İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | SABIR ve ŞÜKÜR

 Giriş


32-8

Nimet ve Kısımları

Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup ve müessir, nimet diye adlandırılırFakat hakikatte nimet, uhrevî saadettirOnun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır veya mecazdırÂhirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi. . .

Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadırBazen nimet ismini birşeye vermek doğru olurFakat onu âhiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudurBu bakımdan insanı âhiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudurÇünkü bu sebep, hakîki nimete götürürYardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.

Birinci Kısım

Herşey bize nisbetle şu kısımlara ayrılırHem dünyada, hem âhirette faydalı olan ilim ve güzel ahlâk, yine her iki yerde de zararlı olan cehalet ve kötü ahlâk, sadece dünyada faydası olup âhirette zararı olan şehvet peşinde koşup lezzet almak ve dünyada zarar, fakat âhirette fayda verecek olan şehvetleri dizginlemek gibi. . .

Bu bakımdan ilim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidirİkisine de zarar veren, kesinlikle belâdırBu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdırHal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar) .

Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayarDurumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir belâ olduğunu anlarHal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladırBunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadırCahil çocuğa bu ilacı içmesi teklif edildiği zaman, bunu belâ zannederAkıllı bir kimse ise, onu nimet sayarKendisine o ilâcı tavsiye edene minnet duyarOnu kendisine yaklaştırır, ona sebepleri hazırlarBu nedenle anne çocuğunu hacamattan menederFakat baba çocuğun (sıhhati için) hacamat olmaya davet eder; zira baba, aklı kâmil olduğu için neticeyi görürAnne de çocuğu fazla sevdiğinden ve eksik akıllı olduğundan ötürü sadece hal-i hazırı düşünürÇocuk da, cahil olduğundan dolayı, babasına karşı değil, annesine karşı minnet duyarAnnesine daha fazla yakınlık gösterirBabasını kendisine düşman telâkki ederEğer çocuğun aklı olsaydı, muhakkak annenin dost sûretinde gözüken gizli bir düşman olduğunu bilirdiÇünkü annenin onu hacamat olmaktan menetmesi, onu hacamat olmaktan daha şiddetli elem ve hastalıklara sürüklerCahil dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır. Her insan nefsinin dostudur ve fakat cahil dostu. . . . Bu nedenle düşmanın yapmadığını kendisi kendi başına getirir.

İkinci Kısım

Dünyevî sebepler değişiktirBazen hayırlıları şerlilerine karışırHayırlıları çok az zaman saf kalırMal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi. . . Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılırGeniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılırBunlar şahıslara göre değişen şeylerdirÇok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görürOnu Allah yolunda sarfeder, hayırlarda kullanırO mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettirÇok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep ederBu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında belâ olur.

Üçüncü Kısım

Başka bir itibarla, hayırlar; sadece zatı için tesir eden, sadece başkası için tesir eden, hem zatı hem de başkası için tesir eden kısımlara bölünürZatı için tesir eden, başkası için tesir etmeyen birinci kısım, Allah'ın cemâline bakmanın zevki, onunla ona kavuşmanın saadeti gibidirKısaca sonu olmayan uhrevî saadet de böyledirÇünkü bu saadet, kendisinden başka bir gayeye alet olsun diye aranmaz, Aksine zatı için aranır.

İkincisi, başkası için aranandırOnun zatında bir gaye yokturDirhem ve dinarlar (paralar) gibi; zira paralarla ihtiyaç yerine getirilmezse, para ile taşlar aynı seviyede olurlarFakat paralar lezzetlerin vesilesi ve görünüşte lezzetlere kavuşturucu olduklarından dolayı cahiller nezdinde sevimli görünürler ki cahiller onları derleyip istifade etsinlerFaizli bir şekilde onlarda muamele ve tasarruf etsinlerCahiller zannederler ki onlar bizzat maksuddurlarBu kimselerin misali, bir şahsı seven, sevdiği şahıstan ötürü kendisiyle o şahsın arasında arabulucu olan elçiyi de sever. Sonra elçinin sevgisi ona, o çalısın sevgisini unuttururBöylece asıldan yüz çevirirDurmadan elçiyi karşılamak, gözetmek, halini sormakla meşgul olurBu ise, cehalet ve dalâletin son derekesidir.

Üçüncüsü, sıhhat ve selamet gibi, hem zatı ve hem de başka şeyler için istenendir; zira sıhhat, onun vasıtasıyla Allah'ın huzuruna götüren zikir ve tefekkür için veya onun vasıstasıyla dünya lezzetlerine kavuşmak için istenirSıhhat kendi zatı için de istenir; zira insan, her ne kadar selâmeti kendisi için istenen şeyden müstağni ise de yine de kişinin selâmeti, selâmet olmak hasebiyle arzu edilirMadem durum budur, o halde sadece zatı için etkili olan, hakîkat açısından hayır ve nimettirHem zatı, hem de başkası için etkili olan da nimettirFakat birincisinden daha eksiktirAncak altın ve gümüş gibi başkası için olanlar, haddi zatında cevher oldukları için nimet olarak vasıflandırılmazlarAksine vesile olduklarından ötürü nimet sayılırlarBu bakımdan onların ikisi, ancak onlar vasıtasıyla ulaşılması mümkün olan bir şeyi isteyen bir şahıs hakkında nimettirlerEğer o şahsın maksadı ilim ve ibâdet ise, beraberinde de yeterli azığı varsa, o kimsenin yanında altın ile toprak eşittirBu bakımdan onların varlığı ve yokluğu onun yanında aynı seviyededirHatta çoğu zaman onların varlığı onu düşünce ve ibâdetten alıkoyarBu bakımdan onlar böyle bir kimse hakkında nimet değil büyük bir cezadır.

Dördüncü Kısım

Başka bir itibarla hayırlar, faydalı, lezzetli ve güzel kısımlara taksim olunurlarRahatlığı hemen anlaşılana lezzetli denirGelecekte fayda verene faydalı denirGüzel ise her durumda benimsenendirŞerler de zararlı, çirkin ve elem verici kısımlara taksim olunurlarBu kısımların herbiri de mutlak ve mukayyed olmak üzere iki türdürKendisinde üç vasfın bir araya geldiği türe mutlak şer denirHayırdan misali, ilim ve hikmet gibidir.

Çünkü o, ilim ve hikmet erbabı yanında, faydalı, güzel ve lezzetlidirŞerdeki misali ise cehalettir; zira cehalet, zarar verici, çirkin ve elem vericidirCahil bir kimse, cahilliğini bildiği zaman, cehaletin elemini duyarCehaletinin acısını duyunca başkasını âlim görür, nefsini cahil ve dolayısıyla eksikliğin elemini hissederİlmin lezzeti içinde kabarır. Sonra hased, kibir ve bedenî şehvetler bazen kendisini öğrenmekten alıkoyarlarDolayısıyla iki zıt çarpışırlarElemi daha da büyürEğer öğrenmeyi terkederse, cehalet ve eksikliğinden dolayı müteellim olurEğer öğrenmekle meşgul olursa, şehvetleri terketmekle müteellim olur veya kibri terketmek ve öğrenmenin zilletine katlanmakla müteessir olurBöyle bir insan durmadan daimî bir azap içerisinde kıvranır.

İkinci türü mukayyed olandırMukayyed odur ki bu sıfatların bir kısmını derlemiş, bir kısmını derlememiştirBu bakımdan bir çok fayda verici vardır ki acıtırKangren olmuş parmağın ve hastalıktan ötürü dışarı çıkan şeylerin kesilmesi gibi. . .

Birçok fayda verici vardır ki çirkindir, ahmaklık gibi; zira ahmaklık, bazı hallere nisbeten faydalıdır Nitekim şöyle denilmiştir: Aklı olmayan rahata kavuşmuştur; zira akılsız kişi neticeye önem vermezHelâk olmasının vakti gelinceye kadar rahat eder!

Nice şey vardır ki bir yönden faydalı, başka bir yönden de zarar vericidirBoğulmak korkusu sözkonusu olduğu anda, malı denize atmak gibi. . . Çünkü bu, mal için zararlıdırKurtulması hususunda nefis için faydalıdır.

Faydalı da iki kısımdırBir kısmı zarurîdir: Îman ve güzel ahlâk gibi. . . Âhiret saadetine ulaştırmak hususunda bunların ikisi zarurîdirBunlardan ilim ile ameli kastediyorum; zira ilim ile amelin yerine başkası kâim olamazİkinci kısım zarurî olmayan kısımdırSafrayı teskin etmek hususunda sekencebin ilâcı kullanmak gibi; zira safranın teskin edilmesi, bazen sekencebinin yerine kullanılan başka bir ilaçla da mümkündür.

Beşinci Kısım

Her lezzetin ifade edildiği nimetLezzetler insana nisbeten, insanın özelliği olmak veya insanla başkası arasında ortak bulunmak hasebiyle üç çeşittir: a) Aklî, b) Bir kısım hayvanlarla müşterek olan c) Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî lezzetler.

Aklî lezzet, ilim ve hikmet lezzeti gibidir; zira ilim ve hikmet ne kulak, ne göz, ne burun, ne tatma organına, ne mide, ne de tenasül uzvuna göre lezzettirAncak kalp onu lezzet telâkki ederÇünkü kalp, akıl diye tabir ve ifade edilen özel bir sıfata sahiptirBu, varlık bakımından, lezzetlerin en azı ise de hakikatte en şereflisidir.

Azlığına gelince, çünkü ilmi ancak âlim zevkli sayar, hikmeti ancak hakîm zevkli bulurİlim ve hikmetin ehli de pek azdırHer ne kadar onların ismiyle isimlenen, onların kılık kıyafetine giren pek çoksa da. . . O sıfatın şerefliliğine gelince, o sıfat ebediyyen zail olmayan, ne dünyada, ne âhirette ayrılmayan ve hiç usandırmayan bir sıfattırİnsan yemek yer doyar ve usanırCinsî münasebetin şehveti bittikten sonra insana ağır gelirİlim ve hikmetin ise, usandırması ve ağır gelmesi asla tasavvur edilemezKim ebediyyen kalacak olan şerefliyi elde etmeye gücü yettiği halde, en yakın zamanda fâni olan çirkine razı olursa, o kimse akıl hastasıdırHakikate sırt çevirdiği ve şekaveti için mahrumdurBu sıfatın hakkında en az şöyle bir hüküm vardır:

İlim ve akıl, yardımcı ve koruyuculara muhtaç değildirMal ise bunun tam aksinedir; zira ilim seni korurOysa malı sen korursunİlim infak edilince artarMal ise infakla eksilirMal çalınır, hükümdarlık insanın elinden alınırİlme ise hırsızların eli uzanmazSultanların güçleri ilmi sahibinden azletmeye yetmezBu bakımdan ilim sahibi, ebediyyen emniyet içindedirMal ve mertebe sahibi, daima korku içindedir. Sonra ilim, devamlı ve her durumda faydalı, lezzetli ve güzeldirMal ise bazen insanı helâk olmaya, bazen de kurtuluşa çeker! Bunun için Allahü teâlâ Kur'ân'ın birçok yerde mala hayr adını vermişse de çok yerde de malı zemmetmiştir.

Halkın çoğunun ilmin zevkini idrâk etmekten yoksun oluşuna gelince, bu ya zevksizliktendir.

Çünkü tatmayan bilmez ve müştakda olmaz;zira müştak olmak tatmaya tâbidir veya mizaclarının bozukluğundan ve şehvetlere tâbi olmaktan dolayı kalplerinin hastalığındandır. .

Tıpkı balın tadını idrâk etmeyen ve acı gören hasta gibi veyahut da zekalarında bir kusur var da ondan ilmin lezzetini idrâk etmezler; zira onlarda ilmin zevkini hissedecek sıfat daha yaratılmamıştırTıpkı balın ve semiz kuş etlerinin lezzetini idrak etmeyen, sütten başka hiçbir şeyi lezzetli görmeyen emzikteki çocuk gibi. . . Bu durum, bu şeylerin lezzetli olmadığına delâlet etmezÇocuğun sütü benimsemesi de sütün herşeyden daha lezzetli olduğuna delâlet etmezBu bakımdan ilim ve hikmetin lezzetini idrâk etmekten kusurlu olanlar üç sınıftır:

a) Çocuk gibi bâtını dirilmeyen kimse.

b) Şehvetlere tabi olmaktan dolayı hayattan sonra ölen kimse.

c) Şehvete tabi olduğu için hastalanan kimse.

Onların kalplerinde hastalık vardır. (Bakara/10)

Bu âyet akılların hastalığına işarettir.

(Bu Kur'ân Muhammed'e verildi) ki diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) sözü hak olsun! (Yâsin/70)

Bu âyet içi (kalbi) bir hayatla dirilmeyen kimseye işarettir.

Bedenen diri, kalben ölü olan kimse Allah'ın nezdinde ölüler dendirHer ne kadar cahiller katında dirilerden ise de. . . Bunun için şehidler rablerinin katında diridirler, sevindikleri halde rızıklanırlar her ne kadar bedenleriyle ölü iseler de. . .

İkincisi, bir lezzettir ki insan o lezzet hususunda birtakım hayvanlarla ortaktır: Baş olmak, galebe çalmak, istilâ etmek lezzeti gibi. . . Bu aslan, kaplan ve bazı hayvanlarda da mevcuttur.

Üçüncü, öyle bir lezzettir ki insan orada bütün hayvanlarla ortaktır, mide ve tenesül uzvunun şehveti gibi. . . Bu şehvet, varlık bakımından şehvetlerin en fazlasıdırOysa zevklerin en düşüğüdürBunun için bir lezzette insana, bütün hayvanlar, hatta kurtlar ve haşarat bile ortaktırlarBu durumdan kurtulana galebe çalmak musallat olurBu his gâfil olanlara musallat olan şeylerin en şiddetlisidirEğer kişi bu mertebeyi geçerse, üçüncü mertebeye terâkki eder.

Dolayısıyla ilim ve hikmet lezzeti onun için lezzetlerin en büyüğü olurAllah'ın sıfatlarının ve fiillerinin marifetinin zevkini duymak, zevklerin en büyüğüdürBu rütbe, sıddîkların rütbesidirBu rütbenin tamamı ancak baş olmak sevgisinin istilasını kalpten çıkarmakla tamamlanırSıddîkların gönlünden en son çıkan şey, riyaset sevgisidirMidenin ve tenasül uzvunun oburluğunu kırmak, salih kulların da güç yetirdiği bir şeydir.

Baş olmanın şehvetine gelince, onu ancak sıddıklar kırabilir.

O şehveti tamamen söküp bir daha onu hissetmemek ve değişik durumlarda onu sezmemek ise beşerin kudreti dışında görünmektedir.

Evet, Allah marifetinin lezzeti, bazı hallerde öyle galebe çalar ki bu durumda, riyaset ve galebe çalmanın lezzeti hissedilmezfakat bu, ömür boyu devam etmezBazı durumlarda kişiye beşeri sıfatları geri gelirDolayısıyla o da mevcut olurFakat nefis, adaletten ayrılmaya zorlama gücü olmayacak bir şekilde kahredilmiş olurBu anda kalpler dört kısma ayrılır:

1Allah'tan başkasını sevmeyen kalp! Ancak Allah'ın fazla marifetiyle ve Allah hakkındaki düşünce ile rahat bulur.

2- Marifetin lezzetini, Allah ile ünsiyetin mânâsını bilmeyen kalp! Onun lezzeti rütbe sahib ve reis olmaktadırMal ve bedenin diğer şehvetlerini elde etmek asıl zevkidir.

3Genellikle Allah ile ünsiyet eden kalp! Allah'ın marifetinden lezzet duymak ve Allah hakkında düşünmektedirFakat bu kalpte bazı hallerde, beşerî sıfatlara dönüş meydana gelir!

4Bir kalptir ki hallerinin çoğu, beşerî sıfatlardan lezzet duymaktırFakat bazı hallerde ilim ve marifetten zevk almak kapısını çalar.

Birincisine gelince, eğer varlık âleminde mümkün ise, uzaklığın en son mertebesindedir.

İkincisine gelince, dünya onu püskürtmektedirÜçüncü ve dördüncüsüne gelince, onlar da vardır, fakat gayet nadirdir, olması tasavvur edilmezAncak nadir ve şâz olarak bulunurNadir olmasına rağmen azlık ve çoklukta çeşitli durumlar arzederOnun çokluğu ancak peygamberlerin (aleyhisselâm) asırlarına yakın bulunan asırlarda olurZaman uzadıkça, bu kalpler de azalırTa kıyâmet yaklaşıncaya ve kanunlaşmış bir emri Allahü teâlâ yerine getirinceye kadar bu azalma devam eder.

Bu tür kalbin azalması, ancak şu hikmetten ileri gelir: Çünkü bu âhiret mülkünün başlangıcıdırMülk ise kıymetlidirPadişahlar azdır, çoğalmazlarNasıl ki mülk ve güzellikte emsalsiz olan az, onun dışındaki insanlar çok iseler, aynen âhiret için de durum budur; zira dünya âhiretin aynasıdırÇünkü dünya, şehâdet âleminden ibarettirÂhiret ise, gayb âleminden. . . Şehâdet âlemi gayb âlemine tâbidirAynadaki sûretin, aynaya bakanın sûretine tâbi olduğu gibi. . . Aynadaki sûret, her ne kadar varlık rütbesinde ikinci ise de, o sûret senin görmen açısından birincidir; zira sen nefsini görmüyorsunÖnce aynada sûretini görüyorsunOnun vasıtasıyla seninle kâim olan suretin, hikâye etme kabilinden ikinci derecede gelirBu bakımdan mârifet hakkında varlık âlemine tâbi olan, bu sefer metbû olmaya dönüşürÖnde olan sona düşerBu bir nevi tepetaklak olmaktırFakat aksülamel Ve tepetaklak oluş bu âlemin zarurî bir gereğidir! Tıpkı bunun gibi mülk ve şehâdet âlemi de gayb ve melekût âleminin mihenk taşıdırinsanlardan bazılarına ibret bakışı müyesser olurMülk âleminin birşeyine baktığında onunla melekût âlemine geçerBu geçişine idrâk adı verilir.

Ey basiret sahipleri! İbret alınız! (Haşr/2)

Bazıları da basireti körleştiği için ibret almazMülk ve şehâdet âleminde hapsedilmiştir. .

Gelecekte ona cehennemden birçok kapılar açılacaktırBu dünya kalpleri yakan ateş ile doludur' Ancak kişi ile o ateşin elemini idrâk arasında perde vardırÖlümle o perde kaldırıldığı zaman, kişi elemi idrâk ederBundan ötürü Allahü teâlâ, hakîkat ile konuşan bir grubun diliyle hakkı izhar etmiştir ve onlar 'cennet ile cehennem yaratılmıştır' dedilerFakat cehennem bazen, ilm'el-yakîn diye adlandırılan bir idrak ile idrak olunurBazen de ayn'el-yakîn diye adlandırılan başka bir idrâkla. . .

Ayn'el-yakîn ancak âhirette olurİlm'el-yakîn ise bazen dünyada olur, fakat nûr'ul yakîn'den nasiblerini alanlara verilir.

Hayır ilme'l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! mutlaka cehennemi görürdünüz. Sonra ayne'l-yakîn (açıkça) göreceksiniz. (Tekâsür/5-7)

Madem durum budur, anlaşıldı ki âhiret mülküne elverişli olan kalp, dünya mülküne elverişli olan şahıs gibi pek nadir bulunur.

Altıncı Kısım

Bu kısım bütün nimetleri derleyicidirBil ki nimetler gayeye götürdüğü için istenen ve başkası için istenen kısımlara ayrılırGaye ise âhiret saadetidirBunlar kısaca dört başlık altında toplanabilir:

a) Yokluğu olmayan bekâ

b) Üzüntüsü olmayan sevgi

c) Beraberinde cehalet olmayan ilim

d) Arkasında fakirlik olmayan zenginlikHakikî nimet ancak budur.

Bu nedenle Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Hayat ancak âhiret hayatıdır.

Bu sözü şiddet içerisinde bulunduğu bir zamanda, nefse teselli vermek için söylemiştirBu şiddetli durum, Medine'nin etrafına hendek kazıldığı zaman vâki olmuşturBaşka bir defa da sevinç içerisinde iken nefsim dünya sevgisine meyletmekten menetmek için veda haccında halkın etrafında halka tuttuğunu gördüğü zaman söylemiştir.

Zatın biri 'Ey Allahım, ben senden nimetin tamamını talep ediyorum' deyince Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' diye sorduKişi hayır cevabını verdiHazret-i Peygamber şöyle dedi: Nimetin tamamı cennete girmektir.

Vesilelere gelince, onlar dört kısma ayrılırBirincisi, nefsin faziletleri gibi en yakın ve en özel olanlarİkincisi, bedenin faziletleri gibi yakınlıkta birinciyi takib eden kısımdırÜçüncüsü, bedeni ziyaret eden mal, aile ve aşiretten oluşan sebepler gibi bedenin dışına da taşan kısımdırDördüncüsü, nefisten çıkan ve nefis için hâsıl olan bu sebeplerin arasını telif eden tevfîk ve hidayet kısmıdırO halde bunlar dört çeşittirler.

En özel olan birinci nevi nefse ait faziletlerdirEtraflarının dal budak salmasına rağmen bu faziletlerin sonu, îman ve güzel ahlâka dönüşürÎman da Allah'ın, Allah'ın sıfatlarının, meleklerinin ve peygamberlerinin ilminden ibaret olan mükaşefe ilmi ile muamele ilimlerine taksim olunur.

Güzel ahlâk iki kısma ayrılır.

A) Şehvetlerin ve öfkenin isteğini terketmektirBu kısmın ismine iffet denir.

B) Şehvetler hususunda adaleti gözetmektir ki ne tamamen şehvetin isteğinden imtina etsin, ne de dilediği gibi o isteğe dalsın.

Aksine dalışı ve çekilişi, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Peygamber'in dili üzerine indirdiği âdil terazi ile tartılan malı gibidir.

Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayınTartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın. (Rahman/8-9)

Kim erkeklik şehvetini gidermek için kendisini hadım yaparsa veya âfetlerden emin oluduğu ve kudreti bulunduğu halde evlenmeyi veya ibâdetten, zikir ve fikirden zayıf düşecek kadar yemeyi terkederse, o kimse terazide eksiklik yapmıştırKim midesinin ve tenasül uzvunun şehvetine dalarsa, o da ölçüyü kaçırmıştırAdalet , ölçüsünü ifrat ve tefritten uzak tutmaktırBöylece terazinin iki kefesi eşit bir vaziyete gelir.

Öyleyse nefse mahsus ve Allah'a yaklaştırıcı faziletler dört kısımdır:

a) Mükâşefe ilmi

b) Muamele ilmi

c) İffet

d) Adalet

Bu çoğu zaman bedenin faziletinden ibaret olan ikinci bir tür ile tamamlanır.

Bedenin faziletleri de dört kısımdır:

a) Sıhhat

b) Kuvvet

c) Güzellik

d) Uzun ömür

Bu dört şey de bedeni ziyaret eden haricî nimetlerden oluşan üçüncü bir tür ile hazırlanırO haricî nimetler dört kısımdır:

a) Mal

b) Aile efradı

c) Mertebe

d) Aşiretinin ve soyunun şerefi

Kişi bu haricî ve bedenî sebeplerin hiçbiri ile faydalanmazAncak bunlar ile nefsin dahili faziletlerine uygun düşen sebepleri telif eden şeylerden dördüncü birşey vasıtasıyla olursa durum değişir.

Telif eden sebepler de dört çeşittir:

a) Allah'ın hidayeti

b) Allah'ın irşâdî

c) Allah'ın doğrultması

d) Allah'ın teyididir.

Bu bakımdan bu nimetlerin toplamı on altıdır; zira bu nimetleri dörde ve onların herbirini de dörde böldük (dolayısıyla onaltı oldular) .

Bu cümlenin bir kısmı diğer kısmına muhtaçtırBu ihtiyaç ya zarurî bir ihtiyaçtır veya faydalıdırZarurî ihtiyaç âhiret saadetinin îman ve güzel ahlâka muhtaç olduğu gibidir; zira ancak îman ve güzel ahlâkla âhiret saadetine varılabilirÖyle ise, İnsan oğlu dünyada çalıştığının mahsulünden başkasına sahip değildirHiç kimse için âhirette, dünyada edindiği azıktan başkası yokturBöylece ilimleri ve ahlâkların tasfiyesini elde ettiren nefsî faziletler zarurî olarak bedenin sıhhat ve kuvvetine muhtaçtır.

Özet olarak faydalı ihtiyaç, nefsî ve bedenî nimetlerin mal, azizlik ve aile efradı gibi haricî nimetlere ihtiyacı gibidir; zira eğer bu haricî nimetler yok olursa, çoğu zaman fâsıklık dahilî nimetlerin bir kısmına da sirayet eder!

Soru: Âhiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?

Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirlerMala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidirKanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.

Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir57

Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır58

Durum nasıl böyle olmasın?! Malı olmayan bir kimse bütün vakitlerini nafakasını kazanmak, elbise ve mesken hazırlamak ve hayatın zarurî olan yönlerine harcamak mecburiyetinde kalır. Sonra kendisini zikir ve fikirden meşgul eden ve ancak mal silahı ile bertaraf edilen birçok eziyetlere maruz kalır. Sonra haccın, zekâtın, sadakalar ve hayırların faziletinden de mahrum olur.

Hûkemadan birine 'Nimet nedir?' diye sorulunca,

cevap olarak şöyle demiştir: 'Nimet zenginliktirÇünkü fakirin hayatı yoktur''Bize daha fazla izah et' denilince, dedi ki: 'Nimet gençliktirÇünkü ihtiyarın hayatı yoktur!' Sanki bu hakimin söylediği, dünya nimetine işarettirFakat o nimet, âhirete yardımcı olması hasebiyle nimettirBunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim sıhhatli, emin ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıkları ile onun için musahhar kılınmış gibidir.

Ehline ve salih evladına gelince, insanın bunlara neden muhtaç olduğu hiç de gizli değildir; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Din hususunda saliha kadın ne güzel yardımcıdırBu, evlat hakkında da böyledirKul öldüğü zaman ameli kesilirAncak üç şeyden ameli kesilmezOnlardan biri kendisine dua eden salih evlattır.

