39 - TEFEKKÜR |
1. Giriş
Hamd o Allah'a mahsustur ki zâhir ve bâtın herşeyi mağlup etmiş, izzetine herhangi bir yön ve cihet kılmamış, vehim ayaklarının ve anlayış oklarının azametine varacak bir yol bırakmamıştır. Bununla beraber talihlerin kalplerini azametinin sahrasında şaşkın ve hayran bırakmıştır. Ne zaman ki bu kalpler, hedeflerini elde etmek için kıpırdanırlarsa, celâlinin ışınları onları cebren geriye püskürtür. Ne zaman ki bu kalpler, ümitsiz olarak dönmek isterlerse, cemâlinin çadırlarından 'Sabrediniz, sabrediniz' diye çağrılırlar. Sonra o kalplere denilir ki: 'Kulluğun zilletinde tefekkürü gezdirin; zira eğer rubûbiyyetin celâli hakkında düşünürseniz onu takdir edemezsiniz.
Eğer tefekkürün ötesinde sıfatından birşey talep ederseniz, Allah'ın nimetlerine bakın! Nasıl arka arkaya üzerinize akmakta, biri diğerinin arkasından görülmektedir. O nimetlerin her biri için yeni bir zikir ve şükür yap! Mukadderatın denizleri hakkında düşün! Alemler üzerinde hayır, şer, fayda, zarar, zorluk, kolaylık, zafer, hüsran, cebr, kırmak, dürmek, yaymak, îman, küfür, irfan ve inkâr bakımından nasıl aktıklarını iyi düşün!
Eğer ilâhî fiillerdeki tefekkürü geçip zât (Allah) hakkında tefekküre dalarsan, muhakkak ki çetin bir işe girmiş olursun. Nefsini beşer takatinin üstünde olan bir şeye sevketmekle tehlikeye atmış olursun. Muhakkak ki akıllar onun nûrunun yanında hayrete düşmüş, zorunlu ve mecbur olarak gerisin geriye dönmüştür.
Salât, Âdem oğullarının efendisi olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm) üzerine olsun ki Âdem evladının efendisi olmasını, böbürlenmeye vesile yapmamıştır. Onun üzerine öyle bir salât olsun ki bizler için o salât, kıyâmet meydanında azık ve kurtuluş vesilesi olarak (amel defterimizde sabit kalsın) ! Onun âl ve ashâbının üzerine de olsun! O âl ve ashâb ki onların her biri dinin semasında bir dolunay ve müslüman cemaatleri arasında önder olmuşlardır. Yârab! Onlara çokça selâm et!
Hadîste 'Bir saat tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır' buyurulmuştur. Allahü teâlâ kitabında (Kur'ân'da) tefekkür etmeye ye ibret almaya teşvik etmiştir. Tefekkürün nûrların anahtarı, basiretin başlangıcı, ilimlerin ağı, marifet ve anlayışların tuzağı olduğu açıktır. İnsanların çoğu tefekkürün fazilet ve derecesini anladılar. Fakat onun hakîkatini, meyvesini, kaynağını, varacağı noktayı, yolunu ve keyfiyetini ve nasıl tefekkür edileceğini anlayamadılar. Nerede ve niçin tefekkür edilir, tefekkürden ne kastediliyor? Acaba tefekkür zati için mi kastediliyor? Veya tefekkürden elde edilen bir meyve için mi kastediliyor? Eğer bir meyve için ise, acaba o meyve nedir? Acaba meyvesi ilim midir veya hâl midir? Veya her ikisinin birleşmesinden meydana gelen bir şey midir? Bütün bunların keşfi mühimdir. Eğer Allah dilerse biz önce tefekkürün faziletini, sonra hakîkat ve meyvesini zikredeceğiz. Sonra tefekkürün yollarını zikredeceğiz.
39-1
2. Tefekkür'ün Fazileti
Allahü teâlâ, aziz kitabının birçok yerinde tefekkürü emretmiş ve tefekkür edenleri övmüştür.
Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (daima) Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın!' (Âl-i İmrân/191)
İbn-i Abbâs şöyle demiştir: Bir grup, Allah'ın zatı hakkında tefekkür'e daldılar.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi:
Allah'ın mahlukları hakkında düşünün. O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler Allahü teâlâ'yı gereği gibi takdir edemezsin. 1
Hazret-i Peygamber bir gün tefekküre dalan bir grubun yanına vardı ve şöyle dedi:
- Neden konuşmuyorsunuz?
- Biz Allah'ın mahlukâtı hakkında düşünüyoruz!
- İşte böyle yapın! Allah'ın mahlûkları hakkında düşünün! O'nun zaı hakkında düşünmeyin; zira şu batı kısmında bir beyaz arazi vardır. Onun nûru beyazdır. Onun beyazı nûrludur. Onun nûrunun beyazlığı kırk günlük bir mesafe kadardır. Orada Allah'ın mahluklarından bir kısım vardır ki göz kırpacak kadar bir zaman bile Allah'a isyan etmemişlerdir.
- Şeytanın onlardan haberi yok mudur?
- Onlar Âdem'in yaratılıp yaratılmadığını bile bilmezler!
- Onlar Âdem'in evlatlarından mı?
- Onlar bilmezler ki Âdem yaratıldı mı veya yaratılmadı mı?
Atâ'dan şöyle rivâyet ediliyor: "Bir gün ben ve Ubeyd. b. Umeyr, Hazret-i Âişe'nin yanına gittik. Aramızda gerilmiş perde olduğu halde bizimle konuşarak şöyle dedi: 'Ey Ubeyd! Neden bizim ziyaretimize geliniyorsun?' Ubeyd 'Ziyaretinizden (sık sık) beni meneden, Hazret-i
Peygamberi'n şu hadîs-i şerîfi'dir: Aralıklı ziyaret yap ki sevgin artsın!
Bu esnada İbn Umeyr 'Ey Âişe! Hazret-i Peygamber'den görmüş olduğun en garip şeyi bize haber verir misin?) ' dedi.
Hazret-i Âişe bu suâl karşısında ağladı ve şöyle dedi: 'Hazret-i Peygamber'in herşeyi garipti. Bir gece bana teni tenime dokununcaya kadar yaklaştı, sonra şöyle dedi: 'Beni bırak! Allah'a kulluk yapayım!' Bunun üzerine su kırbasına varıp abdest aldı. Sonra durup namaz kıldı. Elbisesi ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra secdeye varıp yeri ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra yanı üzerine uzandı. Tâ ki Bilâl gelip sabah ezanını okudu ve 'Allah senin geçmiş ve gelecek kusurlarını affettiği halde seni ağlatan nedir?' deyinceye kadar bu durumda kaldı. Sonra Bilâl'e şöyle hitap etti: 'Rahmet olasıca, ey Bilâl! Beni ağlamaktan meneden nedir? Allahü teâlâ bu gece bana şu âyeti indirdi:
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır. (Âl-i İmrân/190)
Sonra şöyle dedi: 'Azap o kimseye olsun ki bu âyeti okur, fakat mânâsını düşünmez!'
Evzaî'ye 'Gökler ve yer, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi hususundaki tefekkür'ün gayesi nedir?' diye soruldu. Evzaî cevap olarak 'Bu ayetleri okuyup ayetlerde bahsedilen şeyleri düşünmektir' dedi.
Muhammed b. Vâsi'den şöyle rivâyet ediliyor: Basra'lı bir kişi Ebû Zer Gıfâri'nin ölümünden sonra, hanımı Ümmü Zer'in yanına gidip Ebû Zer'in ibadetini sordu. Hanımı dedi ki: 'Ebû Zer bütün gün evin bir köşesinde oturur, düşünürdü!'
Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Tefekkür, sana sevap ve günahlarını gösteren bir aynadır'.
