İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | SEMÂ' VE VECD 2

 1. Giriş

 

18-2

5. Semâ'nın Âdabı ve Tesiri

Semânın ilk derecesi dinleyeni anlamak, anladıktan sonra kalbine vaki olan mânâya hamletmektir. Sonra o anlayış, meyve olarak vecdi verir, vecd de azalarla hareketi doğururBu bakımdan şu gelecek üç makama bakılmalıdır.

I. Makam/Fehm

Dinlenilenin anlaşılması, dinleyenin hallerine göre değişirDinleyenin dört hâli vardır:

Birinci hâl: Dinlemek, mücerret tabiatla olmalıdırYani kişinin dinlemekte nağmelerden ve lahinlerden lezzet almaktan başka haz ve nasibi yokturBöyle bir dinleme mübahtır ve dinle menin en aşağı derecesidirZira deve de bu derecede insanoğluna ortaktır ve diğer hayvanlar da ortaktırHatta bu zevki sadece hayat isterBu bakımdan her hayvan için güzel seslerde bir tür lezzet vardır.

İkinci hâl: Anlayışla dinlemelidirFakat onu ya belirli veya belirsiz bir mahlukun şekline hamlederBu dinleyiş gencin ve şehvet sahiplerinin dinleyişidirBu kimseler, dinlenileni şehvetleri istikametinde yorumlarlarHâllerinin durumuna göre tefsir ederlerBu hâl, konuşmaya değmezAncak bu halin aşağılığını ve ya sak oluşunu beyan etmek sûretiyle bu halden konuşulabilir.

Üçüncü hâl: Dinlediklerini kendi nefsinin Allah ile olan hâllerine yormaktırHallerinin bazen istikrarlı ve bazen de istikrarsız oluşuna hamletmektirİşte bu tür dinleme, müridlerin (âhireti arayanların) dinlemesidirHele mübtedilerden olursa. . . Zira mü ridin şeksiz ve şüphesiz bir muradı vardırO murad, onun hedefidirO nun hedefi Allah'ın marifetidir, Allah ile kavuşmak ve müşahede yoluyla ona sırren ve perdenin kalkmasıyla varmaktırMüridin maksat ve hedefinde bir yolu vardırMürid o yolun yolcusudurBir kısım muameleleri vardırMuamelelerinde o hallerle karşılaşırBu bakımdan mürid azarlama veya hitabın zikrini din lediği zaman, kabulün, reddin, visalin, hicranın, yaklaşmanın, uzaklaşmanın veya geçmişe dair hasret çekmenin veya bekleni lene karşı susamanın, varılacak bir hedefe karşı duyulan iştiyakın, ümidin, ümitsizliğin, vahşetin veya ünsiyetin, vefanın, vefasızlığın, ayrılık korkusunun, kavuşma sevincinin zikri veya dost mülahazasının, rakibin müdâfasınm, akan gözyaşlarının, arka arkaya gelen hasret ve pişmanlıkların, uzun ayrılığın, kavuşma vaadini veya benzerlerini işittiği zaman ki bunların vasıflarını şiirler kapsamaktadır elbette bunların bir kısmı müri din araştırmasında haline uygun gelir ve böylece kalbi çakmak taşından kıvılcımlar çıkartan demirin yerine geçer ve bu sayede kalbin ateşleri alevlenirŞevkin ve heyecanın galeyana gelmesi kuvvet kazanır.

Bu nedenle müridin üzerine âdetine muhalif bir takım haller hücum ederMüridin böylece lafızları haller üzerine yormakta geniş bir mecal ve sahası olurHiçbir zaman dinleyen, şairin konuşmasından kasdettiği mânâyı gözetmek mecburiye tinde değildirHer konuşmanın çeşitli yönleri vardırHer anlayış sahibi için o konuşmadan mânâ iktibas etmek için çeşitli yollar vardırO halde biz, bu yorumlar ve anlayışlar için birkaç misal zikredelim ki, cahil içinde yanak, şakak ve ağız bahsi geçen şiirleri dinleyenin bu terimlerin zahiri mânâsını anladığını zannetmesinBiz şiirlerden mânâların nasıl anlaşılacağı bahsini zikretmeye muhtaç değilizZira dinleyenlerde (bunu güneşten daha) açık bir şekilde belirten durumlar vardırHikâye ediliyor ki, bazıları bir şairin şöyle dediğini dinledi: Elçi dedi ki: Yarın ziyaret edeceksin! Dedim ki: Dediğini anlıyor musun?

Bu şiiri dinleyen kişiyi şiirdeki nağme ve söz çileden çıkarıp vecde ve cezbeye getirir ve şiiri tekrar etmeye başlayıp 'ziyaret ede ceksin' anlamına gelen 'tezuru' kelimesinin başındaki 't' harfini 'ziyaret edeceğiz' anlamına gelen 'Nezuru' diye 'n' okuyup dedi ki: 'Decli: Yarın ziyaret edeceğiz!' Sevinmesinden ve ferahından bayılıncaya kadar bu sözü tekrar ettiAyıldığı zaman kendisine 'Seni cezbeye getiren nedir?'diye sorulunca şu cevabı verdi: "Ben bu şiirle Hazret-i Peygamberin 'muhakkak cennet ehli her cuma günü bir defa rablerini ziyaret ederler'42 hadîsini hatırladım!"

Rikka43, İbn Dirac'tan hikâye ediyor ki, İbn Dirac şöyle an latmıştır: Ben ve İbn Futi, Dicle üzerinden Basra ile Übülle (Irak'ta bir şehir) arasından geçiyordukÖnümüze manzarası güzel bir köşk çıktıO köşkün balkonunda bir kişi oturuyorduOnun huzu runda şarkı söyleyen ve şöyle diyen bir cariye vardı:

Allah yolunda bir sevgi vardır, O sevgi benden sana verilirHergün başka bir renge giriyorsun.

Böyle olmamak sana daha yakışır. (Bir gün göreceksin ki, ömür geçmiş. Ölümün elçisi gelip kapıyı çalmış) .

Bu manzarayı seyrederken baktık ki tatlı bir genç elinde bir kova, sırtında yamalı bir elbise cariyenin şiirini dinlemektedirO genç dedi ki: 'Ey cariye! Allah rızası için ve efendinin hayatıyla sana yemin verdiriyorumOkuduğun şiiri bana tekrarla!' Cariye şiiri tekrarladıGenç şöyle dedi: 'Vallahi, cariyenin dediği tam be nim Allahü teâlâ ile olan hâlimin hikâyesidir'. (Arkasından) genç ten dehşetli bir uğultu çıkıp ölü olarak yere serildi!

İbn Dirac diyor ki: 'Biz kendi aramızda İşte bir farz-ı kifaye ile karşılaştık'. (Cenazeyi kaldırmak bize farz-ı kifayedir) dedikBunun için durdukKöşk sahibi, cariyeye dedi ki: 'Sen Allah rızası için hürsün'. Sonra Basralılar gelip onun cenazesini techiz tekfin edip cenaze namazını kıldılarDefnedildikten sonra köşk sahibi, cemaate şöyle dedi: 'Ben sizi şahid tutuyorum ki, benim neyim varsa hepsi Allah yolunda sadaka olsunBenim bütün cariyelerim hür olsunBu köşkümü de yolcular için vakfettim'Köşk sahibi sonra sırtındaki elbiseleri çıkarıp attıGöbeğinden aşağı bir izar, göbeğinden yukarı için de bir aba giydiÇöle dalıp gittiHalk da arkasından ağlayarak bakıyordu ve ondan sonra da kendisinden bir ses ve seda çıkmadı,

Bu hikâyeden maksat, bu şahıs vaktinin tamamını Allahü teâlâ ile olan hâlleriyle geçiriyorduMuamelede güzel edepte sebat etmekten aciz olduğunu biliyorduKalbinin bir durumda durmayıp daima değişmesinden ötürü üzüntü çekiyorduKalbinin hak yoldan kayışı onu üzüyorduOnun kulağına haline uygun bir şiir geldiği zaman, o şiiri Allah'tan dinliyor, sanki Allahü teâlâ ona hi tap ederek şöyle buyuruyordu: 'Hergün bir renge bürünüyorsunOysa bunun gayrisi senin için daha iyidir'.

Kimin dinlemesi Allah'tan ise, Allah üzerine ve Allah için ise, onun için en uygunu, Allah marifetinde ilim kanununu güçlendirmektirAllah sıfatının marifetinde bu kanunla kuvvetlice bağlı bulunmaktırAksi takdirde teganni dinlediği zaman kalbine Allahü teâlâ hakkında muhal olan şeyler gelecek ve onlarla kâfir ola caktırBu bakımdan yola yeni başlamış bir müridin teganni din lemesinde tehlike vardırAncak dinlediğini Allah'ın vasfıyla ilgisi olmamak hasebiyle kendi haline yorumlarsa, o zaman tehlikeden kurtulurŞiirde yanılmasının misali bu beytin ta kendisidirEğer nefsinde bu şiiri işitseydi ve bununla rabbine hitab etseydi, hallerini sık sık değiştirmeyi Allah korusun Allah'a izafe etseydi o zaman kâfir olurduBöyle bir yanlışlık bazen tahkik ve tedkikle karıştırılmamış, mutlak ve mücerret bir cehaletten doğarBazen de öyle bir cehaletle oluyor ki, onu oraya bir nevi tedkik sev ketmiştir! Şöyle ki: Kişi kalbinin hallerinin değişmesini, sair âle min hallerinin değişmesini Allahü teâlâ'dan bilirse, bu hakikattirÇünkü Allahü teâlâ bazen kalbine bast, bazen kabz verirBazen nûrlandırır, bazen karartırBazen katılaştırır, bazen yumuşatırBazen taatinde sabit kılar kuvetlendirir, bazen de hak yollarından çevirsin diye şeytanı üzerine musallat eder! Bütün bunlar Allah'tandırOysa o insandan sık sık değişik haller sadır olur, muhakkak o zat hakkında örf ve âdette 'bu zat çeşitli görüşler sa hibidir ve renkten renge giriyor' denirUmulur ki şair şiirinden ancak sevgilisini, bazen kendisini kabul edişinde bazen red dedişinde bazen yaklaşışında bazen uzaklaşında renk değiştirmeye nisbet etmesini kastetmiştirİşte mânâ budurBunu Allahü teâlâ için düşünmek katıksız küfürdürEn uygunu Allahü teâlâ'nın yarattığını renkten renge sokup kendisinin renk değiştirmeyi kabul etmediğini, yaratıklarını değişik hallere uğratıp kendisinin değişmediğini bilmektirAma kulları böyle değildirİşte bu ilim, mürid için taklidî bir inançtan hasıl olur! Basiret sahibi bir arif için, hakikî ve keşfi bir yakînden hasıl olurBu ise rubûbiyyet vasıflarının acaipliklerindendirAllahü teâlâ bo zulmadan bozdurur, zaten bozulmak da Allah hakkında düşünülemezAllah'tan başka, başkasını bulandıran ve bozan herşey bozulmadan bu vazifeyi yapamaz.

Vecd erbabından bazıları vardır ki, dehşetli sarhoşluk gibi bir hâl kendilerine galebe çalarDillerini itabla Allah'a uzatır, Allahü teâlâ'nın kalplere yaptığı kahr-ı ilahîsini iyi karşılamadığını açığa vururÇeşitli derecelerde şerefli halleri paylaştırmasını kö tülerlerZira sıddîkların kalplerini kavuşturan, inkârcıların ve mağrurların kalplêrini uzaklaştıran ancak Allah'tırBu bakımdan Allah'ın verdiğine mâni yokturMenettiğini de vermeye kimsenin gücü yetmezGeçmiş bir suçtan ötürü kâfirlerden tevfi kini kesmiş değildirPeygamberlere yardımını, tevfikini ve hidayet nûrunu geçmiş bir vesileden ötürü vermiş değildir.

Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Gerçekten peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında sözümüz geçmiştir. (Saffat/171)

Fakat benden şu söz gerçekleşti: 'muhakkak cehennemi bü tün (kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım'. (Secde/13)

Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, işte onlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır. (Enbiya/101)

Eğer kalbine 'Neden insanlar hakkındaki Allahü teâlâ'nın geçmiş hükmü muhtelif olur? oysa kulluk vasfında müşterektirler' şeklinde bir istifham gelirse, derhal celâl ve aza met çadırlarından şu ihtar ile karşılaşırsın: 'Edep, hududunu geçme! Çünkü Allahü teâlâ, yaptığından sorumlu değildirİnsanlar ise sorumludur!5 Hayatımla yemin ederim ki dilinin ve zahirin edebine insanların çoğu muktedir olurAma sırrı bu uzaklaştırmanın istifhamından (yaklaştırma, uzaklaştırma, şaki veya said yapma ve saâdete erdirme hususundaki zahirî ihtilaftan) uzak tutmaya ki bu durumlar da saâdet ve şekavetin ebedi ol masıyla beraberdirler muktedir değildirBu duruma ancak ilimde derinleşen âlimler güç yetirebilirler.

Bunun içindir ki Hızır rüya âleminde görüldüğünde kendisine teganni dinlemek hakkında sual sorulduCevap olarak dedi ki: 'Bu berrak ve saf bir durumdurBu durumda ancak âlimlerin ayakları kaymaz'Çünkü teganni dinlemek kalbin esrarını tahrik ederGizlilerini açığa çıkarırKalbi, yeri gökten ayıramayacak derecede sarhoş olmuş, nerdeyse sırra karşı edep düğümünü açacak hida yetinin nûruyla ve ismetinin letafet ve inceliğiyle Allahü teâlâ ta rafından korunmuş bir kul müstesnadır.

Bunun içindir ki, seleften biri şöyle demiştir: 'Keşke biz te ganni dinlemekten başabaş kurtulmuş olsaydık (yani ne lehimizde ne de aleyhimizde olsaydı) '.

Bu bakımdan bu tür bir dinlemekte, şehveti tahrik edici tegan niyi dinlemekten daha tehlikeli bir durum vardırÇünkü şehveti tahrik eden teganniyi dinlemenin en son varacağı nokta günah işlemektirFakat buradaki teganni dinlemenin son varacağı yanlışlık küfrün ta kendisidir!

Anlayış bazen dinleyenin hallerine göre değişirAynı şiiri din leyen iki kişiye vecd hâkim olurOysa onlardan biri (mesela) anlayışta isabet etmiş, diğeri ise yanılmıştır veya her ikisi de isabet etmiştirFakat zıt ve değişik iki mânâyı anlamışlardırAma zıt mânâlar anlayanların değişik hallerine nisbet edildi mi, tenakuz ortadan kalkarNitekim Utbet'ul-Gulam şöyle diyen bir kişiyi dinler:

Göklerin cebbarı müşriklerin dediğinden münezzehtirMuhakkak ki aşık ve muhib, meşakkat içerisindedir.

Utbe bu kişiye "Doğru söyledin' derBaşka biri daha bu kişiyi dinler ve 'Yalan söyledin' derBu manzara karşısında basiret er babından bazıları derler ki 'Bunların ikisi de doğru söylediler ve hak da bu basiret sahibinin dediğidir'Zira tasdik daha hedefine varmamış, muradına tam ermemiş bir aşıkın sözüdürBu aşık, muradına ermekten menedilmiş, menetmek ve uzaklaştırmaktan dolayı meşakkat çekmektedirTekzib ise, sevgiye arkadaş olmuş, onun yolunda çektiği zahmetlerden lezzetlenen sevgisinin ifrat de recesinde bulunduğundan ötürü o zahmetlerden menfi bir tesir kapmayan bir kimsenin sözüdür veya halihazırda muradından menedilmeyen ve gelecekteki menedilmenin tehlikesini idrak et meyen bir aşıkın sözüdürOnun bu sözü, ümidin onun bütün zer relerini kaplamasından, hüsn-i zannın kalbine hâkim olmasından kaynaklanırBu bakımdan bu hallerin değişikliğiyle şiirin anlamı da değişik şekilde anlaşılır.