Biz Nikâh bahsinde, evlat ile ailenin faydalarını zikretmiştikAkrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlarOnlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşırEğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdiO halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdırMademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.

İzzet ve mertebeye gelince, insan bunun sayesinde nefsinden zillet ve zulmü defederHiçbir müslüman bundan müstağni değildir; zira düşmanı olmayan hiçbir müslüman yokturİlmini, amelini, boş vaktini karıştıran ve sermayesi olan kalbini meşgul eden bir zâlimden hiçbir müslüman kurtulamazBu meşguliyetler, ancak izzet ve mertebe ile defedilebilirBunun için şöyle denilmiştir: 'Din ve sultan ikizdirler'Allahü teâlâ da şöyle buyurmuştur:

Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü fesad ve küfür karanlığına bürünürdü. (Bakara/251)

Rütbenin ve mevkînin mânâsı, kalpleri mülk edinmektirNasıl ki zenginliğin mânâsı, paraları mülk edinmekten başka birşey değilse. . . Kim paraları mülk edinirse, kendisinden eziyeti uzaklaştırmak için kalp gözünün sahipleri kendisine müsahhar olurlarNasıl ki İnsan oğlu kendisini yağmurdan koruyan bir dama, kendisini soğuktan muhafaza eden bir cübbeye, koyunla zindan kurdu uzaklaştıran bir köpeğe muhtaç ise, aynen bunun gibi nefsinden de şerri defeden bir yardımcıya muhtaçtır.

Mülkleri ve saltanatları olmayan peygamberler (aleyhisselâm) bu maksat için saltanat sahiplerini gözetip onların katında mevkî talep ederlerdiDin âlimleri de böyledirlerOnların saltanat sahiplerine yaklaşmaları, hazinelerinden istifade etmek ve dünyada kendilerine tâbi olanların çokluğu ile imtiyaz sahibi olmak değildirAksine Allahü teâlâ'nın dinini kemâle erdirmek, bütün düşmanlarına karşı kendisini muzaffer kılmak, izzeti ve mertebesi genişlemiş bir şekilde kalplerde sevgisini yerleştirmek bakımından rasûlüne vermiş olduğu nimetten, eziyet edildiği, hicrete mecbur kalacak derecede sıkıştırıldığı zaman ona verdiği nimetten daha azdır.

Soru: Aşiretin keremi ile aile efradının şerefi nimet midir, değil midir?

Cevap: Evet nimettir.

Bunun için de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İmamlar Kureyştendir59

Âdem (aleyhisselâm) nesebinde insanların en şereflisi idi60 Suyunuz (meniniz) için denk olan kadınlar seçin!61 Hadrae'd-demen denilen kadınlarla evlenmekten sakının.

Bunun üzerine şöyle denildi: 'Hadrae'd-demen hangi kadındır?'

Cevap olarak şöyle buyurmuştur: Kötü bir kökten biten güzel kadın demektir62

Bu bakımdan aşiretin şerefli olması da nimettirBen bundan zâlimlere ve dünya erbabına varan nesebi kasdetmiyorumAksine Hazret-i Peygamber'in nesebine, âlim imamlara, ilim ve amel ile temayüz eden salihlere varan nesebi kastediyorumEğer 'Bedenî faziletin mânâsı nedir? diye sorarsan, derim ki: 'Sıhhate, kuvvete ve uzun ömre İnsan oğlunun muhtaç olduğu gizli değildir; zira ilim ve amel ancak bunlarla elde edilir'.

Saadetlerin en üstünü Allah'a ibâdet etmekle geçen uzun ömürdür.

Ancak bunlardan güzellik önemsenmemiştir: 'Bedenin, hayırları aramaktan meşgul eden hastalıktan uzak olması kâfidir'.

Hayatımla yemin ederim; güzellik zenginliğin birazıdırFakat o da hayırlardandırDünyada ise, onun faydalı olduğu gizli değildir. Ahirette ise, iki yönden menfaati vardır.

Birinci Nevi

Onlardan biri; çirkinlik kötüdürTabiatlar ondan kaçarGüzelin ihtiyaçları yapılmaya daha yakındırKalplerdeki mevkîsi daha geniştirSanki güzellik bu yönden mal ve mertebe gibi, hedefe götüren bir kanattır; zira o da bir nevi kudrettirÇünkü çirkin bir kimsenin yaptırmaya gücünün yetmediği şeyleri güzel yüzlü yaptırabilirDünya ihtiyaçlarını yaptırmaya yardımcı olan herşey âhirete de yardımcı olur.

İkinci Nevi

O vecihlerin ikisincisi şudur ki güzellik çoğu zaman nefsin faziletli olduğuna delâlet eder; zira nefsin nûru tamam olduğu zaman bedene sirayet ederBu bakımdan kendisinden haber verilen merkez ile görülen merkez çoğu zaman birbirlerinden ayrılmazlarBu nedenle feraset sahipleri nefislerin şerefinin bilinmesinde bedenin görünüşüne itimat ederek şöyle demişlerdir: 'Yüz ile göz, bâtının aynasıdırBu nedenle onda öfke, sevinç ve üzüntünün eseri belirir' ve yine bunun için şöyle denilmiştir: 'Güler yüzlülük nefistekinin ünvanıdır'Denildi ki: 'Yeryüzünde hiçbir çirkin yoktur ki onun yüzü azalarının en güzeli olmasın'.

Halife Me'mun bir orduyu teftiş ederken gözüne çirkin yüzlü bir asker iliştiO askeri konuşturdu, onun peltek olduğunu müşahede etti ve onun ismini askerlik defterinden sildirterek şöyle dedi: 'Ruh dışa vurduğu zaman, güzel yüzlülüktürBâtına doğduğunda fesahattir'Bu askerin ise ne zâhiri güzeldir, ne de bâtınıOysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Hayrı güzel yüzlüler yanında arayın!

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de 'Bir yere bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel yüzlü, güzel isimli birini gönderiniz' demiştir: Fakîhler namaz kılanların dereceleri eşit olduğu zaman 'Yüz bakımından en güzeli İmâm olmaya en uygunudur' demişlerdir.

Allahü teâlâ da kullarına güzellikle minnet ederek şöyle buyurmuştur:

Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı. (Bakara/247)

Biz güzellikten, şehveti tahrik eden güzelliği kasdetmiyoruz; zira bu kadınlıktırBiz güzellikten, istikamet üzere etin normalliğini, azaların mütenasip, yüzün tabiatlar kendisine bakmaktan nefret etmeyecek derecede normal olmasını ve bedenin mütenasip olmasını kasdediyoruz.

Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettinOysa Allahü teâlâ mal ve mertebeyi kötülemiştirHazret-i Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ey îman edenler, eşlerinizle evlatlarınızdan bir kısmı size düşmandır, onlardan sakının. (Teğabün/14)

Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihandır) . (Teğabün/15)

Hazret-i Ali soy sopu kötüleme hususunda İnsanlar iyi bildiklerinin evlatlarıdırlarHer kişinin kıymeti iyi bildiği sanatıdır' demiştir.

Yine denildi ki: 'Kişi babası ile değil şahsı ile (takdir edilir) 'Madem şer'an mal ve evlat kötülenmiştirO halde nimet olmasının mânâsı nedir?

Cevap: İlimleri, hususileştirilmiş umumî (genel) hükümlerden ve tevil edilen menkul lâfızlardan alan bir kimse için, eğer bu kimse Allah'ın nuru ile ilimlerin hakikatini idrâk etmeye hidayet olunup sonra nakli, bir defasında tevil, başka zaman da tahsis ederek o ilimlerden kendisine belirene uygun yorumlamazsa böyle bir kimsenin sapıklığı herşeyden daha fazladırİşte bunlar âhiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdirAncak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular sözkonusudurBu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.

Eğer o yılanı, onun zehirinden sakınma yolunu bilen biri yakalarsa, ondan faydalı olan pan zehiri çıkarma yolunu bilen bu kimse için o bir nimettirEğer cahil köylü o yılanı tutarsa, köylü için o yılan belâ ve helâktirMal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidirBu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde ederEğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olurBu nedenle Allahü teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) malı övmüş ve şöyle demiştir:

Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.

Hazret-i Peygamber mertebeyi ve şerefi de övmüştür; zira Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e dinini bütün dinlere galip kılmak ve bütün insanların kalbine sevgisini sokmak bakımından minnet etmiştirZaten mertebeden kastedilen de budurFakat mal ile mertebenin medhi hakkında vârid olan eserler azdırMal ile mertebenin kötülenmesi hakkında vârid olan eserler ise çokturNerede riyakarlık kötülenmişse, bu aynı zamanda mertebenin kötülenmesidir; zira riyakârlıktan maksat, kalpleri celbetmektirMertebenin mânâsı ise, kalpleri mülk edinmektirMertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir.

İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirlerMertebe denizine dalmayı bilmezlerBu bakımdan onları sakındırmak farzdırÇünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehiri ile helâk olurlarOnlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlarEğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı düşünülemezdiOysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'e verilmiştirYine Risalet mertebesine, Hazret-i Süleymân'a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi.

İnsanlar çocuk gibidirlerMal ise yılanlar gibidirPeygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardırBu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verirEvet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilirBu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardırÖyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söylemesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdırÇünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.

Dalgıçın durumu da böyledirÇocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olurEğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdirÜmmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler.

Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim63

Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersinizBen ise kemerinizden sizi yakalarım64

Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktırÇünkü onlar bunun için gönderilmişlerdirOnlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirlerŞüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdirFazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdirEğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdiİnfakın panzehirinden kaçarlardıBu nedenle mallar çirkin gösterildiBundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir. . .

Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarfetmeye gelince, bu kötü bir hareket değildirHer misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardırBu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarfedeceği zaman böyledirNefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur.

Sizin herhangi birinizin dünyadan nasibi, yolcunun azığı gibi olsun!

Bu hadîs-i şerifin mânâsı; sadece 'nefisleriniz için olduğu takdirde böyle olsun' demektirAksi halde, bu hadîsi rivâyet edip onunla amel edenlerin arasında, bir tek yerde yüzbin dirhem edinip aynı yerde o yüzbin dirhemi dağıtan ve onlardan bir habbeyi (para birimidir) dahi istif etmeyenler vardır.

Hazret-i Peygamber, zenginlerin şiddet ve zahmetle cennete gireceklerini söylediği zaman, Abdurrahman bAvf (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'den, bütün servetini Allah yolunda infak etmek hususunda izin istediHazret-i Peygamber de bu hususta Abdurrahman'a izin verdiFakat derhal Cebrâil (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber'e gelip 'Abdurrahman'a emret! Fakire yedirsinÇıplağa giydirsinMisafiri ağırlasın!' dediO halde, dünya nimetleri karışıktırOnların hastalıkları şifalılarına, ümitlileri korkulularına, faydalıları zararlılarına karışmıştırO halde kim basiretine ve marifetinin kemâline güveniyorsa, o dünyanın hastalığından korunarak, bu nimetlere yaklaşabilirİlâçlarını çıkarıyorsa bunları kullanabilirBasiretine ve mârifetinin kemâline güvenmeyen bir kimsenin ise durumu çok tehlikelidirOnun için tehlike yerlerinden kaçması gerektirBöyle kimseler için selâmete, hiçbir şey eşit olamazBütün halk tabakası böyledirAncak Allahü teâlâ tarafından korunmuş ve yoluna hidayet olunmuş kimse bundan müstesnadır.

Soru Hidayet, irşad, teyid ve doğrulamaya dönüşen tevfikî nimetlerin mânâsı nedir?

Cevap: Tevfike herkes muhtaçtırTevfik, Allah'ın kaza ve kaderi ile kulun iradesinin arasını telif ve telfik etmekten ibarettirBu, hayır ve şerre, saadet ve şekavete şamildirFakat âdet, Allahü teâlâ'dan gelen tevfîki, kaza ve kaderinin saadete uygun olan kısmına tahsis etmek hususuna cari olmuşturNitekim ilhad, meyletmekten ibarettirFakat haktan bâtıla meyleden bir kimseye tahsis edilmiştir. . . . İrtidad da böyledirTevfîke ihtiyacın olduğu gizli değildir ve bunun için şair şöyle demiştir: 'Kula Allah'tan yardım olmadığı zaman onun Allah'a karşı işlediği suçların çoğu ictihadının hatasındandır'.

Hidayete gelince, hiç kimse hidayetsiz saadeti talep edemezÇünkü insanın çağırıcısı, bazen âhiretinin salâhına elverişli olana meylederFakat âhiretinin salâhının nerede olduğunu bilip fesadı salâh zannetmekten kurtulmadığı takdirde, sadece irade ona nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan irade, kudret ve sebeplerde, ancak hidayetten sonra fayda vardır.

(Musa) 'Rabbimiz herşeye sûret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir!' dedi. (Tâhâ/50)

Eğer size Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdiFakat Allah dilediğini temizlerAllah işitendir, bilendir. (Nûr/21)

Allah'ın rahmeti olmadan hiç kimse cennete giremez.

'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi bu hükme dahilsin?' diye sorulunca,

cevap olarak şöyle dedi: 'Ben de ancak Allah'ın rahmetiyle girebilirim'.

Hidayetin üç mertebesi vardır:

Birincisi 'Bir de ona iki yol gösterdik!' (Beled/10) ayetiyle işaret edilen hayır ve şerrin yolunu bilmektir.

Allahü teâlâ hidayeti bütün kullarına nimet olarak vermiştirBazısına akıllar vermiş, bazısına da peygamberlerin diliyle şöyle buyurmuştur:

Semûd, kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidayete tercih ettiler. (Fussilet/17)

Bu bakımdan hidayetin sebepleri, sadece semavî kitablar, peygamberler ve akılların basiretleridirBunlar da insanlara verilmiştirBunlardan ancak hased, kibir, dünya sevgisi, kalpleri körelten fakat gözleri köreltmeyen sebepler insanı menederlerBu sebeplerin zâhirî gözleri değil de sadece kalp gözlerini kör ettiğini bildirmek için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Zira gözler kör olmazFakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)

Ülfiyet, âdet ve onları taşımanın sevgisi, kalp gözlerini kör eden sebeplerdendirŞu âyet ile buna işaret edilmiştir:

Biz atalarımızı bir din üzerinde buldukBiz de onların izlerinden gidiyoruz (Zuhruf/22)

Kabir ve hasede de şu âyet ile işaret etmiştir:

'Bu Kur'ân iki kentten bir büyük adama indirilmeli değil miydi?' dediler, (Zuhruf/31)

Şöyle dediler: İçimizden bir insana mı tâbi olacağız?' (Kamer/24)

İşte bu kör eden sebeplerdir ki insanı hidayete gelmekten ve hidayetten alıkoyarlar.

İkincisi umumî hidayetin ötesinde bir mertebedirO mertebe, Allahü teâlâ'nın zaman zaman, kuluna ihsan ettiği hallerdirBu haller mücahedenin meyvesidirNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bize itaat uğrunda mücahede edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz. (Ankebût/69)

Hidayet bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve kendilerine takvâlarını vermiştir. (Muhammed/17)

Üçüncü hidayet, ikinci hidayetin ötesindedirO da mücahedenin kemâlinden sonra velîlik ve peygamberlik âleminde doğan nûrdurKişi o hidayetten öyle bir şeye hidayet olunur ki teklifin medarı olan ve ilim öğrenmenin imkânını sağlayan akılla ona ulaşılmazO mutlak hidayettirOnun dışında kalanlar, onun mukaddimeleridirBu üçüncü kısım hidayeti, Allahü teâlâ kendi nefsine izafe ve tahsis etmek sûretiyle şereflendirmiştirHer ne kadar hidayetin tümü Allah tarafından geliyorsa da. . .

Onlara de ki: 'Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur'. (Bakara/120) Hayat diye adlandırılan hidayet, şu ayette bildirilen hidayettir:

Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? (En'âm/122)

Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi? (Zümer/22)

Doğru yolu bulma yeteneğine gelince, biz bununla İnsan oğlunun hedeflerine yöneldiği anda imdadına yetişen, kendisine faydalı olan şeylere yönelten, kendisine elverişli olmayan şeylerden uzaklaştıran ilâhî inayeti kastediyoruzBu da bâtından olur.

Andolsun biz daha önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma yeteneği vermiştik ve biz onun (olgun bir insan) olduğunu biliyorduk. (Enbiyâ/51)

Bu bakımdan rüşd, insanı saadete teşvik eden ve harekete geçiren bir hidayetten ibarettirÖyle ise, bir çocuk malın korunmasını, ticaretin ve artırmanın yollarını bildiği halde bülûğa ererse, buna rağmen malının çoğalmasını istemezse ona reşid denilmezFakat reşid denilmemesi, hidayetin yokluğundan değil, hidayetinin çağırıcı özelliğini harekete geçirmekte kusurlu olduğundan dolayıdırNice şahıs vardır ki kendisine zararlı olan şeyi yaparBu şahsa hidayet verilmiş ve bu şahıs kendisine verilen hidayet sayesinde o fiilin zararlı olduğunu bilmeyen cahilden temayüz etmiştirAncak bu şahsa rüşd verilmemiştirBu bakımdan bu rüşd, ameller açısından mücerred hidayetten daha kâmildirO büyük bir nimettir.

Tasdik'e (doğrulamaya) gelince, o kişinin hareketlerini matlûbun tarafına yöneltmek ve en kısa zamanda doğru tarafa gitmesi artsın diye o hareketleri ona kolaylaştırmaktırÇünkü sadece hidayet kâfi değildirAyrıca çağırıcı kuvveti harekete geçiren hidayet de lâzımdırO da rüşddürRüşd de kâfi değildir, azalar ve aletler yardımıyla hareketlerin kolaylaşması lâzımdır ki teşvik edicinin insanı itelediği maksat tamamlansınBu bakımdan hidayet katıksız tariftirRüşd ise uyansın ve harekete geçsin diye iteleyici kuvveti uyandırmaktırTasdik ise, doğruluk tarafına, azaları harekete geçirmek vasıtasıyla yardım etmektirTe'yid'e gelince sanki o, bütün bunları derleyicidirO, dahilde işin basiretle takviyesinden, hariçte de sebeplerin yardımı ve hareketin takviyesinden ibarettir.

Hani seni Rûh'ul-Kudüs (Cebrâîl) ile desteklemiştim. . . (Mâide/110)

İsmet de te'yide yaklaşırİsmet, iç âlemde beliren, insanı hayra teşvik edip şerden sakındıran ilâhî bir yardımdırBu ilâhî yardım, insanı şerden sakındıran görünmez bir engel olurŞu âyeti celîle ile bu ilâhî yardım kastedilmiştir:

Andolsun kadın onu arzu etmişti, eğer rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti. (Yûsuf/24)

İşte bu zikredilenler, nimetlerin ana kısımlarıdırBunlar, ancak Allah'ın verdiği saf ve delici zeka, dinleyici kulak, basiretli gözetici, mütevazi ve gören kalp, nasihatçi muallim, azlığından dolayı mühim yerlere sarfetmeye bile yetmeyen miktardan fazla, fakat çok olduğundan ötürü dinî vazifelerden insanı meşgul eden servetten de az olan mal ve insanı ahmakların saldırısından ve düşmanların zulmünden koruyan izzetten ibaret olan ilâhî nimetleri elde ettirirler!

Bu on altı sebebin her biri de birçok sebepler isterO sebepler de başka sebepler ister sonunda şaşkınların diline ve mecbur kalanların sığınağına varıncaya kadar devam ederO, rablerin rabbi ve sebeplerin müsebbibidirMadem o sebepler uzun ve böyle bir kitab onların tafsilatını anlatmaya yetmezBu bakımdan biz onlardan şu ayetin mânâsını bilmeye vesile olan bir nümûne zikredelim:

Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız, sayamazsınız. (İbrahim/34) Tevfîk Allah'tandır!

57) İmâm-ı Ahmed, Ebû Yâ'lâ, Taberânî

58) Deylemî

59) Nesâî, Hâkim, (Enes'ten sahih bir senedle)

60) Müslim aynı mânâyı ifade eden başka bir hadîs nakletmiştir.

61) İbn Mâce

62) Dârekutnî, İfrâd; Ramahürmüzî; Ebû Hilal el-Askerî, Emsal; İbn Adiyy;Kuddâî ve Kâtib

63) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

64) Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)

32-9

On Altı Çeşit Nimet

Biz nimetleri on altı çeşitte topladıkBeden sıhhatini son mertebeye ait bir nimet saydıkBu biricik nimetin tamamlanmasında rol oynayan sebepleri saymaya kalkışsak bunu saymaya bile gücümüz yetmezFakat yemek sıhhatin sebeplerinden biridirBu bakımdan biz yemek nimetinin tamamlanmasında rol oynayan sebeplerden biraz bahsedelim.

Yemeğin fiil olduğu açıktırBu çeşitten olan her fiil harekettir.

Her hareket için, hareketin aleti olan bir hareket ettirici cisim lâzımdır.

O aletin de hareket etmesi için kudret lâzımdır.

Kastolunanın bilinmesi ve idrâk olunması lâzımdır.

Yemek için yiyecek olması lâzımdır.

Yenilen yiyecek için bir asıl lâzımdır.

O asıl için onu ıslah edici bir sanatkâr lâzımdır.

Bu bakımdan biz önce idrâkin sebeplerini, sonra iradelerin sebeplerini, sonra kudretin sebeplerini, daha sonra yenilen yiyeceğin sebeplerini kısaca zikredelim:

Biz burada nimetin hakikatini kısımlarını, derece ve sınıflarını, hususî ve umumî olan derleyici yerlerini zikredeceğizÇünkü Allahü teâlâ kullarına olan nimetlerinin hepsini saymak, beşerin gücü dahilinde değildir.

Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. (Nahl/18)

Bu bakımdan biz, nimetlerin marifetinde kanunların yerine geçen küllî emirleri zikredip sonra fer'î hususların zikriyle meşgul olalımDoğruya muvaffak kılan Allah'tır.

Bir

Allahü teâlâ bitkileri yarattıBitki, varlık bakımından taş, toprak, demir, bakır ve diğer madenlerden daha mükemmeldir; zira bitkide bir kuvvet yaratılmıştırO kuvvetle bitki, kökü vasıtasıyla gıda alırO kuvvetin içinde birtakım aletler vardırOnlar gıdayı çekerlerO aletler bitkinin her yaprağında görülen incecik damarlardır. Sonra onlar kalınlaşır, dal budak salarDurmadan incelirYaprağın bütün parçalarına yayılan kılcal damarlar haline gelirHatta görünmeyecek kadar incelirAncak bitki bu kemâlle beraber eksiktir; zira bitkiye kökü vasıtasıyla gelen gıda kesildiği zaman solar, kururArtık başka bir yerden gıda almak imkânından mahrum olur; zira gıda almak ancak matlûbu bilmekle olurOna intikal etmekle meydana gelirBitki ise, bundan acizdirBu bakımdan Allah'ın senin için hissedici ve gıdanın talebinde harekete geçirci aletler yaratması, sana verdiği nimetlerdendir.

Allah'ın beş duyuyu yaratmaktaki hikmetini dikkatle izle! O beş duyu idrâk aletidirOnların birincisi dokunma duyusu'durBu ancak şu hikmetten dolayı yaratılmıştır:

Yakıcı bir ateşe veya kesici bir kılıca dokunduğun zaman hisseder, derhal ondan sakınırsınBu, canlı için yaratılmış ilk histirBu hisse sahip olmayan hiçbir canlı düşünülemez; zira bunu hissetmeyen bir şey hayat sahibi değildirHiss derecelerinin en eksiği kendisine temas edeni hissetmektir; zira kendisinden uzak olanı hissetmek, şüphesiz daha mükemmel bir histirBu his, çamurdaki kurt dahil olmak üzere, her canlıda mevcuttur; zira çamurdaki kurda iğneyi batırdığın zaman kaçmak için toparlanırBitkiler gibi değildirÇünkü bitki kesildiği halde toparlanmaz; zira kesmeyi hissedemezAncak, eğer insan için bu histen başkası yaratılmamış olsaydı, insan da böcek gibi eksik olurdu.

Senden uzak olduğu zaman gıdayı talep edemez, sadece bedenine temas edeni hisseder, onu çekerdinBu bakımdan uzak olanı hissetmek için başka bir hisse ihtiyaç vardırİşte bunun için koku hissi (duyusu) yaratıldıAncak bununla koku idrâk edilebilirFakat hangi taraftan geldiğini anlaşılmazBöylece birçok tarafı aramak mecburiyetinde kalırsınBazen kokusunu aldığın gıdayı bulur, bazen de bulmazsınEğer bu koku hissinden başkası yaratılmamış olsaydı sen eksikliğin en aşağı seviyesinde olurdunBu bakımdan görme duyusu yaratıldı ki onunla uzağı görüp cihetini tesbit edesin ve dolayısıyla o cihete gitme imkânına ulaşabilesinAncak bundan başkası yaratılmamış olsaydı, yine eksik olurdun; zira sadece görme hissi ile duvarların ötesinde, perdelerin arkasında olanı hissetmezdinAncak arada perde bulunmayan düşmanı görürdün, seninle arasında perde olanı göremezdinPerde ancak düşmanın sana yaklaştığı ve senin kaçmak imkânından aciz kaldığın bir zamanda kalkardıBu yüzden işitme hissi yaratıldı ki onun vasıtasıyla duvar ve perdelerin arkasındaki hareketlerin seslerini duyabilesin; zira gözle, ancak hazır olan bir şeyi görebilirsinGözle görülmeyeni ise, harf ve seslerden oluşan bir konuşma ile tanıman mümkündürBu da kulak sayesinde mümkün olurBu bakımdan işitme hissi yaratıldı.