İbrahim b Edhem'e 'Sen uzun uzun düşünüyorsun, (bunun sebebi nedir?) ' diye soruldu. İbrahim şöyle dedi: 'Tefekkür aklın iliğidir!
Süfyân b. Uyeyne çoğu kez şu şiiri okurdu: 'Kişinin tefekkürü oldu mu her şeyde onun için ibret vardır'.
Tâvus'tan şöyle rivâyet edildi: Havariler Hazret-i Îsa'ya 'Ey Allah'tan gelen ruh! Bugün yeryüzünde senin gibi bir kimse var mı?' dediler. Îsa (aleyhisselâm) 'Evet! Kimin konuşması zikir, susması tefekkür, bakması ibret ise, o benim gibidir!' dedi.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Kimin konuşması hikmet değilse onun konuşması boştur! Kim susuşu tefekkür değilse, onun susuşu unutkanlıktır. Kimin susması ibret değilse, onun bakışı fuzûliliktir'.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. (A'râf/146)
Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denmiştir: 'Onların kalplerini emrimi düşünmekten menedeceğim!'
Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:
- Gözlerinize, ibadetten olan nasiplerini verin!
- Gözlerin ibadetten olan nasipleri nedir?
- Kur'ân'a bakmak, Kur'ân üzerinde düşünmek, Kur'ân'ın acaiplerinden ibret (almak) tır. 2
Mekke-i Mükerreme'nin yakınında, çölde yaşayan saliha bir kadından şöyle rivâyet ediliyor: 'Eğer muttakîlerin kalpleri, tefekkürle kendileri için gayb perdelerinden hazırlanan âhiret sevabını mütalaa etseydi, onlar için dünyada yaşamak neşeli olmazdı. Gözleri dünyada hiçbir zaman yaşsız kalmazdı'.
Lokmân tek başına uzun uzadıya otururdu. Kölesi onun yanından geçer ve 'Ey Lokmân! Sen tek başına, uzun zaman, oturuyorsun! Eğer insanlarla beraber otursaydın senin için daha iyi olurdu!' derdi. Buna karşılık Lokmân 'Tek başına uzun zaman oturmak tefekkürün gelişmesine yardım eder. Uzun düşünmek ise, cennet yolunun delilidir! ' derdi.
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: 'Bir şahsın tefekkürü uzadıkça, o bilgin olur! Bir şahıs bilgin oldukça daha fazla amel eder!'
Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: 'Allah'ın nimetleri hakkında düşünmek, ibadetlerin en üstünüdür!'
Abdullah b. Mübarek bir gün Sehl b. Ali'yi düşünürken görünce şöyle demiştir: 'Nereye vardın?' Cevap: Köprüye!
Bişr şöyle demiştir: 'Eğer insanlar Allah'ın azameti hakkında düşünseydi, Allah'a asla isyan etmezlerdi'.
İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Tefekkür içinde kılınan normal iki rek'at namaz, tefekkürsüz bütün bir geceyi ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır!'
Ebû Şureyh3 bir ara yürürken birden oturdu ve abasını başına çekerek ağlamaya başladı. Ona 'Seni ağlatan nedir?' dediler.
Cevap olarak şöyle dedi: 'Ömrümün boş olarak geçtiğini, amelimin azlığını ve ecelimin yaklaştığını düşündüm de!'
Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Dünya hakkında düşünmek, âhiretin perdesidir, velayet ehlinin cezasıdır. Âhiret hakkında düşünmek hikmeti elde ettirir, kalpleri diriltir'.
Hatem şöyle demiştir: 'İbretten ilim, zikirden sevgi, tefekkürden korku artar!
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hayır hakkında tefekkür, insanı hayrı yapmaya teşvik eder. Şer üzerindeki pişmanlık insanı şerri terketmeye sevkeder!'
Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ indirdiği kitapların birinde şöyle demiştir:
Ben her hâkimin konuşmasını kabul etmem. Ancak onun himmet ve hevâsına bakarım. Eğer onun himmet ve hevâsı benim için ise, onun susuşunu tefekkür, konuşmasını övgü kabul ederim.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Akıl sahipleri kalpleri hikmetle konuşuncaya kadar zikirle kendilerini tefekküre, fikirle de zikre alıştırırlar'.
İshak b. Halef şöyle anlatıyor: 'Dâvud et-Tâî, mehtaplı bir gecede damda bulunuyordu. Göklerin ve yerin melekûtu hakkında göğe bakıp ağlayarak düşünüyordu. Bu sırada bir komşunun evinin içine düştü. Ev sahibi onun hırsız olduğunu zannetti ve yatağından anadan doğma elinde kılıç bulunduğu halde fırladı. Dâvud'a bakınca dönüp kılıcı bıraktı ve şöyle dedi:
- Seni damdan içeri atan neydi?
- Bunu hissetmedim ki!
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Meclislerin en şereflisi, Tevhîd meydanında tefekkür için oturmak, marifetin nesîmini koklamak, muhabbetin kadehiyle sevginin denizinden içmek, Allah hakkında hüsn-i zan göstermek suretiyle düşünmektir'.
Sonra şöyle demiştir: 'Ey cemaat! Büyük meclislerin o lezzetli şarabının nasip olduğu kimseye cennet vardır!'
İmâm-ı Şâfiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Konuşmak için susmaktan, mânâları çıkarmak için düşünmekten yardım talep edin!
Yine şöyle dedi: İşlerde doğru bakış, gururdan kurtuluştur.
Görüşte azim, tefrit ve pişmanlıktan selamettir. Tefekkür kuvvet ve zekayı açar. Hâkimler için istişare etmek, nefiste sebat ve basirette kuvvettir. Bu bakımdan azmetmeden önce düşün! Hücum etmeden önce düşün ve yapmadan önce istişare et!
Yine şöyle demiştir: Faziletler dörttür: Onların biri hikmettir. Hikmetin direği tefekkürdür. İkincisi iffettir. İffetin direği şehvettedir. Üçüncüsü kuvvettir. Kuvvetin direği öfkedir. Dördüncüsü adalettir. Adaletin direği nefis kuvvetlerinin normal olmasıdır!'
İşte bunlar, âlimlerin tefekkür hakkındaki sözleridir. Âlimlerin hiç biri tefekkürün hakîkati ve yolları hakkında konuşmamıştır.
1) Ebû Nuaym el-İsfehanî, Tergîb ve Terhîb
2) İbn Eb'id-Dünya, Hâkim ve Beyhâkî
3) Adı Abdurrahman b. Şureyh el-Mâfurî'dir. H. 167'de İskenderiye'de vefat etmiştir.
39-2
3. Tefekkür'ün Hakîkati ve Semeresi
Tefekkür'ün mânâsı, üçüncü bir marifeti meydana getirmesi için, kalpte iki marifeti hazır bulundurmaktır. Bunun misali şudur; geçici dünyaya meyl ve dünya hayatını âhirete tercih etmiş bir kimse, ister ki âhireti seçsin! Dünyayı seçmektense âhireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilmeyi de ister. İşte bu kimse için iki yol vardır: O yollardan biri; başkasından âhireti seçmesinin dünyayı seçmekten daha üstün olduğunu öğrenmesi, onu taklid etmesi ve işin hakîkatini, basiretiyle bilmeden tasdik etmesidir.
Böylece bu kimse ameliyle, âhireti dünyaya tercih etmeye meyleder. Bu da sadece o kişinin sadece kendi görüşüne güvenmesinden ileri gelir. Böyle bir harekete mârifet değil, taklid adı verilir.
İkinci yol; daha kalıcı olanı seçmenin daha elverişli olduğunu, sonra âhiretin dünyadan daha kalıcı olduğunu bilmektir. Böylece bu iki bilgiden üçüncü bir bilgiye ulaşılır. O da âhiretin dünyaya tercih edilmesinin daha iyi olduğudur.
