İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | SABIR ve ŞÜKÜR

 Giriş

Giriş

Hamd, senâ ehli olan Allah'a mahsustur!Öyle Allah ki kibriyânın ridasıyla münferid, yücelik ve vecdin sıfatlarıyla mütevahhiddir ve veli kullarını genişlik ve darlıkta sabır kuvvetiyle belâ ve nimetlere karşı şükretme desteğiyle takviye edendir.

Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hazret-i Peygamber'in, iyilerin efendileri olan ashâbının, muttakîlerin önderi olan âlinin üzerine olsun.

Îman iki parçadan ibarettirBir parçası sabır, öbür parçası şükürdürNitekim eserler ve haberler buna şahidlik etmiştir.

Sabır ile şükür, Allah'ın sıfatlarından iki sıfat ve en güzel isimlerindendir; zira Allah kendisine Sabûr ve Şekûr ismini vermiştir. 1

Bu bakımdan sabrın ve şükrün hakikatini bilmemek, îmanın iki tarafını da bilmemek demektir. Sonra bu husustaki bilgisizlik, Rahmân'ın vasıflarının ikisinden de gâfil olmak demektirOysa Allah'a yaklaşmak, ancak imanla olurİmanın varlığını teşkil eden şeyi bilmeksizin îman yolunda yürümek düşünülebilir mi? İmanın kendisiyle var olduğu şeyi bilmemek îman yolunda yürümenin düşünülmediğini gösterir.

Sabır ve şükrün marifetini elde etmekten geri kalmak, kendisiyle îmanın ayakta durduğu ve îmanın kendisiyle idrak olunduğu esasın marifetinden de geri kalmak demektirBu bakımdan bu iki şıkkı izah etmek büyük bir ihtiyaçtır ve zarurîdirO halde biz bu iki şıkkı birbirine bağlı olduğundan dolayı Allah'ın izniyle bir bölümde izah edeceğiz

Bu bölümde sabrın fazileti, tarifinin ve hakikatinin beyanı, îmanın yarısı olmasının, ilgilendiği hususların değişikliğine göre, değişik isimlere sahip olmasının, kuvvet ve zafiyet ihtilâfı hesabıyla kısımlarının beyanı, sabra ihtiyaç duyulan yerin, sabrın ilâcının ve sabra ulaşmada yardımcı olan şeylerin beyanı vardırBu bakımdan bu şık yedi fasıldan ibarettirAllah'ın izniyle bu fasıllar sabrın bütün maksatlarını ihtiva etmektedir.

1) Deylemî, Müsned'ül-Firdevs

32-1

Sabrın Fazileti

Allahü teâlâ sabredenleri birçok sıfatlarla vasıflandırmış, Kur'ân'ın yetmiş küsur yerinde sabrı zikretmiştirDerece ve hayırların çoğunu sabra izafe etmiş ve onları sabrın meyvesi olarak göstermiştir.

Âyet-i Kerîmeler

Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik. (Secde/24)

Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri sebebiyle tam yerine geldi. (A'raf/137)

Biz sabredenlerin mükâfatını, yaptıklarının en güzeliyle vereceğiz. (Nahl/96)

İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilir. (Kasas/54)

Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir. (Zümer/10)

Bu bakımdan hiçbir ibadet yoktur ki onun ecri takdir ve hesapla olmasın! Ancak sabır bu kaidenin dışındadırOruç sabırdan olduğu ve sabrın yarısı bulunduğu için Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:

Oruç yalnız benim içindirOnun ecri de bana aittir.

Görüldüğü gibi, Allahü teâlâ ibâdetler arasından orucu, kendi nefsine izafe etmektedir.

Sabredenlere kendileriyle beraber olacağını va'dederek şöyle buyurmaktadır:

Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal/46)

Yardımı sabra bağlayarak şöyle buyurmuştur:

Evet sabreder sakınırsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdad eder. (Âl-i İmrân/125)

Sabredenler için başkalarına vermediği birçok şeyleri bir araya getirerek şöyle buyurmuştur:

İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır. (Bakara/157)

Bu bakımdan hidayet, rahmet ve salâvatlar sabredenler için toplanmıştırSabır makamı hakkında vârid olan bütün ayetleri saymak oldukça uzun sürer.

Hadîsler

Sabır îmanın yarısıdır2

Nitekim sabrın îmanın yarısı olmasının ne anlama geldiği ileride gelecektir.

Size verilenlerin en azından biri yakîn ve sabır azimetidir Kime bu iki hasletten nasibi verilmiş ise artık o kimse elinden kaçırdığı gece ibadeti ve oruç (sevapları için) üzülmezÇünkü ondan daha üstününü elde etmiştirYemin olsun, eğer siz, üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde sabredersiniz, bu benim nezdimde sizden bir kişinin hepinizin ameli kadar amelle bana gelmesinden daha sevimlidirFakat ben sizin üzerinize benden sonra dünyanın açılıp gelmesinden, bazınızın bazınızı inkâr etmesinden, o anda semavât ehlinin de (meleklerin de) sizi inkâr etmesinden korkuyorumBu bakımdan sabreden ve ecrini Allah'tan bekleyen, sevabın kemâlini elde eder.

Daha sonra Hazret-i Peygamber şu âyeti okudu: 'Sizin yanınızdaki tükenirAllah'ın yanındaki ise, bakidirYemin olsun, sabredenlere ecirlerini hesapız vereceğiz'. (Nahl/96) 3

Hazret-i Peygamber'i îman sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuştur:

(Îman) sabır ve cömertlikten ibarettir4 Sabır, cennet hazinelerinden bir hazinedir5

Yine bir defasında 'Îman nedir?' diye sorulunca cevap olarak şöyle buyurmuştur:

6 Bu hadîs-i şerif, Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifine benzer:

Hac Arefe'de vakfe'dir7 Yani haccın en büyük rüknü Arefe'dir.

Amellerin en üstünü nefislerin zorlandığı ameldir8

Denildi ki: Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy gönderek şöyle buyurmuştur: 'Benim ahlâkımla ahlâklan! Muhakkak ben çok sabırlıyım!'

Atâ'nın İbn-i Abbâs'tan rivâyet ettiği hadîste deniliyor ki: Hazret-i Peygamber Ensar'ın yanına girip şöyle buyurmuştur: 'Siz Mü'min misiniz?' Ensar sustuBu esnada orada bulunan Hazret-i Ömer (onların yerine) 'Evet! Ey Allah'ın Rasûlü!' diye cevap verdiHazret-i Peygamber devamla 'Sizin imanınızın alâmeti nedir?' dedi'Biz genişlikte şükür, belaya karşı sabır ve kazaya karşı rıza gösteririz' dedilerBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi:

Kâbe'nin rabbine yemin ederim ki durumu böyle olanlar Mü'mindirler9

Zoruna giden birşeye karşı sabır göstermende çok hayır vardır.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: Sizler sevdiklerinize ancak sevmediklerinize karşı gösterdiğiniz sabır sayesinde ulaşabilirsiniz.

Eğer sabır bir şahıs olsaydı muhakkak kerîm bir şahıs olurduAllahü teâlâ sabredenleri sever.

Bu husustaki haberler sayılmayacak kadar çokturAshâb'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hazret-i Ömer'in Ebû Musa el-Eş'arî'ye göndermiş olduğu bir mektupta şunlar yazılıydı'Sabra yapış! Bilmiş ol ki sabır, iki çeşittir: Biri diğerinden daha üstün ve faziletlidirMusibetler hususundaki sabır güzeldirOndan daha üstün ve faziletlisi, Allah'ın haram kıldıklarına sabretmektir.

Bil ki sabır, îmanın temelidirŞöyle ki: Muhakkak takvâ, hayır yapmaktan üstündürTakvâ da sabırla olabilir'.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: Îman dört direk üzerine bina edilmiştir: 'Yakîn, sabır, cihad ve adalet'Yine şöyle demiştir: İmanda sabrın yeri, vücuttaki baş gibidirBaşı olmayanın vücudu yok demektirSabrı olmayanın îmanı yoktur'.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Sabredenler için yükün iki kefesi ne güzeldir: O kefelerin üzerine konan alave ne güzeldir'.

Hazret-i Ömer yükün iki kefesinden namaz ile merhameti, Alave den de hidayeti kasdetmektedirAlave, devenin sırtına vurulan yükün iki kefesinin üzerine konan şeye denirHazret-i Ömer bununla şu âyet-i celîleye işaret etmiştir:

İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır. (Bakara/157)

Habib bEbî Habib 'Gerçekten biz onu sabredici olarak bulmuştukO ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu' (Sâd/44) ayetini okuduğu zaman ağladı ve şöyle dedi: 'Hayret! Kendisi vermiş olduğu halde kendisi övüyor'.

Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'İmanın zirvesi, hüküm için sabır ve kadere de rıza göstermektir'.

İşte buraya kadar söylediklerimiz nakil bakımından, sabrın faziletinin beyanıdırİbret gözüyle bakmak açısından ise, ancak sabrın hakikatini anladıktan ve mânâsını bildikten sonra anlarsın; zira faziletin ve rütbenin bilinmesi sıfatının bilinmesi demektirSıfatın bilinmesi ise mevsufu bilmeden önce hâsıl olmazBu bakımdan biz sabrın hakikatini ve mânâsını zikredelimTevfîk ancak Allah'tandır!

2) Ebû Nuaym, Hatib, (Oruç bölümünde geçmişti) .

3) İlim bölümünde geçmişti.

4) Taberânî, İbn Hıbbân, (Cabir'den)

5) Bu hadis, garîb'tir. Irâkî görmediğini söylemektedir.

6) Deylemî

7) Hac bölümünde geçmişti.

8) Irâkî, aslına merfû olarak rastlamadığını, bunun Ömer b. Abdülâziz'in sözü olduğunu kaydetmektedir.

9) Taberânî, Evsat

32-2

Sabrın Hakikati ve Manası

Sabır, dinin makamlarından bir makam ve sâliklerin uğrak yerlerinden bir konaktırDinin bütün makamları üç şeyden tanzim edilir:

aMârifetler

bHaller ve durumlar

cA'mâl (ameller)

Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdirBu temel halleri doğururHaller de amelleri meyve olarak verirBu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir.

Bu kaide, Allah'a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedirÎman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denirNitekim biz bunu Kavaid'ul Akaid bahsinde Îman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik.

Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olurBu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettirAmel, meyve gibidir, ondan çıkarBu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidirSabır, hayvan ve meleklerde düşünülemezHayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez.

Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştırHayvanlar şehvetlere esir olmuşlardırBu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettirHayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin.

Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardırOnlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar.

İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştırOnda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterirOnun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettirÇünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddırOysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardırFakat Allahü teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle insanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derecesinden yükseltmiştirBülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye ederBöylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılırO iki sıfatla tahsis edilmiştirOnların biri Hazret-i Peygamber'in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidirBütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir.

Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildirAksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilirBunun için o lezzetliyi arar.

Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmezBu bakımdan İnsan oğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir.

Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmezNice zararlı vardır ki insan onu bilirMesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildirÖyleyse İnsan oğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun.

Böylece Allahü teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve Allahü teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye ederAllahü teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişirBu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenirBu durum da Allahü teâlâ'nın takviyesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdurNitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olurÖyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildirBu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelimŞehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim.

Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedirBu iki haslet arasındaki savaş daimîdirBu savaşın yeri, kulun kalbidirDin teşvikçisinin imdadı, Allah'ın hizbini destekleyen yardımcı meleklerden gelirŞehvet teşvikçisinin imdadı, Allah'ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelirBu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettirEğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde Allah'ın hizbine yardım etmiş olur ve sabredenler zümresine iltihak ederEğer perişan olur, şehvetin kendisine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olurMadem durum budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir.

Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdırDin teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve âhirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verirBu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (îman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu îman da şehvetin Allah'a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenirBu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanırBu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olurMarifetin ve îmanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterirO iki melek, bu iki orduyu Allah'ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederlerO iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdirOnlar her insanı idare eden iki melektir.

Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştırBu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdırDiğeri ise sol tarafın arkadaşıdırKulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardırBu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydederDüşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsinBu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olurSağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydederBöylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur.

Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazarMücahede yapmakla askerinden imdad isterBöylece melek onun için bir hasene yazarBu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdırBu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir.

Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlarÇünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez.

Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlarBir defa küçük kıyâmette ve bir defa da en büyük kıyâmette. . . Küçük kıyâmetten gayem ölüm halidir; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim ölürse muhakkak onun kıyâmeti kopmuştur.

Bu kıyâmette, kul tek başınadır ve bu kıyâmet koptuğu anda şöyle denilir:

Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz. (En'âm/94)

Ve yine bu kıyâmette ona şöyle denilir:

Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14)

Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyâmette ise, şahıs tek başına değildirAksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilirO kıyâmette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirlerBirinci dehşet, küçük kıyâmetin dehşetidirBüyük kıyâmette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyâmette de vardırMesela arzın sarsılması gibi. . . Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsarBilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman 'Onların yeri sarsıldı' demek doğrudurHer ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de. . . Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştirÇünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görürÖyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır.

İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktırTopraktan özel nasibin sadece bedenindirBaşkasının bedeni ise, senin nasibin değildirÜzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındırBedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsınOysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsınÇünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmazBu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdırÖyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındırKemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdırKalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır.

Böylece bütün azalarını sayabilirsinBu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştırKemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olurBu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılırKemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlarÖlüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararırKulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak sönerDimağın çatladığı zaman gök çatlarÖlümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektirBacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir. . Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir.

Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağımFakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyâmet koparBüyük kıyâmetten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuşturKör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittirÇünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuşturOnun güneşten hissesi o idiBu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidirBaşı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettirBu bakımdan başı olmayanın göğü yokturÖyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyâmettirAsıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyâmet koptuğu zamandırO zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır.

Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettikKüçük kıyâmetin büyük kıyâmete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira İnsan oğlu için iki doğum vardırOnlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdırBu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadırİnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardırOnlar da meniden, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir.

Bu bakımdan büyük kıyâmet'in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyâmete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidirÖlümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidirHatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen âhireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! 'Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir'İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedirHatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildirŞu âyet-i celîlede buna işaret vardır:

(Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim. (Vâkıa/61)

Bu bakımdan iki kıyâmet'i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine îman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedirSadece küçük kıyâmeti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidirBu ise cehalet ve dalâlettir.

Kör olan deccale uymaktırEy miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idikSenin önünde bu dehşetler vardıİnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyâmete küçük kıyâmetin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi'nin şu sözünü duymadın mı?

Vâiz olarak ölüm, yeter! 10

Hazret-i Peygamber'in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? 'muhakkak ölümün şiddetleri vardırMuhakkak ölümün korkusu vardır'.

Ey Allahım! Muhammed'e ölümün acısını kolaylaştır11

Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gâfil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyâmeti uzak mı görüyorsun? Oysa o gâfiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezlerHastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlarİhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar.

Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir peygamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılarOnlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlarYoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdirFakat onlara rablerinin ayetlerinden bir âyet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler.

Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur:

Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık görmezlerSen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdirÎman etmezler. (Yâsîn/9-10)

Biz hedefimize dönelimÇünkü bu söylediklerimiz telvihlerdirMuamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederlerAnlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettirBu mukavemet de insanların özelliğindendirÇünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadırO melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönelmekte, günah da onlardan yüz çevirmektedirÇocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yokturBu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çevirmek düşünülemezMelekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar.

Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar. . . Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişirBu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidirAncak erginlik çağından önceki aydınlık eksiktirİnsanı âhirette zarar verene irşad etmezSadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırırBunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat âhirette cezaya çarptırılmazlarÇocuğun günahları günah olarak yazılmazŞu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir.

Böylece Kirâmen Kâtibin'in görevini kendisi yapmalıdırBu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olurBu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur.

Nitekim Hazret-i Peygamber'in hadîsinde buna işaret vardır:

Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz.

Hazret-i Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir.

10) Beyhakî

11) Tirmizî

İmanın yarısı sabırdır

Îman bazen 'dinin esaslarını tasdik etmek' mânâsına tahsis edilirBazen de o tasdikten sâdır olan sâlih amellere tahsis edilirBazen de ikisine birden ıtlak olunurMarifetlerin birçok babları olduğu gibi, amellerin de birçok babları vardırÎman terimi bütün bunlara şâmil olduğundan dolayı, îman yetmiş küsur şubeden meydana gelirBu ıtlakların değişikliklerini Kavaid'ul-Akaid bahsinde zikretmiştikFakat sabır, iki itibar ve iki ıtlakın isteği olarak îmanın yarısıdırO ıtlakların biri îman teriminin tasdik ve amellerin ikisine birden ıtlak olunmasıdırBu takdirde îmanın iki rüknü vardırO rükünlerden biri yakîn, diğeri sabırdır.

Yakîn'den gaye; Allahü teâlâ’nın kulunu dinin esaslarına hidayet etmesinden hâsıl olan kesin marifetlerdir.

Sabır'dan gaye; yakînin gereğine göre amel etmektir; zira yakîn, İnsan oğluna, günahın zararlı ve ibâdetin faydalı olduğunu bildirirGünahı terkedip ibadete devam etmek, ancak sabırla mümkün olurSabır da tembellik ve hevâ-i nefsin gücünü kahretmek hususunda dinin teşvikçisini kullanmak demektir.

Bu bakımdan sabır, bu itibarla îmanın yarısıdır ve bu nedenle Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ikisinin arasını birleştirerek şöyle buyurmuştur:

Size verilenlerin en azı, yakîn ile sabrın azimetidir12

İkinci itibar, îman teriminin marifetlere değil de amelleri meyve olarak veren hallere ıtlak olunmasıdırBu meyanda kulun rastladığı şeylerin hepsi, dünya ve âhirette kula fayda veya zarar veren kısımlara ayrılırKula zarar verene nisbeten kulun sabır hâli, fayda verene izafeten de şükür hâli vardırBu bakımdan şükür de îmanın iki şıkkından biri olurNitekim yakînin, birinci itibarla îman şıklarından biri olduğu gibi!

Nitekim İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Îman iki şıktır, biri sabır, öbürü şükürdür'Bu söz, Hazret-i Peygamber'e de izafe edilir13

Sabır, îmanı teşvik eden şeyin sebâtı sayesinde hevâ-i nefsi teşvik eden şeye karşı sabretmektirHevâ-i nefsi teşvik eden şey iki kısımdırBiri şehvet, öbürü gadab (öfke) cihetinden gelirBu bakımdan şehvet, lezzetlinin talebi içindirÖfke de elem vericiden kaçmak içindirAynı zamanda oruç da sadece şehvetin isteklerine sabretmek demektirO da öfkesinin isteği değil, mide ile tenasül uzvunun şehvetidir.

İşte bu itibarla Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Oruç, sabrın yarısıdır14

Çünkü sabrın kemâli, hem şehvetin isteklerine, hem de gazabın isteklerine sabretmekle hâsıl olurBu bakımdan oruç, îmanın dörtte biri olurİşte ameller ve hallerin hududlarını ve imana olan nisbetlerini takdir eden şeriatın, bu şekilde anlaşılması uygundurBurada esas, îmanın birçok şubesinin olduğunu bilmektir; zira îman terimi, çeşitli vecihlere ıtlak olunur.

12) Şehr b. Havşeb, (Ebû Umâme'den)

13) Beyhâkî ve Deylemî

14) İbn Mâce

Sabrın Kısımları

Sabır iki türlüdür.

Onlardan biri, bedenîdirBedenen meşakkatlere göğüs gerip tahammül etmek gibi. . . O da ibâdetler veya başka şeylerden meydana gelen zor amelleri yapmak gibi ya fiille olur veya korkunç yaralara, ağır hastalığa ve şiddetli darbeye sabretmek, göğüs germekle olurBu da eğer şeriata uygunsa bazen güzel olur.

Fakat tam güzel olan sabır, öbür çeşididirO da hevâ-i nefsin isteklerine ve tabiatın iştahlarına nefsin sabretmesidir.

Bu çeşit sabır, eğer midenin ve tenasül uzvunun şehvetine sabretmekse, buna iffet adı verilirEğer nahoş bir hâdiseye tahammül etmekten gelen bir sabır ise, halk nezdinde hâdiseye göre değişik isimler alırEğer bir musibette ise sadece sabır ismiyle iktifa edilirBuna zıd ceza ve hele diye adlandırılan bir durum vardırBu zıd durum, hevâ-i nefsin isteğini sesi yükseltmek, yanaklara vurmak, yakayı yırtmak ve benzeri hareketlere nefsi bırakmaktır.

Eğer zenginliği göğüslemekte ise buna zabt'ün-nefs (nefsi zapt u rapt altına almak) adı verilirBunun zıddı olan hâle Batar (saldırganlık) ismi verilirEğer nahoş hâdiseyi, savaşta göğüslerse, buna şecaat (kahramanlık) adı verilrBunun tam tersine de cebanet (korkaklık) adı verilirEğer öfkeyi veya gayzı yutmak hususunda ise, bu takdirde sabra hilim adı verilirBunun zıddına tezemmür denirEğer zamanın musibetlerinden rahatsız edici bir musibete sabrediyorsa, bu tür sabra göğüsün genişliği mânâsına gelen siat'üs-sadr adı verilirBunun zıddına dacer, teberrum ve göğüs darlığı mânâsına gelen dik'us-sadr denir.

Eğer bir konuşmayı gizlemek hususunda sabretmişse buna kitman'üs-sır (sırrı gizlemek) adı verilirBu sabrın sahibine de ketûm denirEğer yaşlılığa sabretmek ise, bunun adına zühd, zıddına da hırs denirEğer azla yetiniyorsa buna kanaat ismi verilirBunun zıddına oburluk mânâsına gelen şereh denirBu bakımdan îmanın çoğu sabra dahildir.

Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber'e îmandan sorulduğunda şöyle demiştir: 'O, sabrın ta kendisidir'Çünkü îmanın çoğu ve en aziz amelleri sabırdır.

Yine Hazret-i Peygamber 'Hac Arefe'dir'15 buyurmuştur.

Allahü teâlâ, bunların bütün kısımlarını bir arada derleyerek hepsine birden sabır adını verip şöyle buyurmuştur:

Ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar bunlardır. (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır. (Bakara/177)

Madem durum budur, o halde bunlar, ilgilendikleri konuların değişikliklerine göre, sabrın kısımlarıdırlarKim mânâları isimlerden alıyorsa, o kimse zanneder ki bu durumlar, haddizatında ve hakikatlerinde de değişiktirlerÇünkü isimleri değişik görürFakat dosdoğru yolda yürüyen ve Allah'ın nûruyla bakan bir kimse ise, önce mânâları mülâhaza eder, dolayısıyla hakikatlerine muttali olur, sonra isimleri düşünürÇünkü isimler mânâlara delâlet etmek için vaz'edilmişlerdirBu bakımdan mânâlar, asılların ta kendileridirLâfızlar ise tâbilerdirÖyleyse asılları tâbilerde arayan bir kimse elbette haya eder.

Bu iki gruba şu ayetle işaret edilmiştir:

Şimdi yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yol üzerinde düzgün yürüyen mi? (Mülk/22)

Kâfirler, yanıldıkları yerlerde ancak böyle makûs kaidelerden ötürü yanılmışlardırAllahü teâlâ'dan keremi ve lütfu sayesinde, hüsn-ü tevfîkini dileriz.

32-3

Kuvvet ve Zayıflık Bakımından Sabrın Kısımları

Din teşvikçisi, hevâ-i nefsin teşvikçisine nisbeten üç duruma sahiptir:

Bir

Bu, hevâ-i nefse çağıran gücü artık münazaa ve münakaşa edecek gücü kalmayacak derecede mağlup etmektirBuna ancak sabrın devamıyla varılabilirBunun için 'Sabreden zafere ermiştir' denir.

Bu rütbeye ulaşan çok azdırŞübhe yoktur ki bunlar, mukarreb olan sıddîkların ta kendileridirO sıddîklar ki 'Rabbimiz Allah'tır' demişler, sonra dosdoğru hareket etmişlerdirİşte bunlar dosdoğru yola yapışmışlar, kuvvetli yol üzerinde dimdik durmuşlar, nefisleri din teşvikçisinin isteği üzerine itminana kavuşmuşturOnlar 'Ey itminana kavuşan nefis! rabbinden (nimetinden) razı ve rabbin de senden razı olduğu halde rabbine dön!' davetiyle çağırılmışlardır.

İki

Bu hâl, hevâ-i nefis davetçilerinin galebe çalması ve din teşvikçisinin mücadelesinin tamamen ortadan kalkmasıdırKişi nefsini tamamen şeytanların ordusuna teslim ederMücâhededen ümitsiz olduğu için, artık mücahede etmez hale gelirBunlar, gâfillerin ta kendileridir ve insanların çoğunluğunu bunlar teşkil ederler! Bunlar o kimselerdir ki şehvetleri onları kul ve köle edinmiştir, şekavetleri kendilerine galebe çalmıştır.