Konuşmak ve anlamak sayesinde diğer hayvanlardan ayrıldınEğer sana zevk (tatma hissi) verilmeseydi bütün bunlar yine de seni müstağni etmezdi; zira gıda eline geçtiği halde onun sana uygun olup olmadığını idrâk edemezsin ve onu yiyip helâk olurdunTıpkı ağaç gibi. . . Onun köküne her zaman sıvı madde dökülürZevki olmadığı için bu dökülen maddeyi çekerÇoğu zaman bu onun kurumasına sebep olurEğer dimağında hiss-i müşterek denilen başka bir idrâk yaratılmamış olsaydı bütün bunlar yine de yeterli olmazdıBu beş duyu ile idrâk olunanlar o hiss-i müşterek'e teslim edilir ve orada bir araya gelirlerEğer o hiss-i müşterek olmasaydı senin için durum oldukça zorlaşırdı; zira sen, sarı bir madde yediğin zaman, onu acı ve tabiatına muhalif gördüğünde terkederdinOnu başka bir zaman gördüğünde, eğer hiss-i müşterek olmasa, ikinci bir defa tatmadan zararlı ve acı olduğunu bilemezdin; zira göz, sarılığı görür fakat acılığı müşahede etmezBu bakımdan hiss-i müşterek olmasaydı ondan kaçınmak mümkün olmazdı, zevk acılığı idrâk eder, fakat sarılığı idrâk etmezBu bakımdan bir hâkim lâzımdır ki onun yanında acılık ile sarılık bir arada toplansınlar ki rengi idrâk ettiğin zaman o maddenin acı olduğuna hükmedesin ve ikinci bir defa onu tatmaya muhtaç olmayasın!

Bütün bu durumlarda hayvanlar da seninle ortaktırlar; zira bütün bu duyular koyuna da verilmiştirBu bakımdan eğer bu duyulardan başkası yoksa, eksik olursunÇünkü kurt koyunu yakaladığında koyun kendini nasıl müdafaa edeceğini ve bağlandığı takdirde nasıl kurtulacağını bilemezBazen kendini bir kuyuya atar, bunun kendisini helâk edeceğini idrâk edemezBu nedenle hayvan, hal-i hazırda lezzetli gördüğünü ikinci durumda kendisine zarar verse bile yer, hastalanır ve ölür, zira o ancak hazırdakini hissedebilirNeticeleri idrâk edemezBu bakımdan Allahü teâlâ bütün bu sıfatlardan daha yüce olan başka bir sıfatla seni şereflendirdi ve hayvanlardan ayırdıO da akıl sıfatıdırÖyleyse akılla hâl-i hazırda ve gelecekte yemeklerin zararlısını, ve faydalısını idrâk edersin.

Yemeklerin nasıl pişirileceğini, hangi maddeyi hangisiyle karıştıracağını bilir ve sebeplerin hazırlanmasını idrâk edersinBu bakımdan sıhhatinin sebebi olan yemeklerden akıl vasıtasıyla faydalanırsınGıda aklî faydaların en hasisi, hikmetlerin en azıdırAkıldaki en büyük hikmet, Allah'ın fiillerini ve âlemdeki hikmetini anlamak marifetidirAklın bu en büyük hikmeti tahakkuk ettiğinde beş duyunun faydaları senin için değişirBu bakımdan bu beş duyu casuslar ve memleketin her tarafını tarassud etmekle vazifeli haberciler gibidirlerSen onların her birine bir işi havale edersinOnlardan biri renklerin haberlerini getirirDiğeri seslerin haberlerini, öbürü kokuların haberlerini, bir başkası yemeklerin, diğeri sıcak, soğuk, sertlik, temas, yumuşaklık, katılık ve başka şeylerin haberlerini getirirBu postacılar ve casuslar memleketin çeşitli bölgelerindeki haberleri toplar, hiss-i müşterek 'e teslim ederlerHiss-i müşterek de dimağın başına oturmuş, tıpkı padişahın kapısında oturup haberleri ve çeşitli bölgelerden gelen mektupları mühürlü olarak teslim alan postacıbaşı gibidir; zira onun vazifesi, gelen mektupları almak, toplamak ve korumaktırMektupların içerisindeki hakikatlerin marifeti onun vazifesi değildirFakat kalp, emir ve padişah olan akla rastladığı zaman, o sonuçları ona teslim ederÇünkü onlar mühürlü olarak kendisine gelmiştirPadişah onları teftiş eder, onlar vasıtasıyla memleketin sırlarına muttali olurOnlarla memlekete hükmederBurada bütün o hükümleri saymak mümkün değildirKendisine uygun görünen hüküm ve maslahatlara göre askerler gönderirAskerler azalardırBazen onları aramaya, bazen kaçmaya, bazen de kendisine göre tedbirleri tamamlamaya gönderir.

İşte bunlar, idrâkler hususunda Allah'ın sana olan nimetlerinin bir kısmıdırSanma ki biz bütün o nimetleri saydıkÇünkü zâhir olan havaslar (beş duyu) idrâklerin bir parçasıdırlarGörme duyusu, o havaslardan biridirGöz de bir tek alettirOysa göz, değişik olan on tabakadan meydana gelir: O tabakaların bazıları rutubetlerdirBazıları da perdeler. . .

Perdelerin bazısı, örümcek ağı gibidirBazısı da yeni doğan çocukla beraber dışarı çıkan yufka deri gibidirO rutubetlerin bazısı yumurtanın beyazı gibidirBazısı da buz gibidirBu on tabakanın her birinin bir sıfatı, şekli, görünüşü, eni, yuvarlaklığı ve terkibi vardırEğer bu on tabakadan biri veya herhangi bir tabakanın sıfatlarından biri değişirse, görme duyusu zedelenirDoktorlar ve sürme sürenler onu düzeltmekten aciz kılarlar.

İşte bu izah, bir duyu hakkındadırO duyuya dinleme duyusunu ve diğer duyuları kıyas etAllahü teâlâ'nın gözün cismindeki ve tabakalarındaki bütün hikmetlerini ve nimetlerinin çeşitlerini ciltlerce kitaba bile sığdırmak mümkün değildirOysa gözün tamamı küçücük bir cevizden bile büyük değildirAcaba bütün bedenin, azalarının ve acaipliklerinin hakkında ne zannedersin? İşte bunlar, idrâkleri yaratmak sûretiyle Allah'ın nimetlerine işaretlerdir.

İki

Eğer uzaktaki gıdayı, idrâk etmen için sadece göz yaratılmış olsaydı, tabiatında gıdaya karşı bir meyil, bir şevk ve harekete geçirici bir şehvet yaratılmasaydı, göz muattal olurdu, zira nice hasta vardır ki yemeği görür, yemekte onun için eşyanın en faydalısı olduğu halde iştahı çekmediğinden dolayı yemeği almazBöylece göz ve idrâk bu kimse hakkında muattal olurBu bakımdan sen, sana uygun gelene meyleder ve şehvet diye adlandırılan bir şey ile sana uygun gelmeyenden nefret eden ve kerahet diye adlandırılan diğer bir şeye muhtaçsınŞehvet ile tabiatına uygunu aramak, kerahet ile de tabiatına aykırı olandan kaçmak için bunlar yaratılmıştır.

Öyle ise Allah sende yemek şehvetini yaratmış şehveti sana musallat kılmış ve tıpkı seni yemek almaya mecbur eden hâkim gibi onu sana koruyucu yapmıştır ki bu sayede yemeği yiyebilesin ve gıda sayesinde ayakta durabilesinBu vasıf, bitkiler hariç hayvanların seninle ortak olduğu bir vasıftır. Sonra ihtiyaç miktarı aldığın zaman, eğer bu şehvet sükünete kavuşmazsa, israf eder ve nefsini helâk etmiş olursunBöyce Allahü teâlâ tokluk anında senin için kerahati yarattı ki onun sayesinde yemeği bırakabilesinSen bitki gibi değilsinÇünkü bitki bozuluncaya kadar köküne akan suyu çekerBu bakımdan bitki, gıdasını ihtiyaç miktarı takdir edip bazen ona su veren, bazen de ondan suyu kesen bir insana muhtaçtırNasıl ki yeyip bedeninin ayakta durması için sana bu şehvet yaratılmıştırEğer ana rahminin, hayız kanının, ceninin, meni ve hayız kanından oluşmasının erkek yumurtaları ve meninin merkezi olan omur iliğinden onlara inen damarların ve kadının göğüs kemikleri arasındaki damarlar vasıtasıyla suyunun (menisinin) sönüşünün keyfiyeti, rahmin derinliğinin birçok kalıplara taksim olunmasının, meninin o kalıbların bazılarına dökülüp erkeklerin oluşunun bazılarına da dökülüp kadın olmasının ve bu meniyi birçok istihalelerden geçirmenin keyfiyetini, önce kan pıhtısı et parçası, sonra kemik, et ve kan olarak yaratılmasını, azalarının baş, el, ayak, karın, sırt ve diğerlerine nasıl taksim olunduğunu söylersek, muhakkak Allahü teâlâ'nın seni yaratmasının başlangıcında, sana verdiği çeşitli nimetlerinden dehşetli bir şekilde sarsılıp hayrete kapılırsın! Şu anlattıklarımız da az değildirFakat bütün bunlara girmek istemiyoruzAncak yemekteki ilâhî nimetleri açıklamaya çalışacağız ki konuşma uzamasın.

Öyle yemek şehveti, irade çeşiterinden biridirFakat senin için o kâfi gelmez; zira helâk ediciler dört taraftan sana hücum etmektedirEğer sende, sana zıt düşenlerin hepsini bertaraf etmekte kullandığın öfke yaratılmamış olsaydı, sen âfetlere maruz kalırdınElde etmiş olduğun gıdanın tamamı da senden alınırdı; zira senin elindeki gıdaya tamah ederlerdi.

Bu bakımdan iştahı çekeni defetmek ve onunla mücadele etmeye sevkeden bir kuvvete muhtaçsınO kuvvet, sana uygun olmayıp zıt düşen her şeyi defetmekte kullandığın öfke kuvvetidirBu da sana kifayet etmez; zira şehvet ve öfke ancak insanı hal-i hazırdaki zarar ve fayda veren şeye davet ederlerGelecekte ise, bu irade onlar hakkında kâfi değildirBu bakımdan Allah senin için başka bir irade halkettiO irade, neticeleri bildiren aklın işaretine müsahhardırNitekim hal-i hazırı idrâk eden hissin idrâkine müsahhar olduğu halde şehvet ve gazabı yarattığı gibi. . .

Böylece o irade ile akıldan faydalanman tamamlandı; zira sadece şehvetin sana zarar verdiğini bilmen bildiğinin gereğiyle amel etmeye yönelten bir meyil olmadıkça ondan korunmak hususunda sana kâfi değildir.

Sen bu irade vasıtasıyla ademoğullarına verilen bir ikram ve şeref olarak hayvanlardan ayrılmış oldunNitekim (aklın özelliği olan) neticelerin marifetiyle ayrıldığın gibi. . . Biz bu iradeye dinî teşvikçi diye isim verdikBu hususta Sabır bahsinde buradakinden daha fazla izah verdik.

Üç

Hiss, ancak idrâki ifade ederİradenin ise istemeye ve kaçmaya olan meylinden başka bir mânâsı yokturSende istemek ve kaçmak aleti olmadıkça irade yeterli olmazNice kötürüm kimseler vardır ki kendisinden uzak ve idrâk olunan bir şeye iştiyak duyar, fakat ayağı veya eli olmadığından dolayı veya ayak ve el felcinden dolayı yürüyemez ve onu alamazBu bakımdan hareket için aletler lâzımdırHarekete geçmek için o aletlerde bir kuvvet lâzımdır ki onları hareketlerin isteğiyle arayabilsin, kerahet hissiyle de onlardan kaçabilsinBu nedenle Allahü teâlâ senin için, zâhirlerine bakıp sırlarını bilmediğin azaları yaratmıştırO azalardan kimisi aramak, kimisi de kaçmak içindirİnsanların ayağı, kuşların kanadı ve hayvanların dört bacağı gibi. . . Onlardan kimisi de müdafaa içindirİnsanların silahı, hayvanların boynuzları gibi. . .

Bu hususta hayvanlar birçok yönden değişiktirlerHayvanların kimisi vardır ki düşmanları çoktur, gıdası uzaktırBu bakımdan bu hayvan süratli harekete muhtaçtırSüratle gitsin diye kendisi için kanat yaratılmıştır.

Başka bir kısmı da vardır ki kendisine dört bacak yaratılmıştırDiğer bir kısmının insanlar gibi iki ayağı vardırBaşka bir kısmı da karnının üzerinde sürünürBunun izahı oldukça uzarBu bakımdan biz sadece yemeği tamamlamakta kullanılan azaları zikredelim ki başkası onlara kıyas edilsinUzaktan yemeği görmen, onu almak için hareket etmen, onu almak imkânından mahrum olduğun müddetçe kâfi değildirBu bakımdan sen alıcı bir alete muhtaçsınBöylece Allahü teâlâ, iki elin yaratılması ile sana minnet ettiO eller eşyaya uzanırlarHer cihete kıvrılsınlar diye Allah onlarda birçok kıvrım ve boğumlar yaratmıştırBu bakımdan el dimdik bir odun gibi değildirBilakis uzanır ve katlanırElin ayalarını sûretiyle yassı yaratmıştır. Sonra ayaları parmaklardan ibaret olan beş kısma taksim ettiOnları da iki safa ayırdı.

Baş parmak diğer dört parmakla birleşerek iş görürlerEğer o parmaklar bir arada olsaydı veya biri diğerinin üzerinde olsaydı, onlarla iş yapılmazdıBu bakımdan Allah onları öyle bir şekilde vazetmiştir ki onları açarsan senin için yaba (ve dirgen) olurOnları birleştirirsen kepçe olurOnları yumarsan senin için vuruş aleti olurAynı zamanda tutma aleti olur. Sonra Allahü teâlâ onların başlarında tırnaklar yaratmış, o tırnaklara parmakların uçlarını dayatmış ki parmak uçları dağılmasın ve parmakların alamadığı ince şeyleri tırnakların başlarıyla tutabilsin.

Sonra iki elin o yemek mideye varmadan sana nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan bir dehliz lâzımdır ki yemek oradan girebilsinBöylece Allahü teâlâ, ağızın yaratılışındaki birçok hikmetlerle beraber ağzı mideye giden bir kapı olarak yarattı.

Sonra yemeği ağzına koysan bile onu yutmak mümkün olmazBunun için yemekleri öğütecek bir değirmen gerekirOnun için Allahü teâlâ, sana iki kemikten oluşan çeneleri yarattı ve o çenelere dişleri taktıÜst dişleri alt dişlerin üzerine gelecek şekilde yarattı ki onlarla yemekleri öğütebilsin. Sonra yemek bazen kırmaya muhtaçtır, bazen kesmeye. . Bütün bunlardan sona da öğütmeye. . . Onun için Allahü teâlâ, dişleri, azı dişleri gibi öğütücü, keskin ve kesici ve kırmaya elverişli olan köpek dişlerine taksim etti. Sonra Allahü teâlâ, iki çenenin mafsalını birbirine geçmiş bir şekilde yarattı ki alt çene öne ve gidip arkaya dağru gelebilsinHatta değirmenin dönmesi gibi, üst çene üzerinde dönerEğer bu durum olmasaydı, ellerin birini diğerine çarpmak gibi, ancak bir çeneyi diğerine çarpmak sûretiyle bu öğütme vazifesi mümkün olabilirdiOysa bununla da öğütmek tam olmazdıBu bakımdan Allahü teâlâ alt çeneyi müdevver bir hareketle hareketlendirdiÜst çeneyi de hareketsiz ve sabit yarattı.

Allah'ın sanatının acaipliğine dikkat ediyor musun? Zira insanların yaptığı değirmenin alt taşı durur, üst taşı dönerAncak Allah'ın yapmış olduğu bu değirmen tam aksinedirÇünkü bunun alt taşı, üst taşının üzerinde dönerBu bakımdan Allah ortaktan münezzehtirOnun şânı yüce, saltanatı aziz, burhanı tam ve minneti geniştir.

Sonra yemeği ağzın içine koyduğunu farzet! Acaba yemek ne şekilde dişlerin altına geçecek veya dişler onu nasıl çekecek veya iki el ile ağzın içinde yemek nasıl dönecek? Allah'ın dili yaratmak sûretiyle sana ne büyük nimet verdiğine dikkat et! Zira dil, ağzın her tarafında gezer, yemeği ortadan dişlere doğru getirirTıpkı öğütülen maddeleri, değirmenin taşına doğru getiren oluk gibiDilin bu vazifesinden başka, lisandaki zevkin fazileti, konuşma kuvvetinin acaiplikleri ve zikredilmesiyle kitabı uzatmak istemediğimiz daha nice hikmetleri vardır.

Sonra yemeği parçalayıp öğüttüğünü farzet! Fakat yemek kuru olduğu için onu yutmaya gücün yetmezAncak bir nevi rutubetle boğaza kaymasıyla bu iş olabilirBu bakımdan Allah'ın dilinin altında nasıl bir pınar yarattığına ve o pınardan tükrük kaynattığına dikkat et! O pınardan ihtiyaca göre su kaynar ve yemeği hamur haline getirirDikkat et ki Allah, o pınarı nasıl bu işe teshîr etmiştir; zira sen yemeği uzaktan görürsünÇeneler hizmet için harekete geçer, tükrük akmaya başlarÖyle ki avurtların, yemek senden uzak olduğu halde ıslaklık vermeye başlar!

Sonra bu öğütülmüş ve hamurlaşmış yemeği ağızdan midene vardıran kim? Onu elinle midene götüremezsinMidende de bir el yoktur ki uzanıp onu çeksinBu bakımdan dikkat et ki Allahü teâlâ yemek borusunu ve hançereyi nasıl hazırlamış! Onun başında yemeği almak için açılan birçok tabak yaratmıştır. Sonra o tabakalar kapanır, sıkışır ki onun sıkışmasıyla yemek dönsün.

Dolayısıyla yemek borusunun dehlizinden mideye doğru yuvarlanıp, parçalanmış yemek, ekmek ve meyveler olarak mideye vardığı zaman, derhal et, kemik ve kan olmaya elverişli değildir.

Parçaları birbirine benzeyecek kadar tam mânâsıyla pişirilmesi lâzımdırBöylece Allahü teâlâ mideyi bir çanak biçiminde yaratmıştırYemek oraya girdiğinde yemeği içine alır, kapıları tamamen yemek üzerine kapanırMidenin etrafındaki organların hararetiyle hazım ve oluşma ameliyesi tamam oluncaya kadar midenin kapıları kilitli kalır; zira sağ tarafında ciğer, sol tarafında dalak vardırGöğüs kemiklerinin önünde ve arkasında sırt eti vardırBu bakımdan her taraftan bu azaların ısısıyla hararet mideye varır ki yemek pişip parçaları birbirine benzer bir mayi haline gelsinBöylece damarların deliklerinden geçmeye elverişli olur.

Yemek, o anda parçalarının birbirine benzemesinde ve inceliğinde arpa suyuna benzerBu haldeyken daha gıda olmaya elverişlideğildir.

Böylece Allahü teâlâ onunla ciğer arasında damarlardan mecralar (isale boruları) yaratmıştırYemek o isale borularından aksın ve dolayısıyla ciğere varsın diye onlara birçok geniş ağızlar var etmiştirCiğer ise kan çamurundan yoğrulmuş bir cisimdirHatta sanki kandırOnda birçok damarlar vardır ve her tarafa dağılmışlardır, incelmiş olan ve onlardan geçen yemek, onların cüzlerine dağılır ki ciğer kuvveti onları istila edip onları kan rengiyle boyasınBu bakımdan ciğerde ikinci bir pişirme oluncaya kadar kalırAzalara elverişli saf kan hâlini alırAncak bu kanı oluşturan, ciğerin hareketidirBu bakımdan pişirilenlerin hepsinde olduğu gibi bu kanda da iki fuzulî madde oluşurOnların biri yağın altında kalan tortu bulanıklığa benzerO da sevdavî kimûs karışımdırDiğeri kaymağa benzerO da safradırEğer onların ikisinden bu iki fuzulî madde ayrılmasaydı, azaların mizacını bozardıBu bakımdan Allahü teâlâ, Ödü ve Dalağı yarattı ve onların her birine ciğere uzanan ve ciğerin isale borularına dahil olan bir hortum kılmıştırÖd, safravî fazlalığı, dalak da sevdavî tortuları çekerBöylece kan, saf olarak kalırOnda fazla incelme ve sıvılıktan başka birşey yokturÇünkü onda sulu madde vardırEğer sulu maddesi olmasaydı, o kan kılcal damarlara yayılmazdıO damarlardan azalara çıkıp da yükselmezdiBu bakımdan Allahü teâlâ, iki böbreği yarattıOnların herbirinde ciğere doğru uzanan bir hortum çıkardıAllahü teâlâ'nın, hikmetinin acaipliklerindendir ki böbreklerin hortumları ciğerin borularına girmezCiğerin kavisliğinden çıkan damarlara bitişiktir ki ciğerdeki ince damarlardan çıktıktan sonra mâyî maddeyi emmiş olsunlar; zira ciğerden çıkmadan önce o maddeleri emerlerse kalınlaşır ve damarlardan çıkmazMâyî madde ondan ayrıldığı zaman kan, üç fuzulî maddeden tasfiye olunmuş tertemiz ve gıdayı ifsad eden bütün maddelerden korunmuş bir kan hâline gelir. Sonra Allahü teâlâ ciğerden birçok damar çıkarmış, sonra onları birkaç kısma taksim, etmiş, o kısımların her birini de birçok şubeye ayırmış, onlar tepeden tırnağa kadar dışta ve içte bütün bedene yayılmıştırBu bakımdan saf kan o damarlardan akıp, diğer azalara varır ki o kılcal damarlar, yaprak ve ağaçların damarları gibi olup gözle görülmez hale gelsinlerOnlardan gıda, ter vasıtasıyla diğer azalara ulaşır.

Eğer öd'ün başına bir âfet gelirse, kan bozulurSarılık, sivilce, kabarcık ve kızıllık gibi safravî hastalıklar meydana gelir! Eğer dalakta bir hastalık olup daha önce bahsi geçen sevdavî karışımları çekemezse, mâlihülya, cüzzam ve behak denilen hastalıklar gibi sevdavî hastalıklar başgösterirEğer mâyî maddeler böbreklere doğru yürümezse, bundan istiska ve başka hastalıklar meydana gelirBütün bunlardan sonra hikmet sahibi olan yaratıcının hikmetine bak ki nasıl üç hassa (safravî, sevdavî ve balgamî) maddenin üzerine birçok faydalar tertip etmiştir.

Safranın zarfı öde gelince borularının biriyle çeker, diğeriyle barsaklara boşaltırBöylece, yemeğin ağırlığında kaydırıcı bir rutubet meydana gelirBarsaklarda da itelemek için harekete geçirici bir yankı oluşurBöylece bir sıkışma meydana gelip onunla yemeğin posası itilip kaydırılırÖd kesesindeki safra bu vazife için yaratılmıştır.

Dalak, fazla yemekten ötürü ekşime ve kabızı meydana getiren bir istihale yapar. Sonra hergün midenin ağzına ondan birşey gönderirEkşiliği ile şehveti harekete geçirip uyandırırGeri kalanı ise posa ile beraber çıkar.

Böbrek, mâyî maddedeki kan ile gıdalanırDiğerini mesaneye gönderirBiz yemek için hazırlanan sebeplerdeki ilâhî nimetlerin bu kadarcık izahıyla iktifa edelimEğer biz ciğerin kalbe ve dimağa, bu azaların herbirinin diğerine nasıl muhtaç olduğunu, kalpten bedenin diğer yerlerine yayılan damarların nasıl şubelere ayrıldığını, onlar vasıtasıyla hissin nasıl oluştuğunu, ciğerden bedenin diğer kısımlarına yayılan durgun damarların keyfiyetini, onlar vasıtasıyla gıdanın uzuvlara nasıl ulaştığını zikredersek, sonra azaların terkip keyfiyetini, kemiklerin sayısını, mafsal ve damarlarını, azaları birbirine tutturan telleri, ipleri, kıkırdak ve rutubetlerini zikredersek söz oldukça uzarHem yemek için ve hem de yemekten başka birçok şeyler için bütün bunlara ihtiyaç vardırİnsan oğlunda binlerce adale, damar vardırOnlar da küçüklük, büyüklük, incelik, kalınlık, fazlalık ve kısımlara ayrılmak olmak sûretiyle çeşitlidirlerBunlardan hiçbir şey yoktur ki onda bir, iki, üçdört veya ona kadar veya daha fazla hikmetler bulunmasın.

Bütün bunlar senin için Allah'ın nimetleridirEğer bunlardan, hareket eden bir damar durursa veya durgun bir damar harekete geçerse ey miskin insan, sen helâk olursun! O halde önce Allah'ın sana verdiği nimete bak ki ondan sonra Allah'a şükretmeye daha gayretli bir şekilde başlamış olasın; zira sen Allah'ın nimetlerinden ancak yemeği bilirsinOysa yemek o nimetlerin en düşüğüdürSen yemeği de ancak acıktığında bilirsinOysa merkeb de acıktığında yemeyi, yorulduğunda uyumayı, iştahı çektiğinde cinsî münasebette bulunmayı bilirKalkması istendiğinde kalkar ve çifte atarBu bakımdan sen merkebin bildiğinden fazlasını bilmezsen o vakit sana verilen nimetin şükrünü nasıl yerine getirebilirsin?

Biz bunlara kısaca işaret ettikBu ilâhî nimetlerin denizlerinden sadece bir damladırBu bakımdan bizim uzatmaktan korkarak söylemediklerimizi, bu söylediğimize kıyas etBizim ve bütün halkın bildikleri, ilâhî nimetlerden bilmediklerimize nisbet edilirse, denizin bir damlasından daha az olduğu anlaşılırAncak bunlardan birşey bilen şu ayetten bir korku idrâk eder.

Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. (Nahl/18)

Sonra dikkat et ki Allahü teâlâ bu azaların direkleri ile faydalarının, idrâklerinin ve kuvvetlerinin direğini nasıl ince ve dört karışımdan yükselen, merkezi kalp olan, yaygın damarlar vasıtasıyla bütün bedene sirayet eden, bedenin herhangi bir cüzüne vardığında insanın muhtaç olduğu his, idrâk ve hareket kudreti ve benzeri şeyleri derhal oluşan bir buhar ile bağamıştırTıpkı evin etrafından gezdirilen bir çıra gibi ki o çıra bir yere vardığında onun varışı sebebiyle evin diğer yerleri de aydınanırBu ışık Allahü teâlâ'nın halk ve icadındandırFakat hikmetinden ötürü buna çırayı sebep kılmıştırBu ince buhar ki doktorlar ona ruh derler, onun merkezi kalptirOnun misali, çıra ateşinin cürmü gibidir.

