır:
Sonra ona bir daha üflendi, birden onlar kalktılar, bakıyorlar (ne olacağını bekliyorlar) . (Zümer/68)
Ayakta durmuş, mahşere gönderilmeyi beklerler.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ben peygamber olarak gönderildiğimde, sûr'un sahibine (İsrafil'e) sür'u ağzına alması için emir verildi. İsrafil de bir ayağını öne atıp diğerini geri çekti. Üfürme emrinin verilmesini bekliyor! Sûr'a üfürülmenin dehşetinden sakının!188
Bu bakımdan halkın durumunu, zilletlerini, perişanlıklarını, kabirden çıktıklarında sûr'a üfürülmenin dehşetini düşün! Kendileri hakkında verilecek saadet veya şekavet hükmünü bekleyişlerinin zilletini düşün! Sen de onlar gibi şaşkınlık ve dehşet içinde olacaksın. Eğer sen dünyada iken lüks içinde yaşayan zengin kimselerden isen yeryüzündeki padişahlar bile o günde, mahşer ehlinin en zelili, en değersizidirler. Onlar karıncalar gibi ayaklar altında ezilirler. İnsanlar bu durumda iken vahşi hayvanlar, sahralardan, dağlardan başları eğik, insanlardan ürkmelerine rağmen insanlara karışıp kendilerini kirleten bir günahları olmaksızın, haşr gününün dehşetinden ötürü zelil oldukları halde gelirler. Onları, ancak sûr'a üfürülmenin dehşeti haşre getirmiştir. Bu dehşet onları halktan kaçmak ve ürkmekten menetmiştir. Bu da, şu ayetin mânâsıdır:
Vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman! (Tekyîr/5)
Azgın şeytanlar, azgınlıklarından ve isyanlarından sonra haşre gelirler, Allahü teâlâ’nın huzuruna çıkmanın dehşeti içinde itaat ederler.
Bu manzarayı da şu âyet dile getirmiştir:
Rabbine and olsun ki onları ve şeytanları mutlaka toplayacağız. Sonra onları diz çökmüş vaziyette cehennemin etrafında dizleri üstü hazır bulunduracağız. (Meryem/68) Bu bakımdan oradaki halini düşün!
185) Buhârî
186) Belhlidir. Sadık ve fazıl bir zattı.
187) Tirmizî, (İbn Saîd'den)
188) Irâkî, rivâyetin bu şekilde olmayıp İsrâfil, yaratılışın başlangıcından beri. . . ' şeklinde rivâyet edildiğini söylemiştir ki Buhârî de Tarih 'inde böyle rivâyet etmiştir.
40-6
32. Mahşer Yeri ve Mahşer Halkının Durumu
İnsanların kabirlerinden kalktıktan sonra yalınayak, başıkabak ve sünnetsiz oldukları halde mahşer yerine nasıl sevkedildiklerine dikkat et! Mahşer yeri beyaz ve düz bir bölgedir. Orada ne bir çukur, ne de bir tümsek görürsün. Mahşer yerinde, yüksek bir yer yoktur ki insan onun arkasında gizlensin. Orada bir çukur yoktur ki insan orada gözlerden kaybolsun. Orada farklılık yoktur, basit bir topraktır. İnsanlar cemaatler halinde oraya sevkolunurlar. Sınıflarının değişikliklerine rağmen çeşitli bölgelerden insanları bir araya getiren Allah, ortaktan münezzehtir. Onları Râdife'nin arkasından gelen Râcife ile sevkettiğini hatırla!
Râcife, sûr'un birinci, Râdife de ikinci üfürülüşüdür. O gün kalplere ızdırap, gözlere korkaklık yakışır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İnsanlar kıyâmet gününde bembeyaz, kepekten arınmış undan yapılan bir ekmek gibi (dümdüz) , içinde sığınağı olmayan bir arazi üzerinde haşrolunur. 189
Râvî (kendisinden bunun mânâsı sorulduğunda) dedi ki: "Hadîsin metninde geçen Urfa gözalıcı beyaz olmayan demektir. Nâki ise 'kepekten arınıp elenmiş un demektir. Mâlem ise, örten bir bina, görmeye mâni olan bir değişiklik demektir.
O yerin dünya gibi olduğunu sanana; dünya ile aralarında isim benzerliğinden başka bir benzerlik yoktur.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
O gün arz başka arza, gökler de başka göklere çevrilecektir! (İbrahim/48)
İbn-i Abbâs şöyle diyor: Yerde fazlalık ve eksiklik olur. Ağaçları, dağları, dereleri ve onlarda bulunan şeyler silinir. Ukaz panayırındaki deri gibi uzadıkça uzar. Gümüş gibi beyaz bir yerdir. Onun üzerinde ne bir kan akıtılmış, ne de bir hata işlenmiştir. Göklerinde güneşi, ay'ı ve yıldızları silinir.
Ey miskin! O günün dehşet ve şiddetini dikkatle düşün! İnsanlar ışıksız toplandıklarında üzerlerine göğün yıldızları saçılır. Güneş ve ay ışıksız kalır. Yeryüzü, lambaları söndüğünden dolayı karanlığa bürünür. İnsanlar bu halde iken gökler başlarının üzerinde dönmeye başlar. Kalınlığı beşyüz senelik yol almasına rağmen gök delinir. Melekler onun etrafına çekilirler. Göğün delinme sesinin kulaktaki şiddeti ve dehşeti ne de acaiptir!
Yine ne acaiptir ki o ânın dehşetinden gök, selâbet ve şiddetine rağmen çatlar, eritilmiş gümüş gibi akar. Ona bir sarılık karışır. O kırmızı deri gibi kırmızı bir çiçek olur. Gök eritilmiş kalay gibi olur. Dağlar da renkli yün gibi! insanlar göğe dağılmış çekirgeler gibi birbirlerine yalın ayak, başı kabak ve yaya oldukları halde karışırlar.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İnsanlar yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz oldukları halde haşrolunurlar. Ter, onları gemlemiştir. Kulaklarının yumuşağına kadar varmıştır. 190
Hazret-i Peygamber'in pâk zevcesi ve bu hadîsin râvisi Hazret-i Şevde191 der ki: Hazret-i Peygamber'e 'Vay! Ne ayıp, birbirimizi o durumda mı göreceğiz?' dedim.
Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
O gün, onlardan her kişinin kendine yeter derecede işi vardır. (Abese/37)
Ne büyüktür o gün ki onda avretler açılır. Buna rağmen kimse kimsenin avret yerine bakamaz. Nasıl avretlere bakılacaktır? Oysa onların bazısı karınları üzerinde, bazısı da yüzleri üzerinde yürürler. Başkasına bakmaya güçleri yoktur.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
İnsanlar kıyâmet gününde üç sınıf olarak haşrolunurlar: Birinci sınıf, yayalar ve yüzleri üzerinde sürünenlerdir!192
Bunun üzerine bir kişi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Nasıl yüzleri üzerinde yürüyeceklerdir?' diye sorunca, Hazret-i Peygamber şöyle cevap verdi: 'Onları ayakları üzerinde yürüten Allah, yüzleri üzerinde yürütmeye de kâdirdir'
Âdem oğlunun tabiatında alışmadığı şeyleri inkâr etme hususiyeti vardır. Eğer İnsan oğlu, karnı üzerinde süratle yürüyen yılanı görmeseydi, muhakkak ayak olmadan yürünebileceğini inkâr ederdi. Ayak üzerinde yürümeyi görmeyen bir kimseye göre ayak üzerinde yürümek de uzak bir şeydir. Bu bakımdan dünyadaki şeylere benzemiyor diye kıyâmetin acaipliklerinden herhangi bir şeyi inkâr etmekten sakın; zira sen dünyadaki acaiplikler sana görmeden önce arzolunsaydılar, onları şiddetle inkâr ederdin. Bu bakımdan kalbinde, suretini, çıplak, baş açık, zelil, korkak, şaşkın, dilsiz ve hakkında verilecek said veya şakî hükmünü beklediğin halde mahşerde durduğunu hazır bulundur. Bu hâle önem ver, çünkü bu büyük bir haldir.
189) Müslim ve Buhârî
190) Salebi, Beğavî, Müslim, Buhârî, Taberânî, Hâkim, İbn Merduveyh ve Beyhâkî
191) Zem'a’nın kızıdır. Kureyşlidir, Hazret-i Hatice'den sonra Hazret-i Peygamber'in ilk hanımıdır. H. 54'de vefat etmiştir.
33. Terlemenin Keyfiyeti
Sonra mahlukların izdiham ve bir araya gelmelerini düşün. Hatta mahşer yerinde yedi gökle, yedi yerin melekleri, cinleri, şeytanları ve yırtıcı hayvanları bir araya gelir. Sıcaklığı kat kat olduğu ve dünyadaki hafifliği ağırlıkla değiştiği halde güneş üzerlerine doğar, iki yay arası kadar başlarına yaklaştırılır. Yeryüzünde Allah'ın arşının gölgesinden başka gölge kalmaz. O gölgede ancak mukarrebler gölgelenirler.
İnsanlar iki gruba ayrılır. Bir grup arşın gölgesinde, bir grup da güneşin altındadır. Güneş, hararetiyle onları kasıp kavurur! Güneşin hararetinden, güneşte duran grubun sıkıntı ve üzüntüsü pek fazladır. Sonra mahluklar izdihamın şiddetinden birbirlerini itip dururlar. Bu korkunç manzaraya, göklerin (ve yerin) Cebbâr'ı olan Allah'ın huzuruna arzolunmanın üzerine mahcubiyet, hacâlet ve hayanın şiddeti de eklenir. Güneşin, nefeslerin harareti ile kalplerin korku ve hayâ ateşiyle tutuşması bir araya gelir. Bundan dolayı da her kılın altından ter akar. Mahşer yerine akıp derecelerine göre bedenleri kaplar. Ter bazılarının dizlerine, bazılarının boğazına, bazılarının da kulak yumuşaklarına kadar yükselir. Bazıları da nerede ise ter denizinde boğulmak durumuna gelirler!
İbn Ömer, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
İnsanlar, âlemlerin rabbinin huzurunda kulaklarının yarısına kadar ter içinde kalıncaya kadar dururlar!193
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kıyâmet günü insanlar yetmiş kulaç yükselecek kadar terler. Öyle ki terler onları gemler (ağızlarına kadar yükselir) , kulaklarına varır. 194
İnsanlar ayak üstü, gözleri kırk sene göğe dikili olarak dururlar. Üzüntünün şiddetinden ter onları gemler (ağızlarına kadar varır) . 195
Ukbe b. Âmir, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kıyâmet gününde güneş yere yaklaşır. Bu bakımdan insanlar terler, kiminin teri topuklarına kadar, kiminin teri baldırının yarısına kadar, kiminin dizlerine, kimininki böğrüne kadar, kiminin göğsüne kadar, kimininki de ağzına kadar çıkar,196
Hazret-i Peygamber eliyle ağzına işaret edip parmağıyla ağzını gemlendirdi. Yani 'Böyle olacaktır' dedi. 'Kimini de ter denizi tamamen kaplar'. (Bu cümleyi söylerken) eliyle başına işaret etti.
Ey miskin! Mahşer ehlinin teri ve üzüntülerinin şiddeti hakkında düşün! Onlar içerisinde bağırıp şöyle diyenler olur: 'Yârab! Beni şu üzüntüden ve bekleyişten cehenneme göndermekle olsa bile kurtar!'
Bütün bunlar İnsan oğlunun başına hesaptan da cezadan da önce gelir. Sen de o insanlardan birisin. Terin senin nerene kadar çıkacağını bilemezsin.
Bil ki Allah yolunda haccetmek, cihada gitmek, oruç tutmak, namaz kılmak, bir müslümanın ihtiyacını yerine getirmek için koşmak, emr-i bi'l-ma'ruf (iyiyi emretmek) ve nehy-i an'il-münker (kötüyü yasaklamak) yapmak suretiyle Allah yolunda dünyada iken dökülmeyen ter, mutlaka kıyâmet günü Allah'tan hayâ ve korku duymaktan ötürü insandan akacaktır. Orada insanın üzüntüsü oldukça büyür. Eğer Âdem oğlu cehalet ve gururdan kurtulsaydı, muhakkak ibadetlerin zorluklarında terlemeye tahammül göstermenin zahmetinin, kıyâmetteki bekleyiş ve üzüntüden dolayı terlemekten daha kolay olduğunu bilir, zaman bakımından da daha kısa olduğunu anlardı; zira kıyâmet gününün şiddeti büyük ve müddeti uzundur.
193) Müslim, Buhârî
194) Buhârî, Müslim
195) İbn Adiyy
34. Kıyâmet Günü'nün Uzunluğu
O gün insanların gözleri donakalır, kalpleri parçalanır, konuşamaz, işlerine bakamaz, 300 sene yemeden, içmeden ve herhangi bir esinti duymadan beklerler.
O gün insanlar âlemlerin rabbinin divanında dururlar. (Mutaffifîn/6)
Ka'b ve Katade bu ayetin tefsirinde İnsanlar 300 senelik bir zaman kadar dururlar3 demişlerdir. .
Abdullah b. Amr (radıyallahü anh) şöyle diyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okudu, sonra şöyle dedi:
Allahü teâlâ, okların ok çantasında bir araya getirildiği gibi, uzunluğu 50. 000 senelik olan bir günde sizi bir araya getirip yüzünüze bakmadığında haliniz ne olacaktır! 197
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "İnsanların 50. 000 sene kadar bir zaman ayakta bekleyecekleri gün hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne bir lokma yemek yerler, ne bir yudum su içerler. Öyle ki neredeyse boyunları susuzluktan kopacak dereceye gelir. İçleri açlıktan cayır cayır yanar. Bu durumda yakan ateşe götürülürler. Ateşe götürülünce bir çeşmeden içerler. O çeşmenin suyu midelerini kasıp kavurur. O insanların durumları güç yetmeyecek raddeye varınca birbirlerine, Allah'ın katında şerefli olup kendileri için şefaat eden birini sorarlar. Onlar herhangi bir peygambere gittiklerinde o peygamber onları azarlayarak der ki: 'Beni bırakınız! (Ben ancak) nefsimle meşgul olurum. Durumum başkasının durumuna bakmaktan beni meşgul etti'. Peygamberlerin her biri Allah'ın gazabının şiddetinden dolayı müdahale edememesinden ötürü özür dileyerek 'Rabbimiz bugün öyle bir öfkelenmiş ki bugünden önce hiçbir zaman böyle öfkelenmemiştir ve bundan sonra da böyle öfkelenmez der. Bu durum, peygamberimiz şefaat edinceye kadar böylece devam eder. Peygamberimiz de ancak Allah'ın izin verdiği kimselere şefaat eder".
O gün Rahmân'ın kendisine izin verip sözünden hoşnud olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez. (Tâhâ/109)
O günün uzunluğu ve oradaki beklemenin zorluğu hakkında düşün! Düşün ki kısa hayatında günahlardan çekinmenin zahmeti sana hafif gelsin.
Şehvetlerden korunmaktan dolayı çektiği zahmetlerin şiddetinden irkilerek dünyada uzun bir zaman ölümü bekleyen bir kimsenin, kıyâmet gününde beklemesi kısalır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kendisine kıyâmet gününün uzunluğu sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! O gün, Mü'min için hafifleşir. Öyle ki dünyada kılmış olduğu farz namazdan daha hafif gelir!198
Bu bakımdan o Mü'minlerden olmaya çalış! Ömründen bir nefes kalıncaya kadar, iş sana aittir, hazırlanmak elindedir. Kısa günlerde uzun günler için çalış! Sevincine nihayet olmayan bir kâr elde edersin. Ömrünü, dünyanın 7. 000 senelik ömrünü âhirete nisbeten hakîr say! Çünkü 50. 000 senelik bir günden kurtulmak için 7. 000 sene sabretsen bile yine kârın çok, zahmetin az sayılır!
197) Irâkî hadisin ravisinin Abdullah b. Ömer olduğunu ve Taberânî rafından rivâyet edildiğini söylemiştir.
35. Kıyâmet Günü, Dehşeti ve İsimleri
Ey miskin! Şânı büyük o gün için hazırlan! O gün ki zamanı uzun, sultanı kahir, vakti yakındır. O günün dehşetinden gök delinmiş, yıldızlar dökülmüş, pırıl pırıl parlayan güneş sönmüş, dağlar yerinden yürütülmüş, on aylık gebe develer terkedilmiş ve vahşi hayvanlar hasrolunmuştur!
Yine o gün denizler fıkır fıkır kaynar, ruhlar bedenlerle birleşir, cehennem alevlendirilir, cennet yaklaştırılır. Dağlar kumlar gibi dümdüz olur, yer dehşetli bir sarsıntı ile yarılır ve içindeki ağırlıklar dışarı çıkar.
Yine o gün insanların grup grup, amellerinin karşılığını görmek üzere çıktığını görürsün. O gün yer ve dağlar yayılır. İşte o günde kıyâmet kopar, gök yarılır. Gök o günde zayıftır. Melekler göklerin etrafında dururlar. Rabbi'nin arşını o gün sekiz melek taşır, O günde siz rabbinize arzolunursunuz. O gün hiçbir şeyiniz gizli kalmaz. O gün dağlar yerinden yürütülür. Yeryüzü dümdüz olur, yeryüzü dağların altından çıktığından dümdüz görürsün. O gün ki kürre-i arz şiddetle sarsılır. Dağlar hurdahaş olup fezaya serpilmiş zerreler haline gelir. O gün ki insanlar fezaya yayılmış çekirgeler, dağlar da atılmış pamuk gibi olur. O gün emzikli kadın emzirdiğinden gâfil kalır. Her gebe dehşetten yükünü düşürür. İnsanlar sarhoş olmadıkları halde onları sarhoş görürsün. Rabbinin azabı şiddetlidir. O gün yer, başka bir yerle değiştirilir. Gökler, başka göklerle değiştirilir. Hepsi vâhid, kahhar olan Allah'a hesap vermek için görünürler. O gün dağlar zerreler haline ve dümdüz bir saha haline gelir, orada ne bir ağaç, ne de bir tümsek görürsün.
O gün dağları, bulutların yürüdüğü gibi yürür gördüğün halde onları sâbit sanırsın. O günde gök yarılır. Kırmızı deri gibi sarı bir gül rengini alır. İşte o günde ne bir insan, ne de bir cinin günahı sorulmaz. O gün âsi bir kimse konuşmaktan menolunur. O günde cürümden sorulmaz. Kişi hemen perçeminden tutulur. O gün her nefis, yapmış olduğu hayrı önünde hazır görür. Yapmış olduğu şer ile arasında uzun bir mesafe olsa da onu da hazır bulur.
O gün her nefis ne hazırladığını bilir. Daha önce gönderdiğini veya geciktirdiğini görür. O günde diller konuşmaz, azalar konuşur.
O günün bahsi peygamberlerin efendisini ihtiyarlatmış tır. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) Hazret-i Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Seni ihtiyarlamış görüyorum!' deyince,
Hazret-i Peygamber
cevap olarak şöyle demiştir:
Hûd suresi ile arkadaşları beni ihtiyarlattı. 199
Hûd sûresinin arkadaşları Vakıa, Mürselât, Nebe ve Tekvir sûreleridir.
Ey kurrâ! Senin okumandan nasibin ancak Kur'ân'ı çiğnemen, onunla dilini kıpırdatmandır. Eğer okuduğunun hakkında düşünen bir kimse olsaydın, muhakkak ki peygamberlerin efendisi'nin saçını beyazlatan bir hükümden senin ödünün patlaması gerekirdi. Sen dilinin kıpırdanmasıyla kanaat ettikçe, Kur'ân'ın meyvesinden mahrum kalırsın. Kıyâmet bahsi de Kur'ân'da zikredilen bahislerden biridir. Allahü teâlâ, kıyâmetin bazı dehşetlerini, isimlerini ve manalarını, insanların bilmeleri için anlatmıştır. İsimlerinin ve isimlerin çokluğundan maksat, onları tekrar etmek değil, akıl sahiplerini uyarmaktır. Öyleyse kıyâmetin isimlerinin her birinin altında bir sır, sıfatlarının her birinin altında bir mânâ vardır. Bu bakımdan o isim ve sıfatları öğrenmeye gayret et!