Âhireti tercih etmek hususunda daha evlâ olduğu ancak bahsi geçen iki marifetin bilinmesiyle mümkün olur. Bu bakımdan daha önce var olan iki marifeti kalpte hazır etmek, onun vasıtasıyla üçüncü marifete varmaya, Tefekkür, İtibar,Tezekkür, Nazar, Teemmül ve Tedebbür denir.
Tedebbür, Teemmül ve Tefekkür aynı mânâya gelen ibarelerdir. Onların altında değişik mânâlar yoktur.
Tezekkür, İtibar ve Nazar ise değişik mânâlı isimlerdir. Her ne kadar müsemmanın (isimlenenin) aslı bir ise de! Tıpkı es-Sarım, el-Mühenned ve es-Sayf isimlerinin kılıcın değişik şekillerine isim olarak verildiği gibi!
Kesici olduğu için kılıca es-Sarım denir. Yapılmış olduğu yere nisbet edilerek kılıca el-Mühennid denir. es-Seyf ise, mutlak anlamda kılıca delâlet eder. İtibar da iki marifetin ihzarına, o iki marifetten üçüncü bir marifete geçiş itibariyle ıtlak olunur. Her ne kadar geçiş olmasa ve iki marifetin vukufundan başkası mümkün değilse, itibar değil, tezekkür ismi verilir.
Nazar ve Tefekkür'e gelince, bu iki isim de geçmiş iki marifetin ihzarından üçüncü bir marifeti isteğinden dolayı verilir. Bu bakımdan üçüncü marifeti istemeyen bir kimseye Nazir adı verilmez. Öyleyse her mütefekkir, mütezekkir'dir. Fakat her mütezekkir, mütefekkir değildir.
Tezkîr'in (hatırlatmanın) faydası, kalpte yerleşip silinmemesi için marifetleri tekrar etmektir. Tefekkürün faydası, mevcut olmayan bir marifeti celbedip ilmi çoğaltmaktır. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki yegane fark budur!
Marifetler kalpte bir araya geldiğinde hususî bir tertip üzerine sıralandığında başka bir marifeti meyve olarak verirler. Bu bakımdan marifet, marifetin doğurduğudur. Öyleyse başka bir marifet hâsıl olduğunda, o marifet diğer bir marifetle birleştiğinde, bundan başka bir marifet doğar. Böylece doğan marifetler zinciri uzayıp gider. İlim ve tefekkür de sonsuza doğru uzayıp gider. Marifetlerin artışı, ancak ölüm veya mânilerle durur. Bu durum, ilimlerden meyve almaya ve tefekkür yoluna hidayet olmaya muktedir olan bir kimse için sözkonusudur.
İnsanların çoğuna gelince, onlar ilimlerdeki artıştan ancak sermayelerinin olmayışından dolayı mahrum oldular. Bu sermaye de ilimlerin semere vermesine vesile olan marifetlerdir. Tıpkı ticaret eşyası olmayan bir kimse gibi! Böyle bir kimse kâr etmeye muktedir değildir. Bazen ticaret eşyasını elde eder. Fakat ticaret sanatını iyi bilmediğinden hiçbir kâr edemez. İşte aynen böyle bazen kişide ilimlerin sermayesi olan marifetler olur. Fakat onları güzelce kullanmayı, telif etmeyi, netice vermeye götürücü tertibi yerli yerinde yapmayı bilemez.
Kullanma ve meyve alma yolunun marifeti, bazen, tabii olarak kalpte var olan ilâhî bir nûr ile olur. Tıpkı bütün peygamberlerde olduğu gibi! Böyle bir nûrun bulunması cidden pek enderdir. Bazen de öğrenmek ve fazla mümarese yapmakla elde edilir. Bu yolda elde edilen pek çoktur.
Sonra mütefekkir bir kimsenin kalbinde bazen bu marifetler hazır olur. Meyvesinin nasıl hâsıl olduğunu bilmeksizin hâsıl olur. Fakat ifade etmek hususunda tâbir sanatını az kullandığından bunu ifade etmeye gücü yetmez; zira nice insan vardır ki hakîki bir bilgi ile âhireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilir. Fakat bilgisinin sebebi kendisinden sorulsa onu ifade etmeye gücü yetmez. Oysa bilgisi geçmiş iki marifetten hâsıl olmuştur. O iki marifet de şunlardır:
Daha bâkî olan, seçilmeye daha evlâdır. Âhiret ise dünyadan daha bâkidir. Bu bakımdan onun için üçüncü bir marifet meydana gelir ki o da şudur: Âhiret seçilmeye daha evlâdır! Dolayısıyla tefekkür hakîkatinin özü şudur ki üçüncü bir marifete varmak için, iki marifetin kalpte ihzar edilmesine dönüşür.
Tefekkürün meyvesine gelince, ilimler, haller ve amellerdir. Fakat özel meyvesi ilimdir. Evet! İlim kalpte hâsıl olunca, kalbin durumu değişir. Kalbin durumu değişince azaların amelleri de değişir. Bu bakımdan amel, hâle tâbidir. Hâl de ilme, ilim de tefekküre tâbidir. Öyleyse tefekkür, hem başlangıç hem de bütün hayırların anahtarıdır.
İşte tefekkürün faziletinden sonra beliren budur. Anlaşıldı ki tefekkür, hem zikirden, hem de tezkîrden daha üstündür. Çünkü tefekkür hem zikirdir, hem de fazlalık! Üstelik kalbin zikri, azaların amelinden daha hayırlıdır. Amelin içinde zikir bulunduğu için amel daha şereflidir. Madem ki durum budur, tefekkür bütün amellerden daha üstündür ve şöyle denilmiştir: 'Bir saat tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır'.
Bu tefekkür insanı çirkinlerden güzellere, rağbet ve harislikten zâhidlik ve kanaate sevkeden tefekkürdür. Bu öyle bir tefekkürdür ki insana müşahede ve takvâ kazandırır.
Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'ân olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık ki (günahlardan) korunsunlar. Yahut (Kur'ân) onlara bir hatırlatma yaptırsın. (Tahâ/113)
Eğer fikirle halin değişme keyfiyetini anlamak istersen, onun misali, zikrettiğimiz âhiret işidir. Bu bakımdan âhiret işi hakkında düşünmek, bize âhiretin seçilmesinin daha evlâ olduğunu öğretir. Bu marifet, kalpte yerleşti mi kalpler âhirete yönelmek ve dünya hakkında zâhidlik yapmak hususunda değişirler. İşte haldeki değişmeden bunu kastediyoruz; zira kalbin hali, bu marifetten önce dünyayı sevmek, ona meyletmek ile âhiretten kaçmak ve onu az istemek idi! Bu marifet ile kalbin hali değişti. İradesi ve isteği tersine döndü. Sonra iradenin değişmesi, dünyayı atmak hususunda âzaların amellerinin değişmesini, âhiret amellerine yönelmeyi meyve olarak verir. İşte bunlar beş mertebedir:
Birincisi, tezekkür'dür. Tezekkür, iki marifeti kalpte hazır bulundurmaktır.
İkincisi, tefekkür'dür. Tefekkür, kalpte hazır bulundurulan iki marifetten kastedilen üçüncü marifetin talebidir.
Üçüncüsü, istenilen marifetin varlığı ve kalbin onunla nûrlanmasıdır.
Dördüncüsü, marifet nûrunun kalpte meydana gelmesinden ötürü kalp halinin değişmesidir.
Beşincisi, âzaların kalpte hallere göre hizmet etmesidir. Nasıl demire vurunca taştan bir ateş çıkar, bulunduğu yeri aydınlatırsa görmeyen göz görür olur, azalar çalışmaya koyulur, tıpkı onun gibi, marifet nûrunun çakmağı da tefekkürdür. Taş ile demirin bir araya getirilmesi, taşın demire özel bir şekilde vurulması gibi, özel bir şekilde marifetleri bir araya getirir.