Ebû'l-Kasım bMervan, Ebû Said el-Harraz ile arkadaşlık yaptıSeneler senesi teganni dinlemeyi terkettiBir ara bir davette hazır bulunduO davette biri vardı ve şöyle diyordu:

Su içerisinde susuz olarak durmuşturFakat su içirmiyor.

Bu şiiri dinledikten sonra orada hazır bulunanlar ayağa kalkıp vecd ve cezbeye kapıldılarAyrıldıkları zaman Ebû'l-Kasım kendilerine 'bu şiirin mânâsından ne anladıklarını' sorduOnlar 'şerefli hallere karşı susadıklarına ve sebepler hazır olduğu halde ondan mahrum kaldıklarına' işaret ettilerYani 'bunu anladık' dedilerFakat onların bu cevabı Ebû'l-Kasım'ı tatmin etmediCemaat 'O halde bu şiir hakkındaki anlayışını sen söyle!' dedilerBunun üzerine Ebû'l-Kasım dedi ki: 'Kişi şerefli haller içerisinde bulunduğunda kerametlerle donatılmış olmasına rağmen onlardan bir zerre dahi vermez'Bu söz, haller ve kerametlerin ötesinde bir hakikatin varlığına işarettirHaller o hakikatin öncesinde meydana gelen, kerametler onun başlangıçlarında görünen şeylerdirHakîkat ise, hâlâ ona varmak gerçekleşmemiştir, demektirEbû'l-Kasım ile o cemaatin şiirden anladıkları mânâlar arasında esasında bir fark yokturAncak susamışın rütbesindeki ayrılık farkı vardır aralarında. . . Çünkü şerefli hallerden mahrum olan veya onlara karşı susuzluk hissetmeyen, eğer onları elde ederse, bu defa onların ötesindeki şeylere karşı susayacaktırBu bakımdan iki mânâ arasında anlayışta bir ayrılık yok. . . Aksine değişiklik, iki rütbenin arasındadırEbû Bekir Şiblî de çoğu zaman şu şiiri dinlediğinde vecde kapılırdı: Sizin sevginiz hicrandırMuhabbetiniz buğzdurVisaliniz ayrılıktırAnlaşmanız cenk ve harptir.

Bu şiiri, birçok yönlerden anlamak mümkündürOnların bir kısmı hak, bir kısmı bâtıldırO yönlerin en açığı bu mânâyı halk hakkında anlamaktırHalbuki bunu dünyada dünyanın sırları hakkında, hatta Allah'tan başka herşey hakkında anlamaktırZira dünya aldatıcı ve hilecidirErbabını öldürücü, bâtında onlara düşman, zahirde onlara karşı sevgi gösterip sırıtan bir canavardırDünyadan sevgi ve sürur bakımından dolmuş bir ev varsa, o ev mutlaka ağlama ve gözyaşlarıyla dolacaktırNitekim bu durum haberde de varid olmuştur44 ve nitekim Ebû Mansur Sa'lebî dün yayı vasfederek şunları söylemiştir:

Dünyadan uzaklaş! Sakın ona müşteri çıkma!

Kendisiyle evleneni öldürene müşteri olma!

Vasfediciler dünya hakkında söylemişler.

Hem de çok söylemişler.

Benim yanımda dünyanın bir vasfı vardır.

Hayatımla yemin ederim, tam dünyaya yakışır.

Dünya şaraptırSonu ve gayesi acıdır.

İştah çekici bir merkeptir.

Sen onu yumuşak bulduğun zaman o serkeşlik yapar.

Dünya güzel bir şahıstırOnun zahirî güzelliği halkı tesir altına alır.

Fakat onun kötü sırları ve gizli tarafları vardırEğer onlar halka görünürse çirkinlerin çirkinidir!

İkinci mânâ, şiiri Allahü teâlâ hakkında nefsinin kusur luluğuna hamletmektirZira kişi Allah Teâlâ'nın zatı hakkında düşündüğü zaman onun bu husustaki bilgisi cehalettirÇünkü insanlar hiçbir zaman Allah'ı gereği gibi takdir edememişlerdir ve edemezlerBöyle bir kimsenin taat ve ibâdeti riyadırZira gereği gibi Allah için itikadda bulunmamıştırBu kişinin sevgisi sakattırZira bu kişi Allah'ın sevgisi uğrunda şehvetlerinden bir tek şehveti bile bırakmamıştırAllahü teâlâ bir kuluna hayrı irade ederse, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterirO kul yukarıda geçenbeytin mânâsını kendi nefsinde görürHer ne kadar gâfillere nisbeten yüce mertebede ise de. . . . Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Yarab! Senin kendi nefsine sena ettiğin gibi, senin sena ve hamdini sayıp yerine getiremem45

Muhakkak ben yirmi dört saatte yetmiş defa Allahü teâlâ'dan af talep ediyorum46

Hazret-i Peygamberin af talebinde bulunması, kendilerinden sonra gelecek derecelere nisbetle uzaklık dereceleri bulunan hallerden idiHer ne kadar o haller kendilerinden önce geçmiş hallere nisbe ten yakınlık sayılsalar da. . . Bu bakımdan hiçbir yakınlık yoktur ki, onun arkasında sonsuza kadar ikinci bir yakınlık olmasınZira Allah'a giden seyr-ü sülûkün yolu sonsuzdurYakınlığın en yakın derecelerine varmak muhaldir.

Üçüncü mânâ, hallerin başlangıçlarına bakıp onlardan razı olması, sonra onların neticelerine bakıp onları küçük görmesidirBöyle görmesi de, o hallerde gizli bulunan birtakım gurura muttali olmasındandırBu bakımdan bunu da Allahü teâlâ bilirO halde şiiri Allahü teâlâ'nın kaza ve kaderinden şikayet yönünden Allah hakkında düşünür! Böyle bir dinleyiş ise küfürdürNitekim bunun beyanı daha önce geçmiştiHiçbir şiir yoktur ki, onu birkaç mânâya hamletmek mümkün olmasınOnu mânalandırmak dinleye nin ilminin çokluğuna ve kalbinin saflığına göre olur.

Dördüncü hâl: Halleri ve makamları geçip Allah'tan başkasını anlamayan bir kimsenin dinlemesidirHatta bu kimse nefsinin hallerinden ve işlerinden bile habersizdirKendisi tıpkı şuhud-i aynînin denizinde kaybolup aklını şuurunu kaybeden bir kimse gibidirÖyle kimse ki, onun hali Hazret-i Yûsuf un güzelliğini görüp akılları başlarından gidip, hislerini kaybedip ellerini bıçaklarla kesen kadınların haline benzerİşte sûfîler böyle bir hali 'Fena fi'n-nefs' diye tabir ederler.

Kişi nefsinden habersiz olduğu zaman, başkasından fâni olacağı şüphesizdirSanki kişi herşeyden habersiz ve herşeyi kay betmiş, sadece görünen 'Bir kalmamıştırAynı zamanda kişi şuhuddan da fâni olmuşturZira kalp ve şuhuda baktığı ve nefsine de görünür olarak iltifat ettiği zaman, o vakit meşhud (görünen) den gâfil olmuş olurBu bakımdan görünende garkolan bir kimsenin istiğrak halinde görünenin rüyetine iltifatı yokturGörmesini temin eden gözüne de iltifatı yokturLezzet alan kalbine de iltifatı yokturZira sarhoş bir kimsenin sarhoşluğundan, lezzet lenen bir kimsenin lezzetlenmesinden haberi olmaz!. . . Onun ha beri sadece lezzet aldığı şeyden olurBuna misal olarak şu temsil gösterilebilir: Birşeyi bilmek, o şeyi bilmenin bilgisine mugayir ve muhaliftirBu bakımdan şeyi bilen zat, şeyi bilmenin bilgisine sa hip olduğu zaman şeyden yüz çevirmiş sayılırBu hal bazen mah lukun hakkında olur ve aynı zamanda Halikın hakkında da olabi lirFakat çoğu zaman bu hal gelip geçer, durup devam etmez, ça kan şimşek gibidirEğer devanı ederse beşerî kudret ona güç yeti remezÇoğu zaman beşerî kudret onun meşakkati altında tirtir titrer ve onunla nefsi helâk olurNitekim Ebû Hasan Ahmed bMuhammed Nurî bir mecliste hazır bulunduğunda, orada şu beyti dinler:

Ben daimi bir şekilde senin sevginin değişik değişik konaklarına inerim ki,

O konağa iniş anında akıllar hayret ve şaşkınlık içerisinde kalır.

Bunu dinledikten sonra kalkıp vecde tutulduŞuursuzca çöllere dalıp bir kamış ormanına giriverdi ki, kamışlar kesilmiş, kökleri kılıçlar gibi kalmış. . . Orada durmadan sağa sola sallanıp koşuyorduSabaha kadar bahsi geçen şiiri tekrarlayıp durduİki ayağından ise kanlar akıyorduİki ayağı ve bacakları şiştiBu hâ diseden sonra birkaç gün yaşayıp öldü.

İşte bu derece, sıddîkların anlayış ve vecd derecesidir ve derecelerin en yücesidirZira haller üzerindeki dinleme kemâl derecele rinden kaynaklanırBu dereceler ise beşerî sıfatlarla katışıktırO ise, bir nevi kusurdurAncak kemâl odur ki, kişi tamamen nefsin den ve hallerinden habersiz olsunNitekim Hazret-i Yusuf hâdisesinde bahsi geçen kadınların ne ellerine ve ne de bıçaklara iltifatları kalmadığı gibi. . .

Bu bakımdan böyle bir kimse Allah için dinler, Allah ile dinler ve Allah hakkında dinler ve Allah'tan dinlerBu rütbe hakikatlerin engin dalgalarına dalan kimsenin rütbesidirHallerin ve amellerin sahiline geçen, Tevhîd safasıyla birleşen, katıksız ihlasla tahakkuk eden, kendisinde asla birşey kalmayan, beşeriyeti tamamen sönüp kül olan, beşerî sıfatlara müstakil olarak bakması tamamen yok olan bir kimsenin derece sidirBen kişinin fenasından cesedinin yok olmasını değil, kalbi nin fenasını kastediyorum.

Kalpten gayem, et ile kandan ibaret olan nesne değildirAksine ince bir sırdır ki, zahirî kalbe doğru onun gizli bir nisbeti vardırO nisbetin ardında Allah'ın emrinden olan ruhun sırrı bulunmak tadırOnu tanıyanlar tanımış, tanımayanlar ise, cahil kalmıştırBu sırrın bir varlığı vardırİşte o varlığın sûreti orada hazır bulu nan nesnedirBu bakımdan orada başkası bulunursa sanki varlık orada hazır bulunan için sözkonusudur.

Bunun misali berrak aynadırZira aynanın esasında bir rengi yokturAksine onun rengi onda hazır bulunanın rengidirŞişe de böyledirZira şişe, içinde bulunanın rengini gösterirŞişenin rengi, içinde hazır bulunan maddenin rengidirEsasen şişenin bir sûreti yokturOnun sûreti sûretleri kabul etmesidirOnun rengi ise, renkleri kabul kabiliyetidirKalpte bulunan bu hakikati, orada hazır bulunana izafeten, şairin şu şiiri açıklar:

Cam inceldi, şarap inceldiBiri diğerine benzedi, ayırdedilmeleri güçleştiSanki şarap var, kadeh yok, sanki kadeh var, şarap yok!

Bu makam mükaşefe ilimlerinin makamlarındandırHulul ve ittihad iddiasında bulunanın hayali buradan kaynaklanarak dedi ki: Ene'l Hak! Bu hayalin etrafında hristiyanların konuşması, la hut (Allah) ile nasutun (beşerin) birleşme davasındaki konuşmaları fısıldamaktadır veya nasut, lahutu bir kaftan gibi giymiştir veya nasut (beşer) lahuta (Allah'a) hulul etmiştirBütün bu değişiklilder, onların değişik ibarelerine binaendirBu ise sırf hatadırAynanın kırmızılığına hükmedenin yanlışlığına benzerAyna için böyle hükmeden karşıya bakmış orada kırmızı renk görmüş de ondan böyle hükmediyorBu muamele ilmine sığmadığından ve uygun bir bahis olmadığından dolayı, biz esas hedefe dönelimİşte biz dinlenilenlerin anlamındaki değişik dereceleri belirttik.

II. Makam/Vecd

Vecdin hakikati ve mahiyeti hakkında halkın uzun konuşması vardırHalktan sûfileri ve dinleme ile ruhlar arasındaki münasebet yönüne bakan hakimleri kastediyorumBu bakımdan biz, onların sözlerinden, lafızlar ve deyimler nakledelim. Sonra oradaki hakikati keşfetmeye çalışalım.

Sûfilerin Sözleri

Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Semâ hakkın bir elçisidirKalpleri Hakk'a doğru sevketmek için gelmiştirBu bakımdan ona hakkıyla kulak kabartan ve dinleyen bir kimse hedefe varırNefis ve tabiatla onu dinleyen bir kimse zındıklaşır!'

Sanki Zünnun-i Mısrî vecdi, kalpleri Hakk'a doğru tahrik etmekten ibaret olarak görmektedirZira Hakk'ın elçisi geldiği zaman, Zünnun bunu görmüştürZira semâya 'Hakkın elçisi' de mesi de böyle gördüğünü ifade eder.

Ebû Hüseyin Dirac sernâ'da gördüğü hakikatten haber vererek şöyle demiştir: 'Vecd dinlemek anında mevcut olandan ibarettir'. Sonra devamla şunları söyledi: 'Dinlemek beni hâl ve heybet mey danlarında gezdirip bahşiş olarak bana Hakk'ın varlığını gösterdiO da safa kadehiyle bana içirdiOnunla rıza konaklarına vardım; Vecd tenezzüh ve genişlik bahçesine çıkardı'

Şiblî (bazı nüshalarda Sa'lebî) şöyle demiştir:'Teganninin za hiri, fitnedirİçi ise ibrettirBu bakımdan işareti bilen bir kimse için ibareyi dinlemek helâl olurAksi takdirde ibareyi dinlemek fitneyi çağırır ve insanı belaya maruz bırakır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Teganni dinlemek marifet ehli için ruhların gıdasıdırÇünkü teganni diğer amellerden incelip gizle nen bir vasıftırİnceliğinden ötürü tabiatın inceliğiyle, saflığıyla idrak olunur'.

Amr bOsman el-Mekkî şöyle demiştir: 'Vecdin keyfiyeti hiçbir ibare ile anlatılamazÇünkü vecd, yakın ve Mü'min kulların nez dinde Allah'ın bir sırrıdır'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Vecd Hak'tan keşiflerdir'.

Ebû Said bArabî şöyle demiştir: 'Vecd, perdenin kaldırılması, murakıbın müşahedesi, anlayışı, huzur-u gaybın mülahaza ve gö zetmesi, sırrın muhadesesi, gaybm ünsiyetidirSen sen olduğun için vecd senin faniliğindir'.