Biz şimdilik kıyâmetin sadece isimlerini zikredeceğiz:
Yevm'ul-kıyâme (kıyâmet günü) , yevm'ul-hasre (hasret günü) , yevm'un-nedâme (pişmanlık günü) , yevm'ul-muhasebe (muhasebe günü) , yevm'ul-musâele (sual günü) , yevm'ul-müsabaka (müsabaka günü) , yevm'ul-münakaşa (münakaşa günü) , yevm'ul-münafese (mücahede-i nefis günü) , yevm'uz-zelzele (zelzele günü) , yevm'ud-demdeme (azabın devam ettiği gün) , yevm'us-sâika (ölüm günü) , yevm'ul-vâkıa (kıyâmet ve şiddet günü) , yevm'ul-kâria (felâket ve şiddet günü) , yevm'ür-racife (sarsıntı günü) , yevm'ür-radife (sûra ikinci üfürüş günü) , yevm'ul-gaşiye (insanı örten felâketler günü) , yevm'ud-dahiye (inen felâket günü) , yevm'ul-âzife (yaklaşan saatin günü) , yevm'ul-hakka (emirlerin hakikatları bildirilen gün) , yevm'ut-tâmme (örten ve yücelen gün) , yevm'us-sahha (bağrışma günü) , yevm'ut-telâki (mülâkat günü) , yevm'ul-firak (ayrılık günü) , yevm'ul-mesak (sevk günü) , yevm'ul-kısas (kısas günü) yevm'ut-tenad (çağırma günü) , yevm'ul-hisab (hesap günü) , yevm'ulmeâ (dönüş günü) , yevm'ul-azap (azap günü) , yevm'ul-firar (kaçış günü) , yevm'ül-karar (yerleşme günü) , yevm'ul-lika (mülâkat günü) , yevm'ul-beka (beka günü) , yevm'ul-kaza (hüküm günü) , yevm'ul-ceza (mücazat günü) , yevm'ul-belâ (imtihan günü) , yevm'ul-bükâ (ağlama günü) , yevm'ul-haşr (haşr günü) , yevm'ul-vaîd (vaîd ve tehdid günü) , yevm'ul-arz (arz günü) , yevm'ul-vezn (tartı günü) , yevm'ul-hakk (sübut günü) , yevm'ul-hükm (hüküm günü) , yevm'ul-fasl (hükmü karara bağlama günü) , yevm'ul-cem (derleme günü) , yevm'ul-baas (dirilme günü) , yevm'ul-feth (feth günü) , yevm'ul-hızy (rezalet günü) , yevm'ül-azîm (büyük gün) , yevm'ül-akîm (kısır gün) , yevm'ül-asir (zor gün) , yevm'üd-din (ceza günü) , yevm'ul-yakîn (yakîn gün) , yevm'ün-nüşur (yayılma günü) , yevm'ul-masîr (dönüş günü) , yevm'ün-nefha (üfürme günü) , yevm'us-sayha (bağırma günü) , yevm'ur-recfe (şiddetli ıztırap günü) , yevm'ür-rücce (sarsıntı günü) , yevm'uz-zecre (azarlama günü) , yevm'us-sekre (sarhoşluk günü) , yevm'ul-feza (korku günü) , yevm'ul-ceza (üzüntü günü) , yevm'ul-münteha (sonuç günü) , yevm'ul-me'va (dönüş günü) , yevm'ul-mîkat (vakit günü) , yevm'ul-mîad (va'd günü) , yevm'ul-mirsad (bekleyiş günü) , yevm'ul-ğalâk (kitleme günü) , yevm'ul-arak (ter günü) , yevm'ul-iftikar (fakirlik günü) , yevm'ul-inkidar (bozuntu günü) , yevm'ul-intişar (saçılış günü) , yevm'ul-inşikak (yarılma günü) , yevm'ul-vukuf (duraklama günü) , yevm'ul-huruc (çıkış günü) , yevm'ul-hulûd (ebediyyet günü) , yevm'ut-tegabün (aldanma günü) , yevm'ul-abus (şiddet günü) , yevm'ül-ma'lûm (belli gün) , yevmül mev'ud (va'd edilen gün) , yevm'ül-meşhûd (hazır olma günü) , yevm'ün lâ raybe fîh (şüphesi olmayan gün) , yevme tüble's-serâir (içlerin imtihan günü) , yevme lâ teczî nef sun an nefsin şey'en (bir nefsin diğerinin cezasını çekmediği gün) , yevme teşhasu fîh'il-ebsar (gözlerin dona kaldığı gün) , yevme lâ yuğnî mevlen an mevlin şey'a (hiçbir yardımcının diğerine fayda veremediği gün) , yevme lâ temlikü nefsün linefsin şey'en (bir nefsin diğeri için hiçbir şey sağlamadığı gün) , yevme yüd'avne ilâ nâri cehenneme da'en (şiddetle cehennem ateşine insanların itelendiği gün) , yevme yüs-habûne finnâri alâ vücûhihim (ateşte yüz üstü çekildikleri gün) , yevme tükallebü vücûhühüm finnâri (yüzleri ateşte çevrildiği gün) , yevme lâ yeczî vâlidün an veledihi (babanın evladı yerinde ceza görmediği gün) , yevme yefirrul-mer'u min ahîhi ve ümmihî ve ebîhi (şahsın kardeşinden, babasından ve annesinden kaçtığı gün) , yevme lâ yentikûn ve lâ yü'zenü lehüm feya'tezirûn (konuşamadıkları ve özür için izin verilmediği gün) , yevme lâ me-radde lehû minallah (onun için Allah'tan koruyucu olmadığı gün) , yevme hüm bârizûn (onların kabirlerinden belirdiği gün) , yevmehüm alennâri yüftenûn (ateşle imtihan edildiği gün) , yevme lâ yenfe'u mâlün ve lâ benûn (mal ve evladın fayda vermediği gün) , yevme lâ tenfuz zâlimine ma'ziretühürn ve lehümül-lâ'ııe ve le-hüm sû'üddâr (zâlimlere mazeretlerin fayda vermediği, onlara lanet ve kötü yurt günü) , yevme tereddü fîh'il-meâzir ve tüble's-se-râir ve tuzher'üd-demâir ve tükşefül-estar (mazeretlerin reddedildiği, kalplerin denendiği gizlilerin açığa çıktığı, perdelerin kalktığı gün) , yevme tahse'u lil-ebsar ve teskün'ül-esvat ve yekıllü fîh'il-iltifat ve tebrüz'ul-hefiyyat ve tezher'ul-hatîat (gözlerin korktuğu, seslerin kesildiği, sağa sola bakmanın azaldığı, gizlilerin belirdiği, hataların göründüğü gün) , yevme yüsâk'ul-ibâd ve mahüm'ül-eşhad ve yeşib'üs-sağîr ve yeskur'ul-kebîr (kulların beraberlerinde şahidler olduğu halde sevkolunduğu, küçüğün ihtiyarladığı ve büyüğün sarhoş olduğu gün).
İşte o günde teraziler kurulur, defterler açılır, cehennem görünür. Hamîm kaynar, ateş figanlar koparır, kâfirler ümitsiz olur, ateşler alevlendirilir, renkler bozulur, diller konuşamaz olur insanın azalan (hayır veya şerle) konuşur.
Ey İnsan oğlu! Kerîm olan rabbin hakkında seni aldatan nedir? Kapıları kapattın, perdeleri çektin. Mahluklardan gizlendin. Fısk ve fücur işledin. Âzalarının senin aleyhinde şahidlik ettikleri zaman ne yapacaksın? Azap, bütün azap biz gâfiller cemaatine! Allah bize peygamberlerin efendisini gönderdi. O peygamberle açıklayıcı kitabını gönderdi. Ceza gününün sıfatlarından yukarıda saydığımız vasıflarla bize haber verdi. Sonra gafletimizi bize bildirerek şöyle buyurdu:
nsanların hesap vakti (kıyâmet günü) yaklaştı. Onlar ise hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler. Rablerinden kendilerine gelen her yeni ikazı mutlaka eğlenerek dinlerler. Kalpleri eğlencededir. O zulmedenler, aralarında şu konuşmayı gizlediler: 'Bu da sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göz göre göre sihre mi kapılacaksınız?' (Enbiya/1-3)
Sonra rabbimiz bize kıyâmetin yaklaştığını haber vererek şöyle buyurmuştur:
(Kıyâmet) saati yaklaştı. Ay yarıldı. (Kamer/l)
Onlar onu uzak görüyor (lar) . Bize ise onu yakın görüyoruz. (Mearic/6~7)
Onun bilgisi Allah'ın yanındadır. Ne bilirsin belki saat yakın olur. (Ahzâb/ 3)
Bizim en güzel hâlimiz, Kur'ân okuyup mânâlarını düşünmemek oldu. Kıyâmet gününün vasıflarının ve isimlerinin çokluğuna dikkat etmiyoruz. Onun dehşetlerinden kurtulmak için hazırlanmıyoruz! Bu gafletten Allah'a sığınıyoruz. Eğer Allah bize geniş rahmetiyle yardım etmezse hâlimiz perişan olur.
199) Tirmizî, (hasen-garib olarak)
36. Sorgu Suâl
Ey miskin! Bu hallerden sonra şifahen aranızda tercüman olmaksızın Allah'ın sana yönelteceği sual hakkında düşün! Az çok, kıymetçe büyük ve küçük her şeyden hesaba çekileceksin. Kıyâmetin üzüntüsü, teri, büyük felâketlerinin şiddeti içinde bulunduğun bir anda melekler göğün etrafından büyük cisimleriyle, katı ve şiddetli görünüşleriyle inerler. Meleklere, mücrim kimselerin perçeminden tutup Cebbâr olan Allah'ın huzuruna götürme emri verilmiştir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Allahü teâlâ'nın bir meleği vardır ki o meleğin iki gözünün kenarları arasındaki mesafe, yüz senelik bir mesafedir. 200
Bu meleklerin seni tutup arz makamına götürmek için sana gönderildiklerini ve cisimlerinin büyüklüğüne rağmen o günün dehşetinden zelil olduklarını, kullara karşı Cebbâr'ın gazabından korktuklarını görsen sezdikleri halin ne olur? Onlar indiğinde peygamberler, sıddîklar, sâlihler bile korkarak yüz üstü secdeye kapanırlar. İşte mukarreblerin hali! Mücrim âsilerin ne yapacağını sen düşün! O anda, dehşetin şiddetinden bazı kimseler meleklere: 'Sizin içinizde rabbimiz var mıdır?' diye sorarlar. Bu yanlışlığı, meleklerin büyüklüğünden ve heybetlerinden ötürü yaparlar. Melekler onların bu suallerinden ürkerler. İnsanların vehmettiğinden Allah'ın münezzeh olduğunu ilan ederek 'Rabbimiz her türlü eksiklikten münezzehtir. O bizim içimizde değildir. Belki O sonra gelir' derler! O zaman melekler her taraftan mahlukâtı çembere alırlar. Hepsinin üzerinde zillet, hudû, korku ve o günün dehşetinin belirtisi vardır.
Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız! Gönderilen peygamberlere de soracağız ve elbette onlara, olan biten her şeyi bilgi ile anlatacağız, zira biz onlardan uzak değiliz. (A'râf/6-7)
Senin rabbin hakkı için biz onların hepsine muhakkak soracağız. (Hicr/92)
Allahü teâlâ peygamberlerden başlar ve kıyâmet gününde peygamberleri toplayıp şöyle buyurur: 'Ümmetinizi davet ettiğinizde size ne cevap verildi?' Onlar da şöyle derler:
Bizim bilgimiz yok! Gizlileri bilen yalnız sensin sen! (Mâide/109)
O gün peygamberlerin aklı şaşar, ilimleri heybetin şiddetinden silinir. O ne şiddetli bir gündür? Zira peygamberlere denilir ki: 'Siz halka gönderildiğinizde nasıl karşılandınız?' Peygamberler daha önce bunu bildikleri halde akılları hayrete kapılır, ne cevap vereceklerini bilmez olurlar. Heybetin şiddetinden derler ki: 'Bizim bilgimiz yok! Gizlileri bilen yalnız sensin sen!' Peygamberler söylediklerinde doğrudurlar; zira akılları uçmuş, ilimleri mahvolmuştur. Allah yeniden onlara kuvvet verinceye kadar bu durum devam eder.
Hazret-i Nûh çağrılır 'Peygamberlik vazifeni tebliğ ettin mi?' diye sorulur. Evet der. Bunun üzerine ümmetine 'Size tebliğ etti mi?' diye sorulur. Onlar 'Bize uyarıcı bir kimse gelmedi!' diye cevap verirler.
Îsa (aleyhisselâm) getirilir. Allahü teâlâ Hazret-i Îsa'ya (aleyhisselâm) sorar "Sen mi halka 'Beni ve annemi, Allah'tan başka ilâh edininiz!' dedin?" denir. Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) , bu sualin heybeti altında seneler senesi kıvranarak kalır!
O günün büyüklüğünü düşün ki o günde bu sualler ve benzerleriyle peygamberler üzerine siyaset ikame edilir. Sonra melekler gelip teker teker insanları 'Ey falan kadının oğlu falan! Arz yerine gel!' diye çağırırlar. O zaman kemikler titrer, azalar sallanır, akıllar hayrete düşer. Birçok kimse ateşe götürülmelerini ve amellerinin çirkinlerinin Allah'a arzolunmasını temenni edip perdelerinin halkın gözü önünde yırtılmamasmı isterler.
Suale başlanmadan önce Arş'ın nuru belirir. Yer rabbinin nuruyla ışıklanır. Her kul, Allahü teâlâ'ınn kulları hesaba çekeceğine inanır. Herkes Allah'ın kendinden başkasını görmediğini, sadece kendisini cezalandırılacağını düşünür. Bu durumda Allahü teâlâ 'Ey Cebrâil! Bana cehennemi getir?' Bu emir üzerine Cebrâil cehenneme gelip 'Ey cehennem! Yaratanına ve sultanına icabet et!' der.
Cebrâil cehennemi, öfkesi ve gazabı şiddetlenmiş bir halde görür. Cebrâîl'in çağırmasından sonra cehennem galeyana gelir, kaynar. İnsanlara diş gıcırdatır ve mahluklar onun öfkesinin gürültüsünü işitirler. Cehennemi idare edenler sıçrayarak Allah'a isyan edene öfkelenerek harekete geçerler.
Bu bakımdan, kulların korku ile dolmuş kalplerinin halini, diz üstü düşüşlerini ve cehennemden kaçışlarını kalbinde hazır bulundur! Bu durum, öyle bir günde olur ki her ümmetin dizleri üzerine çöktüğünü görürsün. Bazıları yüzüstü yere serilmiştir. Asiler ve zâlimler, kurtulmak için azap ve helaki isterler. Sıddîklar da 'Nefsim, nefsim!' diye bağırırlar.
Onlar bu durumda iken, cehennem ikinci defa homurdanır. Onların korkusu kat kat fazlalaşır ve kuvvetleri zayıflaşır. Tutulduklarını sanırlar. Sonra cehennem üçüncü narasını atar. Bunun üzerine halk yüzüstü yere serilir. Gözlerini açıp korkak ve gizli bir şekilde göz ucuyla bakarlar. Bu manzara karşısında zâlimlerin kalpleri kaynar. Öfkeli oldukları halde kalpleri gırtlaklarına dayanır. Said ve şakilerin akılları yerinden fırlar. Bundan sonra Allahü teâlâ peygamberlere yönelerek şöyle buyurv. r: 'Size ne cevap verildi (nasıl karşılandınız?) '
Peygamberlerin sorguya çekildiklerini görünce, asilerin korkusu daha da artar. Baba evladından, kardeş kardeşinden, koca karısından kaçar. Herkes heyecanla işin sonunu bekler. Sonra insanlar teker teker tutulurlar. Allahü teâlâ herkesin şifahen amelinin azını, çoğunu, gizlisini, açığını bütün azalarından sorar.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) der ki: Ashâb-ı kirâm Hazret-i Peygamber'e 'Kıyâmet gününde rabbimizi görür müyüz?' diye sordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara dedi ki:
- Önünde bulut olmadığı öğle zamanında güneşin görünmesinden şüphe eder misiniz?
- Hayır!
- Önünde bulut yokken ayın öndürdüncü gecesinde ayın görünmesinden şüphe eder misiniz?
- Hayır!
- Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim! Siz rabbinizi apaçık görürsünüz. Rabbiniz kul ile bir araya gelip kula 'Ben seni şerefli kılmadım mı? Seni baş yapmadım mı?
Seni evlendirmedim mi? At ve deveyi sana musahhar kılmadım mı? Sana, halka baş olmak? halktan ganimetin dörtte birini almak fırsatını vermedim mi?? der. Kul 'Evet, yâ rabbî! Bütün bunları bana verdinP der. Bunun üzerine Allahü teâlâ 'Benimle mülâki olacağını sanır mıydm? der. Kul 'Hayır!' deyince, Allahü teâlâ 'Senin beni unuttuğun gibi ben de seni unutuyorum!' der. 201
Ey miskin! Meleklerin senin iki kolundan tüp Allah'ın huzuruna götürdüklerini, Allah'ın da şifahen 'Ben gençliği sana nimet olarak vermedim mi? O gençliğini nerede harcadın? Sana ömür vermedim mi? Acaba onu nerde tükettin? Sana rızık olarak mal vermedim mi? Acaba onu nereye harcadın? Seni ilimle şereflendirmedim mi? Acaba bildiklerinle ne gibi amelde bulundun?' diye sorduğunu düşün!
Acaba Allahü teâlâ sana vermiş olduğu nimetleri ve senin isyanlarını saydığı zaman ne hale geleceğini düşün! Eğer isyanlarını inkâr edersen, azaların aleyhinde şahidlik ederler.
Enes (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Peygamber ile beraber bulunuyorduk. Hazret-i Peygamber gülümsedi, sonra 'Neden güldüğümü biliyor musunuz?' dedi. 'Allah ve Rasûlü daha iyi bilir?' dedik. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle anlattı: "Kulun rabbiyle konuşmasına güldüm. Kul der ki: 'Yârab! Sen beni zulümden korumadın mı?' Allahü teâlâ 'Evet! Korudum!' der. Kul Ya Rab! Nefsimin aleyhinde ancak benden olan bir şahidi kabul ederim' der. Bunun üzerine Allahü teâlâ kula 'Bugün hesap görücü olarak nefsin, şahid olarak Kirâmen Kâtibîn melekleri kâfidir' der". Hazret-i Peygamber şöyle devam etti:
Bunun üzerine kulun ağzı mühürlenir. Azalarına konuşun emri verilir. Azalar kulun amellerini teker teker söylemeye başlarlar. Sonra kula konuşma fırsatı verilir. Kul azalarına hitaben der ki: 'Sizlere yazıklar olsun! Ben sizin için mücadele ediyorum'. 202
Azaların şahidliğiyle halkın huzurunda rezil olmaktan Allah'a sığınırız. Ancak Allah Mü'min kuluna, onun günahını örteceğini va'detmiştir. Allah'tan başkası onun günahına vâkıf olmaz.
Bir kişi İbn Ömer'e, Hazret-i Peygamberin Necva hakkında ne dediğini sordu. İbn Ömer, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletti:
- Sizden herhangi biriniz rabbine öyle yaklaşır ki Allahü teâlâ onun üzerine setr-i ilâhîsini gerer ve ona der ki:
- Sen şöyle şöyle yaptın!
- Evet yaptım.
- Şöyle şöyle yaptın!
- Evet!
- Ben o günahları dünyada iken senin için örttüm. Burada da onları senin için affedeceğim. 203
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Kim bir Mü'minin ayıbını gizlerse Allah da kıyâmet gününde onun ayıbını gizler. 204
Bu durum, ancak dünyada insanların ayıplarını örten ve nefsi için kusurlarına tahammül eden, pisliklerini söylemeyen, bulunmadıkları yerlerde kulaklarına gittiği takdirde kendilerini rahatsız edecek şeyler söylemeyen Mü'min bir kul için umulur. Kıyâmet günü işte böyle bir Mü'min bu mükâfata mazhar olmaya hak kazanır.
Farzet ki Allahü teâlâ, senin günahını gizledi. Acaba kulağına Allah'ın huzuruna çağıran ses gelmedi mi, gelmeyecek mi? İşte bu korku, günahlarının karşılığı olarak sana kâfidir. Alnından tutulup kalbin attığı, aklın uçtuğu, azaların titrediği, kemiklerin sızladığı, renginin bozulduğu, şiddetinden âlemin sana karanlık olduğu halde Allah'ın huzuruna çıkacağını hatırla! İnsanların boynuna basa basa, safları yara yara, yedekte çekilen at gibi çekildiğini düşün. Bütün mahluklar, gözlerini dikip sana bakarlar! Böyle bir durumda, meleklerin ellerinde olduğunu düşün. Evet melekler seni Rahman'ın arşına götürüp oraya atmcaya kadar sürünürsün. Allahü teâlâ'nın 'Ey Âdem'in oğlu! Bana yaklaş!' dediğini duyarsın. Sen de korkak, mahzun, titrek bir kalp, zelîl ve korkak bir göz, buruk bir yürek ile O'na yaklaşırsın. Ne küçük, ne büyük kaydetmediği hiçbir şeyi bırakmayan kitabın senin eline verilir. Nice fâhiş hareketlerin vardır ki unutmuşsun, o kitâb sana hatırlatır. Nice ibadet vardır ki âfetlerinden gâfil olmuşsun, onların kötülükleri sana keşfolunur.
Nice mahcubiyet ve korkaklığın, nice darlık ve acizliğin vardır. Keşke hangi ayakla Allah'ın huzurunda duracağını, hangi dille cevap vereceğini, hangi kalple Allah'ın dediğini anlayacağını bilseydin! Sonra utancının büyüklüğü hakkında düşün. O zaman Allah sana şifahen günahlarını söyler. Allah sana 'Ey kulum! Benden utanmadın mı ki çirkin amelle bana meydan okudun? Kullarımdan utandın da onlara güzel tarafını gösterdin. Acaba ben nezdinde diğer mahluklarımdan daha değersiz miydim ki beni hafife aldın, aldırmadın Oysa benden başkalarını hesaba katıyordun. Sana nimet etmedim mi? O halde benim hakkımda seni aldatan nedir? Seni görmediğimi, huzuruma gelmeyeceğini mi sandın?' diyecektir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sizden hiç kimse yoktur ki âlemlerin rabbi ondan, aralarında bir perde ve bir tercüman olmadığı halde şifahen sual sormasın!205
Sizden herhangi bir kimse Allah'ın huzurunda, Allah ile arasında perde olmadığı halde durur. Allahü teâlâ ona sorar:
- Sana nimet vermedim mi? Sana mal bağışlamadım mı?
-Evet! Yâ Rabbî!
- Sana peygamber göndermedim mi?
- Evet, gönderdin!
Sonra sağına bakar ateşten başkasını göremez. Sonra dönüp soluna bakar, ateşten başkasını göremez. Öyle işe bir hurmanın yarısıyla olsa dahi ateşten korunun. Eğer hurmanın yarısı yoksa güzel bir söz ile ateşten korunmaya çalışın. 206
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle diyor: "Sizden hiç kimse yoktur ki Allah onunla başbaşa kalmasın. Evet herhangi biriniz aynı öndördüncü gecesinde ay ile başbaşa kaldığı gibi, (rabbi ile başbaşa kalır) . Sonra Allahü teâlâ sorar:
Ey Âdem oğlu! Benim hakkımda seni aldatan ne idi? Ey Âdem oğlu! Bildiğinle nasıl amel ettin? Ey Âdem oğlu! Peygamberlere nasıl karşılık verdin? Ey Âdem oğlu! Senin gözünde ben rakîb değil miydim? Oysa sen o gözle sana helâl olmayana bakardın. Kulaklarının üzerinde rakîb değil miydim?
Allahü teâlâ onun bütün azalarını sayar". 207
Mücâhid der ki: 'Kendisinden dört şey sorulmadıkça hiçbir kul Allah'ın huzurundan ayrılamaz: a) Ömrünü nerede tükettiğinden, b) İlmiyle nasıl amel ettiğinden, c) Bedenini nerede kullandığından, d) Malını nereden kazanıp nereye harcadığından sorulur'.
Ey miskin! O zaman mahcubiyetin ve içinde bulunduğun tehlike ne büyüktür! Zira sen 'Dünyada kusurlarını gizledim. Bugün de senin için onları affediyorum' demek ki o zaman sevincin büyür, öncekiler ve sonrakiler senin halini gıpta ederler ile meleklere 'Şu kötü kulu tutun, zincirlerle bağlayın. Kelepçeleyin, sonra cehenneme yakıt yapın' demek arasında bulunuyorsun! İkinci şık olduğu takdirde, musibetinin büyüklüğüne, ibadette yaptığın kusurun verdiği üzüntünün şiddetine, çirkin dünya karşılığında sattığın âhiretine gökler ve yer senin için ağlasa yeridir.
200) Irâkî bu ibare ile görmediğini söyler.
201) Müslim, Buhârî
202) İmâm-ı Ahmed, Müslim, Nesâî
203) Müslim
204) Abdürrezzak, Musannef, (Ukbe b. Âmir)
205) Müslim, Buhârî, (Adiyy b. Hâtim'den)
206) Buhârî, (Adiyy b. Hâtim'den)
207) Ebû Nuaym, Hilye
37. Mizan
Mizan hakkında düşünmekten gâfil olma! Kitabların sağlara ve sollara uçuşmasına bak! Zira insanlar sorgudan sonra üç fırkaya ayrılırlar:
1. Bir fırka vardır ki onların hiç sevapları yoktur. Ateşten siyah bir boyun (hortum) çıkarak kuşun taneleri toplaması gibi onları toplar, üzerine kapanır ve ateşe atar. Ateş de onları yutar.
Onların aleyhinde Arkasında saadet olmayan bir şekavete düştüler' diye bağrılır.
2. Başka bir kısım vardır ki günahları yoktur. Bir tellâl onlar hakkında 'Her durumda Allah'a hamdedenler ayağa kalksınlar!' diye bağırır, onlar ayağa kalkar ve cennete giderler. Sonra bu durum gece ibadeti yapanlara, sonra da ticaretin ve alışverişin kendilerini Allah'ın zikrinden meşgul etmediği kimselere tatbik edilir. Onların arkasından şöyle bağrılır: 'Âkabinde şekavet olmayan bir saadete vardılar!'