Kalp de onun için çıra gibidirKabin içinde bulunan siyah kan ile fitin gibidirGıda ise yağ gibidirOnun vasıtasıyla bedenin diğer azalarında bulunan zâhiri hayat ise evin içine yayılan çıranın ışığı gibidirNasıl ki çıranın yağı bittiği zaman söner, ruh çırası da gıdası bittiği zaman sönerNasıl ki fitil bazen yanıp kül olur, artık yağı kabut etmez ve yağın çokluğuna rağmen çıra söner, işte tıpkı bunun gibi kendisiyle kalpteki buharın tutuştuğu kan, bazen kalbin hararetinin çokluğundan dolayı yanar, gıdanın varlığına rağmen söner ve ruhun bekasına temin eden gıdayı kabul etmezNitekim kül olan fitilin ateşin yanmasına elverişli olacak derecede yağı kabul etmediği gibi. . .

Nasıl ki daha önce zikrettiğimiz gibi' bazen içten bir sebeple, bazen de dıştan bir rüzgâr ile çıra sönerse aynen onun gibi, ruh bazen dahilî bir sebep, bazende öldürmek gibi haricî sebepten dolayı sönerNasıl ki çıranın sönmesi, yağın yok olmasıyla veya fitilin bozulmasıyla veya şiddetli bir rüzgârın ezmesiyle veya herhangi bir insanın söndürmesiyle ancak Allah'ın indine mukadder sebeplerle ve takdirle- oluyorsa, ruhun sönmesi de böyledirNasıl ki çıranın sönmesi, varlığının sona ermesi ve Ümmül Kitab (levh-i mahfuz) da kendisi için takdir edilen eceli ise, ruhun sönmesi de aynen böyledir.

Nasıl ki çıra söndüğü zaman evin içi kapkaranlık kesiliyorsa ruh da söndüğü zaman bütün bedeni karanlığıa gömülürBedenin daha önce ruhtan istifade etitği nûrlar bedenden ayrılırO nûrlar sezişlerin, takdirlerin, iradelerin ve hayatın altında toplanan diğer şeylerin sırlarıdır.

İşte bu da ilâhî nimetlerin âlemlerinden diğer bir âleme sanat ve hikmetinin acaipliklerinden diğer bir acaibe veciz bir işarettirEğer deniz, rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, rabbinin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenirBu bakımdan Allah'ı inkâr eden helâk olsun, helâk! Nimetini inkâr edene azap olsun, azap!

İtiraz: Sen ruhu vasfedip onun misalini söyledinOysa Hazret-i Peygamber'e ruh sorulmuş, şu ayetin dediğinden başkasını söylememiştir:

Sana ruh hakkında soruyorlarDe ki: 'Ruh rabbimin emrindendir(İsrâ/81)

Görüldüğü üzere Hazret-i Peygamber onlara, senin belirttiğin gibi ruhu vasıflandırmamıştır?

Cevap: Bu ruh lâfzında olan mânâların ortak oluşundan gaflet etmektir; zira ruh birçok mânâya gelirBiz onları zikretmek sûretiyle meseleyi uzatmadıkOysa biz o mânâlardan lâtif bir cismi vasıflandırdık ki doktorlar o cisme ruh derlerDoktorlar onun sıfatını, varlığını, azalarda nasıl gezdiğini, azalarda onun vasıtasıyla hisler ve kuvvetlerin nasıl meydana geldiğini söylemişlerdirHatta azalardan bazısı gevşediği zaman, bu gevşemenin ruhun yoluna çıkan bir engelden meydana geldiğini bilirlerOnlar gevşeyen yeri değil de damarların köklerini ve onlardaki engelin yerlerini tedavi ederlerO engeli aşacak ilâçlarla tedavi yaparlar; zira bu cisim lâtif olması hasebiyle damarlara nüfuz ederOnun vasıtasıyla kalpten diğer azalara sirayet ederO ruh doktorların ihtisas sahasına girerOnun işi kolaydır ve o beşerin seviyesine iner.

Asıl olan ruha gelince, o öyle bir ruhtur ki fesada gittiği zaman bütün beden fesada giderO ruh, Allahü teâlâ'nın sırlarından bir sırdırBiz onu vasıflandırmadıkOnu vasıflandırmaya ruhsat da yokturAncak şöyle denilebilir: 'O rabbanî bir emirdir'.

De ki: 'Ruh, rabbimin emrindendir(İsrâ/81)

Rabbanî olan emirleri akıllar vasıflandıramazHatta halkın çoğunun aklı, o emirlerden hayrete kapılırVehim ve hayaller ise o emirlerden zarurî olarak eksiktirTıpkı gözün sesleri idrâk etmekten yoksun olduğu gibi. . . O rabbanî emirlerin vasfının başlangıcını zikretmekte cevher ve arazla bağlı bulunan onun varlığında hapis olan akılların düğümleri bile sarsılırOnun vasfından akılla hiçbir şey idrâk edilmezAncak akıldan daha şerefli ve daha yüce bir nûrla idrâk olunurO nûr peygamberlik ve velîlik âleminde doğarO nûrun akla nisbeti, aklın vehim ve hayale nisbeti gibidirAllahü teâlâ birçok devirler yaratmıştırNasıl ki çocuk, mahsusatı (duyularla hissedilenleri) idrâk eder de mâkulâtı (akıl ile bilinenleri) idrâk edemezse. . .

Çünkü bu öyle bir şeydir ki çocuğun aklı ona yetişmez, aynen onun gibi baliğ olan bir kimse makulatı idrâk edip onun ötesini idrâk edemezÇünkü o daha ulaşamadığı bir haldirMuhakkak bu şerefli bir makam, tatlı bir meşreb, yüce bir mertebedirBurada Allahü teâlâ îman ve yakîn nûruyla mülâhaza edilirBu meşreb, herkesin yolu olmaktan yücedirOna ancak bir fertten sonra diğer bir fert muttali olabilirAllahü teâlâ'nın (keyfiyetsiz) bir eşiği vardırO eşiğin girişinde geniş bir meydan vardırMeydanın başlangıcının üzerinde bir eşik vardırO eşik o rabbânî emrin merkezidirKim bu eşikten geçmeye yetkili olanı ve eşiği koruyanı görmezse o meydana varması muhaldirOnun ötesindeki yüce müşahedelere nasıl varabilir? Bu nedenle denildi ki: 'Nefsini bilmeyen rabbini bilmez!'

Acaba doktorların bildiklerinde bunlara nerede tesadüf edilir? Doktor nerede bunları mülâhaza edebilir? Doktorun yanında ruh diye adlandırılan mânâ, bu rabbanî mânâya nisbeten padişahın bastonu ile hareket ettirilen topun padişaha nisbeti gibidirBu bakımdan tıbbî ruhu bilen bir kimse, rabbani emri (ruhu) bildiğini zanneden, padişahın bastonuyla hareket ettirilen topu görüp padişahı gördüğünü zanneden bir kimse gibidirBu kimsenin büyük bir yanılgıya düştüğünde şüphe yok! Bu hata böyle bir kimsenin hatasından daha fâhiştir.

Teklifin medârı olan ve kendileriyle dünyanın maslahatları idrâk olunan akıllar, bu emrin hakikatini mülâhaza etmekten yoksun oldukları için, Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e bu ilâhî ruhtan bahsetmeye izin vermemiştirİnsanlarla akıllarının alabileceği şekilde konuşmasını emretmiştirAllahü teâlâ kitabında bu ruh 'un hakikatinden birşey zikretmemiştirAncak onun nisbet ve fiilini zikretmiş, zatını zikretmemiştirOnun nisbeti şu ayette zikredilmiştir: Ruh rabbimin emrindendir. (İsrâ/85)

Onun fiili de şu ayette zikredilmiştir:

Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak rabbine dön! (Salih) kullarımın içine gir. Cennetime gir! (Fecr/27-30)

Bu bakımdan biz şimdi gayeye dönelimÇünkü gayemiz yemek hakkındaki ilâhî nimetleri zikretmektiBiz ise yemeğin aletleri hakkındaki ilâhî nimetlerin bazısını zikrettik.

Dört

Yiyecekler çoktur, Allahü teâlâ'nın onları yaratmakta sayılamayacak kadar hikmetleri, ardı arkası kesilmeyecek kadar birbirini takip eden harikuladelikleri vardırHer yiyecek için bunları zikretmek oldukça uzar; zira yiyecekler ya devalar veya meyveler veya gıdalardır.

Şu halde biz önce gıdalardan işe başlayalımÇünkü gıdalar temeldirBiz onların arasından buğday tanesini ele alıp diğer gıdaları bırakalım.

Bir buğday tanesini veya birkaç daneyi bulduğun zaman eğer onları yersen onları yoketmiş olursun ve kendin de aç kalırsın, O halde tanenin artıp, fazlalaşması zaruri bir durumdur ki senin bütün ihtiyacını karşılasınBu bakımdan Allahü teâlâ sende yarattığı kuvvet gibi, buğday tanesinde de bir kuvvet yaratmıştır, buğdayın kendisi o kuvvetle gıdalanır; zira bitkiler ancak his ve hareket hususunda senden ayrılırGıdalanmakta ancak sana muhalefet ederÇünkü bitki su ile gıdalanırKökleri vasıtasıyla suyu içine çekerAynen senin gıdaları içine çektiğin gibi. . . Biz, gıdayı içine çekmek hususunda bitkinin aletlerinin açıklamasına uzun uzadıya girişecek değilizAncak bitkinin gıdasına işaret ederek şöyle deriz:

Odun ve toprağın sana gıda olmadığı gibi bir buğday tanesi de herşeyden gıda almazAksine özel bir şeye muhtaçtırEğer buğday tanesini evde bırakırsan artmazÇünkü bu durumda sadece hava ile münaspbeti olurSadece hava ise onun gıdasına elverişli değildirEğer su içerisinde bırakırsan artmazEğer susuz bir arazide bırakırsan artmazAksine sulu bir arazi lâzımdırO arazinin suyu toprağına karışır, çamur haline gelir.

İnsan yiyeceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık, böylece bitirdik onda taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar. . . (Abese/24-29)

Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı için bitmezBu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır.

Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık. (Hicr/22)

Rüzgârların telkihi hava, su ve toprak arasında kaynaşma meydana getirmesi demektir. Sonra şiddetli bir soğuk olursa bütün bunlar sana fayda vermezBu bakımdan yazın hararetine muhtaç olursunBöylece insanın gıdasının bu dört şeye muhtaç olduğu anlaşıldıBunların her birinin de neye muhtaç olduğuna dikkat et! Zira su, ziraat arazisine deniz, pınar, nehir ve barajlardan dökülmeye muhtaçtırO halde Allahü teâlâ'nın denizleri yarattığına, pınarları nasıl fışkırttığına, onlardan nehirleri nasıl akıttığına dikkat et!

Sonra toprak bazen yüksek olur, su ona varmazBu bakımdan Allahü teâlâ'nın bulutları yarattığına, rüzgârları bulutlara nasıl musallat kıldığına, rüzgârın o bulutları yeryüzünün her tarafına nasıl sürdüğüne dikkat et ki o bulutlar su ile yüklü olan ağır bulutlardır. Sonra dikkat et ki Allah o yağmuru yaz ve güz mevsimlerinde ihtiyaca göre nasıl araziler üzerine hayırlarla dolu olarak gönderiyor? Allahü teâlâ'nın dağları suvarıp korumak için nasıl yarattığına, o dağlardan tedricî olarak pınarları nasıl fışkırttığına dikkat et! Eğer o dağlardan su birden çıkmış olsaydı muhakkak memleket batar, ziraat ve hayvanlar helâk olurduAllah'ın dağlar, bulutlar, denizler ve yağmurlardaki nimetlerinin sayılması mümkün değildir.

Hararete gelince, o su ile toprak arasında hasıl olmazÇünkü bunların ikisi de soğukturlarBu bakımdan Allah'nın güneşi nasıl müsahhar kıldığına, yerden uzak olmasına rağmen bazen yeri ısıttığına, başka bir zamanda ısıtmadığına dikkat et! Böylece serinliğe ihtiyaç olduğu zaman serinlik hasıl olurHararete ihtiyaç olduğu zaman hararet olurBu, güneşteki nimetlerden bir tanesidirGüneşte o kadar hikmetler vardır ki saymakla bitmez.

Sonra bitki yerden yükseldiği zaman, meyvelerde bir bağlanma ve katılık hasıl olurBu bakımdan onlar, kendilerini oluşturan bir neme muhtaçtırlarO halde Allahü teâlâ'nın ay'ı yaratmasına dikkat et! Allah ısıtmayı güneşin özelliği olarak yarattığı gibi nemlendirmeyi de ayın özelliği olarak yarattıBu bakımdan ay meyveleri olgunlaştırırHakîm ve yaratıcı olan Allah'ın takdiri onları renklendirirBu nedenle eğer güneş, ay ve diğer yıldızların ışığının ağaçların üzerine düşmesini engelleyen bir gölgelik olursa ağaçlar cılız ve eksik olurlarHatta küçücük bir ağaç büyük ağacın gölgesinde kaldığı zaman bile cılızlaşır.

Ay'ın nemlendirmesini, şu tecrübeyi yapmak sûretiyle sen de anlayabilirsin: Geceleyin başını açtığında zükkâm denilen rutubet başının üzerinde çoğalırO halde senin başını ıslattığı gibi, meyveyi de ıslatırÖyleyse sayıp dökülmesinde (burada) bir ihtiyaç olmayan bir şeyi uzatmayalım.

Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için yaratılmış ve teshir edilmiştirNasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye teshir edilmişse. . . Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği birçok hikmetlerden uzak olsunEğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâşu ayetler doğru olmazdı:

Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! (Âl-i İmrân/191) ,

Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık. (Duhân/38)

Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildirÂlemin tamamı bir şahıs gibidirOnun cisminin cüzleri onun azaları gibidirOnlar yardımlaşırlarTıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi,. . Bunun izahı oldukça uzun sürer.

Yıldızların, güneş ve ayın Allah'ın emriyle birtakım eşyada musahhar kılınmalarına ve o eşyanın hikmetin hükmüyle onlara sebep olmalarına îman etmenin şeriata aykırı olduğunu ve şeriatta yıldız ilmiyle meşgul olmayı yasaklayan hüküm bulunduğunu zannetmen uygun değildir.

Yıldızlar hususunda yasaklanan şu iki şeydir:

Birincisi: Yıldızların meydana getirdiği tesirleri kendi başlarına yaptığına ve onların kendilerini yaratan ve kahrının altına alan bir tedbirin emrinde olmadığına inanmandır ki bu inanç küfrün ta kendisidir!

İkincisi: Müneccimleri (yıldız ilmiyle meşgul olanları) haber verdikleri hususların tafsilâtında tasdik etmektir! Onların haber verdikleri şeylerde halk tabakası, onları idrâk etmek hususunda onlarla müşterek değildirlerÇünkü müneccimler cehaletten konuşurlar.

Muhakkak ki yıldızların ilmi, bazı peygamberlerin mucizesi idi. Sonra o ilim kalktıO ilimden dünyada ancak karışık bir kalıntı kaldıİşte orada doğru yanlıştan ayırdedilemezBu bakımdan yıldızların Allahü teâlâ'nın izniyle bitki ve hayvanlarda hâsıl olan birtakım tesirlerin sebepleri olduğuna inanmak, dinde herhangi bir zarar vermezAksine bu hakikattirFakat cehaletle tafsilâtlı bir şekilde, bu tesirleri bildiğini iddia etmek dine zarar verirBu nedenle beraberinde bir elbise varsa onu yıkayıp kurutmak istediğinde başkası sana 'Elbiseyi çıkar, yayÇünkü güneş doğdu, hava ısındı' diyen kimseyi yalanlamak gerekmezHavanın ısınmasını, güneşin doğuşuna bağladığından dolayı onun sözünü inkâr etmek de gerekmezYine bir insanın yüzünün bozulmasının sebebini sorduğunda o insan sana 'Güneş beni çarptı ve yüzümü simsiyah etti' dese, onu bu sözünden dolayı yalanlaman gerekmez.

Diğer tesirleri de buna kıyas et! Ancak tesirlerin bazısı malûm ve bazısı meçhuldürMeçhul olanda ilim iddia etmek caiz değildirMalûm olanın da bazısı, güneşin doğuşu ile hararet ve ışığın meydana gelmesi gibi, bütün insanlar için malûmdurBazısı da ay'ın doğuşu ile zükkâmın hâsıl oluşu gibi bir kısım insanların malûmudurMadem durum budur, yıldızlar boşuna yaratılmamışlardırOnlarda sayılmayacak kadar hikmet vardır.

Bunun için Hazret-i Peygamber göğe bakarak şu âyeti okumuştur:

Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadınSen yücesin, bizi cehennem ateşinden koru! (Âl-i îmran/191)

Sonra Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bu âyeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!65

Yani 'Şu kimse ki âyeti okuyup bu âyet hususunda düşünmeyi terkeder, göklerin melekûtundan sadece göğün rengini anlar ve yıldızların ışığını bilmekle iktifa eder, başka hikmetlerinden gâfil kalır', işte ona yazılar olsun!

Bu durumu hayvanlar da bilirBu bakımdan göklerden sadece bu kadar anlayışla iktifa eden bir kimse bu âyet-i celîle ile bıyığını büken bir kimsedir.

Allahü teâlâ için göklerin melekûtunda, âfaklarda, nefislerde, hayvanlarda birçok acaiplikler vardırAllah'ı sevenler o acaipliklerin marifetini talep ederler; zira bir âlimi seven bir kimse, durmadan o âlimin yazdığı kitabları aramakla meşgul olur ki onun ilminin acaipliklerine daha fazla vâkıf olup daha fazla sevsin! Allah'ın sanatının acaipliklerindeki durum da böyledir; zira âlemin tamamı Allah'ın tasnif buyurduğu bir kitabdırHatta yazarların yazdıkları da kullarının kalpleri vasıtasıyla telif ettiği kitabının cümlesindendirEğer sen herhangi bir tasnife hayret edersen, o kitabın yazarına değil, musannifi, o vermiş olduğu hidayet, doğruluk ve tarif vasıtasıyla c kitabı yazmaya muvaffak edene hayret et!

Teşbihte hata olmasın, kuklacının oyuncaklarının oynadığını, gülünç harekette bulunduklarını gördüğün zaman, oyuncaklara hayret etmezsinÇünkü onlar oynatılan paçavralardır, oynayan değildirlerFakat onları gözlerden gizli ince iplerle hareket ettiren oyuncunun maharetine hayret edersin.

65) Salebi, (İbn-i Abbâs'tan)

Bitkinin gıdası ancak su, hava, güneş, ay ve yıldızlarla ve ancak merkezleri bulunan feleklerle tamamlanırlarFelekler de an cak hareketleriyle tamamlanırlarFeleklerin hareketi de ancak felekleri harekete geçiren semavî meleklerle tamamlanır.

Böylece bu durum, uzak sebeplere kadar uzanırBiz o sebeplerin zikrini, söylediğimiz ile söylemediğimize dikkati çekmek için bıraktıkO halde bitkilerin gıdasının sebeplerinden bu kadarla iktifa edelim.

Beş

Bütün bu yiyecekler bir yerde bulunmazlar, onların özel şartları vardırBu şartlardan dolayı bazı yerlerde bulunur, bazı yerlerde bulunmazlarHalk yeryüzüne dağılmıştırBazen yiyecekler onlardan uzak olurOnlarla yiyecekler arasına denizler ve kara parçaları girerlerBu bakımdan tüccararın müsahhar edip, onlara mal sevgisini ve kâr servetini nasıl musallat kıldığına dikkat et! Oysa çoğu zaman onlar olmaz, onlar ancak toplar; onların derlediklerini de ya gemiler batırır veyahut da yol kesiciler yağma ederler veya onlar bazı memleketlerde ölürerOranın idarecileri de o malları alırTüccarların en güzel durumları; mallarının varislere kalmasıdırOysa eğer bilirlerse, varisler onların en şiddetli düşmanıdırlarAllahü teâlâ'nın cehalet ve gafleti tüccarlara nasıl musallat kıldığına, kâr talebinde şiddetlere göğüs gerdiklerine, tehlikelere dalıp kârların hülyasıyla denizde sefere çıkmalarına ve yiyecekleri ve ihtiyaçları doğu ve batının en uzak memleketlerinden alıp getirmelerine dikkat et!

Allahü teâlâ'nın onlara gemi sanatını ve gemiye nasıl binileceğim öğretmesine dikkat et! Allahü teâlâ'nın hayvanları nasıl yarattığına, onları karada binmek ve yüklemek için nasıl musahhar kıldığına bir bak! Devenin nasıl yartıldığına bir bak! At'ın nasıl yaratıldığına, nasıl hızlı gittiğine bir bak! Merkebe bak! Yorgunluğa karşı nasıl sabırlı davranıyorDevelere bak! Uzun çöl yollarını nasıl kat ediyor? Susuz ve aç olduğu halde ağır yüklerin altında merhaleleri nasıl aşıyor?

Allahü teâlâ'nın tüccarları gemileri ve hayvanları vasıtasıyla kara ve denizde nasıl gezdirip ve diğer ihtiyaçları yükleyip getirttiğine dikkat et! Hayvanların muhtaç olduğu gemileri düşün!

Gemilerin muhtaç olduğu maddeleri düşün! Allahü teâlâ, ihtiyaç hududuna kadar bütün bunları yaratmıştırİhtiyaçtan fazla da yaratmıştırFakat bunları saymak mümkün değildirBu, sayıların dışına çıkan harici şeylere sirayet ederBiz kitabı uzatmamak için sözü kısa kesmek istiyoruz.

Altı

Bitkilerin ve hayvanların, olduğu gibi parçalanıp yenilmesi mümkün değildirHer birinde ıslah etmek, pişirmek, bazısını bazısının içerisine atmak suretiyle terkib ve tasnif yapmak ve daha sayılmayacak kadar birçok işler lazımdırHer yemek için bunu saymak uzarBu bakımdan biz her ekmeği ele alalım: O tek ekmeğin, tohumu yere ekilip yenecek dereceye gelinceye kadar nelere muhtaç olduğuna bakalım.

Bu bakımdan o ekmek, ekilmek için önce çiftçiye muhtaçtır, çiftçi önce toprağı ıslah etmelidir. Sonra çift sürecek öküz ve saban ile diğer şeylere ihtiyaç vardırBundan sonra bir müddet sulamaya ihtiyaç vardır. Sonra yeri yabani bitkilerden temizlemek, sonra biçmek, sonra dövmek, sonra samandan temizlemeye ihtiyaç vardır. Sonra öğütmek, sonra hamur yapmak, sonra ekmek yapmaya ihtiyaç vardır.

Bizim zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz, bu fiillerin sayılarını düşün.

Bu hususta insanın muhtaç olduğu demir, ağaç, taş ve benzeri aletlerin sayısını düşün.

Sanatkârların saban, öğütme ve ekmek aletlerini ıslah etmekte muhtaç oldukları şeyleri düşün!

Marangoz, demirci ve benzeri kimseleri düşün!

Demircilerin demire, bakıra, kalaya olan ihtiyacını düşün!

Allahü teâlâ'nın dağları, taşları ve madenleri nasıl yarattığını, yeryüzünü nasıl komşu kıtalara böldüğünü düşün!

Ey miskin! Eğer incelersen bilirsin ki bir tek ekmeğin yemeye elverişli hâle gelinceye kadar en azından bin sanatkârın elindeng eçmesi gerekirBu bakımdan suyu indirmek için bulutları sevkeden melekten tut da melekler cihetinden yapılan amellerin en sonuncusuna kadar, ta ki sıra insanın ameline varıncaya kadar gel! Göreceksin ki bir ekmek binlerce kişiye muhtaçtırHer sanatçı, halkın maslahat vasıtasıyla tamamlanan sanatların köklerinden bir köktür. Sonra o aletlerdeki insan emeğinin çokluğunu düşün!

Hatta küçücük bir alet olan iğnenin faydası senden soğuğu uzaklaştıran elbiseyi dikmektirOnun sûreti iğne olmaya elverişli bir demirden oluşmazAncak iğnecinin elinden yirmi beş defa geçtikten ve her defasında başka bir ameliyeye tâbi tuttuktan sonra olurEğer Allahü teâlâ memleketleri bir araya getirmeseydi, kulları müsahhar kılmasaydı, otları biçmek için orağa ihtiyacın olduğunda ömrün tükenirdi, yine de orağı edinmekten aciz kalırdınDikkat etmez misin, Allahü teâlâ, necis bir meniden yaratmış olduğu kulunu, bu acaip işleri yapmaya nasıl şevketmiş?! Bu garip sanatları yapmayı ona nasıl ihsan etmiştir? Mesela makasa bakOnun iki tarafı, birbirine uygun iki makas ağzıdırlarBiri diğerinin üzerine kapanırBir şeyi beraberce ve çabukça keserlerEğer Allahü teâlâ fazilet ve keremiyle makası edinme yolunu bizden öncekilere keşfettirmeseydi biz makası kendi fikrimizle edinmeye muhtaç olsaydık, sonra demiri taştan çıkarmaya, makasın çalıştığı aletleri yapmaya muhtaç olsaydık ve bizim her birimiz de Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) kadar yaşayıp, dünyanın en mükemmel aklına sahip olsaydık yine de sadece bu makas aletini ıslah etmekteki yolu çıkaramazdıkBırak diğer âletleri yapmak şöyle dursun! O halde göz sahiplerini kör olanlara bu hususta ilhak eden, peygamberleri bu hususu açıklamaktan meneden Allah ortaktan münezzehtir.

Eğer memleket değirmenciden veya demirciden veya işlerin en düşüğü olan hacamat yapandan veya örücüden veya diğer sanatların birinden boş olursa, sana isabet eden sıkıntıyı ve işlerinin nasıl sarsılacağını düşün! Bu bakımdan kulların bazısını diğerine müsahhar kılan Allah ortaktan münezzehtirBununla meşiyeti yerini buldu ve hikmeti tamamlandı.