Dolayısıyla demirden çıkan kıvılcım gibi, marifet nûru kalpten fışkırır. Bu nûrdan ötürü kalp değişir. Öyle ki daha önce yönelmediği şeye yönelir. Nasıl göz çıkan ateşin, ışığıyla değişir, daha önce görmediğini görür, sonra âzalar, kalp halinin isteğine göre çalışmaya koyulursa ve nasıl ki karanlıktan ötürü çalışmaktan aciz olan bir kimse göz görmeye başladığında çalışmaya koyulursa!
Öyle ise, tefekkürün meyvesi ilim ve hallerdir. İlmin sonu yoktur. Kalpte belirmesi düşünülen hallerin inhisarı mümkün değildir. Eğer bir mürid, tefekkür çeşitlerini ve yollarını hasretmeyi ister, bunlar hakkında düşünmek isterse buna gücü yetmez. Çünkü tefekkür yolları sayılmayacak kadar çok, meyveleri sonsuzdur. Evet biz, dinî ilimlerin mühimlerine, salihlerin makamları olan hallere izafeten yollarının zaptına bütün kuvvetimizle çalışırız. Çünkü bunun tafsilatı bütün ilimlerin açıklanmasını gerektirir.
Bütün bu kitablar bunların bir kısmının şerhi gibidir. Çünkü bunlar birtakım ilimleri kapsamaktadır. O ilimler özel tefekkürle elde edilir. Bu bakımdan biz bu husustaki esas noktalara işaret edelim ki tefekkürün yollarına vâkıf olmak mümkün olsun!
39-3
4. Tefekkür'ün Yolları
Tefekkür, bazen dinle ilgili birşey hakkında, bazen de dinin haricinde birşey hakkında cereyan eder. Oysa bizim gayemiz; dinle ilgili olan şeydir. Öyle ise diğer kısmı zikretmeyeceğiz!
Dinden gayemiz, kul ile rabbi arasındaki muameledir. Bu bakımdan kulun bütün fikirleri ya kulla, sıfat veya halleriyle veya mabudun sıfat ve ef'âliyle ilgilenir. Bu iki kısmın dışına çıkması mümkün değildir. Kul ile ilgili kısma gelince, o da Allah'ın katında sevimli veya mekruh olan bir şeye bakmaktır. Bu iki kısmın haricindeki şeyler hakkında düşünmeye gerek yoktur. Allahü teâlâ ile ilgili olan ya onun zat, sıfat ve güzel isimleri hakkında bir tefekkürdür veya fiil, mülk, melekût, gökler, yer ve aralarındaki bütün şeyler hakkındaki tefekkürdür.
Tefekkür'ün bu kısımlara inhisar etmesi, bir misal ile daha iyi anlaşılır: Allah'a giden ve mülakâtına müştâk olanların hali, aşıkların haline benzer. Bu bakımdan biz bütünüyle aşka dalan bir aşığı kendimize misal olarak alır ve deriz ki: Bütün himmetini aşkına sarfeden aşığın tefekkürü, sevdiğiyle ilgilenmenin sınırını geçmez. Eğer aşık, maşuku hakkında düşünürse bu husustaki tefekkür ve müşahedesiyle mesrur olmak için ya maşuğun güzelliği hakkında düşünür veyahut da maşuğun güzel ahlâk ve sıfatlarına delâlet eden güzel ve lâtif fiillerin hakkında düşünür ki bu tefekkürü, lezzetini katmerleştirip muhabbetini takviye etsin. Eğer nefsi hakkında düşünürse bu takdirdeki tefekkürü, kendisinin mahbubunun gözündeki sıfatları hakkındadır ki onları sezip onlardan kaçınsın veyahut da kendisini mahbuba yaklaştırıcı ve sevdirici sıfatlar hakkında düşünsün ki o sıfatlarla sıfatlanabilsin!
Eğer bunların dışında bulunan birşey hakkında düşünürse bu tefekkür, aşktan hariçtir. Bu durum ise aşkta bir eksikliktir. Çünkü mükemmel ve tam olan aşk, aşığı tamamen tesiri altına alan, kalbini tamamen elde eden aşktır. Öyle ki o kalpte, aşktan başkasına yer bırakmaz. Bu bakımdan Allahü teâlâ'nın muhibbinin böyle olması gerekir. Onun tefekkürü mahbubunu geçmez. Ne zaman ki kişinin tefekkürü bu dört kısımda mahsur ise, asla muhabbetin isteğinin dışına çıkmaz.
Birinci Kısım
Biz birinci kısımdan başlayalım! Birinci kısım, iyiyi, kötüden ayırmak için kişinin kendi nefsini, sıfatlarını ve fiillerini düşünmesidir. Muhakkak ki bu tefekkür şu kitabın hedefi olan muamele ilmiyle ilgili tefekkürdür. Diğer kısma gelince, mükaşefe ilmiyle ilgilidir.
Bunlar, Allah katında çirkin veya güzel mahbub olan şeyin bilgisi, ibadetler ve günahlar gibi zâhir, merkezi kalp olan kurtarıcı ve helâk edici sıfatlar gibi bâtın kısımlara ayrılır. Biz bunun tafsilatını Mühlikât ve Münciyât bölümünde zikrettik. İbadet ve günahlara gelince, onlar da yedi aza ile ilgili kısım ile savaştan kaçmak, ana babaya karşı gelmek ve haram bir yere oturmak gibi bütün bedene nisbet edilen kısımlara ayrılır.
İstenilmeyenin her kısmında üç şey hakkında düşünmek farzdır.
Birincisi: Acaba bu, Allah katında istenen birşey midir, yoksa istenilmeyen birşey midir diye düşünmektir; zira nice şey vardır ki ilk bakışta mekruh olduğu bilinmez. Fakat dikkatle bakıldığında idrâk edilir.
İkincisi: Eğer bu şey mekruh ise bundan sakınma yolu nedir diye düşünmektir.
Üçüncüsü: Buna mekruh isminin verilmesi, hemen terketmek üzere mi verilmiştir veya sakınılması için gelecekte mi bununla nitelenecektir veyahut telafisi için çalışılması için geçmiş hallerde mi bununla nitelenmiştir diye düşünmektir.
Mahbubların her biri bu kısımlara ayrılır. Bu kısımlar bir araya getirildiğinde, tefekkürün mecraları yüzden fazla olur. Kul bütün bunlarda veya çoğunda tefekküre itilmiştir. Bu kısımların ayrıntılarının açıklanması oldukça uzun sürer. Fakat dört grupta toplanabilir:
1. İbadetler
2. Günahlar
3. Helâk edici sıfatlar
4. Kurtarıcı sıfatlar
Biz her gruba bir misal zikredelim ki mürid, diğerlerini buna kıyas etsin. Mürid için tefekkür kapısı açılıp önünde yol genişlesin!
1. Günahlar
İnsan her günün sabahında yedi azasını ve bütün bedenini, bir günah mı işliyor veya dün mü bir günah işlemiştir veya bir günah mı işleyecektir diye sıkı bir şekilde teftiş etmelidir ki, işlediği günahı terketsin, geçmiş günahları telafi etsin, işleyebileceği günahlara karşı da önlem alsın!
