18-2
5. Semâ'nın Âdabı ve Tesiri
Semânın ilk derecesi dinleyeni anlamak, anladıktan sonra kalbine vaki olan mânâya hamletmektir. Sonra o anlayış, meyve olarak vecdi verir, vecd de azalarla hareketi doğurur. Bu bakımdan şu gelecek üç makama bakılmalıdır.
I. Makam/Fehm
Dinlenilenin anlaşılması, dinleyenin hallerine göre değişir. Dinleyenin dört hâli vardır:
Birinci hâl: Dinlemek, mücerret tabiatla olmalıdır. Yani kişinin dinlemekte nağmelerden ve lahinlerden lezzet almaktan başka haz ve nasibi yoktur. Böyle bir dinleme mübahtır ve dinle menin en aşağı derecesidir. Zira deve de bu derecede insanoğluna ortaktır ve diğer hayvanlar da ortaktır. Hatta bu zevki sadece hayat ister. Bu bakımdan her hayvan için güzel seslerde bir tür lezzet vardır.
İkinci hâl: Anlayışla dinlemelidir. Fakat onu ya belirli veya belirsiz bir mahlukun şekline hamleder. Bu dinleyiş gencin ve şehvet sahiplerinin dinleyişidir. Bu kimseler, dinlenileni şehvetleri istikametinde yorumlarlar. Hâllerinin durumuna göre tefsir ederler. Bu hâl, konuşmaya değmez. Ancak bu halin aşağılığını ve ya sak oluşunu beyan etmek sûretiyle bu halden konuşulabilir.
Üçüncü hâl: Dinlediklerini kendi nefsinin Allah ile olan hâllerine yormaktır. Hallerinin bazen istikrarlı ve bazen de istikrarsız oluşuna hamletmektir. İşte bu tür dinleme, müridlerin (âhireti arayanların) dinlemesidir. Hele mübtedilerden olursa. . . Zira mü ridin şeksiz ve şüphesiz bir muradı vardır. O murad, onun hedefidir. O nun hedefi Allah'ın marifetidir, Allah ile kavuşmak ve müşahede yoluyla ona sırren ve perdenin kalkmasıyla varmaktır. Müridin maksat ve hedefinde bir yolu vardır. Mürid o yolun yolcusudur. Bir kısım muameleleri vardır. Muamelelerinde o hallerle karşılaşır. Bu bakımdan mürid azarlama veya hitabın zikrini din lediği zaman, kabulün, reddin, visalin, hicranın, yaklaşmanın, uzaklaşmanın veya geçmişe dair hasret çekmenin veya bekleni lene karşı susamanın, varılacak bir hedefe karşı duyulan iştiyakın, ümidin, ümitsizliğin, vahşetin veya ünsiyetin, vefanın, vefasızlığın, ayrılık korkusunun, kavuşma sevincinin zikri veya dost mülahazasının, rakibin müdâfasınm, akan gözyaşlarının, arka arkaya gelen hasret ve pişmanlıkların, uzun ayrılığın, kavuşma vaadini veya benzerlerini işittiği zaman ki bunların vasıflarını şiirler kapsamaktadır elbette bunların bir kısmı müri din araştırmasında haline uygun gelir ve böylece kalbi çakmak taşından kıvılcımlar çıkartan demirin yerine geçer ve bu sayede kalbin ateşleri alevlenir. Şevkin ve heyecanın galeyana gelmesi kuvvet kazanır.
Bu nedenle müridin üzerine âdetine muhalif bir takım haller hücum eder. Müridin böylece lafızları haller üzerine yormakta geniş bir mecal ve sahası olur. Hiçbir zaman dinleyen, şairin konuşmasından kasdettiği mânâyı gözetmek mecburiye tinde değildir. Her konuşmanın çeşitli yönleri vardır. Her anlayış sahibi için o konuşmadan mânâ iktibas etmek için çeşitli yollar vardır. O halde biz, bu yorumlar ve anlayışlar için birkaç misal zikredelim ki, cahil içinde yanak, şakak ve ağız bahsi geçen şiirleri dinleyenin bu terimlerin zahiri mânâsını anladığını zannetmesin. Biz şiirlerden mânâların nasıl anlaşılacağı bahsini zikretmeye muhtaç değiliz. Zira dinleyenlerde (bunu güneşten daha) açık bir şekilde belirten durumlar vardır. Hikâye ediliyor ki, bazıları bir şairin şöyle dediğini dinledi: Elçi dedi ki: Yarın ziyaret edeceksin! Dedim ki: Dediğini anlıyor musun?
Bu şiiri dinleyen kişiyi şiirdeki nağme ve söz çileden çıkarıp vecde ve cezbeye getirir ve şiiri tekrar etmeye başlayıp 'ziyaret ede ceksin' anlamına gelen 'tezuru' kelimesinin başındaki 't' harfini 'ziyaret edeceğiz' anlamına gelen 'Nezuru' diye 'n' okuyup dedi ki: 'Decli: Yarın ziyaret edeceğiz!' Sevinmesinden ve ferahından bayılıncaya kadar bu sözü tekrar etti. Ayıldığı zaman kendisine 'Seni cezbeye getiren nedir?'diye sorulunca şu cevabı verdi: "Ben bu şiirle Hazret-i Peygamberin 'muhakkak cennet ehli her cuma günü bir defa rablerini ziyaret ederler'42 hadîsini hatırladım!"
Rikka43, İbn Dirac'tan hikâye ediyor ki, İbn Dirac şöyle an latmıştır: Ben ve İbn Futi, Dicle üzerinden Basra ile Übülle (Irak'ta bir şehir) arasından geçiyorduk. Önümüze manzarası güzel bir köşk çıktı. O köşkün balkonunda bir kişi oturuyordu. Onun huzu runda şarkı söyleyen ve şöyle diyen bir cariye vardı:
Allah yolunda bir sevgi vardır, O sevgi benden sana verilir. Hergün başka bir renge giriyorsun.
Böyle olmamak sana daha yakışır. (Bir gün göreceksin ki, ömür geçmiş. Ölümün elçisi gelip kapıyı çalmış) .
Bu manzarayı seyrederken baktık ki tatlı bir genç elinde bir kova, sırtında yamalı bir elbise cariyenin şiirini dinlemektedir. O genç dedi ki: 'Ey cariye! Allah rızası için ve efendinin hayatıyla sana yemin verdiriyorum. Okuduğun şiiri bana tekrarla!' Cariye şiiri tekrarladı. Genç şöyle dedi: 'Vallahi, cariyenin dediği tam be nim Allahü teâlâ ile olan hâlimin hikâyesidir'. (Arkasından) genç ten dehşetli bir uğultu çıkıp ölü olarak yere serildi!
İbn Dirac diyor ki: 'Biz kendi aramızda İşte bir farz-ı kifaye ile karşılaştık'. (Cenazeyi kaldırmak bize farz-ı kifayedir) dedik. Bunun için durduk. Köşk sahibi, cariyeye dedi ki: 'Sen Allah rızası için hürsün'. Sonra Basralılar gelip onun cenazesini techiz tekfin edip cenaze namazını kıldılar. Defnedildikten sonra köşk sahibi, cemaate şöyle dedi: 'Ben sizi şahid tutuyorum ki, benim neyim varsa hepsi Allah yolunda sadaka olsun. Benim bütün cariyelerim hür olsun. Bu köşkümü de yolcular için vakfettim'. Köşk sahibi sonra sırtındaki elbiseleri çıkarıp attı. Göbeğinden aşağı bir izar, göbeğinden yukarı için de bir aba giydi. Çöle dalıp gitti. Halk da arkasından ağlayarak bakıyordu ve ondan sonra da kendisinden bir ses ve seda çıkmadı,
Bu hikâyeden maksat, bu şahıs vaktinin tamamını Allahü teâlâ ile olan hâlleriyle geçiriyordu. Muamelede güzel edepte sebat etmekten aciz olduğunu biliyordu. Kalbinin bir durumda durmayıp daima değişmesinden ötürü üzüntü çekiyordu. Kalbinin hak yoldan kayışı onu üzüyordu. Onun kulağına haline uygun bir şiir geldiği zaman, o şiiri Allah'tan dinliyor, sanki Allahü teâlâ ona hi tap ederek şöyle buyuruyordu: 'Hergün bir renge bürünüyorsun. Oysa bunun gayrisi senin için daha iyidir'.
Kimin dinlemesi Allah'tan ise, Allah üzerine ve Allah için ise, onun için en uygunu, Allah marifetinde ilim kanununu güçlendirmektir. Allah sıfatının marifetinde bu kanunla kuvvetlice bağlı bulunmaktır. Aksi takdirde teganni dinlediği zaman kalbine Allahü teâlâ hakkında muhal olan şeyler gelecek ve onlarla kâfir ola caktır. Bu bakımdan yola yeni başlamış bir müridin teganni din lemesinde tehlike vardır. Ancak dinlediğini Allah'ın vasfıyla ilgisi olmamak hasebiyle kendi haline yorumlarsa, o zaman tehlikeden kurtulur. Şiirde yanılmasının misali bu beytin ta kendisidir. Eğer nefsinde bu şiiri işitseydi ve bununla rabbine hitab etseydi, hallerini sık sık değiştirmeyi Allah korusun Allah'a izafe etseydi o zaman kâfir olurdu. Böyle bir yanlışlık bazen tahkik ve tedkikle karıştırılmamış, mutlak ve mücerret bir cehaletten doğar. Bazen de öyle bir cehaletle oluyor ki, onu oraya bir nevi tedkik sev ketmiştir! Şöyle ki: Kişi kalbinin hallerinin değişmesini, sair âle min hallerinin değişmesini Allahü teâlâ'dan bilirse, bu hakikattir. Çünkü Allahü teâlâ bazen kalbine bast, bazen kabz verir. Bazen nûrlandırır, bazen karartır. Bazen katılaştırır, bazen yumuşatır. Bazen taatinde sabit kılar kuvetlendirir, bazen de hak yollarından çevirsin diye şeytanı üzerine musallat eder! Bütün bunlar Allah'tandır. Oysa o insandan sık sık değişik haller sadır olur, muhakkak o zat hakkında örf ve âdette 'bu zat çeşitli görüşler sa hibidir ve renkten renge giriyor' denir. Umulur ki şair şiirinden ancak sevgilisini, bazen kendisini kabul edişinde bazen red dedişinde bazen yaklaşışında bazen uzaklaşında renk değiştirmeye nisbet etmesini kastetmiştir. İşte mânâ budur. Bunu Allahü teâlâ için düşünmek katıksız küfürdür. En uygunu Allahü teâlâ'nın yarattığını renkten renge sokup kendisinin renk değiştirmeyi kabul etmediğini, yaratıklarını değişik hallere uğratıp kendisinin değişmediğini bilmektir. Ama kulları böyle değildir. İşte bu ilim, mürid için taklidî bir inançtan hasıl olur! Basiret sahibi bir arif için, hakikî ve keşfi bir yakînden hasıl olur. Bu ise rubûbiyyet vasıflarının acaipliklerindendir. Allahü teâlâ bo zulmadan bozdurur, zaten bozulmak da Allah hakkında düşünülemez. Allah'tan başka, başkasını bulandıran ve bozan herşey bozulmadan bu vazifeyi yapamaz.
Vecd erbabından bazıları vardır ki, dehşetli sarhoşluk gibi bir hâl kendilerine galebe çalar. Dillerini itabla Allah'a uzatır, Allahü teâlâ'nın kalplere yaptığı kahr-ı ilahîsini iyi karşılamadığını açığa vurur. Çeşitli derecelerde şerefli halleri paylaştırmasını kö tülerler. Zira sıddîkların kalplerini kavuşturan, inkârcıların ve mağrurların kalplêrini uzaklaştıran ancak Allah'tır. Bu bakımdan Allah'ın verdiğine mâni yoktur. Menettiğini de vermeye kimsenin gücü yetmez. Geçmiş bir suçtan ötürü kâfirlerden tevfi kini kesmiş değildir. Peygamberlere yardımını, tevfikini ve hidayet nûrunu geçmiş bir vesileden ötürü vermiş değildir.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında sözümüz geçmiştir. (Saffat/171)
Fakat benden şu söz gerçekleşti: 'muhakkak cehennemi bü tün (kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım'. (Secde/13)
Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, işte onlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır. (Enbiya/101)
Eğer kalbine 'Neden insanlar hakkındaki Allahü teâlâ'nın geçmiş hükmü muhtelif olur? oysa kulluk vasfında müşterektirler' şeklinde bir istifham gelirse, derhal celâl ve aza met çadırlarından şu ihtar ile karşılaşırsın: 'Edep, hududunu geçme! Çünkü Allahü teâlâ, yaptığından sorumlu değildir. İnsanlar ise sorumludur!5 Hayatımla yemin ederim ki dilinin ve zahirin edebine insanların çoğu muktedir olur. Ama sırrı bu uzaklaştırmanın istifhamından (yaklaştırma, uzaklaştırma, şaki veya said yapma ve saâdete erdirme hususundaki zahirî ihtilaftan) uzak tutmaya ki bu durumlar da saâdet ve şekavetin ebedi ol masıyla beraberdirler muktedir değildir. Bu duruma ancak ilimde derinleşen âlimler güç yetirebilirler.
Bunun içindir ki Hızır rüya âleminde görüldüğünde kendisine teganni dinlemek hakkında sual soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Bu berrak ve saf bir durumdur. Bu durumda ancak âlimlerin ayakları kaymaz'. Çünkü teganni dinlemek kalbin esrarını tahrik eder. Gizlilerini açığa çıkarır. Kalbi, yeri gökten ayıramayacak derecede sarhoş olmuş, nerdeyse sırra karşı edep düğümünü açacak hida yetinin nûruyla ve ismetinin letafet ve inceliğiyle Allahü teâlâ ta rafından korunmuş bir kul müstesnadır.
Bunun içindir ki, seleften biri şöyle demiştir. : 'Keşke biz te ganni dinlemekten başabaş kurtulmuş olsaydık (yani ne lehimizde ne de aleyhimizde olsaydı) '.
Bu bakımdan bu tür bir dinlemekte, şehveti tahrik edici tegan niyi dinlemekten daha tehlikeli bir durum vardır. Çünkü şehveti tahrik eden teganniyi dinlemenin en son varacağı nokta günah işlemektir. Fakat buradaki teganni dinlemenin son varacağı yanlışlık küfrün ta kendisidir!
Anlayış bazen dinleyenin hallerine göre değişir. Aynı şiiri din leyen iki kişiye vecd hâkim olur. Oysa onlardan biri (mesela) anlayışta isabet etmiş, diğeri ise yanılmıştır veya her ikisi de isabet etmiştir. Fakat zıt ve değişik iki mânâyı anlamışlardır. Ama zıt mânâlar anlayanların değişik hallerine nisbet edildi mi, tenakuz ortadan kalkar. Nitekim Utbet'ul-Gulam şöyle diyen bir kişiyi dinler:
Göklerin cebbarı müşriklerin dediğinden münezzehtir. Muhakkak ki aşık ve muhib, meşakkat içerisindedir.
Utbe bu kişiye "Doğru söyledin' der. Başka biri daha bu kişiyi dinler ve 'Yalan söyledin' der. Bu manzara karşısında basiret er babından bazıları derler ki 'Bunların ikisi de doğru söylediler ve hak da bu basiret sahibinin dediğidir'. Zira tasdik daha hedefine varmamış, muradına tam ermemiş bir aşıkın sözüdür. Bu aşık, muradına ermekten menedilmiş, menetmek ve uzaklaştırmaktan dolayı meşakkat çekmektedir. Tekzib ise, sevgiye arkadaş olmuş, onun yolunda çektiği zahmetlerden lezzetlenen sevgisinin ifrat de recesinde bulunduğundan ötürü o zahmetlerden menfi bir tesir kapmayan bir kimsenin sözüdür veya halihazırda muradından menedilmeyen ve gelecekteki menedilmenin tehlikesini idrak et meyen bir aşıkın sözüdür. Onun bu sözü, ümidin onun bütün zer relerini kaplamasından, hüsn-i zannın kalbine hâkim olmasından kaynaklanır. Bu bakımdan bu hallerin değişikliğiyle şiirin anlamı da değişik şekilde anlaşılır.