Yine şöyle demiştir: 'Vecd Allah marifetinde ihtisas sahibi kılınanların derecelerinin ilkidirGaybı tasdik etme mirasıdırOnlar vecdi zevk edip vecdin nûru kalplerinde parladığı zaman her şek ve şüphe kalplerinden sökülür'.

Yine şöyle demiştir: 'Vecd perdeleyen nefsin ilgi ve sebeplerle alâkadar olmasının eserlerinin görünmesidirZira nefis, sebeple riyle perdelidirSebepler kesildiği zaman zikir hulûsa erdiği, kal bin ayıldığı, incelip saflaştığı ve kalpteki va'z u nasihat karar kıldığı, kalp münâcaatın yakın bir yerine indiği, muhatap edindiği, dinleyen kulak, hazır olan kalp, zahir olan sır ile hitabı dinlediği zaman, işte o zaman boş bulunduğu şeyi müşahede ederMüşahede edilen o şey vecddirÇünkü kalbin yanında yok olan birşey var olmuştur. (Vecd de bu demektir) '.

Vecd odur ki, korkutucu bir hatırlamanın, heyecan verici bir korkunun, herhangi bir kayıştan ötürü bir serzenişin veya latife ile bir konuşmanın veya bir faydaya işaret etmenin, kaybolan bir şevkin üzüntüsünün, geçmiş zamandan dolayı pişmanlığın mey dana gelmesi, vacibe çağırıcının veya sır ile münâcaatın bu lunduğu bir zamanda mevcut olan şeye vecd denirVecd demek zahiri zahirle, bâtıni' bâtınla, gaybı gaybla, sırrı sır ile karşılaştırmak, lehinde olanı aleyhinde olanla ortaya çıkarmak demektirVecd, senin elde etmek için gayret sarfetmeni gerektiren ve daha önce yazılan şeydendirBu bakımdan bu senden olduktan sonra senin için yazılırKıdemsiz kıdemin sabit olurZikirsiz zik rin karar bulurZira nimeti ilk başta veren, seni sevk ve idare eden O'durBütün işler O'na dönerİşte bu vecd ilminin görünür ta rafıdır.

Sûfîlerin vecd hakkında bu tür konuşmaları oldukça çokturHükemanın Sözleri

Onlardan biri şöyle demiştir: 'Kalpte şerefli bir fazilet vardırNutk (konuşmak) kuvveti onu lafızlarla çıkarmaya güç yetiremezBu bakımdan nefis onu tegannilerle çıkartırO belirince nefis se vinir ve ona karşı atılırBu bakımdan nefisten dinleyinizOnunla münâcaat edinizZahirîlerin münâcaatmı terk ediniz'.

Bazıları da şöyle demişlerdir: 'sema'nın neticeleri, görüş ve düşünceden aciz olanı harekete geçirmek, fikirlerden uzaklaşanı düşünce sahasına çekmek, yorulmuş zihin ve görüşleri kes kinleştirmektir ki kaybettikleri geri gelsin, acizliği kuvvet bulsun, bunalmışlığı durulsunHer görüş ve niyet de alabildiğine yürü sünBazen isabet, bazen de yanlışlık yapılsınGelsin, tehir olmasın'.

Başka biri de şöyle demiştir: 'Fikir belli olan ilme götürdüğü gibi, dinlemek de kalbi ruhanî âleme götürüp kapısını çaldırır'.

Başka birine nağme ve vuruşların vezninin ahenginde azalarının tâbii olarak hareket etmesinin sebebi sorulduğunda şöyle demiştir: 'Bu aklî bir aşktırAklî aşık ise iskeletin bir parçası olan dil ile maşukunu çağırmaya muhtaç değildirAksine onu, gülüm semekle sevindirir ve münâcaatta bulunurGöz kırpmakla kirpiklerin ince hareketleriyle' kaşlarla ve işaretlerle münâcaat ederBütün bunlar konuşurlar ve birer ruhanîdirlerHayvaniyete men sup olan aşık ise iskelete ait olan mantığı kullanır ki, o mantıkla zayıf şevkinin zahirini ve semeresini tabir edebilsinZayıf aşkını ifade etsin'.

Başka biri de şöyle der: 'Üzülen bir kimse nağmeleri dinlesinzira Üzüntü nefse girdiği zaman nûrunu söndürürNefis se vindiği zaman nûru parlarSevinmesi görünürBu bakımdan kabul edende kabuliyet miktarınca iştiyak görünürBu ise kalbin saflığı, hile ve dünya kirlerinden temiz olması miktarmca takdir edilir'.

Semâ ve vecd hakkında söylenilen sözler pek çokturHepsini zikretmek sûretiyle çoğaltmanın hiçbir mânâsı yoktur Bu bakımdan biz vecdin neden ibaret olduğunu anlatmaya çalışalımVecd semânın neticesi olan bir halden ibarettirVecd semânın akabinde hakkın yeni gelen bir elçisidirDinleyen nefsinde onu gö rürO hâl ise iki kısımdan uzak ve boş değildir: Zira o hâl ya mükaşefe ve müşahedelere dönüşecektir böyle bir hâl ilim ve ikazlar türünden ve nevindendir veya o hâl ilimlerde olmayan şevk, korku, üzüntü, ızdırap, sevgi, esef, pişmanlık, açıklamak ve dur gunluk gibi olan ve ilimlerden olmayan hâl ve değişimlere dönüşürBütün bu halleri, teganninin dinlenmesi kabartır ve tak viye ederEğer dinlemek, zahiri tahrik etmekte tesir etmeyecek veya teshir etmeyecek veya hali değiştirmeyecek kadar zayıf ise, veya âdetinin hilafına hareket eder veya gelir veya nazardan, nu tuktan ve hareketten, âdetinin hilafı üzerine sükûnet bulursa, o zaman onun ismine vecd denilmez.

Eğer zahirin üzerine tebellür ve terettüb ederse, buna vecd denirZahiri değiştirmesi ve tahrik etmesi gelişinin kuvveti hasebiyle ya zayıf veya kuvvetli olacaktırZahirin bozulması ve değişmeden korunması, vecde tutulan kişinin kuvveti ve azalarını zapt u rapt altında bulunduracak kudreti nisbetindedirBazen vecd, bâtında güçlenirSahibi güçlü olduğu için zahirde bir değişme meydana gelmezBazen de gelenin zayıflığı ve tahrik etmesinin az ol masından ötürü açığa çıkmaz ve görünmezÇünkü birleşme düğümünü çözmeye kudreti yoktur! Birincinin mânâsına Ebû Said bArabî işaret etmiştirZira vecd hakkında şöyle demiştir: 'Vecd kontrol edenin müşahedesi, anlayışın huzuru ve gaybın mülaha zasıdır'Bu bakımdan semâ 'dan önce keşfolunmayan bir eserin keşfine semâ sebep olabilirZira keşif birkaç sebeple meydana gelirO sebeplerden birisi ikaz etmektirTeganni dinlemek ise kişinin teganniden önce haklarında gâfil bulunduğu birçok işe dikkatini çekip ikaz edicidir.

O sebeplerden biri de hallerin değişmesi, nefsinde müşahede ve idrak etmesidirZira halleri idrak etmek de vecdin gelmesinden önce malum olmayan birçok işin izahını ifade eden bir tür ilimdir.

O sebeplerden biri de kalbin saflığıdırSemâ kalbin tasfiyesinde müsbet tesir ve etki yaparKalbin tasfiyesi ise keşfe sebep olur.

O sebeplerden biri de semanın kuvvetiyle kalbin coşmasıdırBu bakımdan kalp, bu coşuştan ötürü, o kuvvetten önce aciz olduğu şeylerin müşahedesine kuvvet kazanırNitekim devenin, sürücü sünün nağmelerini dinlemeden önce taşıyamadığı yükü, nağmeler sayesinde taşımaya muktedir olduğu gibi. . . Kalbin ameli daima keşfetmek ve melekut âleminin sırlarını mülahaza edip düşünmektirNitekim devenin de ameli ağır yükleri taşımak olduğu gibi. . Bu bakımdan bu sebepler vasıtasıyla semâ keşfe se bep olurHatta kalp saflığa kavuştuğu zaman, çoğu kere müşahede sûretinde hak kendisine görünür veya manzum bir lafzın içinde kulağına gelir ki eğer insan uyanıkken duyulursa bu hatif (gaibden gelen ses) diye tabir edilir. . . Eğer uyku halinde duyulursa, rüya diye tabir edilirBu ses nübüvvetin (peygamberliğin) kırkaltı parçasından bir parçadırBunun tedkik ve tahkiki muamele ilminin dışındadır.

Nitekim Muhammed bMesruk el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Cahiliye günlerimde bir gece sarhoş olduğum halde çıktımBen o anda şu şiiri terennüm ediyordum

Tur-i Sina'da bir üzüm bağı var ki oraya uğradığında O üzüm sularını bırakıp, su içen kimseye şaşarım!

O anda birinin şöyle dediğini duydum: 'Cehennemde bir su var ki o suyu içenlerin içinde barsak denen birşey bırakmaz!'

Muhammed bMesruk diyor ki: 'Bu söz benim tevbemin, ilim ve ibadete yönelmemin sebebi oldu'.

İşte teganni bir kalbin tasfiyesine nasıl tesir etti ki, cehenne min sıfatı hakkında hakîkat kendisine belirip anlaşılır, vezinli bir lafzın içinde tahakkuk etti ve bu lafız onun zahiri kulağına gelip girdi.

Müslim Abadanî şöyle demiştir: Bir ara Salih el-Merî, Utbet'ul Gulam, Âbdülvahid bZeyd ve Müslim el-Esvarî yanımıza geldilerDeniz, sahilinde konakladılarBen bir gece onlar için yemekhazırladımOnları yemeğe davet ettim, onlar da geldiYemeği önlerine getirdiğim zaman, bir şair sesini yükselterek şu beyti okudu:

Ebedıyyet evinden, yemekler seni meşgul mü ediyor?

Kılavuzluğu fayda vermeyen nefsin lezzeti seni meşgul mü ediyor?

Ravi der ki: 'Utbet'ul-Gulam bağırarak düşüp bayıldıDiğerleri ise, ağlamaya başladılarBen yemeği önlerinden kaldırdımAllah'a yemin ederim onlar o yemekten bir lokma dahi tat madılar'.

Nitekim kalbin saflığı halinde gaibden ses duyulur ve göz ile Hızır'ın sûreti görülürZira Hızır, kalp sahiplerine çeşitli sûretlerde görünürBöyle bir durumda da melekler peygamberlere te messül edip görünürlerYa sûretlerinin hakikati veya sûretlerini bazı yönlerden hikaye eden bir misal üzerine. . .

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) iki defa Cibril'i esas sûretinde gördü ve Cebrail'in bütün gökleri doldurduğunu haber verdiAllahü teâlâ'nın va'd-i ilahîsi budur:

Ona kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğrettiÖyle ki, gö rünüşü güzel olup hemen hakikî şekli üzere doğruldu(Cebrail) yüksek ufukta idi. (Necm/5-7)

Saflıktan olan bu hallerin benzerinde, kalplerde gizli olanlara ulaşılırBazen bu ıttıla teferrüs diye tabir edilirNitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Mü'min bir kimsenin ferasetinden sakınınızÇünkü o, Allah'ın nûruyla bakar,47

Hikâye ediliyor ki, ateşperestlerden birisi müslümanlar arasında gezerek, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) , 'mü'minin ferasetinden çekininiz' hadîsinin mânâsını soruyorduMüslümanlar ona kendi bilgilerine göre tefsirini söyledikleri halde o bir türlü ikna olmu yorduBu hâl, sûfîlerden bir şeyhe varıncaya kadar devam ettiO şeyhe varıp bu hadîsin mânâsım sorduŞeyh kendisine şöyle cevap verdi:

Elbisenin altında bağlamış bulunduğun zünnarı çekip atmandır.

- Evet doğru söyledin! İşte mânâsı budur!

Böylece müslüman oldu ve İşte şimdi anladım ki, sen Mü'minsin ve senin îmanın haktır' dedi.

İbrahim Havas şöyle anlatır: Bağdad'da camide fakirlerden bir cemaatin arasında bulunuyordumO esnada güzel kokulu, güzel yüzlü bir genç geldiArkadaşlarıma dedim ki: 'Bu gencin yahûdî olduğu kalbime geliyor'Aralarında bulunduğum cemaat o genç hakkındaki söylediğim sözden hoşlanmadılar. Sonra ben çıktımO genç de çıktı. Sonra o genç onlara geri döndü ve 'Şeyh benim hakkımda ne söyledi?' diye sorduOnlar kalbi kırılmasın diye birşey söylemedilerFakat genç ısrar ettiSonunda gence 'Senin yahûdî olduğunu söyledi' dedilerBu konuşmadan sonra genç bana geldiElimi başımı öpüp müslüman oldu ve şöyle dedi: "Biz (yahûdîler) kitaplarımızda Sıddîk'ın ferasetinin yanlış çıkmayacağını okuyoruzBen müslümanları imtihan etmeyi düşündüm ve dedim ki; 'eğer müslümanlar içerisinde sıddîk bir kimse varsa, muhakkak şu taifenin içindedir'Çünkü bu grup Allah'ın kelâmını okuyorlarİşte bu niyetle ben sizi denemek mak sadıyla geldimŞeyh benim durumuma muttali olup hakkımda fe rasetini kullandığı zaman anladım ki, o sıddîktır"Ravi der ki, bu genç daha sonra îman edip sûfîlerin büyüklerinden oldu.

Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında gezme Seydiler, muhakkak ki, onlar göklerin melekut âlemini sey redebileceklerdi48

Şeytan kalpler kötü sıfatlarla dolu ise, onların etrafında dolaşır! Çünkü böyle kalpler, şeytanın ve ordusunun merası ve otlağıdırKalbini bu sıfatlardan arındıran bir kimsenin ise kalbi nin etrafında şeytan gezmezNitekim Allahü teâlâ şöyle bu yurmuştur:

Ancak içlerinden ihlasa sahip Mü'minler müstesna. (Hicr/40)

Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yokturSen ancak sana uyan azgınları saptırabilirsin) .

(Hicr/42)

Semâ kalbin saflaşmasına sebeptirKalp o saflık vasıtasıyla hakkın avlanması için kullanılan bir ağdırGelecek rivâyet buna işaret eder: Zünnun-i Mısrî Bağdad'a vardıSûfîlerden bir grup be raberlerinde şarkıcı biri olduğu halde ziyaretine geldilerŞarkıcının kendilerine bir şeyler okuması için izin vermesini iste dilerZünnûn izin verdi:

Senin küçük aşkın bana azap verdi!

Acaba o aşk geliştiği, kalbimi istila ettiği zaman ne yapacak?

Sen daha önce ortak olan bir aşkı benim kalbimde topladın.

Acaba üzüntüsüz bir kimsenin güldüğü zaman, ağlayan mahzun bir kimse için hiç şefkatin yok mu?

Bu sözleri söyledikten sonra Zünnûn-i Mısrî yerinden fırladı, ardından yüzü üstü yere yığıldı. Sonra bir kişi yerinden zıpladıZünnûn o kişiye şöyle hitap etti: 'Kalktığında O seni görür'Bu söz üzerine kişi oturduZünnûn Allah'ın inayetiyle o kişinin kalbine muttali olduOnun zoraki şekilde vecde kendisini kaptırmak is tediğini bildi ve böyle yapmamasını ihtar ederek, ona 'Allah için değil de başka birşey için kalktığın zaman seni gören Allah senin hasmın olacaktır' hakikatini bildirdiEğer kişi bu kalkışında doğru olsaydı, muhakkak gerisin geri oturmazdıBu bakımdan böylece vecdin semeresi keşiflere ve hallere dönüşüverdi.