Bu bakımdan Allah'ın düşmanlarını, Allah'ın sırlarından bir sır ve emirlerinden bir emir olan kalplerine hakim kılmışlardırŞu ayette bunlara işaret vardır:

Dileseydik herkesi hidayete erdirirdikFakat benden 'Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, sözü çıkmıştır. (Secde/13)

İşte bahsi geçenler âhireti verip dünya hayatını satın alan ve alışverişinde zarar edenlerdirOnları irşad etmek isteyen bir kimseye vahy lisanıyla şöyle denilmiştir:

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimseden yüz çevirOnların ilimden erebildikleri (son had) işte budur. (Necm/29-30)

Bu durumun alâmeti ümitsizlik ve kuruntularla aldanmaktırBu ise, ahmaklığın en son derecesidir.

Nitekim Hazret-i Peygamber seyyie buyurmuştur:

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekerÖlümden sonraki hayatı için amel ederAhmak o kimsedir ki nefsim hevasına tabi kılar, (amelsiz) Allah'tan yüksek dereceler temenni eder16

Bu durumun sahibi, kendisine nasihat edildiği zaman der ki: 'Ben tevbeye müştakımFakat tevbe etmek bana zor geldiği için tevbe etmekten ümidimi kestim!' veya tevbeye müştak olmadığı için şöyle der: 'muhakkak Allah gafûr, rahîm ve kerîmdirBenim tevbeme ihtiyacı yoktur!'

Bu miskin adamcağızın aklı, şehvetine köle olmuştur, O aklını şehvetinin ihtiyacını yerine getiren hilelerin inceliklerini elde etmek hususunda kullanır, Bu bakımdan onun aklı, kâfirlerin elindeki bir müslüman esîr gibi, şehvetlerin elinde esirdirOnlar onu domuzları gözetmede, şarapları koruyup getirmede kullanırlar! Böyle bir kimsenin Allah katındaki durumu, bir müslümanı mağlup edip kâfirlere teslim eden bir kimsenin durumu gibidir.

Çünkü bu kimse, açık cürmü yoluyla eğlenceye alınmayacak olanı eğlenceye almış ve serbest kalması gerekeni de başkasının tahakkümüne vermiştirOysa müslümanın hakkı hâkimiyet, Allah'ı tanımayanın hakkı mahkûmiyet iken bunu tersine çevirmiştirBaşkası için bu hakka riayet gerektiği gibi, kendi hakkını koruması daha önceliklidirNe yazık ki Allah'ın tarafını tutarı meleğin askerini, şeytanın tarafını tutan orduya teslim etmiştirAklını şehvetine esir eden bu adamın bu tutumu, bir müslümanı bir kâfire köle yapan bir kimse gibi veya kendisine iyilikte bulunan padişaha kasteden ve padişahın en aziz evladını tutup düşmanlarından birine teslim eden bir kimse gibidirBu kimsenin Allah'ın nimetini inkâr edişine ve Allah'ın azabını davet etmesine dikkat etÇünkü hevâ-i nefis Allah'ın nefret ettiği yeryüzünde ibâdet edilen en sevimsiz şeydirAkıl ise, yeryüzünde yaratılmış en aziz varlıktır.

Üç

Üçüncüsü, akıl ve şehvetin kuvvetleri arasında savaşın sürüp gitmesidirBazen birinin, bazen diğerinin galip gelmesidirBöyle bir şahsın benzeri, mücâhidlerden sayılır, zaferi elde edenlerden değil! Bu durumun ehli, salih ve kötü ameli karıştırmışlardırUmulur ki Allah tevbelerini kabul etsinBu hüküm kuvvet ve zayıflık itibariyledirBunda kendisine karşı sabredilenin sayısı itibariyle üç hâl meydana gelir; zira bu şahıs ya bütün şehvetlere galebe çalar veya hiçbir şeye galebe çalamaz veya bir kısım şehvetlere galebe çalar, bir kısmına çalamaz.

Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi bir işle kötü işi birbirine karıştırdılar. (Tevbe/102)

Bu ayetin anlamının şehvetin bazısına galip, bazısına mağlup olan kimsenin üzerine hamledilmesi daha evladırMutlak mânâda şehvetlerle mücadeleyi terkedenler ise, hayvanlara benzerlerHatta yol bakımından daha sapıktırlar; zira hayvanda şehvetle mücâhede eden kudret yaratılmamıştırBöyle bir kimseye ise, bu meziyet verilmiş, fakat o bunu muattal bırakmıştırBu bakımdan bu kimse eksiktir ve hakka arkasını çevirenin ta kendisidirNitekim şair şöyle demiştir:

Ben halkın ayıpları içerisinde hiçbir ayıp görmedim ki itmam etmeye kudretleri olup da eksik kalanların eksikliği gibi olmasın!

Sabır, kolaylık ve zorluk itibariyle de nefse zor gelen ve kendisine ancak büyük bir gayret ile devam etmek mümkün olan ki buna tesettür (zoraki sabır) adı verilir kısım ile fazla yorgunluk olmaksızın biraz nefse yüklenmekle meydana gelen kısma ayrılırBu ikinci kısma da sabır ismi verilirTakvâ devam ettiği, neticedeki en güzel olanı tasdik etme kuvvet bulduğu zaman sabretmek kolaylaşır.

Bu sırra binaen Allah şöyle buyurmuştur:

Kim verip korunursa ve en güzel kelimeyi tasdik ederse, onu en kolay yola muvaffak ederiz. (Leyl/75-7)

Bu tür sabır, kuvvetli olan bir kimsenin, âciz bir kimseye saldırışına benzerOnu yenmek hususunda bir yorgunluk ve zorluk çekmezFakat hasmı da güçlü olursa bu kimse ancak yorgunluk ve fazla çaba sarfetmekle, ter dökmekle onu alt edebilir.

İşte dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisi arasında da aynen bunun gibi savaş vardırBu savaş haddi zatında melek ve şeytan orduları arasındadırNe zaman şehvetler teslim olursa, dini teşvik eden güç galebe çalar, uzun zaman devam etmek sûretiyle sabretmek kolaylaşırsa bu durumda Rıza bahsinde geleceği gibi rıza makamını elde ederBu bakımdan rıza, mertebe bakımından sabırdan daha yücedir.

Bu nedenle Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah'a rızan ile ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte de çok hayır vardır17

Âriflerden biri şöyle demiştir: "Sabır ehli üç makam üzerindedir.

O makamların birincisi, şehvetin terkidirBu, tevbe edenlerin derecesidir.

O makamların ikincisi de takdir edilene rıza göstermektirBu da zâhidlerin derecesidir.

O makamların üçüncüsü de mevlâsı tarafından başına gelene muhabbet göstermektirBu da sıddîkların derecesidirBiz Muhabbet bahsinde, muhabbet makamının rıza makamından, rıza makamının da sabır makamından daha yüce olduğunu beyan edeceğizSanki bu taksim, özel bir sabır hakkında cari olmuş ki o da musibet ve belalar üzerindeki sabırdır.

Sabır da hükmü itibariyle farz, nafile, mekruh ve haram kısımlara ayrılır.

Bu bakımdan mahzurlu şeyleri yapmamak hususunda sabretmek farzdır.

Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmek nafile sabırdır.

Mahzurlu şeylere sabretmek mahzurlu'durTıpkı kendi eli veya çocuğunun eli başkası tarafından kestirildiği halde sükût edip sabreden bir kimse gibi ve tıpkı ailesine veya himayesi altında bulunan kadınlara şehvetle yaklaşana karşı gayreti kabarır, fakat gayretini göstermeyip sabreden veya aile efradının başından geçene karşı sükût eden bir kimsenin sabrı gibi. . . Böyle bir sabır haramdır.

Mekruh olan sabır ise, şeriatta mekruh olan bir cihetten kendisine dokunan bir eziyete karşı sabır göstermektirBu bakımdan şeriat, sabrın mihenk taşı olmalıdır.

Öyleyse sabır îmanın yarısıdır hükmü sana sabrın hepsi güzeldir hayalini verirse bu uygun değildirAksine sabır'dan gaye; sabrın özel kısımlarıdır.

15) Sünen sahipleri, (Abdurrahman b. Ya'mer'den)

16) Gurur bölümünde geçmişti.

17) Tirmizî, (İbn-i Abbâs'tan)

İki Hâl

Dünyada kulun rastladığı hiçbir şey, iki hâlin dışında değildirOnlardan biri, kulun hevasına uygun olanıdırDiğeri kulun tabiatına uymayan, tiksindiği şeydirKul bunların ikisinde de sabra muhtaçtırKul, bütün durumlarında bu iki çeşidin birinden veya her ikisinden de uzak değildirBu bakımdan kul, hiçbir zaman sabırdan müstağni değildir.

Birinci Çeşit

Kulun hevasına uygun olanıdırBu da sıhhatli ve selâmetli olmak, malın, mertebenin ve aşiretin çokluğu, sebeplerin genişliği, yardımcıların çokluğu ve dünyanın bütün lezzetleridirBu şeylerde kulun sabra şiddetli ihtiyacı vardır; zira kul, eğer nefsini bunlara dalmaktan, bunlara meyletmekten engelleyemezse, bu durum kulu, saldırganlık ve tuğyana doğru götürür'Çünkü insan kendisini müstağni gördüğü zaman tuğyan eder'Hatta ariflerden biri şöyle demiştir: "Belâ karşısında Mü'min, afiyetler karşısında ise ancak sıddîk bir kimse sabredebilir'

Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Afiyet üzerinde sabır, belâ üzerindeki sabırdan daha şiddetlidir'Dünyanın kapıları ashâb-ı kirâm için açıldığı zaman, onlar da şöyle dediler: 'Biz fakirlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrettik! Zenginlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabredemedik!' Bunun için Allahü teâlâ kullarını mal, kadın ve evlat fitnesinden sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Ey îman edenler! Mallarınız, çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan, alıkoymasınKim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır. (Münâfikun/9)

Ey îman edenler! eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakınınBununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örtersiniz, şüphe yok ki Allah gafûrdur (çok bağışlayandır) , rahimdir (çok merhametlidir) . (Tegâbün/14)

Hazret-i Peygamber de şöyle demiştir: 'Evlat, cimrilik, korkaklık ve üzüntü sebebidir'18 Hazret-i Peygamber, torunu Hasan'ın gömleğinin eteğine basıp düştüğünü görünce, minberden inerek onu kucakladı, sonra şöyle buyurdu:

Allah doğru söylemiştir: 'ınallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir belâ ve imtihandır'. (Teğâbün/15)

Ben onun düştüğünü gördüğüm zaman, gelip onu kaldırmaktan kendimi alamadım19

İşte burada, basiret sahipleri için ibret vardırBu bakımdan asıl hüner, âfiyet ve bollukta sabretmektirAfiyet üzerinde sabretmenin mânâsı, ona meyletmemek ve onların kendi yanında emanet olduğunu ve bu emanetin yakın bir zamanda asıl sahibine iade edileceğini bilmek, nefsini bunlarla ferahlansın diye salıvermemek, nimete, lezzete, lehv u lâ'be dalmamak, malında Allah'ın haklarını o malı infak etmek sûretiyle gözetmek, halka yardım etmek sûretiyle bedeninin hakkını ödemek, dilini doğru söylemek sûretiyle korumaktırAllah'ın kendisine ihsan ettiği diğer nimetlerde de böyle yapmaktırBu sabır, şükre bitişiktirİleride geleceği gibi ancak şükrün hakkını eda etmekle tamamlanırZenginlik karşısındaki sabrın daha şiddetli olması, şu hikmetten ileri gelmektedir: Çünkü bu sabır, kudret ve gücü yettiği halde yapılan sabırdır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) 'Güç yetmemek ismettendir demiştirHacamat yapmaya ve kan aldırmaya karşı başkası deruhde ettiği zaman sabretmek, kendi nefsinden kan aldırmana ve kendi kendine hacamat tatbik etmene karşı sabretmekten daha kolay gelirYemeğin bulunmadığı anda acıkan bir kimsenin sabretmesi; lezzetli ve güzel yemekler hazır bulunduğu ve onları yemeğe gücü yettiği halde sabretmekten daha zor değildirBu nedenle zenginliğin fitnesi çok daha büyüktür.

İkinci Çeşit

İkinci çeşit, hevâ-i nefse ve tabiata uymayana sabretmektirBu da ya kulun ihtiyarına bağlı ibâdet ve günahlar gibi veya kulun ihtiyarına bağlı olmayan musibet ve felâketler gibi şeylerdir, fakat onu izale etmekte kulun ihtiyarı vardırEziyet verenden intikam almak sûretiyle gönlünü rahatlatmak gibi. . .

Birinci Kısım

Birinci kısım, kulun ihtiyarına bağlı olan kısmıdırBu kısım, kulun ibadet veya masiyet diye nitelendirilen fiilleridirBunlar da iki çeşittir:

A) İbadet

Kul, ibadete sabretmeye muhtaçtırİbadette sabır şiddetlidirÇünkü nefis, tabiatıyla kulluktan ürkerRubûbiyyet arzusunda bulunur.

Bunun için ariflerden biri şöyle demiştir: 'Hiçbir nefis yoktur ki Firavun'un taşıdığı arzuyu içinde taşımasın'Firavun'un arzusu şu sözüdür:

Ben sizin en yüce rabbinizim! (Nâziat/32)

Fakat Firavun, bu sözü söylemeye ve kabul edilmesine imkân bulup da söylemiştir; zira o, kavmini tâzib ettiOnlar da kendisine itaat ettilerBu bakımdan kölesi, hizmetkârı ve kahrı ile itaati altında bulunan herhangi bir kimseye karşı bu anlamda bir davranış içine girmeyen hiç kimse yoktur.

Her ne kadar bunu izhar etmekten menedilmiş ise de; zira onların hizmette kusur ettikleri zaman gazaba gelmesi öfkelenmesi ve 'Nasıl bu kusuru yapıyorsun?' diye garipsemesi ancak gizli bir kibirden, kibirden ve rubûbiyette münakaşa etmekten neşet ederMadem durum budur öyleyse kulluk, mutlak mânâda nefse zor gelir. Sonra ibadetlerden bir kısım vardır ki insan tembellik sebebiyle ondan hoşlanmazNamaz gibi. . . Diğer bir kısım vardır ki insan cimrilik sebebiyle ondan hoşlanmazZekât gibi. . . Diğer bir kısım vardır ki insan, tembellik ve cimrilik sebebiyle, ondan hoşlanmazHac ve cihad gibi. . .

Bu bakımdan ibadete sabır, şiddetlere sabır demektirAllah'a ibadet eden bir kimse ibadetinde sabretmeye üç durumda muhtaç olur:

1Birincisi ibadetten öncedirBu, niyetin tashihinde, ihlasta, riyanın şaibelerine sabretmekte, âfetlerin büyüklerine sabretmekte, ihlas ve vefa üzerinde azmini akdetmektedirBu tür sabır, niyetin ve İhlasın, riya âfetlerinin, nefis desiselerinin hakikatini bilen bir kimse nezdinde şiddetli sabırdandır.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) buna dikkati çekerek şöyle buyurmuştur:

Ameller ancak niyetlere bağlıdır, her şahıs için niyet ettiği vardır20

Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:

Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti. (Beyyine/5)

Yine Allahü teâlâ sabrı, amelin üzerine takdim ederek şöyle buyurmuştur:

Ancak sabredip salih ameller işleyenler müstesnadır. (Hûd/1l)

2İkincisi amel durumudur ki bir kul amel esnasında Allah'tan gâfil olmamalıdır Amelin adab ve sünnetlerini araştırmada tembellik etmemelidirAmelin sonuna kadar edebe riayet etmelidirBu bakımdan gevşekliğe davet edenlere karşı, ameli bitirinceye kadar sabretmelidirBu sabır, sabrın şiddetlilerindendir.

Nitekim şu âyet-i celîle'den bu mânâ kastedilmiştir:

Böyle salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldirOnlar ki sabrederler ve yalnız rablerine tevekkül ederler. (Ankebût/58-59)

3Üçüncüsü amel bittikten sonradır; zira kişi ameli ifşa etmek, riya ve gösteriş için ameli belirtmeye karşı sabretmeye muhtaçtır. Ameline beğenme gözüyle bakmaktan, ameli iptal edip eserini yakacak her harekete sabretmeye muhtaçtır.

Sakın amellerinizi iptal etmeyin. (Muhammed/33)

Sakın sadakalarınızı minnet etmek ve başa kakmak sûretiyle iptal etmeyin (boşa çıkarmayın) . (Bakara/264)

Bu bakımdan sadaka verdikten sonra minnet etmeye ve başa kakmaya sabretmeyen bir kimse muhakkak amelini boşa çıkarmıştırİbâdetler farz ve nafile diye iki kısma ayrılırlarKişi bütün bunlara karşı sabretmeye muhtaçtır.

Allahü teâlâ bunları şu âyet-i celîle'de derlemiştir:

Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder. (Nahl/90)

Bu bakımdan ayette bahsi geçen adalet farzdır, ihsan ise nafile ibadettir'Akrabalara vermek' ise mürüvvet ve sılayı rahimdirBütün bunlar sabra muhtaçtır.

B) Masiyetler

Kulun günahlara karşı sabretmeye çok fazla ihtiyacı vardırAllahü teâlâ, günahların çeşitlerini şu ayette derlemiştir:

Allah zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulm yapmaktan da nehyediyor. (Nahl/90)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Muhâcir kötülüğünü terkeden ve hevâ-i nefsi ile cihada girişendir.

Günahlar, hevâ-i nefsin teşvikçisinin isteğidirlerGünahlara karşı sabretmenin en zoru, âdet yüzünden alışık olduğu günahlardan sabretmektir; zira muhakkak ki âdet, beşinci bir tabiattırNe zaman âdet şehvete eklenirse, o zaman şeytanın ordularından iki ordu birleşmiş olur ve Allah'ın ordusuna karşı mücadeleye girişirBu takdirde dinin teşvikçisi şehveti sökmeye muktedir olamaz. Sonra eğer o fiil yapılması kolay olan şeylerden ise, ona karşı sabredip yapmamak nefis için en ağır bir yük olurAçıkça tariz yoluyla nefsini övmek, riyakarlık yapmak, yalan söylemek ve gıybetten meydana gelen dile mahsus günahlara karşı sabretmek gibi. .

Kalplere eziyet veren mizahın çeşitleri, istihza ve hakaret maksadıyla kullanılan kelime çeşitleri, ölüleri, ilimlerini, ahlâklarını ve mertebelerini tenkid etmek (ve benzerlerinden) oluşan dile mahsus olan günahlara karşı sabretmek gibi. . . Çünkü bunlar zâhirde gıybet, bâtında nefsi övmektirBu bakımdan nefsin burada iki şehveti vardır: O şehvetlerden biri; başkasını nefyetmek, diğeri ise kendini isbatlamaktır! Bu şehvet sayesinde insanın tabiatında bulunan rubûbiyet davası, şahıs için tamam olurOysa bu durum, şahsın emrolunduğu kulluğun zıddıdırİki şehvetin bir araya gelmesi, dilin hareket etmesinin kolaylığı ve bu tür konuşmalar muhaverelerde âdet halini aldığı içindir ki bunlara karşı sabretmek çok zordurOysa bunlar insanı helâk eden şeylerin en büyükleridirHatta bunları hor görmek ve çirkin telâkki etmek, fazlasıyla tekrar edildiğinden ve herkesin alışık olduğundan, neredeyse iptal olunup ortadan kalkmıştır.

İnsan ipekli giydiği için fazlasıyla kınanırFakat bütün gün boyunca halkın aleyhinde dedikodu yapar ve nedense hiç kınanmazOysa haberde şöyle vârid olmuştur: 'Gıybet, zinadan daha şiddetlidir'.

Kim muhaverelerde diline hâkim olmazsa ve bu tür mahzurlu konuşmaları yapmaya karşı sabretmezse, böyle bir kimseye uzlete çekilmek ve tek başına yaşamak farz olurÇünkü böyle bir kimseyi ancak uzlete çekilmek kurtarırBu bakımdan halkla oturduğu halde susmaya sabretmek, uzlete çekilmekten daha zordurGünahların cüzlerinde sabrın şiddeti, o günahın davetçisinin değişikliğiyle, onun kuvvet ve zafiyetine göre değişirVesveselerin kaynaşmasıyla kalplerin hareket etmesi dilin hareket etmesinden daha kolaydırŞüphe yoktur ki İnsan oğlu, uzlete çekilse bile, nefsin konuşması (vesveseler) devam ederOnlara sabretmek mümkün değildirAncak kalbine dinî bir meşgaleyi tamamen yerleştirirse o zaman mesele değişirTıpkı düşünceleri bir tek düşünce olduğu halde sabahlayan bir kimse gibi. . . Aksi takdirde eğer şahıs, fikrini belli bir şeyde kullanmazsa, vesveselerin onun kalbinden uzaklaşması düşünülemez.

İkinci Kısım

Kulun başına bir musibet gelmesi, kulun ihtiyarına bağlı olmayan kısımdırFakat onu defetmekte kulun ihtiyarı vardırYani bu 'Karşılık vermemek için sabrediniz!' demektir ve bunun için Allahü teâlâ, gerek kısas ve gerek başka hususlarda haklarını bağışlayanları överek şöyle buyurmuştur:

Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz, size yapılan azabın benzeriyle azap edinAma sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir. (Nahl/126)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

Senden sıla-ı rahmi kesen bir şahsa sıla-ı rahim yap! Seni ihsanından mahrum eden bir kimseye ihsan et! Sana zulmeden bir kimseyi affet!22

İncil'de Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'muhakkak daha önce size dişe karşı diş, buruna karşı burun denildiBen ise size derim ki: Sakın şerre şerle karşılık vermeyinizAksine sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevirSenin abanı alana izarını verKim kendisiyle beraber bir mil yol yürümen için seni zorlarsa, onunla iki mil yürü!'

Bütün bunlar eziyete karşı sabretmeyi emretmektedirBu bakımdan halkın eziyetine karşı sabretmek, sabır mertebelerinin en yücelerindendirÇünkü bu sabırda dinin teşvikçisi, şehvet ve öfkenin teşvikçisi yardımlaşırlar.

Üçüncü Kısım

Üçüncü kısım, musibetler gibi öncesi ve sonu kulun ihtiyarında olmayan şeylerdirAzizlerin ölümü, malların helâki, hastalıktan dolayı sıhhatin gitmesi, gözün kör olması, azaların fesada uğraması ve belanın diğer çeşitleri gibi. . . Bunlara sabretmek, sabır makamlarının en yücelerindendirNitekim İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Kur'ân'da sabır üç vecih üzeredir:

1Allah'ın farz kıldığı vazifeleri yapmaya karşı sabretmektirBunun üçyüz derecesi vardır.

2Allah'ın haramlarına karşı sabretmektirBunun altıyüz derecesi vardır.

Nitekim sözle veya fiille eziyete maruz kaldığı, nefsi veya malı hakkında tecavüze hedef olduğu durum gibi. . Bu bakımdan sabretmek, karşılık vermeyi terketmek bazen vâcib bazen de fazilet olur.

Ashâb-ı kirâmdan (radıyallahü anh) biri şöyle demiştir: 'Kişi eziyete karşı sabretmedikçe, biz onun imanını tam îman olarak saymazdık'.

Nitekim Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:

Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğizO halde tevekkül edenler, yalnız Allah'a dayansınlar. (İbrahim/12)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir defasında bir malı taksim ettiBunun üzerine bedevilerden biri şöyle dedi: 'Bu taksimle Allah'ın rızası kasdedilmemiştir'.

Bu söz Hazret-i Peygamber'e haber verildiğindeHazret-i Peygamber'in yanakları kıpkırmızı oldu ve şöyle buyurdu: 'Allah kardeşim Musa'ya rahmet etsin! Muhakkak ona, bundan daha fazlasıyla eziyet edildiği halde sabretti'21

Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a dayan! (Ahzâb/48)

Onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terkedip ayrıl! (Müzzemmil/10)

Andolsun onların söylediklerine göğsünün daraldığını biliyoruzSen rabbini hamd ile tesbih et! (Hicr/97-98)

Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınızSizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve Allah'a eş koşanlardan da gerçekten birçok incitici şeyler işiteceksinizEğer katlanır ve sakınırsanız, işte bu, yapmaya değer işlerdendir. (Âl-i İmrân/186)

3İlk sadme anında musibete karşı sabretmektirBunun dokuz yüz derecesi vardır.

Bu son rütbenin, faziletlerden olmasına rağmen, farzlardan olan önceki rütbelerden üstün olması, şu illetten ileri gelir: Her Mü'min haramlara karşı sabretmeye güç yetirir.