Bu bakımdan dili hakkında şöyle demelidir: 'Dil gıybet, yalan, nefsi tezkiye etmek, başkasıyla alay etmek, cedel yapmak, mizah yapmak, malayaniye dalmak ve daha başka mekruhlara düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır'. Bu bakımdan önce bunların Allah katında çirkin olduklarını kalbine yerleştirmelidir. Bu hususta Kur'ân ve Sünnet'in şiddetli tehditleri hakkında düşünmelidir. Sonra sezmeden bunlara nasıl mâruz kaldığını düşünmelidir. Sonra nasıl korunacağı hakkında düşünmeli ve bunun uzlete çekilmek ve tek başına yaşamakla veyahut muttakî ve salih bir kul ile oturmakla ki Allah'ın hoşuna gitmeyen bir şeyi konuştuğunda o muttakî insan onu ikaz eder tamam olacağını bilmelidir. Aksi takdirde, salih olmayan bir kimse ile oturduğunda kendisine hatırlatıcı olsun diye ağzına bir taş koymalıdır. İşte sakınma yolu hakkında tefekkür böyle olur.
Kulağı hakkında düşünmelidir. Onunla gıybete, yalana, fuzulî konuşmaya, lehv ve bid'ata kulak verdiğini, bunu da ancak Zeyd ve Amr'dan dinlediğini düşünmelidir. Öyle ise halktan uzak yaşamak veya münkeri yasaklamak suretiyle bundan sakınması uygundur.
Midesi hakkında düşünmelidir. Acaba sırf yemek içmekle mi veya helâlinden fazla yemekle mi Allah'a isyan ettiğini düşünmelidir. Zira helâlinden de olsa fazla yemek Allah katında mekruh ve Allah'ın düşmanı olan şeytanın elinde silah olan şehveti takviye eder.
Haram veya şüpheli şeyler yemek suretiyle Allah'a isyan etmesine gelince, bu hususta yemeğini, elbisesini, meskenini, kazancını ve kazancının ne olduğunu ve nereden geldiğini tedkik edecektir. Helâlin yolu ve giriş noktaları hakkında tefekkür etmelidir. Sonra helâlden kazanma çaresinin yolu hakkında, haramdan sakınma hakkında düşünmelidir. Nefsine bütün ibadetlerin haram yemekle boşa gittiklerini, helâl yemenin bütün ibadetlerin temeli olduğunu öğretmeli ve parası içinde bir dirhem haram bulunan bir elbiseyle kılınan bir namazı Allahü teâlâ'nın kabul etmeyeceğini hatırlatmalıdır. Nitekim bu husus hakkında hadîs vârid olmuştur. 4
İşte âzaları hakkında böylece düşünmelidir. Bu kadarcık kâfidir. Fazla uzatmaya gerek yoktur. Bu bakımdan tefekkür sayesinde bu hallerin marifetinin hakîkati hâsıl olunca kul, âzalarını bundan korumak için devamlı murâkabe ile meşgul olur.
2. İbadetler
İkinci grup ibadetlerdir. Kişi, önce, farz ibadetlerine bakıp onları nasıl edâ edeceğini, onları eksiklikten nasıl koruyacağını veya eksikliğini nafilelerle nasıl telafi edeceğini düşünmelidir? Sonra teker teker âzalarına yönelmeli, Allah'ın sevdiklerinden dolayı onlarla ilgili fiiller hakkında düşünmelidir. Mesela şöyle demelidir: 'Göz, göklerin ve yerlerin melekûtuna ibret nazarıyla bakmak için yaratılmıştır. Allah'ın taatinde kullanmak, Allah'ın Kitabı'na ve Hazret-i Peygamber'in sünnet'ine bakmak için yaratılmıştır. Ben ise, gözü Kur'ân ve Sünnet'in mütalaasıyla meşgul etmeye muktedirim. O halde neden bunu yapmıyorum? Oysa benim itaat eden filan kula tâzim gözüyle bakıp onun kalbini hoşnut etmeye, filan fasığa da tahkir gözüyle bakıp kendisini masiyetten uzaklaştırmaya gücüm yeter! Öyleyse neden bunu yapmıyorum?'
Kulak hakkında da şöyle demelidir: 'Ben, Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir kimsenin sözlerini hikmet veya ilim dinleyebilirim. Kur'ân veya zikir dinleyebilirim. O halde neden kulağımı muattal bırakıyorum? Oysa Allah kulağı bana bir nimet olarak vermiştir. Kendisine şükretmem için bir emanet olarak vermiştir. O halde kulağı muattal bırakmak suretiyle Allah'ın kulaktaki nimetini neden inkâra kalkışıyorum?'
Dil hakkında da şöyle demelidir: 'Benim öğretmeye, nasihat etmeye salih kimselerin kalbine kendimi sevdirmeye, fakirlerin halini sormaya, salih olan Zeyd'in ve âlim olan Amr'ın kalbini güzel bir söz ile sevindirmeye ve Allah'a yakınlaşmaya kudretim vardır. Her güzel söz muhakkak sadakadır'.
Malı hakkında da şöyle demelidir: 'Ben falan malımı sadaka vermeye muktedirim. Ona ihtiyacım da yoktur. Ne zaman ona muhtaç olursam Allah onun gibisini bana verir. Eğer şimdilik muhtaç isem ben bu mala muhtaç olduğumdan daha fazla, arkadaşımı nefsime tercih etmenin sevabına muhtacım!'
İşte böylece bütün âzalarını, beden ve malını tedkik etmelidir. Hatta bineklerini, hizmetkâr ve çocuklarını bile tedkik etmelidir; zira bütün bunlar onun alet ve sebepleridir. Bunlarla Allah'a itaat etme imkânı vardır. Tefekkür ile bu azalarla yapılması mümkün olan ibadetlerin yönlerini öğrenir. O ibadetlere acelece kendisini teşvik eden sebepler hakkında, o ibadetlerdeki niyetin ihlâsı hakkında düşünmelidir. Onlar için istihkak yerleri aramalıdır ki vasıtalarıyla ameli artsın ve güzelleşsin. Buna diğer ibadetleri de kıyas et!
3. Helâk Edici Sıfatlar
Üçüncü grup, merkezi kalp olan helâk edici sıfatlardır. O sıfatları daha önce Mühlikât bölümünde anlattıklarımızdan öğrenebilir. Bu sıfatlar şehvet, öfke, cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, riya, hased, su-i zan, gaflet, gurur ve diğer kötü sıfatların istila etmesidir. Kalbinde bu sıfatları araştırmalıdır. Eğer kalbinin bunlardan uzak olduğunu zannederse, nasıl imtihan olacağı hususunda düşünmelidir. Alâmetlerle buna delil getirmeli; zira nefis, daima, hayrı va'deder ve va'dine muhalif hareket eder. Ne zaman ki nefis tevazu ve gururdan uzak olduğunu iddia ederse, çarşıda bir yük odun sırtlamak suretiyle nefsini denemesi gerekir. Nitekim geçmiş zevat, nefislerini böylece denemişlerdir. Nefis hilm iddia ederse, başkasından gelen öfkeye maruz bıraktırmak suretiyle öfkesini zaptedip etmemesi hususunda nefsini denemelidir. Diğer sıfatlarda da durum böyledir. Bu tefekkür kişinin çirkin sıfatla muttasıf bulunup bulunmaması hususunda bir tefekkürdür. Bunun birtakım alâmetleri vardır.
Mühlikat bölümünde o alâmetleri belirttik. Alâmetler bunun varlığına delâlet ettiklerinde o sıfatı kendisine göre çirkinleştiren sebepleri düşünüp araştırdığında o sıfatların kaynağının cehalet, gaflet ve kalbin kötülüğü olduğunu anlar. Nefsinde amelini beğenme gördüğünde düşünüp şöyle demelidir: 'Benim amelim ancak bedenim, âzam, kuvvet ve irademle meydana gelmiştir. Oysa bütün bunlar benden olmadıkları gibi elimde de değildirler. Ancak
Allah'ın yaratışı ve bana olan fazlıdır. Allah'tır beni ve uzuvlarımı yaratan! Kuvvetimi, irademi halkeden! Allah'tır kudretiyle uzvumu harekete geçiren! Kudret ve iradem de böyledir. O halde ben, nasıl amelime veya nefsime güvenir, beğenirim? Oysa nefsimi nefsimle payidar edemem'.