3. Üçüncü bir kısım vardır ki onlar mahşer ehlinin çoğunu teşkil ederler. Onlar, sâlih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmışlardır. Durumları, onlar için gizli olur, fakat Allah için gizli değildir. Allah, sevaplarının mı vaya günahlarının mı daha fazla olduğunu onlara bildirir ki affettiği anda onlar katında fazl-ı ilâhîsi, azap verdiği anda da adaleti anlaşılsın.
Bu bakımdan sahifeler ve kitablar, içinde haseneler ve seyyieler yazılı olduğu halde sahiplerinin ellerine düşmek için uçarlar. Terazi kurulur. Gözler kitabın sağ ele mi, sol ele mi düşeceğini görmek için dikkatle bekler. Sonra günahlar mı yoksa sevaplar mı ağar basacak diye terazinin diline bakarlar. Bu durum, korkunç bir durumdur. Bu sırada mahlukâtn akılları yerinden oynar.
Hasan-ı Basrî şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) mübârek başı Hazret-i Aişe'nin kucağında bulunuyordu. Hazret-i Peygamber uyukladı. Hazret-i Aişe âhireti hatırladığı için göz yaşları akacak derecede ağladı ve Hazret-i Peygamber'in yanağı üzerine düştü. Hazret-i Peygamber uyanıp 'Ey Âişe! Seni ağlatan nedir?' diye sordu. Hazret-i Aişe 'Âhireti hatırladım. Acaba siz peygamberler kıyâmet gününde ehlinizi hatırlayacak mısınız?' dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz; zira orada hiç kimse nefsinden başkasını düşünmez:
a) Teraziler kurulduğu ve ameller tartıldığmda, Âdem oğlu terazisinin hafif veya ağır olduğunu görünceye kadar,
b) Sahifeleri verildiğinde kitabını sağ eliyle mi yoksa sol eliyle mi tutacağını görünceye kadar,
c) Köprünün yanında!208
Enes'ten şöyle rivâyet edilir: "Âdem oğlu kıyâmet gününde getirilerek terazinin iki kefesi arasında durdurulur. Ona bir melek vekil edilir. Eğer mizanı ağır basarsa, o melek bütün mahlûkâtın duyabileceği bir sesle Falan adam ebedî bir saadete erdi!' diye bağırır. Eğer terazisi hafif gelirse mahlûkâtın işitebileceği bir sesle Falan adam ebedî saadete asla eremez!' diye bağırır. Hasenelerin kefesi hafif olunca zebaniler, ellerinde demirden yapılmış tokmaklar, sırtlarında ateşten yapılmış elbiseler olduğu halde gelirler. Ateşin nasibini alıp ateşe doğru götürürler".
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kıyâmet günü hakkında şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, o günde Âdem'i (aleyhisselâm) çağırarak 'Ey Âdem! Kalk! Cehennem grubunu gönder!' der. Bunun üzerine Âdem 'Cehennem grubu ne kadardır?' der. Allahü teâlâ 'Her bin kişiden dokuzyüz doksan dokuzu' der.
Ashâb-ı kiram bu hadîsi işittikleri zaman yasa boğuldular. Artık hiç kimse gülerken görünmedi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ashâbının durumunu görünce şöyle dedi:
Amel ediniz! Müjdeleniniz! Muhammed'in (aleyhisselâm) nefsini kudret elinde tutan Allah yemin ederim. Sizin beraberinizde dünyada iki grup mahlûk vardır ki kimle mukayese edilirse edilsin onlarla beraber ademoğulları ile şeytan zürriyetinden helâk olanlar yine de az ve eksiktir; yani cehennemliklerin çoğunu onlar teşkil eder.
'Ya Rasûlüllah! O iki grup mahlûk kimlerdir?' diye sorunca, Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Onlar Ye'cüc ve Me'cücdürler'.
Bunun üzerine ashâbın üzüntüsü gitti. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Çalışın! Müjdelenin! Muhammed'in (aleyhisselâm) nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, siz kıyâmet gününde insanlar arasında ancak devenin yan tarafında (veya hayvanda) bulunan bir nişan gibisiniz!209
208) Ebû Dâvûd
209) Müslim, Buhârî
38. Hasımlar ve Hakların İadesi
Mizan'ın dehşet ve tehlikesini, gözlerin terazinin diline dikildiğini anladın.
Kimin tartıları ağır gelirse o hoş bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif gelirse, artık onun anası (bağrına atılacağı) Hâviye'dir. Onun ne olduğunu sen nereden bileceksin? O kızgın bir ateştir. (Kâria/6-11)
Terazinin tehlikesinden, ancak dünyada nefsini hesaba çeken, şeriatın mizanıyla amellerini ve sözlerini, tartan bir kimse kurtulur. Nitekim Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hesaba çekilmeden önce, nefsinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan önce amellerinizi tartın!'
Kişinin nefsini hesaba çekmesi; ölmeden önce kesin bir tevbe ile her günahtan tevbe etmesi, Allah'ın farzlarında yapmış olduğu kusuru telafi etmesi, zulmen almış olduğu malları geri vermesi, diliyle, eliyle ve kalben kötü zanda bulunmasıyla kime taarruz etmişse, helâl ettirmesi, kalplerini hoşnut etmesi demektir ki üzerinde bir zulüm ve farz kalmadığı halde ölsün! İşte bu kimse hesapsız cennete girer.
Eğer sahiplerine haklarını vermeden önce ölürse, hasımlar etrafını çepeçevre sarıp kimi elinden tutar, kimi saçından, kimi yakasından. Biri 'Bana zulmettin', öbürü 'Benimle alay ettin', bir başkası 'Hoşuma gitmeyen birşey ile aleyhimde konuştun', başka biri de Benimle komşuluk yaptın, komşuluğumu istismar ettin', bir diğeri 'Benimle iş yaptın, beni kandırdın', öbürü 'Benimle alış veriş yaparak beni kandırdın. Sattığın malın ayıbını bana söylemedin', başka biri 'Bana sattığın malın fiyatında yalan söyledin', öbürü 'Beni muhtaç olarak gördün de, zengin olduğun halde bana yedirmedin', beriki 'Beni mazlum olarak gördün. Zulmü benden defetmeye kudretin olduğu halde zâlime yağcılık edip hakkıma riayet etmedin' der.
Sen bu durumda iken bir de bakarsın hasımlar tırnaklarını sana batırmışlar, ellerini de yakana yerleştirmişler, sen de onların çokluğundan şaşakalmışsın. Öyle ki hayatında kendisiyle bir dirhemlik alış veriş yaptığın veya bir mecliste kendisiyle oturduğun tek kişi kalmaz ki gıybetini yapmak, ihanet etmek ve hakaret gözüyle bakmak suretiyle onun hakkı sana geçmemiş olsun. Sen ise onlarla mücadele etmekten zayıf düşmüş bir durumdasındır. Bütün ümidin, tek dayanağın olan Allah'a boynunu uzatıp seni onların elinden kurtarmasını dilersin. İşte tam o sırada kulağına Allah Teâtâ'nın sesi gelir:
Bugün her can, kazandığı ile cezalandırılır. Bugün zulüm yoktur. Allah hesabı çabuk görendir. (Mü'min/17)
İşte o anda kalbin heybetten çatlar. Helâk olacağını kesinlikle anlar, Allahü teâlâ'nın peygamberinin. seni korkuttuğu noktaları hatırlarsın.
Zâlimlerin yaptığından Allah'ı gâfil sanma! O, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne erteliyor. O gün başlarını dikerek koşacaklar. Gözleri kendilerine bile dönüp bakmayacak. Kalplerinin içi bomboş havadır. İnsanları, kendilerine azabın geleceği şu günden uyar! (İbrahim/42-44)
İnsanların haysiyetlerini pay u mâl etmek ve mallarını yemekle, bugün dünyada sevincin çok fazladır. Fakat o günde adalet yaygısı üzerinde huzurda durduğunda, siyaset hitabıyla şifahen seninle konuştuğunda, müflis, fakir, aciz, kıymetsiz, hiçbir hakkı reddetmeye gücü yetmez veya özür belirtmeye takati olmayan bir kimsesin! O günde senin üzüntün çok şiddetli olacaktır. İşte o zaman hayatın boyunca zorluklara katlanarak elde ettiğin sevapların senden alınır, hasımlarına verilir.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
- Bilir misiniz müflis kimdir?
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim ıstılahımızda müflis ne dinarı, ne dirhemi ve ne de malı kalmamış kimsedir.
- Benim ümmetimden müflis olan o kimsedir ki kıyâmet günü namaz, oruç ve zekâtla Allah'ın huzuruna gelir de şu adama küfür, öbür adama iftira etmiş, berikinin malını yemiş, öbürünün kanını akıtmış, diğerine vurmuştur. Bu bakımdan sevaplarından alınır şuna buna verilir. Böylece sevapları tükenir. Fakat hâlâ üzerindeki haklar tamamen ödenmiş değildir. Bu sefer hak sahiplerinin günahlarından alınır, onun üzerine yüklendikten sonra cehenneme atılır. 210
Bu bakımdan böyle bir günde (mâsiyetine veya) musibetine dikkatle bak! Zirâ riyanın âfetlerinden, şeytanın hilelerinden sağlam kalan hiçbir sevabın yoktur! Eğer uzun bir müddette bir tek sevabın bunlardan sağlam kalırsa, onu da hasımların çarçabuk elinden alırlar. Gündüzün orucuna, gecenin ibadetine devam ettiğin halde, nefsini hesaba çekersen, ömründen giden her günde müslümanlar hakkında gıybet ettiğini ve bunun da bütün sevaplarını yok ettiğini anlarsın. Bir de işlediğin diğer günahları düşün. Haram ve şüphelilerden yemek, ibadetlerde kusur yapmak gibi! Acaba boynuzsuz hayvanın hakkının boynuzlu hayvandan alınacağı bir günde zulümle aldıklarının cezasından kurtulmayı nasıl ümit edersin?
Ebû Zer, Hazret-i Peygamberin toslaşan iki koçu görünce şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
- Ey Ebû Zer! Biliyor musun bunlar neyin hakkında toslaşıyorlar?
- Hayır!
- Fakat Allahü teâlâ bilir ve kıyâmet gününde bunların arasında hükmeder. 211
Yerde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. (En'ârn/38)
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) bu ayetin tefsirinde demiştir ki: "Bütün mahlûklar, kıyâmet gününde haşrolunur. Allah'ın adaleti boynuzlu koçtan boynuzsuzun intikamını alır. Sonra ona 'Toprak ol!' emrini verir! İşte o zaman, kâfirin 'keşke ben toprak olaydım' dediği zamandır".
Ey miskin! Amel sahifenin, uzun zahmetler çektiğin halde sevaplardan boş olduğunu gördüğün bir günde halin ne olacaktır? O gün Benim sevaplarım nerede?' dersin. Sana 'Hasımlarının sahifelerine nakledildiler!' cevabı verilir. Defterini, işlememek için sabrettiğin günahlarla dolu görürsün ve 'Yârab! Bunlar asla işlemediğim günahlardır (nerden geliyorlar?) ' dersin. Buna karşılık sana denilir ki: 'Dünyada gıybetlerini yaptığın, küfrettiğin, kendilerine kötülükle kasdettiğin, alışverişte, komşulukta, konuşmakta, münazarada, müzakerede, okumakta ve diğer şeylerde aleyhlerinde bulunduğun kimselerin günahlarıdır'.
İbn Mes'ûd, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Şeytan, Arap yarımadasında putperestlikten ümidini kesip küçük günahlara razı oldu. O küçük günahlar yok edicidirler. Bu bakımdan gücünüz yettiği kadar zulümden sakının. Çünkü kul, kıyâmet gününde dağlar kadar ibadetlerle Allah'ın huzuruna gelir. Zanneder ki bu ibadetler onu kurtaracaktır. Bu durumda bir kul gelir der ki: 'Yârab! Falan adam bana zulüm yaptı. Bunun üzerine Allahü teâlâ ' (Ey melek) onun sevaplarından sil!' der. Böylece durmadan onun sevaplarından silinir. Öyle ki sevaplarından birşey kalmaz. Bunun misali, bir sahraya inen misafirlerin misâline benzer ki onların yanında yakacak odun yoktur. Odun toplamak için her biri bir tarafa dağılır. Az bir zaman sonra ateşlerini büyütürler ve istediklerini yaparlar. İşte günahlar da böyledir. 212
(Ey Rasûlüm!) Sen de öleceksin ve onlar da ölecekler. Sonra siz kıyâmet günü rabbinizin divanında davalaşacaksınız. (Zümer/30-31)
Bu âyet indiğinde Zübeyr b. Avvam 'Acaba dünyada aramızda olan hâdiseler günahların özellikleriyle beraber tekrar edilecek mi? diye sordu. Hazret-i Peygamber 'Evet! Siz her hak sahibinin hakkını ödeyinceye kadar tekrar edilecektir' dedi. Zübeyr 'Allah'a yemin olsun, iş çok şiddetlidir' dedi. 213
Zerre kadar dahi müsamaha edilmeyen gün ne şiddetlidir? O günde bir yumruktan dahi vazgeçilmez. Söylenilen bir kelimeden, mazlum için zâlimden intikam alınıncaya kadar vazgeçilmez.
Enes Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Allahü teâlâ kullarını çıplak, beti benzi uçuk ve beraberlerinde hiçbirşey olmadığı halde haşreder,
Hazret-i Peygamber'e hadîsin metninde geçen 'Bühmen' kelimesini sorduk. Dedi ki: Beraberlerinde birşey yoktur. Sonra Allahü teâlâ öyle bir sesle çağırır ki yakın olan bir kimse işittiği gibi, uzak olan da işitir: Pâdişah benim! Şiddetle ceza veren benim! Bir şamar dahi olsa, cennet ehlinden bir kimseden cehennemlik bir kimsenin hakkı alınıncaya kadar cennete giremez. Cehennemliklerden bir kimsenin boynunda cennetliklerden birinin hakkı olduğu zaman cehenneme girmesi uygun olmaz tâ ki ondan o intikam alınıncaya kadar!
-Bu nasıl olur? Biz çıplak, betimiz ve benzimiz uçuk ve beraberimizde hiçbir şey olmadığı hâlde Allah'ın huzuruna geliriz!
- Sevaplar alınır, günahlar yüklenilir. Bu bakımdan ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun! Kulların mallarını almak, ırzlarına taarruz etmek, kalplerini daraltmak, aranızdaki ilişkilerde zulmetmekten sakının; zira kul ile Allah arasında bir özellik vardır. Bu bakımdan ona affetmek daha sür'atle varır. Kül birçok zulüm yapmış fakat onlardan tevbe etmişse, zulme uğrayanlardan helâllik istemek veya ettirmek imkânsız ise, bâri kısas günü için fazlasıyla sevaplar işlesin. Sevaplarının bir kısmını gizlice, ihlâs ile işleyip Allah'tan başkasını muttali etmesin. Bu durumun onu Allah'a yaklaştırması umulur. Böylece Allah'ın, kulların zulümlerini kendilerinden defetmesi için dostlarına sakladığı lütfuna nâil olur.
Enes şöyle rivâyet eder: Bir ara Hazret-i Peygamber'! oturmuş ön dişleri görünecek şekilde güldüğünü gördük. Hazret-i Ömer sordu:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Annem ve babam sana feda olsun! Seni güldüren nedir?
- Ümmetimden iki kişi, izzet sahibi Allah'ın huzurunda durup biri şöyle der: 'Yârab! Benim bu kardeşimin bana yaptığı zulmün intikamını al!' Bunun üzerine Allahü teâlâ 'Kardeşine yapmış olduğun zulmü öde!' der. O da 'Yârab! Sevablarımdan birşey kalmadı ki!' der. Allahü teâlâ hak sahibine der ki: 'Sen ne yapacaksın? Baksana onun sevabından birşey kalmamış'. Hak sahibi 'Yârab! Günahlarımdan yüklensin!' der.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'in gözleri yaşla doldu ve şöyle dedi:
Muhakkak ki o gün, tehlikesi Süyük bir gündür. O öyle bir gündür ki insanlar, kendi günahlarının başkası tarafından taşınmasına muhtaç olurlar.
Bu manzara karşısında Allah-u Teâlâ, hak sahibine 'Başını kaldır cennetlere bak!' buyurur. Bunun üzerine hak sahibi başını kaldırır ve der ki:
- Yârab! Gümüşten yapılmış şehirler, incilerle süslenmiş altından yapılmış yüksek binalar ve köşkler görüyorum. Acaba bunlar hangi peygamberindir veya hangi sıddîkındır veya hangi şehidindir?
- Kim onun bedelini verirse onundur!
- Onun bedeli iledir?
- Müslüman kardeşini affetmendir!
- Yârab! Ben onu affettim.
- Kardeşinin elinden tut, onu da cennete götür!
Bunları söyledikten sonra Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Ey ashâbım! Allah'tan korkun! Aranızdaki ihtilâfları ıslah edin! Muhakkak ki Allah Mü'minlerin arasını ıslah eder. 214
Bu hadîs, şu noktaya dikkati çekiyor: Bu mertebeye ancak Allah'ın ahlakıyla ahlâklanma sayesinde varılır, ö da insanların arasını bulmak ve diğer güzel ahlâklardır.
O halde, şimdi kendi nefsin hakkında düşün! Eğer sahifen kul haklarından boşsa veya hak sahibi sana lütûfta bulunup seni affederse, ebedî saadete kavuşursan acaba sırtına rıza hilâtı giydirildiği, şekavet olmayan bir saadete vardığın, etrafında yok olmayan nimetlerle nimetlendiğin halde hüküm yerinden ayrılırken sevincin nasıl olur? O zaman kalbin sevinçten uçar. Yüzün bembeyaz olup, nûrlanır. Ayın ondördüncü gecesindeki dolunay gibi parlar. Bu bakımdan başını kaldırıp, sırtın günahlardan boş olduğu halde mahlûklar arasında sallana sallana gezmeni, kavuştuğun nimetlere ve haline bakarak içinde olduğun duruma gıpta ettiklerini, meleklerin önünde ve arkanda yürüyerek, şahidlerin gözü önünde ' (İşte bu) falan oğlu falandır. Allah ondan razı oldu ve onu razı etti. Peşinde hiçbir zaman şekavet olmayan bir saadetle saadetlendi' diye bağırdıklarını gözünün önüne getir! Acaba kıyâmette sana verilen bu makam, dünyada riyakârlığın, yağcılığın, zahirî süsün ve yapmacık hareketlerin ile halkın kalbinde olan mertebenden daha büyük değil midir? Eğer âhiret mertebesinin bu mertebeden daha hayırlı olduğuna, aralarında benzerlik bile bulunmadığına inanıyorsan katıksız bir ihlâs ile ahiretin o mertebesini elde etmeye çalış. Allah'a karşı plan muamelende doğru bir niyet ile hareket et! Zirâ bu nimetler ancak katıksız ihlâs ve doğru niyetle elde edilir!
Eğer ikinci şık olursa ki ondan Allah'a sığınırız yani sahifende basit zannettiğin, esasında tehlikeli olan bir günah çıkarsa Allah da ondan dolayı sana buğzederek 'Ey kötü kul! Benim lânetim senin üzerine olsun. Yaptığın ibadeti kabul etmeyeceğim' dese, bu ses kulağına gelir gelmez, yüzün simsiyah kesilir. Sonra melekler de Allah'ın gazabı için sana öfkelenerek 'Bizim ve bütün mahlûkların lâneti senin üzerine olsun!' derler. O arada zebaniler sana doğru gelirler. Bütün katılıkları, korkunçlukları ve dehşetli görünüşleriyle sana çullanır, perçeminden tutar, serd yüzüstü halkın gözü önünde yerlerde sürürler. Halk yüzünün siyahlığına, rezaletine bakarlar. Sen de azap ve helâkini isteyip durursun. Onlar ise 'Bugün, değil bir helâk ve azap, birçok helâk ve azabı çağır!' derler. Melekler 'Şu falanoğlu falandır! Allah onun rezaletlerini keşfetmiş, günahlarından ötürü ona lânet etmiştir. Bu bakımdan öyle bir şekavete düşmüştür ki o şekavetten sonra hiçbir zaman saîd olamaz!' diye bağırırlar.
Bu durum, çoğu kez kullardan gizli olarak işlemiş olduğun bir günahtan ötürü veya kulların kalbinde yer etmek maksadıyla yaptığın ya da onlar nezdinde rezil olmaktan korktuğun için işlediğin bir günahtan ötürü olur. Bu bakımdan senin cehaletin ne kadar da büyüktür! Zirâ geçici dünyada Allah'ın kullarından küçük bir grubun nezdinde rezil olmaktan sakınırsın da o kocaman mahşer halkının içinde sonsuz rezaletten korkmazsın. O rezalete, Allahü teâlâ’nın öfkesi, elem verici azabı, zebaniler eliyle cehenneme sürülmek de eklenir.
İşte buraya kadar tasvirine çalıştığımız durumlar, senin durumlarındır. Oysa sen hâlâ en büyük tehlikeyi sezmemektesin. O tehlike, sırat (köprü) tehlikesidir.
210) İmâm-ı Ahmed ve Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den)
211) İmâm-ı Ahmed
212) İmâm-ı Ahmed, Beyhakî
213) İmâm-ı Ahmed
214) İbn Eb'id-Dünya, Hâkim
40-7
39. Sırat
Takva sahiplerini, binek üzerinde ikram ile Rahmân'a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün) ! (Meryem/85-86)
Onları cehennemin yoluna götürün. Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir. (Saffat/23-24)
Bütün bu dehşetlerden sonra Allahü teâlâ'nın bu ayetleri hakkında düşün! Bu dehşetlerden sonra insan köprüyü geçmek için sevkolunur. Köprü, cehennem üzerine kurulmuş kılıçtan keskin ve kıldan incedir! Kim şu dünya âleminde dosdoğru bir yol üzerinde bulunursa, âhiret köprüsü üzerinde hafif olup kurtulur.
Dünyada istikametten ayrılan, yükünü günahlarla ağırlaştırıp isyan eden, köprüye ilk attığı adımda kayar ve helâk olur. Şu anda köprüyü ve inceliğini gördüğünde kalbine girecek korkuyu düşün. Köprüyü gördükten sonra gözün köprünün altındaki simsiyah cehenneme ilişir. Sonra kulağına ateşin şiddetli sesi, öfkesi gelir. Halinin zayıflığına, kalbinin ızdırabına, ayağının titremesine rağmen, kıldan ince kılıçtan keskin köprü üzerinde yürümeye zorlanırsın. Oysa günahlarla ağırlaşan bu bedenle yeryüzünde bile yürümen zordur. Acaba bir ayağını köprünün üzerine koyduğunda keskinliğini hissettiğin, önünde insanların kayıp düştükleri ve cehennem zebanileri tarafından çengellerle çekildikleri zaman ikinci ayağını kaldırmaya mecbur olduğun zaman durumun ne olacaktır? Onların ateşe baş aşağı nasıl düştüklerini, ayaklarının havada nasıl kaldığını müşahede ettiğinde durumun ne olacaktır? Bu manzara korkunç bir manzaradır. Ne zahmetli bir yokuş, ne dar bir geçittir orası! Öyle ise köprü üzerinde sırtında günahların ağırlığı olduğu halde yürüdüğünü, köprüye çıktığını ve halkın cehenneme yuvarlandıklarını müşahede ettiğini,, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Yâ rabbî! Selâmet kıl! Selâmet kıl!' dediği cehennemin derinliğinden azap ve helâk isteyenlerin sesinin kulağına yükselip geldiğini, köprü üzerinden birçok insanların kayıp düşüşünü gördüğünde durumunu düşün. Acaba ayağın kayarsa, pişmanlığın sana fayda vermezse helâk olmayı isteyip İşte benim korktuğum buydu! Keşke hayatım için tedbir alsaydım. Keşke peygamberle beraber yol edinseydim! Vay hâlime! Keşke falanca adamı dost edinmeseydim. Keşke toprak olsaydım. Keşke unutulmuş olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı' dediğinde halin nice olur?