Allah'tan gelen belaya karşı sabretmek ise, ancak peygamberlerin güç yetirebildiği sabırdırÇünkü bu sabır sıddîkların özelliklerindendir; zira bu sabır nefse şiddetli gelir ve bu sabır hakkında Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

(Ey Allahım!) Senden öyle bir yakîn isterim ki o yakîn sayesinde dünyanın musibetleri bana kolaylaşsın!23

İşte bu sabır, istinadgâhı olan yakînin güzelliğinden olan bir sabırdır.

Ebû Süleyman şöyle demiştir: Yemin olsun biz, sevdiğimiz şeylere karşı bile sabredemiyoruzAcaba hoşumuza gitmeyen şeylere nasıl sabredebiliriz?' Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ'nın şöyle dediğini nakleder

Kullarımdan birinin bedenine, malına ve evladına bir musibet yönelttiğim zaman, o musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet gününde onun mizanını kurmaktan, onun defterini yaymaktan hayâ ederim24

Sabırdan dolayı sevinmeyi ummak ibâdettir25

Bir musibetle karşılaştığında 'muhakkak Allah içiniz ve Allah'a döneceğiz' (Bakara/156)

ve 'Ey Allahım! Benim musibetimde beni ecir sahibi yapO musibetten ötürü benden giden şeyden daha hayırlısını bana ver' diyen bir müslümana Allahü teâlâ dileğini verir!26

Enes b. MâlikHazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ'dan şöyle naklettiğini rivâyet ediyor:

Ey Cebrâil! Kendisinden iki gözü almanın mükâfatı nedir? Cebrâil ' (Ey rabbimiz!) sen ortaktan münezzehsinBizim için ancak senin öğrettiğin ilim vardır', dediAllahü teâlâ 'Bunun mükâfatı, evimde (cennetimde) ebedî kalmak ve cemâlime bakmasıdır' dedi27

Bir başka hadîs-i kudsî'de şöyle buyurulmuştur:

Kulumu herhangi bir belâ ile mübtelâ kıldığım zaman, sabreder ve beni ziyaretçilerine şikayet etmezse ona, onun etinden daha hayırlı bir et, onun kanından daha hayırlı bir kan veririm ve onu günahsız olarak sıhhate kavuştururumEğer onu o hastalıktan öldürürsem, muhakkak rahmetime garkederim28

Dâvud (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Senin rızan için musibetlere sabreden mahzunun mükâfatı nedir?' Allahü teâlâ 'Onun mükâfatı, ona îman elbisesini giydirip bir daha da ebediyyen onu sırtından çıkarmamamdır'.

Ömer b. Abdülaziz (radıyallahü anh) bir hutbesinde şöyle demiştir: Allahü teâlâ bir kuluna bir nimeti vermiş, sonra o kulundan o nimeti alıp onun karşılığı olarak o kuluna sabır vermiş ise, muhakkak o nimete karşılık olarak verilen sabır, o alınan nimetten daha efdal ve üstündür'. Sonra da şu âyeti okumuştur:

Ancak (Allah yolunda) sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir. (Zümer/10)

Fudayl b. İyaz'a sabır hakkında sorulunca, şöyle dedi:

- Sabır Allah'ın kazasına razı olmaktır!

- Bu nasıl sabır olabilir?

- Razı olan bir kimse derecesinin üstünü temenni etmez!

Şiblî bir ara akıl hastanesinde nezarete alındıBunun üzerine bir cemaat ziyaretine geldiOnlara şöyle sordu: 'Siz kimsiniz?' Onlar 'Senin dostlarınız, seni ziyaret etmek için geldik' dedilerBunun üzerine başladı onları taşlamayaOnlar kaçtığı zaman şöyle dedi: 'Eğer siz benim dostlarım olsaydınız, hiç kuşkusuz benim eziyetime sabrederdiniz!'

Ariflerin birinin cebinde bir parça kâğıt vardıHer saat onu çıkarır ve mütalaa ederdiO kâğıtta şu âyet yazılıydı:

Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen bizim muhafazamız altındasın. (Tûr/48)

Feth el-Mevsilî'nin hanımının ayağı kayıp düştü ve tırnağı kırıldığı halde güldüKendisine denildi ki: 'Tırnağınız acımıyor mu?' Kadın 'muhakkak ki onun sevabının lezzeti onun acısını kalbimden söküp attı' diye karşılık verdi.

Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) , oğlu Süleyman'a dedi ki: Mü'min bir kişinin takvâ sahibi olduğu üç şeyle anlaşılır:

a) Elde edemeyeceği şey hakkında güzel tevekkül

b) Elde ettiği şey hakkında güzel rıza

c) Elinden kaçan nesne hakkında güzel sabır göstermek.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Duyduğun acıdan şikayet etmemen ve musibetini söylememen; Allahü teâlâ'ya tâzim etmek ve hakkını tanımak demektir29

Sâlih kullardan bir zât bir gün gömleğinin yeninde bir kese olduğu halde çıktıBir müddet sonra kesenin yerinde olmadığını görünce araştırdı ve kesenin çalındığını anladıBunun üzerine şöyle dedi: Falana Allah o kesede bereket nasip etsin! Çünkü o, ona benden daha çok muhtaçtı'.

Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Sâlim30 gaza meydanında can çekişirken kendisine 'Ey Sâlim! Sana su içireyim mi?' diyene şöyle cevap verdi: 'Beni biraz düşmana doğru çek! Suyu miğferime boşaltÇünkü oruçluyumEğer akşama kadar yaşarsam suyu içerim'İşte Allah'ın belâsına âhiret yolcuları bu şekilde sabrederlerdi.

Soru: Madem durum budur, o halde musibetlerde insan ne ile sabır derecesine varır? Oysa iş, insanın ihtiyarına havale edilmiş değildirİnsan istese de istemese de mecburdurEğer bundan gaye, insanın musibeti hoş saymaması ise bu, insanın ihtiyarına dahil değildir.

Cevap: İnsan ancak sızlanmakla, yakasını yırtmakla, yanaklarını dövmekle, şikayette mübalağa etmekle, üzüntüyü belirtmekle, elbisesinde, yatağında ve gıdasında âdetini değiştirmekle sabredenlerin makamından çıkmış olurBu şeyler insanın ihtiyarı dahilindedir.

Bu bakımdan insanın bunlardan sakınması uygundurAllah'ın verdiğine rıza göstermesi ve âdetine devam etmesi gereklidirAlınan şeyin, kendisinin yanında bir emanet olduğuna ve sahibinin onu geri istediğine inanmalıdır.

Ümmü Süleym de denilen Rümeysa'nın31 şöyle dediği rivâyet ediliyor: Kocam Ebû Talha evde yokken oğlu vefat ettiKalkıp evin bir köşesinde çocuğu örttümEbû Talha gelince kalkıp onun iftar yemeğini hazırladımO başlayıp yemeğini yedi ve 'Çocuk nasıl?' diye sorduBen 'Allah'ın nimetiyle çocuk çok iyi bir durumdadırHasta olduğundan bu yana bu geceki kadar sükûnete kavuşmamıştır' dedimBunu dedikten sonra daha önce kendisine karşı yapmış olduğum cilvelerin en alâsını yaptımKalkıp benden ihtiyacını giderdi. Sonra dedim ki: 'Ey Ebû Talha! Sen komşularımızın durumuna hayret etmez misin?' Ebû Talha 'Onlara ne olmuş?' dediBen 'Bizden emanet birşey aldılarOnlardan o emaneti geri istediği zaman, bu isteğim onları ürküttü' dedimEbû Talha 'Yaptıkları pek çirkin bir harekettir' dediBunun üzerine ben 'İşte şu senin oğlun, Allah'ın senin nezdindeki bir emaneti idiMuhakkak Allahü teâlâ, onu zât-ı ulûhîyyetinin nezdine götürdü' dedim.

Bunun üzerine Ebû Talha Allah'a hamdetti ve 'İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn(Biz Allah'ın kullarıyız ve muhakkak O'na döneceğiz) ' dediSabahleyin kalkarak Hazret-i Peygamber'e gitti ve Hazret-i Peygamber'e aramızdaki hâdiseyi haber verdiBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Ey Allahım! Onların ikisi için gecelerinde bereket ihsan eyle32

Râvî der ki: 'Ben bu hadîseden sonra onların yedi evladını mescidde gördümHepsi de Kur'ân okuyordu'.

Câbir'in rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle byurmuştur:

Rüyamda cennete girdimEbû Talha'nın hanımı Rümeysa da oradaydı33

Şöyle denilmiştir: Güzel sabır, musibet sahibinin başkasından ayırd edilmemesidirKalbin acıması, gözlerden yaşların akması, musibet sahibini, sabredenler zümresinden çıkarmaz; zira bu durum ölüm için hazırlanan herkes de görülürBir de ağlamak, ölü için kalbin aeımasıdırBu ise, insan olmanın gereğidirHiçbir insan ölüme kadar bundan ayrılamaz.

Hazret-i Peygamber'in oğlu İbrahim öldüğü zaman Hazret-i Peygamber'in gözleri yaşardıBu manzara karşısında Hazret-i Peygamber'e denildi ki: 'Sen bizi böyle yapmaktan nehyetmemiş miydin?' Hazret-i Peygamber 'Bu merhamettirAllahü teâlâ kullarından merhametli olanlara rahmet eder' dedi.

Belki bu, rıza makamından da insanı çıkarmaz; zira hacamat yaptırıp kan aldıran buna razıdırOysa böyle yaptırmaktan dolayı muhakkak elem duyarBazen de elemi büyüdüğü zaman gözlerinden yaşlar akarAllah'ın izniyle bu husus Rıza bahsinde gelecektir.

İbn Ebî Nuceyh34 halifelerden birine şöyle bir taziyenâme yazdı: 'Allah'ın kendisinden aldığı şeyin hakkını en iyi bilen, Allah'ın kendisi için geride bıraktığı şeydeki hakkını tâzim eden kimsedirBil ki senden önce giden ancak, senindirSenden sonra kalansa senin hakkında me'cûr olandırBil ki musibetlerinden dolayı sabredenlerin ecri, âfiyetle yedikleri nimetten daha büyüktür!'

Hâl böyle iken insan ne zaman istemediği bir durumu, Allah'ın kendisine verdiği nimet hakkında düşünmek sûretiyle sevap ile değiştirirse, sabredenlerin derecesine varırEvet, hastalığın, fakirliğin ve diğer musibetlerin gizlenmesi, sabrın kemâlindendir.

Şöyle denilmiştir: 'Musibetleri, hastalıkları ve sadakayı gizlemek, sevabın hazinelerindendir'

Bütün bunlardan sonra artık anlaşılmıştır ki sabrın farziyeti, bütün durum ve fiillerde umumîdir; zira bütün şehvetlerden alıkonulmuş ve tek başına bir köşeye çekilmiş bir kimse de uzlete çekilmek ve zâhirde tek başına kalmak hususunda sabretmekten müstağni değildir.

Bâtında da şeytanın vesveselerine sabretmekten müstağni değildirKalbe gelen fısıltılar dinmezHâtıratın cevelânının en fazlası, elde edilemeyecek bir geçmişin veya mukadder olabilecek kadarını elde etmesi gereken bir gelecek hakkında olurBu iki durum da zamanı zayi etmekten başka birşey değildir.

Kulun aleti kalbi, sermayesi de ömrüdürBu bakımdan ne zaman ki kalp, bir tek nefeste Allah'ın marifetini elde ettiren o marifetten dolayı Allah'ın muhabbetini celbettiren bir fikirden gâfil olursa zarar eder.

Evet! Bu durumda bulunan insan, zarar etmiş ve aldanmıştırEğer fikri ve vesveseleri sadece mübahlarda olur ve mübahların hududunu geçmezse durum budurOysa bu da çoğu zaman olmayacak bir durumdurŞehvetleri yerine getirmek için hilelerin her çeşidini düşünür; zira hayatı boyunca gayesinin hilâfına hareket eden herkesle durmadan mücadele ederHatta kendisiyle mücadele edeceğini, kendine muhalif hareket edeceğini veya hedefine zıd düşeceğini zannettiği kimse ile durmadan mücadele ederBununla da kalmaz sevgisi hakkında insanların en samimisi olanların bile kendisine muhalif hareket edeceğini düşünür.

Hatta ailesinin ve çocuğunun hakkında bile bu tahmini yürütürOnların kendisine muhalefet edeceklerini sanır. Sonra onları nasıl bu muhalefetten menedeceğini ve nasıl mağlub edeceğini ve kendisine muhalefet ettikleri hususta ileri sürecekleri şeylerin cevaplarını düşünür ve böylece durmadan daimi bir meşguliyet içerisinde kıvranırBu bakımdan şeytanın biri uçan, bir de yürüyen iki askeri vardırVesveseler, şeytanın uçan askerinin hareketlerinden ibarettirŞehvet de yürüyen askerlerinin hareketinden ibarettirBu durumun böyle olması şu illetten ileri gelir:

Şeytan ateşten yaratılmıştırİnsan ise yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yaratılmıştırYanmış kerpiçte ateşle beraber çamur bir araya gelmiştirÇamurun tabiatı sükûnet, ateşin tabiatı ise harekettirBu bakımdan yanan bir ateşin hareket etmemesi düşünülemez, Ateş durmadan, tabiatiyle hareket eder. Ateşten yaratılmış mel'un mahluk İblis'e Allahü teâlâ'nın çamurdan yarattığı Âdem'e secde etmek sûretiyle hareket etmesi teklif edildiO ise kafa tuttu, kibre büründü ve isyan ettiİsyanın sebebini şöyle ifade etti:

Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan! (Sâd/76)

Madem durum budur, o mel'un, babamız Âdem'e (aleyhisselâm) secde etmediği için, onun Âdem'in evlatlarına secde edeceğini ummak uygun düşmezNe zaman kalpten vesvesesini, düşmanlığını, cevelânını çekerse, o takdirde, itaat ettiğini ve teslim olduğunu belirtmiş olurOysa, teslim olmak sûretiyle itaat etmek, secde etmesi demektirBu da, secdenin ruhudurAlnını yere koymak, bu ruhun alametidir.

Nitekim muhterem ve büyük bir insanın huzurunda bir kadını nikâh etmenin, âdeti istihfaf etmek olarak görüldüğü gibi. . . Bu bakımdan cevherin sedefi (zarfı) seni cevherden, ruhun kalıbı seni ruhtan, özün kabuğu seni özden uzaklaştırmamalıdırDolayısıyla sen, şehâdet âleminin kendisini gayb âleminden tamamen perdelediği bir kimse olursunŞeytanın mühlet verilmişlerden olması tahakkuk etmiştirBu bakımdan kıyâmete kadar vesvelerden uzak durmak sûretiyle sana tevazu göstermezAncak sen isteklerinin tümünü bir noktada toplayarak sabahlar, kalbini yalnız Allah ile meşgul edersen, bu takdirde şeytan sana ulaşmaya yol bulamazOnun nazarında sen Allah'ın muhlis kullarından olursunÖyle kullar var ki bu mel'unun saltanatından istisna tutulup sultasından çıkmışlardır.

Boş olan bir kalbin şeytandan uzak olduğunu sakın zannetmeŞeytan hareket halindedirİnsanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşırOnun durumu, bardaktaki hava gibidirSen, su ile doldurmaksızın bardağı havadan boşaltmak istiyorsan olmayacak bir şeyi ümit etmiş olursunAksine sudan ne kadar eksilirse şüphesiz ona o nisbette hava girmiş olurAynen bunun gibi, din hususunda mühim olan bir fikirle meşgul olan kalp, şeytanın cevelânından (vesveselerinden) boşalırAksi takdirde, Allah'tan gâfil olan bir kimsenin şeytandan başka arkadaşı yoktur.

Kim Rahman'ın zikrini görmezlikten gelirse, biz ona şeytanı musallat ederizArtık o, onun arkadaşı olur. (Zuhruf/36)

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ, boş duran gence buğzeder.

Bunun nedeni şudur: Çünkü boş kalan genç, bâtınını, dinine yardım eden bir mübah ile meşgul eden bir amelden boşaltırsa, onun zâhiri boş olur, fakat kalbi boş olmaz ve şeytan orada yuva yapar, yumurtlar, civciv çıkarır. Sonra onun yavruları da birleşir, ikinci bir defa yumurtlar ve yavrularİşte böylece, hayvanların üremesinden daha süratli bir şekilde şeytanın nesli ürerÇünkü şeytanın tabiatı ateştirNe zaman kuru bitkiler bulursa üremesi çoğalırAteş, durmadan ateşten ürer, asla sonu gelmez yavaş yavaş, bitişik bir halde devam ederBu bakımdan gencin nefsindeki şeytanın şehveti, ateş için kuru bitki gibidirNasıl ki ateşin gıdası olan odun kalmadığı zaman ateş de kalmıyorsa, aynen onun gibi şehvet olmadığı zaman şeytanın mecali de kalmaz.

Madem durum budur, düşündüğün zaman anlarsın ki can düşmanın şehvetindirO da nefsinin sıfatıdırNitekim Hallac-ı Mansur'a asılacağı sırada tasavvufun ne olduğu sorulduğunda,

cevap olarak şöyle demiştir: 'Tasavvuf senin nefsindirEğer sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder!' Durum böyle olunca sabrın hakikati ve kemâli, dinen kötü olan herşeye sabretmek demektirBâtının kötü hareketlerine sabretmek, bundan daha evlâdırBu, ancak ölümle sonu gelen daimî bir sabırdır.

Allahü teâlâ'dan minnet ve keremiyle, hüsn-ü tevfîkini dileriz!

18) Ebû Ya'la

19) Sünen sahipleri, (Bureyre'den)

20) Müslim, Buhârî, (Hazret-i Ömer'den)

21) Müslim, Buhârî (İbn Mes'ûd'dan)

22) Daha önce geçmişti.

23) Tirmizî, Nesâî, Hâkim

24) İbn Adiyy, (Enes'ten zayıf bir senedle)

25) Müsned-i Şihab

26) Müslim, (Ümmü Seleme'den)

27) Taberânî, Evsat, (Enes'ten)

28) İmâm-ı Mâlik, Muvatta

29) İbn Eb'id-Dünya, (Irâkî hadîsin aslına merfû olarak rastlamadığını söylemektedir) .

30) Adı Sâlim b. Utbe b. Rübeyâ b. Abdişşems'dir. İlk müslümanlardan biridir. Ashâbın en çok Kur'ân okuyanı idi. Elinde muhacirlerin bayrağı vardı. 'Eğer savaştan kaçarsam Kur'ân'ın en kötü hâmili olayım' demiş, sağ eli kesildiğinde bayrağı sol eliyle alıp öldürülünceye kadar bırakmamıştır.

Efendisi Ebû Huzeyfe'nin yanına defnedilmesini istemiştir.

31) Ensar'dandır. Hazret-i Peygamber'in hizmetçisi Hazret-i Enes'in annesidir. Künyesiyle şöhret bulmuştur.

32) Taberânî, Kebir

33) Nesâî, Kübra

34) Adı Yessar'dır. Ebû Dâvud ve cemaat kendisinden rivâyette bulunmuşlardır.

Hastalık ve Şifâ

Hastalığı veren devayı vermiş ve şifayı da va'detmiştirBu bakımdan sabır, her ne kadar zor ise de onun elde edilmesi, ilim ve amelden meydana gelen macun ile mümkündürBu bakımdan kalplerin hastalıkları için yapılan ilaçların karışımı ilim ve ameldir.

Fakat her hastalık başka bir ilim ve başka bir amele muhtaçtırNasıl ki sabrın kısımları değişik ise, sabra mâni olan illetlerin de kısımları değişiktirİlletler değişik oldukları zaman ilâç da değişik olur; zira ilâcın mânâsı, illetin zıddı ve sökülmesidirBunu teker teker saymak, oldukça uzun sürerFakat biz yolu, bir kısım misallerle tanımış oluruz.

Kişi, cimanın şehvetine sabretmeye muhtaç olurOysa şehvet de tenasül uzvuna hâkim olmayacak derecede veya tenasül uzvuna hâkim olabilir de gözüne hâkim olamayacak derecede veya gözüne hâkim olabilir de kalbine ve nefsine hâkim olamayacak derecededir; zira nefsi, durmadan ve gizlice kendisine, şehvetlerin isteklerini fısıldar, bu durum da onu zikir, fikir ve sâlih amellere devam etmekten alıkoyarDaha önce sabun, dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisinin boğuşmasından ibâret olduğunu söylemiştikBoğuşanların birinin diğerini yenmesini istiyorsak, bu ancak galip olmasını istediğimizi takviye etmek ve diğerini zayıf düşürmekle olurBu bakımdan burada bize lâzım olan din teşvikçisini takviye etmek ve şehvet teşvikçisini de zayıf düşürmektir.

Şehveti teşvik eden şeyin zayıf düşürülmesinin yolu üç şekilde olur:

Birincisi

Birincisi onun gıdasının maddesine bakmamızdırO madde, çeşidi ve çokluğu bakımından şehveti harekete getiren lezzetli gıdalardırBu bakımdan devamlı oruç tutup, az ve lezzetsiz yemeklerle yetinmek gerekirBu bakımdan şehveti kabartan yemekten ve etten sakınmak gerekir.

İkincisi

İkincisi şehveti tahrik eden sebepleri kesmektir; zira o haram yerlere bakmakla tahrik olurÇünkü bakış kalbi, kalp de şehveti tahrik ederTahrik edici sebeplerin kesilmesi, ancak uzlete çekilmekle ve insanı şehvete sürükleyen şeylere bakmaktan sakınıp onları tamamen terketmekle mümkün olur.

Bakış, İblis'in oklarından zehirli bir oktur35

Bu ok öyle bir oktur ki şeytan onu hedefe yöneltir ve ona mâni olacak bir kalkan da yoktur.

Ancak gözleri kapatmak veya okun atıldığı taraftan kaçmak sûretiyle kurtulmak mümkün olabilir. . . Çünkü o, bu oku ancak sûret ve şekiller yayından atarBu bakımdan sûretlerin karşısından çekildiğin zaman, onun oku sana isabet etmez.

Üçüncüsü

Üçüncüsü, nefsin arzu duyduğu mübah şeylerle nefsi teselli etmektirBu da nikâhla olurÇünkü tabiatın arzu duyduğu şeyler mübah yolla da elde edilebilirİşte insanların çoğu için en faydalı tedavi budur; zira gıdayı kesmek insanı diğer amellerden de zayıf düşürürBuna rağmen erkeklerin çoğunun şehvetini de dipten silip götürmez.

Bu nedenle Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Evlenin, evlenmeye gücü yetmeyen bir kimse oruç tutsun Muhakkak ki orucun (şehveti kesmekte) tesiri vardır36

İşte bunlar üç sebeptirYemeğin kesilmesi olan birinci tedaviye gelince, O, serkeş hayvanın yemini ve saldırgan köpeğin yiyeceğini kesmeye benzer ki o serkeş hayvan, saldırgan köpek, zayıf düşüp serkeşlik ve saldırganlıktan vazgeçsinİkinci tedavi, köpekten eti gizlemeye, hayvandan arpayı saklamaya benzer ki eti ve arpayı görmekten dolayı köpek ve hayvanın iştahı harekete geçmesinÜçüncü tedavi ise, köpeğin ve hayvanın tabiatının meylettiği şeyden az bir şeyle onları oyalamaya benzer.

Din teşvikçisinin takviyesine gelince, bu da ancak iki yolla olur:

1O yolların birincisi, din ve dünyadaki mücahedenin ve sabrın dünya ve âhiretteki güzel neticeleri hususunda düşünmektir.

Sabrın dünya ve âhiretteki sonuçlarını hatırlamak, uğradığı felakete gösterdiği sabır sayesinde alacağı mükâfatın, kaybettiğinden çok daha fazla olduğunu bilmek, alacağı o büyük mükâfatlar sebebiyle kendisine gıpta edildiğini anlamak gibi hususlardırÇektiği sıkıntı ve uğradığı felaketin geçici, alacağı mükâfatın ise ebedî olduğunu, önemli birşey karşılığında âdi birşeyi feda ettiğini ve bundan ötürü üzülmemesi gerektiğini bilmektirBu anlattıklarımız mârifet bölümlerindendirMârifet ise imandandır; bazen güçlenir, bazen zayıflarÎman güçlendikçe dinî duygular da güçlenir ve dinî duyguları harekete geçirirÎman zayıflayınca dinî duygular da zayıflarİmanın kuvvetine yakîn denirİşte sabrın azimetini tahrik eden, yegâne müessir, yakîndirİnsana en az verilen şey de yakîn ile sabrın azimeti'dir.