Bu bakımdan kişi nefsinde kibirlenme hissettiğinde, nefsinde bulunan ahmaklık nedeniyle nefse şöyle demelidir: 'Neden sen kendi nefsini daha büyük görürsün? Oysa büyük Allah katında büyük olandır. Bu da ancak ölümden sonra belli olur. Hâl-i hazırda nice kâfir vardır ki küfürden çıkmak suretiyle Allah'a yaklaşmış olduğu halde ölür. Nice müslüman vardır ki kötü sondan dolayı, ölüm anında hali bozulduğundan şakî olarak ölür!' Bu bakımdan kişi, kibrin helâk edici olduğunu ve kibrin temelinin ahmaklık olduğunu bildiğinde, onu izale etmenin ilâcı hakkında düşünür ve mütevâzi kimselerin fiillerini yapmak suretiyle kibrini tedavi eder.
Nefsinde yemeğe karşı istek ve oburluk görünce düşünüp şöyle demelidir: 'Bu, hayvanların sıfatıdır. Eğer yemek ve cinsî ilişki bir kemâl olsaydı, muhakkak ilim ve kudret gibi Allah'ın ve meleklerin sıfatlarından olurdu'. Hayvanlar bununla sıfatlanmazdı. Ne zaman oburluk onda galip olursa hayvanlara daha fazla benzer ve mukarreb meleklerden de daha uzak olur. Böylece öfke hususunda da nefsi aleyhinde tesbitlerde bulunur. Sonra ilâcının yolunu düşünür. Bütün bunları daha önceki kitablarda (bahislerde) zikretmiştik. Bu bakımdan kim tefekkür yolunun kendisi için genişlemesini istiyorsa, bu kitablardaki şeyleri öğrenmek kendisi için gereklidir.
4. Kurtarıcı Sıfatlar
Dördüncü grup ki bu grup kurtarıcılardır tevbe etmek, günahlara pişmanlık duymak, belaya sabretmek, nimetlere karşı şükretmek, korku, ümit, dünyada zâhid olmak, ibadetlerde doğruluk ve ihlas, Allah'a muhabbet ve tâzim, fiillerine rıza göstermek, O'na karşı iştiyaklı olmak, huşû, tevazu gibi sıfatlardır. Bütün bunları Münciyât bölümünde zikretmiştik. Bunların sebep ve alâmetlerini de belirtmiştik. Bu bakımdan kul, hergün kalbini kontrol edip düşünmelidir. Acaba Allah'a yaklaştırıcı olan bu sıfatlara kendisini muhtaç eden nedir? Öyle ise bu sıfatlardan birine muhtaç olduğunda bunların ancak bir kısım ilimlerin meyvesi olan birtakım haller olduğunu bilmelidir. İlimler tefekkürün meyveleridir.
Öyleyse nefsi için tevbe ve pişmanlık göstermek istediğinde önce günahlarını kontrol etmeli, onlar hakkında düşünmelidir. Onları bir araya getirip kalbinde büyütmelidir. Sonra günahlar hususunda şeriatta vârid olan tehdid ve vaîdler hakkında düşünmelidir. Eğer pişman olmazsa Allah'ın kahrına maruz kalacağını bilmeli ki pişmanlık hâli meydana gelsin!
Kalbinde şükür halinin meydana gelmesini istediğinde Allah'ın celâl, cemâl, azamet ve kibriyası hakkında düşünmelidir. Bunun hakkında düşünmek de ancak hikmetinin acaipliklerine, sanatının garipliklerine bakmakla olur. Nitekim tefekkür'ün ikinci kısmında bunun bir tarafına işaret edeceğiz.
Kalbinde korku halinin meydana gelmesini istediğinde önce zâhir ve bâtın günahlarına bakmalıdır. Sonra ölüm ve ölümün zahmetlerine, sonra ölümden sonraki Münker ve Nekir'in sualini, kabrin azabını, yılan, akrep ve böcekleri düşünmelidir! Sonra Sûr'un üfürülüşü anında kalk sesinin dehşeti hakkında sonra bütün insanların bir arazide toplandıklarında mahşerin dehşeti hakkında! Sonra hesaptaki münakaşa, iğneden daha ince olan şeylerdeki hesap hakkında, sonra sırat köprüsü, köprünün incelik ve keskinliği hakkında düşünmelidir. Sonra defteri soldan verilip ateş ehlinden olmasının nezdindeki tehlikesi hakkında veya defteri sağdan verilip sonu gelmeyen eve indirilmesinin nezdindeki sevinci hakkında düşünmelidir. Sonra kıyâmet dehşetlerini; cehennem tabakalarını, tokmaklarını, azaplarını, zincirlerini, bukağılarını, zakkumu ve irinin azabının çeşitliliğini, kendisini sevk ve idare eden zebanilerin çirkin suretlerini düşünmelidir. Sonra insanların derileri kavruldukça başka bir deri ile değiştirildikleri, onlar cehennemden her çıkmak istedikçe oraya iade olunduklarını onlar cehennemi uzak bir mekanda gördüklerinde cehennemin öfke ve kükremesini işittiklerini düşünmelidir. Böylece Kur'ân'da açıklanan cehennemle ilgili her noktayı düşünmelidir.
Kişi ümit halini celbetmek istediğinde cennete, nimetlerine, ağaç ve nehirlerine, hûri ve vildanlarına, ebedî nimet ve daimî mülküne bakmalıdır!
İşte sevimli halleri celbetmeyi veya çirkin sıfatlardan uzaklaşmayı meyve veren ilimlerin talebinde kullanılan tefekkürün yolu böyledir. Biz bu hallerin her biri hakkında müstakil birer kitap ayırdık. Tefekkürün tafsilatı hakkında onlardan faydalanılabilir. Tefekkürün bütün noktalarını zikretmekten yardım talep etmek ise, bu hususta tefekkür ederek Kur'ân okumaktan daha faydalı birşey yoktur. Çünkü Kur'ân bütün makam ve durumların toplayıcısıdır. Kur'ân'ı her kul okumalı, hakkında düşünmeye muhtaç olduğu bir âyeti yüz defa olsa bile tekrar tekrar okumalıdır.
Bu bakımdan bir âyeti düşünerek okumak, düşünmeden okunan bir hatimden daha hayırlıdır. Bu bakımdan kişi bir ayette düşünmek için bütün bir gece dahi olsa duraklamalıdır; zira Kur'ân'ın her kelimesi altında hesaba gelmeyecek kadar sırlar mevcuttur. Kişi ancak ince tefekkür ve dürüst muameleden sonra kalbin temizliği ile o sırlara muttali olabilir. Hazret-i Peygamber'in haberlerini mütalaa etmek de böyledir. Çünkü Hazret-i Peygamber'e en câmi (derleyici) kelimeler verilmiştir.
Hazret-i Peygamber'in sözlerinden her biri hikmet denizlerinden bir parçadır. Eğer âlim kişi, hakkıyla o sözleri düşünürse, hayatı boyunca o sözler hakkındaki tefekkürünün sonu gelmez.
Âyet ve hadîslerin müfredatını şerhetmek oldukça uzun sürer. Hazret-i Peygamber'in şu sözüne dikkat et!