Ebû'l-Kasım b. Mervan, Ebû Said el-Harraz ile arkadaşlık yaptı. Seneler senesi teganni dinlemeyi terketti. Bir ara bir davette hazır bulundu. O davette biri vardı ve şöyle diyordu:
Su içerisinde susuz olarak durmuştur. Fakat su içirmiyor.
Bu şiiri dinledikten sonra orada hazır bulunanlar ayağa kalkıp vecd ve cezbeye kapıldılar. Ayrıldıkları zaman Ebû'l-Kasım kendilerine 'bu şiirin mânâsından ne anladıklarını' sordu. Onlar 'şerefli hallere karşı susadıklarına ve sebepler hazır olduğu halde ondan mahrum kaldıklarına' işaret ettiler. Yani 'bunu anladık' dediler. Fakat onların bu cevabı Ebû'l-Kasım'ı tatmin etmedi. Cemaat 'O halde bu şiir hakkındaki anlayışını sen söyle!' dediler. Bunun üzerine Ebû'l-Kasım dedi ki: 'Kişi şerefli haller içerisinde bulunduğunda kerametlerle donatılmış olmasına rağmen onlardan bir zerre dahi vermez'. Bu söz, haller ve kerametlerin ötesinde bir hakikatin varlığına işarettir. Haller o hakikatin öncesinde meydana gelen, kerametler onun başlangıçlarında görünen şeylerdir. Hakîkat ise, hâlâ ona varmak gerçekleşmemiştir, demektir. Ebû'l-Kasım ile o cemaatin şiirden anladıkları mânâlar arasında esasında bir fark yoktur. Ancak susamışın rütbesindeki ayrılık farkı vardır aralarında. . . Çünkü şerefli hallerden mahrum olan veya onlara karşı susuzluk hissetmeyen, eğer onları elde ederse, bu defa onların ötesindeki şeylere karşı susayacaktır. Bu bakımdan iki mânâ arasında anlayışta bir ayrılık yok. . . Aksine değişiklik, iki rütbenin arasındadır. Ebû Bekir Şiblî de çoğu zaman şu şiiri dinlediğinde vecde kapılırdı: Sizin sevginiz hicrandır. Muhabbetiniz buğzdur. Visaliniz ayrılıktır. Anlaşmanız cenk ve harptir.
Bu şiiri, birçok yönlerden anlamak mümkündür. Onların bir kısmı hak, bir kısmı bâtıldır. O yönlerin en açığı bu mânâyı halk hakkında anlamaktır. Halbuki bunu dünyada dünyanın sırları hakkında, hatta Allah'tan başka herşey hakkında anlamaktır. Zira dünya aldatıcı ve hilecidir. Erbabını öldürücü, bâtında onlara düşman, zahirde onlara karşı sevgi gösterip sırıtan bir canavardır. Dünyadan sevgi ve sürur bakımından dolmuş bir ev varsa, o ev mutlaka ağlama ve gözyaşlarıyla dolacaktır. Nitekim bu durum haberde de varid olmuştur44 ve nitekim Ebû Mansur Sa'lebî dün yayı vasfederek şunları söylemiştir:
Dünyadan uzaklaş! Sakın ona müşteri çıkma!
Kendisiyle evleneni öldürene müşteri olma!
Vasfediciler dünya hakkında söylemişler.
Hem de çok söylemişler.
Benim yanımda dünyanın bir vasfı vardır.
Hayatımla yemin ederim, tam dünyaya yakışır.
Dünya şaraptır. Sonu ve gayesi acıdır.
İştah çekici bir merkeptir.
Sen onu yumuşak bulduğun zaman o serkeşlik yapar.
Dünya güzel bir şahıstır. Onun zahirî güzelliği halkı tesir altına alır.
Fakat onun kötü sırları ve gizli tarafları vardır. Eğer onlar halka görünürse çirkinlerin çirkinidir!
İkinci mânâ, şiiri Allahü teâlâ hakkında nefsinin kusur luluğuna hamletmektir. Zira kişi Allah Teâlâ'nın zatı hakkında düşündüğü zaman onun bu husustaki bilgisi cehalettir. Çünkü insanlar hiçbir zaman Allah'ı gereği gibi takdir edememişlerdir ve edemezler. Böyle bir kimsenin taat ve ibâdeti riyadır. Zira gereği gibi Allah için itikadda bulunmamıştır. Bu kişinin sevgisi sakattır. Zira bu kişi Allah'ın sevgisi uğrunda şehvetlerinden bir tek şehveti bile bırakmamıştır. Allahü teâlâ bir kuluna hayrı irade ederse, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterir. O kul yukarıda geçen. beytin mânâsını kendi nefsinde görür. Her ne kadar gâfillere nisbeten yüce mertebede ise de. . . . Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Yarab! Senin kendi nefsine sena ettiğin gibi, senin sena ve hamdini sayıp yerine getiremem. 45
Muhakkak ben yirmi dört saatte yetmiş defa Allahü teâlâ'dan af talep ediyorum. 46
Hazret-i Peygamberin af talebinde bulunması, kendilerinden sonra gelecek derecelere nisbetle uzaklık dereceleri bulunan hallerden idi. Her ne kadar o haller kendilerinden önce geçmiş hallere nisbe ten yakınlık sayılsalar da. . . Bu bakımdan hiçbir yakınlık yoktur ki, onun arkasında sonsuza kadar ikinci bir yakınlık olmasın. Zira Allah'a giden seyr-ü sülûkün yolu sonsuzdur. Yakınlığın en yakın derecelerine varmak muhaldir.
Üçüncü mânâ, hallerin başlangıçlarına bakıp onlardan razı olması, sonra onların neticelerine bakıp onları küçük görmesidir. Böyle görmesi de, o hallerde gizli bulunan birtakım gurura muttali olmasındandır. Bu bakımdan bunu da Allahü teâlâ bilir. O halde şiiri Allahü teâlâ'nın kaza ve kaderinden şikayet yönünden Allah hakkında düşünür! Böyle bir dinleyiş ise küfürdür. Nitekim bunun beyanı daha önce geçmişti. Hiçbir şiir yoktur ki, onu birkaç mânâya hamletmek mümkün olmasın. Onu mânalandırmak dinleye nin ilminin çokluğuna ve kalbinin saflığına göre olur.
Dördüncü hâl: Halleri ve makamları geçip Allah'tan başkasını anlamayan bir kimsenin dinlemesidir. Hatta bu kimse nefsinin hallerinden ve işlerinden bile habersizdir. Kendisi tıpkı şuhud-i aynînin denizinde kaybolup aklını şuurunu kaybeden bir kimse gibidir. Öyle kimse ki, onun hali Hazret-i Yûsuf un güzelliğini görüp akılları başlarından gidip, hislerini kaybedip ellerini bıçaklarla kesen kadınların haline benzer. İşte sûfîler böyle bir hali 'Fena fi'n-nefs' diye tabir ederler.
Kişi nefsinden habersiz olduğu zaman, başkasından fâni olacağı şüphesizdir. Sanki kişi herşeyden habersiz ve herşeyi kay betmiş, sadece görünen 'Bir kalmamıştır. Aynı zamanda kişi şuhuddan da fâni olmuştur. Zira kalp ve şuhuda baktığı ve nefsine de görünür olarak iltifat ettiği zaman, o vakit meşhud (görünen) den gâfil olmuş olur. Bu bakımdan görünende garkolan bir kimsenin istiğrak halinde görünenin rüyetine iltifatı yoktur. Görmesini temin eden gözüne de iltifatı yoktur. Lezzet alan kalbine de iltifatı yoktur. Zira sarhoş bir kimsenin sarhoşluğundan, lezzet lenen bir kimsenin lezzetlenmesinden haberi olmaz!. . . Onun ha beri sadece lezzet aldığı şeyden olur. Buna misal olarak şu temsil gösterilebilir: Birşeyi bilmek, o şeyi bilmenin bilgisine mugayir ve muhaliftir. Bu bakımdan şeyi bilen zat, şeyi bilmenin bilgisine sa hip olduğu zaman şeyden yüz çevirmiş sayılır. Bu hal bazen mah lukun hakkında olur ve aynı zamanda Halikın hakkında da olabi lir. Fakat çoğu zaman bu hal gelip geçer, durup devam etmez, ça kan şimşek gibidir. Eğer devanı ederse beşerî kudret ona güç yeti remez. Çoğu zaman beşerî kudret onun meşakkati altında tirtir titrer ve onunla nefsi helâk olur. Nitekim Ebû Hasan Ahmed b. Muhammed Nurî bir mecliste hazır bulunduğunda, orada şu beyti dinler:
Ben daimi bir şekilde senin sevginin değişik değişik konaklarına inerim ki,
O konağa iniş anında akıllar hayret ve şaşkınlık içerisinde kalır.
Bunu dinledikten sonra kalkıp vecde tutuldu. Şuursuzca çöllere dalıp bir kamış ormanına giriverdi ki, kamışlar kesilmiş, kökleri kılıçlar gibi kalmış. . . Orada durmadan sağa sola sallanıp koşuyordu. Sabaha kadar bahsi geçen şiiri tekrarlayıp durdu. İki ayağından ise kanlar akıyordu. İki ayağı ve bacakları şişti. Bu hâ diseden sonra birkaç gün yaşayıp öldü.
İşte bu derece, sıddîkların anlayış ve vecd derecesidir ve derecelerin en yücesidir. Zira haller üzerindeki dinleme kemâl derecele rinden kaynaklanır. Bu dereceler ise beşerî sıfatlarla katışıktır. O ise, bir nevi kusurdur. Ancak kemâl odur ki, kişi tamamen nefsin den ve hallerinden habersiz olsun. Nitekim Hazret-i Yusuf hâdisesinde bahsi geçen kadınların ne ellerine ve ne de bıçaklara iltifatları kalmadığı gibi. . .
Bu bakımdan böyle bir kimse Allah için dinler, Allah ile dinler ve Allah hakkında dinler ve Allah'tan dinler. Bu rütbe hakikatlerin engin dalgalarına dalan kimsenin rütbesidir. Hallerin ve amellerin sahiline geçen, Tevhîd safasıyla birleşen, katıksız ihlasla tahakkuk eden, kendisinde asla birşey kalmayan, beşeriyeti tamamen sönüp kül olan, beşerî sıfatlara müstakil olarak bakması tamamen yok olan bir kimsenin derece sidir. Ben kişinin fenasından cesedinin yok olmasını değil, kalbi nin fenasını kastediyorum.
Kalpten gayem, et ile kandan ibaret olan nesne değildir. Aksine ince bir sırdır ki, zahirî kalbe doğru onun gizli bir nisbeti vardır. O nisbetin ardında Allah'ın emrinden olan ruhun sırrı bulunmak tadır. Onu tanıyanlar tanımış, tanımayanlar ise, cahil kalmıştır. Bu sırrın bir varlığı vardır. İşte o varlığın sûreti orada hazır bulu nan nesnedir. Bu bakımdan orada başkası bulunursa sanki varlık orada hazır bulunan için sözkonusudur.
Bunun misali berrak aynadır. Zira aynanın esasında bir rengi yoktur. Aksine onun rengi onda hazır bulunanın rengidir. Şişe de böyledir. Zira şişe, içinde bulunanın rengini gösterir. Şişenin rengi, içinde hazır bulunan maddenin rengidir. Esasen şişenin bir sûreti yoktur. Onun sûreti sûretleri kabul etmesidir. Onun rengi ise, renkleri kabul kabiliyetidir. Kalpte bulunan bu hakikati, orada hazır bulunana izafeten, şairin şu şiiri açıklar:
Cam inceldi, şarap inceldi. Biri diğerine benzedi, ayırdedilmeleri güçleşti. Sanki şarap var, kadeh yok, sanki kadeh var, şarap yok!
Bu makam mükaşefe ilimlerinin makamlarındandır. Hulul ve ittihad iddiasında bulunanın hayali buradan kaynaklanarak dedi ki: Ene'l Hak! Bu hayalin etrafında hristiyanların konuşması, la hut (Allah) ile nasutun (beşerin) birleşme davasındaki konuşmaları fısıldamaktadır veya nasut, lahutu bir kaftan gibi giymiştir veya nasut (beşer) lahuta (Allah'a) hulul etmiştir. Bütün bu değişiklilder, onların değişik ibarelerine binaendir. Bu ise sırf hatadır. Aynanın kırmızılığına hükmedenin yanlışlığına benzer. Ayna için böyle hükmeden karşıya bakmış orada kırmızı renk görmüş de ondan böyle hükmediyor. Bu muamele ilmine sığmadığından ve uygun bir bahis olmadığından dolayı, biz esas hedefe dönelim. İşte biz dinlenilenlerin anlamındaki değişik dereceleri belirttik.
II. Makam/Vecd
Vecdin hakikati ve mahiyeti hakkında halkın uzun konuşması vardır. Halktan sûfileri ve dinleme ile ruhlar arasındaki münasebet yönüne bakan hakimleri kastediyorum. Bu bakımdan biz, onların sözlerinden, lafızlar ve deyimler nakledelim. Sonra oradaki hakikati keşfetmeye çalışalım.
Sûfilerin Sözleri
Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Semâ hakkın bir elçisidir. Kalpleri Hakk'a doğru sevketmek için gelmiştir. Bu bakımdan ona hakkıyla kulak kabartan ve dinleyen bir kimse hedefe varır. Nefis ve tabiatla onu dinleyen bir kimse zındıklaşır!'
Sanki Zünnun-i Mısrî vecdi, kalpleri Hakk'a doğru tahrik etmekten ibaret olarak görmektedir. Zira Hakk'ın elçisi geldiği zaman, Zünnun bunu görmüştür. Zira semâya 'Hakkın elçisi' de mesi de böyle gördüğünü ifade eder.
Ebû Hüseyin Dirac sernâ'da gördüğü hakikatten haber vererek şöyle demiştir: 'Vecd dinlemek anında mevcut olandan ibarettir'. Sonra devamla şunları söyledi: 'Dinlemek beni hâl ve heybet mey danlarında gezdirip bahşiş olarak bana Hakk'ın varlığını gösterdi. O da safa kadehiyle bana içirdi. Onunla rıza konaklarına vardım; Vecd tenezzüh ve genişlik bahçesine çıkardı. '
Şiblî (bazı nüshalarda Sa'lebî) şöyle demiştir:'Teganninin za hiri, fitnedir. İçi ise ibrettir. Bu bakımdan işareti bilen bir kimse için ibareyi dinlemek helâl olur. Aksi takdirde ibareyi dinlemek fitneyi çağırır ve insanı belaya maruz bırakır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Teganni dinlemek marifet ehli için ruhların gıdasıdır. Çünkü teganni diğer amellerden incelip gizle nen bir vasıftır. İnceliğinden ötürü tabiatın inceliğiyle, saflığıyla idrak olunur'.
Amr b. Osman el-Mekkî şöyle demiştir: 'Vecdin keyfiyeti hiçbir ibare ile anlatılamaz. Çünkü vecd, yakın ve Mü'min kulların nez dinde Allah'ın bir sırrıdır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Vecd Hak'tan keşiflerdir'.
Ebû Said b. Arabî şöyle demiştir: 'Vecd, perdenin kaldırılması, murakıbın müşahedesi, anlayışı, huzur-u gaybın mülahaza ve gö zetmesi, sırrın muhadesesi, gaybm ünsiyetidir. Sen sen olduğun için vecd senin faniliğindir'.