2O yolların ikincisi, din teşvikçisine hevâ-i nefsin teşvikçisi ile görüşmeyi, tedricî olarak heva-i nefsi alt etmenin zevkini idrak edinceye kadar telkin etmektirBu takdirde cüretle ona sarılır ve onunla boğuşmaktaki kuvveti oldukça artar; zira alıştırmak ve zahmetli işlere yavaşça dalmak, o işlerin kaynağı olan kuvveti takviye ederBu nedenledir ki hammalların, çiftçi ve savaşçıların kuvveti artar.

Kısacası zahmetli işlere dalan kimselerin kuvveti, terzilerin attarların, fakih ve sâlihlerin kuvvetinden daha fazla olurBunun sebebi de bu sınıfların gücünün antrenman yapmak sûretiyle takviye olunmamış olmasıdırBu bakımdan birinci tedavi, güreşçiye, galip geldiği zaman verilecek mükâfata tamah etmesine benzerFiravun, sihirbazlarını Hazret-i Mûsa ile yarışmaya teşvik ettiği zaman onlara vaadde bulunup şöyle demesi gibidir:

Evet! (Size hem mükâfat var) hem o vakit siz (kıymet ve şeref bakımından bana) yakınlardan olacaksınız. (Şuarâ/42)

Tedavinin ikinci formülü, güreşmesi ve savaşması umulan çocuğu, daha çocukluk zamanından itibaren yetiştirerek bükülmez bir hale gelmesi için çalıştırmaya benzerBu bakımdan kim sabırla mücahede etmeyi tamamen terkederse, o kimsede dinî duygu zayıflarŞehvet ne kadar zayıf olursa olsun, ona karşı koymaya gücü kalmazKim hevâ-i nefsine muhalefet etmeyi öğrenirse, o kimse istediği anda şehvete galebe çalarİşte bu, sabrın bütün çeşitlerinde tedavinin yoludur ve bunların en zoru her çeşidini burada saymak mümkün değildirAncak iç âlemini, nefsin vesveselerinden menetmektirBunun zor olması, ancak buna hazırlanan bir kimse için sözkonusudurŞöyle ki: Bu kimse zahiri şehvetleri sökmüş, uzlete çekilmeyi tercih etmiş, murakabe, zikir ve fikir için oturmuşturMuhakkak ki vesveseler, böyle bir kimseyi bir yandan başka bir yana çekerlerBu vesvesenin aile, mal, mertebe, arkadaş ve dostlarından kaçmak sûretiyle zâhirde ve bâtında bütün bağlarını kesmedikçe tedavisi yoktur.

Sonra az bir gıda ile kanaat edip bir zaviyeye çekilmelidir. Sonra bütün bunlar da istekleri ve hedefleri bir olmadıkça kâfi değildirlerO bir olan hedef de Allahü teâlâ'dır. Sonra bu, kalbe galip geldiği zaman, düşünce hususunda, mecali olmadıkça bu da kâfi değildirGökler ve yerin melekûtunda, Allah'ın sanatının acaibliklerinde ve Allah'ın diğer mârifetlerini bâtın ile seyretmedikçe, bu da kâfi değildirBu seyir onun kalbini kapladığı zaman, bu seyirle meşgul olması şeytanın vesveselerini kendisinden defeder, onu hiç durmadan Kur'ân okumak, zikir yapmak ve namaz kılmaktan ibaret olan virdler kurtarırBütün bunlarla beraber,kalbine huzuru yükletmeye muhtaçtırÇünkü kalbi ancak bâtınla düşünmek huzurla doldurur, zâhiri virdler ise bunu yapamazlar.

Sonra kişi bütün bunları yaptığı zaman vakitlerden ancak bazısı onun için selâmetti kalır; zira kişi bütün vakitlerinde, yenilenen hâdiselerden kurtulamazBu bakımdan bu hâdiseler, onu, düşünce ve zikirden alıkoyarBu hâdiseler de hastalık, korku, bir insandan gelen eziyet, oturup kalktığı birinin saldırısı gibi şeylerdir; zira kişi, maişetin bazı sebeplerinde kendisine yardım eden bir kimse ile oturup kalkmaya mecburdurİşte bu, meşgul edici şeylerden biridir.

İkinci çeşide gelince, o birinci çeşitten daha zarurîdirO da yemek, elbise ve maişetin sebepleriyle uğraşmaktır; zira bunları hazırlamak da insanı meşgul ederEğer bunları bizzat kendi hazırlıyorsa durum böyledir.

Eğer başkası tarafından hazırlanıyorsa, bu sefer şahsın kalbi, bunları hazırlayan kimse ile meşgul olurFakat ancak bütün alâkaları kestikten sonra vakitlerinin fazlası, kendisi için boşalırEğer ansızın bir olaya veya bir ihtiyaca hedef olmazsa durum budurBu takdirde kalp, saflığa kavuşur, şahıs için düşünce kolaylaşır, Allah'ın, gök ve yerin melekûtunun sırlarından birçok şey ona keşfolunur ki eğer kişinin kalbi başka şeylerle meşgul olsaydı, kişi uzun bir zamanda onun binde birine vâkıf olamazdı. (Bu raddeye gelmek, çalışmakla elde edilmesi mümkün olan makamların en yücesidir!)

Keşfolunanların miktarına, haller ve amellerde varid olan ilâhî lütfun meblâğlarına gelince, bu avlanma yerine ve rızkın miktarına göredir; zira bazen çaba az olduğu halde av pek kârlı olurBazen çaba oldukça uzar fakat av ve nasib az olurÇalışmanın ötesinde Rahman'ın cezbelerine güvenmek gerekirÇünkü Rahman'ın bir tek cezbesi, insanların ve cinlerin amellerine denktirBu ise, kulun ihtiyarıyla değildirEvet! Kulun ihtiyarı, dünyanın cazibelerini kalbinden sökmek sûretiyle kendisini o cezbeye maruz bırakmasındadır; zira esfeli sâfilîn'e doğru çekilen bir kimse a'lâyı illiyyîn'e doğru gidemezHimmeti dünya olan herkes dünyaya doğru çekilirBu bakımdan ilgilerin kesilmesi, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi ile kastolunan yegâne mânâdır:

'Muhakkak ki zamanınızın günlerinde rabbinize yaklaştırcı teselliler vardırO nefhaları kapmaya hazırlanınız'.

Bunun hikmeti şudur: Çünkü o nefha ve cezbelerin semavî sebepleri vardır; zira Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var. (Zâriyât/22)

Bu ise, rızık çeşitlerinin en yücesidirSemavî işler bizim için gaybtırAllah'ın rızkın sebeplerini ne zaman müyesser edeceğini bilmiyoruz! Bu bakımdan bize düşen, rızkın konacağı yeri boşaltmak, rahmetin inişini ve kitabın müddetini beklemektirTıpkı tarlayı ıslah eden, otlardan temizleyip tohumu oraya serpen bir kimse gibi. . . Bütün bunları yapmak, ancak yağmur yağarsa ona fayda verirKul Allah'ın yağmuru ne zaman vereceğini bilemezAncak şu var ki kişi, Allah'ın rahmet ve faziletine güvenir (ve bilir ki) hiçbir sene yağmursuz geçmez.

Aynen böyle herhangi bir sene, bir ay ve bir gün, çok az zaman Allah'ın o cezbe ve feyizlerinden uzak olurÖyleyse en uygunu, kulun, kalbini şehvetin bitkilerinden temizlemesi, oraya irade ve ihlâs tohumunu ekmesi ve onu rahmet rüzgârının esmesine hazır bir vaziyete getirmesidirNitekim yaz mevsimlerinde ve bulutların belirdiği anda yağmurun gelmesinin beklendiği gibi. . . Böylece şahsın, kıymetli vakitlerde, himmetlerin birleştiği ve kalplerin yardımlaştığı bir zamanda, Arefe, cuma ve ramazan günleri gibi o feyizleri beklemesi gerekirÇünkü himmetler ve nefisler Allah'ın takdir hükmüyle rahmetin bolca gelmesinin sebepleridirHatta çok zaman yağmur duaları yağmurun bol yağmasına sebep olurlarBu bakımdan himmet ve nefisler deniz ve dağ bölgelerinin bulutları «çekmesinden daha fazla mükâşefe yağmurlarının, marifetlerin melekût hazinelerinden bolca yağmasını temin ederlerHatta haller ve mükâşefeler senin kalbinin içerisinde, seninle beraber ve hazırdırlarAncak sen, ilgi ve şehvetlerin sebebiyle onlardan gafilsinBu bakımdan bu meşguliyetin, seninle o haller ve keşifler arasında perde olmuşturÖyleyse sen o şehveti kırmaya ve perdeyi kaldırmaya muhtaçsınBunu yaptığın takdirde kalpte marifetin nûrları doğarTıpkı yerdeki suyun kanal kazmak sûretiyle çıkarılmasının, uzak ve alçak bir yerden oraya suyu akıtmaktan daha kolay olduğu gibi. . .

Bu hakîkat kalpte hazır bulunduğu ve meşguliyetten dolayı unutulduğu için Allahü teâlâ îmanın bütün marifetlerine tezekkür adını vererek şöyle buyurmuştur:

(Kur'ân'ı) biz indirdik biz; ve onun koruyucusu da elbette biziz! (Hicr/9)

Sağ duyu sahipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir) . (İbrahim/52)

Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdıkÖğüt alan yok mudur? (Kamer/17)

İşte vesvese ve meşguliyetlere sabretmenin ilâcı budur! Bu derece, sabır derecelerinin sonuncusudurBütün ilgilere karşı sabretmenin, vesveselere sabretmekten daha önce olmasının (hikmeti şudur) :

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Dünyadan âhirete gitmek, Mü'min için kolaydırAllahü teâlâ'nın 'sevgisi için halkı terketmek zordurNefisten Allah'a doğru seyretmek çetin ve şiddetlidirAllah ile beraber sabretmek daha şiddetlidir'.

Cüneyd-i Bağdadî, önce kalbin meşguliyetlerine sabretmenin şiddetini, sonra da halkı terketmenin zorluğunu zikretmiştirNefis için, ilgilerin en şiddetlisi halkın alâkası ve mertebe sevgisidir; zira riyasetin, galebe çalmanın, yüceliğin ve etrafına adam toplamanın zevki, akıllıların nefislerine dünyadaki zevklerin en galip gelenidirNasıl lezzetlerin en galip olanı olmasın? Onların matlûbu, Allah'ın sıfatlarından olan bir sıfattırO da rubûbiyet sıfatıdırRubûbiyet sevilir, tabî olarak sevilir ve istenirÇünkü kalpte rubûbiyyetin emirlerine uygunluk vardırAllahü teâlâ'nın şu âyeti bundan ibarettir:

Sana ruh hakkında soruyorlarDe ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'. (İsrâ/85)

Kalp bunu sevdiğinden dolayı kötülenmiş değildirAncak kalp, mel'un ve emir âleminden uzaklaştırılmış şeytanın aldanışından dolayı, kendisi için vâki olan bir yanlışlıktan ötürü kötüdür; zira kalp emir âleminden olmasından dolayı, şeytan kendisine hased etmiş, dolayısıyla onu saptırmış ve azdırmıştırKalp âhiret saadetini talep ettiği halde nasıl kötü olur? O, fenası olmayan bir bekayı, zilleti olmayan bir izzeti, korkusu olmayan bir emniyeti, fakirliği olmayan bir zenginliği ve eksikliği olmayan bir kemâli isterBunların hepsi de rubûbiyet vasıflarındandırBunu istediği için kalp kötü değildirAksine her kulun, sonu olmayan bir mülkü istemek hakkıdır, mülkü isteyen şüphesiz ki yüceliği, izzeti ve kemâli de isterFakat mülk iki çeşittirBirinci mülk geçicidir, peşindir; bu mülk dünyadır. (İkinci mülke gelince) o ebedî ve daimî bir mülktürOna herhangi bir elem karışmazHiçbir şeyle sonuçlanıp kesilmezFakat bu mülk gelecektedirOysa insan aceleci ve peşin verilene rağbet gösterci olarak yaratılmıştırBu bakımdan şeytan gelir, insanın tabiatından bulunan acelecilik vasıtasıyla ona yanaşıp acele olan mülk ile insan adatırHazır olanı insana süslü gösterirAhmaklığından istifade ederek onun yanına sokulup âhireti de ona va'dederDünya mülküyle beraber âhiret mülkünü de ona sözverirNitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) şöyle buyurmuştur.

Gerçek ahmak o kimsedir ki nefsini hevasına tâbi kılarAllah'tan amelsiz olarak birçok istekte bulunur.

Böylece; o mahrum insan, şeytana kanar, dünyanın izzeti ve imkânı nisbetinde mülkünü talep etmekle meşgul olurOysa Allah'ın tevfîkine mazhar olan bir kimse, şeytanın aldatma ipine tutunmaz; zira bu kimse, şeytanın hilesinin giriş noktalarını bilirBöylece bu kimse, peşin verilen dünyadan yüz çevirirAllahü teâlâ, mahrum olanların durumunu şu ayetle tasvir etmiştir.

Hayır siz çabuk (geçen şu dünyay) ı seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz. (Kıyâmet/20-21)

Bunlar çok çabuk geçen (dünyayı) seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyorlar. (İnsan/27)

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevirİşte onların erişebilecekleri bilgi budur. (Necm/29-30)

Şeytanın hilesi, bütün insanların içlerine sıçradığı zaman, Allahü teâlâ, peygamberler gönderir, peygamberlere de melekler gönderip düşmanın halkı helak edip sapıtması hakkında tamamlanan hilelerini bildirirBöylece peygamberler, halkı, mecazî ve geçici mülkten çevirip hakikî mülke davet ederlerO mecâzî mülk (dünya) insanın eline geçse bile esası yoktur ve devam etmezBu bakımdan peygamberler halka şöyle haykırdılar:

Ey îman edenler! Size ne oldu ki 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın!' dendiği zaman, yere çakılıp kaldınızYoksa âhiretten vaz geçip dünya hayatına mı razı oldunuz! Fakat âhiretin yanında dünya hayatının zevk ve faydası pek azdır. (Tevbe/38)

Bu bakımdan Tevrat, İncil, Zebûr, Furkan (Kur'ân) , İbrahim'e gönderilen sahifeler ve Allah'tan gelen her kitap halkı, daimî bir mülke davet etmek için indirilmiştirHalktan istenen şey, dünyada ve âhirette, padişah olmalarıdırDünya padişahlığı ona zâhidlik gösterip onun azıyla kanaat etmek demektir.

Âhiret padişahlığına gelince, Allah'a (mânen) yaklaşmakla, yokluğu olmayan bir beka, zilleti olmayan bir izzet ve dünya âleminde gizlenmiş ve hiçbir nefis tarafından bilinmeyen bir göz aydınlığı ve saadeti idrak etmektir.

Şeytan, âhiret mülkünün, ancak dünya mülküne davet etmekle elden çıkacağını bildiği için insanı dünya mülküne davet eder; zira âhiret mülküyle dünya, kumadır.

Bir de şeytan dünyanın da, o şahıs için sağlam kalmayacağını bilirOnun için onu dünyaya davet ederEğer dünyanın ona teslim olduğunu bilmiş olsaydı, dünyadan dolayı da kendisine hased ederdiFakat dünya mülkü, mücadele, bulanıklık ve tedbirler için uzun sıkıntılardan hâli değildirRütbe ve riyasetin diğer sebepleri de böyledir. Sonra ne zaman ki dünya kişiye teslim olur, sebepler tamamlanırsa, kişinin ömrü sona erer.

Nihayet yer zînetini takınıp süslendiği ve halkı da onun (mahsulünü toplamaya) kâdir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz (âfetimiz) geliverirİşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz. (Yûnus/24)

Dünya hakkındaki zâhidlik, hazır bir mülk olduğundan, şeytan zâhidliği dolayısıyla zâhide hased edip onu zâhidlikten uzaklaştırırZühdün mânâsı, kulun, şehvetine ve öfkesine hakim olması demektirBöylece şehvet ile öfke, dinin teşvikçisine ve îmanın işaretine itaat ederlerBu mülk, istihlâk yoluyla edinilen bir mülktür; zira onunla sahibi hür olurŞehvetin onu istilâ etmesiyle şahıs, tenasül uzvunun, midesinin ve diğer isteklerinin esiri olurBu bakımdan, hayvan gibi onlara uyarÖyle bir köle olur ki şehvetin dizgini onu gırtlağından yakalar, istediği yöne çekip evirir çevirirBu bakımdan İnsan oğlunun aldanması ne büyüktür; zira İnsan oğlu köle olmasına rağmen mülkü elde edeceğini, kul olmasına rağmen rubûbiyet sıfatına ulaşacağını zannederBöyle bir kimse dünyada, ancak mâkûs (tepetaklak) ve âhirette de menküs (başı eğik) olurPadişahlardan biri, zâhidin birisine şöyle der: 'Bir ihtiyacın var mı?'

Buna karşılık zâhid 'Senden ihtiyacımı nasıl talep ederim? Zira benim mülküm seninkinden daha büyüktür!' derPadişah 'Nasıl olur?' deyince, zâhid 'Senin kölesi olduğun şey benim kölemdir' diye cevap verirPadişah 'Bu nasıl olur?' derZâhid 'Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin; oysa ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!'

İşte dünyanın mülkü budurÂhirette insanı mülke sevkeden budurBu bakımdan şeytanın aldatmasıyla aldanan hem dünyada hem de âhirette zarar ederDosdoğru yolun üzerinde kuvvetli kalmaya muvaffak olanlar hem dünyayı, hem âhireti elde etmişlerdir.

Şu anda mülk ve rubûbiyetin, teshîr etmenin ve köleliğin mânâsını, bu husustaki yanlışlığın giriş noktasını, şeytanın nasıl kandırdığını bildiğin zaman, mülkten, mertebeden el çekmek ve ona sırt çevirmek, yok olduğunda sabır göstermek sana kolay gelir; zira sen onu terketmekle dünyada padişah olduğun gibi, ondan ötürü âhirette de padişah olmayı umarsınKim rütbeye önem verip sebepleri kalbinde yerleştikten sonra bu kendisine keşfedilirse, bu kimse için tedavi hususunda mücerred ilim ve keşif kâfi değildirAksine buna amel katması gerekirBunun ameli üç şeydedir:

1Birincisi, rütbe sevgisinin sebeplerini müşahede etmemek için rütbe yerinden kaçmasıdır; zira sebepleri müşahede ettiği halde sabretmek pek zordurNasıl ki şehvetin galebe çalmaması için tahrik edici sûretleri görmekten kaçıyorsa, tıpkı onun gibi rütbenin sebeplerinin görüldüğü yerden de kaçmalıdırBunu yapmayan bir kimse, Allah'ın yeryüzü genişliğindeki nimetini inkâr etmiş olur!

Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret edeydiniz ya(Nisâ/97)

2İkincisi, âdetine muhalif düşen fiillerde, nefsini zorlamasıdırBu bakımdan tekellüfü (zorluğu) normallikle, haşmet kisvesini, tevazu kisvesiyle değiştirmelidirBöylece mevkî ve mertebenin isteği üzere oturmada, kalkmada, yemekte, giymekte ve meskende âdet ettiği her şeyi de değiştirmelidirOnları zıdlarıyla değiştirmesi gerek ki daha önceki âdetlerinin yerine bunlar yerleşsinlerÖyle ise tedavi etmenin mânâsı öncekilerin zıddını yapmak demektir.

3Üçüncüsü, bu hususta yavaş ve tedricî sûrette hareket etmesidirÖyleyse bir defada en zor taraftan normale dönemezÇünkü tabiat ürkektirOnu kötü huylarından çevirmek, ancak tedric yoluyla mümkün olabilirBu bakımdan bazısını terkeder, diğeriyle kendisine teselli verir. Sonra nefis onun bir kısmını da terkeder ki nefis diğer kısmıyla kanaat edinceye kadar ve böylece kalbinde yerleşen o sıfatları kökünden söküp atıncaya kadar yavaş yavaş hareket ederBu tedrice, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsiyle işaret vardır:

Muhakkak bu din metin ve şedîddirBu bakımdan bu dinde sâkin hareket etSakın nefsini, Allah'ın ibâdetinden nefret ettirmeMuhakkak ki yolda kalıp bineği ölen bir kimse ne mesafe katetmiş ne de bineğin sırtını sağlam bırakmıştır37

Sakın bu dinin üstüne çıkmaya kalkışmayınMuhakkak ki bu dine meydan okuyan bir kimseyi bu din mağlûp eder38

Madem durum budur, vesvese, şehvet ve rütbe sevgisine sabretmenin ilâcından zikrettiklerimizi Mühlikât bölümünün Riyâzet-i Nefs bahsinde zikrettiğimiz mücahede yollarının kanunlarına ekle ve onu düstur edin ki onunla daha önce belirttiğimiz-sabrın ilâcını bilmiş olasınÇünkü cüzleri tafsil etmek oldukça uzun sürerKim tedric kanununu gözetirse o kanunla sabrı öyle bir zirveye terakki eder ki orada artık onsuz sabretmek kendisine zor gelirTıpkı onunla beraber sabretmenin kendisine zor geldiği gibiBu takdirde işler tam tersine olurDaha önce şahsın nezdinde sevimli olan bir şey bu sefer sevimsiz olurMekruh olan kolay bir meşreb olur ki onsuz sabredemezBu durum ise, ancak tecrübeyle ve tatmakla bilinir.

Âdetlerde bunun benzeri vardırÇünkü çocuk, başlangıçta zorla öğrenmeye gönderilirOynamadan durmak ve ilimle uğraşmak ona güç gelir ki çocuğun basireti açılıncaya ve ilimle uğraşmanın zevkine varıncaya kadar bu durum böyledirBu duruma geldikten sonra iş tam aksine olurBu sefer ilimle uğraşmamak çocuğa zor gelirOyun hususunda sabır göstermek zahmet olurAriflerin birinden rivâyet edilen şu hikâye bu duruma işaret eder: Şiblî'den sabrın hangisi daha şiddetli olduğu sorulduCevap olarak 'Kötü sıfatlan iyi sıfatlarla değiştirmek hususundaki sabır' dediSoran kişi 'Hayır! O değildir!' deyince, Şiblî 'Allah için sabırdır!' Soran 'Hayır!' dediŞiblî 'Allah ile sabır!' diye cevap verdiSoran 'Hayır!' dediŞiblî 'O halde hangisi?' deyince, soran 'Allah'tan uzaklaştığı halde kapısından ayrılmayıp topraklara yüz sürme hususundaki sabır' dediBunun üzerine Şiblî, ruhu cesedinden çıkarcasına bağırdı.

'Ey îman edenler! Sabredin, direnin, savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki felâh bulasınız' (Âl-i İmrân/200) âyeti hakkında şöyle denilmiştir: 'Allah'da sabrediniz! Allah ile sabır yarışı yapın ve Allah ile irtibat kurun'

Denildi ki: Allah için yapılan sabır meşakkat ve külfettirAllah'ın yardımıyla olan sabır bekadırAllah ile olan sabır vefadırAllah'tan uzak olmaya dair olan sabır cefadırNitekim bu mânâda şair şöyle demiştir:

Senden olan sabra gelince, onun neticeleri kötüdür.

Senden başka diğer eşyalarda olan sabır ise güzeldir Başka bir şair de şöyle demiştir:

Sabır her yerde güzeldir.

Ancak senin aleyhinde olan müstesna! Sabır hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.

35) Daha önce geçmişti.

36) Nikâh bölümünde geçmişti.

36) Nikâh bölümünde geçmişti.

37) İmâm-ı Ahmed, Beyhâkî

38) Daha önce geçmişti.

32-4

Şükrün Fazileti

Şükr'ün üç rüknü vardır:

Birinci rükün; şükrün fazileti, hakikati, kısım ve hükümleri,

İkinci rükün; nimetin hakikati, hususî ve umumî kısımları,

Üçüncü rükün; şükür ve sabırdan hangisinin daha faziletli olduğu hakkındadır.

Birinci rükün şükür hakkındadır.

Allahü teâlâ, kitabında şükrü zikir ile beraber zikretmiştir.

Âyet-i Kerîmeler

Andolsun! Allah'ı anmak en büyük (ibadet) tir. (Ankebût/45)

Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayımBana şükredin, nankörlük etmeyin. (Bakara/152)

Eğer siz Allah'ın nimetlerine şükredip' îman ederseniz Allah size niye azap etsin? (Nisâ/147)

Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz (Âl-i İmrân/145)

İblis şöyle dedi: 'Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım vesvese verip pusu kuracağım. (A'raf/16)

Ayette bahsi geçen doğru yolun şükür yolu olduğu söylenmiştirŞükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis, halka tânederek şöyle dedi:

Onların çoklarını şükredici olarak görmeyeceksin! (A'raf/17)

Allahü teâlâ da şöyle buyurdu: Kullarımdan şükreden azdır. (Sebe/13)

Allahü teâlâ, şükürle beraber fazla nimet vereceğini söyleyip istisna yapmadı.