Keşif ve hallerin herbiri, insanoğlu onlardan uzaklaştığı zaman tabir etmesi mümkün olmayan ve tabir etmesi mümkün olan diye kısımlara ayrılırUmulur ki, sen hakikatini bilmediğin bir hâli veya ilmi uzak göresin ki bu ilmin hakikatini izah etmek mümkün değildirBu bakımdan sen onu uzak görme! Çünkü sen en yakın durumlarında bile varlığına ve hak olduğuna dair birçok deliller görüyorsun.

İlme gelince, nice fakîhler vardır ki sûrette birbirine benzer iki mesele kendisine arzolunurFakih zevkiyle bu iki meselenin arasında hükümde fark olduğunu idrak ederFakat fakihe bu farkın yönünü birleştirmekte yardımcı olmaz, velev ki fakih insanların en beliği olan bir kimse olsunBu bakımdan o fakih ancak zevkiyle farla idrak eder, fakat o farkın tabir ile belirtilmesi kendisi için mümkün değildirFakihin 'farkı idrak etmesi bir ilimdirZevk ile o ilimi kalbinde bulur ve o ilmin kalbine doğmasının bir sebebi olduğundan ve onun Allah nezdinde de bir hakikati olduğundan şüphe etmezO hakikati haber vermek, kendisi için mümkün değildirFakat bu imkansızlık lisanındaki kusurdan ileri gelmezAksine mânânın esasında ibarenin yetişebileceğinden daha ince olduğundandır! Daima zor meseleleri mütalaa edenler bu kadarını idrak etmişlerdir.

Hale gelince, nice insan vardır ki sabahladığı vakitte, kalbinde 'kabz' veya 'bast' idrak ederFakat bir türlü onun sebebini bilemezBazen de bir insan birşey hakkında düşünürO düşünce onun nef sinde bir eser meydana getirirDolayısıyla o sebebi unutuverirO eser ise, nefsinde baki kalır ve onu hissederBazen de hissettiği hâl, sevgiyi gerektiren bir sebep hakkında düşündüğünden ötürü nefsinde görünen bir sevinç olur veya bir üzüntü olur ki esas hakkında düşünüleni unutur ve fakat onun eserini hisseder.

Bazen de hâl garip bir hâl olur ki, sürur ve üzüntü lafızları onu ifade etmekten aciz kalırlarMaksudu tam mânâsıyla belirten bir ibare bulunmaz ki onunla ifade edilsinVezinli şiir ile vezinli şiirin zevki o şiir ile vezinli olmayan kelâmın arasındaki farkı an cak bir kısım insanlar bilir, diğer bir kısmı bilmezBu öyle bir haldir ki, ancak zevk sahibi bunu idrak ederHem de şüphesi kalmayacak derecede idrak eder, Bu halden, vezinli konuşmak ile rast gele konuşmanın arasındaki ayrılığı kastediyorumBu bakımdan zevki olmayan bir kimse o kelâmla kastettiğini açığa kavuşturacak tabir imkânından mahrumdurİşte nefiste böyle ga rip haller vardırBunlar o hallerin vasıflarıdır; Hatta, korku, üzüntü ve sürurdan ibaret olan meşhur mânâlar, ancak mânâsı anlaşılan bir tegamıinin dinlenilmesinden hasıl olur.

Evtar (telli sazlar) ve mânâsı anlaşılmayan diğer nağmelere gelince, onlar ancak nefiste acaip bir tesir bırakırlarO tesirlerin acaipliklerini anlatmak mümkün değildirBazen onlara şevk tabiri yakıştırılırFakat o 'şevk' ki sahibi 'müştak'ı tanımıyorsa acaibin ta kendisidirKalbi telli sazı, şahin ve benzerini dinlemekle harekete gelen bir kişi ise, neye müstehak olduğunu idrak edemezAncak nefsinde bir 'hâl' hisseder! Sanki o hâl kendisinin bilmediği bir 'işi' isterHatta böyle bir durum halk tabakasında bile vaki olurKalbine ne bir insanın ne de Allahü teâlâ’nın sevgisi hâkim olma yan kimseler dahi bu hale tesadüf ederlerİşte bunun bir sırrı vardırHer 'şevkin iki 'rükn'ü vardır: Birinci rükn müştakın sıfatıdırBu da aşık ile maşukun bir tür münasebetidirİkincisi, maşukun marifeti ve ona varmanın sûretinin marifetidir.

Eğer şevkin varlığına sebep olan sıfatlar, maşukun sıfatını bilmek de mevcut ise bu takdirde durum apaçıktırEğer maşuk bilinmez fa kat teşvik edici sıfat bulunursa ve o sıfat kalbini harekete geçirip ateşini alevlendirirse böyle bir durum şüphesiz ki dehşet ve hayreti doğururEğer bir insan, kadın görmeksizin, cima nedir bilmeksi zin tek başına bir yerde yetişirse, sonra ergenlik çağma varıp şehvet kendisine galebe çalarsa, mutlaka bu kimse, nefsinin şehvet ateşini hissederFakat cinsî münasebete iştiyak duyduğunu bil mezÇünkü cinsî ilişkinin sıfatını ve kadının vasıflarını bilmezİşte böylece insanoğlunun nefsinde en yüce âlem ile bir münasebet vardırSidret'ül-Münteha'dave Firdevs-i Âlâda va'dedilen lezzetlerle bir ilgisi vardırFakat insanoğlu bunlardan sıfat ve isimleri hayal edebilirTıpkı cinsî ilişkinin lafzını ve kadının ismini duyup hayatında hiçbir kadının şeklini ve hiçbir erkeğin sûretini, hatta aynada kendi nefsinin sûretini görüp de onunla mukayese yapa bilmekten mahrum olan bir kimse gibi. . .

Bu bakımdan teganni dinlemek şevki tahrik ederİfrat dere cede cehalet, dünya ile meşgul olmak kişiye nefsini dolayısıyla rab bini unutturmuşturO halde kalbi, kendisinin bilmediği birşeyi kendisinden istiyor demektirDolayısıyla dehşete kapılıp hayrete giriftar olurÇalkalanıp sallanırTıpkı kurtuluş yolunu bulama yan ve boğulmak üzere olan bir kimse gibi. . Bu ve buna benzer hallerin hakikatlerinin tamamı idrak edilmeyen hallerdendirBu hallerle sıfatlanmış bir kimsenin bunları izah etme imkanı yokturBu bakımdan vecdin açıklaması mümkün olan ile açıklaması müm kün olmayan kısımlara ayrılması böylece ortaya çıkmış olmak tadır.

42) Tirmizî, İbn Mâce

43) Ebû Bekir Muhammed b. Davud Dineverî Şam'ın büyük şeyhlerindendir. H. 350 senesine kadar yaşamıştır.

44) İbn Mübarek, (İkrime b. Ömer'den)

45) Müslim

46) Zikir bölümünde geçmişti.

47) Tirmizî

48) Oruç bölümünde geçmişti.

6. Vecd'in Kısımları

Vecd de hacim (tekellüfsüz gelen) ve mütekellef (zorla gelen) diye iki kısma ayrılırBu son kısma tevâcud ismi de verilirBu zo raki tevacud'un bir kısmı kötüdürKötü olan kısmı, kendisiyle riya ve iflasla beraber şerefli hallerin açıklaması kastolunan kısımdır, Bir kısmı da mahduddurO da şerefli halleri çağırmak, hile yoluyla çalışıp celbetmek için vecde tevessül etmektir! Zira çalışmanın şerefli hallerin kazanılmasında tesiri vardırBunur içindir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okuyup ağlaması gelmeyer bir kimseye kendisini ağlar ve üzüntülü göstermesini' emretmiştirÇünkü bu hallerin, bazen başlangıçlarında zorakilil vardırFakat sonradan, bilfiil tahakkuk ederlerTekellüf zorla getirilen halin sonunda kişide tabiileşmesine nasıl sebep olmasın Oysa Kur'ân'ı öğrenen bir kimse önce onu 'zorla' hıfzederTan düşünmekle, zihnini hazır etmekle beraber onu 'zorla' okuyabilir.Sonra Kur'ân okumak onun dilinin daimi bir âdeti haline gelir.Hatta kalbi gâfil olduğu halde, ister namazda ister başka yerlerde dili kendi kendine Kur'ân okurBazen surenin tamamını okuyup sonuna vardığı zaman adam kendine gelir ve bilir ki, bu sureyi gaflet halinde okumuştur.

Yazar da böyledirBaşlangıçta zorlukla yazar, sonra eli yazıya alışırYazmak onun için tabiileşirKalbi başka birşey düşünürken ve tamamen kendisini o şeyi düşünmeye kaptırdı halde eli birçok sayfa yazarBu bakımdan nefsin ve azaların yüklendiği bütün sıfatları elde etmenin yolu ancak tekellüf ve zorluktan geçerBaşta tasannu yapar, sonra âdet ile kendisi tabiileşi İşte seleften birinin 'Âdet beşinci bir tabiattır' demekten maksaı budurrBöylece şerefli hallerde olmadıkları zaman, ümitsiz olma uygun değildirAksine teganni dinlemek ve başka yollaı başvurmak sûretiyle onlara sahip olmak için çeşitli zorlukları denemesi gerekirZira âdetler cümlesinden olarak görülmüştür ki, biri bir şahsa aşık olmak ister Fakat bir türlü kalbinde onun sev gisi yokturBuna rağmen nefsinde onu anlar, ona daimi bir şekilde bakar ve güzel vasıflarını görürOna aşık oluncaya kadar, onun güzel ahlâklarını nefsinde hazır bulundururBöylece kendi iradesinin sınırını aşacak kadar kalbinde bunu yerleştirir, fakat bundan sonra ondan kurtulmak istese de artık kurtulamaz.

İşte Allahü teâlâ'nın sevgisi ve onun mülâkatına karşı duyulan şevk de böyledirO'nun kahrından korkmayı ve diğer şerefli halleri insan kaybettiği zaman bu hallerle sıfatlanmış kimselerin meclislerinde oturmak sûretiyle onların hallerini müşahede etmek, sıfatlarıyla nefsini güzelleştirmek, teganni dinlerken onlarla bera ber oturmak, Allah'a yalvarış ve duada onların beraberinde bu lunmak sûretiyle kendisini zorlayıp yitirdiği o sıfatları kazanmaya çalışmalı ve Allahü teâlâ'dan bunların sebeplerini kendisine ko laylaştırmak sûretiyle o hali kendisine nasip etmesini dilemelidir.

Salihler, korkanlar, iyilik yapanlar, Allah'a iştiyak duyanlar ve kalbi huşu ve huzur içinde bulunanlarla oturmak bu halin ol masının sebeplerindendirBu bakımdan bir şahısla oturan bir kimseye, farkında olmadan o şahsın sıfatları sirayet ederSevgi ve diğer hallerin sebeplerle kazanılmasının imkânlarına Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu duası delâlet eder:

Ey Allahım! Bana kendi sevgini ve seni sevenin sevgisini ve beni senin sevgine yaklaştıranın sevgisini rızık olarak ihsan et49

İşte görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sevginin istenmesi hususunda duaya başvurmuşturBuraya kadar vecdin keşiflere ve hallere ayrılmasının izahı ile ifade edilmesi mümkün olan ve ol mayana ayrılmasının ve zorla elde edilen ile tabî olarak elde edilen kısma ayrılmasının açıklaması yapılmıştır.

İtiraz: Bu vecde tutulanlar neden Kur'ân'ı dinledikleri zaman vecde kapılmıyorlar? Oysa Kur'ân Allah'ın kelâmıdırFakat te ganni anında vecde kapılıyorlarOysa teganni şairlerin kelâmıdır.

Eğer hakîkaten vecd iddia edildiği gibi, Allah'ın lütfundan gelen bir hakîkat olsaydı, şeytandan gelen bir bâtıl olmasaydı muhakkak ki ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen bir vecd olurdu.

Cevap: Hakîkî vecd Allahü teâlâ'nın sevgisinin çokluğundan ve salikin doğru iradesinden ve Allah ile kavuşmanın şevkinden kaynaklanırBöyle bir vecd Kur'ân'ın dinlenilmesiyle harekete geçmeyen vecd ise, ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen vecddir Nitekim iyi bilin ki Allah'ın zikriyle kalpler itminana kavuşur' ve 'Allah, sözün, en güzelini, birbirine ben zer, ikişerli bir kitap halinde indirdiRablerinden korkanların de rileri ondan ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine yumuşar' (Zümer/23) ayetleri de buna delâlet eder.

Dinlemenin sonunda, dinlemekten ötürü nefiste oluşan herşey vecd'dirBu bakımdan nefisteki itminan, ürperme, korku, kalbin yumuşaması, bütün bunlar vecddir.

Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar. (Enfa1/2)

Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik kesinlikle o dağın Allah korkusundan paramparça olduğunu görür dün! (Haşr/21)

Bu bakımdan korku ve huşû, hallerin türünden olan bir vecd dırHer ne kadar keşifler kabilinden olmasa da. . . Fakat bazen keşiflerin sebebi olurBu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle bu yurmuştur:'Kur'ân'ı seslerinizle süsleyin'50

Hazret-i Peygamber Ebû Musa el-Eş'arî hakkında şöyle demiştir 'Ona Âl-i Dâvud'un mizmarlarından bir mizmar verilmiştir'51

Kalp sahiplerinin Kur'ân'ı dinledikleri zaman vecd kapıldıklarına delâlet eden hikayelere gelince, bunlar çoktur Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Hûd suresi ve kardeşleri bulunan diğer (sureler) beni ihti yarlattı52

Zira ihtiyarlık korku ve üzüntüden olurBu ise vecdin ta kendi sidirRivâyet ediliyor ki, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzurunda Nisa sûresini okudu'Her ümmetten birer şahid getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahid yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak?' ayetine vardığı zaman Hazret-i Peygamber İbn Mes'ûd'a 'yeter' dediHazret-i Peygamberin iki gö zünden yaşlar akıyordu.

Başka bir rivâyet şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu ayeti oku yunca (veya Hazret-i Peygambere okununca) bağırarak yere düşmüştür:

Zira bizim yanımızda bukağılar ve (içine girecekleri) bir ateş, boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve ayrıca bir azap da vardır. (Müzemmil/12-13)

Yine bir başka rivâyette Hazret-i Peygamberin şu ayeti okuyup ağladığı bildirilmektedir:

Eğer onlara azap verirsen, muhakkak ki onlar senin kullarındır. (Mâide/118)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir rahmet ayetini okuduğu zaman, dua eder ve sevinirdiSevinmek ise vecdin ta kendisidirAllahü teâlâ vecd ehlini Kur'ân ile överek şöyle buyurmuştur:

Peygambere indirileni dinledikleri zaman hakkı an ladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşaldığını gö rürsünOnlar şöyle derler: Ey rabbimiz! Îman ettik! Şimdi bizi şehâdet getirenlerle beraber yaz'. (Maide/83)

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) göğsü kaynayan kazan gibi ses çıkardığı halde namaz kılardı53 Kur'ân ile sahabe ve tabi inin vecde kapılması hakkında nakledilen hâdiseler çokturOnların bir kısmı Kur'ân'ı dinlediği zaman gayri ihtiyari olarak bağırırdıBir kısmı ağlar, bir kısmı bayılırdıHatta bir kısmı da ve fat etmiştir.