Yine şöyle demiştir: 'Vecd Allah marifetinde ihtisas sahibi kılınanların derecelerinin ilkidir. Gaybı tasdik etme mirasıdır. Onlar vecdi zevk edip vecdin nûru kalplerinde parladığı zaman her şek ve şüphe kalplerinden sökülür'.
Yine şöyle demiştir: 'Vecd perdeleyen nefsin ilgi ve sebeplerle alâkadar olmasının eserlerinin görünmesidir. Zira nefis, sebeple riyle perdelidir. Sebepler kesildiği zaman zikir hulûsa erdiği, kal bin ayıldığı, incelip saflaştığı ve kalpteki va'z u nasihat karar kıldığı, kalp münâcaatın yakın bir yerine indiği, muhatap edindiği, dinleyen kulak, hazır olan kalp, zahir olan sır ile hitabı dinlediği zaman, işte o zaman boş bulunduğu şeyi müşahede eder. Müşahede edilen o şey vecddir. Çünkü kalbin yanında yok olan birşey var olmuştur. (Vecd de bu demektir) '.
Vecd odur ki, korkutucu bir hatırlamanın, heyecan verici bir korkunun, herhangi bir kayıştan ötürü bir serzenişin veya latife ile bir konuşmanın veya bir faydaya işaret etmenin, kaybolan bir şevkin üzüntüsünün, geçmiş zamandan dolayı pişmanlığın mey dana gelmesi, vacibe çağırıcının veya sır ile münâcaatın bu lunduğu bir zamanda mevcut olan şeye vecd denir. Vecd demek zahiri zahirle, bâtıni' bâtınla, gaybı gaybla, sırrı sır ile karşılaştırmak, lehinde olanı aleyhinde olanla ortaya çıkarmak demektir. Vecd, senin elde etmek için gayret sarfetmeni gerektiren ve daha önce yazılan şeydendir. Bu bakımdan bu senden olduktan sonra senin için yazılır. Kıdemsiz kıdemin sabit olur. Zikirsiz zik rin karar bulur. Zira nimeti ilk başta veren, seni sevk ve idare eden O'dur. Bütün işler O'na döner. İşte bu vecd ilminin görünür ta rafıdır.
Sûfîlerin vecd hakkında bu tür konuşmaları oldukça çoktur. Hükemanın Sözleri
Onlardan biri şöyle demiştir: 'Kalpte şerefli bir fazilet vardır. Nutk (konuşmak) kuvveti onu lafızlarla çıkarmaya güç yetiremez. Bu bakımdan nefis onu tegannilerle çıkartır. O belirince nefis se vinir ve ona karşı atılır. Bu bakımdan nefisten dinleyiniz. Onunla münâcaat ediniz. Zahirîlerin münâcaatmı terk ediniz'.
Bazıları da şöyle demişlerdir: 'sema'nın neticeleri, görüş ve düşünceden aciz olanı harekete geçirmek, fikirlerden uzaklaşanı düşünce sahasına çekmek, yorulmuş zihin ve görüşleri kes kinleştirmektir ki kaybettikleri geri gelsin, acizliği kuvvet bulsun, bunalmışlığı durulsun. Her görüş ve niyet de alabildiğine yürü sün. Bazen isabet, bazen de yanlışlık yapılsın. Gelsin, tehir olmasın'.
Başka biri de şöyle demiştir: 'Fikir belli olan ilme götürdüğü gibi, dinlemek de kalbi ruhanî âleme götürüp kapısını çaldırır'.
Başka birine nağme ve vuruşların vezninin ahenginde azalarının tâbii olarak hareket etmesinin sebebi sorulduğunda şöyle demiştir: 'Bu aklî bir aşktır. Aklî aşık ise iskeletin bir parçası olan dil ile maşukunu çağırmaya muhtaç değildir. Aksine onu, gülüm semekle sevindirir ve münâcaatta bulunur. Göz kırpmakla kirpiklerin ince hareketleriyle' kaşlarla ve işaretlerle münâcaat eder. Bütün bunlar konuşurlar ve birer ruhanîdirler. Hayvaniyete men sup olan aşık ise iskelete ait olan mantığı kullanır ki, o mantıkla zayıf şevkinin zahirini ve semeresini tabir edebilsin. Zayıf aşkını ifade etsin'.
Başka biri de şöyle der: 'Üzülen bir kimse nağmeleri dinlesin. zira Üzüntü nefse girdiği zaman nûrunu söndürür. Nefis se vindiği zaman nûru parlar. Sevinmesi görünür. Bu bakımdan kabul edende kabuliyet miktarınca iştiyak görünür. Bu ise kalbin saflığı, hile ve dünya kirlerinden temiz olması miktarmca takdir edilir'.
Semâ ve vecd hakkında söylenilen sözler pek çoktur. Hepsini zikretmek sûretiyle çoğaltmanın hiçbir mânâsı yoktur Bu bakımdan biz vecdin neden ibaret olduğunu anlatmaya çalışalım. Vecd semânın neticesi olan bir halden ibarettir. Vecd semânın akabinde hakkın yeni gelen bir elçisidir. Dinleyen nefsinde onu gö rür. O hâl ise iki kısımdan uzak ve boş değildir: Zira o hâl ya mükaşefe ve müşahedelere dönüşecektir böyle bir hâl ilim ve ikazlar türünden ve nevindendir veya o hâl ilimlerde olmayan şevk, korku, üzüntü, ızdırap, sevgi, esef, pişmanlık, açıklamak ve dur gunluk gibi olan ve ilimlerden olmayan hâl ve değişimlere dönüşür. Bütün bu halleri, teganninin dinlenmesi kabartır ve tak viye eder. Eğer dinlemek, zahiri tahrik etmekte tesir etmeyecek veya teshir etmeyecek veya hali değiştirmeyecek kadar zayıf ise, veya âdetinin hilafına hareket eder veya gelir veya nazardan, nu tuktan ve hareketten, âdetinin hilafı üzerine sükûnet bulursa, o zaman onun ismine vecd denilmez.
Eğer zahirin üzerine tebellür ve terettüb ederse, buna vecd denir. Zahiri değiştirmesi ve tahrik etmesi gelişinin kuvveti hasebiyle ya zayıf veya kuvvetli olacaktır. Zahirin bozulması ve değişmeden korunması, vecde tutulan kişinin kuvveti ve azalarını zapt u rapt altında bulunduracak kudreti nisbetindedir. Bazen vecd, bâtında güçlenir. Sahibi güçlü olduğu için zahirde bir değişme meydana gelmez. Bazen de gelenin zayıflığı ve tahrik etmesinin az ol masından ötürü açığa çıkmaz ve görünmez. Çünkü birleşme düğümünü çözmeye kudreti yoktur! Birincinin mânâsına Ebû Said b. Arabî işaret etmiştir. Zira vecd hakkında şöyle demiştir: 'Vecd kontrol edenin müşahedesi, anlayışın huzuru ve gaybın mülaha zasıdır'. Bu bakımdan semâ 'dan önce keşfolunmayan bir eserin keşfine semâ sebep olabilir. Zira keşif birkaç sebeple meydana gelir. O sebeplerden birisi ikaz etmektir. Teganni dinlemek ise kişinin teganniden önce haklarında gâfil bulunduğu birçok işe dikkatini çekip ikaz edicidir.
O sebeplerden biri de hallerin değişmesi, nefsinde müşahede ve idrak etmesidir. Zira halleri idrak etmek de vecdin gelmesinden önce malum olmayan birçok işin izahını ifade eden bir tür ilimdir.
O sebeplerden biri de kalbin saflığıdır. Semâ kalbin tasfiyesinde müsbet tesir ve etki yapar. Kalbin tasfiyesi ise keşfe sebep olur.
O sebeplerden biri de semanın kuvvetiyle kalbin coşmasıdır. Bu bakımdan kalp, bu coşuştan ötürü, o kuvvetten önce aciz olduğu şeylerin müşahedesine kuvvet kazanır. Nitekim devenin, sürücü sünün nağmelerini dinlemeden önce taşıyamadığı yükü, nağmeler sayesinde taşımaya muktedir olduğu gibi. . . Kalbin ameli daima keşfetmek ve melekut âleminin sırlarını mülahaza edip düşünmektir. Nitekim devenin de ameli ağır yükleri taşımak olduğu gibi. . Bu bakımdan bu sebepler vasıtasıyla semâ keşfe se bep olur. Hatta kalp saflığa kavuştuğu zaman, çoğu kere müşahede sûretinde hak kendisine görünür veya manzum bir lafzın içinde kulağına gelir ki eğer insan uyanıkken duyulursa bu hatif (gaibden gelen ses) diye tabir edilir. . . Eğer uyku halinde duyulursa, rüya diye tabir edilir. Bu ses nübüvvetin (peygamberliğin) kırkaltı parçasından bir parçadır. Bunun tedkik ve tahkiki muamele ilminin dışındadır.
Nitekim Muhammed b. Mesruk el-Bağdadî şöyle demiştir: 'Cahiliye günlerimde bir gece sarhoş olduğum halde çıktım. Ben o anda şu şiiri terennüm ediyordum
Tur-i Sina'da bir üzüm bağı var ki oraya uğradığında O üzüm sularını bırakıp, su içen kimseye şaşarım!
O anda birinin şöyle dediğini duydum: 'Cehennemde bir su var ki o suyu içenlerin içinde barsak denen birşey bırakmaz!'
Muhammed b. Mesruk diyor ki: 'Bu söz benim tevbemin, ilim ve ibadete yönelmemin sebebi oldu'.
İşte teganni bir kalbin tasfiyesine nasıl tesir etti ki, cehenne min sıfatı hakkında hakîkat kendisine belirip anlaşılır, vezinli bir lafzın içinde tahakkuk etti ve bu lafız onun zahiri kulağına gelip girdi.
Müslim Abadanî şöyle demiştir: Bir ara Salih el-Merî, Utbet'ul Gulam, Âbdülvahid b. Zeyd ve Müslim el-Esvarî yanımıza geldiler. Deniz, sahilinde konakladılar. Ben bir gece onlar için yemekhazırladım. Onları yemeğe davet ettim, onlar da geldi. Yemeği önlerine getirdiğim zaman, bir şair sesini yükselterek şu beyti okudu:
Ebedıyyet evinden, yemekler seni meşgul mü ediyor?
Kılavuzluğu fayda vermeyen nefsin lezzeti seni meşgul mü ediyor?
Ravi der ki: 'Utbet'ul-Gulam bağırarak düşüp bayıldı. Diğerleri ise, ağlamaya başladılar. Ben yemeği önlerinden kaldırdım. Allah'a yemin ederim onlar o yemekten bir lokma dahi tat madılar'.
Nitekim kalbin saflığı halinde gaibden ses duyulur ve göz ile Hızır'ın sûreti görülür. Zira Hızır, kalp sahiplerine çeşitli sûretlerde görünür. Böyle bir durumda da melekler peygamberlere te messül edip görünürler. Ya sûretlerinin hakikati veya sûretlerini bazı yönlerden hikaye eden bir misal üzerine. . .
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) iki defa Cibril'i esas sûretinde gördü ve Cebrail'in bütün gökleri doldurduğunu haber verdi. Allahü teâlâ'nın va'd-i ilahîsi budur:
Ona kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğretti. Öyle ki, gö rünüşü güzel olup hemen hakikî şekli üzere doğruldu. O (Cebrail) yüksek ufukta idi. (Necm/5-7)
Saflıktan olan bu hallerin benzerinde, kalplerde gizli olanlara ulaşılır. Bazen bu ıttıla teferrüs diye tabir edilir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mü'min bir kimsenin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah'ın nûruyla bakar,47
Hikâye ediliyor ki, ateşperestlerden birisi müslümanlar arasında gezerek, Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) , 'mü'minin ferasetinden çekininiz' hadîsinin mânâsını soruyordu. Müslümanlar ona kendi bilgilerine göre tefsirini söyledikleri halde o bir türlü ikna olmu yordu. Bu hâl, sûfîlerden bir şeyhe varıncaya kadar devam etti. O şeyhe varıp bu hadîsin mânâsım sordu. Şeyh kendisine şöyle cevap verdi:
Elbisenin altında bağlamış bulunduğun zünnarı çekip atmandır.
- Evet doğru söyledin! İşte mânâsı budur!
Böylece müslüman oldu ve İşte şimdi anladım ki, sen Mü'minsin ve senin îmanın haktır' dedi.
İbrahim Havas şöyle anlatır: Bağdad'da camide fakirlerden bir cemaatin arasında bulunuyordum. O esnada güzel kokulu, güzel yüzlü bir genç geldi. Arkadaşlarıma dedim ki: 'Bu gencin yahûdî olduğu kalbime geliyor'. Aralarında bulunduğum cemaat o genç hakkındaki söylediğim sözden hoşlanmadılar. Sonra ben çıktım. O genç de çıktı. Sonra o genç onlara geri döndü ve 'Şeyh benim hakkımda ne söyledi?' diye sordu. Onlar kalbi kırılmasın diye birşey söylemediler. Fakat genç ısrar etti. Sonunda gence 'Senin yahûdî olduğunu söyledi' dediler. Bu konuşmadan sonra genç bana geldi. Elimi başımı öpüp müslüman oldu ve şöyle dedi: "Biz (yahûdîler) kitaplarımızda Sıddîk'ın ferasetinin yanlış çıkmayacağını okuyoruz. Ben müslümanları imtihan etmeyi düşündüm ve dedim ki; 'eğer müslümanlar içerisinde sıddîk bir kimse varsa, muhakkak şu taifenin içindedir'. Çünkü bu grup Allah'ın kelâmını okuyorlar. İşte bu niyetle ben sizi denemek mak sadıyla geldim. Şeyh benim durumuma muttali olup hakkımda fe rasetini kullandığı zaman anladım ki, o sıddîktır". Ravi der ki, bu genç daha sonra îman edip sûfîlerin büyüklerinden oldu.
Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında gezme Seydiler, muhakkak ki, onlar göklerin melekut âlemini sey redebileceklerdi. 48
Şeytan kalpler kötü sıfatlarla dolu ise, onların etrafında dolaşır! Çünkü böyle kalpler, şeytanın ve ordusunun merası ve otlağıdır. Kalbini bu sıfatlardan arındıran bir kimsenin ise kalbi nin etrafında şeytan gezmez. Nitekim Allahü teâlâ şöyle bu yurmuştur:
Ancak içlerinden ihlasa sahip Mü'minler müstesna. (Hicr/40)
Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları saptırabilirsin) .
(Hicr/42)
Semâ kalbin saflaşmasına sebeptir. Kalp o saflık vasıtasıyla hakkın avlanması için kullanılan bir ağdır. Gelecek rivâyet buna işaret eder: Zünnun-i Mısrî Bağdad'a vardı. Sûfîlerden bir grup be raberlerinde şarkıcı biri olduğu halde ziyaretine geldiler. Şarkıcının kendilerine bir şeyler okuması için izin vermesini iste diler. Zünnûn izin verdi:
Senin küçük aşkın bana azap verdi!
Acaba o aşk geliştiği, kalbimi istila ettiği zaman ne yapacak?
Sen daha önce ortak olan bir aşkı benim kalbimde topladın.
Acaba üzüntüsüz bir kimsenin güldüğü zaman, ağlayan mahzun bir kimse için hiç şefkatin yok mu?
Bu sözleri söyledikten sonra Zünnûn-i Mısrî yerinden fırladı, ardından yüzü üstü yere yığıldı. Sonra bir kişi yerinden zıpladı. Zünnûn o kişiye şöyle hitap etti: 'Kalktığında O seni görür'. Bu söz üzerine kişi oturdu. Zünnûn Allah'ın inayetiyle o kişinin kalbine muttali oldu. Onun zoraki şekilde vecde kendisini kaptırmak is tediğini bildi ve böyle yapmamasını ihtar ederek, ona 'Allah için değil de başka birşey için kalktığın zaman seni gören Allah senin hasmın olacaktır' hakikatini bildirdi. Eğer kişi bu kalkışında doğru olsaydı, muhakkak gerisin geri oturmazdı. Bu bakımdan böylece vecdin semeresi keşiflere ve hallere dönüşüverdi.