Biz bu husus hakkında da sözü kısa keselimÇünkü gaye sonuna kadar saymak değil de nimetlere dikkati çekmektir.

Yedi

Yiyecekler ve başka şeyleri ıslah eden sanatkârların fikirleri ayrılırsa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerinden nefret ederlerse, muhakkak dağılır ve birbirlerinden uzaklaşırlardıBazısı bazısından istifade etmezdiVahşi hayvanlar gibi olurlar, bir yere sığmazlar, onları bir hedef bir araya getirmezdi.

Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın onların kalplerini nasıl birleştirdiğine ve kaynaştırdığına, onlara muhabbeti nasıl musallat kıldığına dikkat et!

Ve onların kalplerinin arasını birleştirdiSen yeryüzünde bulunan herşeyi herşeydin yine onların kalplerini birleştiremezdinFakat Allah onların aralarını birleştirdi. (Enfâl/63)

Tanışmak ve yakınlaşmak için onlar bir araya geldiler ve muhabbet kurdularŞehirler ve memleketler bina ettiler, birbirlerine komşu olarak evler ve meskenler yaptılar, çarşılar, hanlar ve meskenler gibi sayılması uzun sürecek diğer şeyleri tertip ettiler. Sonra bu sevgiyi, sürtüştükleri birtakım hedefler ortadan kaldırırİnsanın tabiatında kabalık, hased ve başkası ile münakaşa etmek vardırBu da vuruşmaya, nefret etmeye sirayet ederBu yüzden Allahü teâlâ'nın onların üzerine saltanat sahiplerini nasıl musallat kıldığına, onlara kuvvet, silah ve sebeplerle nasıl yardım ettiğine, onların korkusunu kendilerine ister istemez itaat etsinler diye halkın kalbine nasıl attığına, sultanları memleketin ıslah yoluna nasıl hidayet ettiğine dikkat et! Öyle ki onlar, bir şahsın parçaları imiş gibi memleketin parçalarını tertip ettilerBir hedef için yardımlaştılar ki onların bazısı bazısından faydalanırMesela reisler, kadılar, hapishane ve çarşıları idare eden kimseler tertip ettilerHalkı kanunlara uymaya mecbur ettilerHalka müsaade etmeyi ve yardımlaşmayı gerekli kıldılarÖyle ki demirci kasaptan, kuyumcudan ve diğerlerinden faydalanırOnların hepsi demirciden faydalanırHaccam çiftçiden, çiftçi haccamdan faydalanırHerbiri diğerinden faydalanırBu da tertiplerinin bir arada olmalarını ve bir sultanın tertibi ve derlemesi atında inzibata bağlanmalarının sebebi ile olurTıpkı aynı bedenin azaları birbirinden faydalandığı gibi. . .

Dikkat et! Allahü teâlâ peygamberi (aleyhisselâm) gönderdi ki onlar halkı idare eden sultanların halini ıslah etsinlerSultanlara halk arasındaki adalaeti korumak ve halkı zaptetmek hususundaki siyaset kanunlarının teşriini, imamlık (padişahlık) , saltanat ve fıkıh ahkâmını onlara öğretsinlerOnlar bu ahkâm ile dünyanın ıslahına hidayet olundularOnlara dinin ıslahından fazla olarak bunları da öğrettiler.

Allahü teâlâ, peygamberleri melekler vasıtasıyla ıslah ettiMe-leklerin bazısını da diğerleriyle ıslah etti ki bu zincirleme kendisiyle Allah arasında vasıta bulunmayan mukarreb meleğe varıncaya kadar devam eder.

Bu bakımdan fırıncı hamuru pişirirDeğirmenci öğütmekle, çiftçi biçmekle taneyi ıslah ederDemirci çift aletlerini ıslah ederMarangoz demircilik aletini ıslah eder ve böylece yemek aletlerini ıslah eden bütün sanat sahipleri de mütalaa edilmelidirSultanlar sanatkârları, peygamberler varisleri bulunan âlimleri, âlimler sultanları, melekler peygamberleri ıslah ederlerBu iş her nizamın kaynağı, her güzelliğin, her tertip ve telifin menşei olan rubûbiyet huzuruna varıncaya kadar devam ederBütün bunlar rablerin rabbinin, sebeplerin müsebbibinin nimetleridir.

Biz bizim (uğrumuz) da mücahede edenleri elbette yollarımızı gösteririz. (Ankebût/69)

Eğer O'nun fazilet ve keremi olmasaydı muhakkak biz bu nimetlerin marifetine kendiliğimizden varamazdıkEğer O'nun nimetlerinin künhünü ihâta etmek tamahkârlıktan bizi korumasaydı, muhakkak biz o nimetleri ihâta edip sonuna kadar saymaya heves ederdikFakat Allahü teâlâ, kudret hükmüyle bizi böyle yapmaktan uzaklaştırdı ve şöyle buyurdu:

Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız! (Nah/18)

Eğer biz konuşursak onun izniyle konuşmaya dalarızEğer susarsak onun kahrıyla susarızZira onun menettiğini hiç kimse veremezOnun verdiğini de hiç kimse menedemez; zira biz ölümden önce hayatımızın dakikalarının herbirinde kalplerin kulağı ile cebbâr olan padişahın çağrısını dinliyoruz: Allah şöyle buyurmaktadır: 'mülk bugün kimindir?' hiç kimse buna cevap veremezAllahü teâlâ şöyle der:

Kahhar (her şeye galip ve) tek olan Allah'ındır. (Gâfir/16)

Bu bakımdan bizi kâfirlerden ayıran, hayatlar sona ermeden önce bize bu çağrıyı dinleten Allah'a hamd olsun!

Sekiz

Daha önce, peygamberleri ıslah edip, hidayet etmek ve onlara vahyi tebliğ etmek ile meleklerin yaratılışındaki ilâhî nimetten anlattığımız şeyler senin malûmundurMeleklerin sadece bunları yaptıklarını zannetme! Çokluğu ve mertebelerinin tertibi ile meleklerin tabakaları kısaca üç tabakaya inhisar eder:

A) Arzî (yeri idare eden) melekler,

B) Semâvî (gökleri idare eden) melekler,

C) Hamelet'ül-Arş (Arşı yüklenen) melekler.

Allahü teâlâ'nın melekleri sana hidayet, irşad ve başka vazifelerde değil yemeğe ve daha önce bahsettiğimiz gıdaya dönüşen hususlarda vekil kıldığına dikkat et!

Fakat bunların herbir parçasını, bitki parçalarından her birini en az yedi melek, bazen on, bazen yüz, bazen de yüzden daha fazla melek, gıdalandırmakta vekil kılınmışlardır.

İzahı şudur: Gıdanın mânâsı, yok olan gıda parçasının yerine başka bir parçanın geçmesidirBu gıda, sonunda kan olur, sonra et ve kemik olurEt ve kemik olduğu zaman, gıdalanma tamamlanır.

Kan ile et, marifet, kudret ve ihtiyarı olmayan cisimlerdirOnlar kendiliğinden harekete geçmezKendi kendisine durup dururken bozulmaz, sadece tabiat da bunları değişik kalıplara sokmaya kâfi değildirNasıl ki buğday kendiliğinden un, hamur, ekmek olmazsa, ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olursa, işte öyle!

Tıpkı bunun gibi kan kendiliğinden, et, kemik, sinir ve damar olmazAncak bir sanatkâr vasıtasıyla olurİç âlemdeki sanatkârlar meleklerin ta kendisidirNasıl ki zâhirdeki sanatkârlar memleketin ahâlisinin ta kendisi ise. . .

Allahü teâlâ zâhir ve bâtında nimetlerini senin üzerine dökmüştürBu bakımdan onun bâtınî nimetlerinden gâfil olman uygun değildir.

Öyleyse derim ki gıdayı et ve kemiğe dönüştüren bir melek lâzımdır; zira gıda kendiliğinden hareket etmez.

Başka bir melek lâzımdır ki onun komşuluğunda gıdayı tutsun.

Üçüncü bir melek lâzımdır ki ondan kan yapsın.

Dördüncü bir melek lâzımdır ki ona kan, sinir veya kemik şeklini versin.

Beşinci bir melek lâzımdır ki gıdanın ihtiyacından fazla olan fuzulî maddeyi uzaklaştırsın.

Altıncı bir melek lâzımdır ki kemik sıfatını kazananı kemikle, kan sıfatını kazananı da kanla birleştirsinBöylece ayrı bir parça olması

Yedinci bir melek lâzımdır ki yapıştırmada miktar ve hassas ölçüleri gözetsinYuvarlaklığını, enliğini, boşluğunu yapıştırsın ve her birini ihtiyaç miktarı kadar korusun, çünkü melek, mesela gıdadan, çocuğun burnu üzerine konması gereken parçayı baldırına koyarsa baldır oldukça büyürBurun delikleri iptal olunurSûret ve yaratılış oldukça çirkinleşir.

İnceliğine rağmen göz kapaklarına, berraklığına rağmen gözbebeğine, kalınlığına rağmen baldırlara, katılığa rağmen kemiğe, miktar, şekil bakımından bunların herbirine uygun olanı sevketmesi gerekir, aksi takdirde sûret iptal olunurAzaların bazısı büyük, bazısı zayıf ve küçük olurKısmet ve taksitte adil olan melek, eğer buna riayet etmezse, çocuğun başına ve bedeninin diğer yerlerine gıdadan ayaklarından birinin büyümesine vesile olan birşey sevkederse o ayak, olduğu gibi kalır, bütün beden büyürŞişman ve tek ayaklı bir şahsın ayağı çocuk ayağı gibi olursa bu kimse asla o ayaktan istifade etmezBu bakımdan taksimdeki bu ince hesabı gözetmek meleklerden birine havale edilmiştirZannetme ki kan, kendi tabiatıyla şeklini tayin ediyor; zira bu işleri tabiata havale eden kimse ne dediğini bilmeyen bir cahildir.

İşte bu vazifeleri yapan arzî meleklerdirOnlar sen uykuda istirahat edip, gaflet içerisinde dönerken seninle meşguldülerOnlar senin içindeki gıdayı ıslah ettikleri halde sen onlardan haberdar olamazsınBu durum, parçalanmayan kısımlarının her birinde vardırHatta göz ve kalp gibi bazı parçalar yüz melekten daha fazlasına muhtaçtırBiz kısa kesmek için bunun tafsilatını bıraktık.

Arzî meleklerin imdadı, hakikati ancak Allah tarafından bilinen malûm bir tertip üzere semavî meleklerden gelir.

Semavî melekler de hamlelet'ül-arş meleklerinden imdad alırlarTeyid, hidayet ve tasdîd ile hepsine nimet eden Müheymin, Kuddüs, mülk ve melekûtun biricik sahibi, izzet ve ceberrûtun mâliki, gökler ve yerin cebbârı, mülkün, celâl ve ikramın sahibi olan Allah'tır!

Gökler, yer, bitkiler ve hayvanların parçalarını, hatta yağmur tanelerini, bir taraftan diğer bir tarafa kayan bulutların her birini idare eden melekler hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çokturBu nedenle hadislerle delil göstermeyi terkettik.

Soru: Neden bu fiillerin tümü bir meleğe teslim edilmedi de yedi meleğe ihtiyaç duyuldu? Oysa buğday da önce öğütene, sonra eleyene, su katana, hamur yapana, ekmek yapana, inceltene, tandıra yapıştırana muhtaçtırFakat bütün bu vazifeleri tek başına bir kişi yaparNeden meleklerin batınî amelleri, insanların zâhirî amelleri gibi olmadı?

Cevap: Meleklerin yaratılışı insanın yaratılışına muhaliftirOnlardan hiçbir melek yoktur ki sıfatı müstakil bir şekilde olmasınAsla onlarda terkib ve karışma bulunmaz, Bu bakımdan her melek için bir tek fiil vardır.

Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır. (Sâffât/164)

Bu nedenle melekler arasında mücadele ve kavga yokturHer' birini bir mertebeye tayin etmenin, kendisine bir fiili havale etmenin misali, beş duyunun misâli gibidir; zira göz, sesleri idrâk etmekte kulakla sürtüşmezKoku duyusu onlarla mücadele etmezOnların ikisi de koku duyusu ile mücadele etmezlerEl, ayak gibi değildir; zira sen ayağın parmaklarıyla ancak küçük birşey yapabilirsinBöylece ayak elle sürtüşürBazen de başkasına başınla vurursunBöylece baş, vurma aleti olan elle mücadele etmiş olurMelekler, tek başına öğütmeyi, hamur yapmayı ve ekmek yapmayı yürüten bir insan gibi de değildir; zira bu, bir nevi eğrilmektir ve adaletten bir nevi kaymadırBunun sebebi de insanın sıfatlarının ve isteklerinin değişikliğidir; zira insanın sıfatı bir örnek değildirBu bakımdan fiili de bir olmaz.

Bu nedenle insanı, bazen Allah'a isyan eder, başka bir zaman da itaat eder görürsünÇünkü insanda istekler ve sıfatlar değişiktirBu durum meleklerin tabiatında mümkün değildirMelekler, itaat üzere yaratılmışlardırOnlarda isyan imkânı yokturŞüphesiz ki onlar Allah'a, emrettiği hususta isyan etmezlerKendilerine ne emredilmişse onu yaparlarGevşemeden gece gündüz tesbih ederlerO meleklerden rükûa varan daima rükûdadırSecdeye varan daima secdededirKıyamda olan melek de devamlı kıyamdadırOnların fiillerinde ne değişiklik, ne de gevşeklik vardırHerbirisinin malûm bir makamı vardır, onu geçemezOnların Allah için taatları öyle bir durumdadır ki orada muhalefet edemezlerOnların itaati senin azalarının sana itaat etmelerine benzer; zira sen gözlerini açmayı kesinlikle irade ettiğin zaman, sıhhatli olan bir göz için bazen itaat etmede tereddüt etmesi, bazen etmemesi diye birşey yokturAksine senin göz kapakların emrine veya yasağına hazır bir durumda beklerSenin işaretinle hemen açılır ve kapanırİşte bu, bir yönden meleklerin itaatına benzerFakat bir yönden de meleklere benzemez; zira göz kapağı gerek açmak, gerek kapatmak hususunda kendisinden sadır olan hareketi bilmezMelekler ise, diridirler ve ne yaptıklarını bilirlerMadem durum budur, bu arzî ve semavî melekler hususunda ve sadece yemek hakkındaki senin onlara olan ihtiyacın Allah'ın senin üzerindeki bir nimetidirDiğer hareketler ve ihtiyaçlar da başka. . . Biz onları zikretmekle kitabı uzatmadık.

İşte bu tabaka, nimet tabakalarından başka bir tabakadırO tabakaların tümünü saymak mümkün değildirAcaba bu tabakaların altına giren fertler nasıl sayılabilir? Allahü teâlâ, zâhir ve bâtında senin üzerine nimetlerini akıtarak şöyle buyurmuştur:

Günahın gizlisini de açığını da bırakın! (En'âm/120)

Günahın gizlisini bırakmak, halkın bilmediği hased, kötü zan, bid'at, halk için kötü şeyler düşünmek ve kalplerin diğer günahlarından ibaret olanları terketmektirBu günahları bırakmak gizli nimetlerin şükrüdürAzalarla yapılan açık günahı bırakmak da açık nimetin şükrüdürGöz açıp kapamak kadar olsa dahi Allah'a isyan eden bir kimse mesela gözün kapatılması gereken bir yerde açılması gibi göklerde, yerde ve bunların arasındaki kendisine verilen Allah'ın her nimetini inkâr etmiş olur; zira melekler, gökler, yer, hayvanlar, bitkiler ve Allahü teâlâ'nın yarattığı herşey bütünüyle kulların her biri için nimettirOnunla kulun faydalanması tamamlanmıştırHer ne kadar başkası da ondan fayda görse bile; zira göz kapağı her açıldığında Allahü teâlâ'nın o kapakta iki nimeti vardır.

Bir de Allahü teâlâ her kapakta birçok adaleler yaratmıştırOnların telleri ve dimağa bağlı ipleri vardırO iplerle kapağın aşağı inmesi tamamlanırAşağı kapağın yükselmesi sağlanırHer kapağın üzerinde siyah kıllar (kirpikler) vardırOnların siyahlığındaki ilâhî nimet ise, onun gözün ışığını toplamasıdır; zira beyazlık ışığı dağıtırSiyahlık ise toplarOnu bir saf halinde tertip etmekte ilâhî bir nimet vardırKüçük böcekleri gözün içine girmekten menetmek ve havadaki pislikleri (mikropları) Allahü teâlâ'nın o tüylerin her birinde kökünün yumuşaklığı, yumuşaklıkla beraber dik bir şekilde konması bakımından iki nimeti vardır ve kirpiklerin birbirine geçmesinde hepsinden daha büyük bir nimet vardırO da havanın tozu bazen gözü açmaktan menederEğer kapatılırsa, göz görmezBu bakımdan alt ve üst kirpikleri birbirine girecek kadar sık bir şekilde bir araya getirmiştirDolayısıyla o kıllar harici bir kirin göze girmesine mâni olurAma görmeye mâni olmaz. Sonra göz bebeğine bir toz girerse kirpiklerin kenarları aynayı örten gibi, göz bebeğinin üzerine kapanıp koruyacak halde yaratılmıştır.

İnsan gözünü birkaç defa açıp kapadığında kirpikler sayesinde göz bebeği tozdan temizlenirPislikler gözün dışına ve kirpiklerin arasına çıkmış olurSivrisineğin göz kapağında kirpik yaratılmadığı için, sineğe iki el verildiOnun o ellerle göz bebeklerini temizlediğini ve sildiğini görürsün!

Bu kitabın esasından daha fazla uzaklaşmamak için nimetlerin tafsilâtını saymayı terkettikEğer zaman mühlet verir, tevfîk de yardım ederse onun için müstakil bir kitap yazmayı düşünüyoruzO kitapta nimetlerin tafsilatını beyan edeceğizBiz o kitaba Acaib-i Sun'illah (Allah'ın Sanatının Acaiplikleri) adını vereceğizBu bakımdan biz şimdi hedefimize dönelim.

Nâmahrem bir kimseye bakan, Allah'ın, kirpiklerdeki nimeti olan gözü inkâr etmiş olur; zira kirpikler ancak göz ile kâim olurGöz, ancak baş ile kâimdirBaş, ancak bütün beden ile, beden de ancak gıda ile kâimdirGıda su, yer, hava, yağmur, bulut, güneş ve ay'a muhtaçtır.

Bunların hiçbir şeyi gözsüz olmazGökler de meleksiz olmaz; zira hepsi birşey gibidirBazısı diğerine bağlıdırBedenin azalarının birbirine bağlı oluşu gibi. . . .

Bu bakımdan bu kişi varlıktaki bütün nimetleri, yerden Süreyya yıldızına kadar inkâr etmiş olur, hiçbir felek kalmazHiçbir melek, hiçbir hayvan, hiçbir bitki ve hiçbir cemaat yoktur ki ona lanet okumasınBu sırra bianen haberlerde şöyle varid olmuştur: 'İnsanların toplandığı yer, dağıldıkları zaman ya onlara lanet eder veya onlara af talebinde bulunur'Yine şöyle varid olmuştur: Âlim için herşey istiğfar ederHatta denizdeki balıklar bile'Melekler sayılması mümkün olmayan birçok lâfızlarla âsilere lanet okurlarBütün bunlar işaret eder ki bir göz açıp kapatıncaya kadar isyan etmek, mülk ve melekûtta her ne varsa hepsine karşı suç işlemektirBöyle bir kimse nefsini helâk etmiştirMeğer ki günahın arkasından onu silecek bir sevab işlemiş olsunBu takdirde lanet, istiğfar ile değiştirilirUmulur ki Allah bunun tevbesini kabul eder ve günahından vazgeçer.

Nitekim bir rivâyette şöyle buyurulmuştur;

Ey Eyyûb! İnsanlardan hiçbir kulum yoktur ki onun beraberinde iki melek bulunmasınO kulum nimetlerime karşı şükrettiği zaman yanındaki iki melek 'Ey Allahım! Onun nimetini artırÇünkü sen hamd ve şükür ehlisin' derlerBu bakımdan sen şükredenlere yakın ol! Benim nezdimde yüksek derece bakımından şükredenler kâfidirBen onların şükrüne teşekkür ederimMeleklerim onlara dua ederÜzerinde yaşadıkları yer onları severArdında bıraktıkları onlar için ağlarlar!

Her göz açıp kapamakta birçok nimetin olduğunu anladınsa, bil ki verilen ve alınan her nefeste de iki nimet vardır; zira nefes verilmekle kalpten yakıcı duman çıkarEğer o duman içten çıkmazsa, insan helâk olurNefes almakla hava kalbe varırEğer nefes borusu tıkanırsa, hava kesildiğinden dolayı kalp yanar ve o havanın getirdiği serinlik olmadığından insan helâk olurGece ve gündüz yirmi dört saattirHer saatte bin nefese yakın nefes vardırHer nefes on lâhzaya yakındırBu bakımdan her lâhzada bedeninin her parçasında bir milyon nimet vardırÂlemin parçalarının herbirinde milyonlarca nimet vardırAcaba bunun sayılması düşünülebilir mi?

Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) 'Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız' (Nahl/18) ayetinin hakîkati keşfolunduğu zaman şöyle dedi: İlâhî! Sana nasıl şükredeyim? Bedenimdeki her tüyde senin iki nimetin vardırOnun kökünü yumuşatmış, ucunu batmaz bir vaziyette yaratmışsın!'

Bir rivâyette 'Yemek içmekten başka hususlarda Allah'ın nimetlerini bilmeyenlerin ilmi az, azapları hazırdır' denilmiştirZira basiret sahibi bir kimse gözü neye ilişir, kalbine her ne gelirse, kesinlikle bilir ki orada onun için Allah'ın bir nimeti vardırBu bakımdan biz saymayı ve tafsilâtı bırakalım; zira bu mümkün olmayan birşeyi yapmaya çalışmaktır.

Şükrü Engelleyenler

İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdirNimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk birnimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd Allah'a mahsustur) , eşşükrü lillah (Şükür Allah'a mahsustur) demek olduğunu zannederler.

Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektirBu da ibadettirBu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder.

Nimetlerden gâfil olmanın birçok sebepleri vardırSebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştirBu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymazOnların hava nimetinden ötürü Allah'a şükrettiklerini görmezsin.

Eğer bir kişi onların gırtlaklarına bir dakika yapışıp, hava kesilinceye kadar sıkarsa derhal ölürlerEğer sıcak bir hamamda veya havası ağır ve rutubetli bir kuyuda hapsedilirlerse, üzüntüden ölürlerEğer onlardan biri bu şeylerin biriyle müptelâ olur, sonra kurtulursa, çoğu zaman bunu nimet olarak takdir eder ve Allah'a bundan dolayı şükrederBu ise cehaletin koyusudur; zira onların şükretmeleri nimeti kendilerinden aldıktan sonra kendilerine geri vermeye bağlıdırOysa bütün hallerde nimete karşı şükretmek sadece bazı hallerde şükretmekten daha evlâdırGözü gören bir insanı gözünün sıhhatinden dolayı Allah'a şükreder görmezsinAncak gözü kör olduktan sonra eğer kendisine geri verilirse şükreder ve nimet sayarAllah rahmetinin geniş olmasından ötürü bütün halka bunu vermiştirHer durumda halk için bol bol ihsanda bulunmuşturFakat cahil bunu nimet saymazBu cahil kötü köle gibidirDaima dövülmeyi hakeder, bir saat dövülmedi mi onu canına minnet sayarEğer daima dövülmezse rahatlık batar, şükrü terkederİnsanlar çok veya az kendisine özel olarak verilen mala karşı şükrederler, Allah'ın bütün insanlara ortak olarak vermiş olduğu bütün nimetleri unuturlar.

Nitekim bir kişi fakirliğini basiret sahiplerinden birine şikayet etti ve bundan çok üzüldüğünü belirttiO basiret sahibi ona dedi ki: 'Senin iki gözünün kör olup onbin dirhemin olması seni sevindirir mi?' Adam 'Hayır!' dediBasiret sahibi 'Dilsiz olup onbin dirhemin olmasını ister misin?' dediAdam 'Hayır!' dediBasiret sahibi 'O halde Mevlânın senin yanında ellibin dirhem değerinde nimetleri olduğu halde şikayet etmeye utanmıyor musun?' dedi.

Hikâye olunuyor ki kurrâdan biri çok fakir düştüHatta dünya kendisine daraldıRüyasında biri kendisine şöyle dedi: 'İster misin, biz sana Kur'ân'ın En'âm sûresini unutturalım da bin dinar verelim?' Kurra 'Hayır!' dediO zat 'Hûd sûresini?' dediKurra 'Hayır!' dediO zat 'Yûsuf sûresini?' dediKurra 'Hayır!' dediBunun üzerine o zat birkaç sûre daha saydı sonra şöyle dedi: 'Senin yanında yüzbin dinar kıymetinde birşey (Kur'ân) olduğu halde şikayet ediyorsun!' Kurra kendisinden o üzüntü uzaklaştığı halde sabahladı.

İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdiHalife 'Bana nasihat et' dediİbn Semmak, halifeye 'Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın? Halife 'Evet! Alırım!' dediİbn Semmak 'Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?' Halife 'Evet, vazgeçerim' dediİbn Semmak 'O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!' dedi.

Böylece anlaşıldı ki Allah'ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktürTabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettikBu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelimHiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, Allah'tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin!

O nimette bütün insanlar değil, az kimseler kendisiyle ortaktırlarBazen de hiç kimse onunla ortak değildirBunu, her kul üç şeyde ikrar eder: Akılda, yaratılışta ve ilimde. . .

Akıl

Akla gelince, Allah için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda Allah'tan razı olmasınİnsanların en akıllısı olduğuna inanırAllah'tan akıl talep eden çok az kimse vardırAkıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandırBu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, Allah'a şükretmesi kendisine vâcib olurEğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettirBu bakımdan toprağa gömdüğü bir hazineden ötürü kişi sevinir ve ona karşılık şükrederEğer onun haberi olmadan hazine çıkarılırsa, onun sevinci ve şükrü devam ederÇünkü o hazine kendisi için daha yerde gömülü duruyor gibidir.