İşte o zaman ateş seni yaka paça yakalar! Bir tellâl şöyle bağırır: 'Cehennemde ümitsiz olun! Benimle konuşmayın.
Bağırmaktan, inlemekten, derinden nefes almak ve imdâd istemekten başka yol kalmaz. Acaba bütün bu tehlikeler önünde olduğu halde şimdi aklını nasıl görürsün? Eğer bunlara inanmıyorsan, kâfirlerle beraber cehennem derekelerinde ebedî kalırsın? Eğer inanmış, fakat gaflete dalıp hazırlanmak hususunda gevşeklik göstermişsen zararın ve tuğyanın ne büyüktür? İmanın seni Allah'ın rızasına, ibadet yapıp, günahları terketmeye yöneltmezse, o îmanın sana ne faydası yardır? Eğer önünde köprünün dehşetinden başka bir dehşet olmasa, köprünün üstünden sağlam geçsen dahi, o geçişin tehlikesinden duyulan korku da sana yeter!
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Köprü, cehennemin parçaları arasında kurulur. Köprüyü peygamberlerden, ümmetiyle beraber ilk geçen ben olurum. O gün peygamberlerden başkası konuşamaz. O günde peygamberlerin duası 'Yârab! Selâmet kıl! Yârab Selâmet kıl!' şeklindedir.
Cehennemde (çölde bulunan) sa'dan dikeni gibi çengeller vardır. Siz sa'dan dikenini gördünüz mü?
- Evet ya Rasûlüllah gördük!
- O çengeller sa'dan dikeni gibidirler. Onların büyüklüğünü Allah'tan başkası bilmez. İnsanlar amellerinden ötürü tutulur. Onlarından kimi amelinden ötürü helâk olur, kimi küçülür, sonra kurtulur. 215
Ebû Saîd el-Hudrî, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet ediyor:
İnsanlar cehennem köprüsünün üzerinden geçer. O köprünün üzerinde demir dikenler, çengeller vardır. Sağdan soldan insanları kaparlar. Köprünün iki tarafında melekler vardır. O melekler derler ki: "Yârab! Selim kıl! Yârab! Selâmet bırak!' İnsanların kimi şimşek gibi geçer, kimi rüzgâr gibi, kimi at gibi, kimi süratli bir yürüyüşle, kimi normal bir yürüyüşle yürür, kimi sürüngenler gibi sürünür, kimi zorlukla yürür. Cehennem ehline gelince, onlar cehennemde ne ölürler, ne yaşarlar. Bazı insanlar birtakım günah ve hatalardan dolayı muâhaze olunurlar. Yanarlar, kömür olurlar, sonra şefaat için izin verilir. 216
Böylece hadîsin sonuna kadar zikretti.
İbn Mes'ûd, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Allah, öncekileri ve sonrakileri belli bir günde toplar. Kırk gün ayakta gözleri göklere dikili vaziyette hükmün faslını beklerler. 217
Râvî hadîsi 'mü'minlerin secde vakitlerini belirten kesimine varıncaya kadar' zikredip şöyle dedi:
Sonra Mü'minlere 'Başlarınızı kaldırın!' denir. Mü'minler başlarını kaldırır. Onlara amelleri nisbetinde nurları verilir; kimine büyük bir dağ gibi nur verilir. O nur onun önünde yürür, kimine ondan daha küçük bir nur verilir, kimine ondan daha küçük bir nur verilir, kimine bir hurma ağacı kadar, kimine daha küçük bir nur verilir. Hatta sonuncuları olan bir kişiye ayağının baş parmağı üzerinde bir nur verilir. O nur bazen ışık verir. Bazen de söner. Işık verdiğinde ayağını atar, yürür. Söndüğünde yerinde kalakalır. 218
Sonra Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , onların nurları nisbetinde köprü üzerinden geçtiklerini zikretti:
Onlardan kimi gözün kapanıp açılması kadar çabuk geçer, kimi şimşek gibi, kimi bulut gibi, kimi kayan yıldız gibi, kimi atın koşusu gibi, kimi bir erkeğin koşusu gibi geçerler. Hatta nuru ayağının baş parmağında verilen kimse, geçerken yüzüstü, eller ve ayaklar üstünde emekler. Bir elini çeker, diğer eliyle tutar. Bir ayağı tutar, diğer ayağı çeker. Ateş onun yanlarına kadar gelir.
Râvî der ki: O kurtuluncaya kadar böyle olur. Kurtulunca köprünün başında durur ve 'Hamd Allah'a mahsustur. Muhakkak Allahü teâlâ bana öyle bir nimet verdi ki hiç kimseye verilmemiştir; zira cehennemi gördükten sonra beni cehennemden kurtardı' der. Böylece onun elinden tutulur, cennet kapısında bulunan bir göle götürülür ve yıkanır, temizlenir.
Enes b. Mâlik, Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet ediyor:
Köprü, kılıcın keskinliği veya kılın inceliği gibidir. Melekler Mü'min erkekler ile Mü'min kadınları kurtarırlar. Cebrâil (aleyhisselâm) benim belim (kemerim) den tutar. Ben 'Ey rab! Selim kıl, selim kıl!' derim. O günde kayan erkekler ile kayan kadınlar pek çoktur. 219
İşte bunlar köprünün dehşet ve felâketleridir. Öyle ise köprü (sırat) hususunda uzunca düşün. İnsanların kıyâmet dehşetlerinden en sağlam kalanı dünyada iken bu hususta çok düşünenidir. Allahü teâlâ iki korkuyu bir araya getirmez. Kim dünyada iken bu dehşetlerden korkarsa, âhirette bunlardan emin olur. Korkudan gayem, kadınların rikkati (inceliği) gibi bir rikkat değildir ki bu durumları dinlediğin zaman gözün yaşarıp kalbin rikkate gelir. Fakat az bir zaman sonra unutur, tekrar oyuna dalarsın. Bu tür rikkat korku değildir. Herhangi birşeyden korkan bir kimse, ondan kaçar. Herhangi birşey uman bir kimse onu arar. Seni kurtaracak olan korku, seni Allah'ın yasaklarından menedip, ibadetine teşvik eden korkudur. Kadınların rikkatinden daha uzağı, ahmakların korkusudur. Ahmaklar bu dehşetleri dinledikleri zaman, dilleriyle istiâze ederler. Onlardan biri şöyle der:
Allah'tan yardım talep ediyoruz. Allah'a sığmıyoruz! Yâ rabbî! Bizi kurtar, kurtar!'
Oysa onlar bu sözlerine rağmen helaklerinin sebebi olan günahlarda ısrar ederler, Bu bakımdan şeytan, böyle kimselerin istiazesine güler. Sahrada bulunduğu ve arkasında bir kale olduğu halde kendisine saldıran yırtıcı hayvandan kaçıp kaleye sığınmaz da hayvanın saldırısına rağmen diliyle 'Senin şerrinden şu aşılmaz kaleye sığmıyorum! Bu kalenin yıkılmaz binasından ve kuvvetli temelinden yardım talep ediyorum' diyen bir kimseye gülündüğü gibi, böyle ahmaklara da gülünür.
Bir kimse yerinde oturduğu halde bu duayı yaparsa bu dua, bu kimseyi yırtıcı hayvandan nasıl kurtarır?
Âhiretin dehşetleri için de ancak doğru olarak 'Lâ ilâhe illâllah' demek kaledir. Doğru olmasının mânâsı; Allah'tan başka senin için bir maksûd ve mabudun olmaması demektir. Kim hevasını ilâh edinmişse, o kimse Tevhîd hususunda doğruluktan uzaktır. O kimsenin durumu tehlikelidir!
Eğer bütün bunları yapmaktan aciz isen, Hazret-i Peygamber'e muhib ol! Onun sünnetini yüceltmeye, ümmetinden salihlerin kalplerini gözetmeye gayret et! Salih kimselerin dualarıyla bereketlen, Bu takdirde, onun veya onların şefaatine nail olup sermayen az olsa da şefaat sayesinde kurtulman umulur!
215) Müslim, Buhârî
216) Müslim, Buhârî
217) Müslim
218) İbn Adiyy, Hâkim
219) Beyhakî, Şuab'ul-Îman
40. Şefaat
Mü'minlerin bazı taifelerine cehenneme girmek sabit olduğu zaman Allahü teâlâ fazlıyla onlar hakkında peygamber ve sıddîkların şefaatini kabul eder. 220 Hatta âlim ve salihlerin şefaatini aile efradı, akrabaları, dostları ve tanıdıkları hakkındaki şefaatini de kabul eder. Bu bakımdan onların şefaatini kazanmaya gayret et! O da şu şekilde elde edilir:
Hiç bir kimseyi şahsından ötürü tahkir etmemelisin. 221 Çünkü Allahü teâlâ, velîlerini kullarının içinde gizlemiştir. Kendisiyle alay edilen kimsenin Allah'ın velîsi olma ihtimali vardır. Hiçbir günahı küçük sayma, çünkü Allahü teâlâ gazabını günahların içinde gizlemiştir. Küçük saydığın günahta Allah'ın gazabının olması mümkündür. Hiçbir ibadeti azımsama, çünkü Allahü teâlâ rızasını ibadetinde gizlemiştir. Allah'ın rızasının o azımsanan ibadette olması mümkündür. Bazen o ibadet güzel bir söz, helâl bir lokma, güzel bir niyet veya onların yerine geçen bir hareket olabilir. Şefaatin delilleri Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde çoktur.
Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın! (Duha/5)
Rabbim! Onlar insanlardan bir çoğunu şaşırttılar. Artık bundan böyle kim bana uyarsa o bendendir, kim bana isyan ederse, muhakkak ki sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin. (İbrahim/36)
Eğer onlara azap edersen onlar senin kullarındandır. (Mâide/118)
Amr b. el-As rivâyet ediyor ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Hazret-i İbrahim'in ve Hazret-i Îsa'nın yukarıdaki sözlerini okuduğu zaman, ellerini kaldırdı, 'ümmetim, ümmetim' dedikten sonra ağladı. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu: "Ey Cebrâîl! Muhammed'e git! Ona 'Seni ağlatan ne idi?' diye sor". Cebrâîl Hazret-i Peygamber'e gelip sorunca, Hazret-i Peygamber Cebrâîl'e ağlamasının sebebini anlattı. Oysa Allah, peygamberinin durumunu daha iyi biliyordu. Bunun üzerine Allahü teâlâ Cebrâîl'e dedi ki:
Ey Cebrâîl! Muhammed'e git! Ona de ki: Muhakkak biz ümmetin hakkında seni razı edeceğiz. 222
Bana beş şey verildi ki benden önce hiçbir kimseye verilmemiştir:
a) Bir aylık mesafede bulunduğum halde korku ile düşmanıma galebe çaldım,
b) Bana ganimetler helâl kılındı. Oysa benden önce peygamberlerden hiç kimseye helâl kılınmamıştı,
c) Yeryüzü bana ve ümmetime mescid, toprağı da 'temizleyici' kılındı. Ümmetimden bir kimse namaz vakti geldiğinde namazını olduğu yerde kılsın!
d) Bana şefaat verildi,
e) Her peygamber sadece kavmine gönderildi. Ben ise, bütün insanlara gönderildim. 223
Kıyâmet günü geldiğinde, peygamberlerin imamı, hatibi ve şefaatlerinin sahibi olurum. Bunu övünmek için söylemiyorum. 224
Ben Âdem evladının efendisiyim. Bu sözümde övünme yok! Ben kabrinden çıkan ilk insanım. Ben ilk şefaat edenim. Ben ilk şefaati kabul olunanım. 'Liva'ül-Harnd' benim elimdedir. Âdem ve ondan sonra gelenler o bayrağın altında toplanırlar. 225
Her peygamberin kabul olunan bir duası vardır. Ben o duamı, kıyâmet gününe ümmetime, şefaat olarak saklamak istiyorum. 226
İbn-i Abbâs, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Peygamberlere altından yapılmış minberler kurulur. Peygamberler onların üzerinde otururlar. Benim minberim boş kalır, onun üzerinde oturmam. Rabbimin huzurunda ayakta durup şöyle niyazda bulunurum: 'Ey rabbim! Benim ümmetim ne olacaktır?' Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Ey Muhammed! Sen ümmetine ne yapmamı istiyorsun?' Derim ki: 'Yârab! Onların hesabını acele yap!' Ben şefaat ederim. Hatta elime cehenneme gönderilen kişilerin ismi yazılı kurtuluş belgeleri verilir ve cehennem bekçisi Mâlik der ki: 'Ey Muhammed! Ateş, rabbinin öfkesinden ötürü ümmetinden hiç kimseyi bırakmadı'. 227
Kıyâmet günü, yeryüzünde bulunan taş ve topraktan daha fazla kimseler için şefaat ederim. 228
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber'e bir kol eti getirildi. Zaten kol etini severdi. Etten ön dişleriyle parçalar koparıp yedikten sonra şöyle dedi:
Kıyâmet gününde insanların efendisiyim. Bunun neden olduğunu biliyor musunuz? Allahü teâlâ öncekileri ve sonrakileri bir toprakta toplayacaktır. Öyle ki bağıran onlara sesini duyuracak, göz onları görecek ve güneş onlara yaklaşacaktır. İnsanlar, üzüntüden tahammül edilmeyecek bir duruma gelecekler. İnsanlar birbirine 'Başınıza geleni görmüyor musunuz? Rabbinizin yanında size şefaat edecek bir kimseyi araştırmayacak mısınız?' diyecektir. Bunun üzerinde insanlar birbirlerine 'Âdem'e (aleyhisselâm) gidin!' derler.
Âdem'e (aleyhisselâm) gelip 'Sen beşerin babamızsın. Allah seni kudret eliyle yarattı. Ruhundan sana üfürdü. Meleklere sana secde etmelerini emretti. Öyle ise bizim için rabbinin katında şefaatte bulun. İçinde bulunduğumuz felâketi ve vardığımız noktayı görmüyor musun?' derler. Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) 'Rabbiniz öyle öfkelenmiş ki daha önce böyle öfkelenmediği gibi sonra da öfkelenmez. Rabbim cennet ağacından yemekten beni menetti. Ben onun emrinin hilâfına hareket ettim. Nefsim, nefsim! Siz benden başkasına gidiniz! Siz Nûh'a gidiniz' der.
Böylece Onlar Nûh'a (aleyhisselâm) varıp 'Ey Nûh! Sen yeryüzü ehline gönderilen ilk rasûlsün! Allahü teâlâ sana 'Çokça şükreden bir kul' demiştir. Rabbinin katında bizim için şefaatte bulun! İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin?' Nûh (aleyhisselâm) der ki: 'Rabbim bugün öyle bir öfkelenmiştir ki bunun gibi ne daha önce, ne bundan sonra öfkelenmemiş ve öfkelenmez. Benim bir duam vardı. Kavmimin aleyhinde o duamı yaptım. Bu bakımdan ben ancak nefsimle meşgulüm. Siz başkasına gidiniz, İbrahim Halîlullah'a gidiniz!'
Böylece onlar İbrahim Halîlullah'a varırlar. İbrahim Halîlullah'a derler ki: 'Sen Allah'ın peygamberi ve yeryüzünün sakinleri arasında onun dostusun. Rabbin katında bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin?' Bunun üzerine İbrahim Halîlullah der ki: 'Rabbim bugün öyle öfkelenmiş ki ne bundan önce böyle öfkelenmiş, ne de gelecekte böyle öfkelenir. Ben daha önce üç defa hilâf-ı hakîkat beyanda bulundum'. (O üç şeyi belirttikten sonra şöyle de) 'Ben ancak nefsim için şefaatçi olurum.
Öyle ise siz Musa'ya gidin!' Böylece onlar Musa'ya (aleyhisselâm) varırlar ve derler ki: 'Sen Allah'ın Rasûlü'sün. Allah Risalet ve konuşmasıyla seni insanlardan üstün kıldı. Bizim için rabbinin katında şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin?' Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm) der ki: 'Rabbim bugün öyle öfkelenmiştir ki ne bundan önce böyle öfkelenmiş, ne de bundan sonra böyle öfkelenir. Ben bir adam öldürdüm. Ancak nefsim için şefaatçi olurum. Îsa'ya (aleyhisselâm) gidin!' Böylece onlar Îsa'ya varırlar ve derler ki: 'Ey Îsa! Sen Allah'ın Rasûlü ve Meryem'in rahmine atılmış kelimesisin. Allah'tan gelen ruhsun. Beşikte iken insanlarla konuştun. Rabbinin katında bizim için şefaatçi ol! İçinde bulunduğumuz dehşeti görmez misin?' Îsa (aleyhisselâm) der ki: 'Rabbim bugün öyle öfkelenmiş ki ne bundan önce böyle öfkelenmiş, ne de bundan sonra böyle öfkelenir'. Îsa (aleyhisselâm) işlemiş olduğu bir zelleyi söyler ve 'Nefsim, nefsim' dedikten sonra Muhammed'in (aleyhisselâm) (sallâllahü aleyhi ve sellem) yanına gidin' der. Mahşer ehli bana gelip şöyle derler: 'Ey Muhammed! Sen Allah'ın Rasûlü, peygamberlerin sonuncususun. Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını (zellelerini) affetti. Rabbinin katında bizim için şefaatte bulun. İçinde bulunduğumuz 'dehşeti görmez misin?' Bunun üzerine ben arşın altına varırım. Orada rabbim için secdeye kapanırım. Allahü teâlâ hamdlerinden ve güzel övgüsünden bana öyle birşey açar ki benden önce hiç kimseye açmamıştır. Sonra der ki: 'Ey Muhammed! Başını secdeden kaldır! İste! İsteğin verilecektir. Şefaat et? şefaatin kabul olunacaktır'.
Başımı kaldırır ve şöyle derim: Tarab! Ümmetim, ümmetim!' Bunun üzerine denilir ki: 'Ey Muhammed! Ümmetinden hesabı olmayanları cennet kapılarının sağından içeri bırakacağım'! Diğer kapılarda da insanların ortaklarıdırlar'.
Hazret-i Peygamber bütün bunlardan sonra şöyle buyurmuştur:
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim! Cennet kapılarının iki yanları arasındaki mesafe Mekke ile Hümeyra veya Mekke ile Busra arası kadar geniştir. 229
Başka bir hadîste bu siyak, bu ibarelerin mânâları aynen vardır. Ancak o hadîste İbrahim'in hataları (zelleri) zikredilmiştir. O da, yıldızlar hakkında 'Bu benim rabbimdir', kavminin putları için 'Onları parçalayan en büyük puttur' ve 'Ben hastayım' sözleridir.
İşte bu şefaat, Hazret-i Peygamber'in şefaatidir. Ümmetinden âlim ve sâlihler de şefaat ederler. Hatta Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ümmetimden bir kişinin şefaatiyle Râbia ve Mudar kabilelerinden daha fazla kimseler cennete girecektir. 230
Kişiye 'Ey falan kalk! Şefaat et' denir,
O da kalkıp bir kabile veya bir aile veya biriki kişi için ameli nisbetinde şefaat eder. 231
Enes, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Cennet ehlinden bir kişi, kıyâmet gününde cehennem ehline görünür, cehennem ehlinden biri onu çağırır:
- Ey falan. Beni tanıyor musun?
- Hayır! Tanımıyorum, sen kimsin?
- Dünyada benim yanımdan geçerek benden bir yudum su istedin de sana içirdim.
- Tanıdım!
- O halde bana o içirdiğim sudan dolayı rabbinin katında şefaatte bulun!
Bunun üzerine cennet ehli, zikri yüce olan Allah'tan dileyerek şöyle der: 'Ben cehennem ehline göründüm. Cehennem ehlinden biri beni çağırıp 'Beni tanıyor musun?' dedi. Ben de 'Sen kimsin?' diye sordum. Dedi ki: 'Ben o kimseyim ki dünyada benden su istedin, sana su içirdim. Bu bakımdan rabbin katında bana şefaatte bulun!' Öyleyse Yâ rabbelâlemîn! Onun hakkında beni şefaatçi kıl!
Allah onun o kimse hakkındaki şefaatini kabul eder ve o kimsenin cehennemden çıkması emrolunur.
İnsanlar haşre gönderildiklerinde, kabirlerden çıkan ilk insan benim. Rablerinin huzuruna vardıklarında onların sözcüsü benim. Ümitsiz olduklarında onların müjdecisi benim. O gün 'Liva'ül-Hamd' (Hamd sancağı) benim elimdedir. Ben rabbimin katında Âdem evladının en şereflisiyim. Bu sözümde övünme yoktur.
Ben rabbimin huzurunda cennetin hullelerinden birini giyerim. Sonra arşın sağ tavafında dururum. Benden başka hiç kimse o makamda bulunamaz. 232
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle diyor: Ashâbtan bir grup oturup Hazret-i Peygamber'i beklediler. Hazret-i Peygamber çıkıp onlara yaklaştığında aralarında müzakere ettiklerini gördü. Onlar diyorlardı ki:
- Hayret! Allahü teâlâ mahlûkundan İbrahim'i dost edinmiştir.
- Acaba Musa'nın (aleyhisselâm) konuşmasından daha hayret vericisi var mıdır? Muhakkak Allah onunla konuştu!
- Îsa (aleyhisselâm) Allah'ın kelimesi ve Allah'tan gelen ruhtur.
- Âdem'i Allah seçti.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara selâm verdi ve şöyle dedi:
Konuşmanızı, İbrahim'in Allah'ın dostu olduğunu takdir edişinizi dinledim. İbrahim'in (aleyhisselâm) Allah'ın dostu olduğu doğrudur. Musa (aleyhisselâm) Allah ile konuşmuştur, bu da doğrudur. Îsa (aleyhisselâm) Allah'tan gelen bir ruhtur ve Allah'ın kelimesidir, bu da doğrudur. Allah Âdem'i (aleyhisselâm) seçmiştir, bu da doğrudur. Ben de Allah'ın habibiyim. Bununla böbürlenmem. Ben kıyâmet gününde Liva'ül-Hamd'ın taşıyıcısıyım. Bununla da övünmüyorum. Ben ilk şefaat eden ve ilk şefaati kabul edilenim. Bununla da böbürlenmiyorum! Cennetin halkasını ilk çalan benim! Allah bana kapıyı açar, cennete girerim. Benimle beraber Mü'minlerin fakirleri de vardır. Bununla da övünmüyorum! Ben öncekilerin ve sonrakilerin en şereflisiyim. Bununla da övünmüyorum. 233
220) Mutezile ve Havâric mezhebinin bir kısmı, ateşe giren günahkârların şefaatle ateşten çıkacakları görüşünü 'Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez' mealindeki âyet ve benzerleriyle karşı çıkıp kabul etmemişlerdir,. Ehl-i Sünnet âlimleri ise bu hususta gereken cevapları vermişlerdir. (Geniş bilgi için bkz. İthâfu's-Saâde, X/485)
221) Ancak kâfir küfründen, fâsık fışkından, bid'atçı da bid'atımdan dolayı tahkir edilir. Zira Allahü teâlâ zâlimlere açıkça lânet okumaktadır.