Keşif ve hallerin herbiri, insanoğlu onlardan uzaklaştığı zaman tabir etmesi mümkün olmayan ve tabir etmesi mümkün olan diye kısımlara ayrılır. Umulur ki, sen hakikatini bilmediğin bir hâli veya ilmi uzak göresin ki bu ilmin hakikatini izah etmek mümkün değildir. Bu bakımdan sen onu uzak görme! Çünkü sen en yakın durumlarında bile varlığına ve hak olduğuna dair birçok deliller görüyorsun.
İlme gelince, nice fakîhler vardır ki sûrette birbirine benzer iki mesele kendisine arzolunur. Fakih zevkiyle bu iki meselenin arasında hükümde fark olduğunu idrak eder. Fakat fakihe bu farkın yönünü birleştirmekte yardımcı olmaz, velev ki fakih insanların en beliği olan bir kimse olsun. Bu bakımdan o fakih ancak zevkiyle farla idrak eder, fakat o farkın tabir ile belirtilmesi kendisi için mümkün değildir. Fakihin 'farkı idrak etmesi bir ilimdir. Zevk ile o ilimi kalbinde bulur ve o ilmin kalbine doğmasının bir sebebi olduğundan ve onun Allah nezdinde de bir hakikati olduğundan şüphe etmez. O hakikati haber vermek, kendisi için mümkün değildir. Fakat bu imkansızlık lisanındaki kusurdan ileri gelmez. Aksine mânânın esasında ibarenin yetişebileceğinden daha ince olduğundandır! Daima zor meseleleri mütalaa edenler bu kadarını idrak etmişlerdir.
Hale gelince, nice insan vardır ki sabahladığı vakitte, kalbinde 'kabz' veya 'bast' idrak eder. Fakat bir türlü onun sebebini bilemez. Bazen de bir insan birşey hakkında düşünür. O düşünce onun nef sinde bir eser meydana getirir. Dolayısıyla o sebebi unutuverir. O eser ise, nefsinde baki kalır ve onu hisseder. Bazen de hissettiği hâl, sevgiyi gerektiren bir sebep hakkında düşündüğünden ötürü nefsinde görünen bir sevinç olur veya bir üzüntü olur ki esas hakkında düşünüleni unutur ve fakat onun eserini hisseder.
Bazen de hâl garip bir hâl olur ki, sürur ve üzüntü lafızları onu ifade etmekten aciz kalırlar. Maksudu tam mânâsıyla belirten bir ibare bulunmaz ki onunla ifade edilsin. Vezinli şiir ile vezinli şiirin zevki o şiir ile vezinli olmayan kelâmın arasındaki farkı an cak bir kısım insanlar bilir, diğer bir kısmı bilmez. Bu öyle bir haldir ki, ancak zevk sahibi bunu idrak eder. Hem de şüphesi kalmayacak derecede idrak eder, Bu halden, vezinli konuşmak ile rast gele konuşmanın arasındaki ayrılığı kastediyorum. Bu bakımdan zevki olmayan bir kimse o kelâmla kastettiğini açığa kavuşturacak tabir imkânından mahrumdur. İşte nefiste böyle ga rip haller vardır. Bunlar o hallerin vasıflarıdır; Hatta, korku, üzüntü ve sürurdan ibaret olan meşhur mânâlar, ancak mânâsı anlaşılan bir tegamıinin dinlenilmesinden hasıl olur.
Evtar (telli sazlar) ve mânâsı anlaşılmayan diğer nağmelere gelince, onlar ancak nefiste acaip bir tesir bırakırlar. O tesirlerin acaipliklerini anlatmak mümkün değildir. Bazen onlara şevk tabiri yakıştırılır. Fakat o 'şevk' ki sahibi 'müştak'ı tanımıyorsa acaibin ta kendisidir. Kalbi telli sazı, şahin ve benzerini dinlemekle harekete gelen bir kişi ise, neye müstehak olduğunu idrak edemez. Ancak nefsinde bir 'hâl' hisseder! Sanki o hâl kendisinin bilmediği bir 'işi' ister. Hatta böyle bir durum halk tabakasında bile vaki olur. Kalbine ne bir insanın ne de Allahü teâlâ’nın sevgisi hâkim olma yan kimseler dahi bu hale tesadüf ederler. İşte bunun bir sırrı vardır. Her 'şevkin iki 'rükn'ü vardır: Birinci rükn müştakın sıfatıdır. Bu da aşık ile maşukun bir tür münasebetidir. İkincisi, maşukun marifeti ve ona varmanın sûretinin marifetidir.
Eğer şevkin varlığına sebep olan sıfatlar, maşukun sıfatını bilmek de mevcut ise bu takdirde durum apaçıktır. Eğer maşuk bilinmez fa kat teşvik edici sıfat bulunursa ve o sıfat kalbini harekete geçirip ateşini alevlendirirse böyle bir durum şüphesiz ki dehşet ve hayreti doğurur. Eğer bir insan, kadın görmeksizin, cima nedir bilmeksi zin tek başına bir yerde yetişirse, sonra ergenlik çağma varıp şehvet kendisine galebe çalarsa, mutlaka bu kimse, nefsinin şehvet ateşini hisseder. Fakat cinsî münasebete iştiyak duyduğunu bil mez. Çünkü cinsî ilişkinin sıfatını ve kadının vasıflarını bilmez. İşte böylece insanoğlunun nefsinde en yüce âlem ile bir münasebet vardır. Sidret'ül-Münteha'da. ve Firdevs-i Âlâda va'dedilen lezzetlerle bir ilgisi vardır. Fakat insanoğlu bunlardan sıfat ve isimleri hayal edebilir. Tıpkı cinsî ilişkinin lafzını ve kadının ismini duyup hayatında hiçbir kadının şeklini ve hiçbir erkeğin sûretini, hatta aynada kendi nefsinin sûretini görüp de onunla mukayese yapa bilmekten mahrum olan bir kimse gibi. . .
Bu bakımdan teganni dinlemek şevki tahrik eder. İfrat dere cede cehalet, dünya ile meşgul olmak kişiye nefsini dolayısıyla rab bini unutturmuştur. O halde kalbi, kendisinin bilmediği birşeyi kendisinden istiyor demektir. Dolayısıyla dehşete kapılıp hayrete giriftar olur. Çalkalanıp sallanır. Tıpkı kurtuluş yolunu bulama yan ve boğulmak üzere olan bir kimse gibi. . Bu ve buna benzer hallerin hakikatlerinin tamamı idrak edilmeyen hallerdendir. Bu hallerle sıfatlanmış bir kimsenin bunları izah etme imkanı yoktur. Bu bakımdan vecdin açıklaması mümkün olan ile açıklaması müm kün olmayan kısımlara ayrılması böylece ortaya çıkmış olmak tadır.
42) Tirmizî, İbn Mâce
43) Ebû Bekir Muhammed b. Davud Dineverî Şam'ın büyük şeyhlerindendir. H. 350 senesine kadar yaşamıştır.
44) İbn Mübarek, (İkrime b. Ömer'den)
45) Müslim
46) Zikir bölümünde geçmişti.
47) Tirmizî
48) Oruç bölümünde geçmişti.
6. Vecd'in Kısımları
Vecd de hacim (tekellüfsüz gelen) ve mütekellef (zorla gelen) diye iki kısma ayrılır. Bu son kısma tevâcud ismi de verilir. Bu zo raki tevacud'un bir kısmı kötüdür. Kötü olan kısmı, kendisiyle riya ve iflasla beraber şerefli hallerin açıklaması kastolunan kısımdır, Bir kısmı da mahduddur. O da şerefli halleri çağırmak, hile yoluyla çalışıp celbetmek için vecde tevessül etmektir! Zira çalışmanın şerefli hallerin kazanılmasında tesiri vardır. Bunur içindir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okuyup ağlaması gelmeyer bir kimseye kendisini ağlar ve üzüntülü göstermesini' emretmiştir. Çünkü bu hallerin, bazen başlangıçlarında zorakilil vardır. Fakat sonradan, bilfiil tahakkuk ederler. Tekellüf zorla getirilen halin sonunda kişide tabiileşmesine nasıl sebep olmasın Oysa Kur'ân'ı öğrenen bir kimse önce onu 'zorla' hıfzeder. Tan düşünmekle, zihnini hazır etmekle beraber onu 'zorla' okuyabilir.Sonra Kur'ân okumak onun dilinin daimi bir âdeti haline gelir.Hatta kalbi gâfil olduğu halde, ister namazda ister başka yerlerde dili kendi kendine Kur'ân okur. Bazen surenin tamamını okuyup sonuna vardığı zaman adam kendine gelir ve bilir ki, bu sureyi gaflet halinde okumuştur.
Yazar da böyledir. Başlangıçta zorlukla yazar, sonra eli yazıya alışır. Yazmak onun için tabiileşir. Kalbi başka birşey düşünürken ve tamamen kendisini o şeyi düşünmeye kaptırdı halde eli birçok sayfa yazar. Bu bakımdan nefsin ve azaların yüklendiği bütün sıfatları elde etmenin yolu ancak tekellüf ve zorluktan geçer. Başta tasannu yapar, sonra âdet ile kendisi tabiileşi İşte seleften birinin 'Âdet beşinci bir tabiattır' demekten maksaı budurr. Böylece şerefli hallerde olmadıkları zaman, ümitsiz olma uygun değildir. Aksine teganni dinlemek ve başka yollaı başvurmak sûretiyle onlara sahip olmak için çeşitli zorlukları denemesi gerekir. Zira âdetler cümlesinden olarak görülmüştür ki, biri bir şahsa aşık olmak ister Fakat bir türlü kalbinde onun sev gisi yoktur. Buna rağmen nefsinde onu anlar, ona daimi bir şekilde bakar ve güzel vasıflarını görür. Ona aşık oluncaya kadar, onun güzel ahlâklarını nefsinde hazır bulundurur. Böylece kendi iradesinin sınırını aşacak kadar kalbinde bunu yerleştirir, fakat bundan sonra ondan kurtulmak istese de artık kurtulamaz.
İşte Allahü teâlâ'nın sevgisi ve onun mülâkatına karşı duyulan şevk de böyledir. O'nun kahrından korkmayı ve diğer şerefli halleri insan kaybettiği zaman bu hallerle sıfatlanmış kimselerin meclislerinde oturmak sûretiyle onların hallerini müşahede etmek, sıfatlarıyla nefsini güzelleştirmek, teganni dinlerken onlarla bera ber oturmak, Allah'a yalvarış ve duada onların beraberinde bu lunmak sûretiyle kendisini zorlayıp yitirdiği o sıfatları kazanmaya çalışmalı ve Allahü teâlâ'dan bunların sebeplerini kendisine ko laylaştırmak sûretiyle o hali kendisine nasip etmesini dilemelidir.
Salihler, korkanlar, iyilik yapanlar, Allah'a iştiyak duyanlar ve kalbi huşu ve huzur içinde bulunanlarla oturmak bu halin ol masının sebeplerindendir. Bu bakımdan bir şahısla oturan bir kimseye, farkında olmadan o şahsın sıfatları sirayet eder. Sevgi ve diğer hallerin sebeplerle kazanılmasının imkânlarına Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu duası delâlet eder:
Ey Allahım! Bana kendi sevgini ve seni sevenin sevgisini ve beni senin sevgine yaklaştıranın sevgisini rızık olarak ihsan et. 49
İşte görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sevginin istenmesi hususunda duaya başvurmuştur. Buraya kadar vecdin keşiflere ve hallere ayrılmasının izahı ile ifade edilmesi mümkün olan ve ol mayana ayrılmasının ve zorla elde edilen ile tabî olarak elde edilen kısma ayrılmasının açıklaması yapılmıştır.
İtiraz: Bu vecde tutulanlar neden Kur'ân'ı dinledikleri zaman vecde kapılmıyorlar? Oysa Kur'ân Allah'ın kelâmıdır. Fakat te ganni anında vecde kapılıyorlar. Oysa teganni şairlerin kelâmıdır.
Eğer hakîkaten vecd iddia edildiği gibi, Allah'ın lütfundan gelen bir hakîkat olsaydı, şeytandan gelen bir bâtıl olmasaydı muhakkak ki ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen bir vecd olurdu.
Cevap: Hakîkî vecd Allahü teâlâ'nın sevgisinin çokluğundan ve salikin doğru iradesinden ve Allah ile kavuşmanın şevkinden kaynaklanır. Böyle bir vecd Kur'ân'ın dinlenilmesiyle harekete geçmeyen vecd ise, ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen vecddir Nitekim iyi bilin ki Allah'ın zikriyle kalpler itminana kavuşur' ve 'Allah, sözün, en güzelini, birbirine ben zer, ikişerli bir kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların de rileri ondan ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine yumuşar' (Zümer/23) ayetleri de buna delâlet eder.
Dinlemenin sonunda, dinlemekten ötürü nefiste oluşan herşey vecd'dir. Bu bakımdan nefisteki itminan, ürperme, korku, kalbin yumuşaması, bütün bunlar vecddir.
Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar. (Enfa1/2)
Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik kesinlikle o dağın Allah korkusundan paramparça olduğunu görür dün! (Haşr/21)
Bu bakımdan korku ve huşû, hallerin türünden olan bir vecd dır. Her ne kadar keşifler kabilinden olmasa da. . . Fakat bazen keşiflerin sebebi olur. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle bu yurmuştur:'Kur'ân'ı seslerinizle süsleyin'. 50
Hazret-i Peygamber Ebû Musa el-Eş'arî hakkında şöyle demiştir 'Ona Âl-i Dâvud'un mizmarlarından bir mizmar verilmiştir'. 51
Kalp sahiplerinin Kur'ân'ı dinledikleri zaman vecd kapıldıklarına delâlet eden hikayelere gelince, bunlar çoktur Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Hûd suresi ve kardeşleri bulunan diğer (sureler) beni ihti yarlattı. 52
Zira ihtiyarlık korku ve üzüntüden olur. Bu ise vecdin ta kendi sidir. Rivâyet ediliyor ki, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzurunda Nisa sûresini okudu. 'Her ümmetten birer şahid getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahid yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak?' ayetine vardığı zaman Hazret-i Peygamber İbn Mes'ûd'a 'yeter' dedi. Hazret-i Peygamberin iki gö zünden yaşlar akıyordu.
Başka bir rivâyet şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu ayeti oku yunca (veya Hazret-i Peygambere okununca) bağırarak yere düşmüştür:
Zira bizim yanımızda bukağılar ve (içine girecekleri) bir ateş, boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve ayrıca bir azap da vardır. (Müzemmil/12-13)
Yine bir başka rivâyette Hazret-i Peygamberin şu ayeti okuyup ağladığı bildirilmektedir:
Eğer onlara azap verirsen, muhakkak ki onlar senin kullarındır. (Mâide/118)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir rahmet ayetini okuduğu zaman, dua eder ve sevinirdi. Sevinmek ise vecdin ta kendisidir. Allahü teâlâ vecd ehlini Kur'ân ile överek şöyle buyurmuştur:
Peygambere indirileni dinledikleri zaman hakkı an ladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşaldığını gö rürsün. Onlar şöyle derler: Ey rabbimiz! Îman ettik! Şimdi bizi şehâdet getirenlerle beraber yaz'. (Maide/83)
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) göğsü kaynayan kazan gibi ses çıkardığı halde namaz kılardı. 53 Kur'ân ile sahabe ve tabi inin vecde kapılması hakkında nakledilen hâdiseler çoktur. Onların bir kısmı Kur'ân'ı dinlediği zaman gayri ihtiyari olarak bağırırdı. Bir kısmı ağlar, bir kısmı bayılırdı. Hatta bir kısmı da ve fat etmiştir.