Rivâyet ediliyor ki Zürare bEbi Evfa54 Rakkâ şehrinde halka imamlık yapıyorduBir ara 'Sur'a üfürüldüğü zaman' (Müddes sir/8) ayetini okuduGayr-i ihtiyari olarak bağırdı ve mihrabda düşüp öldü.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) birinin 'muhakkak ki, senin rabbinin azabı vaki olacaktırOna mâni olacak hiçbir kuvvet yoktur' ayetini okuduğunu işittiDehşetli bir ses çıkararak yere yuvarlanıp bayıldıEvine götürüldüBir ay kadar hasta yattı.

Tabiinden Ebû Cerir'in yanında Salih bBeşir el-Merî Kur'ân okudu, bu zat bağırdı ve düşüp öldü.

İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) bir hafızın 'Bugün o gündür ki, konuşamazlar ve kendilerine özür dilemek için de izin verilmez' ayetini okuduğunu işittiDerhal düşüp bayıldı.

Ali bFudayl 'İnsanların rabb'ul-âlemîn'in huzuruna kalktıkları gün. . (En'am/83) ayetini okuyan birini dinledi, derhal düşüp bayıldıBabası Fudayl b. İyaz ona şöyle hitap etti: Allahü teâlâ senden bildiğini senin için kabul eylesin'.

Selefin bir cemaatinden de bu tür menkıbeler nakledilmiştirSûfiler de böyle idiZira Şiblî Ramazan'ın bu gecesinde mescidde, imamın arkasında namaz kılıyorduİmâm 'Yemin olsun ki, eğer dilesek sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı kalplerden ve yazılı satırlardan gideririz' (İsrâ/83) ayetini okuduğu zaman Şiblî'den öyle bir ses çıktı ki, cemaat onun ruhunu teslim ettiğini sandıYüzü kıpkırmızı kesildiAzaları titremeye başladı ve dedi ki: 'Bu hitaplarla Allahü teâlâ dostlarına hitap ediyor!' Bu sözünü birkaç defa tekrar etti.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: Sırrı es-Sakatî'nin huzuruna girdimHuzurunda baygın bir kişi gördümBana dedi ki: 'Bu kişi Kur'ân'dan bir ayet dinledi, bayıldı'Dedim ki: 'Aynı ayeti (o baygın iken de) okuyunuz!' Aynı ayeti okudularBu sefer adam ayıldıSırrı 'Bunu nerden biliyorsun?' diye sorduCevap olarak dedim ki: 'Gördüm ki, Hazret-i Yakub'un iki gözünü kaybetmesi, bir mahluk (Hazret-iyusuf) için olduğundan bir mahluk ile (Hazret-i Yûsuf'un iç gömleği ile) gözüne kavuştuEğer onun körlüğü Allahü teâlâ'dan ötürü olsaydı, bir mahluk ile gözünü yeniden kazanamazdı'Sırrî benim bu nüktemi güzel gördü.

Cüneyd'in bu nüktesine şairin şu sözü de işaret eder:

Bir kadehi lezzet üzere içtim,

İkinci bir kadehle daha önceki kadehten neş'et eden has talığımı tedavi ettim.

Sûfîlerden biri şöyle demiştir: "Ben bir gece şu ayeti okuyup tekrar ediyordum: 'Her nefis ölümü tadıcıdır'Ansızın gaibden beni çağıran bir ses 'Bu ayeti ne kadar tekrar edeceksin? Sen böyle yapmakla, yaratıldıkları günden beri (Allah'tan haya ettiklerin den) başlarını kaldırıp göğe bakmayan cinlerden dört kişiyi öl dürmüş oldun' dedi".

Ebû Ali Mağazilî, Şiblî'ye şöyle der: 'Çoğu zaman Allah'ın Kitabı'ndan kulağıma bir ayet gelip çarpıyorBu ayet beni dünyadan uzaklaştırıyor. Sonra ben hallerime ve insanlara dönüyorumOnun üzerinde kalmıyorum'Şiblî kendisine şöyle cevap verir: 'Kur'ân'dan senin kulağına gelip seni huzuruna celbeden miktar Allahü teâlâ'ya teveccüh etmek hususunda, kuvvet ve kudretinden tamamen soyunup (kuvvet ve kudreti O'ndan bilmendir) '.

Tasavvuf ehlinden bir zat, birinin 'Ey itaatkar nefis! Dön rabbine! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. . . (Fecr/27-28) ayetini okuduğunu duyduOndan ikinci bir defa o'kumasını istedi ve dedi ki: Ben ne kadar ona 'Rabbine dön!' diyorsam da o dönmüyor'. Sonra vecde kapılıp ruhunun bedenini terketmesine sebep olacak derecede bir ses çıkardı ve düşüp öldü.

Bekir bMuaz bir okuyucunun 'Kıyâmet günü ile uyarO vakit kalpler hüzünle dolu olarak gırtlaklara çıkmış, yutkunur dururlarKâfirlerin ne bir yakını var, ne de şefaati makbul bir şefaatçısı' (Mü'min/18) ayetini okuduğunu işitti, tirtir titremeye başladı. Sonra bağırıp şöyle dedi: 'Yarab! Korkuttuğun, korktuktan sonra da taatinle sana yönelmemiş kimseye rahmet etV Sonra düşüp bayıldı.

İbrahim b. Edhem bir kimsenin 'Gök yarıldığı zaman' (İnşikak/l) ayetini okuduğunu işittiği zaman mafsalları tirtir titremeye başladıTitremek bütün bedenine sirayet edinceye kadar devam etti.

Muhammed bSebih'den şöyle rivâyet edilir: Bir adam Fırat nehrinde yıkamıyorduSahilden geçen biri 'Ey günahkarlar! Bugün Mü'minlerden ayrılınız' (Yasin/59) ayetini okuduYıkanan kişi, boğuluncaya kadar sallandıZikrediliyor ki, bu Selman ta rafından müşahede edildiBundan dolayı, Selman genci can-ı gö nülden sevdiBir ara genci kaybeden Selman, gencin durumunu sorduKendisine hasta olduğu haber verildiGenci ziyaret etmek maksadıyla evine geldiÖlüm döşeğinde olduğunu gördü ve genç Selman'a şöyle hitap etti: 'Ey Allah'ın kulu! Hani o okuduğum zaman tüylerimi ürperten ayetler var ya? İşte o şimdi (dünyanın) en güzel şeklinde bana geldiAllahü teâlâ'nın ondan ötürü benim bütün günahımı affettiğini haber verdi'.

Kalp erbabından olan bir kimse Kur'ân'ı dinlediği zaman vecdden uzak değildirEğer Kur'ân kendisinde müsbet bir tesir bırakmıyorsa, onun misali, kulağı ağzından çıkanı duymayan hayvanın misaline benzerBöyle bir kimsenin sözü, bağırma ve çağırmadan başka birşey değildirBu kimse sağır, dilsiz ve kördür ve konuşulan sözün mânâsını anlayamayanlardandır! Bunların tam zıddı olarak, kalp erbabından olan bir kimse, dinlediği bir hikmetli kelimeden dahi müsbet mânâda etkilenir.

Cafer el-Huldî55 şöyle demiştir: Horasan halkından bir kişi, Cüneyd-i Bağdadînin bir cemaatte bulunduğu bir zamanda huzu runa varıp şu suali sordu: kişinin nezdinde kendisini övenle kötüleyen ne zaman bir olur?' (Huzurda bulunan) meşayihten biri 'Eğer kişi tımarhaneye girer, iki zincirle bağlanırsa, (o zaman onu medhedenle kötüleyen onun yanında eşit olur) ' dediBunun üze rine Cüneyd şöyle dedi: 'Bu sualin cevabını vermek senin işin değil. Sonra sual soran kişiye dönüp dedi ki: 'Evet kesinlikle mah luk olduğunu bildiği zaman kendisini övenle, kötüleyen onun yanında eşit olurlar'Cüneyd'in bu cevabı, kişinin bağırarak düşüp ölmesine sebep oldu56

İtiraz: Kur'ân'ın dinlenilmesi vecd için fayda verici ise neden ehl-i vecd gazelhanların etrafında toplanıp onları dinliyorlar da, kurraların etrafında toplanmıyorlar? Oysa böyle olduğu takdirde kurraların halkalarında oturmaları ve dolayısıyla vecde kapılmaları, tegannicilerin halkalarında oturmamaları uygundur ve yine uygun olanı, her davette ve her toplantıda bir tegannici değil, bir kurra (hafız) aramak olurduÇünkü Allahü teâlâ'nın ke lâmı, şeksiz ve şüphesiz teganniden daha üstündür?

Cevap: Teganni yedi vecihten ötürü, Kur'ân'dan daha fazla vecdi tahrik eder:

1Kur'ân'ın bütün ayetleri dinleyenin haline uygun düşmediği gibi, onun anlayışına ve hâlet-i nahiyesine, tatbik etmesine de el verişli değildirBu bakımdan üzüntüye veya şevke veya pişmanlığa tamamen kapılmış bir kimsenin haline şu ayetler uygun düşerler mi?

Allah, evlâdınızın mirastaki durumu hakkında size şöyle emrediyor: Çocuklardan erkeğe, iki dişi payı kadar vardır. (Nisa/İl)

İffetli müslüman kadınlara zina iftirası edenler, sonra bunu ispat için dört şahit getiremeyenler (varya) , işte bunlara seksen değnek vurun. (Nûr/4)

56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdirÇünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.

Miras, talâk (boşanma) , hudud (cezalar) ve benzeri ayetlerin tamamı böyledirAncak kalbin harekete geçmesine ona uygun düşen mânâlar vesile olurŞairlerin kalp hallerini açık bir dille be lirtmek için vazettikleri şiirleri uygun düşer ki insan hali bu şiirlerden anlamakta bir zoraki duruma muhtaç olmazEvet! Kendisi kahredici, mağlûp edici bir hâl ile istilâ edilen bir kimse ki o anda o halden başka bir hale artık yer kalmamıştır ve hâlâ onunla beraber uyanıklık, delici zekâ vardırO zekâ ile lâfızlardan, uzak mânâları sezebilirBöyle bir kimse, her dinlediğinden vecde kapılabilirTıpkı 'Allah size erkek evlatlarınız hakkında vasiyet ediyor' (Nisa/11) ayetini dinlediği anda insanoğlunu vasiyet etmeye muhtaç ettiren, ölüm halini hatırlatan bir kimse gibi. . . Her in sanın mutlaka arkasında dünyadan sevgilisi olan mal ve evlât bırakacağını ve sevgililerinden birisini diğerine terkedeceğini ve her ikisini de bırakıp gideceğini anlayıp korku ve üzüntü kendisine hâkim olan bir kimsenin durumudur ve 'Allah evlâtlarınız hakkında size vasiyet ediyor' cümlesindeki Allah kelimesini dinle yip ayetin öncesinden ve sonrasından nazarlarını çevirerek sadece lâfza-i celâl ile vecde kapılıp sallanan veya Allah'ın kulları üze rindeki rahmet ve şefkatini hatırlayıp kullarının miraslarını biz zat paylaştırmayı yürüttüğünü, onların hayatlarında ve ölümle rinde durumlarını düzenlediğim anlayan bir kimse gibi. . .

Böyle bir kimse kendi kendine der ki: 'ınadeni ki bizim ölümümüzden sonra Allahü teâlâ evlâtlarımızın durumunu dikkate alınıştır, bu bakımdan bizim durumumuzu da gözden kaçırmadığmdan şüphe etmiyoruz'.

Böylece ümit verici bir hâl kendisinde belirir ve vecdini hare kete geçirirBu vecd sadece Allahü teâlâ'nın rahmetinden se vindiği ve müjdelendiği cihetten gelir veya 'erkek için, iki kadının payı kadar vardır' ayetini dinlediği zaman kalbine erkek olduğu için, erkeğin kadından üstün olduğu, âhiretteki faziletin ancak kendilerini dünyada ticaret ve alışverişin, Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erkekler için sabit olduğu, Allah'tan başkası kendi sini Allah'ın zikrinden meşgul eden bir kimse ise, hakikatin na zarında erkeklerde değil de kadınlarda olduğunu düşünüp âhiret nimetlerinden, kadınların dünya malından geri kalmaları gibi geri kalmasından veya tamamen mahrum olmasından korkan bir kimsenin durumu gibi. . . İşte bu gibi durumlar, bazen insanın vecde kapılmasına vesile olurlar, Fakat bu da ancak iki sıfata sa hip olan kimseler için sözkonusudur:

Birinci sıfat: Kahredici, tamamen istilâsı altına alıcı bir durumdur.

İkinci sıfat: Yakın emirlerle uzak mânâlara dikkati çekmek için mükemmel ve beliğ bir uyanıklık ve delici bir zekâdırBu sıfat pek az bulunan bir sıfattırİşte bunun içindir ki, insanlar vecdi elde etmek için çoğu zaman mânevi hallere uygun düşen lâfızları teganni etmeye başvurmak mecburiyetinde kalır ki heyecanı çabuk kabarsın.

Rivâyet ediliyor ki, Ebû Hüseyin bir cemaatle beraber bir davette bulunuyorduAralarında ilmî bir mesele cereyan ettiBu esnada susarak oturan Ebû Hüseyin, başını kaldırıp onlara şu şiiri okudu:

Çok güvercin var ki, kuşluk zamanında çokça öter! Mahzun mahzun incecik dalların tepesinde durmadan öter! Dostu ve elverişli zamanı hatırlattı! (hatırladı) Üzüntüden dolayı ağladıBenim de üzüntümü kabarttı!

Benim ağlamam çoğu zaman onun uykusunu, onun ağlaması da çoğu zaman benim uykumu kaçırdı.

Ben şikâyet ediyorum, ona anlatamıyorum!

O dosttan ayrı düştüğü için şikâyet ediyor, bana anlatamıyor.

Arıcak ben, içimin vecd ve yangınından ötürü onu tanıyorum.

O da içindeki vecd ve yangından ötürü beni tanıyıp anlıyor.

Ebû Hüseyin'in bu şiirinden sonra, o cemaatte bulunan herkes, istisnasız, ayağa kalkıp vecde kapıldılar! Oysa daha önce dalmış oldukları ilmî tartışmadan onlarda bu vecd hali hâsıl olmamıştıHer ne kadar ilim, daha ciddî ve daha hak ise de. . .

2Kur'ân, birçok kimseler tarafından hıfzedilmiştirDaimî bir şekilde kulak ve kalplerde tekrarlanıp durmaktadırİlk defa işitilen bir şeyin kalplerdeki tesiri pek büyük olurİkincisinde te siri biraz zayıflarÜçüncü defasında, neredeyse tesiri kaybolacak kadar azalırEğer büyük bir vecde sahip olan bir kimse daimî bir şekilde bu şiirden her zaman vecde kapılmaya zorlanırsa, kesin likle vecde kapılmak imkânını sağlayamazEğer o beytin yerine başka bir beyt okunursa, onun eseri de onun kalbinde yerleşir ve is ter ki ikinci defa okunan beyt, ilk defa okunan beytin mânâsından başka birşeyi ifade etmesinFakat nazmın ve lâfzın birinci şiire nisbetle yabancı oluşu nefsi harekete getirirHer ne kadar mânâlar bir ise de. . . Oysa okuyucu her zaman yepyeni bir Kur'ân oku maya ve her davette taptaze, eskisinin aynısı olmayan bir Kur'ân okumaya muktedir değildirÇünkü Kur'ân bellidirOnun üzerine ilâve yapmak mümkün değildirHepsi hıfzedilmiş ve durmadan tekrar edilmektedirBizim bu söylediklerimize Hazret-i Ebû Bekir'in be devîlerin gelip Kur'ân'ı dinleyip ağladıklarını gördüğü zaman söy lediği şu söz işaret etmektedir: 'Biz de sizin gibiydik, fakat kalbimiz katılaştı'.