Halk/Yaratılış

Yaratılışa gelince, hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsunZemmettiği birtakım ahlâkları müşahede etmesinKendisinin o kötü ahlâklardan uzak olduğunu sandığı için zemmederHalkın zemmi ile meşgul olmadığı zaman Allah'ın şükrüyle meşgul olması en uygunudur; zira Allah onun ahlâkını güzelleştirmiş, başkasına da kötü ahlâkı mübtelâ kılmıştır.

İlim

İlme gelince, nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yokturOnun bildiklerini ondan başkası bilmezEğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olurAcaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki Allah'ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildirÖyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen Allah'ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? Allah onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştirBaşkası mutlali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir.

İşte bunlar özel üç nimettirHer kul bunu itiraf eder.

Ya mutlak bir şekilde oraya bazı şeylerde. . . Bu bakımdan biz bu tabakadan da genel olan bir tabakaya inelim.

Allahü teâlâ'nın, sûretinde, şahsında, ahlâklarında, sıfatlarında, ailesinde, evladında, meskeninde, memleketinde, arkadaşında, akrabalarında, izzetinde, mertebesinde veya sevdiği diğer şeylerde birtakım şeyleri rızık olarak vermediği hiçbir kul yokturEğer o rızıklar kendisinden alınıp başkasına verilirse buna razı olmazBunlar dâ onun kâfir değil de Mü'min, cansız değil de canlı, hayvan değil de insan, dişi değil de erkek, hasta değil de sıhhatli, ayıplı değil de sağlam yaratılması gibi şeylerdirMuhakkak bütün bu özellikler her ne kadar bunlarda umumîlik varsa da bu durumlar eğer zıdlarıyal değitirilmiş olurlarsa, kişi buna razı olmazOnun birtakım durumları da vardır ki onları insanların halleriyle değiştirmezlerBu da ya halktan herhangi birisinin özel durumu ile değiştirmesi cihetinden veya halkın çoğunun özelliiyle değiştirmemesi cihetinden olur.

Bu bakımdan nefsinin durumunu başkasının durumuyla değiştirmediği zaman, onun hali başkasının halinden daha iyidir demektirÇünkü Allahü teâlâ'nın o şahıs üzerinde birçok nimetleri vardır ki o şahıstan başka bir kuluna o nimetler verilmemiştir.

Kişi nefsinin durumunu sadece bazılarının durumu ile değiştirmeye razı olursa, bu takdirde onun katında gıbta edilenlerin sayısına bakılmalıdırŞüphe yoktur ki başkalarına nisbeten onları az görürÖyleyse bu halde onun altında olan, onun üstünde olanlardan pek fazladırPeki neden hâli bakımından kendisinden üstün olana bakıp Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hor görüyor? Kendisinden aşağı olana bakıp da Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri büyütmüyor? Neden dünyasını dinine eşit tutmuyor? Acaba nefsi, yapmış olduğu bir günahtan dolayı kendisini kınadığı zaman, fâsıkların çok olduğunu ileri sürerek nefsinden özür dilemez mi? Din hususunda daima (rütbece) altında olanı bakıp üstünde olanlara bakmazO halde dünya hususunda bakışı neden böyle değildir? Halkın çoğunun hali din hususunda ondan daha hayırlıysa, öbür dünya hususundaki hali, halkın çoğunun halinden daha hayırlıdır, öyleyse ona şükretmek nasıl gerekli olmaz?

Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, Allah bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazarKim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, Allah onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!66

Madem durum budur, kim nefsini ve özelliklerini tedkik ederse, Allah'ın kendisine vermiş olduğu birçok nimetleri görürHassaten sünnet, îman, ilim, Kur'ân, sonra boş vakit, sıhhat emniyet ve başka nimetlerin kendisine verildiği bir insan ise çok daha açık bir şekilde görürBunun için 'Kim din ve dünyasında rahat ve huzur içinde olmak istiyorsa takvâca kendisinden üstün olana, malca kendisinden düşük olana baksın!' buyurulmuştur.

Allah'ın âyetleriyle zengin olmayan bir kimseyi Allah zengin etmez (veya etmesin) 67

Bu söz ilim nimetine işarettir.

Kur'ân öyle bir zenginliktir ki ondan üstün zenginlik ve onunla beraber fakirlik yoktur68

Allah kime Kur'ân'ı vermişse, o da herhangi bir kimsenin kendisinden daha zengin olduğunu düşünürse, o kimse Allah'ın ayetleriyle istihza etmiş olur69

Kur'ân'la zenginleşmeyen bir kimse bizden değildir70 Zenginlik bakımından yakîn kâfidir71

Seleften bir zat şöyle demiştir: Allahü teâlâ indirdiği kitabların bir kısmında buyurmaktadır ki:

Kulu üç şeyden müstağni kılarsam ona nimetimi tamamlamış olurum:

1Sultanın adamlarının kapısını çalmasından,

2Tedavi için doktordan,

3Başkasının elindeki servete göz dikmekten!

Şair bu durumu ifade ederek şöyle demiştir:

Gıda, sıhhat ve emniyet sana gelmesine rağmen, üzüntülü olarak sabahlarsan, üzüntü hiçbir zaman senden ayrılmasın!

Bu husustaki ifadelerin en açığı ve en güzeli, dad harfiyle konuşanların en beliği olan Hazret-i Peygamber'in şu sözüdür: 'Kim cemaatinden emin, bedeni de âfiyetli ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa sanki dünya bütün varlıklarıyla onun emrine sevkedilmiştir'.

Bütün insanları şikayet eder görürsün, bu üç işin ötesinde birtakım işlerden hoşnutsuzdurlarOysa o işler onlar için günahtırBu üç şeyde Allah'ın nimetlerine şükretmezlerBasiret sahibinin ancak marifet, yakîn ve imanla sevinmesi uygundurBiz âlimlerden öylelerini biliyoruz ki eğer şarktan garba kadar yeryüzündeki padişahların bütün varlıkları kendisine teslim edilse, ona 'Bunları ilminin bedeli olarak al' dense veya 'Bunları ilminin yüzde birinin bedeli olarak al' dense yine tenezzül edip almazÇünkü o, ilim nimetinin kendisini âhirette Allah'ın yakınlığına vardıracağını ümit ederBilakis ona 'Âhirette umduğunun hepsi sana verilecektirBu bakımdan sadece bu dünya mülkünü dünyada ilminden almış olduğun zevk ve sevgi yerine al!' dense, yine almaz.

Çünkü ilmin lezzetinin daimî olduğunu, orada mücadele, münakaşa ve bulanıklık bulunmadığını, dünya lezzetlerinin hepsinin eksik, bulanık, karışık olduğunu bilirDünya lezzetlerinin ümitlisi korkulusuna, lezzeti elemine, sevgisi üzüntüsüne karşılık olmazNitekim şimdiye kadar böyle olduDünya kaldıkça da böyle olacaktır; zira dünya lezzetleri ancak eksik akılları celbeder, aldandiği zaman da dünya onlardan uzaklaşıp isyan ederTıpkı dış görünüşü güzel olan, zengin ve serkeş bir gence süslü püslü görünen bir kadın gibi. . .

Ne zaman ki genç ona vurulursa gençte uzaklaşır, ondan gizlenirGenç artık, daimî bir sıkıntı, daimî bir meşakkat içerisinde olurBütün bu felâketler bir anlık o kadına bakmanın lezzetinden kaynaklanırEğer gencin aklı olup gözünü yumsaydı, o lezzete önem vermeseydi, hayatı boyunca sıkıntı çekmezdi.

İşte dünya ehli böylece dünyanın ağlarına girdilerDünyadan yüz çevirip dünyaya sabrettiğinden elem çektiğini söylemek uygun değildir; zira dünyaya dalan da sabretmekte, korunmakta, kazanmakta, hırsızları kendisinden uzaklaştırmakta elem çekerKaldı ki dünyadan yüz çevirenin elemi âhirette lezzete dönüşürDünyaya dalanırelemi ise âhirette başka bir eleme götürürDünyadan yüz çeviren insan nefsine şu âyeti okusun!

O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyinEğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekmektedirlerÜstelik siz Allah'tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız. (Nisâ/104)

Öyleyse şükür yolu ancak zâhir bâtın, özel ve genel nimetlerin cahili oldukları için halka kapatılmıştır.

Soru: Bu gâfil kalplerin ilâcı nedir ki Allah'ın nimetlerini sezip o nimetlerin şükrünü yapsınlar?

Cevap: Basiret sahibi kalplerin ilâcı, işaret ettiğimiz ilâhî nimetlerin sınıfları hakkında düşünmektirAhmak olan ve nimeti ancak özel olduğu takdirde nimet sayan veya nimetlerle beraber belayı hisseden kalplere gelince, bunların tedavi yolu daima kendisinden aşağı olana bakmaktırBazı sûfîlerin yaptığını yapmaktır; zira sûfîlerden bazıları hergün hastalara ve mezarlara giderCezaların tatbik edildiği yerlere, hastanelere, Allahü teâlâ'nın kullarına vermiş olduğu belaların çeşitlerini görmek için gider, sonra sıhhat ve selâmetini düşünürBöylece kalbi hastaların belasını sezdiği zaman sıhhat nimetini sezer ve Allah'a şükrederÖldürülen canileri, azaları kesilen suçluları, tâzib edilen âsîleri görür, cinayetlerden ve cezalardan korunduğundan dolayı Allah'a emniyet nimetine karşı şükreder

Mezarlara gider, ölülerin nezdinde eşyaların en sevimlisinin bir gün dahi olsa dünyaya geri gelmek olduğunu anlarDünyaya geldikten sonra Allah'a isyan eden, isyanın telâfisine çalışmalıdırİtaat eden de daha fazla ibâdete dalmalıdırÇünkü kıyâmet günü zarar etme günüdürİtaat eden bir kimse de zarar ederÇünkü ibâdetinin mükafatını görür ve şöyle der: 'Ben bu ibâdetlerden daha fazlasını yapabilirdimBazı vakitlerimi mübah şeylerde geçirdiğim için zararım ne kadar da büyükmüş'.

Asiye gelince, onun zararı açıktırBu bakımdan mezarları gördüğü ve ölüler nezdinde eşyanın en sevimlisinin kendisinin hayatta olduğu gibi hayatta olmalarını temeni ettiklerini bildiği zaman, hayatının geri kalan kısmını ölülerin yapmak için dünyaya gelmeyi temenni ettikleri ibâdete sarfeder ki dolayısıyla hayatta kaldıkça Allah'ın nimetlerini tanımış olsunBöylece kendisine mühlet verildikçe bu bilgiye önem verirO nimeti bildiği zaman şükrederHayatını ne için yaratılmış ise ona sarfederO da dünyadan âhiret için azık edinmektirİşte bu gâfil kalplerin ilacı, Allah'ın nimetlerini bilip ona şükretmektir.

Rebî b. Hayseme basireti tamam olmasına rağmen, marifetini perçinleştirmek için bu yola başvururduEvinde bir mezar kazmıştıBoynuna zincir takar o mezara yatar, sonra şu âyeti okurdu:

Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit 'Rabbim, der; 'beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim îmanı yerine getirip salih bir amelde bulunayım'. (Mü'minûn/99-100)

Sonra kalkar ve derdi: 'Ey Rebî! Sana istediğin verildiO halde isteyip de geri döndürülmezden önce ibâdette bulun'.

Şükürden uzak olan kalpleri tedavi etmekte kullanılması uygun olan formüllerden biri de nimetin şükrü yapılmadığı zaman kaçıp birdaha geri gelmeyeceği hakikatini bilmektir.

Bu nedenle Fudayl bIyâz şöyle demiştir: 'Nimete karşı şükürden ayrılmayın! Bir kavimden alındığı takdirde geri gelen çok az nimet vardır!

Seleften biri şöyle demiştir: 'Nimetler ürkektirOnları şükür ile bağlayın'Haberde şöyle vârid olmuştur: 'Allah'ın kul üzerindeki nimetleri büyüdükçe insanların ihtiyacı onun yanına düşerBu bakımdan insanların ihtiyacında gevşeklik gösteren, nimetini yok olmaya mâruz bırakır'.

Bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. (Ra'd/11)

İşte buraya kadar saydıklarınız bu rüknün tamamıdır.

66) Tirmizî

67) Irâkî hadîsi bu lâfızlarla görmediğini söylemiştir.

68) Ebû Ya'lâ, Taberânî

69) Buhârî, Tarih .

70) Tilâvet'ul'Kur'ân bölümünde geçmişti.

71) Taberânî

32-10

Sabır ve Şükrün Ortak Olduğu Yer

Soru: Nimetler hakkında söylediğin şeyler Allah'ın her varlıkta nimeti olduğuna işarettirBundan da anlaşılır ki belânın asla varlığı yokturO halde bu durumda sabretmenin mânâsı ne olabilir? Eğer belâ mevcut ise belaya şükretmenin mânâsı nedir? Oysa bazıları 'Biz nimete karşı şükretmekten fazla belaya karşı şükrediyoruz' iddiasında bulunmuşlardırBu bakımdan belaya karşı yükretmek nasıl tasavvur olunabilir? Kendisine sabretmek gereken bir şeyin şükrü nasıl yapılır? Oysa belaya karşı sabretmek elemi, şükür de sevinmeyi gerektirirElem ile sevinme zıddıdırO halde sizin 'muhakkak Allah için her var ettiğinde kullarına bir nimeti vardır' sözünüzün mânâsı nedir?

Cevap: Nimet olduğu gibi belâ da vardırNimetin isbâtına dair hüküm, belânın ispatını da içerirÇünkü nimet ile belâ zıddırlarBu bakımdan belânın yokluğu nimettir, nimetin yokluğu beladırFakat daha önce geçti ki nimet her yönden mutlak ve kayıtsız olan nimet ile ki bu nimet âhirette kulun Allah'ın komşuluğunda bulunmasının saadeti gibidir, dünyada ise îman, güzel ahlak ve yardımcıları gibidir bir yönden kayıtlı, diğer bir yönden kayıtlı olmayan nimete ayrılırBu son kısmın misali, bir yönden dini ıslah eden, bir yönden ifsad eden mal gibidirBu bakımdan belâ da mutlak ve mukayyed kısımlara ayrılırÂhirette mutlak olan belâ, bir müddet için veya daima Allah'tan uzak olmaktırDünyada ise küfür, mâsiyet, kötü ahlaktırBunlar insanı mutlaka belaya sürüklerMukayyed belâ ise fakirlik, hastalık, korku ve din hususunda değil, sadece dünya hususunda olan belânın diğer çeşitleri gibi belalardır,

Bu bakımdan mutlak şükür, mutlak nimetin karşılığıdırDünyadaki mutlak belaya gelince, bazen ona sabretmek emrolunmazÇünkü küfür beladırKüfüre sabretmenin mânâsı yokturMâsiyet de böyledirAksine kâfir bir kimsenin hakkı küfrünü terketmektirAsinin hakkı da böyledir.

Evet! Kâfir bazen kâfir olduğunu bilmezBu bakımdan kendisinde bir hastalık olup baygınlıktan veya başka bir sebepten dolayı acı duymayan bir kimse gibi olurO halde küfür üzerinde sabır yokturGünahkâr, günahkâr olduğunu bilirse, kendisine günahı terketmek düşerİnsana defetmeye muktedir olduğu belaya sabretmek emredilmez,, aksine o elemin giderilmesi emredilirSabretmek ancak giderilmesi kulun gücü dahilinde olmayan bir eleme karşı olurBu bakımdan dünyadaki sabır, mutlak belâ olmayana değil, bir yönden nimet olması caiz olana dönüşürBu nedenle bu şeyde sabır ile şükür vazifesinin bir araya gelmesi düşünülürMesela zenginliğin, insanın helâk olmasının sebebi olması caizdirHatta malından ötürü kendisi ve evlatları öldürülürSıhhatli olmak da böyledirÖyleyse bu dünya nimetlerinden hiçbirisi yoktur ki belaya dönüşmesi caiz olmasın! Fakat bu da ona izafeten böyledir ve böylece hiçbir belâ yoktur ki nimet olmaya dönüşmesi caiz olmasınFakat bu da ona izafeten böyledir ve bütün bunlar şahsın haline nisbetendirÇok kul vardır ki onun için hayır fakirlikte ve hastalıktadırEğer onun bedeni sıhhatli, malı çok olsaydı haddini aşar, tuğyan ederdi.

Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yüryüzünde azar, taşkınlık ederlerdi. (Şûrâ/27)

Hayır insan azgınlık eder, kendini müstağni gördüğü için! (Alâk/6-7)

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Muhakkak Allah Mü'min kulunu sevdiği zaman dünyadan korur; herhangi birinizin hastasını koruduğu gibi. . . 72

Kadın, evlat ve yakınlar da böyledir.

On altı kısımda, îman ve güzel ahlâk hariç, söylediğimiz diğer nimetlerin hepsinin, bazı insanlar hakkında belâ olması mümkündürBu takdirde onların zıdları nimet olur; zira daha önce geçti ki marifet, kemâl ve nimettirÇünkü Allah'ın sıfatlarından biridirFakat bazı durumlarda kul için belâ olurBu takdirde onun yokluğu nimettirBunun misali, insanın ecelini bilmemesidirBu bilgisizlik insan için nimettir; zira insan ecelini bilmiş olsaydı, çoğu zaman hayat onun için zehir olur, üzüntüsü çok olurdu, insanın dostları ve akrabaları tarafından aleyhinde tasarlanan şeyleri bilmemesi de insan için bir nimettir; zira eğer perde kalkar, buna muttali olursa, elemi, kini ve intikam duygusu artarBöylece başkasının kötü sıfatlarını bilmemesi de bir nimettir; zira eğer bilseydi ona buğzeder, eziyet ederdi.

Bu da dünya ve âhirette kendisi için günah olurduHatta başkasındaki güzel ahlâkları dahi bilmemesi bazen kendisi için nimettir; zira o insan Allah'ın veli kullarından olabilirOysa ona eziyet edip onu hafife almak durumunda kalabilirEğer Allah'ın velî kullarından olduğunu bildiği halde ona eziyet verseydi, şüphesiz ki bu takdirde günahı daha büyük olurduÇünkü bir peygambere veya bir velîye, bildiği halde, eziyet veren bir kimse, bilmeyip de eziyet veren bir kimse gibi değildir.

Bu nimetlerden biri de Allahü teâlâ'ınn kıyâmet saatini, kadir gecesini, cuma günündeki eşref saatini ve birtakım büyük günahları mübhem bırakmasıdırBütün bunlar nimettirÇünkü bu bilgisizlik, bunlar: daha fazla aramayı ve çalışmayı gerektirir.

İşte bunlar Allahü teâlâ'nın ilimdeki nimetlerini buna kıyas et! Biz ne zaman nerede 'Allah'ın her mevcutta bir nimeti vardır' dersek bu söz haktır ve herkesin hakkında da geçerlidir ve bu umumî kaideden, ancak zan ile, bazı insanlarda yaratmış olduğu elemler istisna edilirBu elemler de bazen bunlardan sağlam olan bir kimse hakkında nimet olurEğer onun hakkında nimet olmazsa, günahtan hâsıl olan elem gibi, kendi elini kesmesi, bedenini dağlamas; gibi şeylerden kişi hem günahkâr olur, hem de elem duyarKâfirin ateşteki elemi gibi. . , Bu da nimettirFakat bunların hakkında değil, başka kullar hakkında nimettir; zira bir kavmin musibetleri başka bir kavmin yanında nimet olabilirEğer Allahü teâlâ azabı yaratmış olup onunla bir grubu azaba düçar etmeseydi, muhakkak nimetlerin içerisinde yüzenler, o nimetlerin kadrini takdir etmezler ve sevinmezlerdiBu bakımdan cennet ehlinin sevgisi, ancak cehennem ehlinin elemlerini düşündükleri sürece katmerleşirDünya ehlini görmez misin? Şiddetle güneşe muhtaç olmakla beraber çünkü güneş herkes için nimettirgüneşin ışığı ile sevinmezlerGöklerin zînetine bakmakla sevinçleri artmazOysa gökyüzü, yeryüzünde uğraşıp çalıştıkları her bahçeden daha güzeldir.

Fakat göğün süsü umumî olduğu için bunu farketmez ve onunla sevinmezMadem durum budur, o halde bizim 'Allah her ne yaratmış ise muhakkak onda bir nimeti vardırYa bütün kullarına veya bir kısım kullarına o nimetini verir' sözümüz doğrudurÖyleyse Allah'ın yarattığı belada nimet de vardırYa mübtelâ olana veya başkasına. . . O halde, 'Mutlak belâ' ve 'Mutlak nimet' diye vasıflandırılmayan şeylerde kul üzerinde iki vazife bir araya gelirO da sabır ile şükür vazifeleridir.

Soru: Sabır ile şükür zıddırNasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?'

Cevap: Birşey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olurBu bakımdan sabır üzüntü cihetinden, şükür de sevgi cihetinden gelirFakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardırAkıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.

Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira Allahü teâlâ'nın kudreti dahilinde olanların sonu yokturEğer Allah o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.

İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.

Bir kişi Sehl Tüsterî'ye şöyle dedi: 'Hırsız evime girip eşyamı götürdü'Sehl 'Allah'a şükret' dedi; 'eğer şeytan kalbine girip Tevhîdi ifsad etseydi ne yapardın!' Bu nedenle Îsa (aleyhisselâm) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: 'Ey Allahım! Benim musibetimi dinimde kılma!'

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) 'Ben herhangi bir belâ ile mübtelâ olduğumda mutlaka Allah'ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!'

Kalp erbabından birinin bir dostu vardıSultan onu hapsettiHapsedilen haber gönderip dostunu haberdar ederek şikayette bulunduO kalp erbabı zat ona 'Allah'a şükret!' dediHapsedilen adam dövüldüYine dostuna haber gönderip haberdar etti ve şikayette bulunduDostunun sözü 'Allah'a şükret!' olduBir müddet sonra bir mecûsî getirildi, onun yanına hapse tıkıldıMecusî de ishal olmuştuMecusî'nin eli ayağı zincire vurulduO zincirin bir halkası o adamın ayağına, bir halkası da mecusî'nin ayağına takıldıHapsedilen, dostuna haber gönderdiDostu 'Allah'a şükret! diye karşılık verdiMecusî kalkmak mecburiyetinde kaldığında o da ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyordu, Mecusî'nin yanıbaşmda duruyor, mecusî def-i hâcet ediyordu, Bu durumu dostuna yazdı.

Dostundan 'Allah'a şükret' diye cevap geldiHapsedilen kızarak 'Bu ne zamana kadar devam edecek? Bu beladan daha büyük hangi belâ olabilir?!' dediÂrif kişi ona dedi ki: 'Eğer mecusî'nin beline bağlı bulunan zünnar seninkine bağlanmış olsaydı ne yapabilirdin?'

Madem durum budur, herhangi bir belâ ile karşılaşan bir insan zâhir ve bâtın kötülüğü hakkında düşündüğü zaman, gerek dünyada gerek âhirette mübtelâ olduğu beladan daha fazlasına müstehak olduğunu görürSana yüz sopa atmaya yetkili olan biri on sopa ile iktifa ederse teşekkür edilmeye müstehaktırSenin iki elini kesmeyi haketmiş biri, birini sana bırakırsa teşekkür edilmeye müstehaktır.

Meşayihten biri bir çarşıdan geçtiOnun kafasına bir tencere kül döküldüDerhal Allah'a şükür secdesine vardıKendisine denildi ki: 'Bu secde ne idi?' Dedi ki: 'Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir'.

Birine şöyle denildi: 'Bizden yağmur kesilmiştirSen yağmur duasına çıkmaz mısın?' Cevap olarak dedi ki: 'Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.

Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görüyorum ki benim başıma gelen belâ onlarınkine gelmemiştirHatta kâfirlere bile gelmemiştirBu durumda ben nasıl sevineyim?'

Cevap: Kâfir için fazlası gizlenmiştirOna daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.

Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasın! Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. (Âl-i İmrân/178)

Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha günahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor? Oysa çoğu zaman Allah'ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir su-i edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçturBu nedenle Allahü teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:

Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz! Oysa o, Allah'ın katında büyük (bir günah) tır. (Nûr/15)

O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır? Sonra umulur ki onun azabını Allah âhirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştirBundan dolayı Allah'a neden şükretmiyorsun?

Üçüncüsü: Bu, şu demektir: Hiçbir ceza yoktur ki âhirete tehir edilmesi düşünülmesinİnsan dünyanın musibetlerinden, başka sebeplerle teselli edilir, böylece musibet kolaylaşır ve elemi de azalırÂhiretin musibeti devam ederEğer devam ederse teselli ile onu hafifletmeye imkân yoktur; zira âhirette teselli sebepleri tamamen azap görenlerin elinden çıkmıştırDünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir belâ isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten Allah yücedir.

Dördüncüsü: Bu musibet ve belâ, o insanın üzerinde levh-i mahfuz'da yazılıdırMutlaka o musibet ona isabet edecekti ve ettiOnun bazısından veya hepsinden istirahata kavuştuİşte bu da bir nimettir.

Beşincisi: O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, âhiretin yollarıdır.

1Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olurOyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla başbaşa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolurMal, aile efradı, akrabalar, âzalar, hatta varlıkların en azizi olan göz, bazı hallerde insanın helâkine sebep olur; zira mülhidler (inkârcılar) yarın, kıyâmette deli veya çocuk olmalarını temenni ederlerAkıllarıyla Allah'ın dininde tasarruf etmemelerini temenni ederlerBu bakımdan bu sebeplerden herhangi biri kulda bulunduğu zaman onda kul için dinî bir hayır olması düşünülebilirÖyleyse kul için Allah hakkında güzel zanda bulunmak gerekirBaşına gelen şeyde hayır görmesi ve ondan dolayı şükretmesi lâzımdır; zira Allah'ın rahmeti geniştirO kuldan daha iyi bilirYarın kıyâmette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da Allah'a teşekkür ederlerAllah'tan gelen belâ, kul için tedibdirAllah'ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktürRivâyet edildiğine göre bir kişi, Hazret-i Peygamber'e 'Bana vasiyet et' dediğinde, Hazret-i Peygamber ona şöyle buyurdu:

Allah'ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme!