Rivâyet ediliyor ki Zürare b. Ebi Evfa54 Rakkâ şehrinde halka imamlık yapıyordu. Bir ara 'Sur'a üfürüldüğü zaman' (Müddes sir/8) ayetini okudu. Gayr-i ihtiyari olarak bağırdı ve mihrabda düşüp öldü.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) birinin 'muhakkak ki, senin rabbinin azabı vaki olacaktır. Ona mâni olacak hiçbir kuvvet yoktur' ayetini okuduğunu işitti. Dehşetli bir ses çıkararak yere yuvarlanıp bayıldı. Evine götürüldü. Bir ay kadar hasta yattı.
Tabiinden Ebû Cerir'in yanında Salih b. Beşir el-Merî Kur'ân okudu, bu zat bağırdı ve düşüp öldü.
İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) bir hafızın 'Bugün o gündür ki, konuşamazlar ve kendilerine özür dilemek için de izin verilmez' ayetini okuduğunu işitti. Derhal düşüp bayıldı.
Ali b. Fudayl 'İnsanların rabb'ul-âlemîn'in huzuruna kalktıkları gün. . ' (En'am/83) ayetini okuyan birini dinledi, derhal düşüp bayıldı. Babası Fudayl b. İyaz ona şöyle hitap etti: Allahü teâlâ senden bildiğini senin için kabul eylesin'.
Selefin bir cemaatinden de bu tür menkıbeler nakledilmiştir. Sûfiler de böyle idi. Zira Şiblî Ramazan'ın bu gecesinde mescidde, imamın arkasında namaz kılıyordu. İmâm 'Yemin olsun ki, eğer dilesek sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı kalplerden ve yazılı satırlardan gideririz' (İsrâ/83) ayetini okuduğu zaman Şiblî'den öyle bir ses çıktı ki, cemaat onun ruhunu teslim ettiğini sandı. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Azaları titremeye başladı ve dedi ki: 'Bu hitaplarla Allahü teâlâ dostlarına hitap ediyor!' Bu sözünü birkaç defa tekrar etti.
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: Sırrı es-Sakatî'nin huzuruna girdim. Huzurunda baygın bir kişi gördüm. Bana dedi ki: 'Bu kişi Kur'ân'dan bir ayet dinledi, bayıldı'. Dedim ki: 'Aynı ayeti (o baygın iken de) okuyunuz!' Aynı ayeti okudular. Bu sefer adam ayıldı. Sırrı 'Bunu nerden biliyorsun?' diye sordu. Cevap olarak dedim ki: 'Gördüm ki, Hazret-i Yakub'un iki gözünü kaybetmesi, bir mahluk (Hazret-iyusuf) için olduğundan bir mahluk ile (Hazret-i Yûsuf'un iç gömleği ile) gözüne kavuştu. Eğer onun körlüğü Allahü teâlâ'dan ötürü olsaydı, bir mahluk ile gözünü yeniden kazanamazdı'. Sırrî benim bu nüktemi güzel gördü.
Cüneyd'in bu nüktesine şairin şu sözü de işaret eder:
Bir kadehi lezzet üzere içtim,
İkinci bir kadehle daha önceki kadehten neş'et eden has talığımı tedavi ettim.
Sûfîlerden biri şöyle demiştir: "Ben bir gece şu ayeti okuyup tekrar ediyordum: 'Her nefis ölümü tadıcıdır'. Ansızın gaibden beni çağıran bir ses 'Bu ayeti ne kadar tekrar edeceksin? Sen böyle yapmakla, yaratıldıkları günden beri (Allah'tan haya ettiklerin den) başlarını kaldırıp göğe bakmayan cinlerden dört kişiyi öl dürmüş oldun' dedi".
Ebû Ali Mağazilî, Şiblî'ye şöyle der: 'Çoğu zaman Allah'ın Kitabı'ndan kulağıma bir ayet gelip çarpıyor. Bu ayet beni dünyadan uzaklaştırıyor. Sonra ben hallerime ve insanlara dönüyorum. Onun üzerinde kalmıyorum'. Şiblî kendisine şöyle cevap verir: 'Kur'ân'dan senin kulağına gelip seni huzuruna celbeden miktar Allahü teâlâ'ya teveccüh etmek hususunda, kuvvet ve kudretinden tamamen soyunup (kuvvet ve kudreti O'ndan bilmendir) '.
Tasavvuf ehlinden bir zat, birinin 'Ey itaatkar nefis! Dön rabbine! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak. . . (Fecr/27-28) ayetini okuduğunu duydu. Ondan ikinci bir defa o'kumasını istedi ve dedi ki: Ben ne kadar ona 'Rabbine dön!' diyorsam da o dönmüyor'. Sonra vecde kapılıp ruhunun bedenini terketmesine sebep olacak derecede bir ses çıkardı ve düşüp öldü.
Bekir b. Muaz bir okuyucunun 'Kıyâmet günü ile uyar. O vakit kalpler hüzünle dolu olarak gırtlaklara çıkmış, yutkunur dururlar. Kâfirlerin ne bir yakını var, ne de şefaati makbul bir şefaatçısı' (Mü'min/18) ayetini okuduğunu işitti, tirtir titremeye başladı. Sonra bağırıp şöyle dedi: 'Yarab! Korkuttuğun, korktuktan sonra da taatinle sana yönelmemiş kimseye rahmet etV Sonra düşüp bayıldı.
İbrahim b. Edhem bir kimsenin 'Gök yarıldığı zaman' (İnşikak/l) ayetini okuduğunu işittiği zaman mafsalları tirtir titremeye başladı. Titremek bütün bedenine sirayet edinceye kadar devam etti.
Muhammed b. Sebih'den şöyle rivâyet edilir: Bir adam Fırat nehrinde yıkamıyordu. Sahilden geçen biri 'Ey günahkarlar! Bugün Mü'minlerden ayrılınız' (Yasin/59) ayetini okudu. Yıkanan kişi, boğuluncaya kadar sallandı. Zikrediliyor ki, bu Selman ta rafından müşahede edildi. Bundan dolayı, Selman genci can-ı gö nülden sevdi. Bir ara genci kaybeden Selman, gencin durumunu sordu. Kendisine hasta olduğu haber verildi. Genci ziyaret etmek maksadıyla evine geldi. Ölüm döşeğinde olduğunu gördü ve genç Selman'a şöyle hitap etti: 'Ey Allah'ın kulu! Hani o okuduğum zaman tüylerimi ürperten ayetler var ya? İşte o şimdi (dünyanın) en güzel şeklinde bana geldi. Allahü teâlâ'nın ondan ötürü benim bütün günahımı affettiğini haber verdi'.
Kalp erbabından olan bir kimse Kur'ân'ı dinlediği zaman vecdden uzak değildir. Eğer Kur'ân kendisinde müsbet bir tesir bırakmıyorsa, onun misali, kulağı ağzından çıkanı duymayan hayvanın misaline benzer. Böyle bir kimsenin sözü, bağırma ve çağırmadan başka birşey değildir. Bu kimse sağır, dilsiz ve kördür ve konuşulan sözün mânâsını anlayamayanlardandır! Bunların tam zıddı olarak, kalp erbabından olan bir kimse, dinlediği bir hikmetli kelimeden dahi müsbet mânâda etkilenir.
Cafer el-Huldî55 şöyle demiştir: Horasan halkından bir kişi, Cüneyd-i Bağdadînin bir cemaatte bulunduğu bir zamanda huzu runa varıp şu suali sordu: kişinin nezdinde kendisini övenle kötüleyen ne zaman bir olur?' (Huzurda bulunan) meşayihten biri 'Eğer kişi tımarhaneye girer, iki zincirle bağlanırsa, (o zaman onu medhedenle kötüleyen onun yanında eşit olur) ' dedi. Bunun üze rine Cüneyd şöyle dedi: 'Bu sualin cevabını vermek senin işin değil. Sonra sual soran kişiye dönüp dedi ki: 'Evet kesinlikle mah luk olduğunu bildiği zaman kendisini övenle, kötüleyen onun yanında eşit olurlar'. Cüneyd'in bu cevabı, kişinin bağırarak düşüp ölmesine sebep oldu. 56
İtiraz: Kur'ân'ın dinlenilmesi vecd için fayda verici ise neden ehl-i vecd gazelhanların etrafında toplanıp onları dinliyorlar da, kurraların etrafında toplanmıyorlar? Oysa böyle olduğu takdirde kurraların halkalarında oturmaları ve dolayısıyla vecde kapılmaları, tegannicilerin halkalarında oturmamaları uygundur ve yine uygun olanı, her davette ve her toplantıda bir tegannici değil, bir kurra (hafız) aramak olurdu. Çünkü Allahü teâlâ'nın ke lâmı, şeksiz ve şüphesiz teganniden daha üstündür?
Cevap: Teganni yedi vecihten ötürü, Kur'ân'dan daha fazla vecdi tahrik eder:
1. Kur'ân'ın bütün ayetleri dinleyenin haline uygun düşmediği gibi, onun anlayışına ve hâlet-i nahiyesine, tatbik etmesine de el verişli değildir. Bu bakımdan üzüntüye veya şevke veya pişmanlığa tamamen kapılmış bir kimsenin haline şu ayetler uygun düşerler mi?
Allah, evlâdınızın mirastaki durumu hakkında size şöyle emrediyor: Çocuklardan erkeğe, iki dişi payı kadar vardır. (Nisa/İl)
İffetli müslüman kadınlara zina iftirası edenler, sonra bunu ispat için dört şahit getiremeyenler (varya) , işte bunlara seksen değnek vurun. (Nûr/4)
56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdir. Çünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.
Miras, talâk (boşanma) , hudud (cezalar) ve benzeri ayetlerin tamamı böyledir. Ancak kalbin harekete geçmesine ona uygun düşen mânâlar vesile olur. Şairlerin kalp hallerini açık bir dille be lirtmek için vazettikleri şiirleri uygun düşer ki insan hali bu şiirlerden anlamakta bir zoraki duruma muhtaç olmaz. Evet! Kendisi kahredici, mağlûp edici bir hâl ile istilâ edilen bir kimse ki o anda o halden başka bir hale artık yer kalmamıştır ve hâlâ onunla beraber uyanıklık, delici zekâ vardır. O zekâ ile lâfızlardan, uzak mânâları sezebilir. Böyle bir kimse, her dinlediğinden vecde kapılabilir. Tıpkı 'Allah size erkek evlatlarınız hakkında vasiyet ediyor' (Nisa/11) ayetini dinlediği anda insanoğlunu vasiyet etmeye muhtaç ettiren, ölüm halini hatırlatan bir kimse gibi. . . Her in sanın mutlaka arkasında dünyadan sevgilisi olan mal ve evlât bırakacağını ve sevgililerinden birisini diğerine terkedeceğini ve her ikisini de bırakıp gideceğini anlayıp korku ve üzüntü kendisine hâkim olan bir kimsenin durumudur ve 'Allah evlâtlarınız hakkında size vasiyet ediyor' cümlesindeki Allah kelimesini dinle yip ayetin öncesinden ve sonrasından nazarlarını çevirerek sadece lâfza-i celâl ile vecde kapılıp sallanan veya Allah'ın kulları üze rindeki rahmet ve şefkatini hatırlayıp kullarının miraslarını biz zat paylaştırmayı yürüttüğünü, onların hayatlarında ve ölümle rinde durumlarını düzenlediğim anlayan bir kimse gibi. . .
Böyle bir kimse kendi kendine der ki: 'ınadeni ki bizim ölümümüzden sonra Allahü teâlâ evlâtlarımızın durumunu dikkate alınıştır, bu bakımdan bizim durumumuzu da gözden kaçırmadığmdan şüphe etmiyoruz'.
Böylece ümit verici bir hâl kendisinde belirir ve vecdini hare kete geçirir. Bu vecd sadece Allahü teâlâ'nın rahmetinden se vindiği ve müjdelendiği cihetten gelir veya 'erkek için, iki kadının payı kadar vardır' ayetini dinlediği zaman kalbine erkek olduğu için, erkeğin kadından üstün olduğu, âhiretteki faziletin ancak kendilerini dünyada ticaret ve alışverişin, Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erkekler için sabit olduğu, Allah'tan başkası kendi sini Allah'ın zikrinden meşgul eden bir kimse ise, hakikatin na zarında erkeklerde değil de kadınlarda olduğunu düşünüp âhiret nimetlerinden, kadınların dünya malından geri kalmaları gibi geri kalmasından veya tamamen mahrum olmasından korkan bir kimsenin durumu gibi. . . İşte bu gibi durumlar, bazen insanın vecde kapılmasına vesile olurlar, Fakat bu da ancak iki sıfata sa hip olan kimseler için sözkonusudur:
Birinci sıfat: Kahredici, tamamen istilâsı altına alıcı bir durumdur.
İkinci sıfat: Yakın emirlerle uzak mânâlara dikkati çekmek için mükemmel ve beliğ bir uyanıklık ve delici bir zekâdır. Bu sıfat pek az bulunan bir sıfattır. İşte bunun içindir ki, insanlar vecdi elde etmek için çoğu zaman mânevi hallere uygun düşen lâfızları teganni etmeye başvurmak mecburiyetinde kalır ki heyecanı çabuk kabarsın.
Rivâyet ediliyor ki, Ebû Hüseyin bir cemaatle beraber bir davette bulunuyordu. Aralarında ilmî bir mesele cereyan etti. Bu esnada susarak oturan Ebû Hüseyin, başını kaldırıp onlara şu şiiri okudu:
Çok güvercin var ki, kuşluk zamanında çokça öter! Mahzun mahzun incecik dalların tepesinde durmadan öter! Dostu ve elverişli zamanı hatırlattı! (hatırladı) . Üzüntüden dolayı ağladı. Benim de üzüntümü kabarttı!
Benim ağlamam çoğu zaman onun uykusunu, onun ağlaması da çoğu zaman benim uykumu kaçırdı.
Ben şikâyet ediyorum, ona anlatamıyorum!
O dosttan ayrı düştüğü için şikâyet ediyor, bana anlatamıyor.
Arıcak ben, içimin vecd ve yangınından ötürü onu tanıyorum.
O da içindeki vecd ve yangından ötürü beni tanıyıp anlıyor.
Ebû Hüseyin'in bu şiirinden sonra, o cemaatte bulunan herkes, istisnasız, ayağa kalkıp vecde kapıldılar! Oysa daha önce dalmış oldukları ilmî tartışmadan onlarda bu vecd hali hâsıl olmamıştı. Her ne kadar ilim, daha ciddî ve daha hak ise de. . .
2. Kur'ân, birçok kimseler tarafından hıfzedilmiştir. Daimî bir şekilde kulak ve kalplerde tekrarlanıp durmaktadır. İlk defa işitilen bir şeyin kalplerdeki tesiri pek büyük olur. İkincisinde te siri biraz zayıflar. Üçüncü defasında, neredeyse tesiri kaybolacak kadar azalır. Eğer büyük bir vecde sahip olan bir kimse daimî bir şekilde bu şiirden her zaman vecde kapılmaya zorlanırsa, kesin likle vecde kapılmak imkânını sağlayamaz. Eğer o beytin yerine başka bir beyt okunursa, onun eseri de onun kalbinde yerleşir ve is ter ki ikinci defa okunan beyt, ilk defa okunan beytin mânâsından başka birşeyi ifade etmesin. Fakat nazmın ve lâfzın birinci şiire nisbetle yabancı oluşu nefsi harekete getirir. Her ne kadar mânâlar bir ise de. . . Oysa okuyucu her zaman yepyeni bir Kur'ân oku maya ve her davette taptaze, eskisinin aynısı olmayan bir Kur'ân okumaya muktedir değildir. Çünkü Kur'ân bellidir. Onun üzerine ilâve yapmak mümkün değildir. Hepsi hıfzedilmiş ve durmadan tekrar edilmektedir. Bizim bu söylediklerimize Hazret-i Ebû Bekir'in be devîlerin gelip Kur'ân'ı dinleyip ağladıklarını gördüğü zaman söy lediği şu söz işaret etmektedir: 'Biz de sizin gibiydik, fakat kalbimiz katılaştı'.