Andolsun! Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. (İbrahim/8)

Oysa beş şeyde (zengin etmekte, duayı kabul etmekte, rızıkta, mağfirette ve rahmette) istisna ederek şöyle buyurmuştur:

Eğer fakirlikten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse sizi fazlından zengin edecektir.

(Tevbe/28)

Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız; O da dilerse (kaldırılmasını) istediğiniz belâyı kaldırır.

(En'am/41)

Allah dilediğine hesapsız rızık verir. (Bakara/212)

Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar. (Nisâ/48)

Allah dilediği kimseye tevbeyi nasip eder. (Tevbe/15)

Bu, rubûbiyet ahlâklarından biridir; zira Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Eğer Allah'a güzel borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlarAllah karşılık verendir, halimdir. (Teğâbün/17)

Allahü teâlâ, şükrü cennet ehlinin konuşmasına anahtar yapmıştır.

(Cennetlik olanlar şöyle) derler: 'Hamdolsun o Allah'a ki bize olan va'dini yerine getirdi'.

(Zümer/74)

Dualarının sonu ise 'Bütün hamdler âlemlerine rabbine mahsustur!' (Yûnus/10)

Hadîsler

Şükrederek yiyen, sabrederek oruç tutan mertebesindedir39

Atâ'dan şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Âişe'nin huzuruna girip 'Hazret-i Peygamber'den gördüğün en acaip şeyi bize haber ver!' dedimBu söz üzerine, Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) ağladı ve şöyle dedi: 'Hazret-i Peygamber'in hangi durumu acaip değil ki! O bir gece bana geldiYatağıma yattı, vücudum onun vücuduna değdi. Sonra şöyle dedi: Ey Ebû Bekir'in kızı! Beni bırak ki rabbime ibadet edeyim! Bu sözü üzerine 'Sana yakın olmayı severimFakat senin isteğini kendi isteğime tercih ederim', deyip ibadet etmesine izin verdimSu dolu bir testiyi alıp abdest aldıFakat fazla su sarfetmedi. Sonra kalkıp namaza durduGöz yaşları göğsünün üzerine akacak derecede ağladı. Sonra rükûa vardı, ağladı. Sonra secdeye vardı, ağladı. Sonra başını kaldırıp ağladıBöylece Bilâl gelip sabah namazının vaktini kendisine bildirinceye kadar ağladıBunun üzerine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Seni ağlatan nedir? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını, senin için affetmiştir' dedimHazret-i Peygamber bana şöyle dedi: Ben çokça şükreden bir kul olmayayım mı? Ben neden böyle yapmıyayım? Oysa Allahü teâlâ şu âyeti indirmiştir:

Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insanlara yararlı olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirerek onunla ölmüş olan arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın birliğine) deliller vardır. (Bakara/164) 40

Bu hadîs-i şerîf ağlamaya devanı edilmesi gerektiğine delâlet eder.

Peygamberlerden biri kendisinden bol su çıkan küçük bir taşın yanından geçti ve buna hayret ettiAllahü teâlâ o taşı dile getirerek şöyle konuşturdu: "Ben Allah'ın 'Artık o ateşten sakının ki onun yakıtı insanlarla taşlardır' (Bakara/24) ayetini dinlediğimden beri onun korkusundan ağlıyorum".

Bunun üzerine o peygamber, Allahü teâlâ'dan o taşı ateşten korumasını diledi ve Allahü teâlâ da onu koruduBir müddet sonra o küçük taşı aynı durumda gördü ve 'Şimdi neden ağlıyorsun?' dediTaş 'Daha önce gördüğün ağlama, korku ağlamasıydıBu ağlama ise şükür ve sevinç ağlamasıdır' diye cevap verdiKulun kalbi de taş gibi veya katılık bakımından taştan daha şiddetlidirOnun katılığı hem korku, hem de şükür halinde ağlamakla bertaraf edilir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyâmet gününde 'Çok hamdedenler ayağa kalksın' denirBir grup ayağa kalkarOnlara bir bayrak dikilir ve onlar cennete girerler.

'Bu çok hamdedenler kimlerdir?' diye soruldu.

Cevap olarak şöyle dedi: 'Bunlar her durumda Allah'a şükreden kimselerdir'41 Başka bir lâfızda 'Bunlar hem genişlikte, hemde darlıkta şükrederler' şeklinde gelmiştir.

Hamd, Rahman'ın ridasıdır (abâsıdır) 42

Allahü teâlâ Hazret-i Eyyûb'e (aleyhisselâm) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ben velî kullarımdan mükâfat olarak şükre razı oldum'Yine sabredenlerin sıfatı hakkında da Hazret-i Eyyûb'e (aleyhisselâm) şöyle vahiy göndermiştir: 'Onların evleri selâm evidir (cennettir) Onlar o eve girdikleri zaman onlara şükretmeyi ilham ederimŞükür ise, sözlerin en hayırlısıdırŞükür anında onlara daha fazlasını talep etmeyi ilham ederimBana bakmalarıyla onlara daha fazlasını veririm'.

İstif edilen mallar hakkında hüküm nâzil olduğu zaman Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: Malın hangisini edinelim? Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem)

cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Sizden herhangi biri zikredici bir dil ve şükredici bir kalp edinsin!43

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, malın yerine şükredici kalbin edinilmesini emretmiştir.

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'Şükür îmanın yarısıdır!'

39) Buhârî

40) İbn Hıbbân, Ahlâk-ı Rasûl

41) Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhâkî

42) Irâkî aslına rastlamadığını söylemişse de Sahîh'de 'Kibriyâ O'nun abasıdır' şeklinde vârid olmuştur.

43) Nikâh bölümünde geçmişti.

32-5

Şükrün Sınırı ve Hakikatı

Şükür, sâliklerin makamlarındandırŞükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir.

İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektirAmel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktırO amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidirBu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır.

Birinci Asıl

Birinci asıl ilimdirİlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir.

Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdırİşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdirBu, Allah'ın dışındaki şeyler hakkında vâriddirAllah hakkında ise, bütün nimetlerin Allah'tan olduğunu bilmekle tamam olur.

Nimet veren ancak Allah'tırVasıtalar Allah tarafından musahhar kılınmışlardırBu marifet, Tevhîd ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve Tevhîd bu marifete dahildirÎman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlarBu da Tevhîdin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidirBu bakımdan herşey O'ndan gelen nimettir.

İşte bu marifet üçüncü mertebeye girerZira üçüncü mertebeye takdis ve Tevhîd ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştirKim Sübhânallah derse, onun on hasenesi vardırKim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardırKim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır44

Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah'dırDuanın en faziletlesi Elhamdülillâh'tır45

Hiçbir zikir, Elhamdülillâh'ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz46

Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene'lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan Sübhanallah takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah Tevhîde ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan Allah'tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedirÖyleyse (bahsi geçen) sevaplar îman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır.

Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok ederBu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur.

Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremezBir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünürBu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilirO halde, padişah hakkında muvahhid olamazEvet, padişah hakkındaki Tevhîdine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmezKalem ile kâğıdın şükrünü yapmazÇünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadırAksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardırŞahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir.

Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezlerBunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olurBöyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan Tevhîdine herhangi bir şirk sokmaz.

Böylece Allah'ı bilen, Allah'ın fiillerini tanıyan güneş'in, ay'ın ve yıldızlar'ın Allah'ın emriyle hareket ettiklerini bilirTıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında Allah'a musahhardırlarZira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan Allahü teâlâ'dır.

Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi. . . Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermezBu bakımdan birisinin eliyle Allah'tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan Allah'tırOnun kalbine 'Sana verdiğinin dünya ve âhirette kendisine hayırlı olduğunu' ilham eden Allah'tırAllah ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamazBu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verirEğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdiEğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdiBu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep ederÖyleyse o sana nimet veren değildirAksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olurSana nimet veren, onu sana musahhar edendirOnun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandırEğer işleri böyle tanırsan Allah'ı, Allah'ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, Allah'ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursunBu sırra binen Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Âdem'i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti'Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Bütün olanların benden olduğunu bildiOnu bilmesi şükürdür.

Öyle ise sen ancak her nimetin O'ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursunEğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsınNe nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsınÜstelik sadece nimet vereni değil, O'nunla beraber başkalarını da seversinBu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilirSevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilirİşte birinci aslın beyanı budur.

İkinci Asıl

İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldirO hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektirMarifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdürFakat ancak şartı haiz ise şükür olurŞartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet verenle sevinmektirBu anlaşılması zor olan konulardandırÖyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir:

Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidirBu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidirEğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi.

İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinirEğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdiÇünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı.

Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidirBu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselirÇünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmezAksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemezAksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı isterHatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih ederİşte bunlar üç derecedir.

Birincisine şükrün mânâsı girmezÇünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdırBu bakımdan o, verenle değil atla sevinirBu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidirBu, şükür mânâsından uzaktır.

İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildirFakat zâtı hasebiyle dahil değildirAksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildirBu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için Allah'a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidirTam şükür, ancak kulun Allah'ın nimetine, o nimet vasıtasıyla Allah'a yaklaşabilecek kudrette olması ve Allah'ın komşuluğuna erebileceği, daima O'nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir.

İşte en büyük rütbe budurBunun alameti; dünyadan sadece âhiretin basamağı olan şeylerle sevinip âhirete yardım edenle ferahlamasıdırKendisini Allah'ın zikrinden meşgul eden, Allah'ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdırÇünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemezNitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi. . . Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için severBu nedenle Şiblî şöyle demiştir: 'Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir'Aliyyül-Havvâs da 'Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedirHavassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir' demiştir.

Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak Allah'ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alırKalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde Allah'ın dışındaki şeylerden zevk duyar.

Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi. . . Şair şöyle demiştir: 'Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder'.

Öyle ise bu, Allah'ın nimetiyle sevinmenin şartıdırDarb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun!

Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsunBirinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardırKendisine nimet vermesi için Allah'ı kastedenle Allah'ın nimetlerini onlarla Allah'a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır.

Üçüncü Asıl

Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektirBu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir.

Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektirDil ile olana gelince, o da Allah'a delâlet eden hamdlerle Allah'a şükretmeyi izhar etmektirAzalara gelince, o da Allah'ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktırGözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktırKulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktırBu bakımdan bu durum, Allah'a bu azalarla şükretmek demektirAllah'tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir.

Nitekim Hazret-i Peygamber, bir kişiye şöyle sordu:

- Nasıl sabahladın?

- Hayır ile. . .

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, kişi üçüncü defa da 'hayır ile sabahladımAllah'a hamdeder ve ona şükrederim' deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'İşte senden söylemeni istediğim buydu!'

Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardıOnların gayeleri; arkadaşına Allah'ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadırBu bakımdan şükretmek ibadettirŞikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettirPadişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O'nun kudret elindedirO'nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer belâ ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini Allah'a yapmaktırÇünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak Allah'tırKulun mevlâsına zillet göstermesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettirKulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir.

Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık veremezlerSiz rızkı Allah'ın yanında arayın, O'na ibadet edin ve O'na şükredinHepiniz O'na döndürüleceksiniz. (Ankebût/17)

Çünkü Allah'tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A'raf/194)

Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir.

Rivâyet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz'in yanına geldiOnların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktıÖmer, o gence 'Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun) ' diye haykırdıGenç 'Ey Mü'minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır' dediBunun üzerine Ömer konuş dediGenç 'Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değilizSenin faziletin bizi teşvik ettiSenin adaletin bizi korkudan emin kıldıBiz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetizSana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!' dedi.

İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır'Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir' diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır.

'Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir' diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır'Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır' diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdürBu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır.

Hamdun Kassar'ın47 'Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir' sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir.

Cüneyd'in 'Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir' sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir.

Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyorBunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olurÇünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlarKendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirlerBunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlarBu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir.

Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildirZâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemezAyrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz'ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruzÇünkü bu, âhiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez.

Rahmetiyle muvaffak kılan Allah'tır!

44) Dualar bölümünde geçmişti.

45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hıbbân

46) İbn Eb'id-Dünya

47) Ebû Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur'da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebû Turab Nahşebî ve Müslim Barusî'nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291'de vefat etmiştir.

32-6

Allah Hakkında Şükür

Belki sen 'Şükür ancak şükürden zevk alan nimet sahibinin hakkında düşünülebilir' diyebilirsin; zira bizler padişahlara kalplerde mevkileri daha artsın, halk yanında keremleri belirsin ve dolayısıyla nam ve nişanları daha fazla olsun diye ya senâ etmekle şükrediyoruz veya bazı hedeflerinde kendilerine yardımcı olmaktan ibaret olan hizmetle şükrediyoruz veya huzurlarında el pençe durmakla şükrediyoruz.

Bu ise onların çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına, ve mevkî ve şöhretlerinin artmasına sebeptirBu bakımdan insanlar bu söylediklerimizden birini onlar için yapmadıkça padişahlara şükretmiş olmazOysa bu, iki yönden Allah hakkında muhaldir:

Birincisi

Allahü teâlâ nasiplerden ve gayelerden münezzehtirHizmetçiye ve yardıma muhtaç olmaktan mukaddestirÖvmekle haşmetinin ve şöhretinin yayılmasından yücedirHuzurunda rükû ve secde halinde elpençe divan durmak sûretiyle hizmetçilerinin çoğalmasından da münezzehtir.

Bu bakımdan O'na, içinde hiçbir sûrette payı olmayan birşey ile şükretmemiz, bize nimet veren padişaha evlerimizde yatmak veya secde etmek veya rükû etmek sûretiyle şükretmemize benzer; zira padişahın ne yaptığımızdan haberi olmadığı için yukarda bahsi geçen hareketlerimizde de bir dahli yoktur. Allah'ın da bizim fiillerimize hiçbir ihtiyacı yoktur.

İkincisi

Kendi irademizle yaptığımız herşey Allah'ın nimetlerinden bize verilmiş bir nimettir; zira bizim azalarımız, kudretimiz, irademiz, hayra doğru iteleyici güçlerimiz ve hareketimizin sebeplerinden ibaret olan diğer şeylerimiz, Allah'ın yarattığından ve nimetindendirBu bakımdan nasıl olur da biz bize verilen nimetle nimetin şükrünü yaparız? Biz padişaha bir bineği verip başka bir bineği ondan alır, o bineğe binersek veya padişah bize başka bir bineği verirse, ikinci binek Bizim pirinci bineğimize şükür olmaz.

-O'nun zâtı hariç helâk olacağını ve bu durumun her hal için ezelen ve ebeden doğru olduğunu bilenin görüşüdür! Çünkü gayr, müstakil bir varlığı düşünülebilen demektir! Bu gayrın benzerinin varlığı yokturAksine böyle bir gayrın mevcut olması muhaldir; zirâ mutlak var olan mevcut, nefsiyle kâim olan mevcutturNefsi istiklâle sahip olmayan, nefsi itibariyle var sayılmaz, çünkü o başkasına bağlı ve başkasıyla varolmuşturEğer onun zatına itibar olunur, gayra bakılmazsa asla onun varlığı sözkonusu olmazMevcut ancak ve ancak nefsiyle kâim olandırNefsiyle var olanın eğer gayrinin yokluğu takdir olunursa, kendisi yine var olarak kalırEğer nefsiyle kâim olmakla beraber onun varlığıyla başkasının varlığı kâim olursa, bu takdirde o, Kayyum olurOysa Bir den başka kayyum yokturOnun gayrisinin oluşu düşünülemezMadem durum budur o halde, varlıkta Hayy ve Kayyum'dan başkası yokturO, vahid ve samed'in ta kendisidirSen bu makamdan baktığın zaman her şeyin kaynağının O'nda ve dönüşün de O'na olduğunu anlarsınBu bakımdan şükredici, şükredilen, seven ve sevilen O'dur.

İşte İbn Ebî Habîb48 bu makamdan bakmıştır.

Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştukNe güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu. (Sâd/44)

Allahü teâlâ'nın bu ayetini okuduğunda Habib dedi ki: 'O'nun sanatına hayran kalmamak elde değildirO vermiş, o övmüştür'.

Bu sözünü şuna işaret için söylemiştir: Allahü teâlâ, bir kulunu övdüğü zaman, O'nun övgüsü kendi nefsine aittirBu bakımdan öven de övülen de O'dur.

Şeyh Ebû Said Mihinî49 bu makamdan bakmıştır.

(O) onları sever ve onlar da O'nu severler. (Mâide/54)

Bu âyet Şeyh Ebû Said'in yanında okunduğu zaman 'Hayatımla yemin ederim! Onları sever! Sade sevmesini ve sevil Aksine ikinci binek de birinci bineğin muhtaç olduğu gibi başka bir şükre muhtaçtır. Sonra şükrün şükrü ancak başka bir nimetle mümkün olurDolayısıyla bu kaziyeler bizi 'Bu iki yönden de şükrün Allah hakkında muhal olduğuna' götürürOysa biz de emrin ikisinde de şüphe etmiyoruzŞeriat da böyle vârid olmuşturBu bakımdan bu iki emri telif etmenin ve bir araya getirmenin yolu nedir?

Senin kalbine gelen bu mânâ, Dâvud'un (aleyhisselâm) kalbine de gelmiştir. Musa'ya (aleyhisselâm) da böylece vâki olmuşturNitekim Musa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Yarab! Ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü ben sana şükretmeyi ancak senin nimetlerinden ikinci bir nimetle yapabilirim'.

Başka bir lâfızda 'Sana şükrüm, senden gelen başka bir nimettir ki o nimette sana şükretmeyi gerektirir!' Bunun üzerine Allahü teâlâ Musa'ya vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

'Sen bu durumu bildiğin zaman bana şükretmiş olursun!' Başka bir haberde 'Sen nimetin benden olduğunu bildiğin zaman onu şükür olarak senden kabul ederim' denmiştir.

Soru: Musa'nın sualini anladımFakat benim anlayışım, onlara vahyolunanın mânâsını idrâk etmekten acizdirÇünkü ben, Allah için şükretmenin muhal olduğunu biliyorumFakat şükrün muhal olduğunu bilmenin, şükür olduğunu bir türlü anlamıyorum; zira bu bilgi de Allah'tan gelen bir nimettirBu bakımdan bu bilgi nasıl şükür olabilir? Sanki ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: 'Kim şükretmezse, muhakkak o şükretmiştir'Muhakkak padişahtan ikinci hilatı (hediyeyi) kabul etmek, birinci hilatın şükrü olurAnlayış, buradaki sırrı idrak etmekten âcizdirEğer bunun tarifi bir misal ile mümkün ise, bu misal anlamama yardımcı olacaktır.

Cevap: Bu, (zevkî) marifetler (in kapıların) dan bir kapıyı çalmaktırMarifetler, muamele ilimlerinden pek yücedirlerFakat biz onlardan birkaç rumuza işaret ederek deriz ki:

Burada iki görüş vardır:

1. Herşeyi katıksız Tevhîd gözüyle görmek gerekirBu görüş sana, Allah'ın şükreden, şükrolunan, seven ve sevilen olduğunu tanıtırBu görüş, varlıkta O'ndan başkasının olmadığını, her şeyinmesini bırak, hem de hakkıyla severÇünkü ancak kendi nefsini sever' demiştir.

Şeyh bununla, sevenin ve sevilenin Allah olduğuna işaret etmiştirBu yüksek bir rütbedirBu rütbeyi, ancak aklına yatkın bir misalle anlayabilirsinMalûmundur ki yazar, yazdığını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olurSanatkâr, sanatını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olurBaba evlat olmak hasebiyle evladını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur.

Allah'tan başka âlemde her ne varsa, hepsi Allah'ın tasviri ve sanatıdırEğer Allah onu severse, ancak kendisini sevmiş olurAnlaşıldı ki Allah esasta kendisinden başkasını sevmezBu takdirde hakkıyla sevdiğini sevmiş olurBütün bu söylediklerimiz, Tevhîd gözüyle bakıştır.

Sûfî taifesi bu hali, 'nefsin fâni olması' diye isimlendirir; yani şahıs hem nefsinden, hem de Allah'ın dışındaki her şeyden fâni olmuşturO, Allah'tan başkasını görmezKim bunu anlamazsa sûfî taifesine hücum ederek şöyle der: 'Şahıs nasıl fâni olmuştur? Oysa onun gölgesinin uzunluğu dört zira'dırO günde birkaç batman ekmek yer'.

Câhil kimseler de sözlerinin mânâsını anlamadıkları için sûfîlere gülerlerAriflerin sözüne cahillerin gülmesi normalidir! Şu âyet-i celîle'de buna işaret vardır:

Suç işleyenler insanlara gülerlerdiOnların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret yaparak (Mü'minleri) küçümserlerdiEvlerine (ailelerine) döndükleri zaman da (Mü'minleri ortaya atıp) eğlenmeye başlarlardıMü'minleri gördükleri vakit 'İşte bunlar sapıklardır' diyorlardıOysa üzerlerine gözcü gönderilmemişlerdi. (Mutaffıfin/29-33)

Sonra Allahü teâlâ âriflerin yarın kıyâmette onlara gülmelerinin daha büyük olacağını bildirmiştir.

İşte bugün mû'ıninler de kâfirlere gülerler. (Mutaffifîn/34)

Nûh kavmi de Hazret-i Nûh gemiyi yapmakla meşgul olurken ona gülerdi:

Nûh onlara 'Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz" dedi. (Hûd/38)

2. İkinci görüş nefsinden fâni olacak mertebeye ulaşamayan bir kimsenin bakışıdırBöyle kimseler, iki gruba ayrılırlarBir grup nefislerini ispat edip ibâdet edilecek bir rablerinin olduğunu inkâr etmişlerdirBunlar tepetaklak olan körlerdir, körlükleri gözlerindedirÇünkü onlar tahkîken sabit olanı nefyetmişlerdir.

O sabit olan da nefsi ile kaim ve her kazandığından sorumlu tutan ve her var olanın kuvvetiyle var olduğu Kayyum'durOnlar sadece bununla yetinmemişler, böylece nefislerini isbat etmişlerdirEğer onlar tanısaydılar kendileri olmak hasebiyle varlık sahibi olmadıklarını bilirlerdiOysa onların varlıkları varolmak hasebiyle değil, var edilmek hasebiyledirVar olanla var eden arasında fark vardırVarlıkta ancak bir var eden vardır ve bir gerçek varlık da O'durBu bakımdan var olan haktırVar edilenin, nefsi bakımından incelendiğinde bâtıl olduğu görülürVar olan, kâim ve kayyûmdurVar edilen yok olucu ve fânidirMadem ki yeryüzünde yaşayan herşey fânidir (Rahmân/36) , öyle ise ikram ve celâl sahibi olan rabbinin zatından başka hiçbir şey kalmaz.

İkinci grupta körlük yokturAncak tek gözlülük vardırÇünkü onlar, gözlerinin biriyle hak olan mevcudun varlığını görürlerBu bakımdan onu inkâr etmezlerDiğer gözün körlüğü tam olursa, hak varlıktan başkasının fâni olduğunu görmezBöylece Allah ile beraber başka bir mevcudu isbat etmiş olurBu kimse kesinlikle müşriktirNitekim bundan önce bahsi geçenin de kesinlikle münkir olduğu gibiEğer kişi, iki gözden kör olmaz da görüşü zayıflarsa iki mevcudun arasındaki ayrılığı idrâk ve dolayısıyla hem kulun, hem de rabbinin varlığını ispat ederBu kadarcık ayrılığın ve diğer mevcuttan bir kısmının ispatı ile Tevhîdin sınırına girmiş olur. Sonra gözüne nûrunu artıran sürmeyi çeker de zafiyet azalırsa, işte gözünün görmesinin artması miktarında Allah'tan başka isbat ettiği şeyin eksikliği kendisine görünür.

Eğer böyle devam ederse durmadan eksilme, sonunda yok olmaya varırBu bakımdan Allah'tan başkasının görünmesi tamamen kalkarAllah'tan başkasını görmez olup dolayısıyla Tevhîdin kemâl derecesine varmış bulunurAllah'tan başkasının varlığında eksikliği idrâk ettiği takdirde, Tevhîdin ilk basamaklarına çıkmış olurBunların arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır.

İşte bundan ötürü muvahhidlerin dereceleri ayrı ayrı olurAllah'ın, peygamberlernin dilleri üzerine indirilmiş olan kitabları, gözlerin nûrlarını artıran sürmedir.