Hazret-i Peygamber bir ara göğe bakıp güldüBu gülümsemenin sebebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu:

Allahü teâlâ’nın Mü'min bir kula hükmettiği şeye hayret ettimEğer Mü'min kul için genişliği hükmederse, Mü'min razı olur ve kendisi için hayırlı olurEğer onun için sıkıntıyı ve zararı hükmederse Mü'min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!

2Helâk edici hataların başı dünya sevgisidirKurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktırNimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirirÖyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olurO kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürkerDünyaya itimat etmez, yakınlık kurmazDünya onun için hapishane olurOnun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olurBu nedenle Allah'ın peygamberi şöyle buyurmuştur: 'Dünya Mü'minin hapishanesi, kâfirin cennetidir'.

Kâfir, Allah'tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedirMü'min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedirKüfrün bazısı açık, bazısı gizlidirKalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girerMutlak muvahhid (Allah'ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir'i severBu bakımdan belada bu yönden nimetler vardırÖyleyse belâ ile sevinmek farzdırAcı çekmek de kaçınılmaz bir şeydirBu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsınEleme karşı sabreder, sevgi sebebinden dolayı da şükredersinBu bakımdan dünyevî işlerdeki belânın misali, hal-i hazırda sana acı gelen, gelecekte fayda veren ilâçtırPadişahın sarayına güzelliği için giren ve oradan çıkacağını bilen bir kimse, beraberinde çıkmayıp orada kalan güzel bir yüzü görürse, bu onun için hem günah hem de belâ olur.

Çünkü o, öyle bir konağa ünsiyet veriyor ki orada devamlı kalma imkânından muhrumdurEğer orada kaldığında padişahın çıkıp gelmesi ve kendisine işkence etme tehlikesi varsa, onu o yerden kaçırtacak bir nahoş hâdise kendisine isabet ederse bu onun için bir nimettirDünya bir konaktır.

İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardırBu bakımdan onları o konağa ısındırıcı herşey beladırO konaktan kalplerini soğutcu, ünsiyetlerini kesici herşey de nimettirO halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilirBeladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi düşünülemezÇünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidirKim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.

Hikâye olunuyor ki bir bedevî, İbn-i Abbâs'a, babası Hazret-i Abbas için taziyede bulunarak şu şiiri okudu:

Sabret! Biz de seninle sabredici oluruz! Ancak raiyenin sabrı, başın sabrından sonradır! Abbas'tan sonra senin sabrın Abbas'tan daha hayırlıdırAllah da Abbas için senden daha hayırlıdır.

Bunun üzerine İbn-i Abbâs dedi ki: 'Hiç kimse bana bundan daha güzel taziyede bulunmadı!'

Musibetlere sabretmek hakkında vârid olan haberler çokturHazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir73

Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:

Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyâmet gününde onun için bir mizan kurmaktan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.

Herhangi bir kul, herhangi bir musibete giriftar olduğunda, Allah'ın buyurduğu gibi, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' (Bakara/156) ve 'Ey Allahım! Musibetimde beni me'cur kıl! O musibetle götürdüğünün daha hayırlısını bana ver!' derse, muhakkak Allahü teâlâ onun için isteneni yapar.

Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:

Kimin iki gözünü alırsam onun karşılığı evimde (cennetimde) daimî durmak ve yüzüme bakmaktır74

Rivâyet ediliyor ki bir kişi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Malım gitti, bedenim hastalıklı oldu!' diye şikayette bulununca, Hazret-i Peygamber

cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Malı gitmeyen ve bedeni hastalanmayan bir kulda hayır yokturMuhakkak ki Allah, herhangi bir kulunu sevdiği zaman ona belâ verirOna belâ verdiği zaman da kendisine sabır verir75

Kişi Allah katında büyük bir derece sahibi olabilirO dereceye hiçbir amelle varamaz ancak bedenine isabet eden belâ ile o belâ vasıtasıyla o dereceye varır76

Habbab bEret'den şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Peygamber Kâbe'nin gölgesinde, abasına bürünmüş durumdayken biri geldi, ona şikayette bulundu ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Neden Allah'tan bizim için yardım dilemiyorsun?' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, rengi kıpkırmızı olduğu halde kalkıp oturdu, sonra şöyle buyurdu:

Sizden önce geçmiş müslümanlardan biri için yerde bir çukur kazılır, testereyle ikiye biçilirdi de yine de bu durum onu dininden döndürmezdi77

Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Sultan herhangi bir kişiyi zulmen hapseder veya dövdüğünde ölürse o şehiddir!'

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Senin elemini hiç kimseye şikayet etmemen ve musibetini söylememen, Allah'a olan tâziminden ve Allah'ın hakkını bilmendendir.

Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle derdi: 'Siz ölüm için doğuyorsunuzHarap olmak için tamir ediliyorsunuzYok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuzÜç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allah bir kula hayrı irade ederek onu günahlardan temizlemeyi dilediği zaman, onun üzerine şiddetli belâ yağdırırOluk halinde üzerine belâ akıtırKul, Allah'ı çağırdığı zaman, melekler derler ki: 'Bu ses belli bir sestir!' İkinci bir defa çağırıp 'Ya rabbî!' dediği zaman, Allahü teâlâ ona 'Ey kulum! İki defa sana cevap veriyor ve iki defa seni said kılıyorumBenden istediğin birşey varsa veririm veya senden belayı defeder veya katında senin için ondan daha faziletli olanı sağlarım'Kıyâmet günü geldiğinde amel ehli getirilir, namaz, oruç, sadaka, hac gibi amellerinin karşılıklarını alırlar. Sonra belâ ehli getirilirOnlar için bir mizan kurulmaz, bir defter açılmazDünyada belâ onların üzerine nasıl akıtılmış ise, ecirler de kendilerinin üzerine o şekilde akıtılırBu durum karşısında dünyada sıhhatli ve âfiyetli olanlar dünyada bedenlerinin makaslarla parçalanmış olmasını temenni ederlerÇünkü belaya mâruz kalanların nimetini görürlerİşte bu manzara şu ayetin mânâsıdır: 'Allah yolunda sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir'. (Zümer/10) 78

İbn-i Abbâs'tan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Peygamberlerden biri rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:

Yarab! Mü'min kulun sana itaat ediyor günahlarından uzaklaşıyorSen ondan dünyayı alıyor, ona belayı veriyorsunKâfir kulun sana itaat etmiyor, sana karşı günahkâr oluyorSen ondan belayı uzaklaştırıyor, dünyayı onun için yayıyorsun. (Bu nasıl olur?)

Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahiy gönderek şöyle buyurmuştur:

Kul da benim, belâ da benimdirHer biri benim hamdimle tesbih ederBu bakımdan Mü'minin üzerinde günah olduğunda ben dünyayı ondan alır, ona belâ veririm ki benim huzuruma gelinceye kadar günahlarının kefareti olurO zaman da sevaplarının mükâfatını ona veririm.

Kâfirin de sevapları olurOnun rızkını genişletir, belayı ondan uzaklaştırırımSevaplarının mükâfatını dünyada ona veririm ki benim huzuruma sevapsız gelsinO zaman da günahlarıyla onu cezalandırırım!

Rivâyet ediliyor ki 'Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır' (Nisâ/123) âyeti nâzil olduğu zaman Hazret-i Ebû Bekir şöyle demiştir: 'Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey Ebû Bekir! Allah seni affetsinSen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir79

Ukbe bAmir'in rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir insanı günahta ısrar ettiği halde Allah ona sevdiği şeyleri veriyor iken gördüğünüzde biliniz ki bu durum onun için aldatmadır.

Sonra Hazret-i Peygamber şu âyeti okumuştur:

Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler. (En'âm/44)

Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: Ashâbdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördüOnunla biraz konuşup ayrıldıYürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyorduBu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hazret-i Peygamber'i gelip hâdiseyi anlattıBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Allah bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir80

Hazret-i Ali 'Size Kur'ân'daki en fazla ümit veren âyeti haber vereyim mi?' dediğinde, dinleyenler 'Evet!' dediler, o da şu âyeti okudu:

Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder. (Şûra/30)

Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirlerÖyleyse Allahü teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedirDünyada onu affettiği takdirde kıyâmette onu tâzib etmekten münezzehtir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah katında, hilim ile karşılanan öfkeden ve sabırla karşılanan musibetten daha sevimli hiçbir şey yoktur! Allah katında, Allah yolunda dökülen bir damla kan veya gecenin karanlığında Allah'tan başkasının görmediği ve secde halinde olduğu halde akıtılan bir damla göz yaşından daha sevimli birşey yokturAllah katında, farz namaza veya sıla-yı rahme doğru atılan bir adımdan daha sevimli iki adım atılmamıştır31

Ebu'd Derda'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Süleymân'ın oğlu vefat ettiSüleyman (aleyhisselâm) buna çok üzüldüBunun üzerine iki melek kendisine geldiOnun huzurunda iki hasım gibi diz çöktülerBiri dedi ki: 'Ben tohum ektimBiçilecek duruma geldiği zaman bu adam yanından geçti; ekinimi mahvetti'.

Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) diğerine 'Sen ne diyorsun?' diye sorduDedi ki: 'Ben yolda yürüyordumBirden önüme tarla çıktıSağa sola baktım yol yoktu; baktım ki yol ekinin içinden geçiyor'.

Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) tarla sahibine 'Neden yola ektin? Bilmez misin halk için yol gereklidir?' dediZiraat sahibi 'Sen çocuğun için neden üzülüyorsun? Bilmez misin ölüm âhiret yoludur!' dediBunun üzerine Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) rabbine tevbe ettiO günden itibaren çocuğu için üzülmedi.

Ömer b. Abdülaziz hasta yatan bir çocuğunun yanına girip şöyle dedi: 'Ey oğul! Senin benim terazimde olman benim nezrimde benim senin terazinde olmamdan daha sevimlidir'Çocuk 'Babacığım! Muhakkak senin sevdiğin, bence, benim sevdiğimden daha sevimlidir' dedi.

İbn-i Abbâs'a bir kız çocuğunun ölüm haberi getirildiğinde istirca' da bulunup İnna lillâhî ve innâ ileyhi râciûn ayetini okudu ve şöyle dedi: O bir avretti; Allah onu örttü! Bir nafaka idi; Allah onu tekeffül ettiBir ecirdi; Allah onu gönderdi'. Sonra iki rek'at namaz kıldı ve şöyle dedi: Biz Allah'ın emrini yaptıkÇünkü Allah şöyle buyurmaktadır:

Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin. (Bakara/45)

İbn-i Mübârek'ten rivâyet edildiğine göre, bir oğlu öldüTanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: 'Akıllı bir insan için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!' Bunun üzerine İbn-i Mübârek talebelerine 'Mecusînin bu sözünü kaydedin!" dedi.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: Allahü teâlâ kulu beladan sonra belâ ile belalandırır, kulun hiçbir günahı kalmayıncaya kadar bu durum devam eder'.

Fudayl bIyâz şöyle demiştir: 'Allah imanlı kulunu belâ ile yoklarTıpkı, aile efradını hayır ile yokladığı gibi!'

Hâtem el-Esemm şöyle demiştir: Allahü teâlâ kıyâmet gününde dört kişi ile dört sınıfa karşı delil getirir, zenginlere karşı Hazret-i Süleymân'ı (aleyhisselâm) delil getirirFakirlere karşı Mesih Îsa ile delil getirirKölelere karşı Hazret-i Yûsuf ile delil getirirHastalara karşı Hazret-i Eyyûb ile delil getirirAllah'ın salât ve selâmı bütün peygamberlere olsun'.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) Benî İsrail kâfirlerinden kaçarken bir ağaca gizlendiKâfirler bunu öğrendiler, bıçkı getirildi, ağaç biçildi, bıçkı Hazret-i Zekeriyya'nın (aleyhisselâm) başına dayandıBu durumdayken ondan bir inleme çıktıAllahü teâlâ derhal ona vahiy gönderdi: 'Ey Zekeriyya! Eğer senden ikinci bir inleme çıkarsa muhakkak seni peygamberlik defterinden silerim!' Bunun üzerine Zekeriyya (aleyhisselâm) ikiye biçilinceye kadar sabretti.

Ebû Mes'ud el-Belhî der ki: 'Herhangi bir musibete giriftar olan bir kimse elbisesini yırtar, göğsüne vurursa, -sanki bu kimse eline bir mızrak almış da Allah ile savaşmak istiyor gibidir'.

Lokmân Hakîm, oğluna şöyle dedi: 'Ey oğul! Altın ateşle denenirSalih kul da belâ ile denenirBu bakımdan Allah bir kavmi sevdiği zaman onlara belâ verirKim belaya razı olursa ona rıza vardırKim kızarsa ona da öfke vardır'.

Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Bir gün dişim ağrıdığı halde sabahladımAmcama dedim ki: 'Bu gece diş ağrısından uyumadım!' Bu sözü üç defa tekrarladımAmcam bana dedi ki: 'Bir gece dişinin ağrımasını fazlasıyla şikayet konusu yaptınBenim otuz seneden beri şu gözüm görmediği halde kimseye söylemedim'.

Allahü teâlâÜzeyir'e (aleyhisselâm) vahiy gönderdi: 'Senin başına bir belâ geldiği zaman beni mahluklarıma şikayet etmeBana şikayette bulunBenim seni, kötülüklerin ve rezaletlerin huzuruma yükseldiği zaman meleklerime şikayet etmediğim gibi!'

Allahü teâlâ'nın büyük lütuf ve kereminden dünyada ve âhirette güzel örtüsünü talep ederiz!.

72) Tirmizî

73) Buhâri

74) Daha önce geçmişti.

75) İbn Eb'id-Dünya

76) Ebû Dâvud

77) Daha önce geçmişti.

78) İbn Eb'id-Dünya, (Enes'ten)

79) Tirmizî

80) İmâm-ı Ahmed, Taberânî

81) Ebûbekir b. Lâl, Enes'ten)

Belâ Karşısında Nimetin Fazileti

Şöyle diyebilirsin 'Bu hadîsler delâlet ederler ki dünyada belâ, nimetlerden daha hayırlıdırAcaba bu durumda Allah'tan belâ isteyebilir miyiz?' Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir anlamı yokturÇünkü Hazret-i Peygamber'den (sallâllahü aleyhi ve sellem) rivâyet edildiğine göre duasında, dünya ve âhiret belasından Allah'a sığınıyordu82

Hazret-i Peygamber ve diğer peygamberler şöyle dua ederlerdi: 'Ey rabbimiz! Bize dünyada iyi hâl ver ve âhirette merhamet ihsan et!' Peygamberler düşmanlarının ve başkalarının sevinmesinden de istiaze ederlerdi83

Hazret-i Ali 'Ey Allahım senden sabır istiyorum' diye dua edince, Hazret-i Peygamber buna karşılık şöyle buyurdu:

Ya Ali! Muhakkak ki sen Allah'tan belâ istedin! O halde ondan afiyet talep et!84

Allah'tan afiyet talep edinHiçbir kula afiyetten daha üstün birşey verilmemiştirAncak yakîn bundan müstesnadır85

Ebû Bekir Sıddîk, yakîn ile kalbin cehalet ve şüphe hastalığından korunduğuna işaret etmektedirBu bakımdan kalbin afiyeti bedenin afiyetinden daha yücedir.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: İçinde şer bulunmayan hayır, şükürle beraber olan afiyettir! Nice nimete mazhar olanlar vardır ki şükretmez'.

Mutarrıf bAbdillah şöyle demiştir: 'Benim afiyet bulup şükretmem benim nezdimde, belaya uğrayıp sabretmenden daha sevimlidir'.

Hazret-i Peygamber bir duasında şöyle buyurmuştur: Senin afiyetin bence daha sevimlidir86

Bu durum bir delil ve şahid getirmeye muhtaç değildirÇünkü belâ iki sebepten nimettir:

Birincisi: O beladan daha fazla olan belaya nisbeten o belâ nimettirBu da ya dünyada veya dinde olur.

İkincisi: Kendisinden daha fazla sevap umulana nisbeten belâ, nimet olurBu bakımdan kişi için dünyada nimetin tamamını ve ondan fazla olan belânın defini istemek uygundurNimete şükretmenin âhiretteki sevabını istemek uygundur; zira Allahü teâlâ, sabra karşılık olarak vermediği mükâfatı şükre karşılık vermeye kâdirdir.

Eğer bazıları şöyle diyor dersen: 'Ben isterim ki cehennem üzerinde bir köprü olayımBütün halk o köprüden geçip ateşten kurtulsun ve ben de cehennemde kalayım'.

Semnun87 da şiirinde şöyle demiştir:

Senden başka hiç kimsede benim bir payım yokBu bakımdan dilediğin şekilde beni dene!

İşte bu kimselerin durumu belayı istemek demektir.

Semnun el-Muhib bu şiirinden sonra bevledemez hâle geldiBu hastalıktan sona mekteblerin kapılarına gider, çocuklara 'Çokça yalan söyleyen bu amcanıza dua edin!' derdi.

İnsan oğlunun tek başına ateşte olup diğer insanların ateşten kurtulmasını istemesi mümkün değildirFakat bazen sevgi kalbe galebe çalarHatta aşık, kendisinde, böyle bir sevgi olduğunu zannederBu bakımdan kim muhabbet kadehini içerse sarhoş olurSarhoş olursa rastgele konuşurEğer sarhoşluğundan ayrılırsa kendisine galebe çalan hâlin hakîkat olmadığını bilirBu bakımdan bu konuda her ne dinlemişsen o, sevgileri ifrat derecesine varan aşıkların sözlerindendirAşıkların sözünü dinlemek keyifli olur, fakat güvenilmez.

Şöyle hikâye ediliyor: Erkek serçe, dişisini istediDişisi engel olduBunun üzerine erkeği dedi ki: 'Seni benden meneden nedir? Eğer sen istersen Süleyman'ın mülküyle beraber dünya ve âhiretin altını üstüne getireyimSenin için bunu yaparım'Süleyman (aleyhisselâm) onun bu sözünü işittiBunun üzerine huzura davet edip kendisini kınadıSerçe ona dedi ki: 'Ey Allah'ın peygamberi! Aşıkların kelâmı hikâye edilmez'Hakîkat, kuşun dediği gibidir.

Şair şöyle demiştir:

Ben ona kavuşmayı, o ise beni terketmeyi istiyor.

Ben de bu yüzden kendi irademi onun iradesine feda ederek bırakıyorum.

Şairin bu sözü de muhaldirBunun mânâsı: Ben onun irade etmediğini irade ediyorumÇünkü visâli irade eden terketmeyi irade etmemiş demektirBu bakımdan irade etmediği terki nasıl irade etmiş olur? Bu şiir ancak iki şekilde tevil edilirse doğru olur:

Birincisi: Bu durumun bazı hallerde olmasıdır ki onunla ilerde ulaşacağı muradına götüren rızayı elde etmiş olsunDolayısıyla hicran (terkediş) rızaya vesile olurRıza da sevgiliye ulaşmanın vesilesidirBu bakımdan bunun misali, malı sevenin misali gibidirMalı seven iki dirhem için bir dirhem selem verdiği zaman, o iki dirhemin sevgisinden ötürü hal-i hazırdaki bir dirhemi terkeder.

İkincisi: Sevdiğini rızasının, onun yanında sadece mahbubun rızası olması hasebiyle güzel olmasıdırSevdiğinin kendisinden razı olacağını hissettiğinde bundan bir zevk duyarSevdiğinin istememesine rağmen müşahedesindeki lezzetine bu lezzet eklenirBu durumda içinde sevdiğinin rızası olanın irade edilmesi ve bunun için de bazı muhiblerin hali, Allah'ın rızasını sezmekle beraber, beladan lezzet buldukları raddeye varmıştır.

Rızayı sezmeksizin afiyetten almış oldukları, lezzetten daha fazladırBu bakımdan bu kimseler mahbubun rızasını belada gördükleri zaman belâ onlar için afiyetten daha sevimli olurBu öyle bir haldir ki aşkın galebe çaldığında vâki olması uzak değildirFakat bu hâl geçicidir, devamlı kalmazBu hâl dursa dahi sıhhatli bir hal midir veya başka bir hâl tarafından istenilen bir hal midir ki kalp üzerine vârid olmuştur ve dolayısıyla kalbi normalden kaydırmıştır, işte bu hususta biraz düşünmek gerekirBunu tedkik etmek bizim konumuza uygun düşmezDaha önce geçen hakikatlerden anlaşıldı ki afiyet beladan daha hayırlıdır.

Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden Allah'tan din, dünya ve âhiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün müslümanlara af ve afiyet talep ederiz!

82) İmâm-ı Ahmed

83) Daha önce geçmişti.

84) Tirmizî

85) İbn Mâce, Nesâi

86) İbn Eb'id-Dünya

87) Bağdadlıdır. Sırrı es-Sakatî'nin sohbetinde bulunmuştur. Bu zatın konuşmasının çoğu muhabbet hakkında idi.

32-11

Sabır ve Şükrün Hangisi Daha Faziletlidir?

İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür.

Bazıları 'Sabır, şükürden daha üstündür' demiştir.

Başkaları da 'Şükür daha üstündür' demiştir.

Bir kısmı da 'ikisi eşittir' demiştir.

Dördüncü bir grup, 'Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir' demiştirBu grupların her biri şiddetli tartışmalara sahne olan ve tahsil edilmekten uzak bulunan bir kelâmla delil getirmişdir ki o kelâmı nakletmekle sözü uzatmakta mânâ yokturHakkı açıklamakta acele etmek daha evlâdırBunun beyanı hakkında iki makam vardır:

Birinci Makam

Birinci makam tesahül yoluyla beyan etmektirBu, işin zâhirine bakmak demektirBunda, teftiş ile onun hakikatini talep etmek yokturHalk tabakasının bu beyana muhatap olması uygundurÇünkü halk tabakasının zihni engin hakikatleri anlamaya güç yetiremezKelâmın bu kısmı öyle bir şeydir ki vaizler ona itimat etmelidirler; zira vâizlerin halk tabakasına hitab etmekteki gayeleri onları ıslah etmektirŞefkatli bir dadı için çocuğu semiz kuş etleriyle ve tatlı çeşitleriyle beslemek uygun değildirAksine onu temiz süt ile beslemelidirÇocuklar tahammül edebilecek çağagelinceye ve bünyesindeki zafiyet kendisinden ayrılıncaya kadar onu güzel yemeklerden korumak dadının vazifesidir.

Beyan hakkındaki bu makam, araştırmayı, tafsilâtı menederBu makamın isteği, şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktırBu ise sabrın üstün olduğunu gösterirHer ne kadar şükrün fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülürHatta onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır.

Yakîn ve sabrın azîmeti size verilenlerin en üstünlerindendir88

Haberde şöyle vârid olmuştur: Yeryüzünün en fazla şükreden! getirilirAllahü teâlâ ona şükrünün mükafatını verirYeryüzünün en sabırlısı getirilirOna denilir ki: 'Şükredene verdiğimiz gibi sana da mükafat versek razı olur musun?' O 'Evet ya rabbî! Razıyım' derBunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur:

Hayır! Ben ona nimet verdim, o şükrettiSeni belaya giriftar ettim, sen sabrettinMuhakkak ki senin ecrini onun ecrinden kat kat fazla yapacağım89

Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin mükafatının birkaç katı verilir.

Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir. (Zümer/10)

Hazret-i Peygamber'in 'Yedirip şükreden, sabreden oruçlunun mertebesindedir' hadîsine gelince bu hadîs, faziletin sabırda olduğuna delildir; zira Hazret-i Peygamber bunu, şükrün derecesinin yüceliğindeki mübalağa için söylemiştirBu bakımdan şükrü sabra ilhak etmiştirBu ise şükrün derecesinin en son noktasıdırEğer şeriattan sabrın derecesinin yüceliği anlaşılmasaydı şükrü sabra ilhak etmek, şükür hakkında mübalağa olmazdı.

Bu hadîs-i şerîf, tıpkı Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi gibidir:

Cuma, fakirlerin haccıdırKadının cihadı ise güzel kadınlık yapmasıdır90

İçki içen puta tapan gibidir91

Kendisine benzetme yapılanın rütbece daha yüksek olması uygundurSabır îmanın yarısıdır.

Hazret-i Peygamber'in bu hadîsi şükrün sabrın yarısı gibi olduğuna delalet etmezBu, şu hadîs gibidir:

Oruç sabrın yarısıdır.

Zira iki kısma ayrılan şeylerin her birine nısıf (yarım) denirHer ne kadar iki parça arasında farklılık varsa da yine de böyle denirNitekim Îman, ilim ve ameldir' denildiği gibiBu duruma göre amel, îmanın yarısı olurBu amelin ilme eşit olduğuna delâlet etmez.

Cennete girmek bakımından peygamberlerin en sonuncusu Hazret-i Dâvud'la oğlu Hazret-i Süleymân'dırBu da hükümdar oldukları içindirAshâbımın cennete girmek bakımından sonuncusu ise Abdurrahman bAvf tırÇünkü zengindi92

Süleyman (aleyhisselâm) diğer peygamberlerden kırk sene sonra cennete girecektir93

Cennetin bütün kapıları iki kanatlıdırAncak sabır kapısı bu hükmün dışındadırÇünkü o bir kanatlıdırO kapıya ilk girecek belâ ehlidirOnların önünde Eyyûb (aleyhisselâm) vardır94

Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet ederÇünkü sabır fakirin, şükür de zenginin halidirİşte halk tabakası bu makamla ikna olunurVaazda bu kadarı kâfidirDinlerinin salâhı için de bu miktar kâfidir.

İkinci Makam

İkinci makam ilim ve eşyanın hakikatini keşif ve izah yoluyla bilen basiret sahiplerinin anlayabileceği şeylerdirİki mübhem arasında olan her işin hakikati keşfolunmadıkça, onların arasında denge kurmak mümkün değildirHer keşfolunan şey birçok ismi kapsar ki cümle cümle onların arasında denge kurmak mümkün değildirAksine parçaların tartılması gerekir ki onunla rüchaniyet ve hangi tarafın ağır bastığı tebeyyün etsinSabır ile şükrün kısım ve şubeleri çokturBu nedenle onların rüchaniyet ve eksiklikte, icmalle beraber hükümleri tebeyyün etmez.