Sakın Hazret-i Ebû Bekir'in kalbinin Arapların cahil kimselerinin kalbinden daha katı olduğunu zannetme. Onun kalbinin Allah sevgisinden, Allah kelâmının sevgisinden bedevilerin kalbinden daha boş olduğu zehabına kapılma. Fakat Kur'ân'ın durmadan onun kalbi üzerine tekrar edilmesi, kalbi ile alışkanlık kurmasını ve kalbin artık ondan az teessür duymasını gerektirir. Çünkü çok dinlemek sûretiyle kalbiyle Kur'ân arasında bir yakınlık oluşmuştu. Zira daha önce dinlemediği bir ayeti dinleyip de ağlasın ve sonra aynı ayeti dinlemesi sebebiyle yirmi sene o ağlamasına devam etsin! Bu âdet olarak mümkün değildir. Sonra tekrar etsin, tekrar ağlasın ve ilk ağlama son ağlamadan ayrılmasın. Ancak bu durum garip ve yeni olursa devam edebilir. Her yeninin bir lezzeti vardır. Her yeni gelenin bir çarpması vardır. Her eskinin beraberinde bir yakınlık vardır ki, çarpmaya zıt düşer. Bunun içindir ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , halkı Kâbeyi fazla tavaf etmekten menetmeyi düşünerek şöyle demiştir. Halkın, fazla tavaf etmek sûretiyle bu Beyt hakkında gevşeklik göstermelerinden kork tum. Hacı olarak Kâbe'ye gelen bir kimse, Bey t 'i ilk gördüğü zaman ağlar, sızlar. Çoğu zaman ilk gördüğünde düşüp bayılır. Bazen Mekke'de bir ay kadar kalır, nefsinde Beyt e karşı bir tesir hissedemez hale gelir! Bu bakımdan madem ki durum budur, te gannici her zaman yeni şiirler okumaya muktedirdir. Fakat her zaman garip ve dinlenmemiş bir ayet okumaya muktedir değildir.
3. Şiirin zevkinden ötürü kelâmın vezinli oluşu nefiste bir tesirbırakır. Bu bakımdan güzel ve vezinli bir ses, güzel ve vezinsiz birses gibi değildir; vezin ise, ancak şiirlerde bulunur, ayetlerde bulunmaz. Eğer muganni, okuduğu şiiri yanlış okursa veya o şiirde lâhn yaparsa veya lâhindeki yolun normalinden kayarsa, derhal dinleyenin kalbi muzdarip olur vecd ve dinlemesi iptal olunup dumûra uğrar. Uygunsuzluk olduğu için tabiatı nefret eder. Tabiat nefret ettiği zaman kalp muzdarip olur, teşvişe kapılır. Bu bakımdan madem ki durum budur, o halde veznin tesiri vardır ve bunun için de şiir güzel telâkki edilmiştir.
4. Vezinli şiir, yollar ve destanlar diye adlandırılan lâhinlerden ötürü nefiste tesirler bırakır. O yolların çeşitliliği ancak kısa okunması gereken kelimeyi uzatmak ve uzatılması gereken kelimeyi kısaltmak, kelimeler arasında duraklamak, kesişmek ve bazılarında yerinde olmadığı halde bitiştirmek gibi sebeplerden ötürüdür. Bu tasarruf, şiirde caizdir, fakat Kur'ân'da indirildiği gibi okumaktan başka birşey caiz olmaz. Tilâvetin istemediği bir şekilde Kur'ân'da kısaltma uzatma, kesişme, bitiştirme ve duraklama yapmak haram (veya en azından) mekruhtur. Kur'ân, indirildiği gibi okunduğu zaman, varlığının sebebi lâhinlerin vezinli okunması olan tesir kendiliğinden düşer. Oysa bu vezin, tesirhakkında seslerde olduğu gibi anlaşılmazsa dahi tesiri vardır.
5. Vezinli nağmeler, düşüşler ve hançerenin haricinde kavala üfürülmek, tef çalmak ve benzerleri gibi olan vezinli seslerle takviye edilir. Zira zayıf olan vecd, ancak kuvvetli bir sebeple galeyana gelir. Güçlenmesi de ancak bütün bu sebeplerin toplamından meydana gelir. Bu sebeplerin her birinin tesirde payı ve nasibi vardır. Oysa Kur'ân'ı bu gibi karinelerden korumak vâcibdir. Çünkü bu karinelerin görünen tarafları, avam tabakası nezdinde oyuncaksûretindedir. Kur'ân ise, bütün halk nezdinde ciddiyetten meydana gelmiş ilâhî bir kelâmdır. Bu bakımdan yüzde yüz hak olana, halkın nezdinde oyuncak sayılan ve havassın nezdinde de sûreten oyuncak olan birşeyi katmak caiz değildir. Her ne kadar havass, bu şeye oyuncak olmak yönünden bakmasalar da Kur'ân'a karışmaması gerekir. Uygun olan Kur'ân'ı tezkir ve ta'zim etmektir. Bu bakımdan Kur'ân, yolların kenarında okunmaz. Sâkin bir mecliste okunur. Cünüpken okunmaz. Tahâretsiz bir haldeyken ti lâvet edilmez. Her halde Kur'ân'ın hürmet etme hakkını ifa et meye, ancak hallerini murâkabe altına alan kimseler muktedir olabilirler. Bu bakımdan Kur'ân gibi bu tür murâkebe ve gözet meye müstehak olmayan teganniye bundan gidilmiştir ve bunun için de zifaf gecesinde bile Kur'ân okumakla birlikte tef çalmak caiz değildir. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) zifaf gecesinde tef çalmayı emir buyurarak şöyle demiştir:
Kalburu dövmek sûretiyle olsa dahi nikâhı ilân ediniz. 57
Bu tef çalmak meselesi, Kur'ân'la beraber değil, ancak şiirle birlikte caiz olur ve bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , zevcele rinden Mi'vez'in kızı Rübeyya vâlidemizin58 evine girdiğinde onun yanında şarkı söyleyen cariyeler gördü. İçlerinden birinin şöyle dediğini işitti: 'Bizim içimizde yârın ne olacağını bilen bir peygamber vardır'. Bu mânâyı teganni sûretiyle ifade eden cari yeye Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Böyle söylemeyi bırak! Daha önceki sözlerini söyle. 59
İşte cariyenin bu şiiri, peygamberlik hakkında bir şahitliktir, fakat Hazret-i Peygamber onu bu şahitlikten menedip oyuncak olan te ganniye dönüştürdü. Çünkü bu konu ciddiyet gerektirir. Bu bakımdan oyuncak bir şeyle ifade edilmesi uygun değildir. Eğer oyuncak bir şeyle ifade edilmiş olsaydı, teganni dinlemeyi kalbin galeyanına vesile kılan sebeplerin takviyesi, bu yüzden zorlaşırdı. Bu bakımdan hürmet hususunda Kur'ân'ı bırakıp böyle yerlerde teganniye başvurmak vâcibdir. Nitekim o cariyenin boynuna 'peygamberliğe dair şahitlikten' dönüp teganniye dalması vâcib olduğu gibi. . .
6. Muganni, bazen, dinleyenin haline uygun düşmeyen bir şiiriokur. Dinleyen, okunan şiiri hoş karşılamaz. Muganniyi onu okumaktan meneder, başkasını okumasını ister. O halde her kelâm, her hale uygun değildir. Bu bakımdan bazı davetlerde, bir Kur'ân okuyucusunun etrafında toplanıldığında, çoğu zaman okunan ayetler onların haline uygun düşmez. Zira Kur'ân bütün insanlar için, onların değişik hallerine göre şifadır. Bu bakımdan 'rahmet ayetleri korkan bir kimse için, 'azap' ayetleri ise, nefsinden emin ve aldanmış bir kimse için şifadır.
Bu husustaki tafsilât uzadıkça uzayabilir. O halde okunan Kur'ân'ın, dinleyenlerin haline uygun düşmemesinden emin olunmaz. Dolayısıyla dinleyenlerin nefisleri Kur'ân'ı kerih gör meye başlar. Böylece Allah'ın kelâmının kerih görülmesi tehlike siyle karşı karşıya gelirler! Öyle bir tehlike ki onu bertaraf etmek için hiç bir yol da yoktur. Öyleyse, böyle bir tehlikeden sakınmak son derece gerekli bir tedbir ve farz bir şeydir. Zira bu tehlikeden ancak dinleyenin haline uygun bir şekle gitmekle kurtulunabilir. Allah kelâmını, Allah'ın murâdından başka birşeye hamletmek ise caiz değildir. Şairin sözünü ise, şairin kastının aksine ham letmek caizdir. Bu bakımdan böyle yerlerde Kur'ân okumakta ya dinleyenlerin kerih görme tehlikeleri vardır veya Kur'ân'ı dinle yenin haline uygun düşsün diye yanlış te'vil etmek tehlikesi vardır! O halde, Allah'ın kelâmının tâzim edilmesi ve bu gibi teh likelerden korunması farzdır.
İşte buraya kadar anlattıklarımız, kanaatime göre, meşâyihin Kur'ân dinlemek yerine teganni dinlemeye geçmelerinin sebep ve illetleridir.
7. Bu vechi, Ebû Nasr es-Sirac et-Tûsî'neden meşayih Kur'ân dinlemeyi bırakmış da vecd hususunda teganniyi tercih etmişlerdir?' şeklindeki istifhama bir mâzeret teşkil etmek üzere zikrederek şöyle demiştir:
Kur'ân Allah'ın kelâmı ve sıfatıdır. Haktır, mahlûk olmadığı için hiçbir beşerî kuvvet onu hakkıyla taşıyamaz ve aynı zaman da mahlûk olan sıfatlar da onu taşıyamazlar. Eğer kalpler için Kur'ân'ın mânâ ve heybetinden bir zerre keşfolunursa kalpler çatır çatır yarılır, dehşet ve hayrete kapılırlar. Güzel nağmeler ise, tabiatlara uygundur. Onların tabiatlara nisbetleri ise, 'hukuk' nisbeti değil de 'huzuz' (pay alma) nisbetidir. Şiirin nisbeti ise 'huzuz' nis betidir. Bu bakımdan nağme ve sesler, şiirlerdeki işaret ve inceliklere eklendikleri zaman, bir kısmı diğerine uygun düşer. Kalplere daha hafif ve haz duymaya daha yakın olurlar. Çünkü mahlûka daha uygundur.
Beşeriyetin bekası devam ettikçe, biz sıfatlarımızla, hazlarımızla, hoş nağme ve tatlı seslerden zevk duyarız. Bu bakımdan bu lezzetlerin devamını görmek için sevincimizin kasideler, şiir ve beyitlerden gelmesini temin etmek Allah'ın kelâmı ve sıfatı bulunan Kur'ân'dan teinin etmek ten daha evlâ ve uygundur. Çünkü Kur'ân, Allah'tan başlamış ve O'na dönecektir.
Bu naklettiklerimiz et-Tûsî'nin konuşmasından ve mâzeret be yan etmesinden kastedilenin özüdür.
Ebû Hasan ed-Dirac'dan şöyle dediği hikâye olunmaktadır: Bağdad'dan kalkıp Hüseyin Râzî'yi ziyaret için yola çıktım. Rey şehrine vardığımda onun yerini sordum. Kime sorduysam bana şöyle dedi: 'O zındığı ne yapacaksın?' Böylece benim göğsümü da ralttılar. . Hatta geri dönmeye bile azmettim. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Bütün bu yolu yürüdün. Hiç olmazsa şu adamı bir gör!' Yerini sormaya devam ettim. Sonunda bir camide, mihrabda otu rurken huzuruna girdim. Onun yanında bir kişi vardı. Kişinin elinde ise okumakta olduğu bir Mushaf-ı Şerif bulunuyordu. 60 Onu güzel yüzlü, güzel sakallı, parlak ve nuranî bir ihtiyar olarak gördüm. Kendisine selâm verdim. Bana yüzünü çevirip şöyle sordu:
- Nereden geliyorsun?
- Bağdad'dan geliyorum.
- İhtiyacın nedir? Niçin geldin?
- Seni görmek, sana selâm vermek için geldim.
- Eğer bu geçtiğin memleketlerin birinde bir insan önüne çıkıp Rey şehrine gitme, bizim yanımızda kal. Sana bir ev ve bir cariye alalım' deseydi, acaba onun bu teklifi, seni gelmekten alıkoyar mıydı?
- Allahü teâlâ beni böyle birşeyle imtihan etmedi! Eğer beni imtihan etseydi nasıl olurdu bilemem?
- Sen birşey okuyabilir misin?
- Evet!
- Haydi oku bakalım.
Ben de şu şiiri okudum: Seni görüyorum. Beni uzaklaştırmak için durmadan bahane arıyorsun.
Eğer akim olsaydı o yaptıklarını taş üstünde taş bırakmak sızın yıkardın.
Sanki ben sizi görüyorum. Keşke' sizin en faziletli sözünüzdür! Keşke 'keşke'nin fayda vermediği bir zamanda olsaydık!
Bu şiirden sonra önündeki mushafı kapattı. Sakalı ve elbiseleri şırıl sıklam ıslanıncaya kadar ağladı. Hatta çok ağladığından do layı ben kendisi için şefkat ve rikkate geldim. Sonra dedi ki:
- Ey oğul! Rey halkını 'Yûsuf zındıktır!' dediklerinden dolayı kınıyorsun. Oysa ben sabah namazından beri Kur'ân okuyorum. Gözümden bir damla yaş akmamıştır. İşte bu şiirden dolayı, görüyorsun ki başımda kıyâmet koptu.
O halde kalpler her ne kadar Allah sevgisinde yanık iseler de, muhakkak ki garip ve yeni işitilen bir şiir, Kur'ân okumanın mey dana getirmediği heyecanı, o kalplerde meydana getirebilir. Bunun hikmeti; sadece şiirin vezni ve tabiatların hâline uygun olmasıdır. Tabiatlara uygun bulunduğu içindir ki, insan şiir söylemeye muktedir olmuştur. Kur'ânın ise nazmı, konuşmanın uslûplarından ve yollarından hariçtir. İşte bunun için Kur'ân beşeri acz içeri sinde bırakmıştı. Beşer tabiatının hâline uygun olmadığı için beşerin kuvvetinin kapsamına dahil değildir.
Zünnûn-i Mısrî'nin hocası olan İsrafil'in huzuruna birisi gelip İsrafil'in parmağıyla toprağı eşelediğini ve bir şiir okuduğunu gördü. İsrafil, giren kişiye şöyle sordu:
- Sen herhangi bir şiiri okumayı becerebilir misin?
- Hayır, beceremem.
- O halde sen kalpsiz bir kimsesin. . .
İsrafil bu sözüyle işaret eder ki, kalp sahibi olan ve kalbin ta biatını bilen bir kimse bilir ki, hiçbir şeyden olmayan beytler, nağmeler kalbi harekete getirirler. Böyle bir kimse de ya kendi nef sinin veya başkasının sesiyle kalbini harekete geçirmenin yolunu araştırır. Biz, dinlenilenin anlaşılması ve yorumlanması hakkındaki birinci makamın hükmünü, kalpte bulunan vecdle il gili ikinci makamın hükmünü naklettik. Bu bakımdan şimdi vec din tesirlerini zikredelim. Vecdin tesirlerinden gaye, iç âlemden dış dünyaya sızan bağırma, ağlama, hareket, elbiseleri yırtma ve benzerleridir.