Sakın Hazret-i Ebû Bekir'in kalbinin Arapların cahil kimselerinin kalbinden daha katı olduğunu zannetmeOnun kalbinin Allah sevgisinden, Allah kelâmının sevgisinden bedevilerin kalbinden daha boş olduğu zehabına kapılmaFakat Kur'ân'ın durmadan onun kalbi üzerine tekrar edilmesi, kalbi ile alışkanlık kurmasını ve kalbin artık ondan az teessür duymasını gerektirirÇünkü çok dinlemek sûretiyle kalbiyle Kur'ân arasında bir yakınlık oluşmuştuZira daha önce dinlemediği bir ayeti dinleyip de ağlasın ve sonra aynı ayeti dinlemesi sebebiyle yirmi sene o ağlamasına devam etsin! Bu âdet olarak mümkün değildir. Sonra tekrar etsin, tekrar ağlasın ve ilk ağlama son ağlamadan ayrılmasınAncak bu durum garip ve yeni olursa devam edebilirHer yeninin bir lezzeti vardırHer yeni gelenin bir çarpması vardırHer eskinin beraberinde bir yakınlık vardır ki, çarpmaya zıt düşerBunun içindir ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , halkı Kâbeyi fazla tavaf etmekten menetmeyi düşünerek şöyle demiştirHalkın, fazla tavaf etmek sûretiyle bu Beyt hakkında gevşeklik göstermelerinden kork tumHacı olarak Kâbe'ye gelen bir kimse, Bey t 'i ilk gördüğü zaman ağlar, sızlarÇoğu zaman ilk gördüğünde düşüp bayılırBazen Mekke'de bir ay kadar kalır, nefsinde Beyt e karşı bir tesir hissedemez hale gelir! Bu bakımdan madem ki durum budur, te gannici her zaman yeni şiirler okumaya muktedirdirFakat her zaman garip ve dinlenmemiş bir ayet okumaya muktedir değildir.

3Şiirin zevkinden ötürü kelâmın vezinli oluşu nefiste bir tesirbırakırBu bakımdan güzel ve vezinli bir ses, güzel ve vezinsiz birses gibi değildir; vezin ise, ancak şiirlerde bulunur, ayetlerde bulunmazEğer muganni, okuduğu şiiri yanlış okursa veya o şiirde lâhn yaparsa veya lâhindeki yolun normalinden kayarsa, derhal dinleyenin kalbi muzdarip olur vecd ve dinlemesi iptal olunup dumûra uğrarUygunsuzluk olduğu için tabiatı nefret ederTabiat nefret ettiği zaman kalp muzdarip olur, teşvişe kapılırBu bakımdan madem ki durum budur, o halde veznin tesiri vardır ve bunun için de şiir güzel telâkki edilmiştir.

4Vezinli şiir, yollar ve destanlar diye adlandırılan lâhinlerden ötürü nefiste tesirler bırakırO yolların çeşitliliği ancak kısa okunması gereken kelimeyi uzatmak ve uzatılması gereken kelimeyi kısaltmak, kelimeler arasında duraklamak, kesişmek ve bazılarında yerinde olmadığı halde bitiştirmek gibi sebeplerden ötürüdürBu tasarruf, şiirde caizdir, fakat Kur'ân'da indirildiği gibi okumaktan başka birşey caiz olmazTilâvetin istemediği bir şekilde Kur'ân'da kısaltma uzatma, kesişme, bitiştirme ve duraklama yapmak haram (veya en azından) mekruhturKur'ân, indirildiği gibi okunduğu zaman, varlığının sebebi lâhinlerin vezinli okunması olan tesir kendiliğinden düşerOysa bu vezin, tesirhakkında seslerde olduğu gibi anlaşılmazsa dahi tesiri vardır.

5Vezinli nağmeler, düşüşler ve hançerenin haricinde kavala üfürülmek, tef çalmak ve benzerleri gibi olan vezinli seslerle takviye edilirZira zayıf olan vecd, ancak kuvvetli bir sebeple galeyana gelirGüçlenmesi de ancak bütün bu sebeplerin toplamından meydana gelirBu sebeplerin her birinin tesirde payı ve nasibi vardırOysa Kur'ân'ı bu gibi karinelerden korumak vâcibdirÇünkü bu karinelerin görünen tarafları, avam tabakası nezdinde oyuncaksûretindedirKur'ân ise, bütün halk nezdinde ciddiyetten meydana gelmiş ilâhî bir kelâmdırBu bakımdan yüzde yüz hak olana, halkın nezdinde oyuncak sayılan ve havassın nezdinde de sûreten oyuncak olan birşeyi katmak caiz değildirHer ne kadar havass, bu şeye oyuncak olmak yönünden bakmasalar da Kur'ân'a karışmaması gerekirUygun olan Kur'ân'ı tezkir ve ta'zim etmektirBu bakımdan Kur'ân, yolların kenarında okunmazSâkin bir mecliste okunurCünüpken okunmazTahâretsiz bir haldeyken ti lâvet edilmezHer halde Kur'ân'ın hürmet etme hakkını ifa et meye, ancak hallerini murâkabe altına alan kimseler muktedir olabilirlerBu bakımdan Kur'ân gibi bu tür murâkebe ve gözet meye müstehak olmayan teganniye bundan gidilmiştir ve bunun için de zifaf gecesinde bile Kur'ân okumakla birlikte tef çalmak caiz değildirOysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) zifaf gecesinde tef çalmayı emir buyurarak şöyle demiştir:

Kalburu dövmek sûretiyle olsa dahi nikâhı ilân ediniz57

Bu tef çalmak meselesi, Kur'ân'la beraber değil, ancak şiirle birlikte caiz olur ve bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , zevcele rinden Mi'vez'in kızı Rübeyya vâlidemizin58 evine girdiğinde onun yanında şarkı söyleyen cariyeler gördüİçlerinden birinin şöyle dediğini işitti: 'Bizim içimizde yârın ne olacağını bilen bir peygamber vardır'Bu mânâyı teganni sûretiyle ifade eden cari yeye Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:

Böyle söylemeyi bırak! Daha önceki sözlerini söyle59

İşte cariyenin bu şiiri, peygamberlik hakkında bir şahitliktir, fakat Hazret-i Peygamber onu bu şahitlikten menedip oyuncak olan te ganniye dönüştürdüÇünkü bu konu ciddiyet gerektirirBu bakımdan oyuncak bir şeyle ifade edilmesi uygun değildirEğer oyuncak bir şeyle ifade edilmiş olsaydı, teganni dinlemeyi kalbin galeyanına vesile kılan sebeplerin takviyesi, bu yüzden zorlaşırdıBu bakımdan hürmet hususunda Kur'ân'ı bırakıp böyle yerlerde teganniye başvurmak vâcibdirNitekim o cariyenin boynuna 'peygamberliğe dair şahitlikten' dönüp teganniye dalması vâcib olduğu gibi. . .

6Muganni, bazen, dinleyenin haline uygun düşmeyen bir şiiriokurDinleyen, okunan şiiri hoş karşılamazMuganniyi onu okumaktan meneder, başkasını okumasını isterO halde her kelâm, her hale uygun değildirBu bakımdan bazı davetlerde, bir Kur'ân okuyucusunun etrafında toplanıldığında, çoğu zaman okunan ayetler onların haline uygun düşmezZira Kur'ân bütün insanlar için, onların değişik hallerine göre şifadırBu bakımdan 'rahmet ayetleri korkan bir kimse için, 'azap' ayetleri ise, nefsinden emin ve aldanmış bir kimse için şifadır.

Bu husustaki tafsilât uzadıkça uzayabilirO halde okunan Kur'ân'ın, dinleyenlerin haline uygun düşmemesinden emin olunmazDolayısıyla dinleyenlerin nefisleri Kur'ân'ı kerih gör meye başlarBöylece Allah'ın kelâmının kerih görülmesi tehlike siyle karşı karşıya gelirler! Öyle bir tehlike ki onu bertaraf etmek için hiç bir yol da yokturÖyleyse, böyle bir tehlikeden sakınmak son derece gerekli bir tedbir ve farz bir şeydirZira bu tehlikeden ancak dinleyenin haline uygun bir şekle gitmekle kurtulunabilirAllah kelâmını, Allah'ın murâdından başka birşeye hamletmek ise caiz değildirŞairin sözünü ise, şairin kastının aksine ham letmek caizdirBu bakımdan böyle yerlerde Kur'ân okumakta ya dinleyenlerin kerih görme tehlikeleri vardır veya Kur'ân'ı dinle yenin haline uygun düşsün diye yanlış te'vil etmek tehlikesi vardır! O halde, Allah'ın kelâmının tâzim edilmesi ve bu gibi teh likelerden korunması farzdır.

İşte buraya kadar anlattıklarımız, kanaatime göre, meşâyihin Kur'ân dinlemek yerine teganni dinlemeye geçmelerinin sebep ve illetleridir.

7Bu vechi, Ebû Nasr es-Sirac et-Tûsî'neden meşayih Kur'ân dinlemeyi bırakmış da vecd hususunda teganniyi tercih etmişlerdir?' şeklindeki istifhama bir mâzeret teşkil etmek üzere zikrederek şöyle demiştir:

Kur'ân Allah'ın kelâmı ve sıfatıdırHaktır, mahlûk olmadığı için hiçbir beşerî kuvvet onu hakkıyla taşıyamaz ve aynı zaman da mahlûk olan sıfatlar da onu taşıyamazlarEğer kalpler için Kur'ân'ın mânâ ve heybetinden bir zerre keşfolunursa kalpler çatır çatır yarılır, dehşet ve hayrete kapılırlarGüzel nağmeler ise, tabiatlara uygundurOnların tabiatlara nisbetleri ise, 'hukuk' nisbeti değil de 'huzuz' (pay alma) nisbetidirŞiirin nisbeti ise 'huzuz' nis betidirBu bakımdan nağme ve sesler, şiirlerdeki işaret ve inceliklere eklendikleri zaman, bir kısmı diğerine uygun düşerKalplere daha hafif ve haz duymaya daha yakın olurlarÇünkü mahlûka daha uygundur.

Beşeriyetin bekası devam ettikçe, biz sıfatlarımızla, hazlarımızla, hoş nağme ve tatlı seslerden zevk duyarızBu bakımdan bu lezzetlerin devamını görmek için sevincimizin kasideler, şiir ve beyitlerden gelmesini temin etmek Allah'ın kelâmı ve sıfatı bulunan Kur'ân'dan teinin etmek ten daha evlâ ve uygundurÇünkü Kur'ân, Allah'tan başlamış ve O'na dönecektir.

Bu naklettiklerimiz et-Tûsî'nin konuşmasından ve mâzeret be yan etmesinden kastedilenin özüdür.

Ebû Hasan ed-Dirac'dan şöyle dediği hikâye olunmaktadır: Bağdad'dan kalkıp Hüseyin Râzî'yi ziyaret için yola çıktımRey şehrine vardığımda onun yerini sordumKime sorduysam bana şöyle dedi: 'O zındığı ne yapacaksın?' Böylece benim göğsümü da ralttılar. . Hatta geri dönmeye bile azmettim. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Bütün bu yolu yürüdünHiç olmazsa şu adamı bir gör!' Yerini sormaya devam ettimSonunda bir camide, mihrabda otu rurken huzuruna girdimOnun yanında bir kişi vardıKişinin elinde ise okumakta olduğu bir Mushaf-ı Şerif bulunuyordu60 Onu güzel yüzlü, güzel sakallı, parlak ve nuranî bir ihtiyar olarak gördümKendisine selâm verdimBana yüzünü çevirip şöyle sordu:

- Nereden geliyorsun?

- Bağdad'dan geliyorum.

- İhtiyacın nedir? Niçin geldin?

- Seni görmek, sana selâm vermek için geldim.

- Eğer bu geçtiğin memleketlerin birinde bir insan önüne çıkıp Rey şehrine gitme, bizim yanımızda kalSana bir ev ve bir cariye alalım' deseydi, acaba onun bu teklifi, seni gelmekten alıkoyar mıydı?

Allahü teâlâ beni böyle birşeyle imtihan etmedi! Eğer beni imtihan etseydi nasıl olurdu bilemem?

- Sen birşey okuyabilir misin?

- Evet!

- Haydi oku bakalım.

Ben de şu şiiri okudum: Seni görüyorumBeni uzaklaştırmak için durmadan bahane arıyorsun.

Eğer akim olsaydı o yaptıklarını taş üstünde taş bırakmak sızın yıkardın.

Sanki ben sizi görüyorumKeşke' sizin en faziletli sözünüzdür! Keşke 'keşke'nin fayda vermediği bir zamanda olsaydık!

Bu şiirden sonra önündeki mushafı kapattıSakalı ve elbiseleri şırıl sıklam ıslanıncaya kadar ağladıHatta çok ağladığından do layı ben kendisi için şefkat ve rikkate geldim. Sonra dedi ki:

- Ey oğul! Rey halkını 'Yûsuf zındıktır!' dediklerinden dolayı kınıyorsunOysa ben sabah namazından beri Kur'ân okuyorumGözümden bir damla yaş akmamıştırİşte bu şiirden dolayı, görüyorsun ki başımda kıyâmet koptu.

O halde kalpler her ne kadar Allah sevgisinde yanık iseler de, muhakkak ki garip ve yeni işitilen bir şiir, Kur'ân okumanın mey dana getirmediği heyecanı, o kalplerde meydana getirebilirBunun hikmeti; sadece şiirin vezni ve tabiatların hâline uygun olmasıdırTabiatlara uygun bulunduğu içindir ki, insan şiir söylemeye muktedir olmuşturKur'ânın ise nazmı, konuşmanın uslûplarından ve yollarından hariçtirİşte bunun için Kur'ân beşeri acz içeri sinde bırakmıştıBeşer tabiatının hâline uygun olmadığı için beşerin kuvvetinin kapsamına dahil değildir.

Zünnûn-i Mısrî'nin hocası olan İsrafil'in huzuruna birisi gelip İsrafil'in parmağıyla toprağı eşelediğini ve bir şiir okuduğunu gördüİsrafil, giren kişiye şöyle sordu:

- Sen herhangi bir şiiri okumayı becerebilir misin?

- Hayır, beceremem.

- O halde sen kalpsiz bir kimsesin. . .

İsrafil bu sözüyle işaret eder ki, kalp sahibi olan ve kalbin ta biatını bilen bir kimse bilir ki, hiçbir şeyden olmayan beytler, nağmeler kalbi harekete getirirlerBöyle bir kimse de ya kendi nef sinin veya başkasının sesiyle kalbini harekete geçirmenin yolunu araştırırBiz, dinlenilenin anlaşılması ve yorumlanması hakkındaki birinci makamın hükmünü, kalpte bulunan vecdle il gili ikinci makamın hükmünü naklettikBu bakımdan şimdi vec din tesirlerini zikredelimVecdin tesirlerinden gaye, iç âlemden dış dünyaya sızan bağırma, ağlama, hareket, elbiseleri yırtma ve benzerleridir.