222) Müslim, (Abdullah b. Amr b. el-As'dan)
223) Müslim, Buhârî, (Câbir'den)
224) Tirmizî, İbn Mâce
225) Tirmizî, (hasen olarak) ; İbn Mâce, (Ebû Said el-Hudrî'den)
226) Müslim, Buhârî
227) Taberânî, Evsat
228) İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (Büreyde'den hasen bir senedle)
229) Müslim, Buhârî. Hümeyra kelimesi yanlıştır. Hadîsin metninde Hacer kelimesi vardır ve Hacer belli bir şehrin ismidir. Busra ise Şam diyarında bir kasabanın adıdır.
230) İbn Amr b. Semmak, (Ebû Umame'den) , Ancak 'orada iki kabileden birisi kadar' tabiri vardır. Bazı şeyhler o kişinin Hazret-i Osman olduğunu rivâyet ederler. (İthaf us-Saatle, X/495)
231) Tirmizî
232) Tirmizî
233) Tirmizî
41. Kevser Havuzu
Havz büyük bir ikramdır. Allahü teâlâ bu ikramı peygamberimize tahsis etmiştir. Hadîsler havzııı vasfını belirtmiştir. Allahü teâlâ'dan ümidimiz dünyada havz hakkındaki bilgiyi, âhirette de onun tadını bize nasip etmesidir; zira havzumun sıfatlarından biri şudur: Havzdan içen bir kimse hiçbir zaman susamaz.
Enes (radıyallahü anh) şöyle anlatıyor: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ara uyukladıktan sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. Ashâb 'Ey Allah'ın Rasûlü! Neden güldün?' diye sordu. Hazret-i Peygamber 'Bana şimdi bir âyet indi dedikten sonra Kevser sûresini okuyup şöyle dedi:
- Kevser'in ne olduğunu biliyor musunuz?
-Allah ve Rasülü daha iyi bilir.
- Kevser, bir nehirdir. Rabbim cennette onu bana va'detti. O nehrin üzerinde çok hayır vardır. Onun yanında bir havuz var. Kıyâmet gününde ümmetim o havuzun başında toplanacaklar. O havuzun kapları gökteki yıldızlar kadardır. 234
Enes, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Cennette yürüdüğüm bir anda gözüme bir nehir ilişti. Nehrin iki kıyısına içi delikli inciden mâmûl kubbeler serpilmişti. Cebrâîl'e dedim ki:
- Ey Cebrâil bu nedir?
- Bu, rabbinin sana verdiği kevserdir. Melek elini havuzun altına vurdu. Çamurunun halis misk olduğunu gördüm. 235
Yine Enes, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Havzumun iki tarafının arasındaki mesafe, Medine ile San'a (veya Medine ile Amman) arasındaki mesafe kadardır. 236
İbn Ömer Kevser Sûresi inince Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:
Kevser cennette bir nehirdir. İki tarafı altından yapılmıştır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve miskten daha güzel kokuludur. O su inci ve mercan kayaları üzerinde akar. 237
Hazret-i Peygamberin âzadlısı Sevban b. Bücded, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Muhakkak ki benim havuzumun mesafesi Aden ile Belka arası kadardır. Havuzumun suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Havuzumun testileri gökteki yıldızlar kadardır. Kim ondan bir yudum içerse, artık ebediyyen susamaz. Havza ilk varan muhacirlerin fakirleridir. 238
Bunun üzerine Hazret-i Ömer sordu:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar kimlerdir!
- Başları (yoksulluktan ötürü) tozlu toprakla elbiseleri pejmürde, nimetler içerisinde olan kadınlarla evlenmeyen ve kendilerine baş olma kapıları açılmayan kimselerdir.
Bu hadîsi işitince Ömer b. Abdülazîz şunları söyledi: 'Yemin ederim, ben nimetler içerisinde beslenen kadınlarla evlendim. Abdülmelik'in kızı Fâtıma ile evlendim. Bana riyaset kapıları açıldı, (Öyleyse ben o havuza ilk varanlardan olamam) . Ancak rabbim bana rahmet ederse o başka! Bundan sonra başım kirlenmedikçe ona yağ sürmem. Elbisem kirlenmedikçe yıkamam.
Ebû Zer diyor ki: Hazret-i Peygambere 'Havuzun kabı nedir (veya ne kadardır?) ' diye sordum, dedi ki:
Muhammed'in (aleyhisselâm) nefsini kudret elinde tutana yemin olsun! Havzun kapları, bulutsuz ve kapkaranlık gecede parlayan gökteki yıldızların sayısından daha fazladır. O havuzdan içen bir kimse, ebediyyen susamaz. Havuzun üzerinde son bulan, cennetten oraya iki musluk akar. Havuzun eni, uzunluğu gibidir. Amman ile ile arasındaki mesafe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. 239
Semûre, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Her peygamberin bir havuzu vardır. Her peygamber havuzuna gelen insanların fazlalığıyla iftihar eder. Ben, benim havuzumun onların en kalabalığı olmasını umuyorum. 240
İşte bu, Hazret-i Peygamber'in ümididir. Her kul havuza gidenlerin arasında olacağını ümit etmelidir. Mağrur olup da ümit etmesin. Çünkü hasadı uman, tohumu eker, yeri temizler, sular, sonra oturup Allah'tan ekini bitirmesini, kasırganın, dolunun ekine dokunmamasını niyaz eder. Nadas etmeyi veya tarlayı temizleyip sulamayı terkedip de Allah'tan ekin ve meyve bitirmesini uman bir kimseye gelince, bu kimse aldanmış ve kuruntuya kapılmış bir kimsedir. Bu kimse, Allah'ın fazlını ümit edenlerden değildir. İşte halkın çoğunun ümidi böyledir. Bu, ahmakların aldanışıdır. Aldanmak ve gafletten Allah'a sığınıyoruz; zira tedbir almadan Allah'ın fazlına aldanmak, dünya ile aldanmaktan daha tehlikelidir.
Ey insanlar! Allah'ın va'di gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) Allah ile sizi aldatmasın! (Fâtır/5)
234) Müslim
235) Tirmizî, (hasen olarak)
236) Müslim
237) Tirmizî, (hasen sahih olarak)
238) Tirmizî, (garîb olarak) . Belka Şam diyarında bir beldenin adıdır.
239) Müslim
240) Tirmizî, (garîb olarak)
42. Cehennem, Dehşeti ve Azabı
Ey nefsinden gâfil! Yok olmaya yaklaşan ve şu fani dünyanın meşgaleleriyle aldanan kişi! Kendisinden göç edip gideceğin dünya hakkında düşünmeyi bırak! Ebediyyen kalmak üzere varacağın âhiret için düşün! Zira sana haber verilmiştir ki ateş, bütün insanların varacağı yerdir.
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. «Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)
Senin cehenneme uğraman kesindir. Cehennemden kurtulacağın ise, şüphelidir. Öyleyse oraya girme korkusunu düşün! Böylece ondan kurtulmak için hazırlık yapman umulur. Mahlûkların hallerini düşün ki kıyâmetin dehşetlerinden çektiklerini çekmişlerdir! Kıyâmetin üzüntü ve dehşetleri içinde ve kıyâmet haberlerinin hakikatini, şefaatçilerin şefaatini beklerken, ansızın mücrimlerin etrafını karanlıklar kaplar. Onların üzerine alevli bir ateş gölge yapar. O ateşin nefes alıp vermesini ve homurtusunu dinlerler. Bu homurtu da ateşin şiddetli öfkesinden haber verir. İşte bu anda mücrimler helâk olacaklarına kesin gözüyle bakarlar. Ümmetler diz üstü çökerler, Hatta günahtan beri olanlar bile bu kötü neticeden korkarlar. Zebanilerden bir tellâl çıkıp şöyle bağırır:
Dünyada nefsini tûl-i emel ile aldatan, ömrünü kötü işlerde harcayan falan oğlu falan nerede?
Böylece demirden yapılmış tokmaklarla o kimsenin üzerine üşüşürler, tehditlerin büyükleriyle onu karşılarlar. Onu şiddetli azaba sevkederler. Cehennemin derinliğine baş aşağı atarak şöyle derler:
Tad, zira sen kendince üstündün, şerefliydin. (Duhân/49)
Etrafları dar, yolları karanlık, tehlikeleri belli olmayan, içinde ebediyyen esir kalman, ateş yanan, içindeki içkileri sıcak su olan bir yurtta bulunurlar. Ebedî kalacakları yer cehennemdir. Zebanilerin tokmaklarıyla ezilirler. Cehennem kendilerini toplar. Onların, o yurttaki istekleri helâk olmaktır. Fakat oradan kurtuluşları yoktur. Ayakları alınlarına bağlanmış, gözleri günahlarının zulmetinden simsiyah kesilmiştir. O yurdun köşelerinden şöyle bağırırlar:
Ey Mâlik! Bize azap tatbik edildi! Bize vurulan prangalar ağır bastı. Ey Mâlik! Derilerimiz pörsüdü! Ey Mâlik! Bizi buradan çıkar. Muhakkak ki biz bir daha kötülüklere dönmeyeceğiz.
Bunun üzerine zebaniler derler ki: 'Heyhât! Nereden çıkacaksınız? Artık temennilerin zamanı geçmiştir. Zillet evinden sizin için çıkış yoktur. Orada ümitsiz olun, konuşmayın! Eğer siz, oradan çıkarılmış olsanız "muhakkak yasaklandığınız şeylere tekrar dönersiniz!'
Onlar o anda ümitsiz olurlar. Allah'a karşı işlemiş oldukları suçlardan ötürü esef ederler. Fakat pişmanlık onları kurtarmaz. Esef onlara fayda vermez. Onlar elleri bağlı olduğu halde yüz üstü düşerler. Üstlerinde ve altlarında, sağ ve sollarında ateş vardır. Onlar ateş denizine dalmışlardır. Yiyecekleri ateş, içecekleri ateş, elbiseleri ateş, yatakları ateştir. Onlar ateşten cübbeler, katrandan gömlekler giyer, tokmakların vuruşu ve zincirlerin ağırlığı altında kıvranırlar. Onlar cehennemin dar geçitlerini geçmeye mecbur olurlar. Onun derekelerinde hurdahaş olurlar. Orada tir tir titrerler. Kazanların kaynaması gibi ateş onları kaynatır. Onlar azap isterler, helâk isterler. Onlar azabı istediklerinde başlarının üzerine hamım (sıcak su) dökülür. O hamîm ile onların içindeki her şey erir. Onların derileri de erir.
Onlar için demirden yapılmış tokmaklar vardır. O tokmaklarla alınları kırılır. Ağızlarından irin akar. Susuzluktan ciğerleri paramparça olur. Gözbebekleri yanakları üzerine akar. Yanaklarından etleri düşer. Her taraftan kıllar düşmeye başlar. Hatta derileri düşer. Derileri pörsüdükçe onlara başka deriler giydirilir. Kemikleri etten sıyrılır. Ruhlar, damarlar, kemikleri bağlayan asablarla baki kalmıştır. Onlar, o ateşlerin alevleri arasında ümitsiz kalır. Onlar bu durumda ölümü temenni ederler, fakat ölemezler.
Acaba yüzleri kömürden daha fazla siyahlaştığı, gözleri körleştiği, dilleri tutukluğu, belleri kırıklığı, kemikleri hurdahaş olduğu, kulakları kesildiği, derileri yırtıldığı, elleri boyunlarına bağlandığı, alınları ile ayaklan bir araya getirildiği, yüzleriyle ateş üzerinde yürüdükleri, gözleriyle demir dikenlere bastıkları zaman onlara bakarsan senin durumun ne olacaktır? Ateşin alevleri onların bedenlerinde gezer. Cehennemin yılan ve akrepleri, azalarına yapışır. Bu durumu gördüğünde halin ne olacaktır?
İşte bu söylediklerimiz, onların hallerinden bir parçadır. Şimdi ise, dehşetlerinin tafsilâtına bir bak. Cehennemin vadileri ve dereleri hakkında düşün; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cehennemde yetmiş bin vadi vardır. Her vadide yetmiş bin dere vardır. Her derede yetmiş bin ejderha, yetmiş bin akrep vardır. Kâfir ve münafık bütün bunlardan geçmeden cehennemin altına varamaz,241
Hazret-i Ali, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
- Hüzün kuyusundan (veya vadisinden) Allah a sığınırız!
- Ey Allah'ın Rasûlü! Hüzün kuyusu (veya vadisi) ne demektir?
- Cehennemde bir vadidir ki cehennem her gün yetmiş defa onun şerrinden Allah'a sığınır, Allah onu, Kur'ân okurken riyakârlık yapanlar için hazırlamıştır. 242
İşte bu söylediğimiz cehennemin genişliği ve vadilerin derecelere bölünmesidir. Bunlar da dünyanın vadileri ve şehvetleri adedincedir. Kapılarının adedi ise, kulun kendileriyle isyan ettiği yedi âzanın adedi kadardır. O kapıların biri diğerinin üstündedir. En üstündekine Cehennem, sonrakine Sekar, sonrakine Lezza, sonrakine Hutame, sonrakine Sair, sonrakine Cahîm, sonrakine Hâviye denir.
Şimdi Hâviye'nin derinliğini dikkatle izle! Zira onun derinliğinin hududu tıpkı dünya şehvetlerinin derinliğinin hududunun olmadığı gibi yoktur. Nasıl ki dünyanın bir ihtiyacı, insanı daha büyük bir ihtiyaca götürürse, cehennemin Hâviye'si de kendisinden daha derin bir hâviyeye götürür.
Ebû Hüreyre diyor ki: Hazret-i Peygamber ile beraberdik. O anda bir gürültü işittik. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Biliyor musunuz, bu neyin düşüşüdür?' dedi. 'Allah ve Rasûlü daha iyi bilir' dedik. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Bu bir taştır. Yetmiş sene önce cehenneme atıldığı halde şimdi cehennemin dibine vardı. 243
Sonra cehennem derekelerinin değişik olmalarına dikat et; zira âhiret, derece bakımından daha büyük, fazilet bakımından daha yücedir. Nasıl ki insanların dünyaya üşüşmeleri değişik, kimi dünyada gark olan bir kimse gibi dünyaya dalmış, dünyadan çokça edinmiştir, kimi belli bir hududa kadar dalmıştır, tıpkı bunun gibi ateşin onları sıkıştırması da değişiktir; zira Allahü teâlâ zerre kadar zulmetmez. Ateşte olan herkesin üzerine, nasıl olursa olsun azabın çeşitleri arka arkaya gelmez. Her birinin belli bir hududu vardır. Azabı isyan ve günahına göredir. Ancak azâb en az olana, dünya bütün varlıklarıyla verilse, içinde bulunduğu azabın şiddetinden kurtulmak için onların hepsini feda ederdi.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Cehennem ehlinin azabı enaz olanına, cehennemde ateşten yapılmış iki papuç giydirilir ki onların hararetinden onun beyni fıkır fikir kaynar. Eğer cehennem Gassak'dan bir kova dünyaya atılsaydı, yeryüzünde yaşayanların hepsi onun pis kokusunu hissederdi. Eğer Zakkum'dan bir damla dünya denizlerine akıtılsa idi, dünya ehlinin maişetini ifsâd ederdi. Acaba yiyeceği zakkum olanın hali nice olacaktır?250
Enes, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Allah sizi neye teşvik etmişse, onu isteyin. Azabından, ikabmdan ve cehenemden korkup sakının! Eğer cennetin bir damlası, dünyanızda olsaydı, herşeyi güzelleştirip hoşlaştırırdı. Eğer cehennemden bir damla beraberinizde olsaydı, dünyanızı çirkinleştirirdi'. 251
Ebu'd Derda, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Cehennem ehline azık verilir. Öyle ki azıkları, içinde bulundukları azaba denk gelir. Bunun üzerine yemek hususunda imdat isterler. Onlara açlığı bertaraf etmeyecek ve kuvvet vermeyecek dari'den verilir. Bağırıp yemek isterler. Onlara boğaza takılan yemek verilir. Dünyada iken boğaza takılan lokmaları su ile geçirdiklerini hatırlarlar ve su isterler. Onlara demirden yapılmış çengellerle hamîm uzatılır. Onların yüzlerine yaklaştığında yüzlerini yakar. Karınlarına girdiğinde iç organlarını paramparça eder. Bunun üzerine birbirlerine 'Cehennem bekçisini çağırınız! derler.
Cehennem bekçisini çağırarak derler ki: 'Rabbinizden şu azabı bir gün dahi olsa bizden kaldırmasını isteyiniz!' Cehennem bekçileri onlara 'Dünyada iken peygamberler delillerle size gönderilmedi mi?' derler. Onlar 'Evet! Bize peygamberler gönderildi!' cevabını verince, cehennem bekçileri 'Öyleyse bağırmız! Kâfirlerin bağırması sapıklıklarından dolayıdır'.
Râvî der ki: Bunu üzerine cehennemlikler birbirlerine 'ınâlik'i çağırın!' derler. Böylece Mâlik'i çağırıp derler ki: 'Ey Mâlik! Rabbin aleyhimizde hükmetsin. (Yani bizi yok edip bu azaptan kurtarsın!) ' Mâlik onlara 'Siz burada kalıcılarsınız!' cevabını verir.
A'ınr252 der ki: 'Bana haber verildiğine göre onların çağırmalarıyla Mâlikin kendilerine cevap vermesi arasında bin senelik bir zaman geçer'.
Râvî der ki: Birbirlerine 'O halde rabbinizi çağırın! Rabbinizden daha hayırlı hiç kimse yoktur!' derler. Bunun üzerine şöyle niyazda bulunurlar: 'Ey rabbimiz! Şekavetimiz bize galebe çaldı. Biz sapıtmış bir kavim idik. Ey rabbimiz! Bizi cehennemden çıkar. Eğer biz çıkarıldıktan sonra eskisi gibi sapıklığa dönersek muhakkak bu takdirde zâlimleriz'.
Onlara şu cevap verilir: 'Cehennemde ümitsiz olun! Benimle konuşmaym'. Bu cevaptan sonra cehennem ehli her hayırdan ümitsiz olurlar ve vaveylâ koparıp üzüntüye dalıp azaba garkolurlar. 253
Ebû Umame şöyle rivâyet etmektedir:
Ardından da kendisine irin (gibi) bir suyun içirileceği cehennem (onu bekmektedir) . O suyu yutmaya çalışır, fakat boğazından geçiremez. (İbrahim/16-17)
Kişinin ağzına irin suyu yaklaştırılır, kişi ondan tiksinir. Ona su yaklaştırılınca yüzünü yakar. Başının tepesindeki deriyi düşürür. Suyu içtikten sonra bağırsakları parçalanıp arkasından dökülür.
(Şimdi bu nimetler içinde yaşayanlar) , ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parçalayan sıcak suyun içirildiği kimseler gibi olur mu? (Muhammed/15)
Eğer (susuzluktan) feryâd edip yardım isteseler erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile kendilerine yardım edilir. (Kehf/29) 254
İşte bunlar, cehennemliklerin yemekleri ve içkileridir. Acıkıp susadıklarında bunları yer ve içerler.
Şimdi cehennemin yılan ve akreplerine, onların zehirlerinin şiddetine, cisimlerinin büyüklüğüne, görünüşlerinin korkunçluğuna dikkat et! Onlar cehennem ehline musallat edilir. Onlar bir saat dahi zehirli iğnelerini batırmadan ve ısırmadan durmazlar.
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Kim? Allahü teâlâ ona servet verdiği halde servetinin zekâtını vermezse, o servet kıyâmet gününde kel (zehirden tüyleri dökülmüş) ve gözleri üzerinde siyah iki nokta olan (dört gözlü) bir yılana dönüşür. Onun boynuna dolandıktan sonra dudaklarına yapışır ve kendisine şöyle der: 'Ben senin malınım. Dünyadaki hazinenim!'
Hazret-i Peygamber bunu söyledikten sonra şu âyeti okudu:
Allah'ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Aksine, o kendileri için şerlidir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
(Al-i İmrân/170) 255
Cehennemde deve boynu gibi yılanlar vardır. Bir defa soktuğunda kırk sene onun acısı hissedilir. Cehennemde palanlı katırlar gibi akrepler vardır. Bir defa ısırdığında kırk sene harareti duyulur. 256
İşte bu yılan ve akrepler dünyada cimrilik eden kimselere musallat olurlar. Kötü ahlâklı ve insanlara eziyet verenlere, eziyet verirler. Kim bu söylediklerimizden korunmuş ise bu yılanların şerrinden de korunur ve kendisine bunlar gösterilmez. Bütün bunlardan sonra cehennem ehlinin iskeletlerinin büyüklüğünü düşün. Allahü teâlâ, azaplarının artması için, cehennemliklerin cisimlerini büyütür. Onlar ateşin dalgalarını, yılan ve akreplerin ısırmasını daimî bir şekilde bütün azalarında hissederler!
Cehennemde kâfirin dişi, Uhud dağı kadar büyür/Derisinin kalınlığı üç günlük bir mesafe kadar olur. 257
Kâfirin alt dudağı göğsünün üzerine sarkar, üst dudağı ise yüzünü kapatacak şekil de yukarıya doğru kalkar. 258
Kâfir kıyâmet günü Siccîn'de dilini yerde sürür. Halk onun diline basar. 259
Cisimlerinin büyüklüğüyle beraber defalarca ateş onları yakar. Derileri ve etleri yenilenir. Yine de yakılırlar.
Derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz. (Nisa/56)
Hasan-ı Basrî bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: 'Ateş her gün onları 70. 000 defa yiyip bitirir. Onları her bitirdikçe 'Eski halinize dönün!' denir. Onlar da eskiden olduları gibi olurlar'.
Bunlardan sonra, şimdi de cehennem ehlinin ağlamasını, cehennemin homurdanmasını, cehennemliklerin azap istemelerini düşün! Bu durum, onlar ilk ateşe atıldıklarında onlara musallat kılınır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
O günde cehennem getirilir. Cehennemin 70. 000 yuları vardır. Her yularına 70. 000 melek yapışmıştır. 260
Enes, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Ateş ehline ağlamak musallat kılınır. Gözyaşları bitinceye kadar ağladıktan sonra yüzlerinde çukurlar biçiminde yarıklar görününceye kadar kan ağlarlar. Eğer o çukurlara gemiler bırakılsa yüzerlerdi. 261
Onlara ağlama, homurdanma, bağırma, azap isteme izni verildikçe onlar bir tür rahatlık hissederler. Fakat onlar bundan da menolunurlar.
Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî demiştir ki: Cehennem ehlinin beş çağırması vardır. Allahü teâlâ dördünde onlara cevap verir. Beşincisinden sonra artık ebediyyen konuşamazlar:
1. Cehennem ehli öyle der:
Ey rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün. İki defa dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi (şu ateşten) çıkmak için (bize) bir yol var mı? Fakat var mı (dönüp dünyaya) çıkmaya bir yol? (Mü'min/11)
Bunun üzerine, Allahü teâlâ onlara cevap vererek buyurur:
Bu (duruma düşmeniz) in sebebi şudur: Tek Allah'a çağrıldığınız zaman inkâr ederdiniz. O'na ortak koşulunca inanırdınız. Artık hüküm yüce ve büyük Allah'ındır. (Mü'min/12)
2. Sonra cehennem ehli derler ki: Rabbimiz, gördük, işittik, bizi (dünyaya) geri çevir, sâlih amel işleyelim. (Secde/12)
Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara şöyle cevap verir:
Peki, önceden sizin için hiçbir zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz? (İbrahim/44)
3. Cehennem ehli şöyle der: Rabbimiz bizi çıkar! (Önceki) yaptığımızdan başkasını yapalım.
(Fâtır/37) Allahü teâlâ onlara cevap vererek şöyle buyurur:
Sizi, öğüt alacak kimsenin, öğüt alacağı kadar bir süre yaşatmadık mı? Size uyarıcı da geldi. Öyleyse (azabı) tadın artık. Zalimlerin yardımcısı yoktur. (Fâtır/37)
4. Sonra cehennemlikler şöyle derler: Ey rabbimiz! Kötü talihimiz bizi mağlup etti ve biz sapık bir topluluk olduk. Ey rabbimiz! Bizi bu ateşten çıkar. Eğer bir daha dönersek, artık biz gerçekten zâlimleriz.
(Mü'minun/106-107)
Allahü teâlâ onlara şöyle cevap verir:
Ses çıkarmayın! Sinin orada! Benimle konuşmayın! (Mü'minun/108)
Cehennemlikler bu cevaptan sonra artık ebediyyen konuşamazlar. Bu ise şiddetli azabın en korkuncudur!262
Artık biz sızlansak da sabretsek de birdir; kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur. (İbrahim/21)
Mâlik b. Enes, Zeyd b. Eslem'in bu ayetin tefsirinde şöyle dediğini naklediyor: 'Cehennem ehli yüz sene sabrettikten sonra, yüz sene sızlandılar. Sonra yüz sene sabrettiler. Sonra dediler ki: İster sızlanalım, ister sabredelim bizim için birdir'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet günü ölüm beyaz olur Koç şeklinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında iki diyarın ehli görecek bir şekilde kesilir ve denilir ki: 'Ey cennetlikler ve cehennemlikler! Ölümsüz bir ebedîlik içindesiniz'.
Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediği rivâyet edildi: 'Bir kişi vardır bin sene sonra cehennemden çıkar. Keşke ben o kişi olsaydım'.
Hasan-ı Basrî'nin bir zaviyede oturup ağladığı görüldü. 'Neden ağlıyorsun?' diye sorulunca 'Allah'ın beni cehenneme atıp buna da aldırmamasından korkuyorum' dedi.
İşte buraya kadar saydıklarımız, kısaca cehennem azabının çeşitleridir. Cehennemin üzüntülerine, meşakkat ve hasretlerinin tafsilatına gelince, bunun sonu yoktur. Bu bakımdan cehennemlikler için şiddetli azapla beraber en büyük felâket cennet nimetini ve Allah'ın mülâkatını elden kaçırma, Allah'ın rızasını kaybetmektir. Onlar, bütün bunları ucuz bir fiyata sattıklarını bilirler; zira bunları, dünyada kısa günlerde hakir şehvetlerle sattılar. Oysa o şehvetler de onlar için dupduru değildi, bulanık ve karışıktı. Onlar kendi kendilerine şöyle derler: 'Vah hâlimize! Biz rabbizime isyan etmek suretiyle nefislerimizi helâk ettik? Kısa günlerde sabretmedik. Eğer sabretseydik o günler zaten şimdi geçmişti. Biz de şu anda âlemlerin rabbinin komşuluğunda olacaktık. Rıza ve rıdvanıyla nimetlenecektik'. Ey insanlar! Bu kimselerin üzüntüsü ne büyük! Onların elinden kaçan kaçmış! Onlar mübtelâ olduklarıyla mübtelâ olmuşlardır. Onların beraberlerinde dünyanın nimet ve lezzetlerinden birşey kalmamıştır. Sonra onlar cennet nimetlerini görmeseydiler, üzüntüleri pek büyümezdi. Fakat cennet nimetleri onlara gösterilir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Kıyâmet gününde, cehennemden bazı kimselerin cennete getirilmesi emroiunur. Cennete 3'aklaşıp cennet kokusunu duydukları, köşkleri ve cennetlikler için Allahü teâlâ'nın hazırladığı nimetleri gördüklerinde onları getirenlere şöyle denir: 'Cennetten onları uzaklaştırın! Onların cennette nasipleri yoktur'. Onlar öyle bir hasretle geri dönerler ki öncekiler ve sonrakilerin hiç biri o hasretin benzeriyle geri dönmemişlerdir. Onlar derler ki: 'Ey rabbimiz! Bize sevabından ve hâlis kulların için cennette hazırladığın nimetten göstermeden önce bizi cehenneme soksaydın bizim için daha kolay olurdu! Böyle yapmamın hikmeti şudur: Siz başbaşa kaldığınızda büyük günahlarla bana meydan okuyordunuz. Halkla bir araya geldiğinizde, onlardan korkuyordunuz. Halka bana kalplerinizde vermiş olduğunuzun hilafını gösteriyordunuz. Halktan korkuyordunuz, fakat benden korkmuyordunuz. Halkı büyüttünüz, fakat benim azametime lâyık olan büyüklüğümü takdir etmediniz. Halk için uygun olmayanı bıraktınız, fakat benim için bırakmadınız. Öyle ise bugün size elem verici azabı tattıracağım. Hem de mahrum olduğunuz ebedî sevapla beraber!263
Ahmed b. Harb en-Nişaburî şöyle demiştir: 'Bizden bir kimse gölgeyi güneşe tercih eder. Fakat cenneti cehenneme tercih etmez'.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Nice sıhhatli beden, nice güzel yüz ve nice fasih dil vardır ki yarın cehennem tabakaları arasında sabahlayacaktır!'
Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm) şöyle demiştir: İlâhî! Güneşin hararetine takatim yok! Ateşinin hararetine nasıl güç yetireceğim? Rahmetinin sesine sabrım yok iken, azabının sesine nasıl sabredeceğim?'
Ey miskin! Şu dehşetlere dikkat et. Bil ki Allahü teâlâ, dehşetleriyle beraber ateşi yarattı. Ona ehil olanları yarattı. Onlar ne fazlalaşır, ne de eksilirler. Bu, verilmiş bitmiş bir hükümdür.
Onları hasret gününe karşı uyar ki o zaman kendileri (her şeyden) habersiz bir halde inanmamakta ısrar ederlerken iş bitirilmiş olur. (Meryem/39)
Hayatımla yemin ederim! Bu hüküm ile kıyâmet gününe ve başlangıcı olmayan ezele işaret var. Fakat daha önceki hükmü kıyâmet gününde belirtmiştir. Hakkında ezelî hükmün nasıl verildiğini bilmediğin halde güler, oynar, dünyanın hakir şeyleriyle meşgul olursun, haline ne kadar hayret edilse yeridir.
Keşke varacağım yeri, sonumun ne olacağım, hakkımda kazanın nasıl hükmettiğini bilseydim' dersen, sana şunları tavsiye ederim: Senin için bir alâmet vardır. Onunla yakınlaşıp ondan ötürü ümidini tasdik edersin. O da şudur: Hallerine ve amellerine bakmalısın; zira her insan niçin yaratılmış ise, ona muvaffak olur. Eğer senin için hayır yolu kolaylaştırılmış ise, sevin! Muhakkak sen cehennemden uzaksın. Eğer sen hayrı her istediğinde senin önüne mâniler çıkıp seni hayırdan uzaklaştırırsa, şerri yapmak istediğinde de onun sebepleri senin için kolaylaştırılırsa, bil ki hüküm senin aleyhine verilmiştir. Çünkü bu durumun neticeye delâlet etmesi, yağmurun bitki bitirmeye ve dumanın ateşe delâlet etmesi gibidir.
İyiler naîm cennetindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. (İnfitar713-14)
Öyle ise nefsini bu iki ayetin terazisiyle tart. Böylece iki yerden hangisinin istikrar yerin olduğunu anlarsın. Allah en doğrusunu
241) İbn Kanî, Mu'cem
242) İbn Adiyy
243) Müslim
244) Buhârî, Muslini
245) İbn Abdilberr
246) Tirmizî
247) Buhârî, Müslim
248) İmâm-ı Ahmed, Abd b. Humeyd, Müslim, Nesâî, İbn Mâce ve Ebû Ya'lâ, (Enes'ten merfû olarak)
249) Tirmizî
250) Tirmizî, (hasen sahih olarak) ; İbn Mâce
251) Beyhâkî
252) Süleyman b. Mehran Kûfeli'dir. Bu hadîsin ravilerinden biridir.
253) Tirmizî
254) Tirmizî, (garîb olarak)
255) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
256) İmâm-ı Ahmed, İbn Hıbbân, Taberânî, Hâkim
257) Müslim
258) Tirmizî
259) Tirmizî
260) Müslim, (İbn Mes'ûd'dan)
261) İbn Mâce, (Yezid er-Rakkaş'tan)
262) İhyâ'nın birçok nüshasına müracaat ettiğimiz halde cehennemliklerin beşinci çağrılarına tesadüf edilememiştir!
263) Ebû Hüdbe, Erbain; Taberânî, Kebîr; Ebû Nuaym, Hilye; İbn Asâkir ve İbn Neccar, (Adiyy b. Hâtim'den)
43. Cennet ve Çeşitli Nimetleri
Üzüntü ve gamları bilinen o cehennem yurdundan başka bir yurt vardır. Bu ikinci yurdun nimetlerini ve sevincini düşün; zirâ onların birinden uzaklaşan, şüphesiz diğerine yerleşir. Cehennemin dehşetlerini uzunca düşünmek suretiyle kalbinde körkuyu, cennetliklere va'dedilen daimî nimet hakkında uzunca düşünmek sureliyle de ümidi kazanmaya çalış. Nefsini korkunun kamçısıyla sürüp ümidin yularıyla dosdoğru yola çek! Bunun vasıtasıyla büyük mülke nâil olur, elem verici azaptan selim kalırsın!
Cennet ehli ve yüzlerindeki nimet parıltıları hakkında düşün. Onlara miskle mühürlenmiş cennet şarabı içirilir. Kırmızı yakuttan yapılmış minberler üzerinde, beyaz incilerden yapılmış çadırlar içinde otururlar. O çadırlarda yeşil ve nâdide halılar serilidir. Onlar cennet şarabı ile bal akan nehirler etrafında kurulan tahtlar üzerine yaslanmışlar, etrafları hizmetçilerle kaplıdır. Güzel, ela gözlü hurilerle o cennetler süslenmiştir. Sanki o huriler yakut ve mercan gibidirler. Kocalarından önce onlara ne insan, ne de cin dokunmamıştır. O huriler cennetlerde yürürler. Onlardan biri yürüdüğünde yerlerde sürünen eteklerini yetmiş bin vildan omuzlar. O koltukların üzerinde öyle güzel beyaz ipekliler vardır ki berraklığından gözler kamaşır. İnci ve mercan ile süslenmiş taçlar giyerler. Nazlı cilveli, güzel kokulu, ihtiyarlıktan ve hastalıktan emindirler. Sadece çadırlarında otururlar. Yakuttan yapılmış köşklerde dururlar. Kocalarından başkasına bakmazlar. Ela gözlüdürler. Sonra cennet ehli ile o huriler arasında içenler için lezzet verici bembeyaz bir şerbet gezdirilir. Onlara hizmetçiler, vildanlar hizmet ederler. Her türlü kirlerden korunmuş, inciler gibi hizmetçiler! Bütün bunları yaptıklarının karşılığı olarak emin bir yerde, bahçeler, çeşmeler ve nehirler arasında, kudret sahibi bir sultanın katında, dosdoğru bir makamda oldukları halde görürler. Onlar o makamda kerîm olan sultanın cemâline bakarlar. Onların yüzlerinde nimetin nuru parlamaktadır. Onlara ne bir toz, ne de bir zillet isabet eder, onlar şerefli kullardır. Rablerinden gelen çeşitli hediyeler alırlar. Onlar nefislerinin çektiği nimetler içerisinde ebedîdirler. O cennette ne korkar, ne de üzülürler. Onlar felâketlerin gelmesinden emindirler. Onlar o cennette nimetlenir, yemeklerinden yer, nehirlerinden su, cennet şarabı ve bal içerler. O nehirlerin tabanları altından, kumları mercandandır. Onun tabanında kum yerine halis misk vardır. Onun etrafındaki bitkiler za'feran'dır. Kâfur tümsekleri üzerinde oldukları halde nesrin suyu ile dolu bulutlardan yağmurlanırlar! Onlara testiler verilir. Ama ne testiler! Gümüşten yapılmış, dürr, yakut ve mercan ile işlenmiş testiler. Bir testi ki onda mühürlü rahik bulunur. O rahik tatlı selsebil ile karışıktır. Bir testi ki cevherinin berraklığından parlar. Cennet şarabının rikkat ve kırmızlığı onun içinde görülür. Onu bir insan yapmamış ki tesviyesinde kusur etsin. Sanatının güzelliğinde eksik bulunsun. O testi öyle bir hizmetçinin elindedir ki o hizmetçinin yüzünün ziyası, parlayan güneşi andırır. Fakat güneşte o suretin halaveti gibi bir halâvet nerede vardır? O yanakların güzelliği, o gözlerin melâhat! nerede? Hayret o kimseye ki sıfatları bu olan birrda inanıyor ve bu yurdun ehlinin ölmeyeceğine ve bu yurda inenlere felâketlerin dokunmayacağına inanıyor da buna rağmen Allahü teâlâ'nın harâb olmasına izin verdiği bir yurda önem veriyor, bu nimetlerin altında olan bir maişet boşuna gidiyor, Allah'a yemin ederim, eğer o cennette ölümden, açlık, susuzluk ve benzer şeylerden emin olmakla beraber bedenlerin selametlerinden başka birşey olmasaydı, bu da dünyayı terketmek için yeterli bir sebep sayılırdı ve geçici bir yurda tercih edilirdi. Cennet, dünyaya nasıl tercih edilmez. Oysa onun ehli emin olan padişahlardır. Sevincin çeşitleri içerisinde nimetlenirler. Onlar ne isterlerse, kendilerine verilir. Hergün arşın sahasında hazır bulunurlar. Allahü teâlâ'nın kerîm yüzüne bakarlar. Allah'a bakmak vasıtasıyla, cennetin diğer nimetlerinde bulunmayan nimetlere mazhar olurlar. Onlar daima nimetlerin çeşitleri arasında yüzerler. Onlar nimetlerin zevalinden . emindirler.
Ebû Hüreyre Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Bir tellâl şöyle bağırır: Ey cennet ehli! Size, sıhhate kavuşup ebediyyen hasta olmak yoktur, hayata kavuşup ebediyyen ölmemek vardır. Muhakkak ki sizin için gençleşip ebediyyen ihtiyarlamak yoktur, nimetlenme ve ebediyyen rahatlık vardır, İşte bu durum, şu ayetin mânâsıdır: "Göğüslerinden kinden ne varsa hepsini çıkarıp atmışızdır. Altlarından ırmaklar akmaktadır. 'Lütfedip bizi buraya getiren Allah'a hamdolsun, Allah bizi getirmeseydi, biz bunu bulamazdık! Rabbimsin peygamberleri gerçeği getirmişler' dediler.
Onlara 'İşte size cennet, yaptıklarınıza karşılık o size miras verildi' diye seslenildi". (A'râf/43)
Ne zaman cennetin sıfatını bilmek istersen, Kur'ân oku! Allah'ın açıklamasından daha ikna edici açıklama yoktur!
Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet var. (Rahmân/46)
Bu ayetten Rahmân sûresini sonuna kadar oku! Vakıa ve bunlardan başka sûreleri oku! Eğer cennet sıfatının tafsilatını hadîslerden öğrenmek istiyorsan, özetine muttali olduktan sonra tafsilatını düşün! Önce cennetlerin adedini düşün!
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet var!' (Rahmân/46) ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur:
İki cennet vardır ki kapları ve içinde bulunan her şey altından yapılmıştır. İki cennet de vardır ki kapları ve içinde bulunan her şey gümüşten yapılmıştır. Cennet ehli ile rableri arasında sadece Adn cennetinde rablerinin yüzündeki kibriya ridası vardır. 264
Sonra cennetin kapılarına bak! Onlar da ibadetlerin esasları nisbetinde çokturlar. Nitekim cehennem kapılarının da günahların temelleri adedince olduğu gibi!
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kim Allah yolunda, malından bir çift infak ederse, cennetin bütün kapılarından çağrılır. Cennetin sekiz kapısı vardır. Kim namaz ehlinden ise namaz kapısından çağrılır. Kim oruç ehlinden ise, oruç kapısından, sadaka ehlinden ise sadaka kapısından çağrılır. Cihad ehlinden olan bir kimse de cihad kapısından çağırılır.
Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir 'Yemin olsun, bir kimse, hangi kapıdan çağrılırsa, kurtulur. Acaba bütün kapılardan çağrılan bir kimse var mıdır?' diye sordu. Hazret-i Peygamber 'Evet! Senin onlardan olacağını umarım' dedi. 265
Asım b. Zümre, Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ateşten bahsetti. Onun dehşetini öyle korkunç bir şekilde anlattı ki şimdi onun anlattıklarını hatırlamıyorum. Sonra şu âyeti okudu:
Rablerinin (azabından) korunanlar da bölük bölük cennete sevkedildiler. (Zümer/73)
Onlar cennet kapılarından birine vardıklarında orada bir ağaç görürler ki onun kökünden akan iki çeşme fışkırır. O çeşmelerin birine varıp ondan içerler. İçlerinde bulunan sıkıntı sökülüp atılır. Sonra ikinci çeşmeye varırlar. Onunla temizlenirler. Sonra onlara berrak nimetler verilir. Bundan sonra tüyleri bile bozulmaz. Başları kirlenmez. Sanki yağ ile yağlanmışlardır. Sonra cennete varırlar. Cennetin bekçileri onlara 'Selam size olsun! Ne mutlu size! Ebedî kalıcılar olarak cennete giriniz!' derler. Sonra cennetin vildanları onları karşılar. Onların etraflarında dünya yurdunun çocuklarının, seferden gelen dostlarının etrafında tepişip oynadıkları gibi oynarlar. Onlara 'Sevinin! Allah size şu kadar nimet hazırlamıştır' derler.
Râvî der ki: O vildanlardan bir çocuk, onun ela gözlü hurilerden olan hanımlarının bazısına koşarak o kocanın dünyada çağrıldığı ismini anarak Talan adam geldi' diye müjde verir. O zevce de müjdeciye 'Gözünle gördün mü?' diye sorar. Müjdeci 'Gördüm ve arkamdan geliyor!' der. Sevinç o huriyi o kadar hafifletir ki cennet kapısının eşiğine varıp kocasını karşılar. O kimse konağına vardığında, konağın temellerine baktığında inciden taşlarla tutturulmuş, onun üzerinde kırmızı, yeşil ve sıra renklerden meydana gelen bir köşk inşa edildiğini görür. Sonra başını kaldırıp tavanına baktığında şimşek gibi parlak olduğunu görür. Eğer Allahü teâlâ koruınasa gözü tavanın ışığından kör olur. Sonra zevcelerinin orada olduğunu görür. Dizilmiş bardaklar, dizilmiş yastıklar ve serilmiş döşemeler görür. Sonra yastıklara yaslanır ve
'Bizi buna hidayet eden Allah'a hamdolsun! Eğer Allah bizi buna hidayet etmeseydi buna hidayet olmazdık!' der.
Sonra bir tellâl şöyle çağırır: 'Ey cennetlikler! Diri kalacaksınız. Ebediyyen ölmeyeceksiniz. Mukim kalacaksınız! Ebediyyen göçmeyeceksiniz. Sıhhatli kalacaksınız. Ebediyyen hastalanmayacaksınız'.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde cennet kapısına varırım. Kapının açılmasını isterim, Bekçi 'Sen kimsin' diye sorunca, 'Ben Muhammed'im' diye cevap veririm. Bekçi 'Kapıyı senden önce kimseye açmamam emredildi' der. 266
Bunlardan sonra şimdi cennetin köşkleri ve cennetteki yükseklik derecelerinin değişikliğini düşün. Çünkü âhiret derece bakımından daha yüksek ve lütuf bakımından daha yücedir. Nasıl ki insanlar arasında görünür ibadetlerde ve ahlâklarda açık bir değişiklik varsa, mükâfatlandırılacakları hususta da açık bir değişiklik vardır. Eğer sen derecelerin en yücesini istiyorsan, çalış ki kimse senin önüne geçmesin! Allah sana ibadet hususunda yarışmayı emir buyurmuştur:
Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği gökle yerin genişliği gibi olup Allah'a ve peygamberlerine îman edenler için hazırlanmış bulunan bir cennete koşuşun. (Hadîd/21)
Ki sonu misktir. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar. (Mutaffifîn/26)
Hayret edilecek nokta şudur: Eğer komşuların bir dirhemin fazlalığı veya bir binanın yüksekliği ile senin önüne geçerlerse, bu sana ağır gelir. Göğsün bununla daralır. Hasedden ötürü hayatın bulanır. Hallerin en güzeli cennette istikrar bulmandır. Orada, bütün dünyanın bile denk olamayacağı ibadetlerle önüne geçen kimseler vardır.
Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
- Cennet ehli, üzerlerindeki köşklerde bulunan kimseleri sizin şarkın veya garbın ufkundaki gördüğünüz yıldız gibi uzak görürler. Bu da aralarındaki değişiklik ve farklılıktan ileri gelir.
- Galiba o peygamberlerin mertebeleridir. Peygamberlerden başkası o mertebelere varamaz.
- Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun, îman eden ve peygamberleri tasdik eden kimselerdir onlar! Yüksek derecelerin ehlini, altlarında bulanlar, sizin gök ufuklarından birinde doğan yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Ebû Bekir ve Ömer onlardandır. Hatta mertebece daha büyüktür. 268
Câbir der ki: Hazret-i Peygamber bizlere 'Size cennet köşklerinden haber vereyim mi?' diye sorunca, ben 'Evet! Ya Rasûlüllah! Allah'ın salât ve selâmı senin üzerine olsun! Anne ve babalarımız sana feda olsun! Haber ver!' dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Cennette, çeşitli cevherlerden yapılmış köşkler vardır. Bu köşklerin içleri dışlarından, dışları da içlerinden görünür. Cennette nimet, lezzet ve sevinçten öylesi vardır ki ne bir göz onu görmüş, ne bir kulak onu işitmiş, ne de bir beşerin kalbine böyle birşey gelmiştir'. Câbir 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu köşkler kimler içindir?' dedim. Hazret-i Peygamber 'Halk uyurken geceleri kalkıp namaz kılan bir kimse içindir' dedi.
- Kimin buna gücü yeter?