Peygamberler de sürme sürenlerdirOnlar katıksız Tevhîde davet etmek için gelmişlerdirO Tevhîdin tercümesi Lâ ilâhe illâllah sözüdürOnun mânâsı, hak olan Bir'den başkasını görmemektirTevhîd'in kemaline varanlar çok azdırİnkârcılar ve müşrikler de azdırlarOnlar Tevhîdin tam zıddı olan tarafın en uzak ucundadırlar; zira putperestler şöyle dediler:

Biz putlara, ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz. (Zümer/3)

Bu bakımdan putperestler, zayıf de olsa Tevhîd kapılarının ilk basamaklarına çıkmışlardırOrtancalar ise, en fazladırlarOnların içerisinde bazı hallerde basîreti açılanlar vardırBunlara Tevhîdin hakikatleri ışıldar, fakat çakan şimşek gibi gelirgeçer, durmazOnların içinde Tevhîdin hakikatlerini görüp bir zaman devam edenler de vardırFakat bu da daimî bir şekilde durmazBu hususta devam etmeleri enderdir.

Şair şöyle demiştir: 'Herbirinin yüceliğin zirvesine çıkmak için birtakım hareketleri vardırFakat erkekler arasında sebat eden pek nadirdir'.

Allahü teâlâ habîbine yakınlığı talep etmesini emrettiği zaman ona şöyle demiştir:

Secde et! Yaklaş! (Alak/19)

Hazret-i Peygamber de secdesinde şöyle demiştir:

Senin ikabından affına sığınıyorumSenin öfkenden rızana sığınıyorumSenden sana sığınıyorumBen, senin kendi nefsini övdüğün gibi, seni övemem50

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in 'Senin ikabından affına sığınıyorum' sözü, sadece Allah'ın fiilini görmekten gelen bir sözdürSanki Hazret-i Peygamber, Allah'tan ve Allah'ın fiillerinden başkasını görmüyorduBu bakımdan O'nun fiiliyle O'nun fiiline sığındı. Sonra yaklaştı, fiillerin görülmesinden fâni olduFiillerin kaynakları olan sıfatlara yükseldi ve şöyle dedi: 'Senin öfkenden senin rızana sığınıyorum'.

Bunlar iki sıfattır. Sonra Tevhîd hususunda bunun da eksik olduğunu gördü ve yaklaştıSıfatları görme makamından zatı görme makamına çıktı ve şöyle dedi: 'Senden sana sığınıyorum!'

Bu, fiil ve sıfatını görmeksizin, Allah'tan Allah'a kaçmak demektirAncak Hazret-i Peygamber nefsini, Allah'tan Allah'a kaçtığı, Allah'a sığındığı ve Allah'ı övdüğü halde gördüBu bakımdan nefsinin müşahedesinden fâni oldu; zira bunu eksiklik gördü, yaklaştı ve şöyle dedi: 'Senin kendi nefsini övdüğün gibi seni övmeye gücüm yetmez.

Bu nedenle Hazret-i Peygamber'in 'gücüm yetmez' sözü, nefsinin fâni olduğunu haber vermek, nefsinin müşahedesinden çıkmak demektir.

'Senin kendi nefsini övdüğün gibi. . . ' sözüne gelince, Allah'ın öven ve övülen olduğunu, herşeyin Allah'tan başladığı ve ona döndüğünü ve Allah'ın zatı hariç, her şeyin helâk olacağını bildirmektedirBu bakımdan Hazret-i Peygamber'in makamlarının ilki, muvahhidlerin makamlarının en sonuncusudurO, Allah'tan ve Allah'ın fiillerinden başkasını görmezBu bakımdan bir fiilden diğer bir fiile sığınıyorÖyleyse sen Hazret-i Peygamber'in nihayetinin nereye vardığını dikkatle izle! Zira o, hak olan Bire vardıÖyle ki onun nazarında hak olan zattan başkası kalmadı.

Hazret-i Peygamber, bir rütbeden başka bir rütbeye terakki ettiğinden birinci rütbeyi ikinciye nisbeten uzak görürdüBunun için birinci rütbeden ötürü Allah'tan af talep ederdiİlk makamında kusur, sülûkünde eksiklik görürdü.

Hazret-i Peygamber'in şu hadîsiyle bu duruma işaret vardır:

Muhakkak kalbimin üzerine (manevî) bir pas çökerÖyle ki günde yetmiş defa Allah'tan af talebinde bulunurum.

Böyle yapması, bazısı bazısından üstün yetmiş makama terâkki etmesinden ileri gelmiştirBu makamların ilki her halkın vardığı (varabilecekleri) makamların en yükseğinden daha yüksektirFakat sonuncusuna nisbeten eksiktirİşte Hazret-i Peygamberin istiğfarı bunun içindi.

Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) 'Allah senin geçmiş ve gelecek günahını affetmemiş midir? O halde secde halinde bu ağlamak ve şiddetle ızdırap neden?' diye sorunca

cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Ben şükreden bir kul olmayayım mı?' Yani 'Ben yüksek makamların talibi olmayayım mı?' Çünkü şükür fazlalaşmanın sebebidir.

Yemin olsun,eğer siz şükrederseniz muhakkak size (nimetimi) artırırım. (İbrahim/7)

Biz mükâşefe denizlerine daldıkBu bakımdan dizgini çekelim ve muamele ilimlerine lâyık ve uygun olana dönelim.

Peygamberler, vasfettiğimiz Tevhîdin (birlemenin) kemâline halkı davet etmek için gönderildilerFakat onlarla o makam arasında uzun bir mesafe ve geçilmez engeller vardır.

Şeriat, o yolun yolunu tarif etmektir ve o engelleri geçmektirO zaman başka bir müşahede ve başka bir makamdan bakılabilirBöylece o makamda, o müşehedeye izafeten şükür, şâkir (şükredici) ve meşkûr (şükrü yapılan) belirir.

Bu durum bir misalle daha iyi anlaşılır.

Padişah uzakta bulunan bir kölesine huzuruna gelmesi için bir binek, bir elbise ve yol harçlığı olarak biraz para gönderse, bu durumda padişah bakımından iki ihtimal vardır: Birincisi kölenin bir kısım mühim vazifelerini yerine getirmesi için onu çağırmıştırİkincisi padişahın köleyi çağırmaktan beklediği hiçbir menfaati yokturOna muhtaç da değildir, kölenin hazır bulunması onun mülkünü artırmazÇünkü köle, padişahı zengin edecek bir hizmette de bulunamazKölenin huzurda olmaması da padişahın mülkünü azaltmazÖyle ise, bineği ve yol azığını göndermekte padişahın maksadı, kölenin gelip yakınlığından nasibdar olması, huzurunun saadetine nail olması içindirBundan padişah değil, köle fayda görürBu bakımdan kulların Allah katındaki menzilleri, birinci durumda değil, ikinci durumdadırÇünkü birinci durum, Allah hakkında muhaldirİkincisi ise muhal değildir.

Kul, birinci durumda padişahın istediği hizmetleri yapmadıkça, sadece binmek ve huzura varmakla şükredici olamazİkinci halde ise, padişahın hizmete ihtiyacı yokturBu durumda şükredici de, nankör de olması düşünülebilirŞükretmesi, mevlâsının kendisine tevdi ettiğini nefsi için değil, mevlâsının sevdiği yerde kullanmasıdır.

Nankörlük yapması, verileni yerli yerinde kullanmamasıdırŞöyle ki: Nimetleri muattal kılar veya mevlâsmdan uzaklaşmasını artıran yolda kullanırO halde kul, elbiseyi giyer, ata biner, azığı yolda kullanırsa mevlâsına şükretmiştirÇünkü nimetini sevdiği yerde kullanmıştır.

Eğer padişahın verdiği bineğe biner, padişahın huzurundan uzaklaşırsa, bu takdirde nimetini inkâr etmiştir; yani mevlâsı için değil, mevlâsının hor gördüğü yerde nimetini kullanmıştırEğer padişahın verdiği bineğe binmezse ne yakınlaşmayı, ne de uzaklaşmayı talep etmezse, yine nimeti inkâr etmiştir; zira nimeti ihmâl etmiştirHer ne kadar bu ikincisi, mevlâdan uzaklaşması bakımından daha kolay ise de. . .

Böylece Allahü teâlâ halkı yarattıOnlar yaratılışlarının başlangıcında bedenlerinin kemâle ermesi için şehvetlerini kullanmaya muhtaçtırlarDolayısıyla Allah'ın huzurundana uzaklaşırlarOysa saadetleri o huzura yakın olmaktadırBöylece Allahü teâlâ onlara nimetlerinden yakınlık derecesine varmak için kullanmaya elverişli olanı hazırlamıştırAllahü teâlâ onların uzaklık ve yakınlıklarını tabir ve ifade ederek şöyle buyurmuştur:

Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdikAncak îman edip salih amel işleyenler hariç; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır. (Tîn/4-6)

Durum bu iken, Allahü teâlâ'nın nimetleri aletlerdirKul onlar vasıtasıyla terâkki edip yükselirAllah onları kullar yakınlık saadetine ersinler diye yaratmıştırAllahü teâlâ yakınlık veya uzaklıktan münezzehtirKul bu nimetler hususunda şu iki durum arasındadır: Ya onları ibâdete sarfeder, dolayısıyla mevlâsına şükretmiş olur veya masiyete sarfeder, mevlâsının hoşuna gitmeyen ve razı olmadığı bir şeyi işlediğinden dolayı nimetini inkâr olurdun.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hakikate şöyle demek sûretiyle işaret etmiştir:

Amel ediniz! Zira herkes ne için yaratılmış ise o hususta muvaffak olur.

Hazret-i Peygamber bu sözü 'Ey Allah'ın Rasûlü! Madem daha önce, herşey Allahü teâlâ tarafından yaratılmış, bitmiştir, o halde amel etmek ne demektir? denildiği saman söylemiştir.

Böylece anlaşıldı ki insan, ilâhî kudretin mecrası ve fiillerinin merkezidirHer ne kadar insanlar da Allah'ın fiillerinden iseler de durum böyledirFakat O'nun fiillerinden bazısı bazısının merkezidirHazret-i Peygamber'in, 'amel ediniz!' sözü, her ne kadar Hazret-i Peygamber'in dilinden ise de Allah'ın fiillerinden bir fiildirO, halkın 'amelin faydalı olduğunu' bilmelerinin sebebidirHalkın ilmi ise, Allah'ın fiillerinden bir fiildirİlim, ibadete teşvikin sebebidirTeşvik de Allah'ın fiillerindendirFakat Allah'ın fiillerinin bazısı bazısının sebebidir; yani birincisi ikincisinin şartıdır.

Nitekim cismin yaratılışının arazın (renk gibi) yaratılışının sebebi olduğu gibi; zira araz, cisimden önce yaratılmazHayatın yaratılışı ilmin yaratılışının şartıdırİlmin yaratılışı, iradenin yaratılışının şartıdırŞart olmasının mânâsı şu demektir: Hayat fiilini sadece cevher kabul etmeye müsaittirİlmin kabulüne ancak hayat sahibi müsaittir.

İradenin kabulü için, ancak ilim sahibi müsaittirBu bakımdan fiillerinin bazısı, bazısının mûcidi anlamında değil, bu mânâ ile bazısı bazısının sebebi olurBazısı, diğerinin var olmasının şartını hazırlarBu tahakkuk ettiği zaman insan, bizim daha önce zikrettiğimiz Tevhîd derecesine yükselir.

Soru: Neden Allahü teâlâ, 'Amel edinizAksi takdirde siz isyandan ötürü cezalandırılacaksınız' buyurduOysa bizim elimizde hiçbir şey yok, hepsi Allah'a aittirBu durumda biz nasıl kınanırız?

Cevap: Bu sözün Allah'tan sâdır olması, bizde bir itikadın var olmasının sebebidirİtikad da korku ve heyecanın sebebidirKorku ve heyecan, şehvetlerin terkinin ve aldanış yuvasından edip küfre girmiş olur! Allah kulları için, küfür ve masiyete razı değildir.

Eğer kul, nimetleri muattal kılar, ne ibâdet, ne de masiyette kullanmazsa, bu da nimetleri zayi etmek bakımından nankörlük olurOysa dünyada yaratılan her şey, kulun onunla âhiret saadetine ermesi, Allah'a yakınlaşması için bir alet olarak yaratılmıştırBu bakımdan her itaat eden insan, taatinin miktarınca, taatta kullandığı sebeplerle Allah'ın nimetine şükredici olur.

Nimetleri kullanmayı bırakan veya onları uzaklaşma yolunda kullanan kimse Allah sevgisinin dışında bir şeye dalan bir kâfirdirBu bakımdan masiyet ve taatın ikisini de meşiyet kapsamaktadırFakat Allah'ın sevgisi ve nefreti onları kapsamamaktadırKastolunanların birçoğu mahbub, birçoğu da mekruhtur; yani Allah'ın hoşuna gitmezBu inceliğin ötesinde ifşası meııedilen kader sırrı vardırBu açıklama ile birinci müşkilat halledildiO da şükredilenin şükürden payı olmadığı zaman, şükür nasıl şükrü olabilir meselesidirBu açıklama ile ikinci mesele de halledildiÇünkü bizler şükürden, ancak Allah'ın nimetini, onun muhabbet ve sevgisi istikametinde sarfetmeyi kastediyoruzBu bakımdan nimet, Allah'ın fiiliyle muhabbetin cihetine sarfedildiği zaman maksat hâsıl olurSenin fiilin Allah'tan bir vergidirSen o fiilin merkezi olmak hasebiyle Allah seni övmüştürAllah'ın seni övmesi ise, O'ndan sana gelen ikinci bir nimettirBu bakımdan veren O'dur, öven de O'dur.

O'nun fiillerinden biri, ikinci fiilinin sevgisi cihetine sarfedilmesine sebep olur.

Bu bakımdan her durumda şükür O'nundurSen ise, şükredicilikle nitelendirilmişsin; yani şükrün kendisinden ibaret olan mânânın merkezisinYoksa sen şükrü var edici değilsinNitekim sen ârif ve âlim olmakla vasıflandırılmışsın, fakat ilmin yaratanı ve mucidi olarak değil! Ancak onun merkezi olmak bakımından âlimsinOysa o ilim, ezelî kudret vasıtasıyla sende mevcut olmuşturÖyleyse senin kendini şükredici diye nitelendirmen, kendinin 'şeyliğini' ispat etmendirOysa sen de şeysin; zira eşyanın yaratıcısı seni şey kılmıştır.

Sen, sen olmak hasebiyle birşey değilsin; yani sen aslında hiçsinEşyayı eşya kılan zata bakmak açısından, sen bir şeysin; zira o, seni şey olarak kılmıştırEğer O, seni bir şey olarak kılmasaydı sen kesinlikle lâ şey (hiç) uzaklaşmanın sebebidirBu da Allah'ın komşuluğuna varmanın sebebidirAllah, sebeplerin yaratıcısı ve düzenleyicisidir.

Bu bakımdan kime ezelde saadet yazılmış ise, ona bu sebepler kolaylaştırılır ki bu sebepler onu cennete götürsün! Bunun benzeri 'Herkes nie için yaratılmış ise ona muvaffak olur, o onun için kolaylaştırılır' cümlesiyle tâbir edilirKime Allah tarafından hüsnâ (cennet) yazılmamış ise, o, Allah'ın kelâmını, Hazret-i Peygamberin ve âlimlerin sözlerini dinlemekten uzaklaşır.

Dinlemediği zaman bilmez, bilmediği takdirde korkmazKorkmadığı takdirde dünyaya meyletmeyi terketmezDünyaya meyletmeyi terketmedikçe şeytanın hizbi içerisinde kalırMuhakkak cehennem, onların hepsinin varış yeridirSen bunu bildiğin zaman, zincirlerle cennete doğru çekilen bir kavmin durumuna hayret edersinHiçbir kimse yoktur ki sebeplerin zincirleriyle cennete çekilmemiş olsun. . O da ilim ve korkunun ona musallat kılınmasıdır.

Hiçbir mahrum yoktur ki zincirlerle cehenneme doğru çekilmemiş olsunO da gafletin, azaptan emin olmanın ve aldanmanın kendisine musallat kılınmasıdırO halde muttakîler cebren cennete doğru sevkolunurlarMücrimler de kahren cehenneme doğru çekilirlerKahredici, ancak bir ve kahhâr olan Allah'tırMelik ve Cebbâr olan Allah'tan başka âdil de yokturNe zaman gâfillerin gözlerinden perde kaldırılırsa, işin böyle olduğunu görürlerO zaman dellâlın çağırmasını duyarlar:

Kimindir mülk bugün? Kahhâr (her şeye galip olan) ve tek Allah'ın. (Mü'min, Gafir/16)

Oysa mülk sadece o gün değil, her zaman kahhâr ve bir olan Allah'ın mülkü idiFakat gâfiller, ancak o gün bu çağrıyı duyarlarO çağrı, gâfiller için yenilenen hallerin keşfinden haber vermektirAma o gün keşfin bir fayda sağlamadığı bir gündürCehalet ve körlükten, halîm ve kerîm olan Allah'a sığınırızÇünkü helâk sebeplerinin kökü cehalet ve körlüktür.

48) el-Bücelî kabilesine mensup Basralı bir zâhiddir. Künyesi Ebû Ömer'dir.

49) Fazl b. Ahmed b. Muhammed. Ebû Hasan künyesiyle meşhurdur. H.

300'de vefat etmiştir.

50) Müslim

32-7

Şükrün yapılması ve Küfrün terki

Şükrün yapılması, küfrün terki, ancak Allah'ın sevdiğini, sevmediğinden ayırdetmekle tamam olur; zira şükrün mânâsı; Allah'ın nimetlerini, Allah'ın sevdiği yerde kullanmaktırKüfrün mânâsı ise, bunun zıddıdırBu da ya nimeti kullanmayı tamamen terk etmekle veya Allah'ın sevmediği yerde kullanmakla olur! Allah'ın sevdiğini sevmediğinden ayırmak iki şeyle olur.

Onlardan biri, kulaktırKulağın istinad ettiği âyet ve haberlerdir.

İkincisi, kalbin gözüdürO da ibret gözüyle bakmak demektirBu sonuncusu zordur ve bunun için de pek nâdirdirBu nedenle Allahü teâlâ peygamberleri göndermiş, halk için yolu kolaylaştırmıştırBunun marifeti, kulların fiilerindeki şer'î hükümlerin tamamını bilmeye bina edilirÖyle ise kim bütün fiillerinde şeriatın ahkamına muttali olmazsa, hakkıyla şükretmesine imkân yoktur.

İkincisine gelince, o da ibret gözüyle bakıp, her yarattığı mevcutta Allah'ın hikmetini idrâk etmektir; zira Allah, âlemde her ne yaratmışsa onda bir hikmet vardırO hikmetin altında bir maksad vardırO maksad da Allah'ın sevdiğidirO hikmet, açık ve gizli diye iki kısma ayrılır:

Açık hikmet, güneşin yaratılışmdaki hikmeti, güneşle gece ile gündüz arasında fark meydana gelsin diye gündüzün maişet zamanı, gecenin istirahat zamanı olduğunu, gündüz sayesinde hareketin kolaylaştığını, gece sayesinde sükûnetin sağlandığını bilmektir.

İşte bu, güneşte bulunan hikmetlerin biridir; zira güneşte daha nice nice hikmetler vardırBulut ve yağmurun yağışındaki hikmet de böyledirBu, yerin bitki çeşitlerini fışkırtması, halka ekin yeri, hayvanlara da otlak olması içindirKur'ân, halkın anlayışının tahammül edebileceği açık hikmetlerin birçoğunu kapsamıştır, Halkın anlamaktan âciz oldukları ince hikmetleri deşmemiştir:

Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardıkOrada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Abese/25-31)

İster seyyar, ister sabit olsun, diğer yıldızlardaki hikmetler gizli hikmettirOna herkes muttali olamazHalkın onların göklerin süsü olduğunu ve insanın onlara bakmaktan zevk duyduğunu bilmekten başka, anlayabileceği birşey yoktur.

Biz en yakın göğü ziynetle/yıldızlarla süsledik. (Sâffât/6)

Bu bakımdan âlemin bütün parçaları, göğü, yıldızları, rüzgârları, deniz ve dağları, madenleri, bitkileri, hayvanları, bütün bunların zerrelerinin herbiri için birçok hikmetler vardırBir hikmetten on hikmete kadar, bir hikmetten on bin hikmete kadar. . . Hayvanların azaları da, hikmeti bilinen ve bilinmeyen kısımlara ayrılırGözün saldırmak için değil, görmek için, elin yürümek için değil, tutmak için, ayağın koklamak için değil yürümek için yaratıldığını bilmek gibi misaller, hikmeti bilinen misallerdirBarsak, öd, karaciğer, böbrek, damarlar, adeleler ve onlardaki borular, toplar ve atar damarlar, safranın bozulması, ince kalın barsaklar ve diğer sıfatlardan ibaret olan bâtınî azalara gelince, onlardaki hikmeti insanların çoğu bilmezlerOnları bilenler de Allah'ın ilmindeki hikmetlere nisbetle az birşey bilirler. (Bunlar da hikmeti bilinmeyenlerin misalleridir) .

Ve size ilimden az birşey verilmiştir. (İsrâ/85)

Madem durum budur, kim birşeyi onun yaratıldığı cihetin dışında ve ondan irade edilen yönde değil de başka bir yönde kullanırsa, o kimse kullandığı o şeydeki ilâhî nimeti inkâr etmiş olurBu bakımdan kim eliyle başkasını döverse el nimetini inkâr eder; zira el, helâk edicileri uzaklaştırması için verilmiştir, faydalı olması için yaratılmıştırEliyle başkasına vurmak için yaratılmış değildirKim namahrem bir kadının yüzüne bakarsa, gözün ve güneşin nimetini inkâr etmiş olur; zira görmek, bunların ikisiyle tamam olurOysa bunlar, şahıs onlar vasıtasıyla din ve dünyası hakkında faydalı olan görsün diye yaratılmışlardırOysa kişi onları onlardan irade edilen maksadın dışında kullanmıştır.

Mahlukâtın, dünyanın ve sebeplerinin yaratılışından gaye; İnsan oğlunun onlar vasıtasıyla Allah'a ulaşması içindir.

Allah'a varmak da, ancak Allah'ın sevgisiyle ve dünyada O'nunla yakınlık kurmak, dünyanın gururundan uzaklaşmakla olurYakınlık da ancak zikrin devamıyla olurMuhabbet ancak düşüncenin devamıyla sağlanan marifetle olurZikre ve tefekküre devam etmek, ancak, bedenin varolmasıyla mümkün olurBeden de ancak gıda ile kalırGıda ancak yer, su ve hava ile tamamlanırBunlar da gök ile yerin yaratılışıyla tamamlanırDiğer azaların zâhir ve bâtında yaratmasıyla tamamlanırBu bakımdan bütün bunlar beden içindirBeden de nefsin bineğidirAllah'a dönen, ibâdet ve marifetle mutmain olan nefistir.

Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorumBeni beslemelerini de istemiyorum. (Zâriyât/56-57)

Bu bakımdan kim bir şeyi Allah'ın isteği dışında kullanırsa o, Allahü teâlâ'nın, günahtan kaçınmak için gerekli olan sebeplerdeki nimetini inkâr etmiş olurO halde gizliliği pek fazla olmayan hüküm için bir misal zikredelim ki onunla ibret alasın, nimet verenin şükrünü ve nimetini inkâr etmenin yolunu o misalle anlayabilesin: Altın ve gümüşü yaratmak Allah'ın nimetlerindendirDünya gidişatı onlara bağlıdırOnlar haddi zâtında bizzat kendilerinde fayda olmayan iki taştırlarFakat halk onlara şu bakımdan muhtaçtırHer insan yemek, giymek ve diğer ihtiyaçları hususunda birçok şeye muhtaçtırBazen muhtaç olduğunu temin etmekten aciz olurMuhtaç olmadıklarını da elde ederMesela binmek için muhtaç olduğu bir deveyi değil de zaferan denilen maddeyi elde eden kimse gibi. . . Deveyi elde eden kimse de, bazen deveye değil, zaferan maddesine ihtiyaç duyarBu bakımdan deve ile zaferan arasında bir bedelin bulunması gerekirO bedelin miktarında da takdir gerekir; zira deve sahibi devesini bir miktar zaferanla değiştirmezZaferan ile deve arasında ne tartı açısından, ne de şekil bakımından bir münasebet olmadığı için 'tartarak veya bölerek karşılığı verilsin'denemez.

Herhangi bir evi elbise ile veya herhangi bir köleyi bir mest ile veya unu merkeb ile satın alanın durumu da böyledirO halde bunlar aralarında münasebet olmayan şeylerdirKişi devenin ne kadar zaferan edeceğini bilmediği zaman alış veriş yapması gayet güçleşir.

Buna binaen bu biri diğerinden uzak ve aralarında münasebet olmayan şeylerin aralarını telif eden bir arabulucuya muhtaç olacaktır ki o arabulucu onların arasında adaletle hükmetsin ve dolayısıyla insanlar onların herbirinin derecesini bilmiş olsun! Bunların arasındaki dereceler tanzim edildiği zaman, eşitin eşit olmayandan farkı bilinirBundan dolayı Allahü teâlâ, altın ve gümüşü eşya arasında hâkim ve diğer mallar arasında arabulucu olarak yarattı ki mallar onlarla takdir edilsinBu bakımdan 'Bu deve yüz altına eşittirZaferanın şu miktarı yüz altına eşittir' denir.