III. Makam/Âdâb
Bu makamda semâ'nın zahirî ve bâtınî edeplerini, vecdin tesirlerinden övülenleri ve kötülenenleri zikredeceğiz. Semanın âdâbı beştir,
1. Edep
Zamanı, mekanı ve arkadaşları gözetmek ve riayet etmektir. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der: 'Semâ üç şeye muhtaçtır. Eğer bu üç şey mevcut değilse dinleme! O şeyler de zaman, yer ve arkadaşlardır'.
Bunun mânâsı şudur: Yemeğin geldiği veya mücadelenin ce reyan ettiği veya namazın hazır olduğu veyahut kalbin ızdırabıyla beraber herhangi bir mâninin bulunduğu bir zamanda semâ'da hiçbir fayda yoktur. İşte zamanı gözetmenin mânâsı bu demektir, Bu bakımdan kalbin semâ için boş olduğu hâl ve durum gözetilmelidir.
Mekâna gelince, yer bazen halkın güzergâhı olan yoldur veya manzarası kötü olan bir yer olur veya kalbi meşgul edebilecek bir sebep o yerde bulunur. Bu bakımdan böyle bir yerde semâ dinlemekten sakımlmalıdır!
Arkadaşlara gelince, bunun sebebi şudur: Mecliste, kendile rinden başkası, yani semâyı inkâr eden ve zâhirde 'zâhid' görü nüp kalbin inceliklerinden mahrum bulunan bir kimse hazır bu lunursa orası için hazmedilmeyecek bir ağırlık olur ve kalp onunla meşgul olur. Böylece dünya ehlinden durumu murâkabe ve gözetmeye muhtaç olan bir mütekebbir veya tasavvuf ehlinden kendini zoraki vecde kaptıran bir riyâkâr, vecd, raks ve elbisesini yırtmakla gösteriş yapan bir kimse hazır bulunduğu zaman da semâ'dan sakınmak gerekir. Çünkü bütün bunlar, kalbi bu landıran âmillerdir. Bu bakımdan bu şartların olmadığı bir anda semâ'ı terketmek daha evlâdır. İşte dinleyenin dikkat edeceği şartlar bunlardır.
2. Edep
Hazır bulunanların durumunu dikkate almaktır. Bu bakımdan şeyhin etrafında semâ'dan zarar gören müridler varsa, onların huzurunda dinlemesi uygun değildir. Eğer dinliyorsa, hiç değilse onları başka bir işle vazifelendirmelidir. Semâ'dan zarar gören mürid, bu üç sınıftan biridir. Bu üç sınıfın derece bakımından en azı, âhiret yolundan ancak zahirî amellerden başka birşey idrâk etmeyen ve semâ'dan zevki olmayan bir zattır. Bu bakımdan bu zat için semâ ile meşgul olmak, kendisini ilgilendirmeyen birşeyle meşgul olmak demektir. Zira bu kimse, eğlence ve oyun ehlinden değildir ki oynasın. Zevk ehlinden de değildir ki, semânın zevkiyle nimettensin. Bu bakımdan bu kimse zikirle veya herhangi bir hizmetle meşgul olmalıdır. Aksi takdirde zamanını ziyan etmekten başka birşey böyle bir kimsenin eline geçmez.
Bu üç sınıftan ikincisi o kimsedir ki, kendisinde semâ zevki vardır. Fakat daha kendisinde şehvetlere ve beşerî sıfatlara iltifat etmek ve onlardan hazz duymak eseri ve kalıntısı mevcuttur. Hal-i hazırda tehlikesinden emin olunacak şekilde nefsini kırmış değildir. Böyle bir kimse için çoğu zaman semâ oyunu geliştirir ve şehveti kabartır. Böylece yürüdüğü âhiret yoluna set çeker ve ken disini kemâle ermekten alıkoyar.
Bu sınıfların üçüncüsü ise, şehveti tamamen kırılmış, şehvetinin tehlikesinden emin, basireti açılmış ve kalbi Allah sev gisiyle dolmuş bir kimsedir. Fakat buna rağmen, ilmin zâhirini kuvvetlice elde etmemiş, Allah'ın sıfat ve isimlerini öğrenmemiş, Allah için nelerin caiz, nelerin muhal olduğunu tam mânâsıyla kavrayamamıştır. Bu bakımdan böyle bir kimse için semâ kapısı açıldığı zaman Allah hakkında dinlediklerini, Allah için düşünülmesi caiz olan mânâya da, olmayana da yorumlayabilir. Bu takdirde küfrün kendisi olan o tehlikelerden gelen zarar semanın vermiş olduğu faydadan daha fazla olur!
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Her vecd hali ki onun meşruiyyetine Kitab ve Sünnet şahidlik etmez bâtıldır'. Bu bakımdan böyle bir vecd için semâ elverişli olamaz. Kalbi halen dünya sevgisi, methedilme muhabbetiyle kirli bulunan bir kimse için de semanın elverişli olmadığı gibi, sadece zevk almak için dinleyip bunu kendisine âdet edinen ve dolayısıyla bu âdeti kendi sini ibâdetlerinden alıkoyan kimse için de semâ elverişli değildir! Kalbin gözetmesini gölgelendiren, yolunun kesilmesine vesile olan bir kimse için de dinlemek uygun değildir. Bu bakımdan semâ ayak kaydincidir. Zayıf kimseleri semâ 'dan korumak farzdır.
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: Rüyamda İblis'i gördüm. Kendisine 'Acaba bizim arkadaşlarımızdan birşey elde eder mi sin?' diye sordum. Dedi ki: 'Evet, iki vakitte; semâ vaktinde ve ha rama baktıkları zamanda onların içine girerim. (Orada bulunan) şeyhlerden biri dedi ki: 'Eğer ben İblis'i görmüş olsaydım ona şöyle derdim: 'Sen ne kadar da ahmak imişsin! O kimse ki, dinlediği zaman O'ndan (Allah'tan) dinler, baktığı zaman O'na bakar, onu nasıl elde edebilirsin?' Bu söz üzerine Cüneyd bu zata 'Doğru söy ledin!' dedi.
3. Edep
Söyleyenin söylediklerine kalbi hazır, iltifatı sağa sola az olduğu halde, dinleyenlerin yüzlerine ve onlardan meydana gelen vecd hallerine bakmaktan çekindiği, nefsiyle meşgul olduğu, kal bini gözettiği, Allahü teâlâ'nın sırrından açılan rahmetini mura kabe ettiği arkadaşlarının kalbini teşvik edici haraketlerden ko runduğu halde kulak vermesidir.
Aksine zâhiri sâkin, azaları yerinde, öksürmekten ve geğirmekten korunmuş olduğu halde dinler. Tıpkı kalbini tama men kaplayan bir fikirde oturduğu gibi başını eğerek oturur. Oturup el çırpmaktan, raksetmekten, tekellüf ve riya gibi hareketlerden çekinerek söz esnasında fuzulî şeyler konuşmadan dinler. Eğer kendisine vecd galebe çalarsa, ihtiyarı olmaksızın sallanırsa, bu takdirde bu hareketinde kınanmaz ve mazur sayılır. Ne zaman yeniden iradesine kavuşursa yine sükûnet ve durgunluğuna dön melidir. 'Vecd durumu pek kısa sürdü' demekten utanarak ira desi dahilinde olduğu halde o durumu sürdürmesi uygun değildir. 'Kalbi katıdır. Kalbinde saflık ve rikkat yoktur' denilmesinden kor karak zoraki bir şekilde vecde kapılması da uygun değildir.
Cüneyd-i Bağdâdî'ye arkadaşlık yapan bir genç vardı. Zikirden herhangi birşey dinlediği zaman kendisinden korkunç bir çığlık duyulurdu. Bir gün Cüneyd kendisine dedi ki: 'Eğer ikinci bir defa böyle yaparsan bundan sonra benimle arkadaşlık yapamazsın!' Bu sözden sonra nefsini, bedenindeki her tüyünden ter akıtıncaya ka dar zorlar, zapteder, bağırmazdı. Bu genç, nefsini tamamen kon trol altına aldığı için bir gün boğulacak bir duruma geldi. Dolayısıyla nefsinin yok olmasına ve kalbinin parçalanmasına ve sile olabilecek bir figan çıkardı, düşüp öldü
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) İsrailoğulları arasında va'z ederken, onlardan birisi elbisesini yırttı. Bunun üzerine, Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya şöyle vahyetti: 'Ona de ki: Benim için elbisesini değil, kalbini yırtsın!'
Ebû'l-Kasım İbrahim b. Muhammed en-Nesrabâzî61, Ebû Amr b. Ubeyd'e dedi ki:
- Bir grup bir araya geldiği zaman, eğer onların beraberinde bir muganni olup da tegannide bulunursa, gıybet etmelerinden dahahayırlı olur.
-Semâ'daki riya, ki sende bulunmayan bir hali kendi nefsinde bulmandır otuz sene gıybet yapmandan daha şerlidir.
Soru: Acaba semâ'nın kendisini harekete geçirmediği ve zâhi rine tesir etmediği bir kimse mi daha üstündür veya semâ'dan te sire kapılan mı?
Cevap: Tesirin görünmemesi bazen gelen vecdin cılızlığından dolayıdır. Bu durum ise eksikliktir. Bazen de iç âleminde bulunan vecdin kuvvetiyle beraber olur. Fakat âzaların zaptmdaki kuvvetin kemâlinden ötürü görünmez ve bu erginlik işaretidir. Bazen de bü tün hallerde vecdin ayrılmaz bir arkadaş olmasından ötürü olur. Bu bakımdan bu durumda dinlemenin fazla bir tesiri göze çarp maz. Bu ise kemâlin zirvesine varmak demektir. Çünkü vecd sahibinin vecdi, birçok hallerde devam etmemektedir. Bu bakımdan daimî bir vecdin içinde bulunan bir kimse ise, hakkı gözeten ve şuhudun kendisinden ve özünden ayrılmayan bir kimse demektir, Böyle bir kimseyi hallerin tehâcümü değiştiremez. Sıddik-ı Ekber'in (radıyallahü anh) 'Biz de sizin gibiydik' Sonra kalbimiz katılaştı' deme sinin buna işaret olması uzak bir ihtimal değildir. Bu tekdirde sö zün mânâsı şu olur: 'Kalbimiz kuvvetleşti, gelişti. Herhalde vecd den ayrılmamayı taşıyabilecek bir raddeye vardı.
Bu bakımdan biz Kuranın mânâlarını devamlı bir şekilde dinliyoruz. O halde, Kur'ân bizim için yeni ve bize ansızın gelen birşey değildir ki, biz onunla müteessir olalım1. O halde vecdin kuvveti harekete geçirir. Aklın ve manevi hâkimiyetin kuvveti ise, zâhiri kontrol altına alır. Bazen bu iki durumun biri kuvvetinin şiddetinden dolayı öbürünü mağlup eder. Bu mağlûbiyet, ya karşıdakinin durumunun zafiye tinden doğar ve buna göre eksiklik ve kemâl derecesi tesbit edilir. Bu bakımdan yere yığılarak sağa sola sallanan bir kimsenin, sal lanmasına hâkim olan bir kimseden, vecd yönünden daha mükemmel olduğunu sanma! Aksine nice sakin kimseler vardır ki, vecdi d durmadan sallanan bir kimseden daha mükemmeldir. Çünkü Cüneyd-i Bağdadî yolun başlangıcında semâ durumunda sallanırdı. Sonra sallanmaz hale geldi, kendisine bu durum sorulduğunda şu ayeti okudu:
Bir de dağları görür, onları hareketsiz sanırsın! Oysa onlar' bulut geçer gibi geçer (hareket ederler) . Bu, herşeyi muhkem yapan Allah'ın işidir. Şüphesiz ki o, bütün yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır,
(Neml/88) Sonra da 'Bu ayet, kalbin hareket halinde olduğuna, melekût âleminde seyrettiğine, âzaların zahirde sükünet bulup edepli olduğuna işarettir' dedi.
Ebû'l-Hasan der ki: 'Sehl et-Tüsterî ile altmış sene arkadaşlık yaptım. Hiçbir zaman işittiği zikir ve Kur'ân'dan vecde geldiğini görmedim. Ömrümün sonunda bir kişi huzurunda 'Artık bugün ne sizden, ne de o kâfir olanlardan bir karşılık, bedel kabul edil mez' (Hadîd/15) ayetini okudu. Tirtir titremeye başladığını gördüm. Neredeyse yere düşecekti. Normal haline döndüğü zaman "böyle yapmasının' sebebini sordum. Bana 'Evet, ey dostum! Artık biz zayıfladık!' dedi. Bir ara da 'O gün bütün mülk Allah'ındır. Kâfirlere ise, bugün çok çetin bir gün olur' (Furkan/26) ayetini okudu ve sallanmaya başladı. Arkadaşlarından İbn Sâlim adlı zat bunun sebebini sordu. Cevap olarak 'Ben artık zayıflamışım' dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle sordu:' Eğer bu durum, zayıflıktan geliyorsa halin kuvveti nasıldır? Şöyle dedi: 'Hâlin kuvvetliliği şu demektir: Kişinin üzerine gelen manevi hallerinin tümünü, hali nin kuvvetliliğinden ötürü kabullenmek ve o gelen hallerden vecde gelmemek demektir, velev ki gelen haller kuvvetli olsa bile. . . '
Vecdin varlığıyla beraber, zâhiri âzaları kontrol altına alan kudretin sebebi, şuhudun ayrılmanazlığından olan hallerin eşitliğidir. Nitekim Sehl et-Tüsterî'den şöyle dediği hikâye olunur: 'Benim namazdan önce ve sonraki durumum birdir'. Evet bu zat, her halde Allah'la (mânen) beraber olduğundan, zikri hazır ve kalbini gözetici olduğundan dolayı böyle idi. İşte bu zat, semâ'dan önce ve sonra da böyle olurdu. Çünkü onun vecdi daimîdir. Cemâlullaha karşı olan susuzluğu aralıksızdı. Kana kana içişi de semânın artışında tesir etmeyecek derecede devamlıydı.
Rivâyete göre, Mümşad ed-Dineverî içlerinde bir muganninin bulunduğu bir cemaate geldiğinde sustular. Onlara dedi ki: 'Ben gelmeden önce yaptığınıza dönünüz! Eğer dünyanın bütün melâhileri benim kulağımda toplansa, ne benim himmetimi meşgul eder, ne de bendeki hastalığın zerresine şifa getirir!'
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: İlmin fazlasıyla beraber vec din eksikliği zarar vermez. İlmin fazlası vecdin fazlasından daha üstündür. Böyle bir kimse, (daimî bir şekilde şuhud içerisinde bu lunan bir insan) muganni dinlemek için dünyaya gelmiş değildir ve dinlemekten de müstağnidir.
Bunlardan bir kısım vardır, semâ yi ancak yaşlandığı zaman bırakmıştır. Ancak arkadaşlarından birine yardım etmek ve onu sevindirmek için, arada sırada semâ meclislerinde hazır bulunur. Çoğu zaman da cemaat tarafından kuvvetinin kemâli bilinsin diye semâ meclisine gelir. Böylece cemaat anlamış olur ki, kemal za hirî vecde bağlıdır ve bu kimseler ondan, zâhirini zoraki bir vecd den sakındırma dersini alırlar. Her ne kadar o cemaat böyle yap mak hususunda onlara uymak kudretinden yoksun iseler de. . . Eğer şuhud makamına varan kimseler, kendisi gibi olmayan kim selerle beraber semâ meclisinde bulunurlarsa, bedenleriyle onlarla beraber olurlar. Kalpleriyle, iç âlemleriyle onlardan uzak bu lunurlar. Nitekim semânın bulunmadığı bir yerde de kendileri gibi olmayan kimselerle oturmalarını gerektiren ârızî sebeplerden dolayı oturdukları gibi. . .