- Benim ümmetimin gücü yeter ve sizlere bundan haber vereceğim. Kim kardeşine rastladığında ona selâm verir veya selâmına karşılık verirse, bu kimse selâmı yaymıştır. Kim ehline ve ailesine doyasıya yemek yedirirse, o yemek yedirmiştir. Kim Ramazan ayında oruç tuttuktan sonra her aydan üç gün oruca devam ederse, o da orucu devam ettirmiştir. Kim yatsı ve sabah namazını cemaatla kılarsa o da halk uykuda olduğu halde namaz kılmıştır.
Hazret-i Peygamber 'uykuda olan halk' ifadesiyle yahûdî, hristiyan ve mecusîleri kastetmiştir.
Adn cennetlerinde güzel konutlara koysun! (Sâf/12)
Hazret-i Peygamber'e bu ayetin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir:
Onlar inciden yapılmış köşklerdir. Herbir köşkte kırmızı yakuttan yapılmış yetmiş yurt vardır. Her yurdun içinde yeşil zümrütten yapılmış yetmiş ev vardır. Her bir evde bir taht vardır. Her bir tahtın üzerinde çeşitli renkli yetmiş yatak vardır. Her yatağın üzerinde ela gözlü hurilerden bir zevce vardır. Her evde yetmiş sofra vardır. Her sofranın üzerinde yetmiş çeşit yemek vardır. Her evde yetmiş cariye vardır. Mü'min bir kimseye her sabah öyle bir kuvvet verilir ki bütün bunlarla görüşebilir. 269
264) Buhârî
265) Buhârî, Müslim, İmâm-ı Mâlik, Tirmizî, Nesâî ve İbn Hıbbân
266) Müslim, (Enes'ten)
267) İmâm-ı Ahmed, Dârimî
268) Tirmizî, (hasen olarak) ; İbn Mâce, (Ebû Said'den)
269) Ebû Şeyh, Kitab'ul-Azme
44. Cennetin Duvarları, Toprağı, Ağaç ve Nehirleri
Cennetin sureti hakkında düşün! Sonra cennet sakinlerine gıpta edip âhiret yerine dünyaya kanaat ettiğinden dolayı cennetten mahrum olanın üzüntüsü hakkında düşün!
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Cennet duvarının bir kerpici gümüşten, bir kerpici altındandır. Toprağı zaferan, çamuru misktendir. 270
Hazret-i Peygamberden cennet toprağı sorulduğunda şöyle buyurmuştur;
Katıksız ve beyaz bir ekmek (gibi) hâlis misktir. 271
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Kim Allahü teâlâ'nın kendisine âhirette cennet şarabını içirmesini istiyorsa, o kimse dünyada şarap içmeyi terketsin. 'Kim Allah'ın kendisine âhirette ipekli giydirmesini istiyorsa, o kimse ipekli giymeyi dünyada terketsin. Cennet nehirleri tepecikler veya misk dağları altından fışkırır. Eğer cennet ehlinden en az hilye giyenin hilyesi, bütün dünyanın hilyesiyle karşılaştırma, âhirette Allah'ın kendisine vereceği hilye dünyanın bütün hilyeleıinden daha üstün olur. 272
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Cennette bir ağaç vardır ki bir süvari onun gölgesinde yüz sene yürüdüğü halde, yine de sonuna varamaz. İsterseniz şu âyeti okuyun: Uzamış gölge (ler) . (Vâkıa/30) 273
Ebû Umame der ki: Hazret-i Peygamber'in ashâbı 'Allah bizi bedevîler ve bedevilerin meseleleriyle faydalandırır. (Çünkü kalplerine geleni cesaretle sorarlar) '. Bir bedevî Hazret-i Peygamber'e gelip sordu:
- Allahü teâlâ Kur'ân'da eziyet vermeyen bir ağaçtan bahsetmiştir. Acaba cennette sahibine eziyet vermeyen bir ağaç varmıdır?
- O ağaç nedir?
- Sidr (Kiraz) ağacı. Muhakkak ki sidrin dikenleri vardır.
- Fakat Allahü teâlâ buyurmuştur: 'Onlar dikensiz kirazlar!' (Vâkıa/28) Allahü teâlâ onun dikenini kırar. Her dikenin yerine bir meyve çıkar. Onun her meyvesinin tomurcuğu yetmişiki renk olur.
O renklerin biri diğerine benzemez.
Cüreyr b. Abdullah el-Bücelî şöyle demiştir: Saffah'a (bir yerin ismi) indik! Baktım ki biri bir ağacın altında uyuyor. Nerdeyse üzerine güneş gelecek. Hizmetkâra dedim ki: 'Şu deriden yapılmış sergiyi götür de üzerine gölge yap!'
Hizmetçi getirip gölge yaptı. O uyandığında baktık ki Selman Fârisî'dir. Ona varıp selâm verdim. Bana dedi ki:
- Ey Cüreyr! Allah için tevazu göster! Çünkü dünyada Allah'a tevazu gösteren bir kimseyi Allah kıyâmette yüceltir. Kıyâmet günündeki karanlıkların ne olduğunu bilir misin?
- Hayır!
- İnsanların bazısının bazısına zulüm yapmalarıdır. Sonra yerden çok küçük bir çöp alarak dedi ki:
- Ey Cüreyr! Eğer bu çöp gibisini de ararsan cennette bulamazsın!
- Ey Ebû Abdullah! Acaba hurma ve ağaç nerededir?
- Onların kökleri inci ile altın, üstünde de meyveleri vardır.
270) Tirmizî
271) Müslim
272) Taberfinî
273) Müslim, Buhârî
45. Cennet Ehlinin Elbiseleri, Yatakları, Sergileri, Koltukları ve Köşkleri
Allah, îman edip sâlih ameller işleyenleri de altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Orada altından bilezikler ve inciler takınırlar. Orada giysileri de ipektir. (Hacc/23) Bu hususta ayetler çoktur. Bu hususun hadîslerdeki tafsilatı ise şöyledir:
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Kim cennete girerse nimetlere garkolur ve hastalanmaz. Elbisesi çürümez, gençliği tükenmez. Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden geçmeyen nimetler vardır. 274
Bir kişi, Hazret-i Peygamber'e 'Bize cennet ehlinin elbiselerinden haber ver! Acaba onların elbiseleri yaratılan birşey midir, yoksa örülen birşey mi?' diye sordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bir zaman sustu, orada bulunanların bazısı güldü. Hazret-i Peygamber 'Neden gülüyorsun? Bir âlimden soran bir cahilin haline mi gülüyorsunuz?' dedi.
Bunları söyledikten sonra Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem)
Cennet meyveleri elbiseleri iki defa çıkarılır dedi. 275 Yani tomurcuklar senede iki defa yarılıp içlerinden elbiseler çıkar veya haftada veya günde iki defa olur.
Ebû Hüreyre, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
Cennete giren ilk zümrenin suretleri, dolunay gibidir. Onlar cennete tükürmez ve sümkürmezler. Taharet yapmazlar. Kapları altın ile gümüştendir, terleri misktir. Onların her biri için iki zevce vardır. O zevcelerin kemikleri içerisinde bulunan ilik, güzelliklerinden ötürü, etlerinin arkasından görünür. Onların arasında ihtilaf olmaz, biribirinden buğzetmez, kalpleri bir kalp gibidir. Sabah akşam Allah'ı tasbih ederler. (Başka bir rivâyette) Her zevcenin sırtında yetmiş hulle vardır. 276
Allah, îman edip sâlih amel işleyenleri de altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Orada altından bilezikler ve inciler takınırlar. (Hacc/23)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu ayetin tefsirinde şöyle buyurmuştur:
Onların başında taçlar vardır. O tacın üstündeki incilerin en düşüğü doğu ile batı arasını aydınlatacak kadar parlaktır. 277
Cennet çadırı içi boş bir şeydir. Onun uzunluğu altmış mildir. Onun her köşesinden Mü'min için başka bir aile efradı vardır ki diğerleri onları görmez. 278
İbn-i Abbâs 'Hayme, içi boş bir dürr'dür. Bir fersahın karesi kadardır. Onun altından yapılmış dört bin kapısı vardır' demiştir.
Ve yükseltilmiş döşekler üzcrindedirler. (Vakıa/34)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu ayetin tefsirinde 'İki döşeğin arası yer ile gök arası kadardır' buyurmuştur. 279
274) Müslim, Buhârî
275) Nesâî, (Abdullah b. Amr'dan)
276) Taberânî
277) Tirmizî, Hâkim
278) Buhârî
279) Tirmizî, (Ebû Said el-Hudrî'den garib olarak)
40-8
46. Cennet Ehlinin Yiyecekleri
Cennetliklerin yemeği Kuran'da zikredilmiştir. Onlar meyveler, semiz kuşlar, kudret helvası, pişmiş kuşlar, bal, süt ve sayılmayacak sınıflardan oluşur.
Onlardaki herhangi bir meyleden rızıklandırıldıkça 'Bu daha önce de sızıldandığımız şeydir' derler ve o rızık (dünyadakine) benzer olarak kendilerine verilmiştir. (Bakara/25)
Allahü teâlâ cennet ehlinin şarabını birçok yerlerde zikretmiştir. Hazret-i Peygamber'in azadlısı Sevban şöyle anlatıyor:
- Hazret-i Peygamberin yanında duruyordum. Yahûdî âlimlerinden biri Hazret-i Peygambere geldi. Birçok sualleri sorduktan sonraşöyle dedi:
- Acaba ilk köprüyü geçen kimdir?
- Muhacirlerin fakirleri!
- Onlar cennete girdiklerinde hediyeleri ne olur?
- Balığın ciğerinin fazlası!
- Onun arkasından gıdaları ne olacak?
- Onlara cennet bahçelerinde otlayan cennet öküzü kesilecek!
- Onun üzerine onların içkisi ne olacak?
- İçkileri cennette bulunan ve selsebil demlen bir çeşmedenolacak!
- Doğru söyledin!280
Zeyd b. Erkanı (radıyallahü anh) derki: Yahudilerden bir kişi Hazret-i Peygamber'e gelip sordu:
- Ey Ebû Kasım! Sen cennet ehlinin cennette yiyip içeceklerini iddia etmiyor musun?
Daha önce bu yahûdî, arkadaşlarına 'Eğer Muhammed benim söylediklerimi tasdik ederse onu mağlup edeceğim" demişti.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Evet! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim, cennet ehlinin her birine yemek, içmek ve cinsî münasebet hususunda yüz kişinin kuvveti verilir.
Bunun üzerine yahûdî sormaya devam etti:
- Muhakkak ki yiyen ve içen bir kimse def-i hacete mecbur olur.
- Onların ihtiyaçları derilerinden misk gibi akan terdir. Bir de bakarsın karınlan sırtlarına yapışmıştır. 281
İbn Mes'ûd, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Cennette iken uçan kuşa bakıp canın çektiğinde kuş pişmiş olarak önüne düşer. 282
Huzeyfe, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Cennette büyük develere benzeyen bir kuş vardır. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) dedi ki:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Muhakkak ki o kuş çok etlidir!
- Onların etini yiyen, onlardan daha hoştur. Ey Ebû Bekir, sen de onlardan birisin. 283
Onların önünde altın tepsiler ve bardaklar dolaştırılır. (Zuhruf/71)
Abdullah b. Amr bu ayetin tefsirinde demiştir ki: 'Onların etrafında altından yapılmış yetmiş tabak dolaştırılır. Her tabakta başka bir renk vardır ki diğerinde yoktur'.
Karışımı tesnîmdendir. (Mutaffifin/27)
Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: 'Ashâb-ı Yemîn için ona cennet şarabı katıştırılır. Mukarrebler ise, onu katıştırmaksızın içerler'.
Ki sonu misktir. (Mutaffıfîn/26)
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) bu ayetin tefsirinde demiştir ki: 'O gümüş gibi beyaz bir şaraptır. Onunla son şarablarını mühürlerler. Eğer dünya ehlinden bir kişi elini ona daldırır, sonra çıkarırsa onun güzel kokusunu hissetmeyen hiçbir şey kalmaz!'
279) Tirmizî, (Ebû Said el-Hudrî'den garib olarak)
280) Müslim
281) Nesâî, Kübra, (sahih bir senedle)
282) Bezzar, (zayıf bir senedle)
283) (Huzeyfe'den garîb bir senedle)
47. Cennetteki Huriler ve Vildanlar
Kur'ân'da onların vasıfları vardır, fakat fazla izahat, hadîslerde vârid olmuştur.
Enes b. Mâlik, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Bir sabah veya bir akşam Allah yolunda bulunmak, dünya ve dünyanın içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Birinizin ok ile yayı arası veya ayak yeri kadar cennetten elde edeceği şey, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır. Eğer cennet kadınlarından biri yeryüzüne çıksa, yeryüzü pırıl pırıl parlar, yer ile gök arası güzel koku ile dolar. O kadının başındaki başörtüsü dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır. 284
Onlar yakut ve mercan gibidirler, (Rahmân/58) Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
Perde arkasında olduğu halde onun yüzüne bakılsa aynadan daha berrak görünür. Onun boynunda bulunan ve kıymetçe en düşük olan inci doğu ile batı arasını ışıklandırır. Onun sırtında yetmiş elbise vardır. Kocasının bakışı o elbiselerden geçerek kemiklerindeki iliği bile görür. 285
Enes, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Gece yolculuğuna (isrâ) çıkarıldığım zaman cennette bir yere girdim. İsmine Bey dah deniyordu. Orada inci, yeşil zebercet ve kırmızı yakuttan bir çadır kurulmuştu. Çadırın içindeki hanımlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Selâm sana!' dediler. 'Ey Cebrâil! Şu ses nedir?' dedim. Cebrâil 'Bunlar çadırlarında sadece kocalarına bakan hanımlardır. Rablerinden sana selâm vermek hususunda izin istediler. Onlara izin verildi' dedi. Bu konuşmadan sonra onlar 'Biz kocalarından razı olan hanımlarız. Asla kızmayız. Biz cennette ebediyyen kalan hanımlarız. Asla göç etmeyiz. ' diye tempo tuttular.
Bundan sonra Hazret-i Peygamber şu âyeti okudu: Çadırlara kapanmış huriler. (Rahman/72)
Tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. (Al-i İmrân/15)
Mücâhid bu ayetin tefsirinde şöyle der: 'Hayızdan, küçük ve büyük taharetten, tükrük, balgam, meni ve çocuktan temizlenmiş kadınar demektir'.
O gün cennet halkı, bir iş içinde eğlenirler. (Yasin/55)
Evzâî bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: 'Onların meşgalesi, kendilerine ihsan edilen bakirelerin bikrini izale etmekti.
Bir kişi "Cennet ehli cinsi münasebette bulunur değil mi?' diye sorduğunda, Hazret-i Peygamber şöyle cevap vermiştir:
Onlardan bir kişiye sizden yetmiş kişinin kuvvetinden daha fazla kuvvet verilir!288
Abdulla bin Ömer şöyle demiştir: 'Derece bakımından cennet ehlinin en düşüğünün beraberinde bin hizmetçi vardır. Her hizmetçi ayrı bir işle meşguldür'. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinden her kişi beş yüz huri ile evlenir. Dört bin bakire, sekiz bin dul ile evlenir. Onların her birinin boynunadünyadaki yaşı kadar sanılır. 287
Cennette bir pazar vardır. Orada ne alış var, ne veriş! Ancak erkekler ile kadınların suretleri (modeli) vardır. Erkek herhangi bir sureti sevdiğinde, oraya girer. Orada ela gözlü hurilerin bir cemiyeti vardır. Öyle avazlar çıkarırlar ki insanlar onların, benzerini işitmemiştir. Derler ki: 'Biz ebedî olanlanz, helâk olmayız. Biz yumuşak bedenlileriz, pörsümeyiz.
286) Tirmizî, (sahih olarak)
287) Beyhâkî, Ebû Şeyh, Kitab'ul-Azme
Biz kocalarımızdan razı olanlarız, kızmayız. Ne mutlu o kimseye ki biz onunuz, o da bizimdir',288
Enes, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Huriler cennette şöyle teganni ederler: 'Biz güzel hurileriz. Şerefli kocalara saklandık'. 280
Îman edip sâlih amel işleyenler, onlar bir bahçe içinde neşelendirirler. (Rûm/15)
Yahya b, Kuseyr bu ayetin tefsirinde demiştir ki: 'Nimetlenmekten gaye; cennette nağmeyi dinlemektir'.
Ebû Umame el-Bahilî, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:
Cennete giren bir kişinin baş ve ayak ucunda iki ela gözlü huri oturur. En güzel sesle ona teganni ederler. O ses insan ve cinlerin işittiği seslerden daha güzeldir, O teganniyi şeytanın tuzağıyla değil, Allah'ın hamd ve takdisiyle yaparlar. 290
284) İmâm-ı Ahmed, Müslim, Buhârî, Tirmizî, İbn Mâce, Ebû Avâne ve İbn Hıbbân
285) Ebû Ya'lâ, (hasen bir senedle)
48. Cennet Ehlinin Vasıfları Hakkında Hadîslerde Vârid Olan Kısmî Haberler
Usâme b. Zeyd, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:
Cennet için hazırlanan var mıdır? Cennette tehlike yoktur. Kabe'nin rabbine yemin ederim, cennet, parlayan bir nur, sallanan bir reyhan, sağlamca yapılan bir köşk, akan bir nehir, çok ve olgun meyva, süsler içerisinde güzel bir kadın, bir makamda ebedî olarak nimet, güzel, sağlam ve yüce bir yurtta bir parlaklıktır.
- Biz cennete hazırlananlarız!
- inşâallah deyiniz.
Bundan sonra Hazret-i Peygamber cihaddan bahsederek cihada teşvik etti. 291
Bir kişi Hazret-i Peygambere "Cennette at var mıdır?' dedi. Hazret-i Peygamber şöyle dedi.
Eğer atı seversen sana kırmızı yakuttan yapılmış bir at verilir ki seni cennetin istediğin yerine uçarak götürür.
Başka bir kişi Hazret-i Peygamber'e 'Deve hoşuma gider, acaba cennette deve var mıdır?' diye sordu. Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Ey Allah'ın kulu! Eğer cennete girersen orada nefsin neyi ister, gözün neden hoşlanırsa sana verilir. 292
Ebû Said el-Hudrî, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:
Cennete giren kişi istediği zaman ona çocuk olup meydana gelir. Çocuğun hamli, annesinden doğması, büyümesi bir saatte olur. 293
Cennet ehli cennette istikrar bulduğunda arkadaşlarını ziyaret etmek ister. Bunun üzerine birinin tahtı diğerinin tahtının yanına varır. Bir araya gelirler, konuşurlar. Dünyada aralarında olanlardan bahsederler; biri diğerine 'Ey kardeşim! Falan gün, falan mecliste Allahü teâlâ'ya bizi affetmesi için yalvardığımızı hatırlıyor musun? O da bizi affetti'der. 294
Cennet ehlinin bedenleri, yüzleri kılsız, renkleri beyaz, saçları kıvırcık, gözleri sürmeli, otuz üç yaşında, Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışı üzere uzunlukları altmış, genişlikleri ise yedi zira'dır. 295
Cennet ehlinin derecesi en düşük olanının 80. 000 hizmetçisi, 72 tane zevcesi vardır. Kendisine yakut, inci, zebercetten yapılmış bir kubbe dikilir. Kubbesi Gabiye ile San'a arası kadar geniştir. Onların başlarında taçlar vardır. O incilerin en azı doğu ile batı arasını aydınlatacak kapasitededir. 296
Cennete baktım. Onun narlarından biri büyük devenin derisi (nden yapılmış kırba) gibiydi. Kuşları ise, büyük deve gibi! Orada bir cariye gördüm ve sordum:
- Ey cariye! Sen kiminsin?
- Zeyd b. Hârise'nin cariyesiyim!
- Cennette, gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyler gördüm!297
Ka'b (radıyallahü anh) der ki: Allahü teâlâ, Âdem'i kudret eliyle yarattı. Tevrat'ı kudret eliyle yazdı. Cenneti kudret eliyle yaptı. Sonra cennete konuş dedi. Bunun üzerine cennet şöyle dedi: Felaha ulaştı o Mü'minler! (Mü'minûn/1)
İşte bu söylediklerimiz cennetin sıfatlarıdır. Onları önce mücmel, sonra tafsilatlı naklettik.
Hasan-ı Basrî cennetin sıfatlarını derli toplu bir şekilde zikrederek şöyle dedi: "Narları kovalar gibi, nehirleri kokusuz sudan, bir kısım nehirleri tadı bozulmamış sütten bir kısım nehirleri süzülmüş baldandır. Onu süzen insanlar değildir. Bir kısım nehirleri, içenlere lezzetli gelen şaraptandır ki bu şarap akılları gidermez. Bu şaraptan başlar ağrımaz. Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetler vardır. Cennet ehli nimetlenen padişahlardır. Otuz üç yaşındadırlar, hepsi yaşıttırlar. Uzunlukları altmış zira'dır. Gözleri sürmeli, yüzleri ve bedenleri kılsızdır. Azaptan emin olmuşlar, cennet yurdunda mutmaindirler. Cennetin nehirleri yakut ve zebercedden yapılmış yerlerin üzerinde akar. Onun duvarları, hurmaları ve bağları incidendir. Meyvelerini ancak Allah bilir. Onun kokusu 500 senelik bir mesafeden hissedilir. Cennet ehli için cennette atlar ve süratli yürüyen develer vardır. O develerin eğerleri yakuttandır. Cennet ehli birbirlerini ziyaret ederler. Hanımları ela gözlü hurilerdir. Sanki o huriler, korunmuş yumurta gibidirler. O kadınlardan biri, iki parmağıyla tutup yetmiş hulle giyer. Onun ilikleri, o yetmiş hüllenin altından görünür. Allahü teâlâ ahlâklarını çirkinlikten, bedenlerini ölümden temizlemiştir! Cennette sümkürmez, bevletmez ve büyük taharet yapmazlar. Ancak onların yaptığı geğirmek ve misk (gibi ter) sızıntısıdır. Onlar için sabah akşam cennette rızık vardır. Gündüz geceye, gece de gündüze hücum etmez. Cennete en son giren ve derece bakımından en az olan bir kimsenin gözüne, mülkünde yüz senelik bir mesafeye kadar genişlik verilir. Altın ve gümüşten yapılmış köşkler, inciden yapılmış çadırlardadırlar. Ona gözü alabildiğine genişletilir. O, en yakınma bakabildiği gibi en uzağına da bakar. Onların yanlarında altından yapılmış yetmiş bin tabak dizilir. İkinci yemekte de aynısı vardır. Her tabakta, diğerinde olmayan bir renk vardır. Yiyen, ilk yemeğin tadını aldığı gibi son yemeğin tadını da alır. Cennette bir yakut vardır ki onda 70. 000 yurt bulunur. Her yurtta 70. 000 ev! Onda ne bir yarık, ne de bir delik vardır". 298
Mücâhid şöyle diyor: 'Cennet ehlinin, mertebe bakımından en düşüğü kendisine verilen mülkte bin sene yürür. O mülkün en yakın yerini gördüğü gibi en uzak yerini de görebilir. Mertebe bakımından en yüceleri ise sabah ve akşam rabbinin cemâline bakar'.
Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: "Cennette huriler vardır. Onlara 'el-i'nâ (ela gözlü) denir. O huri yürüdüğünde onun sağında ve solunda 70. 000 cariye yürür. O huri İyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayanlar nerede?' der".