Rûh'ul-Kuds kalbime şöyle ilham etti: 'Sevdiğini, sevebildiğin kadar sev! Muhakkak ondan ayrılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Muhakkak öleceksin. Dilediğini yap! Muhakkak sen onunla cezalanacaksın!6
Muhakkak ki Hazret-i Peygamber'in bu hadîsi geçmiş ve geleceklerin hikmetlerini toplayan bir sözdür. Düşünenler için hayatı boyunca bu kelimeler kâfidir; zira düşünenler bunların mânâlarına vâkıf olup kalplerine hâkim olursa onların bütün hallerini kapsar. Bu tefekkür, onlar ile dünyaya iltifat etmenin arasına girer. İşte muamele ilimlerinde Allah katında sevimli midir veya sevimsiz midir diye kulun kendi sıfatları hakkında düşünmesinin yolu budur.
Mübtedi (yeni başlayan) bir kimsenin bu tefekkürler hususunda bütün vaktini sarfetmesi gerekir ki kalbini güzel ahlâk ve şerefli makamlarla imar edip iç âlemini ve zâhirini çirkinliklerden uzaklaştırsın. Bunun diğer ibadetlerden daha üstün olmasına rağmen, istenilenin en son noktası olmadığı bilinmelidir. Kendisiyle meşgul olunan sıddîkların isteğinden bile kapalıdır. O da Allah'ın celâl ve cemâli hakkında düşünmek, nefsinden geçmek, hallerini, makam ve sıfatlarını unutmak suretiyle kalbini tamamen oraya kaptırmaktan alınan zevktir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin himmeti tamamen mahbubuyla meşguldür. Tıpkı sevdiğinin yanında kendinden geçen aşık gibi! Bu aşık öyle bir durumda nefsinin hallerine ve sıfatlarına bakmaya vakit bulamaz. Hatta bu aşık, nefsinden gâfil bulunan bir hayran gibi durur. Bu ise, aşıkların zevkinin zirvesidir.
Bizim daha önce zikrettiğimiz, Allah'a yakınlaşmaya ve kavuşmaya elverişli olması için iç âlemi imar etmek hakkındaki tefekkürdür. Bu bakımdan kişi, bütün hayatı boyunca nefsini ıslah etmek hususunda ömrünü zayi ederse, acaba Allah'ın yakınlığından ne zaman zevk alır?
İbrahim b. Ahmed el-Havvâs çöllerde gezerdi. Bir gün Hüseyin b. Mansur onunla karşılaştı ve kendisine şöyle dedi:
- Sen ne durumdasın (Sülûkun nasıldır?)
- Tevekkül'deki hâlimi ıslah etmek için çöllerde geziyorum.
- Sen ömrünü iç âleminin imarına sarfettin. Acaba Tevhîddeki kendinden geçmen nerede kaldı? (Yani buna vakit bırakmadın, oysa esas da budur) .
Bu bakımdan Hak olan Bir'de fani olmak, tâliblerin isteğinin zirvesi, sıddîklar nimetinin son noktasıdır.
Helâk edici sıfatlardan uzak bulunmak, nikâhtaki iddetin bitmesi yerine geçer. Kurtarıcı sıfatlarla ve diğer ibadetlerle muttasıf olmak ise, kadının, kocasının mülâkatına elverişli hale gelmesi için çeyizini hazırlaması, yüzünü boyaması, saçını taraması ve süslenmesi yerine geçer. Eğer kadının bütün ömrü, rahmini (başkasının suyundan) temizlemek ve yüzünü süslemekle geçerse, bu durum sevdiğiyle beraber olmasına mâni olur.
İşte böylece, eğer muhâsebe ehlinden isen, din yolunu anlaman gerektir. Eğer kötü köle gibiysen ki bu köle ancak dayak korkusundan veya ücret için çalışır o vakit zâhir amellerle bedenini yormak ile başbaşa kal! Çünkü seninle kalp arasında kalın bir perde vardır. Amellerin hakkını yerine getirdiğinde cennet ehlinden olursun. Fakat sohbet için başka gruplar vardır. (Allah onları sohbet için seçmiştir) .
Kul ile rabbi arasındaki muamelede tefekkür'ün sahasını bildiğinde bunu her sabah ve akşam kendine âdet edinmelisin. Sakın nefsinden ve Allah'tan uzaklaştıran sıfatlarından ve Allah'a yaklaştıran hallerinden gâfil olma! Her mürid için bir defterin olması uygundur ki o defterde helâk edici ve kurtarıcı sıfatların tamamını, günah ve taatlerin tümünü tesbit etsin! Her gün nefsini o sıfatlara arzetmelidir. Helâk edicilerden on tanesine bakması kendisine kâfidir; zira bu on taneden sâlim kalırsa bunların haricindekilerden de sâlim kalır. Onlar da şunlardır: Cimrilik, kibir, ucub, riyâ, kıskançlık, çokça öfkelenmek, yemeğe karşı oburluk, cinsî münasebete karşı oburluk, mal sevgisi ve mertebe sevgisi!
Kurtarıcı sıfatlardan da on tanesi kâfi gelir. Onlar da şunlardır: Günahlardan pişman olmak, belaya karşı sabırlı olmak, kaza ve kadere razı olmak, nimetlere şükretmek, Allah'tan korkmak ile rahmetini ummayı eşit tutmak, dünya hakkında zâhidlik, amellerde ihlâs, halk ile beraber güzel ahlâk, Allah'a sevgi ve huşû göstermektir.
İşte bu saydıklarımız yirmi haslettir. On tanesi çirkin, on tanesi de güzeldir. Bu bakımdan ne zaman çirkinlerin birinden korunursa, defterinde onun üzerini çizmeli, onun hakkında düşünmeyi bırakmalı, ondan kurtardığından dolayı Allah'a şükretmeli ve bunun ancak Allah'ın tevfîk ve yardımı ile tamam olduğunu bilmelidir. Eğer Allah onu nefsine havale etseydi rezaletlerin en azını bile nefsinden silmeye gücü yetmezdi. Sonra geri kalan dokuz sıfata yönelmelidir. İşte böylece hepsinin üzerini çizinceye kadar devam etmelidir. Nefsinden, kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olmayı talep etmeli, nefis, tevbe ve pişmanlık gibi kurtarıcı sıfatların biriyle muttasıf olduğunda onun üzerine çizgi çekip gerisiyle meşgul olmalıdır. İşte çalışmaya hazırlanan mürid, bu ameliyeye muhtaç olur.
Salihlerden sayılan insanların çoğuna gelince! onlar da şüphelileri yemek, gıybet, nemime, mücadele, nefsi övmek, düşmanların düşmanlığındaki ve dostların dostluğundaki ifrat, emr-i bi'l-maruf ve nehy-i an'il-münker'i terketmek hususunda halka yağcılık yapmak gibi zâhiri günahlarını defterlerine yazmalıdır. Çünkü nefsini salih kimselerden sayanların çoğu, azalarında bu günahlardan kurtulamazlar. Azalar günahlardan temizlenmeyince, kalbin imar ve temizlenmesiyle meşgul olmak mümkün değildir.
Hatta insanların her grubuna bir nevi mâsiyet galebe çalar. Bu bakımdan bu gruplar o mâsiyeti tedkik etmeli ve onun hakkında düşünmelidirler. Kendilerinde bulunmayan bir mâsiyet hakkında da düşünmelidirler. Bunun misali muttakî âlimdir. Muttakî âlim, çoğu kez nefsini âlim saymak afetinden kurtulamaz. Şöhreti talep etmek, nam ve şânının yayılması peşinde gitmekten kurtulamaz. Bunu ya ders okutmak yahut da vaaz etmekle sağlamaya çalışır. Böyle yapan bir kimse büyük bir fitneye maruz kalır. Bu fitneden ancak sıddîklar kurtulur. Çünkü kişinin konuşması makbul ve kalplerde tesir edici olunca nefsini beğenmek, böbürlenmek, süslü görünmek ve yapmacık hareketlerden kurtulamaz. Oysa bunlar helâk edici sıfatlardandır.