Bu sebeple deve ile zaferan aynı şeye eşit olmaları bakımından eşit olurlarOysa tabir, ancak nakdeyn (altın ve gümüş) ile mümkündür; zira onların bizzat kendilerinde hiçbir gaye yokturEğer bizzat kendileri gaye olsaydı, çoğu zaman, gayenin özelliği, gaye sahibinin hakkında tercihi gerektirirdiDolayısıyla işler intizamlı olmazdıMadem durum budur, (öyle ise) Allahü teâlâ onların ikisini ellerde tedâvül olunsunlar, mallar arasında hâkim bulunsunlar diye yaratmıştır ve başka bir hikmeti de onların ikisiyle diğer eşyayı elde etmektirÇünkü onlar, haddi zatında değerlidirlerFakat onların bizzat kendileri hiç kimsenin gayesi değildir. (Yani ne yenilebilirler, ne giyilebilirler, ne de maddelerinden bir lezzet alınır) Onların diğer mallara nisbetleri eşittirBu bakımdan onların ikisini edinen bir kimse sanki herşeyi mülk edinmiştirBir elbiseyi mülk edinen ise, sadece elbiseye sahiptirEğer elbise sahibi yemeğe muhtaç olsa, bazen yemek sahibi elbiseye rağbet göstermezDolayısıyla elbise ile yemek elde edilemezÇünkü yemek sahibinin gayesi, bir hayvan edinmektirBu bakımdan elbise sahibi, bizzat maddesinde hiçbir şey olmayan, mânâsında da sanki herşey olan bir maddeye muhtaçtır.

Şey'in değişik şeylere nisbeti, ancak özel bir sûreti olmadığı ve özel sûretinden ötürü fayda vermediği zaman eşit olurAyna gibi. . . Onun rengi yokturO her rengi aksettirirNakit de böyledirOnda da herhangi bir hedef yokO, her hedefin vesilesidirSanat gibi. . . Onun haddi zatında bir mânâsı yokturOnun, vasıtasıyla başkasında mânâlar belirir.

İşte ikinci hikmet budurFakat altın ile gümüşte anlatması uzun sürecek daha nice hikmetler vardırBu bakımdan kim altın ile gümüşte, hikmetlerine uygun düşmeyen bir ameli işlerse ki o amel hikmetlerden kastedilene muhaliftir o kimse Allah'ın altın ve gümüşteki nimetini inkâr etmiştir.

Madem durum budur o halde, altın ile gümüşü istif eden bir kimse onlara zulmedip onlardaki hikmeti iptal etmiş olurBöyle bir kimse müslümanların hâkimini bir hapse tıkadığından dolayı onun hüküm vermesine mâni olan bir kimse gibidirÇünkü şahıs paraları istif ettiği zaman, paralardaki hikmeti zayi etmiş olurKastedilen hedef onunla hâsıl olmazOysa altın ve gümüş, özel olarak ne Zeyd, ne de Amr için yaratılmıştır; zira insanların onların bizzat maddelerinden hiçbir istekleri yokturÇünkü onlar iki taştırlarEllerde dolaşsın diye yaratılmışlardırBu bakımdan onların ikisi halk arasında iki hâkim olurlarMiktarın alâmeti, mertebelerin de değerlendiricisidirlerBu bakımdan mevcudâtın sahifeleri üzerine harfsiz, sessiz, gözle değil ancak basiretle idrâk edilen ilâhî bir hatla yazılı bulunan mektubun satırlarını okumaktan aciz olanlara Allahü teâlâ haber verdiEvet! O yazıyı okumaktan aciz olanlara Allahü teâlâHazret-i Peygamber'den dinledikleri bir kelâmla ki idrâk etmekten aciz kaldıkları harf ve ses vasıtasıyla onlara yetişir haber vererek şöyle buyurdu:

Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele! (Tevbe/34)

Kim gümüş ve altından bir kab edinirse, o kişi nimeti inkâr etmiş olurBu kimsenin hâli onları istif edenin halinden daha haraptırÇünkü bu kimsenin misali, bir memleketin hâkimini örücülükte, vergi toplamakta ve insanların düşükleri tarafından yapılan işlerde kullanan bir kimsenin durumu gibidirOysa altını hapsetmek, mesuliyet bakımından böyle yapmaktan daha hafiftirÇünkü çömlek, bakır ve kalay da sıvı maddelerin dağılması hususunda altın ile gümüşün vazifesini görebilirlerKablar, ancak sıvı şeyleri korumak içindirFakat çömlek ve demir, paradan kastedilen hedefte yeterli değildirlerBu bakımdan bu sırra vâkıf olmayan bir kimse için bu sır ilâhî tercümesiyle inkişaf etti ve kendisine şöyle denildi:

Kim altın veya gümüşten yapılmış bir kaptan, herhangi birşey içerse, sanki o kimse karnında cehennem ateşini taşır.

Kim altın ve gümüşle faizcilik yaparsa o kimse nimeti inkâr edip zulmetmiştirÇünkü bu iki madde, bizzat kendileri için değil, başka şeyler için yaratılmıştır; zira onların bizzat maddelerinde hiçbir hedef yokturBu bakımdan kişi onların bizzat maddesinde ticaret yaparsa onların yaratılış hikmetine muhalif bir hedefte onları kullanmış olur; zira parayı hedefinden başka bir hedef için talep eden bir kimse, zulmetmiştirKimin beraberinde para yok da elbise varsa, o kimsenin yemek ve binek almaya gücü yetmez; zira çoğu zaman yemek ve binek elbise ile satın alınmazBu bakımdan elbise sahibi, maksadına ulaşmak için elbisesini başka bir nakde tahvil etmeye mecburdur.

Çünkü onlar başkasının vesilesidirBizzat maddelerinde insanın herhangi bir hedefi yokturOnların mallardaki yerleri harfin konuşmadaki yeri gibidirNahiv âlimleri şöyle demişlerdir: 'Harf odur ki başkasındaki bir mânâ için gelmiştir!' Paraların mallardaki yerleri, aynanın renklerdeki yeri gibidir.

Ama beraberinde nakit olan bir kimse, eğer o nakdi başka bir nakde satması caiz olursa, bu takdirde nakitler üzerinde muamele etmeyi, muamelesinin hedefi yapmış olurBöylece nakit, onun yanında bağlı kalır ve istif etmenin yerine geçmiş olurHâkime ve başkasına giden postayı bağlamak zulümdürNitekim hâkimin hapsedilmesinin zulüm olduğu gibi. . .

Bu bakımdan nakdi nakitle satmanın mânâsı, nakdi azık etmek için istemek demektirBu ise zulümdür.

Soru: Neden nakitlerden birinin başkasıyla satılması caizdir? Neden bir dirhemi misliyle satmak caizdir?

Cevap: Nakitlerin her biri (hedefe) varma maksadında, diğerine muhaliftir; zira dirhemle (gümüş para) bazen çokluğu itibariyle onların biriyle hedefe varmak kolaylaşırBöylece dirhemler azar azar ihtiyaçlara sarfedilir. . . Öyle ise bu mübadeleyi menetmekte, buna bağlı bulunan özel maksadı teşvik etmek vardırO özel maksad da onunla başkasına varmanın sırrıdırBir dirhemi benzeri olan başka bir dirhemle satmaya gelince, o da caizdir.

Şu bakımdan ki onlar eşit olduğu zaman, akıllı bir insan kolay kolay böyle bir satışı yapmazTüccar bununla meşgul olmazÇünkü bu gibi bir satış boş bir meşguliyettirÂdeta bir dirhemi yere bırakıp tekrar almak demektirBiz, akıllı insanların bir dirhemi yere koyup tekrar almak sûretiyle vakitlerini harcamalarından korkmuyoruzÖyle ise nefsin istemediği bir fiili menetmiyoruzAncak takas edilenden biri diğerinden daha üstünse, o zaman menediyoruzBunun da cereyan etmesi düşünülemez; zira sağlam paranın sahibi, parasını sahte para ile değiştirmeye razı olmazBu bakımdan akit intizam bulmazEğer sahteyi fazlasıyla almayı talep eder ise, işte bu insanlar tarafından kastolunurŞüphe yok ki biz bu şekil muameleyi menedip hükmediyoruz ki paranın güzeli, çirkini eşittir.

Çünkü güzellik ve çirkinliğin, ancak bizzat kendisinden dolayı kastolunan bir şeyde dikkate alınması uygundurArtık bizzat kendilerinde insanın hedefi olmayan bir şeyin sıfatlarındaki inceliğe bakmak uygun değildirAncak sağlamlık vasfında çeşitli olan paraları basan kimse zâlimdir; zira bu ameliyeden ötürü paraların bizzat kendileri (maddeleri) maksud olmuşturOysa bizzat maddeleri gaye olmamalıydıBir dirhemi benzeri olan bir dirhemle borca sattığı zaman, bunun caiz olmaması şu noktadan ileri geliyor:

Zira böyle birşeye, ancak müsamahakâr, karşısındaki insana iyilik yapmak isteyen bir kimse yanaşırBu bakımdan şeref olan borç verme, insanı bundan müstağni kılarBöyle bir muameleye ihtiyaç kalmaz ki müsamaha sûreti olduğu gibi kalsınDolayısıyla bu müsamahayı yapan övünsün ve Allah katında ecri olsun! Oysa takasta ne övmek var, ne deecir. . .

Bu bakımdan bu şekildeki bir takas da zulümdürÇünkü bu şekildeki değiştirme, müsamahanın hususiyetini zayi etmek ve onu bedel alma şekline sokmaktırNitekim yemekler de kendileriyle gıdalanılsın veya tedavi olunsun diye yaratılmışlardır.

Bu bakımdan onları başka yönlerde kullanmak uygun değlidirEğer yiyecekleri (zengin) ellerde bağlamayı gerektiren ve hedefleri olan yemekten kendilerini geciktiren muamele kapısı açılırsa Oysa Allahü teâlâ yemekleri ancak yenilsin diye yaratmıştır, yemeklere ihtiyaç da şiddetlidir bu takdirde yiyecek maddesine ihtiyacı olmayanın elinden çıkıp muhtacın eline girmesi lâzımdırOysa yiyecekler üzerinde ancak yemekten müstağni olan bir kimse muamele yapar; zira beraberinde yemek olan bir insan, eğer ona muhtaç ise neden onu yemesin? Neden onu bir ticaret metaı yapsın? Eğer onu ticaret metaı yaparsa, yemeğin dışındaki bir sermaye ile yemeğe muhtaç olan bir kimseye satsınAma o yemeğin bizzat maddesini isteyen bir kimse ise, o yemekten müstağni demektirİşte bunun için şeriatta ihtikârcının lanetlenmesi vârid olmuştur51

Yine şeriatta Kesb (Çalışma) Âdâbı bahsinde zikrettiğimiz tehditler vârid olmuştur.

Evet! Buğdayı hurma ile değiştiren mâzurdur; zira biri gayede diğerinin yerine geçmezBuğdaydan bir ölçeğini, bir ölçekle değiştiren ise mâzur değildirAksine fuzulî bir iş yapıyor demektirBu bakımdan bu kimseyi menetmeye ihtiyaç yokturÇünkü nefisler böyle bir muameleye ancak değiştirilen malların farkı varsa müsamaha ederOysa iyinin sahibi, kötü ile değiştirmeye razı olmazİyiyi iki kötü ile takas etmek bazen kastolunurFakat yemekler zarurî maddelerden oldukları için, iyinin esasında kötüye denk olup ancak nimetlenme yönlerinde ona muhalefet ettiği için, şeriat, kıvam (direk ve nizam) olan bir şeyde nimetlenme gayesini itibardan düşürmüştürİşte faizin haram edilmesindeki şer'î hikmet budur.

Biz fıkıh ilminde çalışmayı bıraktıktan sonra bize bu hakîkat keşfolunduBu bakımdan biz bunu fıkıh ilmine ilhak edelimÇünkü bu, hilâfiyat hususunda irad ettiğimiz her meseleden daha kuvvetlidirBununla faizi ölçülen maddelere değil sadece yiyecek maddelerine tahsis etmekteki Şâfiî mezhebinin rüchaniyeti vüzuha kavuşur; zira eğer kireç faizli maddelere girmiş olsaydı, elbisenin, hayvanların girmesi daha evlâ olurduEğer tuz meselesi olmasaydı, Malikî mezhebi bu hususta mezheblerin en kuvvetlisi olurdu; zira o, faizi gıda maddelerine tahsis etmiştirFakat şeriatın gözettiği her mânânın elbette ki bir hudud ile zaptedilmesi gerekirBunun sınırlandırılması ise (Mâlikî mezhebinde olduğu gibi) gıda maddeleri ile mümkündür, (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) yenilen şeyler ile mümkündürBu bakımdan şeriat, hayatın zarurî ihtiyacı olan herşey için yenilenin cinsi ile tahdidin daha uygun ve daha kapsayıcı oluduğunu münasip görmüştürŞeriatın sınırlandırmaları bazen öyle tarafları kapsar ki hükme teşvik eden mânânın aslı o taraflarda kuvvetli olmazFakat tahdid de böylece zarurî olarak vâki olurEğer sınırlandırmazsa, şahıs ve hallerden ötürü değişmesine rağmen, mânâ cevherine tâbi olmakta halk şaşkınlık içerisinde kalacaktırBu bakımdan mânânın aynısı kuvvetinin kemâli sayesinde, haller ve şahısların değişmesiyle değişir, öyle ise sınır koymak zarurîdir.

Bunlar Allah'ın hududlarıdırKim Allah'ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur. (Talâk/l)

Bir de bu mânâların asıllarında şeriatlar değişmezAncak tahdidin yönlerinde değişirler.

Nitekim Meryem'in oğlu Îsa'nın (aleyhisselâm) şeriatı içkinin 'hahamlığını sarhoşlukla tahdid ederBizim şeriatımız ise, sarhoş edici olmasıyla tahdid etmektedirÇünkü içkinin azı çoğuna davet ederHududa dahil olan cinsin hükmünden ötürü, haramlığa dahil olmuş olur.

Nitekim mânânın aslının hikmet-i asliyeden ötürü dahil olduğu gibi. . . Bu bakımdan bu misal, nakitlerin hikmetlerinden gizli bir hikmetin misalidirÖyleyse nimetin şükrü ve inkârına bu misal ile itibar edilmesi uygundurO halde, bir hikmet için yaratılan şeyin o hikmetten uzaklaştırılması uygun değildirBunu, ancak hikmeti bilen bir insan bilir.

Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. (Bakara/269)

Fakat şehvetlerin mezbelelikleri, şeytanların oyun sahaları olan kalplere hikmetlerin cevherleri girmez, bunları ancak akıl sahipleri anlar.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Eğer şeytanlar ademoğullarının kalplerinde gezmeseydiler (vesvese vermeseydiler) muhakkak ki ademoğulları melekût âlemini seyrederlerdi.

Bu misali anladığın zaman, bu misalle hareketini, durgunluğunu, konuşmanı ve sükûtunu kıyas et! Senden sâdır olan her fiil ya şükürdür ve küfür (nankörlük) Zira bu iki hasletten ayrılman düşünülemezBunun bazısını halk tarafından konuşulan fıkıh lisanında kerahetle, bazısını da hazerle nitelendiririzOysa onun tamamı kalp erbabı yanında hazerle vasıflandırılmıştırÖyleyse eğer sağ elinle istinca edersen, ellerin nimetini inkâr etmiş olursun; zira Allah iki eli yarattıBirini diğerinden daha kuvvetli yaptı, kuvvetlisi çoğu zaman rüchaniyetinin fazlalığından dolayı şeref ve fazilete müstahak olduEksiği daha üstün tutmak adaletten ayrılmaktırOysa Allah ancak adaleti emreder. Sonra sana iki el verdiğinden dolayı, Kur'ân'ı tutmak gibi bazısı şerefli, necaseti gidermek gibi bazısı pis olan birtakım amellere seni muhtaç kılmıştırÖyleyse Kur'ânı sol elinle tutup, necaseti sağ elinle sildiğin takdirde, şerefliyi, hasis olan birşeye tahsis etmiş olursun.

Dolayısıyla onun hakkını inkâr, kendisine zulüm edip adaletten sapmış olursunKıble tarafına tükürdüğün veya defi hacet yaparken kıbleye doğru durduğun zaman, cihetleri ve âlemin genişliğini yaratmaktaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olursunÇünkü Allah cihetleri, sana rahat hareket imkânı olsun diye yaratmış, cihetleri, şerefli ve şereften mahrum kısımlara ayırmıştır.

O şereflendirdiği cihete bir beyt (Kâbe) koyup onu nefsine izafe etmiş, bunu da senin kalbini oraya çekmek için yapmıştır ki kalbin onunla bağlansınKalp vasıtasıyla bedenin de rabbine ibâdet ettiği zaman, sebat ve vekar üzerinde o cihete bağlı bulunsunBöylece senin fiillerin ibâdetler gibi şerefli olan kısıma def-i hâcet ve tükürmek gibi pis olan kısımlara ayrıldıÖyleyse ne zaman tükürüğünü kıble tarafına atarsan, ona zulmetmiş olursunYapılmasıyla ibâdetinin kemâli sağlanan kıblenin varlığından gelen ilâhî nimeti inkâr etmiş olursunMestini giyerken, sol ayağından başlarsan zulmetmiş olursunÇünkü mest ayağı korumak içindirBu bakımdan ayağın mestte nasibi vardırOysa nasipler hususunda şerefli olanla başlamak uygundur.

Böyle yapmak adalet ve hikmeti yerine getirmektirBunun zıddı zulüm ve mestle ayak nimetine karşı nankörlüktürBöyle yapmak, ârifler katında büyük bir günahtırHer ne kadar fakih buna mekruh adını vermiş olsa da. . .

Nitekim âriflerden biri birkaç yük buğdayı toplar ve onu sadaka verirBunun sebebi kendisine sorulduğu zaman cevap olarak der: 'Bir defasında unutarak soldan başlayarak giydim. . İşte sadaka ile bunun kefaretini vermek istiyorum'.

Evet! Fakih bir kimsenin bu işleri büyütmeye gücü yetmezÇünkü o, dereceleri hayvanların derecelerine yaklaşan halk tabakasının ıslahıyla uğraşan bir fakirdirOysa halk tabakası bu zulmetlerden daha baskın ve daha büyük nice vehmî zulmetlere dalmışlardırBu bakımdan halk tabakası için 'şarab içen ve kadehi sol eline alan bir kimse iki yönden şerî hududu tecavüz etmiştir: Bir yönü şarap, öbürü sol eline almaktır' demek çirkindirCuma günü, cuma ezanı okunduğu zaman, şarab satın alan bir kimse için 'Bu iki yönden hainlik yaptıO yönlerden biri şarabı almak, öbürü de Cuma ezanı vaktinde alışveriş yapmaktır' demek de çirkindirKim arkasını kıbleye çevirerek mescidin mihrabına def-î hacet yaparsa artık bunun def-i hacet yaparken edebi terkettiğini söylemek çirkindir; yani kıbleyi sağına almadı diye onu kınamak çirkindirBu bakımdan günahların tümü karanlıktırBazıları diğerinin üzerine teraküm ederBazıları diğerinin yanında yok olur.

Efendi bazen izni olmaksızın bıçağını kullanan kölesini cezalandırırFakat eğer köle o bıçak ile efendisinin en aziz evladını öldürürse, artık bıçağı izinsiz kullanmanın hükmü ve bundan dolayı verilen herhangi bir cezanın mecali kalmazBu bakımdan peygamberler ve velî kulların gözettikleri, bizim de fıkıhta halk tabakasına müsamaha gösterdiğimiz her edebin sebebi bu zarurettirAksi takdirde bütün bu çirkinlikler adaletten dönüş, nimeti inkâr, kulu yakınlık derecelerine ulaştıran derecelerden yoksunluktur.

Evet! Bazıları yakınlığın eksikliğiyle ve mertebenin düşüklüğüyle kulda tesir ederBazıları da tamamen kulu yakınlık hududlarından çıkarır, şeytanların istikrar yeri olan uzak âlemlere götürürBöylece gerekli bir ihtiyaç ve mühim bir zaruret veya doğru bir hedef olmaksızın herhangi bir ağacın bir dalını kıran bir kimse, o ağaçların ve elin yaratılışındaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur.

El kendisiyle fuzulî hareketler yapmak için yaratılmamıştırAksine ibâdete yardımcı olan ameller için yaratılmıştırAğaca gelince, Allahü teâlâ ağacı ve ağaç içindamarlar yarattıOna su gönderdiOnda gıda ve gelişme kudretini yarattı ki o neşv ü nemanın en son zirvesine varsın, kullar ondan faydalansınBu bakımdan ağacı yetişmeden ve önemli bir sebep olmadan kesmek veya kırmak hikmetin hedefine muhalefet etmek ve adaletten sapmak olurEğer önemli bir gaye için kırarsa, bu takdirde kırabilir; zira ağaç ve hayvan, insan içindirlerOnların ikisi de fani ve helâk olucudurlarBu bakımdan en şerefliyi bir müddet yaşatmak için, şerefli olmayanı feda etmek, ikisini birden zayi etmekten adalete daha yakındır.

Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. (Casiye/13)

Evet! Eğer o dalı başkasının mülkü olan ağaçtan kırarsa o dala muhtaç olsa bile zâlim olur; zira her ağaç Allah'ın bütün kullarının ihtiyaçlarını yerine getiremezAncak birinin ihtiyacını yerine getirirEğer birincisi tercihsiz ve özelliksiz o ağacı nefsine tahsis ederse bu hareketi zulüm olurBu bakımdan ihtisas sahibi o kimsedir ki tohumu elde etmiş, ekmiş, sulamış ve korumuşturÖyle ise bu ağaçtan istifade etmek hususunda başkasından daha evlâdırBöylece onun tarafı daha kuvvet bulduEğer ağaç sahipsiz arazide kendiliğinden biterse, onu diken veya tohumunu eken bir insanın çalışması ile gelişmemişse, bu takdirde başka bir özelliği olması lâzımdırO da daha önce o ağacı almaktırDaha önce alana önce almanın özelliği tanınırAdalet, onun o ağaçtan istifade etmesinin daha evlâ olmasını gerektirir.

Fâkihler bu tercihi mülk diye isimlendirmişlerdir Bu katıksız bir mecazdır; zira mülk, ancak padişahlar padişahınındırÖyle padişah ki göklerde ve yerde her ne varsa O'nundurKul nasıl mülk sahibi olabilir? Oysa haddi zatında nefsine bile sahip değildirHatta kendisi başkasının mülküdür.

Evet, halk Allah'ın kulları, yeryüzü de Allah'ın sofrasıdır, onlara ihtiyaçları kadar sofrasından yeme izinini vermiştirTıpkı sofrasını kölelerine yayan padişah gibiSağ eliyle bir lokmayı alıp, parmakların bükümleri o lokmayı ihtiva ettiği halde başka bir köle gelip onun elinden o lokmayı almak isterse, birinci köle ikinci köleye fırsat vermezFakat vermemesinin sebebi, eliyle lokmayı aldığından, lokma onun mülkü olduğundan değildir: zira daha önce lokmayı alan el de, o elin sahibi de başkasının mülküdürlerFakat muayyen bir lokma bütün kölelerin ihtiyacına kâfi gelmediğinden, adalet bir nevi tercihin var olduğu anda tahsiste tecelli ederLokmayı almak da bir tahsistirSadece alan kula tahsis edilmiş olurBu bakımdan bu ihtisasa sahip olmayan bir kimse, bu ihtisasın sahibi olanla mücadele etmekten menedilirİşte kulları hakkında Allah'ın emrini bu şekilde anlaman uygundur ve bunun için de deriz ki: 'Dünya malından, ihtiyacından fazla edinen, onu istif edip elinde tutan bir kimse eğer o mala muhtaç olanlar varsa zâlimdir'.

Böyle bir kimse, altın ve gümüşü istif edenlerdendir, istif edilen altın ve gümüşü Allah yolunda infak etmeyenlerdendirOysa Allah'ın yolu ancak taattirHalkın taattaki azığı dünya malıdır; zira dünya malı ile halkın zarurî ihtiyaçları bertaraf edilir.