Şuhud makamına varan zevâtın bazılarından semâ'yı ter kettiği naklediliyor ve zannediliyor ki, bizim açıklamasını yaptığımız sebeplerden dolayı semâ'dan müstağni olmuş da semâ'yı terketmiştir. Bazıları da zâhidlerden idi. Semâ'da onun ruhî hazzı yoktu. Aynı zamanda eğlence ehlinden değildi. Bu bakımdan kendisini ilgilendirmeyen bir konu ile meşgul olmamak için semâ'yı terketti. Bazıları da arkadaş bulunmadığı için terketti. Nitekim bazısına şöyle soruldu: 'Neden dinlemiyorsun?' Dedi ki: 'Kimden ve kiminle dinleyeyim?'
4. Edep
Nefsine hâkim olduğu halde ayağa kalkmamak ve sesli ağlamamaktır. Fakat hâzır bulunanlara gösteriş yapmak mak sadını taşımadığı zaman, raksetmesi veya ağlamaklı görünmesi mübahtır. Çünkü ağlamaklı görünmek, üzüntüyü getirir. Raks ise, sürur ve neşenin tahrikine sebeptir. Bu bakımdan her sürur mübahtır ve onu tahrik etmek de caizdir. Eğer sürur haram ol saydı, muhakkak, Âişe Hazret-i Peygamber ile beraber Habeşlilerin oyu nunu seyretmezdi. Oysa Habeşliler raksedelerdi. Bazı rivâyetlerde; Aişe validemizin Habeşlilerin raksettiğini söylediği kayde dilmektedir. 62
Sahabenin (radıyallahü anh) bir cemâatinden rivâyet ediliyor ki, kendilerini raksa mecbur eden bir sürur olduğunda raksederlerdi. Bu hadîse Hazret-i Hamza'nın kızı Umâme hakkında rivâyet edilmiştir. Umâme'yi terbiyesi altına alıp büyütmek için amcası oğlu Hazret-i Ali ile kardeşi Câfer b. Ebi Tâlib ve Zeyd b. Hârise münakaşa ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , Hazret-i Ali'ye şöyle dedi:
Sen bendensin, ben de sendenim.
Bu sözden ötürü Hazret-i Ali heyecana kapılıp raksetti. Câfer'e de şöyle dedi:
Senin yaradılışın ve ahlâkın benim yaradılışıma ve ah lâkıma benziyor.
Bunun üzerine Câfer de Hazret-i Ali'nin arkasından raksa başladı. Zeyd'e de şöyle dedi:
Sen bizim kardeşimiz ve âzâd edilmiş kölemizsin.
Bu söz üzerine Câfer'den sonra Zeyd de heyecana kapılıp rak setti. Sonra Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Umâme'nin büyütülmesi Câfer'e aittir. Çünkü Umâme'nin teyzesi Câfer'in hanımıdır. Teyze ise anne demektir' dedi.
Başka bir rivâyette, Hazret-i Peygamber Aişe validemize (radıyallahü anh) şöyle demiştir:
Habeşlilerin raksına bakmayı seviyor musun?
Hadîsin ibaresinde geçen zefn ve hacel raks etmek demektir. Bu raks da bir sevinme ve şevkten doğar. Raksın hükmü ise, onu tahrik edenin hükmüne bağlıdır. Eğer rakseden adamın sevinmesi meşrû ve güzel ise, onun raksı o sevgiyi artırdığı için güzel olur. Eğer mübah ise, raksı mübah olur. Eğer kötü ise, raksı kötü olur.
Evet! Raksı âdet edinmek, büyüklerin ve önderlerin sânına yakışmaz. Çünkü raks, ekseriyetle, oyun ve eğlenceden ileri gelir. Halkın gözünde, oyun ve eğlence sayılan bir şeyden ise, önderlik mevkiini işgal eden bir kimsenin sakınması uygundur ki halkın gözünde küçülmesin ve kendisine uyulmaktan vazgeçilsin.
Elbiselerini yırtmak ise, iş çığırından çıkıp irade kaybol madıkça caiz olmaz! Fakat vecdin elbiseyi yırtacak kadar galebe çalması da uzak bir ihtimal değildir. Zira kişi vecdin sarhoşluğuna şiddetli bir şekilde mağlûp olduğundan dolayı ne yaptığından habersiz olur veya yaptığını idrâk eder, fakat kendi nefsini zaptetmeye güç yetiremeyecek derecede mecbur kalabilir. Zâhirde böyle bir kimse, mecbur olan bir kimsedir. Bu bakımdan hasta bir kimsenin inlemeye mecbur olup inlemekten dolayı nefes aldığı gibi, böyle bir kimse de hareket etmekte ve elbiselerini yırtmakta tıpkı inlemeye mecbur olan hasta gibidir. Eğer kendisine 'böyle yapmaktan sakın' diye teklifte bulunulursa, buna güç yeti remez. Oysa böyle yapması ihtiyarî bir fiildir.
Eğer insanoğluna 'bir saat nefesini tut, dışarı bırakma' teklifi yapılırsa, içinde nefes alıp verme mecburiyetinde olduğunu hissedecektir. Bağırmak ve elbiseyi yırtmak da bazen böyle olur. Bu bakımdan bu tür hareketlerden ve galebe çalan vecdden konuşuldu ve bunun hududu Sırrî'ye soruldu. Şöyle cevap verdi: 'Evet, böyle bir vecd vardır. Bu vecde kapılan bir kişinin yüzüne keskin kılıçla vurulduğu halde bilmez'.
Bu hususta birkaç defa Sırrî es-Sakatî'ye soruldu ve bir insanın bu dereceye gelmesi uzak göründü. Fakat
Sırrî es-Sakatî dediğinde ısrar edip sözünden dönmedi. Bunun mânâsı 'Bazı hallerde bazı insanlarda vecd, bu raddeye kadar varır' demektir.
Soru: Semâ'dan ve vecd'den sonra sûfilerin yepyeni elbiseyi yırtmaları hakkında ne diyorsun? Zira sûfiler yepyeni elbiseleri küçük küçük parçalar halinde yırtıp cemaate dağıtıyorlar ve buna hırka adı veriyorlar.
Cevap: Eğer elbise ve seccadelerin yamanmasına elverişli ve dörtgen bir şekilde parçalanırsa mübahtır. Zira bezler, kendilerin den iç gömlek yapılsın diye yırtılır ve bu yırtma, malı ziyan etmek ve israf değildir. Çünkü bunu bir gaye için yapar, Elbiselerin ya manması da böyledir. Elbiseleri yamamak ancak küçük kumaşparçalarıyla mümkün olabilir. Böyle yamaları elde etmek de ge rekli bir iştir. Bütün cemaate dağıtmak ise, hayrın yayılması bakımından mübah ve maksuddur, Bu bakımdan her bez sahibi nin bezini yüz parçaya ayırma yetkisi vardır ve yüz müslümana verme selâhiyetine sahiptir. Fakat yamaların istifade edilecek şekilde olması gerekir. Biz semâ'da elbiseyi bozmayı, bir kısmını faydasız hale getirmeyi yasakladık. Oysa elbisesini öyle bir şekilde yırtar ki, artık ondan herhangi bir hususta faydalanılmaz, İşte bu katıksız bir ziyandır. İnsanın bilerek böyle yapması caiz olmaz.
5. Edep
Cemaatin içinden biri, riyasız ve tekellüfsüz, dosdoğru bir vecde kapılıp ayağa kalktığı zamanda cemaat ayağa kalkarsa, ayağa kalkıp onlara uymak gerekir veya kişi hiçbir vecd göstermeksizin kendi isteğiyle kalkar, cemaat de onun kalkışıyla ayağa kalkarsa, yine cemaate uymalıdır. Çünkü böyle yapması arkadaşlığın âdâbındarıdır. Böylece eğer bir grup vecde kapılan kişinin sarığı düştüğü zaman, ona uymak için başlarından sarıklarını çıkarmayı âdet edinmişlerse veya vecde kapılan elbise sini yırtıp çıkardı diye diğerleri de elbiselerini çıkarmayı âdet edinmişlerse, onlara uygun hareket etmesi gerekir. Bu bakımdan bu işlerde cemaate uymak, güzel arkadaşlık ve güzel muaşeret sayılır. Zira muhalefet, nefreti doğurur. Her kavmin bir âdeti vardır. Adetlere muhalefet ise, nefrete sebep olur. Zira insanların ahlakıyla ahlâklanmak lâzımdır. Nitekim bu husus hadîs-i şerifte de vârid olmuştur. 63 Hele insanların ahlâklarında güzel muaşeret, mücamele ve yardımdan ötürü kalplerin hoşlanması gibi iyi şeyler varsa, onlara uymak daha da gerekli olur.
İtiraz: Böyle yapmak bid'attır. Sahabe-i Kirâm'da böyle birşey yoktu.
Cevap: Mübah olduğuna hükmedilen herşeyin ille de sahabe den nakledilmesi şart değildir. Mahzur, ancak Hazret-i Peygamberden gelen bir sünnet ile çatışan bir bid'atı işlemektedir.
Oysa bu söylediklerimizin yasaklanması hususunda herhangi birşey nakledilmiş değildir. Bir misafirin gelişi anında ayağa kalkmak Arabın âdetinden değildi. Aksine ashâb bazı hallerde Enes'in rivâyet ettiği gibi Hazret-i Peygamberin bile önünde ayağa kalkmıyordu. Buna rağmen madem ki bu hususta umumî bir ya sak sabit olmamıştır, o halde gelen misafire ikram olsun diye ayağa kalkmak âdeti yaygın olan memleketlerde böyle yapmakta herhangi bir sakınca ve mânevî zarar ihtimali görmemekteyiz. Zira gelenin önünde ayağa kalkmaktan gaye; ona hürmet etmek, ikramda bulunmak ve onun kalbini böylece hoş etmektir. Yardım çeşitlerinin diğerleriyle de kalbin hoş edilmesi kastedildiği ve bir cemaatin âdeti olduğu zaman, onlara o âdetlerde yardım etmekte sakınca yoktur. Aksine en güzeli onlara âdetlerinde yardım etmektir. Meğer ki o âdet hususunda te'vil kabul edilmeyecek bir yasak gelmiş olsun. . . O zaman hüküm değişir.
Eğer raksetmeyi kalbinde ağır görüyorsa, cemaatle beraber kalkmaması, dolayısıyla onların hallerini teşvik etmemesi edep dendir. Zira vecde kapıldığını göstermeksizin raksetmek mübahtır. Yapmacık vecde kapılan bir kimsenin zoraki hareketleri orada hazır bulunanların gözünden kaçmaz. Halis bir niyetle raksa kal kan bir kimseyi tabiatlar çirkin görmezler. Bu bakımdan o mecliste hâzır bulunanların kalpleri kalp sahiplerinden oldukları takdirde doğruluk ve yapmacığın mihenk taşıdır. Bazılarından doğru vecd sorulduğu zaman şöyle demiştir: 'Vecdin doğruluğu, orada hazır bulunanların vecde kapılanla ters düşmemeleridir kalple rinin kabul etmesi demektir'.
Soru: Acaba tabiatlar raksetmekten neden nefret ediyorlar? İnsanların zihnine raksın bâtıl olduğu, oyun ve eğlence olduğu ve dine aykırı düştüğü niçin' geliyor? Dinde ciddiyet sahibi hiçbir kimse görülmez ki raksı reddetmesin!
Cevap: Ciddiyet, Hazret-i Peygamberin ciddiyetinden fazla olamaz. Oysa Hazret-i Peygamber, Habeşlilerin mescidde raksettiklerini gördü ve onu yasaklamadı. Çünkü bu raks uygun bir zamanda ve uygun kimselerden vâki olmuştur. O uygun vakit bayram günüydü ve o uygun kimseler de Habeşlilerdi. Tabiatlar rakstan şu illetten dolayı kaçarlar: Raks, çoğu zaman oyun ve eğlenceyle beraber görünür. Oyun ve eğlence ise mübahtır. Ancak Habeşliler ve onlara benzer kimseler; yani avam tabakası için mübahtır. Makam ve mevki sahiplerine ise mekruhtur. Çünkü onlara uygun değildir. Makam ve mevki sahibinin durumuna uygun düşmediğinden dolayı mekruh görülen birşeyi, haram diye vasıflandırmak caiz değildir. Bu bakımdan, bir fakirden birşey isteyene, fakir, bir ekmek verse, faki rin bu ekmeği vermesi güzel bir tâat sayılır. Eğer aynı kişi bir padişahtan istese, padişah ona bir veya iki ekmek verse, bütün in sanların gözünde padişahın böyle yapması münker görünür ve bu hareket tarih kitaplarında padişahın kötülükleri listesine kaydedi lir. Ondan sonra gelen nesilleri ve yakınları onu bu hareketinden ötürü kınayıp ayıplarlar! Bununla beraber 'padişahın yaptığı ha ramdır' demek caiz değildir. Zira fakire bir ekmek vermek bakımından güzel birşey yapmıştır. Fakat makam ve mevkisine bu hareketi kıyas edildi mi, fakirin dilenciye vermemesi çirkin olduğu gibi padişahın bu verdiği de çirkin bir hareket olarak sırıtır. Raks ve onun yerine geçen diğer mübahlar da böyledir. Halk tabakası için mübah olanlar havaslar için günah ve çirkin sayılır ve eb rarın iyilikleri mukarrebinler için çirkin ve günah sayılır. Ancak bu hüküm, makam ve mevkilerine bakmak cihetiyle sıhhatli olabi lir. Eğer işin hakikatine bakılırsa, bu işin esasında haramın bu lunmadığına hükmetmek farzdır. Allah en doğrusunu bilir!
Anlattıklarımızdan şu hüküm çıkar: 'Semâ bazen katıksız ha ram olur, bazen mübah, bazen mekruh ve bazen de müstehab olur'.
Haram olmasına gelince, genç olan insanların çoğu ve dünyevî şehvetin kendisine hâkim olduğu kimseler için haramdır. Zira semâ böyle kimselerin kalplerine hâkim olan kötü sıfatları ka bartır, harekete geçirir!
Mekruh olmasına gelince, semâ'yı mahlûkların sıfatı üzerine yorumlamayan, fakat onu vakitlerinin çoğunda oyun yoluyla âdet edinen bir kimse içindir.
Mübah olmasına gelince, semadan hiçbir nasip almayan, an cak güzel sesten lezzetlenen bir kimse içindir.
Müstehab olmasına gelince, Allah sevgisi kendisinde galebe çalan, semâ 'dan ötürü güzel sıfatlarından başka bir sıfatı harekete geçmeyen bir kimse içindir.
Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Hazret-i Peygamber'e, âline ve ashâbına olsun!
49) Dualar bölümünde geçmişti.
50) Kur'ân Tilaveti bölümünde geçmişti.
51) Kur'ân Tilaveti bölümünde geçmişti.
52) Tirmizî
53) Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî
54) Amiri Basralıdır. Künyesi Ebû Hacib'dir. Basra'nın kadısı idi. Şâyân-ı itimad bir abiddi.
55) Künyesi Ebû Muhammed'dir. Bağdadlıdır. Cüneyd'in talebelerindendir. H. 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir.
56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdir. Çünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.
57) Nikâh bölümünde geçmişti.
58) Bu validemiz Ensar'dandır. Biat'ur-Rıdvan'da Hazret-i Peygamber'e biat edenlerdendir. Hazret-i peygamber' den sonra vefat etmiştir.
59) Buhârî
60) Bütün nüshalarda ibare bu şekilde ise de, doğrusu 'onun önünde bir rahle vardı, üzerinde mushaf okuyordu' şeklindedir. (Bkz. ithaf us-Saade)
61) Hadîs âlimi idi. H. 67 senesinde Mekke'de vefat etmiştir.
62) Daha önceki bölümde geçmişti.
68) Hâkim (Ebû Zerden) ; 'Halkın ahlakıyla ahlâklanıp arkadaşlık ediniz', başka bir rivâyette 'Sabırlı olup ahlâkta halka uyunuz. Fakat amellerinde onlara muhalefet ediniz' şeklinde gelmiştir.