III. Makam/Âdâb

Bu makamda semâ'nın zahirî ve bâtınî edeplerini, vecdin tesirlerinden övülenleri ve kötülenenleri zikredeceğizSemanın âdâbı beştir,

1. Edep

Zamanı, mekanı ve arkadaşları gözetmek ve riayet etmektirCüneyd-i Bağdâdî şöyle der: 'Semâ üç şeye muhtaçtırEğer bu üç şey mevcut değilse dinleme! O şeyler de zaman, yer ve arkadaşlardır'.

Bunun mânâsı şudur: Yemeğin geldiği veya mücadelenin ce reyan ettiği veya namazın hazır olduğu veyahut kalbin ızdırabıyla beraber herhangi bir mâninin bulunduğu bir zamanda semâ'da hiçbir fayda yokturİşte zamanı gözetmenin mânâsı bu demektir, Bu bakımdan kalbin semâ için boş olduğu hâl ve durum gözetilmelidir.

Mekâna gelince, yer bazen halkın güzergâhı olan yoldur veya manzarası kötü olan bir yer olur veya kalbi meşgul edebilecek bir sebep o yerde bulunurBu bakımdan böyle bir yerde semâ dinlemekten sakımlmalıdır!

Arkadaşlara gelince, bunun sebebi şudur: Mecliste, kendile rinden başkası, yani semâyı inkâr eden ve zâhirde 'zâhid' görü nüp kalbin inceliklerinden mahrum bulunan bir kimse hazır bu lunursa orası için hazmedilmeyecek bir ağırlık olur ve kalp onunla meşgul olurBöylece dünya ehlinden durumu murâkabe ve gözetmeye muhtaç olan bir mütekebbir veya tasavvuf ehlinden kendini zoraki vecde kaptıran bir riyâkâr, vecd, raks ve elbisesini yırtmakla gösteriş yapan bir kimse hazır bulunduğu zaman da semâ'dan sakınmak gerekirÇünkü bütün bunlar, kalbi bu landıran âmillerdirBu bakımdan bu şartların olmadığı bir anda semâ'ı terketmek daha evlâdırİşte dinleyenin dikkat edeceği şartlar bunlardır.

2. Edep

Hazır bulunanların durumunu dikkate almaktırBu bakımdan şeyhin etrafında semâ'dan zarar gören müridler varsa, onların huzurunda dinlemesi uygun değildirEğer dinliyorsa, hiç değilse onları başka bir işle vazifelendirmelidirSemâ'dan zarar gören mürid, bu üç sınıftan biridirBu üç sınıfın derece bakımından en azı, âhiret yolundan ancak zahirî amellerden başka birşey idrâk etmeyen ve semâ'dan zevki olmayan bir zattırBu bakımdan bu zat için semâ ile meşgul olmak, kendisini ilgilendirmeyen birşeyle meşgul olmak demektirZira bu kimse, eğlence ve oyun ehlinden değildir ki oynasınZevk ehlinden de değildir ki, semânın zevkiyle nimettensinBu bakımdan bu kimse zikirle veya herhangi bir hizmetle meşgul olmalıdırAksi takdirde zamanını ziyan etmekten başka birşey böyle bir kimsenin eline geçmez.

Bu üç sınıftan ikincisi o kimsedir ki, kendisinde semâ zevki vardırFakat daha kendisinde şehvetlere ve beşerî sıfatlara iltifat etmek ve onlardan hazz duymak eseri ve kalıntısı mevcutturHal-i hazırda tehlikesinden emin olunacak şekilde nefsini kırmış değildirBöyle bir kimse için çoğu zaman semâ oyunu geliştirir ve şehveti kabartırBöylece yürüdüğü âhiret yoluna set çeker ve ken disini kemâle ermekten alıkoyar.

Bu sınıfların üçüncüsü ise, şehveti tamamen kırılmış, şehvetinin tehlikesinden emin, basireti açılmış ve kalbi Allah sev gisiyle dolmuş bir kimsedirFakat buna rağmen, ilmin zâhirini kuvvetlice elde etmemiş, Allah'ın sıfat ve isimlerini öğrenmemiş, Allah için nelerin caiz, nelerin muhal olduğunu tam mânâsıyla kavrayamamıştırBu bakımdan böyle bir kimse için semâ kapısı açıldığı zaman Allah hakkında dinlediklerini, Allah için düşünülmesi caiz olan mânâya da, olmayana da yorumlayabilirBu takdirde küfrün kendisi olan o tehlikelerden gelen zarar semanın vermiş olduğu faydadan daha fazla olur!

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Her vecd hali ki onun meşruiyyetine Kitab ve Sünnet şahidlik etmez bâtıldır'Bu bakımdan böyle bir vecd için semâ elverişli olamazKalbi halen dünya sevgisi, methedilme muhabbetiyle kirli bulunan bir kimse için de semanın elverişli olmadığı gibi, sadece zevk almak için dinleyip bunu kendisine âdet edinen ve dolayısıyla bu âdeti kendi sini ibâdetlerinden alıkoyan kimse için de semâ elverişli değildir! Kalbin gözetmesini gölgelendiren, yolunun kesilmesine vesile olan bir kimse için de dinlemek uygun değildirBu bakımdan semâ ayak kaydincidirZayıf kimseleri semâ 'dan korumak farzdır.

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: Rüyamda İblis'i gördümKendisine 'Acaba bizim arkadaşlarımızdan birşey elde eder mi sin?' diye sordumDedi ki: 'Evet, iki vakitte; semâ vaktinde ve ha rama baktıkları zamanda onların içine girerim. (Orada bulunan) şeyhlerden biri dedi ki: 'Eğer ben İblis'i görmüş olsaydım ona şöyle derdim: 'Sen ne kadar da ahmak imişsin! O kimse ki, dinlediği zaman O'ndan (Allah'tan) dinler, baktığı zaman O'na bakar, onu nasıl elde edebilirsin?' Bu söz üzerine Cüneyd bu zata 'Doğru söy ledin!' dedi.

3. Edep

Söyleyenin söylediklerine kalbi hazır, iltifatı sağa sola az olduğu halde, dinleyenlerin yüzlerine ve onlardan meydana gelen vecd hallerine bakmaktan çekindiği, nefsiyle meşgul olduğu, kal bini gözettiği, Allahü teâlâ'nın sırrından açılan rahmetini mura kabe ettiği arkadaşlarının kalbini teşvik edici haraketlerden ko runduğu halde kulak vermesidir.

Aksine zâhiri sâkin, azaları yerinde, öksürmekten ve geğirmekten korunmuş olduğu halde dinlerTıpkı kalbini tama men kaplayan bir fikirde oturduğu gibi başını eğerek otururOturup el çırpmaktan, raksetmekten, tekellüf ve riya gibi hareketlerden çekinerek söz esnasında fuzulî şeyler konuşmadan dinlerEğer kendisine vecd galebe çalarsa, ihtiyarı olmaksızın sallanırsa, bu takdirde bu hareketinde kınanmaz ve mazur sayılırNe zaman yeniden iradesine kavuşursa yine sükûnet ve durgunluğuna dön melidir'Vecd durumu pek kısa sürdü' demekten utanarak ira desi dahilinde olduğu halde o durumu sürdürmesi uygun değildir'Kalbi katıdırKalbinde saflık ve rikkat yoktur' denilmesinden kor karak zoraki bir şekilde vecde kapılması da uygun değildir.

Cüneyd-i Bağdâdî'ye arkadaşlık yapan bir genç vardıZikirden herhangi birşey dinlediği zaman kendisinden korkunç bir çığlık duyulurduBir gün Cüneyd kendisine dedi ki: 'Eğer ikinci bir defa böyle yaparsan bundan sonra benimle arkadaşlık yapamazsın!' Bu sözden sonra nefsini, bedenindeki her tüyünden ter akıtıncaya ka dar zorlar, zapteder, bağırmazdıBu genç, nefsini tamamen kon trol altına aldığı için bir gün boğulacak bir duruma geldiDolayısıyla nefsinin yok olmasına ve kalbinin parçalanmasına ve sile olabilecek bir figan çıkardı, düşüp öldü

Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) İsrailoğulları arasında va'z ederken, onlardan birisi elbisesini yırttıBunun üzerine, Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya şöyle vahyetti: 'Ona de ki: Benim için elbisesini değil, kalbini yırtsın!'

Ebû'l-Kasım İbrahim bMuhammed en-Nesrabâzî61, Ebû Amr bUbeyd'e dedi ki:

- Bir grup bir araya geldiği zaman, eğer onların beraberinde bir muganni olup da tegannide bulunursa, gıybet etmelerinden dahahayırlı olur.

-Semâ'daki riya, ki sende bulunmayan bir hali kendi nefsinde bulmandır otuz sene gıybet yapmandan daha şerlidir.

Soru: Acaba semâ'nın kendisini harekete geçirmediği ve zâhi rine tesir etmediği bir kimse mi daha üstündür veya semâ'dan te sire kapılan mı?

Cevap: Tesirin görünmemesi bazen gelen vecdin cılızlığından dolayıdırBu durum ise eksikliktirBazen de iç âleminde bulunan vecdin kuvvetiyle beraber olurFakat âzaların zaptmdaki kuvvetin kemâlinden ötürü görünmez ve bu erginlik işaretidirBazen de bü tün hallerde vecdin ayrılmaz bir arkadaş olmasından ötürü olurBu bakımdan bu durumda dinlemenin fazla bir tesiri göze çarp mazBu ise kemâlin zirvesine varmak demektirÇünkü vecd sahibinin vecdi, birçok hallerde devam etmemektedirBu bakımdan daimî bir vecdin içinde bulunan bir kimse ise, hakkı gözeten ve şuhudun kendisinden ve özünden ayrılmayan bir kimse demektir, Böyle bir kimseyi hallerin tehâcümü değiştiremezSıddik-ı Ekber'in (radıyallahü anh) 'Biz de sizin gibiydik' Sonra kalbimiz katılaştı' deme sinin buna işaret olması uzak bir ihtimal değildirBu tekdirde sö zün mânâsı şu olur: 'Kalbimiz kuvvetleşti, geliştiHerhalde vecd den ayrılmamayı taşıyabilecek bir raddeye vardı.

Bu bakımdan biz Kuranın mânâlarını devamlı bir şekilde dinliyoruzO halde, Kur'ân bizim için yeni ve bize ansızın gelen birşey değildir ki, biz onunla müteessir olalım1O halde vecdin kuvveti harekete geçirirAklın ve manevi hâkimiyetin kuvveti ise, zâhiri kontrol altına alırBazen bu iki durumun biri kuvvetinin şiddetinden dolayı öbürünü mağlup ederBu mağlûbiyet, ya karşıdakinin durumunun zafiye tinden doğar ve buna göre eksiklik ve kemâl derecesi tesbit edilirBu bakımdan yere yığılarak sağa sola sallanan bir kimsenin, sal lanmasına hâkim olan bir kimseden, vecd yönünden daha mükemmel olduğunu sanma! Aksine nice sakin kimseler vardır ki, vecdi d durmadan sallanan bir kimseden daha mükemmeldirÇünkü Cüneyd-i Bağdadî yolun başlangıcında semâ durumunda sallanırdı. Sonra sallanmaz hale geldi, kendisine bu durum sorulduğunda şu ayeti okudu:

Bir de dağları görür, onları hareketsiz sanırsın! Oysa onlar' bulut geçer gibi geçer (hareket ederler) Bu, herşeyi muhkem yapan Allah'ın işidirŞüphesiz ki o, bütün yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır,

(Neml/88) Sonra da 'Bu ayet, kalbin hareket halinde olduğuna, melekût âleminde seyrettiğine, âzaların zahirde sükünet bulup edepli olduğuna işarettir' dedi.

Ebû'l-Hasan der ki: 'Sehl et-Tüsterî ile altmış sene arkadaşlık yaptımHiçbir zaman işittiği zikir ve Kur'ân'dan vecde geldiğini görmedimÖmrümün sonunda bir kişi huzurunda 'Artık bugün ne sizden, ne de o kâfir olanlardan bir karşılık, bedel kabul edil mez' (Hadîd/15) ayetini okuduTirtir titremeye başladığını gördümNeredeyse yere düşecektiNormal haline döndüğü zaman "böyle yapmasının' sebebini sordumBana 'Evet, ey dostum! Artık biz zayıfladık!' dediBir ara da 'O gün bütün mülk Allah'ındırKâfirlere ise, bugün çok çetin bir gün olur' (Furkan/26) ayetini okudu ve sallanmaya başladıArkadaşlarından İbn Sâlim adlı zat bunun sebebini sorduCevap olarak 'Ben artık zayıflamışım' dediBunun üzerine kendisine şöyle sordu:' Eğer bu durum, zayıflıktan geliyorsa halin kuvveti nasıldır? Şöyle dedi: 'Hâlin kuvvetliliği şu demektir: Kişinin üzerine gelen manevi hallerinin tümünü, hali nin kuvvetliliğinden ötürü kabullenmek ve o gelen hallerden vecde gelmemek demektir, velev ki gelen haller kuvvetli olsa bile. . . '

Vecdin varlığıyla beraber, zâhiri âzaları kontrol altına alan kudretin sebebi, şuhudun ayrılmanazlığından olan hallerin eşitliğidirNitekim Sehl et-Tüsterî'den şöyle dediği hikâye olunur: 'Benim namazdan önce ve sonraki durumum birdir'Evet bu zat, her halde Allah'la (mânen) beraber olduğundan, zikri hazır ve kalbini gözetici olduğundan dolayı böyle idiİşte bu zat, semâ'dan önce ve sonra da böyle olurduÇünkü onun vecdi daimîdirCemâlullaha karşı olan susuzluğu aralıksızdıKana kana içişi de semânın artışında tesir etmeyecek derecede devamlıydı.

Rivâyete göre, Mümşad ed-Dineverî içlerinde bir muganninin bulunduğu bir cemaate geldiğinde sustularOnlara dedi ki: 'Ben gelmeden önce yaptığınıza dönünüz! Eğer dünyanın bütün melâhileri benim kulağımda toplansa, ne benim himmetimi meşgul eder, ne de bendeki hastalığın zerresine şifa getirir!'

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: İlmin fazlasıyla beraber vec din eksikliği zarar vermezİlmin fazlası vecdin fazlasından daha üstündürBöyle bir kimse, (daimî bir şekilde şuhud içerisinde bu lunan bir insan) muganni dinlemek için dünyaya gelmiş değildir ve dinlemekten de müstağnidir.

Bunlardan bir kısım vardır, semâ yi ancak yaşlandığı zaman bırakmıştırAncak arkadaşlarından birine yardım etmek ve onu sevindirmek için, arada sırada semâ meclislerinde hazır bulunurÇoğu zaman da cemaat tarafından kuvvetinin kemâli bilinsin diye semâ meclisine gelirBöylece cemaat anlamış olur ki, kemal za hirî vecde bağlıdır ve bu kimseler ondan, zâhirini zoraki bir vecd den sakındırma dersini alırlarHer ne kadar o cemaat böyle yap mak hususunda onlara uymak kudretinden yoksun iseler de. . . Eğer şuhud makamına varan kimseler, kendisi gibi olmayan kim selerle beraber semâ meclisinde bulunurlarsa, bedenleriyle onlarla beraber olurlarKalpleriyle, iç âlemleriyle onlardan uzak bu lunurlarNitekim semânın bulunmadığı bir yerde de kendileri gibi olmayan kimselerle oturmalarını gerektiren ârızî sebeplerden dolayı oturdukları gibi. . .