Evet! Bu hüküm, fıkıh fetvasının hududuna girmezÇünkü ihtiyaçların miktarları gizlidirGelecekteki fakirliği hissetmek hususunda nefisler değişik manzaralar arzederÖmürlerin sonları malum değildirBu bakımdan halk tabakasına bunu teklif etmek, çocuklara vekar, efendilik ve mühim olmayan bir konuşmayı yapmamayı ve sükût etmeyi tavsiye etmek gibidirOysa çocuklar eksik olmaları itibariyle, bu teklifi yerine getiremezlerBu bakımdan oyun oynamak hususunda onlara itiraz etmeyi terketmemiz, onlara oyun oynamayı mübah görmemiz, oyun ve zıplamanın hak olduğuna delâlet etmezTıpkı bunun gibi halk tabakası için malları korumak, infak hususunda sadece zekât miktarını vermekle iktifa etmeyi mübah kılmamız insanların yaratılışındaki zarurî cimriliklerinden çıkan bir hükümdür.

Bu bakımdan bizim bu şekildeki hükmümüz, bunun hak olduğuna delâlet etmezNitekim Kur'ân buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı cimrilik ederdiniz ve (bu) kinlerinizi ortaya çıkarırdı. (Muhammed/37)

Kulların Allah'ın malından sadece yolcunun azığı kadar alması hak ve zulümsüz adalettir. . . Allah'ın her kulu beden merkebine binip Deyyan olan padişahın huzuruna doğru gidecektirÖyleyse kim fazlasını alıp, ona muhtaç olan bir biniciyi o maldan menederse, o zâlim ve adaletsizdirBu durumda hem hikmetin maksadından çıkmış olduğunu hem de Kur'ân, peygamber, akıl ve yolcunun azığından fazlasını almasının hem dünya ve hem de âhirette vebal olduğunu tanıtan diğer sebeplerle sabit oldu ki Allah'ın nimetini inkâr ettiği ortadadırBu bakımdan kim mevcudatın bütün çeşitlerindeki ilâhî hikmeti anlamış ise, şükür vazifesini yerine getirmeye kudreti vardırBunu saymak birkaç cild kitaba muhtaçtır. Sonra birkaç cild kitab yazılsa, yine de birazını ancak ifade ederBiz bu kadarını burada Allah'ın şu ayetindeki doğruluğun alâmeti bilinsin diye beyan ettik.

Kullarım içinde şükreden azdır. (Sebe/13)

İblis şu sözüyle sevindi: 'Sen de çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın'Bu bakımdan bizim bu söylediğimizi bilmeyen bu âyet-i celîlenin mânâsını bilmezBunun ötesinde birçok şeyler vardır ki onların başlangıçlarını saymaya bile ömürler yetmezOnlar bilinmedikçe ayetin mânâsı bilinmezAyetin tefsirine ve lâfzının mânâsına gelince, Arapça'yı bilen herkes onu bilirİşte bununla, mânâ ile tefsir arasındaki fark belirmiş olur.

Soru: Bu konuşmadan şu sonuç ortaya çıktı: Allahü teâlâ'nın her şeyde bir hikmeti vardırO, kullarının bir kısım fiillerini o hikmetin tamam olmasına ve kendisinden kastolunan amaca varmaya sebep kılmıştırOnların bazı fiillerini de hikmetin tamamlanmasına mâni kılınıştırBu bakımdan hikmet gayesine varıncaya kadar hikmetin isteğine uyan her fiil şükürdürMuhalefet eden ve hikmetten istenilen gayeye varmasındaki sebepleri engelleyen her fiil, şükrün inkârıdırBütün bunlar anlaşılır, fakat müşkilât yine de kalırŞöyle ki: Kulun, hikmeti tamamlayıcı ve hikmeti ortadan kaldırcı kısımlara ayrılan fiili de Allah'ın fiilindendirÖyleyse kul nasıl bir defasında şükredici, bir defasında da küfredici olur?

Cevap: Bu husustaki tahkikin tamamı büyük bir deniz olan mükâşefe ilimlerinin dalgalarından alınırBiz daha önceki bahislerde, bunların işaretlerine değinmiştikŞimdi ise sonucunu ve gayesini kısa ve ancak kuş dilini anlayan tarafından anlaşılan, kuşların dolaştığı gibi melekûtun fezasında dolaşmak şöyle dursun, süratle yürümekten bile aciz olan tarafından inkâr edilen veciz bir ibare ile anlatalım: Allahü teâlâ için celâlinde ve kibriyasında bir sıfat vardırYaratılış ve icat ondan çıkarO sıfat, lûgati vazeden bir kimsenin ona bakıp onun celâlinin künhüne ve hakikatinin özelliğine delâlet eden bir ibare ile onu tabir etmekten yüce ve yüksektirO sıfatın yüce şanından ilk parıltılarına bile gözlerini uzatamayan lûgat erbabının mertebesi eksik olduğu için, o sıfatı ifade eden bir ibare yokturBu bakımdan yarasaların güneşin ışığından gözlerinin kapandığı gibi onların gözleri o sıfatın zirve sine bakmaz gözleri kapanırYarasalar güneşin ışığında bir derinlik olduğu için ona bakmıyor değildirlerAksine gözlerinde zafiyet vardır diye bakamazlar.

Bu bakımdan o sıfatın celâlini mülâhaza etmek için gözleri açılanlar lûgatlarla konuşanların düşük âlemlerinden gerçekten zayıf olan birşeyi o sıfatın hakikatlerinin başlangıcını bildiren bir ibareyi emanet olarak alıp kullanmaya mecbur oldular!

Bu bakımdan ona kudret ismini emaneten ve mecburiyetten verdilerOnların emanet olarak verdikleri bu isimden ötürü biz de konuşmaya cesaret ederek 'Allah'ın bir sıfatı vardırOna kudret denirYaratılış ve icad ondan sudur eder' dedik.

Yaratılış, varlıkta birçok kısım ve özel sıfatlara ayırlır Bu kısımlara bölünmenin ve o özel sıfatlarla özelleştirmenin masdarı (kaynağı) başka bir sıfattırDaha önce bahsi geçen zaruretin benzeriyle o sıfata emaneten meşiyet ibaresi isim olarak verilmiştirBu sıfat harf ve seslerden ibaret olan lûgatlarla konuşan ve anlaşanların nezdinde mücmel bir şeyi vehmettirirMeşiyet kelimesinin o sıfatın künhüne ve hakikatine delâlet etmekten eksik olması, tıpkı kudret kelimesinin eksik olması gibidir. Sonra kudretten sadır olan fiiller, kudretin hikmetinin zirvesine varan ve varmayan kısımlara ayrılırHer birinin meşiyet sıfatına bir nisbeti vardır.

Çünkü taksimin ve değişikliğin tamamlanmasında rol oynayan ihtisas ve özelliklere dönüşürlerBu bakımdan zirveye varana muhabbet ibaresi emaneten isim olarak verilirZirveye varmayana kerahet ibaresi kullanılır'Onların ikisi de meşiyet vasfına dahildir' denilmiştirFakat nisbette her birinin ayrı bir özelliği vardırKerahet ve muhabbet lâfızları, lûgat ve lâfızlardan anlayış bekleyenlerde mücmel bir mânâ vehmettirirAllah'ın yarattığı ve icadı olan kulları da şu kısımlara ayrılır:

1Ezelî meşiyeti hikmetinin zirvesine varmak için değil, istiabı için kullanması sebkat eden kimselerdirBöyle yapmak, onların hakkında davetçilerin ve teşvikçilerin onlara musallat kılınması sûretiyle zorakidir.

2Bazı kulların, bazı işlerde hikmetin zirvesine çıkacakları ezelde sebkat etmiştirBu bakımdan iki grubun da meşiyete özel bir nisbeti vardırHikmetin tamamlanmasında kullananlara rıza ibaresi emaneten kullanılmıştırDiğer gruba da gazab ibaresi kullanılmıştır.

Bu bakımdan ezelde gazaba maruz kalacağı yazılmış bir kimseyi hikmetin zirvesine varmaktan meneden bir fiil belirirBuna küfran ibaresi verilirKüfranın akabinde azabın fazlalığı için kınama ve lanet cezasına çarptırılırEzelde rızaya mazhar olan bir kimseye hikmetin zirvesine varacak bir fiil verilirBuna da şükür ibaresi verilirArkasından ikbalin artışına sebep olması için övgü ve senâ gelir.

Sonuç olarak Allahü teâlâ güzelliği vermiş, sonra övmüş, azab vermiş, sonra çirkin saymış ve helâk etmiştirOnun misali şu misâl gibidir: Padişah, kirlenmiş kölesini kirlerden temizler, sonra en güzel elbiselerinden ona giydirirOnun ziyneti tamam olduğu zaman ona 'Ey güzel! Sen ne kadar da güzelsin! Elbisen, yüzün ne kadar da temizdir!' derOysa hakikatte güzelleştiren padişahın kendisidirGüzellikten dolayı öven de her durumda odur, övülen de odurSanki o, mânâ bakımından, kendisinden başkasını övmemiştirKul ise, ancak zâhir ve şekil bakımından övmenin hedefidirİşte emirler, ezelde böyledirSebepler ve müsebbibler böylece zincirleme gelirlerErbabın Rabbi, sebeplerin müsebbibinin takdiriyle bu nizam böyle meydana gelmiştir.

Böyle olması, tesadüf ve araştırmaktan değildirAksine irade, hikmet ve hak olan hükümden, kesin olan emirden sâdır olmuşturBuna kaza lâfzı verilir 'Bu, çakan bir şimşek gibi veya ondan daha hızlıdır!' denilmiştir! Bu bakımdan o kesin kazanın hükmü ve daha önce takdir edilenden ötürü mukadderatın denizleri taşmıştırBöylece takdir edilenlerin yerine gelmesine kader denilmiştirÖyle ise kaza lâfzı, küllî ve bir olan emrin karşılığı, kader lâfzı ise nihayetsizliğe doğru uzanan tafsilâtın karşılığıdır.

'Hiçbir şey kaza ve kader den hariç değildir' denilmiştirBu bakımdan bazı kulların kalbine şu soru geldi: Taksim neden bu tafsilâtı iktiza etti? Bu farklılığa rağmen adalet nasıl mümkün oldu?'

Kulların bazısı kusurlu oluşundan dolayı, bu işin hakikatini düşünmeye güç yetiremezOnun derleyicilerini ihâta etmeye takat getiremezBu bakımdan derinliğine dalmaya güç yetinemeyeceği şeylerden yasaklık gemi ile gemlendiler ve onlara 'Susunuz! Siz bunun için yaratılmadınız!' denilmiştir. (Nitekim Allahü teâlâ da şöyle demiştir) : 'Allah yaptığından sorumlu değildirOysa mahluklar sorumludurlar'.

Bazıları da Allah'ın yerde ve göklerdeki nûrundan lambalarını doldurduOnların yağları daha önce saf idiNeredeyse ise ateş dokunmadan parlayacaktıBir de ateş dokundu, nûr üzerinde nûr olduMelekûtun etrafı rabbinin nûruyla onların önünde pırıl pırıl parladıOnlar hallerini olduğu gibi idrâk ettilerBu bakımdan onlara denildi ki: 'Allah'ın edebiyle edeblenin, sükût edinKader zikredildiği zaman ona dalmaktan çekinin'52

Çünkü duvarların (bile) kulakları vardırSizin etrafınızda gözleri zayıf olanlar vardırÖyleyse siz en zayıfınızın yürüyüşüyle yürüyünüzYarasaların gözleri için güneşin perdelerini kaldırmayınKaldırmayın ki onların helâk olmasına sebep olmayınO halde Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanınYüceliğinizin zirvesinden yeryüzüne, en yakın göğe inin ki zayıflar sizinle yakınlık kursunlarYarasaların gecenin kanadı altında, yıldızların ve güneşin nûrundan kalan kalıntılardan istifade ettikleri gibi, perdelerinizin arkasından parlayan nûrlarınızın kalıntılarından zayıflar istifade etsinler de bu sayede şahıs ve durumları bakımından tahamül edebilecekleri bir hayat ile yaşasınlar Şairin tavsif ettiği kimselerden olun:

İyiler meclisinde iyi şarap içtik, zira iyilerin şarabı güzel olur! İçtik! Fazlasını yere döktük, zira büyüklerin kadehinden yerine de nasibi vardır.

Bu işin ilki ve sonu böyledirBunu ancak ehli olursan anlarsınEhli olduğun zaman, gözünü açar, (yolu) görürsünSeni götürecek bir rehbere muhtaç olmazsınİki gözden kör olan çekilip götürülebilir fakat onun da bir sınırı vardırBu bakımdan yol daraldığı, kılıçtan keskin, kıldan ince olduğu zaman, üzerinden ancak kanadı olan kuşlar geçebilirFakat âmâyı sırtında götürmeye muktedir değildirKendisinin dermanı olup suyun durgun aktığı, karşıya geçmenin yüzmekle mümkün olduğu zamanda yüzmesini bilen karşıya geçebilir, fakat genişlikle başkasını beraberinde götüremezBunlar, su üzerinde yürüyenle yer üzerinde yürüyenin birbirine nisbeti gibidir Suda yüzmek öğrenilebilir ama suda yürümek öğrenmekle elde edilemezAncak yakîn kuvvetiyle elde edilirBunun için Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) "Îsa (aleyhisselâm) için 'Su üzerinde yürüyordu' deniliyor! (Ne dersiniz?) " denildiğinde şöyle buyurmuştur: .

Eğer daha kuvvetli yakîne ulaşsaydı havada yürürdüİşte bunlar küfran, şükür, gazab, rıza, muhabbet ve kerahet mânâlarına işaretler ve remizlerdirMuamele ilmine bunlardan daha fazlası uygun düşmez!

Allahü teâlâ, insanların anlayışlarına yaklaştırmak için darb-ı meseller de vermiştirAllah cinleri ve insanları kendisine ibâdet etsinler diye yarattığını bildirmiştirBu bakımdan cinlerin ve insanların ibâdetleri, onlar için hikmetin sonudur. Sonra iki kulu olduğunu, onlardan birini sevdiğini, onun isminin Cebrâîl, Ruh-ul Kudüs ve Emin olduğunu, nezdinde mahbub, itaat edilir, emin ve metin olduğunu bildirmiştirDiğer kulundan nefret ettiğini, onun isminin İblis olduğunu, lanete uğrayıp kıyâmete kadar mühlet verildiğini bildirmiştir. Sonra Allah irşad vazifesini Cebrâîl'e havale ederek şöyle buyurmuştur:

Onlara şöyle de: Îman edenlere sebat vermek, müslümanlara yol gösterici ve bir müjde olmak üzere onu Rûh'ul-Kudüs rabbinden hak olarak indirdi'. (Nahl/102)

Emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir ki buluşma gününe karşı (insanları) uyarsın. (Mü'min/15)

İğvayı (saptırmayı) İblis'e havale ederek şöyle buyurmuştur: O'nun yolundan saptırmak için. . . (Zümer/8)

İğva (sapıtmak) , kulları hikmetin zirvesinden alıkoymaktırAllahü teâlâ'nın bu vazifeyi, kendisine öfkelendiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! İrşad ise onları gayeye doğru sevketmesidir.

İrşad vazifesini sevdiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! Hayatta bunun misali vardır: Padişah, hem kendisine sâkîlik hem de hacamat yapan ve evin önünü temizleyen birine muhtaç olduğu ve iki kölesi bulunduğu zaman muhakkak bu hacamat ve süpürgecilik vazifesine onlardan sevmediğini tayin ederGüzel şarabın sâkiliğini nezdinde en sevimli olana verir.

Senin 'Bu benim isimdir, onun işi benim işimden daha aşağı değildir'demen uygun değildir; zira o fiili nefsine izafe ettiğinde hataya düşmüş olursunAksine çirkin işi, çirkin şahsa, güzel işi de güzel şahsa tahsis etmek için senin gönlünü evirip çeviren odurBunu da adaletin tamamlanması için yapmıştır; zira onun adaleti, bazen senin hiç müdahalenin olmadığı birtakım işlerle tamam olurBazen de seninle tamam olur; zira sen de onun fiillerindensin.

Bu bakımdan senin çağırıcı kuvvet ve kudretin, ilmin ve amelin ve hareketlerinin diğer sebepleri tabirde O'nun fiilidirÖyle ki onu adaletle tertiplemiştir ve o fiilden adaletli fiiller sudur ederAncak sen, nefsinden başkasını görmezsinŞehâdet aleminde senin üzerinde beliren fiilin gayb ve melekût âleminden herhangi bir sebebinin olmadığını zannedersin ve bu zannından dolayı bu fiili kendi nefsine izafe edersin! Oysa sen ancak geceleyin hokkabazın oyununa bakan çocuk gibisinÖyle hokkabaz ki perde arkasından birçok sûretler çıkarırO sûretle oynar, zıplar, kalkar, otururOysa o sûretler, kıpırdamayan paçavralardan tertip edilmiştirO sûretleri ancak ince ve kıldan mamul ipler harekete geçirirO ipler gecenin karanlığından ötürü gözükmezlerOnların uçları hokkabazın elindedirO ise çocukların gözünden perdelidirÇocuklar sevinirler, hayrete düşerlerÇünkü oynayanın, oturup kalkanın o paçavralar olduğunu zannederler.

Akıllılar onların hareket etmediğini, hareket ettirildiğini bilirlerFakat akıllılar da çoğu zaman onun ayrıntılarını bilmezlerOnun bazı ayrıntılarını bilen de işi yapan ve ipin ucu elinde bulunan hokkabaz gibi bilmez!

İşte böylece dünyanın çocukları âlimlere nisbeten diğer insanlar çocuktur bu görüntülere bakarlar, hareket edenin o görüntüler olduğunu zannederlerDolayısıyla eşyayı onlara havale ederlerÂlimler ise onların hareket ettirildiklerini bilirlerAncak hareket ettirmenin keyfiyetini bilmezlerBu tip âlimler ekseriyeti teşkil ederlerAncak ârifler ve ilimde râsih olan âlimler müstesnadırlarÇünkü onlar, gözlerinin keskinliğiyle örümcek ağına benzer incecik ipleri idrâk etmişlerdirHatta örümcek ağından çok daha ince olan göklerden sarkıtılmış ve uçları yeryüzündeki şahıslara bağlanmış ipleri görürlerÖyle ki inceliklerinden dolayı zâhirî gözlerle o ipler idrâk olunmazlar.

Sonra ârifler o iplerin uçlarını, bağlı bulundukları yerleri görürler ve o iplerin bağlı olduğu yerlerin gökleri harekete geçiren meleklerin elinde olduğunu müşahede ederlerAriflerin göklerin meleklerinin de arşı yüklenen meleklere bağlı olduklarını, Allah'tan inen emri nasıl beklediklerini müşahede ettiler, Allah'ın emrine muhalefet etmemek için nasıl dikkatli davrandıkların gördülerKur'ân'da bu müşahedeler tabir edilerek şöyle denilmiştir:

Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız da var. (Zâriyat/22)

Gök meleklerinin kendilerine kader'den inecek emri bekleyişleri tabir edilerek şöyle denildi:

Allah'tır ki yedi (kat) göğü ve arzdan da onlar kadarını yarattı. Allah'ın emri bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve herşeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz . (Talâk/12)

Bunlar birtakım ilâhî emirlerdirAllah'tan ve (Allah'ın tâlimiyle) ilimde rusuh sahibi olanlardan başkası onların tev'ilini bilmez.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) 'Allah'ın emri bunlar arasında inip duruyor' (Talâk/12) ayetini okuduğunda 'Eğer ben bu âyet-i celîle'nin mânâsından bildiğimi söylesem muhakkak beni taşa tutarsınız' demek sûretiyle, ilimde râsih olanların ihtisaslarını halk tabakası tarafından güç yetirilemeyecek ilimlerle tabir etmiştir.

İbn-i Abbâs'ın yukarıda geçen sözü başka bir rivâyette 'muhakkak İbn-i Abbâs kâfir oldu derdiniz' şeklinde vârid olmuştur.

O halde biz bu kadarıyla iktifa edelim; zira konuşmanın dizgini ihtiyarın kabzasından çıkmış, muamele ilmine aynı ilimden olmayan hususlar karışmıştırBu bakımdan biz şükrün maksatlarına dönelimŞükrün hakikati, Allah'ın hikmetinin tamamlanmasında kulun kullanmasına dönüştüğü zaman, kulların en fazla şükredeni Allah nezdinde en sevimlisi ve Allah'a en yakın olanıdırAllah'a en yakın olanlar meleklerdirMeleklerin de derecesi vardırBelli bir makamı olmayan hiç bir melek yoktur.

Yakınlık rütbesinde meleklerin en yücesi, ismi İsrafil53 olan melektirMeleklerin derecesinin yüceliği şu noktadan gelir: Onlar haddi zatında keremli ve hayırlıdırlarAllah, onlar vasıtasıyla peygamberlerini ıslah etmiştirOysa peygamberler yeryüzünde en şerefli mahlukturlar.

Meleklerin derecesini peygamberlerin derecesi takip eder54 Çünkü peygamberler haddizatında hayırlı insanlardırAllah diğer insanları onların vasıtasıyla hidayete getirmiştirOnlarla Allah'ın hikmeti tamam olmuşturRütbe bakımından peygamberlerin en yücesi bizim peygamberimizdirZira Allah onunla dini ikmal ederek peygamberlik zincirini kapatmıştırPeygamberleri, varisleri olan âlimler takip etmektedirÇünkü âlimler de haddi zatında salihtirler; zira Allah onlarla diğer insanları ıslah etmiştirÂlimlerin derecesi, nefislerin takvası ve başkasına yararlı olması nisbetindedir. Sonra âlimleri adaletli sultanlar takip ederÇünkü âlimler halkın dinini ıslah ettikleri gibi, sultanlar da milletin dünyasını ıslah etmişlerdirPeygamberimiz Hazret-i Muhammed'e din, mülk ve saltanat bir arada verildiği için o diğer peygamberlerden üstündürÇünkü Allah onunla insanların hem din, hem dünyalarını ıslah etmiştirKılıç55 ve mülk diğer peygamberlere verilmemiştir.

Sonra âlimler ve sultanların derecesini, din ve nefislerini ıslah eden, salih kulların derecesi takip ederBu sayılan sınıfların dışında kalanlar ise, basit insanlardırBil ki din sultanla ayakta dururBu bakımdan zâlim ve fâsık da olsa sultanın tahkir edilmesi uygun değildirAmr demiştir ki: 'Zâlim bir İmâm (sultan) , devam eden bir fitneden daha hayırlıdır'.

Gelecekte sizin başınıza birtakım emirler geçecektirOnlardan sâdır olanın bir kısmı hoşunuza gider, bir kısmı hoşunuza gitmezOnlar ifsad ederlerFakat onlar vasıtasıyla Allah'ın ıslah edeceği daha fazladırEğer onlar iyilik yaparlarsa, onlar için ecir vardırSize de teşekkür etmek düşerEğer kötülük yaparlarsa, onlar mesuldürSize de sabır düşer56

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Sultanın imametini (önderliğini) inkâr eden bir kimse zındıktırSultanın çağrısına icabet etmeyen kimse bid'atçıdırKim davetsiz olarak sultana gelirse o cahildir'.

Sehl'e şöyle soruldu:

- İnsanların hangisi daha hayırlıdır?

- Sultan daha hayırlıdır!

- Biz sultanları insanların en şerlisi olarak görüyoruz.

- Acele etme! (Hemen hüküm verme!) muhakkak ki Allah

Teâlâ iki şeye bakar: Onlardan biri müslümanların mallarının selâmetine bakmasıdırAllah bu vazifeleri yapanın sahifesinebakarBütün günahını bağışlar.

Yine Sehl şöyle demiştir: 'Sultanların kapılarına asılı bulunan siyah ağaçlar, kıssalar nakleden yetmiş kıssacıdan daha hayırlıdır?'

51) 'muhtekir (karaborsacı/istifçi) mel'undur!' Hâkim, (İbn Ömer'den) Bkz. İthaf us-Saade, IX/67"

52) Taberânî, Ebû Nuaym ve İbn Bekri, (İbn Mescid ve İbn Ömer'den)

53) Bkz. İthaf 'us-Saade, IX/77

54) Her halukârda peygamberlerin mertebesi fazilet bakımından meleklerin mertebesini takip etmez. Çünkü Akaid'de 'Peygamberler meleklerden daha üstündürler' kaidesi vardır. Buradaki tâbiiyet başka yönden olsa gerek. Dikkat edilirse metine 'Onların rütbesi peygamberlerin rütbesinden sonra gelir' mânâsını vermek de ihtimal dahilindedir.

55) 'Kıyâmetin öncüsü olarak kılıçla gönderildim ki kendisine şirk koşulmaksızın Allah'a ibadet edilsin. Rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı. Emrime muhalefet edene zillet ve meskenet kılındı'. (İmâm-ı Ahmed) Hâkim, Ebû Ya'la, Taberânî ve Beyhâkî, (İbn Ömer'den)

56) Müslim, (Ümmü Seleme'den) , Tirmizî


SABIR ve ŞÜKÜR konusu devamı;