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Dünyayı terketmek zordur. Cenneti elden kaçırmak daha zordur! Dünyayı terketmek cennetin mehridir'.
Yine şöyle demiştir: 'Dünyayı istemede nefislerin zilleti vardır. Âhireti istemede izzeti vardır. Hayret o kimseye ki yok olanın talebinde zilleti kabul eder. Bâkî kalanın talebinde izzeti bırakır'.
291) İbn Mâce ve İbn Hıbbân
292) Tirmizî
293) İbn Mâce, Tirmizî
294) Bezzâr
295) Tirmizî, (Hazret-i Muaz'dan hasen olarak)
296) Tirmizî
297) Salebî, Tefsir
298) İbn Ebi Şeybe
49. Allah'ın Cemâline Bakmak
Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası vardır. (Yunus/26)
İşte ayette bahsi geçen bu fazlalık, Allahü teâlâ'nın cemâline bakmaktır, o en büyük lezzettir. Öyle lezzet ki onun yanında cennet ehli nimetleri unutur. Biz bunun hakikatini 'muhabbet' bahsinde zikretmiştik. Kur'ân ve Sünnet buna bid'at ehlinin inandığının hilâfına şahitlik ettiler.
Cüreyr b. Abdullah el-Bucelî şöyle diyor: Hazret-i Peygamber'in yanında oturuyordum. Ondördüncü gecede ay'ı gördü ve şöyle dedi:
Sizler şu ay'ı gördüğünüz gibi rabbinizi göreceksiniz. Rabbinizin görülmesinde haksızlığa uğramayacaksınız. Eğer güneş çıkmadan ve güneş batmadan önce namaz kılabilir seniz bunu yapınız!
Sonra şu âyeti okudu:
Güneşin doğmasından ve batmasından önce rabbini hamd ile tesbih et! (Tâhâ/130)
Müslim'in rivâyetinde Suheyb diyor ki: Hazret-i Peygamber 'Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası vardır' (Yunus/26) ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu:
Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girdiği zaman bir tellâl şöyle çağırır: 'Ey cennet ehli! Muhakkak ki sizler için Allah'ın katında bir va'd vardır. Allah ister ki onu size versin'. 'Bu va'd nedir? Allah bizim hayır terazilerimizi ağırlaştırmadı mı? Yüzümüzü ak çıkarmadı mı? Bizi cennete koyup cehennemden korumadı mı? (Artık ne kalmıştır?) ' derler. Bunun üzerine perde kaldırılır. Onlar Allah'ın cemâline bakarlar. Onlara Allah'ın cemâline bakmaktan daha sevimli birşey verilmemiştir. 300
Bu cemâlullah'ı görme hadîsini ashâbdan bir cemaat rivâyet etmiştir. En iyinin sonucu ve nimetlerin nihayeti cemâlullah'ı görmektir. Daha önce tafsilâtlı şeklinde saydığımız nimetlerin hepsi, bu nimet yanında unutulur. Mülâkat saadeti yanında cennet ehlinin sevincinin sonu yoktur. Cennet lezzetlerinin hiçbiri mülâkat lezzetine nisbet bile edilemez.
Muhabbet, Şevk ve Rıza bölümünde tafsilâtlı bir şekilde anlattığımızdan dolayı, bu hususta sözü uzatmıyoruz. Bu bakımdan kulun cennette mevlâsının mülâkatından başka bir şeye himmetinin bağlanması uygun değildir. Cennetin diğer nimetlerine gelince, o nimetlerde insanlarla, meraya salman hayvanlar ortaktırlar.
300) Tayalisî, İmâm-ı Ahmed; Tirmizi, İbn Mâce, İbn Huzeyme, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh, Dârekutnî, ibn Merduveyh.
50. Allah'ın Rahmetinin Genişliği
Eseri böyle bir bölümle son erdirmeyi iefe'üî kabilinden yapıyoruz; zirâ Hazret-i Peygamber güzel bir konuşmayı dinleyip yorumlamayı severdi. Çünkü bir amelimiz yoktur ki onunla Allah'ın affını ümit edelim. Öyleyse tefe'ül bilhayr hususunda Hazret-i Peygamber'e uyalım ve ümit edelim ki dünya ve âhirette sonumuz hayırla kapansın! Nitekim kitabımızı da Allah'ın rahmetini belirtmekle sonuçlandırdık.
Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bundan başka günahları dilediği kulu için affeder. (Nisa/48)
Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Zümer/53)
Kim bir fenalık yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve merhametli bulur. (Nisa/10)
Biz ayağımızın kayışından, elimizde bulunan şu kitabımızda kalemimizin hududu aşmasından ve diğer kitaplarımızdaki hatalarımızdan ötürü af talep ediyoruz. Kusurlu olmakla beraber Allah'ın dinini bilmeyi iddia ettiğimizden ötürü de Allah'tan af talep ederiz. Allah'ın rızasını talep ederken, başka şeylerin karıştığı her ilimden ve amelden ötürü de Allah'tan af talep ederiz. Vermiş olduğumuz, sonra yerine getirmekte kusur ettiğimiz her sözden ötürü de affını talep ediyoruz. Bize vermiş olduğu ve bizim tarafımızdan günahta kullanılan her nimetten ötürü affını talep ediyoruz. Bizim niteliğimiz olan her kusurlunun kusurüyla ve her eksiğin eksikliğiyle her türlü târiz ve tasrihten de affını talep ediyoruz. Bizi tasannua, tekellüfe, yandığımız bir kitapta insanlara süslü görünmeye, nazmettiğimiz bir kelâmda, ifade ettiğimiz veya istifade ettiğimiz ilimde belirttiğimiz tekellüfe bizi davet eden her tehlikeden ötürü de affını talep ediyoruz. Bütün bunlardan ötürü affını talep ettikten sonra hem kendimiz, hem de bu kitabımızı veya diğer kitablarımızı mütalaa eden veya dinleyen kimseler için af, rahmet, görünür görünmez bütün günahlardan vazgeçmekle şereflendirilmemizi diliyoruz; zira keremi umûmîdir. Rahmeti geniş, cömertliği bütün mahlûklar üzerine oluk halinde akmaktadır. Biz de Allah'ın mahlûklarından bir mahlûkuz. Allah'a olan vesilemiz ancak onun fazl ve keremidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Allah'ın yüz rahmeti vardır. O yüz rahmetten bir tek rahmeti cinler, insanlar, kuşlar, hayvanlar ve haşerât arasına indirmiştir. O rahmet ile birbirlerine şefkat ederler, onunla birbirlerine merhamet gösterirler. O yüz rahmetten doksandokuzunu, Allahü teâlâ, nezd-i ilâhîsinde bekletmiştir. Kıyâmet gününde onlarla kullarına rahmet edecektir. 301
Rivâyet ediliyor ki kıyâmet gününde Allahü teâlâ arşının altına şöyle yazar: 'Rahmetim öfkemi geçmiştir. Ben rahmet edenlerin en merhametlisiyim. Bu bakımdan cennet ehlinin iki misli kadar cehennemden insanlar çıkarılıp bağışlanır.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Allahü teâlâ , kıyâmet gününde bizim için (şânına yakışır şekilde) gülerek tecelli eder ve şöyle buyurur: 'Ey müslümanlar, sevinin! Zira sizden hiçbir kimse yoktur ki onun yerine ateşte bir yahûdî veya hristiyan kılmamış olayım'. 302
Allahü teâlâ, kıyâmet gününde Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyetinden yüz bin kere yüz bin (bir milyon) ve on bin kere yüz bin kişi hakkında şefaatini kabul eder. 303
Allahü teâlâ kıyâmet gününde Mü'minlere şöyle der: 'Benimle mülâkî olmayı sever miydiniz?' Mü'minler 'Ey rabbimiz! Evet, severdik' derler. 'Neden severdiniz?' diye sorunca, Mü'minler 'Senin affını ve mağfiretini ümid ederdik de ondan!' derler.
Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
Size mağfiretimi gerekli kıldım. 304 Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmaktadır:
Allahü teâlâ kıyâmet gününde şöyle emir verir: 'Beni bir gün zikreden veya herhangi bir yerde benden korkan herkesi ateşten çıkarın'. 305
Cehennem ehli cehennemde toplandıkları ve onlarla beraber kıble ehlinden Allah'ın diledikleri bir araya geldikleri zaman kâfirler müslümanlara 'Siz müslüman değil miydiniz?' diye sorarlar. Müslümanlar 'Evet!' derler. Kâfirler 'O halde İslâmiyetiniz size bir fayda sağlamadı; zira siz de bizimle beraber ateştesiniz' deyince, müslümanlar derler ki: 'Bizim günahlarımız vardı. O günahlardan ötürü muâhaze edildik'. Bunun üzerine Allahü teâlâ onların dediklerini işitir ve ehl-i kıbleden olanların cehennemden çıkarılmasını emreder. Böylece müslümanlar cehennemden çıkarlar. Kâfirler bu durumu görünce 'Keşke biz de müslüman olsaydık! Onlar gibi biz de çıkmış olsaydık!' derler.
Bunları söyledikten sonra Hazret-i Peygamber şu âyeti okudu:
Kâfirler azabı gördükleri zaman 'Keşke müslüman olsaydılar' diye temenni ederler. (Hicr/2)
Yine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allah Mü'min kulu hakkında, çocuğuna karşı şefkatli olan anneden daha merhametlidir. 306
Cabir b. Abdullah şöyle demiştir: 'Kıyâmet gününde kimin sevapları günahlarından fazla ise, hesaba tutulmadan cennete girer. . Kimin günahlarıyla sevapları eşit ise, o az hesaba tutulur, sonra cennete girer. Hazret-i Peygamberin şefaati ancak o kimse içindir ki nefsini helâk etmiş, yükünü iyice ağırlaştırmıştır',
Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, Musa'ya (aleyhisselâm) hitaben şöyle demiştir: 'Ey Musa! Karun senden imdâd bekledi. Fakat ona yardım etmedin. İzzet ve celâlime yemin olsun! Eğer benden imdâd isteseydi yardımına koşar ve onu affederdim'.
Sa'd b. Hilâl şöyle demiştir: "Kıyâmet gününde iki kişinin ateşten çıkması emrolunur. Allahü teâlâ onlara hitaben 'Ateşten çıkışınız, ellerinizin yapmış olduğu iyilikten ötürüdür. Ben kuluma zulmedici değilim' der. Onların tekrar cehnenneme döndürülmesini emreder. Buna karşılık onlardan biri bağlı bulunduğu zincirleriyle koşa koşa cehenneme dalar. Diğeri ise ağırlaşır. Allahü teâlâ emreder, ikisini geri getirirler ve ikisini de yaptıklarından sorguya çeker. Cehenneme koşanı der ki: 'Ben mâsiyetin vebalinden korktum. Ben asla ikinci bir defa senin öfkene kendimi mâruz bırakamam'. Duraklayan kimse de der ki: 'Senin hakkındaki beni cehennemden çıkardıktan sonra tekrar oraya göndermeyeceğini zannettim. Onun için geciktim'. Allahü teâlâ bunların ikisinin de cennete götürülmesini emreder".
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kıyâmet gününde arşın altından bir dellâl şöyle bağırır: 'Ey Muhammed Ümmeti! Benim sizde olan hakkımı size hibe ettim. Ancak kul hakları kalmıştır. Siz de haklarınızı hibe ediniz. Rahmetimle cennetime giriniz. 307
Bir bedevî İbn-i Abbâs'ın 'Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz (Allah) sizi ondan kurtardı', (Al-i İmrân/103) ayetini okuduğunu işitince şöyle haykırdı: 'Allah'a yemin olsun! Sizi o ateşe sokmak istediği halde sizi ondan kurtarmaz?' Bunun üzerine İbn-i Abbâs yanındakilere 'Bu hükmü fakih olmayan bir kimseden edinin!' dedi.
es-Senabihî308 der ki: Ubâde b, Samit ölüm hastalığında iken huzuruna vardım ve ağladım. Bana şöyle dedi: 'Sakin ol! Neden ağlıyorsun? Allah'a yemin olsun, Hazret-i Peygamberden dinlediğim ve sizin için hayırlı olan hiçbir hadîs yoktur ki size söylememiş olayım. Ancak bir hadîs kalmıştır. Onu da bugün nefsimi kapsadığı halde size söyleyeceğim:
Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in (aleyhisselâm) Allah'ın Rasûlü olduğuna şahidlik ederse Allah onu ateşe haram kılar. 309
Abdullah b. Amr b. el-Âs Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Allahü teâlâ benim ümmetimden bir kişiyi kıyâmet gününde mahlûkların gözü önünde kurtarır. O kişi hakkında 99 defter açılır. O defterlerin herbiri gözün alabileceği kadar büyüktür. Sonra Allahü teâlâ o kişiye der ki:
Bu defterde yazılanlardan bir şeyi inkâr ediyor musun? Hafaza meleklerim sana zulmettiler mi?
- Hayır, yârab!
- Senin herhangi bir özrün var mı?
- Hayır, yârab!
- Evet! Bizim nezdimizde senin bir sevabın vardır. Muhakkak ki bugün sana zulüm yok!
Allahü teâlâ bir kâğıt çıkarır. O kâğıtta 'Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlüllah' (Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in (aleyhisselâm) O'nun Rasûlü olduğuna şahidlik ederim) yazılıdır. Bunun üzerine kul sorar:
- Bu kâğıt, şu defterlerin yarımda ne yapabilir yârab?
- Sana zulüm yapılmayacaktır!
Bunun üzerine defterler terazinin bir kefesine, o kâğıt öbür kefesine konur. Defterler havalanır, o kâğıt ağır basar; zira Allah'ın isminin karşısında hiçbir şey ağır gelemez. 310
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) uzun uzun kıyâmet ve sırat'ı vasıflandıran bir hadîsin sonunda şöyle demiştir:
Allahü teâlâ meleklere şöyle emir verir: 'Kimin kalbinde bir miskal hayır görürseniz onu ateşten çıkarın'.
Melekler birçok kimseyi çıkardıktan sonra şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Bize emrettiklerinden kimseyi içerde bırakmadık!'
Bundan sonra Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Dönün! Kimin kalbinde zerre miskali hayır görürseniz onu cehennemden çıkarın'.
Melekler birçok kimseyi daha çıkardıktan sonra şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Bize emrettiklerinden kimseyi cehennemde bırakmadık!'
Ebû Said der ki: Eğer bu hadîsi tasdik etmezseniz şu âyeti okuyun: 'Allah zerre kadar haksızlık etmez, zerre kadar bir iyilik olsa onu kat kat artırır ve kendi katından da büyük bir mükâfat verir. (Nisa/40)
Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Melekler şefaat ettiler. Peygamberler ve Mü'minler şefaat ettiler. Erhamürrahimîn'den başkası kalmadı!
Allahü teâlâ, bir avuç avuçlar, hayatında hiç hayır işlemeyen bir kavmi cennetten çıkarır ki onlar cehennemde kömür kesilmişlerdir. Onları, cennet kapılarındaki hayat nehri denilen bir nehre atar. Onlar o nehirden tıpkı sel akıntısının kıyısında biten bitki gibi çıkarlar. Siz o bitkileri görmez misiniz? Taş ve ağaç tarafında kalan kısımdan güneşi göreni sarı ve yeşil olur. Gölgede olanı ise beyaz olur.
- Ey Allah'ın Rasûlü! O kadar güzel tasvir ediyorsun ki sanki görüyorsun!
- Onlar inci gibi çıkarlar. Boyunlarında mühürler vardır. Cennet ehli onları tanır. Derler ki: Bunlar Allah'ın az adlılarıdır. O azadlılar ki yapmış oldukları amel ve takdim etmiş oldukları hayır olmaksızın onları cennete sokmuştur'. Sonra onlara 'Cennete girin! Neyi görürseniz o sizin olsun!' der. Onlar derler ki: 'Ey rabbimiz! Sen âlemden hiç kimseye vermediğini bize verdin'. Bunun üzerine Allahü teâlâ 'Sizin için katımda bundan daha üstünü vardır' der. Onlar derler ki: 'Bundan daha üstün ne olabilir?' Allahü teâlâ 'Sizden razı olup ebediyyen size kızmayacağım' der.
Yine Buhârî İbn-i Abbâs'tan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder: Birgün Hazret-i Peygamber yanımıza gelerek şöyle dedi:
Bana ümmetler arzolunup gösterildi. Bazı peygamber beraberinde bir kişi ile geçer. Kimi beraberinde iki kişi ile geçer. Kimi beraberinde hiç kimse olmadan yalnız geçer. Kimi peygamberin beraberinde bir cemaat vardır. Bu arada kalabalık bir topluluk gördüm. Benim ümmetim olduğunu sandım. Bana denildi ki: 'Bu Hazret-i Mûsa ile kavmidir'. Sonra bana 'Bak' denildi. Kalabalık bir topluluk gördüm ki gök yüzünü doldurmuştu. Bana denildi ki: 'Şöyle şöyle bak!' Kalabalık bir cemaat gördüm. 'Bunlar senin ümmetindir.
Bunlarla beraber 70. 000 kişi hesapsız cennete girecektir denildi.
Bunun üzerine ashâb-ı kirâm dağılıp evlerine gittiler. Hazret-i Peygamber onlara o yetmiş bin kişinin kimler olduğunu belirtmedi. Ashâb aralarında müzakere ettiler. 'Biz şirkte doğduk' dediler. Bu sözler Rasûlüllah'ın kulağına gidince şöyle buyurdu:
O 70. 000 kişi o kimselerdir ki dağlanmazlar. Muska istemezler. Fal açmazlar. Ancak rablerine tevekkül ederler.
Bu esnada Ukkaşe (radıyallahü anh) ayağa kalkarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan dile ki beni onlardan kılsın!' Sonra bir sahâbî ayağa kalkarak Ukkâşe'nin dediği gibi söyledi. Fakat Hazret-i Peygamber 'Ukkaşe senden daha çabuk davrandı!' buyurdu. 311
Amr b. Hâzım el-Ensârî'den şöyle rivâyet ediliyor: Üç gün Hazret-i Peygamber bizden kayboldu. Ancak farz namaz için çıkıyor, namazı kıldırıp tekrar odasına dönüyordu. Dördüncü gün olunca bize geldi. 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen bizden kayboldun. Birşey olduğunu zannettik' dedik. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Hayırdan başkası vukû bulmadı. Rabbim ümmetimden 70. 000 kişiyi herhangi bir hesap olmadan cennete göndermeye söz verdi. Ben ise, rabbimden bu üç günde daha fazlasını talep ettim. Rabbimi cömert, şerefli ve kerîm gördüm. O 70. 000 kişinin her biriyle beraber yetmişer bin kişi daha bağışladı. Dedim ki: 'Ey rabbim! Ümmetim bu sayıya yarabilir mi?' 'Bu adedi senin için bedevilerden tamamlayacağım!' dedi. 312
Ebû Zer, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Cebrâil bana Hirre'nin bir tarafından görünerek şöyle dedi: 'Ümmetine müjde ver ki onlardan bir kimse Allah'a hiçbir şey ortak koşmaksızın ölürse cennete dahil olacaktır'.
Bunun üzerine dedim ki:
- Ey Cebrâil! Hırsızlık yapsa da, zina etsede mi?
- Evet! Hırsızlık etse, zina yapsa da!
- Hırsızlık etse de, zina etse de mi?
- Hırsızlık etse de, zina etse de!
- Hırsızlık etse de, zina etse de mi?
- Hırsızlık etse de, zina etse de, içki içse de!313
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle diyor: Hazret-i Peygamber 'Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır!' (Rahmân/46) ayetini okuduğunda sordum:
- Böyle bir kimse hırsızlık ve zina yapsa da mı ona iki cennet vardır ya Rasûlüllah?
- Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır.
- Hırsızlık yapsa da, zina etse de mi?
- Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennetvardır!
- Hırsızlık etse de, zina yapsa da mı?
- Ebu'd Derda'nın burnu yere sürünse de yine evet!314
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Kıyâmet günü olduğunda her Mü'mine diğer milletlerden bir kişi verilir ve ona denilir ki: 'İşte bu senin ateşten âzâd olman için fedaindir'. 315
Müslim, Sahihinde Ebû Burde'den şöyle rivâyet eder: Ömer b. Abdülazîz'e babası Ebû Musa'dan, o da Hazret-i Peygamber'den şu hadîsi rivâyet etti:
Müslüman bir kimse ölür ölmez Allahü teâlâ onun cehennemdeki yerine bir yahûdî veya bir hristiyanı sokar.
Bunun üzerine Ömer b. Abdülazîz üç defa raviye 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için senin baban Hazret-i Peygamber'den bu hadîsi rivâyet etti mi? diye yemin ettirdi. Râvî de Ömer b. Abdülazîz'e bu hususta yemin etti.
Rivâyet ediliyor ki bir savaşta bir çocuk durdurup onun yanı başında şöyle bağrıldı: 'Bu çocuğun fiyatını kim artırır?' Bu durum yaz ve harareti şiddetli olan bir günde oldu. O çocuğu kavmin çadırında oturan bir kadın gördü. Çocuğa yönelip var kuvvetiyle koştu. Kadının arkadaşları da arkasından koştular. Kadın, çocuğun elinden tutup onu bağrına bastıktan sonra sırt üstü yattı. Çocuğu kucağına alıp çocuğu güneşten koruyup 'Oğlum! Oğlum!' diye bağırdı. Bunun üzerine halk ağladı ve orayı terkettiler. Hazret-i Peygamber de onların şefkatinden sevinip ötürü onlara müjde vererek şöyle dedi:
- Acaba bu kadıncağızın çocuğuna şefkat göstermesine hayret mi ettiniz?
- Evet!
- Muhakkak ki Allahü teâlâ, sizin için şu kadının oğlu için olan şefkatinden daha fazla şefkatlidir. Bunun üzerine müslümanlar müjdenin en büyüğünü almış olarak dağıldılar.
İşte bu ve Ümit bölümünde zikrettiğimiz hadîsler, Allah'ın rahmetinin genişliğini müjdeler Allahü teâlâ'dan ümidimiz, bizim müstehak olduğumuz ile bize muamele yapmaması, şânına uygun olanıyla bize lütûfta bulunmasıdır. Bunu da minnetiyle, rahmet ve cömertliğinin genişliğiyle yapsın! Âmin!
301) Müslim, (Ebû Hüreyre ve Selman'dan)
302) Müslim
303) Taberânî
304) İmâm-ı Ahmed, Taberânî, (Muaz'dan zayıf bir senedle)
305) Tirmizî, (hasen-garîh olarak)
306) Buhârî, Müslim
307) Ebû Saîd el-Kuşeyrî, Sâbiyât
308) Adı Abdurrahman b. Useyb'dir. Tabiînin büyüklerindendir. Hazret-i Peygamberin vefatından beş gün sonra Medine'ye varmıştır. Halife Abdülmelik zamanında vefat etmiştir.
309) Müslim
310) Bu hadis, muhaddislerce bitaka hadisi diye bilinir. (Tirmizî aynı siyak içerisinde nakletmiştir) .
311) İmâm-ı Ahmed, Müslim
312) Beyhakî, İmâm-ı Ahmed
313) Buhârî, Müslim
314) İmâm-ı Ahmed, (ceyyid bir senedle)
315) Müslim