Şuhud makamına varan zevâtın bazılarından semâ'yı ter kettiği naklediliyor ve zannediliyor ki, bizim açıklamasını yaptığımız sebeplerden dolayı semâ'dan müstağni olmuş da semâ'yı terketmiştir. Bazıları da zâhidlerden idiSemâ'da onun ruhî hazzı yoktuAynı zamanda eğlence ehlinden değildiBu bakımdan kendisini ilgilendirmeyen bir konu ile meşgul olmamak için semâ'yı terketti. Bazıları da arkadaş bulunmadığı için terkettiNitekim bazısına şöyle soruldu: 'Neden dinlemiyorsun?' Dedi ki: 'Kimden ve kiminle dinleyeyim?'

4. Edep

Nefsine hâkim olduğu halde ayağa kalkmamak ve sesli ağlamamaktırFakat hâzır bulunanlara gösteriş yapmak mak sadını taşımadığı zaman, raksetmesi veya ağlamaklı görünmesi mübahtırÇünkü ağlamaklı görünmek, üzüntüyü getirirRaks ise, sürur ve neşenin tahrikine sebeptirBu bakımdan her sürur mübahtır ve onu tahrik etmek de caizdirEğer sürur haram ol saydı, muhakkak, Âişe Hazret-i Peygamber ile beraber Habeşlilerin oyu nunu seyretmezdiOysa Habeşliler raksedelerdiBazı rivâyetlerde; Aişe validemizin Habeşlilerin raksettiğini söylediği kayde dilmektedir62

Sahabenin (radıyallahü anh) bir cemâatinden rivâyet ediliyor ki, kendilerini raksa mecbur eden bir sürur olduğunda raksederlerdiBu hadîse Hazret-i Hamza'nın kızı Umâme hakkında rivâyet edilmiştirUmâme'yi terbiyesi altına alıp büyütmek için amcası oğlu Hazret-i Ali ile kardeşi Câfer bEbi Tâlib ve Zeyd bHârise münakaşa ettilerBunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Hazret-i Ali'ye şöyle dedi:

Sen bendensin, ben de sendenim.

Bu sözden ötürü Hazret-i Ali heyecana kapılıp raksettiCâfer'e de şöyle dedi:

Senin yaradılışın ve ahlâkın benim yaradılışıma ve ah lâkıma benziyor.

Bunun üzerine Câfer de Hazret-i Ali'nin arkasından raksa başladıZeyd'e de şöyle dedi:

Sen bizim kardeşimiz ve âzâd edilmiş kölemizsin.

Bu söz üzerine Câfer'den sonra Zeyd de heyecana kapılıp rak setti. Sonra Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Umâme'nin büyütülmesi Câfer'e aittirÇünkü Umâme'nin teyzesi Câfer'in hanımıdırTeyze ise anne demektir' dedi.

Başka bir rivâyette, Hazret-i Peygamber Aişe validemize (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

Habeşlilerin raksına bakmayı seviyor musun?

Hadîsin ibaresinde geçen zefn ve hacel raks etmek demektirBu raks da bir sevinme ve şevkten doğarRaksın hükmü ise, onu tahrik edenin hükmüne bağlıdırEğer rakseden adamın sevinmesi meşrû ve güzel ise, onun raksı o sevgiyi artırdığı için güzel olurEğer mübah ise, raksı mübah olurEğer kötü ise, raksı kötü olur.

Evet! Raksı âdet edinmek, büyüklerin ve önderlerin sânına yakışmazÇünkü raks, ekseriyetle, oyun ve eğlenceden ileri gelirHalkın gözünde, oyun ve eğlence sayılan bir şeyden ise, önderlik mevkiini işgal eden bir kimsenin sakınması uygundur ki halkın gözünde küçülmesin ve kendisine uyulmaktan vazgeçilsin.

Elbiselerini yırtmak ise, iş çığırından çıkıp irade kaybol madıkça caiz olmaz! Fakat vecdin elbiseyi yırtacak kadar galebe çalması da uzak bir ihtimal değildirZira kişi vecdin sarhoşluğuna şiddetli bir şekilde mağlûp olduğundan dolayı ne yaptığından habersiz olur veya yaptığını idrâk eder, fakat kendi nefsini zaptetmeye güç yetiremeyecek derecede mecbur kalabilirZâhirde böyle bir kimse, mecbur olan bir kimsedirBu bakımdan hasta bir kimsenin inlemeye mecbur olup inlemekten dolayı nefes aldığı gibi, böyle bir kimse de hareket etmekte ve elbiselerini yırtmakta tıpkı inlemeye mecbur olan hasta gibidirEğer kendisine 'böyle yapmaktan sakın' diye teklifte bulunulursa, buna güç yeti remezOysa böyle yapması ihtiyarî bir fiildir.

Eğer insanoğluna 'bir saat nefesini tut, dışarı bırakma' teklifi yapılırsa, içinde nefes alıp verme mecburiyetinde olduğunu hissedecektirBağırmak ve elbiseyi yırtmak da bazen böyle olurBu bakımdan bu tür hareketlerden ve galebe çalan vecdden konuşuldu ve bunun hududu Sırrî'ye sorulduŞöyle cevap verdi: 'Evet, böyle bir vecd vardırBu vecde kapılan bir kişinin yüzüne keskin kılıçla vurulduğu halde bilmez'.

Bu hususta birkaç defa Sırrî es-Sakatî'ye soruldu ve bir insanın bu dereceye gelmesi uzak göründüFakat

Sırrî es-Sakatî dediğinde ısrar edip sözünden dönmediBunun mânâsı 'Bazı hallerde bazı insanlarda vecd, bu raddeye kadar varır' demektir.

Soru: Semâ'dan ve vecd'den sonra sûfilerin yepyeni elbiseyi yırtmaları hakkında ne diyorsun? Zira sûfiler yepyeni elbiseleri küçük küçük parçalar halinde yırtıp cemaate dağıtıyorlar ve buna hırka adı veriyorlar.

Cevap: Eğer elbise ve seccadelerin yamanmasına elverişli ve dörtgen bir şekilde parçalanırsa mübahtırZira bezler, kendilerin den iç gömlek yapılsın diye yırtılır ve bu yırtma, malı ziyan etmek ve israf değildirÇünkü bunu bir gaye için yapar, Elbiselerin ya manması da böyledirElbiseleri yamamak ancak küçük kumaşparçalarıyla mümkün olabilirBöyle yamaları elde etmek de ge rekli bir iştirBütün cemaate dağıtmak ise, hayrın yayılması bakımından mübah ve maksuddur, Bu bakımdan her bez sahibi nin bezini yüz parçaya ayırma yetkisi vardır ve yüz müslümana verme selâhiyetine sahiptirFakat yamaların istifade edilecek şekilde olması gerekirBiz semâ'da elbiseyi bozmayı, bir kısmını faydasız hale getirmeyi yasakladıkOysa elbisesini öyle bir şekilde yırtar ki, artık ondan herhangi bir hususta faydalanılmaz, İşte bu katıksız bir ziyandırİnsanın bilerek böyle yapması caiz olmaz.

5. Edep

Cemaatin içinden biri, riyasız ve tekellüfsüz, dosdoğru bir vecde kapılıp ayağa kalktığı zamanda cemaat ayağa kalkarsa, ayağa kalkıp onlara uymak gerekir veya kişi hiçbir vecd göstermeksizin kendi isteğiyle kalkar, cemaat de onun kalkışıyla ayağa kalkarsa, yine cemaate uymalıdırÇünkü böyle yapması arkadaşlığın âdâbındarıdırBöylece eğer bir grup vecde kapılan kişinin sarığı düştüğü zaman, ona uymak için başlarından sarıklarını çıkarmayı âdet edinmişlerse veya vecde kapılan elbise sini yırtıp çıkardı diye diğerleri de elbiselerini çıkarmayı âdet edinmişlerse, onlara uygun hareket etmesi gerekirBu bakımdan bu işlerde cemaate uymak, güzel arkadaşlık ve güzel muaşeret sayılırZira muhalefet, nefreti doğururHer kavmin bir âdeti vardırAdetlere muhalefet ise, nefrete sebep olurZira insanların ahlakıyla ahlâklanmak lâzımdırNitekim bu husus hadîs-i şerifte de vârid olmuştur63 Hele insanların ahlâklarında güzel muaşeret, mücamele ve yardımdan ötürü kalplerin hoşlanması gibi iyi şeyler varsa, onlara uymak daha da gerekli olur.

İtiraz: Böyle yapmak bid'attırSahabe-i Kirâm'da böyle birşey yoktu.

Cevap: Mübah olduğuna hükmedilen herşeyin ille de sahabe den nakledilmesi şart değildirMahzur, ancak Hazret-i Peygamberden gelen bir sünnet ile çatışan bir bid'atı işlemektedir.

Oysa bu söylediklerimizin yasaklanması hususunda herhangi birşey nakledilmiş değildirBir misafirin gelişi anında ayağa kalkmak Arabın âdetinden değildiAksine ashâb bazı hallerde Enes'in rivâyet ettiği gibi Hazret-i Peygamberin bile önünde ayağa kalkmıyorduBuna rağmen madem ki bu hususta umumî bir ya sak sabit olmamıştır, o halde gelen misafire ikram olsun diye ayağa kalkmak âdeti yaygın olan memleketlerde böyle yapmakta herhangi bir sakınca ve mânevî zarar ihtimali görmemekteyizZira gelenin önünde ayağa kalkmaktan gaye; ona hürmet etmek, ikramda bulunmak ve onun kalbini böylece hoş etmektirYardım çeşitlerinin diğerleriyle de kalbin hoş edilmesi kastedildiği ve bir cemaatin âdeti olduğu zaman, onlara o âdetlerde yardım etmekte sakınca yokturAksine en güzeli onlara âdetlerinde yardım etmektirMeğer ki o âdet hususunda te'vil kabul edilmeyecek bir yasak gelmiş olsun. . . O zaman hüküm değişir.

Eğer raksetmeyi kalbinde ağır görüyorsa, cemaatle beraber kalkmaması, dolayısıyla onların hallerini teşvik etmemesi edep dendirZira vecde kapıldığını göstermeksizin raksetmek mübahtırYapmacık vecde kapılan bir kimsenin zoraki hareketleri orada hazır bulunanların gözünden kaçmazHalis bir niyetle raksa kal kan bir kimseyi tabiatlar çirkin görmezlerBu bakımdan o mecliste hâzır bulunanların kalpleri kalp sahiplerinden oldukları takdirde doğruluk ve yapmacığın mihenk taşıdır. Bazılarından doğru vecd sorulduğu zaman şöyle demiştir: 'Vecdin doğruluğu, orada hazır bulunanların vecde kapılanla ters düşmemeleridir kalple rinin kabul etmesi demektir'.

Soru: Acaba tabiatlar raksetmekten neden nefret ediyorlar? İnsanların zihnine raksın bâtıl olduğu, oyun ve eğlence olduğu ve dine aykırı düştüğü niçin' geliyor? Dinde ciddiyet sahibi hiçbir kimse görülmez ki raksı reddetmesin!

Cevap: Ciddiyet, Hazret-i Peygamberin ciddiyetinden fazla olamazOysa Hazret-i Peygamber, Habeşlilerin mescidde raksettiklerini gördü ve onu yasaklamadıÇünkü bu raks uygun bir zamanda ve uygun kimselerden vâki olmuşturO uygun vakit bayram günüydü ve o uygun kimseler de HabeşlilerdiTabiatlar rakstan şu illetten dolayı kaçarlar: Raks, çoğu zaman oyun ve eğlenceyle beraber görünürOyun ve eğlence ise mübahtırAncak Habeşliler ve onlara benzer kimseler; yani avam tabakası için mübahtırMakam ve mevki sahiplerine ise mekruhturÇünkü onlara uygun değildirMakam ve mevki sahibinin durumuna uygun düşmediğinden dolayı mekruh görülen birşeyi, haram diye vasıflandırmak caiz değildirBu bakımdan, bir fakirden birşey isteyene, fakir, bir ekmek verse, faki rin bu ekmeği vermesi güzel bir tâat sayılırEğer aynı kişi bir padişahtan istese, padişah ona bir veya iki ekmek verse, bütün in sanların gözünde padişahın böyle yapması münker görünür ve bu hareket tarih kitaplarında padişahın kötülükleri listesine kaydedi lirOndan sonra gelen nesilleri ve yakınları onu bu hareketinden ötürü kınayıp ayıplarlar! Bununla beraber 'padişahın yaptığı ha ramdır' demek caiz değildirZira fakire bir ekmek vermek bakımından güzel birşey yapmıştırFakat makam ve mevkisine bu hareketi kıyas edildi mi, fakirin dilenciye vermemesi çirkin olduğu gibi padişahın bu verdiği de çirkin bir hareket olarak sırıtırRaks ve onun yerine geçen diğer mübahlar da böyledirHalk tabakası için mübah olanlar havaslar için günah ve çirkin sayılır ve eb rarın iyilikleri mukarrebinler için çirkin ve günah sayılırAncak bu hüküm, makam ve mevkilerine bakmak cihetiyle sıhhatli olabi lirEğer işin hakikatine bakılırsa, bu işin esasında haramın bu lunmadığına hükmetmek farzdırAllah en doğrusunu bilir!

Anlattıklarımızdan şu hüküm çıkar: 'Semâ bazen katıksız ha ram olur, bazen mübah, bazen mekruh ve bazen de müstehab olur'.

Haram olmasına gelince, genç olan insanların çoğu ve dünyevî şehvetin kendisine hâkim olduğu kimseler için haramdırZira semâ böyle kimselerin kalplerine hâkim olan kötü sıfatları ka bartır, harekete geçirir!

Mekruh olmasına gelince, semâ'yı mahlûkların sıfatı üzerine yorumlamayan, fakat onu vakitlerinin çoğunda oyun yoluyla âdet edinen bir kimse içindir.

Mübah olmasına gelince, semadan hiçbir nasip almayan, an cak güzel sesten lezzetlenen bir kimse içindir.

Müstehab olmasına gelince, Allah sevgisi kendisinde galebe çalan, semâ 'dan ötürü güzel sıfatlarından başka bir sıfatı harekete geçmeyen bir kimse içindir.

Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsusturSalât ve selâm Hazret-i Peygamber'e, âline ve ashâbına olsun!

49) Dualar bölümünde geçmişti.

50) Kur'ân Tilaveti bölümünde geçmişti.

51) Kur'ân Tilaveti bölümünde geçmişti.

52) Tirmizî

53) Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî

54) Amiri Basralıdır. Künyesi Ebû Hacib'dir. Basra'nın kadısı idi. Şâyân-ı itimad bir abiddi.

55) Künyesi Ebû Muhammed'dir. Bağdadlıdır. Cüneyd'in talebelerindendir. H. 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir.

56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdir. Çünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.

57) Nikâh bölümünde geçmişti.

58) Bu validemiz Ensar'dandır. Biat'ur-Rıdvan'da Hazret-i Peygamber'e biat edenlerdendir. Hazret-i peygamber' den sonra vefat etmiştir.

59) Buhârî

60) Bütün nüshalarda ibare bu şekilde ise de, doğrusu 'onun önünde bir rahle vardı, üzerinde mushaf okuyordu' şeklindedir. (Bkz. ithaf us-Saade)

61) Hadîs âlimi idi. H. 67 senesinde Mekke'de vefat etmiştir.

62) Daha önceki bölümde geçmişti.

68) Hâkim (Ebû Zerden) ; 'Halkın ahlakıyla ahlâklanıp arkadaşlık ediniz', başka bir rivâyette 'Sabırlı olup ahlâkta halka uyunuz. Fakat amellerinde onlara muhalefet ediniz' şeklinde gelmiştir.