Bu makamların ilim, hâl ve amel üçlüsünden tanzim edildiğini söyledikŞükür, sabır ve diğer makamlar da böyledirBu üçün biri diğeriyle tartıldığında zâhirlere bakanlara ilimlerin haller için, hallerin de ameller için istendiği görünürAmeller en üstünün ta kendisidir.

Basiret sahiplerine gelince onlar tam tersini görürlerÇünkü onlara göre ameller haller için, haller de ilimler için istenirBu bakımdan en üstünü ilimler, sonra haller, sonra amellerdirÇünkü başkası için istenen şeyden, o başkası daha üstündürBu üçün fertlerine gelince, amellerin bazısı bazısına izafe edildiği zaman bazen eşit, bazen farklı olurlar.

Hallerin kısımlarının da biri diğerine nisbet edilirse durumları böyledirMarifetlerin en üstün kısmı mükâşefe ilimleridirBu ilimler muamele ilimlerinden daha yücedirlerHatta muamele ilimleri, muamelenin de altındadırlarÇünkü o muamele için istenirOnların faydası amelin ıslahıdırÂlimin ilminden faydası umumî olduğundan dolayı ancak muameleyi bilen âlim, âbidden üstündür.

Bu bakımdan o hususî bir amele izafeten, âbidden üstün olurAksi takdirde eksik ilim, eksik amelden daha faziletli olmazÖyle ise deriz ki amelin ıslahının faydası kalbi ıslah etmektirKalbin ıslah olmasının faydası zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah'ın celâlinin keşfolunmasıdırÖyle ise mükâşefe ilminin en yücesi Allah'ın marifetidir.

Zatından ötürü istenen budurÇünkü saadete bununla varılırHatta bu, saadetin ta kendisidirFakat kalp dünyada bazen onun saadetin ta kendisi olduğunu sezemez, ancak âhirette hissederO kayıtsız bir hürriyete sahip olan marifettirBaşkası ile bağlı değildirBu marifetin dışında kalan diğer marifetler ise buna nisbeten kölelerdirÇünkü o marifetler bunun için istenirMadem ki diğer marifetler Allah'ın marifeti için istenir, o halde Allah'ın marifetine ulaştırmadaki faydalarına göre ayarlanırlarÇünkü marifetin bazısı bazısına ya bir vasıta veya birçok vasıta ile ulaştırırO marifet ile Allah'ın marifeti arasında vasıtalar azsa, o daha üstün olur.

Hallere gelince bunlardan gayemiz, dünyanın karışıklıklarından, halkın meşguliyetlerinden kalbin temizlenmesidir ki hakkın hakikati kendisine görünsünMadem durum budur, öyle ise hallerin faziletleri kalbin ıslahındaki tesirine göredirKalbi mükâşefe ilimlerine ulaşması için temizleme ve hazırlama hususundaki etkisine göredirAynayı parlatıp cilalamak için ciladan önce yapılması gereken bazı şeyler olduğu ve bunların bazısının daha önce, bazısının daha sonra olduğu gibi, kalbin halleri de öyledirÖyle ise bazı haller kalbin temizlemesine daha yakın, bazıları da daha uzaktırÖyleyse kalbi temizlemeye yakın olan elbette ki diğer halden üstündürAmellerin tertibi de böyledirÇünkü amellerin tesiri kalbin saflığını perçinleştirir ve halleri ona celbederHer amel kalbe ya mükâşefeye mâni olan, zulmetini gerektiren dünyanın süslerine çeken bir hali celbeder veya mükâşefeye hazır kalbin temizliğini ve dünya bağlantılarını kalpten sökmeyi gerektiren bir hali celbeder.

Birinci hale mâsiyet, ikincisine taat denirKalbin karanlığında ve katılığında tesir etmek bakımından günahlar değişiktirlerKalbin tenvirinde ve tasvirinde taatlerin tesiri de böyledirBu bakımdan dereceler tesirlerine göre ayarlanırBu da hallerin değişmesi ile değişir.

Biz çoğu zaman mutlak olarak deriz ki nafile namaz her nafile ibâdetten daha faziletlidirHac, sadakadan daha üstündürGece ibâdeti başkasından daha faziletlidirFakat buradaki tahkik şöyledir: Servet sahibi olduğu halde cimri ve malı seven bir zengin için bir dirhem parayı elinden çıkarıp sadaka vermek birkaç gece üst üste ibâdet etmek ve birkaç gün oruç tutmaktan daha üstündürÇünkü oruç, şehvetinin mağlûbu olan ve şehvetini kırmak isteyen veya tokluğun kendisini mükâşefe ilminin saf düşüncesinden engellediği açlıkla kalbini tasfiyeye çalışan bir kimsenin haline uygundur.

Eğer kişi mûtedil olup obur değilse midenin şehvetinden zarar görmezO, herhangi bir fikirle de meşgul değildir ki tokluk kendisini alıkoysun! Bu bakımdan zenginin nafile oruç ile meşgul olması kendi halini bırakıp başkasının haliyle uğraşması demektir.

Bu tip bir zengin karnı ağrıdığı halde baş ağrısı ilâcı kullanıp da fayda görmeyen hasta gibidirBu zengin, içerisinde bulunduğu tehlikeli duruma bakmalı ve helak edici cimriliğe karşı çare aramalıdırYüz senelik nafile oruç, bin gecelik ibâdet bu cimriliğin bir zerresini dahi sökemezBu hastalığı ancak malın verilmesi söküp atarBu bakımdan böyle bir zenginin oruç tutup nafile ibâdetler yapması değil, servetini vermesi gerekirBunun tafsilâtı mühlikât bölümünde geçmişti.

Demek oluyor ki bu haller değişkendir ve basiret sahibi bir kimsenin bu konuda kesin bir cevap vermesi yanlıştır; zira 'Ekmek mi daha üstündür yoksa su mu?' sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değildirAncak aç bir kimse için ekmek, susamış bir kimse için de su daha üstündürEğer iki insanın durumu açlık ve susuzluk açısından eşit ise bunların yanında ekmek ile su da eşit olur.

Aynı şekilde 'Sekencebin mi yoksa linofer meşrubatı mı daha üstündür?' sorusuna da kesin bir şekilde cevap vermek mümkün değildirAncak bize 'Sekencebin mi daha iyidir, yoksa safranın yokluğu mu?' denilse şüphesiz 'Safranın yokluğu daha iyidir' derizÇünkü sekencebin 'Safrayı yok etmek için kullanılırHerhangi birşey (gaye) kendisine ulaşılmak için kullanılan şeylerden (vasıta) daha üstündürO halde mal vermede bir amel vardır ki bu infak etmektirBununla bir hal elde edilir ki bu da cimriliğin giderilmesi ve kalpten dünya sevgisinin çıkarılmasıdırBu sevginin çıkışı sebebiyle kalp Allah'ın marifetine ve sevgisine hazırlanırBu bakımdan en üstünü marifettir, hal'den sonra hal, ondan sonra da amel gelir.

İtiraz: Şeriat insanı amellere ne teşvik etmiş ve ne de amellerin faziletlerini mübalâğalı bir şekilde bildirmiştirHatta şu ayetlerle, insanların sadaka vermelerini istemiştir:

(Yalnız O'nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir? (Bakara/245)

(Kullarından) sadakaları alan Allah'tır! (Tevbe/104)

Bu bakımdan fiil ve infak nasıl oluyor da en üstün kabul edilmiyor?

Cevap: Doktor bir ilâcı övdüğünden dolayı onun bu övgüsü, ilâcın kendisiyle elde edilen şifa ve sıhhatten daha üstün olduğuna delâlet etmezAmeller kalp hastalıklarının ilâcıdırKalp hastalıkları ise çoğu zaman sezilemezBunlar, aynası olmayan bir kişinin yüzündeki alacalık gibidir ki kişi bunu aynasız farkedemezKendisine haber verilse inanmazBu durumda tek çıkar yol bu kişiye, yüzün gül suyu ile çokça ovmaktır ki yüzünü daima gül suyu ile yıkasın ve dolayısıyla hastalığı gitsinEğer ona yüzündeki alacalığın tedavisi gül suyuyla yıkamaktır denilse belki bunu yapmaz ve 'Benim yüzümde ayıp yoktur' derBunu daha açık bir örnekle açıklayalım:

Şüphesiz çocuğuna ilim ve Kur'ân öğreten herkes bu öğrettiği ilim ve Kur'ân'ın silinmeyecek derecede çocuğunun kafasına yerleşmesini isterDiğer taraftan da çocuğa tekrar etmesini ve zaman zaman okumasını emrederse, çocuk 'Ben bunu hıfzetim, artık zaman zaman tekrar etmeye gerek yoktur' diye düşünecektirÇünkü çocuk o anda ezberlediği şeyi hiç unutmayacağını zannederŞayet veli çocuğuna kölelerine ders vermesini emreder ve buna karşılık ona güzel va'dlerde bulunursa, bu suretle çocuk, öğrendiklerini tekrar etme hususunda daha istekli olurBazen de zavallı çocuk çoğu gayenin kölelere Kur'ân öğretilmesi olduğuna, ve kendisinin de kölelerin eğitiminde kullanıldığını zannederBöyle bir durumda kendisine ağır geleceğinden 'Bana ne oluyor ki kölelerden daha üstün ve babamın yanında daha değerli olduğum halde onların hizmetinde kullanılıyorum? Hem biliyorum ki babamın gayesi köleler öğretmek olsaydı bunu bensiz de yaptırabilirdiÜstelik bu kölelerin hiç olmaması, hele Kur'ân'ı bilmemeleri babam için asla bir eksiklik değildir' derBöylece çoğu zaman tembellik yapar, babasının zenginliğine veya kendisini affedeceğine güvenerek görevini yapmaz; dolayısıyla ilimi ve Kur'ân'ı unuturÇıkar yolu bilmediğinden de mahrum ve şaşkın bir vaziyette kalır.

Bir grup insan buna benzer bir hayal ile aldanmış, ibaha yolunu tutarak şöyle demişlerdir: Allah kullarından müstağnidir ve borç almaktan münezzehtir, O halde şu ayetin mânâsı ne olabilir?

(Yalnız O'nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir? (Bakara/245)

Eğer Allah isteseydi fakirlere yedirirdiBu bakımdan mallarınızı fakirlere vermeye gerek yokturNitekim Allah kâfirlerin sözlerini hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur:

Onlara 'Allah'ın size rızık olarak verdiğinden (Allah yolunda) infak ediniz!' denildiği zaman, kâfir olanlar, îman edenlere derler ki: 'Allah'ın dilediği takdirde ona yedireceği kimseye biz mi yedirelim?' (Yâsin/47)

(Allah'a) ortak koşanlar diyecekler ki: 'Eğer Allah dileseydi ne bizler, ne de ecdadımız şirk koşmazdık'. (En'âm/148)

Kâfirlerin, bu sözleriyle görünüşte ne kadar doğru olduklarına ve doğruluklarında nasıl helâk olduklarına dikkat ediniz! Bu bakımdan dilediğinde, doğrulukla helâk eden ve dilediğinde de cehaletle saadet veren Allah, ortak ve şerikten münezzehtirBununla birçok insanı dalâlete düşürür ve bir çoğunu da hidayete erdirir.

İşte bu gibi kimseler, fakirler ve miskinler için veya Allah için çalıştırıldıklarını zannettiklerinden 'Bizim fakirlerde bir hazzımız (nasibimiz) yokturAllah'ın da ne bizde ve ne de mallarımızda herhangi bir nasibi vardırDolayısıyla ister infak edelim, ister etmeyelim Allah için birdir!' derler.

Çocuğun, babasının maksadının, kendisini kölelerin eğitimi için kullanmak' olduğunu zannedip asıl maksadın ilmi kendisinin kafasına yerleştirmek ve dünyadaki saadetini temin etmek olduğunu anlayamadığı ve bu durumun kendisi için bir lütuf olduğunu ve onu yavaşça saadete doğru götürdüğünü hissetmediği için helâk olduğu gibi, bu kâfirler de helâk olmuşlardır.

Bu anlattıklarımız âhiret yolundan sapanların dalâletini açıkça bildiren bir misaldirBu bakımdan malını alan fakir, aldığı bu mal vasıtasıyla cimrilik ve dünya sevgisini senin kalbinden söküp almış demektir; zira bu sevgi helâk edicidirKötü kanı alan hacamatçı bu kanı helâk edici hastalığın insanın içinden çıkması için almaktadırBu bakımdan hacamatçı senin hizmetçidirSen onun hizmetçisi değilsinHacamatçı eğer o kanla bir şeyler yapmak istese bile bu durum onu hizmetçi olmaktan çıkarmaz.

Sadakalar, kalpleri temizleyici ve kötü sıfatlardan paklayıcı olduğu için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sadaka almaktan kaçınmıştırTıpkı hacamat yoluyla kazanmaktan sakındığı gibi sadaka almaktan da sakınmış95 ve sadakaya malların kirleri ismini vermiştiEhl-i beytini sadakadan korunmakla şereflendirmiştir,96

Mühlikât bölümünde de geçtiği gibi ameller, kalplere tesir ederKalp de bu tesirlere göre hidayet ve marifet nurunu kabul etmeye hazırlanırİşte genel hüküm ve temel kanun budur ki amellerin, hallerin ve marifetlerin faziletlerini bilmekte kendisine müracaat edilirBu bakımdan biz şimdi asıl konumuza dönerek sabrın ve şükrün özelliklerinden bahsedelim.

Bunların her ikisinde de marifet, hal ve amel vardırBirindeki marifetle, öbüründeki hal veya amelin karşılaştırılması caiz değildirBilakis her biri kendi benzeri ile karşılaştırılır ki böylece uygunluk, uygunluktan sonra da fazilet belirsin!

Şükredenin marifeti, sabredenin marifeti ile karşılaştırıldığında, çoğu zaman bunların bir tek marifete dönüştüğü görülür; zira şükredenin marifeti mesela Allah'tan sahip olduğu iki gözün nimetini görmesi; sabredenin marifeti ise Allah'tan iki gözden âmâ olmayı görmesidir.

Bunlar de birbirleri için gerekli ve birbirlerine eşit iki marifettirBelâ ve musibetler açısından ele alındığında durum böyledirOysa biz daha önce sabrın bazen ibâdetlere devam, bazen de günahtan kaçma hususunda olduğunu belirtmiştikİşte bu iki durumda sabır ile şükür birleşir; zira ibâdet üzerindeki sabır ibâdetin şükrüdürŞükür, Allah'ın nimetlerini, ilâhî hikmetin sarfedilmesini istediği yerlere sarfetmektirSabır ise, nefsin hevâları karşısında din duygusuna ve dinin isteklerine sebat göstermektir.

Bu bakımdan sabır ile şükür, iki değişik açıdan tek bir müsemmânın iki ismidirÖyleyse din duygusunda ve dinin isteklerinde nefsin hevâsının mukavemetine karşı sebat gösterilmesine, nefsin hevâsı açısından sabır; din duygusu ve dinin istekleri açısından şükür adı verilir; zira din duygusu ancak bir hikmet için yaratılmıştır ki bu da onunla nefsin hevâsını yenmektirBunu yapan kişi o nimeti hikmetin maksadı doğrultusunda sarfetmiş demektirBu bakımdan sabır ile şükür tek bir mânâdan ibarettirO halde birşey kendisinden nasıl üstün olabilir? Bu durumda sabrın mecraları üçtür: Tâat, mâsiyet ve belâ.

Sabır ile şükrün, tâat ve mâsiyetteki hükmü anlaşılmıştırBelaya gelince, belâ nimetin yok olmasından ibarettirNimet de ya zarurîdir mesela göz gibi ya da hacet yerine geçen malın kifayet miktarından fazlası gibi.

İnsanın sahip olduğu iki göze gelince, âmânın sabrı, şikayet etmemesi ve Allah'ın kazasına razı olması demektirKördür diye bir kısım günahları işlemesine izin verilemez.

Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir:

Birincisi: Onları günahta kullanmamasıdır.

İkincisi: Onları tâatte kullanmasıdır.

Her iki şekilde de sabır geçerlidirÇünkü âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulurGözü sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz nimetinin şükrünü eda etmiş olurEğer sabretmeyip, bakacak olursa göz nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır.

Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedirHatta insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra gözlerin şükrünü, Allah'ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu bakışla Allah'ın marifetine varsınBöyle bir şükür sabırdan daha üstündürEğer bu olmasaydı, (bir âmâ olan) Hazret-i Şuayb'ın rütbesi, (mesela) Hazret-i Mûsa'nın rütbesinden üstün olurdu; çünkü Şuayb (aleyhisselâm) gözsüzlüğe sabretti, Musa (aleyhisselâm) ise böyle birşey olmadığı için sabretmiş değildirYine insanın bütün azalarının kesilmesi ve ateş üzerinde bulunan bir et parçası kemâl olacaktı! Oysa bu cidden imkansızdırÇünkü bu azaların her biri din için birer alettirYokluğu hâlinde dinin, kendiyle yapılan rüknü de yok olurAzaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde kullanılmalarıdırBu da ancak sabırla olurNafakadan fazla olan mal gibi ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik cihadıdırFazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek veya mâsiyette kullanmamaktır.

Eğer sabır, tâate sarfedilme mânâsında olan şükre izafe edilirse şükür ondan daha üstündür; çünkü bu tür şükürde sabır vardırDahası Allah'ın nimetine sevinmek, fakirlere sarfetme acısını göğüslemek ve mübahtan faydalanmayı terketmek de vardır.

Söylediklerimizden çıkarılacak sonuç, iki şeyin bir tek şeyden; bütünün de kendisini oluşturan parçalardan daha yüce oluşudurOysa bu hükümde bir bozukluk vardır; zira bütün ile parçalar arasındaki muvazene sıhhatli değildir.

Nimetin şükrü günaha sarfetmemekle de edâ edilebilirAncak mübah yerlere sarfetmekteki sabır, şükürden daha üstündürSabreden fakir, malını sıkı tutup ancak mübahlara sarfeden zenginden üstündür; fakat hayırlara sarfeden zenginden üstün değildirÇünkü fakir nefsiyle mücadele etmiş, oburluğunu kırmış, Allah'ın verdiği bir musibete karşı güzel rıza göstermiştirŞüphesiz bu durum, bir kuvvet isterZengin ise oburluğuna tâbi olup şehvetine itaat etmiş, ne var ki mübah ile yetinmiştirÖyle ise mübahta haramdan kurtulma çaresi, vardır; fakat harama sabretme hususunda da kuvvet lâzımdırAncak fakirin sabır kaynağı olan kuvvet, zenginin sadece mübahla yetinmesinin kaynağı olan kuvvetten daha yüce ve daha tamdırŞeref amelin delâlet ettiği kuvvete aittir; çünkü ameller ancak kalplerin hallerini gösterirKuvvet de kalbin halidir.

Yakîn de îman kuvveti hasebiyle değişirBu bakımdan imandaki kuvvetin fazlalığına delâlet eden, şüphesiz daha üstün olur.

Âyet ve hadîslerde sabır ecrinin şükür ecrinden daha üstün olduğunu gösteren bütün hükümlerden ancak özel olarak bu derece kastedilmiştirÇünkü nimet denilince halkın aklına ilk gelen şey mallar ve zenginliktir; şükür denildiğindeyse elhamdülillâh denilmesi ve nimet ile günaha dalmamasıdır, yoksa halkın aklına nimeti ibâdetlere sarfetme mânâsı gelmezBu durumda sabır şükürden, yani halk tabakasının anladığı şükürden daha üstündür.

Özel olarak Cüneyd-i Bağdâdî'ye, 'sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu' sorulduğunda bu mânâya işaret ederek şöyle buyurmuştur: 'Zengin varlığı ile övülmediği gibi fakir de yoklukla övülmezÖvgü ancak ikisinin de üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerine bağlıdır'.

Bu bakımdan zenginin şartı, vazifelerinden sıfatına uygun ve kendisine lezzet veren birtakım şeylerden ayrılmamasıdırFakirinki ise vazifesi hususunda beraberinde sıfatına uygun ve kendisine eziyet veren birtakım şeylerin de bulunmasıdırMadem her ikisi de üzerlerindeki şeyin şartı ile Allah için olmaktadır; o halde bunlardan hangisinin sıfatı daha elem ve eziyet verici ise o, hâl bakımından, sıfatı kolayca faydalanmak olandan daha tamdırİş, Cüneyd'in dediği gibidirCüneyd'in sözü sabır ve şükür konusunda ancak zikrettiğimiz son kısım için sahihtirZaten Cüneyd de bundan başkasını kasdetmemiştir.

Denildiğine göre Ebû Abbas b. Atâ , bu hususta Cüneyd'e muhalefet ederek 'Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üstündür' demiştir.

Bunu duyduğunda Cüneyd, ona beddua etmiştirBunun üzerine Ebû Abbas, çocuklarının ölmesi, mallarının yok olması ve on dört sene aklının gitmesi gibi bazı belâ ve musibetlere düçar olduKendisi 'Bütün bunlara Cüneyd'in bedduası yol açtı' derdiSonunda 'sabreden fakir'in 'şükreden zengin'den daha üstün olduğu fikrine döndü.

Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidirYine nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündürBu zengin, nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarfeder ya da ihtiyaç sahipleri veya fakirler için muhafaza edip saklarİhtiyacı gözetir ki malını oraya sarfetsinMalını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarfetmezBilakis Allah'ın kullarının halini gözeterek O'nun hakkını eda etmek için sarfederİşte böyle bir zengin sebreden fakirden üstündür.

İtiraz: Zenginin böyle yapması nefsine ağır gelmezFakirlikse, fakirin nefsine ağır gelirÇünkü zengin, muktedir olmanın lezzetini, fakir ise sabrın elemini hissederEğer zengin, malının elinden çıkışından elem duyarsa, onun bu elemi infak etmeye muktedir olmanın lezzetiyle telâfi edilir.

Cevap: Bizim görüşümüze göre, malını isteyerek, cân u gönülden infak eden kimse, hal bakımından, mal hususunda cimrilik yaparak infak edenden daha kâmildirTevbe kitabında bunu tafsilatıyla söylemiştik.

Bu bakımdan nefse eziyet etmek, amaç değil bilakis nefsi terbiye etmek için bir araçtırBu tıpkı av köpeğini dövmeye benzerEğitilmiş köpek, her ne kadar dövülmeye sabretse de eğitimin tamamlanması için dövülmesi gereken köpekten daha üstündürBu nedenle âhiret yolunun başlangıcında nefse eziyet etmeye ve onunla mücahede etmeye ihtiyaç vardırFakat yolun sonunda bu ihtiyaç duyulmazBilakis başlangıçta, kişiye elem veren şey artık ona zevk vermeye başlar; tıpkı öğrenmenin, akıllı bir çocuğun yanında zevke dönüşmesi gibi. . .

Oysa bu çocuk önceleri bundan elem duyardıAz bir kısmı hâriç insanların çoğu, daha yolun başlangıcında, hatta başlangıçtan da çok uzakta bulundukları için tıpkı çocuklar gibi evet bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdâdî, 'Sıfatı eziyet verici olan diğerinden daha üstündür' hükmünü mutlak bir şekilde vermiştirBu hüküm kendisinin de dediği gibi, halk tarafından kastedilen hususta doğrudurO halde tafsilat istemeyip çoğunluğun iradesi açısından meseleyi ele aldığında sabrın şükürden daha üstün olduğuna mutlak olarak hükmedebilirsinÇünkü bu hüküm, akla ilk gelen mânâ ile sahihtirTahkik (iyice öğrenmek) istediğin zaman tafsilata giriş.

Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardırBu derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terketmektirBunun arkasından rıza gelirRıza sabrın ötesinde bir makamdırOnun arkasından belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle beraberdirRıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün olurŞükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılırŞükrün de birçok dereceleri vardırBiz bu derecelerin en büyüğünü anlattıkBunun altında birçok dereceler vardır:

Mesela kulun, Allahü teâlâ'nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi şükürdürŞükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdürŞükrünün azlığından dolayı özür dilemesi şükürdürAllah'ın hilminin büyüklüğünü ve günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdürHak etmediği halde nimetlerin Allah'tan geldiğini itiraf etmesi şükürdürŞükrün de Allah'ın nimetlerinden birisi olduğunu ve Allah tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdürNimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdürVasıtaların şükrü de şükürdür; zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah'a şükretmemiştir.

Biz bunun hakikatini Zekât bahsinde anlatmıştıkVerilen nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de şükürdürNimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdürAmeller ve hallerden, şükür ve sabır ismi altına giren şeyler kısıtlanamayacak kadar çokturBunlar değişik derecelerdirBu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi, genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir.

Bir zât şöyle anlatıyor: Yolculuklarımın birinde bir ihtiyarla tanıştımYaşı oldukça ilerlemiştiHalini sordumBana şunları söyledi: "Gençliğimde amcamın kızına aşık olmuştumO da bana aşıktıSonunda evlendikZifaf gecesinde ona 'Gel! Bizi birleştirdiğinden dolayı bu geceyi Allah'ın şükrüyle ihya edelim' dedimO geceyi namazla geçirdik ve birbirimize dokunma fırsatı bulamadıkİkinci gece de böyle olduBütün gece boyunca namaz kıldık.

Yetmiş veya seksen seneden beri her gece biz bu hal üzerinde devam ediyoruz". Sonra hanımına dönüp 'Ey kadın! Öyle değil mi?' dediKadın da ihtiyarın dediği gibidir' karşılığını verdiŞunların haline bakın! Eğer Allah onları biraraya getirmeseydi ayrılık belâsına nasıl sabredeceklerdi?

Bu duruma bakarak ayrılık sabrını varlık şükrüyle kıyaslayın! Burada şükrün daha faziletli olduğu açıktırBu bakımdan bu duruma göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilirAllah en doğrusunu bilir!

88) Daha önce geçmişti.

89) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyor.

90) İdris b. Ebî Usame, Müsned

91) İbn Mâce

92) Taberânî

93) Deylemî

94) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir.

95) İbn Mâce

96) Müslim 'Sadaka bize helâl değildir. Onlar ancak halkın mallarının kirleridir,O ne Muhammed'e ve nede ailesine helâldir' şeklinde rivâyetetmiştir.

97) Adı Ahmed b. Muhammed b. Selh'dir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin çağdaşlarındandı. H. 309'da vefat etmiştir.