Eğer konuşması reddedilirse bu sefer konuşmasını reddeden kişi hakkında öfkelenmek, burun kıvırmak ve hasedden kurtulamaz. Onun bu durumu, başka bir âlimin sözünü reddeden bir kimseye karşı öfkelenmesinden daha fazla olur. Bazı kere de şeytan onu aldatarak der ki: 'Senin öfkelenmen, kişinin hakkı red ve inkâr ettiğinden dolayıdır!'
Bu kişi, eğer sözünü reddeden ile başka bir âlimin sözünü reddedenin arasında, öfke hususunda bir ayrılık gösterirse, muhakkak aldanmış ve şeytanın maskarası olmuştur. Sonra halkın kabul etmesiyle sevinmesi, kendisini övmeleriyle keyiflenmesi, sözünü red ve kendisine itiraz etmekten de alınması sözkonusu ise bu kimse kelimeleri güzelleştirmek, cümleleri yerli yerinde kullanmak ve halkın övgüsünü kazanmak maksadıyla kendisini zorlamaktan ve yapmacık hareketlerden nefsini kurtaramaz. Oysa Allah, kendisini zorlayan bir kulu sevmez. Şeytan bazen onu aldatarak der ki: 'Lâfızları güzelleştirmeye karşı olan harisliğin ve bu husustaki zorluklara katlanman hakkın yayılması ve kalpte iyi tesir etmesi içindir. Bu da Allah'ın dinini yüceltmek içindir!'
Bu bakımdan eğer şahsın güzel lâfızlar ve dolayısıyla halkın övgüsünden ötürü olan sevinci, halkın emsal ve akranından birini övmelerine olan sevgisinden daha fazla ise bu kişi aldanmıştır. Onlar ancak mertebe etrafında dolaşırlar. Oysa o maksadının din olduğunu zanneder.
Ne zaman onun kalbi, bu sıfatlarla kıpırdanırsa, görünür tarafında bu belirir. Öyle ki ona hürmet edene, onun faziletli olduğuna inanana daha fazla hürmet eder. Kendisini övenle bir araya gelmek, emsallerinden birini öven bir kimse ile bir araya gelmekten daha fazla hoşuna gider. Her ne kadar başkası tarafından övülen o kişi övgüye daha müstehak ve lâyık ise de! Çoğu kez ilim ehli hakkında durum öyle bir raddeye gelir ki kadınların birbirini kıskanması gibi birbirini kıskanırlar. Birinin talebesi başkasının yanına gidip gelirse zoruna gider, talebesi başkasından faydalansa, dinî hususlarda istifade etse bile, yine hocasının ağırına gider.
Bütün bunlar kalbin içinde gizli bulunan helâk edici sıfatların sızıntılarıdır. Âlim kişi onlardan kurtulduğunu zanneder. Oysa kurtulmamış ve aldanmaktadır. Bu durum, bahsi geçen alâmetlerle ancak ortaya çıkar. Bu bakımdan âlimin fitnesi büyüktür. Âlim ya mâliktir veya hâlıktır. Âlim kişi için avam tabakasına mahsus selameti (çünkü avam mazur olabilir) istemek yoktur. Bu bakımdan kim nefsinde bu sıfatların varlığını sezerse, onun boynundaki farz; halktan uzaklaşmak, tek başına yaşamak, nam ve şânını kaybettirmek, fetva vermeyi şiddetle reddetmektir; zira Hazret-i Peygamber'in mescidi, ashâbından bir cemaati kapsamakta idi ve onların hepsi fetva verecek güçteydi. Fakat buna rağmen fetvayı biri diğerine havale ederdi. Fetva veren sahabî de başkasının kendisinin yerine o fetvayı vermesini isterdi.
Bu durumda uygunu şahsın ins şeytanlarından korunmasıdır. Kendisine 'Bunu yapma; zira bu kapı eğer açılırsa, halk arasından ilimler kalkıp yıkıma uğrar' diyen o şeytanların bu sözüne karşılık şöyle demelidir: İslâm dini bana muhtaç değildir; zira o din benden önce de ma'mur idi. Benden sonra da ma'mur olacaktır. Eğer ben ölürsem İslâm'ın rükünleri yıkılmaz; zira dinin bana ihtiyacı yoktur. Bana gelince, ben kalbimi ıslah etmeye muhtacım'.
Âlim şahsın inzivaya çekilmesinin, ilmin inkırâzına yol açmasına gelince, bu katmerli cehalete delâlet eden bir hayaldir; zira eğer insanlar tutuklanır, zincirlerle bağlanır ve ilim talebinden ötürü ateşle tehdid edilirlerse, yine de baş olmak ve dünyada yükselmek sevgisi onları zincirleri kırmaya, kalelerin duvarlarını yıkmaya ve oradan çıkıp ilim talebiyle meşgul olmaya teşvik eder. Bu bakımdan şeytan halka baş olmayı sevdirdikçe ilim inkırâza uğramaz. Şeytan ise kıyâmete kadar yaptığından gevşemez. Hatta âhirette nasibi olmayan birçok grup ilmi neşretmek için seferber olur.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ şu (İslâm) dinini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder. 7
Allahü teâlâ, şu dini facir kişi ile de takviye eder. 8
Madem ki durum budur, âlim kişi şeytanın yukarıda bahsi geçen vesveseleriyle aldanıp halkın ihtilâtıyla meşgul olmamalıdır ki kalbinde mertebenin, övgü ve tâzimin sevgisi artmasın; zira bu artma münafıklığın tohumudur.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mertebe ve mal sevgisi suyun sebzeyi bitirmesi gibi kalpte nifak bitirir. 9
Koyunların ağılına salıverilen saldırgan iki kurdun, koyunlarda meydana getirdikleri ifsâd, mertebe ve malın müslüman kişinin dininde yaptığı tahribat ve ifsâddan daha fazla değildir. 10
Mertebe sevgisi, ancak halktan uzaklaşmak, ihtilâtlarından kaçmak ve şahsın mertebesini halkın kalbinde arttıran her şeyin terkedilmesiyle kalpten silinir. Bu bakımdan âlim kişinin tefekkürü, kalbinde bu sıfatların gizlilerini sezmek ve bunlardan kurtuluş yolunu elde etmek hususunda olmalıdır. İşte bu, muttakî âlimin vazifesidir.
Bizim gibilerinin tefekkürü ise hesap gününe olan imanını takviye eden nedenler hakkında olmalıdır; zira eğer selefi sâlihîn bizi görseydiler 'Şu kişiler hesap gününe îman etmemişlerdir!' derlerdi.
Bu bakımdan bizim amellerimiz cennet ve cehenneme îman eden bir kimsenin amelleri değildir; zira bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar. Bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Oysa biz ateşten kaçmanın, şüphelileri ve haramı terketmekle, günahlardan sakınmakla olacağını biliyoruz. Buna rağmen biz bu hususlara dalmış bulunuyoruz ve cennetin talebinin, nafile ibadetleri yapmak ile olduğunu da biliyoruz. Oysa biz farz ibadetler hakkında bile kusurluyuz. Bu bakımdan ilmin meyvesinden bizim elimize ancak dünyaya karşı olan hırs ve dünyaya dalmakta örnek olmak hâsıl oldu. 'Eğer dünyaya karşı hırs göstermek kötü olsaydı, âlimler bunu yapmaya daha lâyık idiler ve bizden daha fazla bundan sakınırlardı' diyorlar.
Keşke biz, avam tabakası gibi olsaydık! Öldüğümüzde bizimle beraber günahlarımız da ölmüş olsaydı. Eğer düşünürsek maruz kaldığımız fitne ne kadar büyüktür! Bu bakımdan bizi ıslah etmesini ve bizim vasıtamızla halkı ıslah etmesini, bizi öldürmeden önce tevbe etmeye muvaffak etmesini Allah'tan diliyoruz. Çünkü Allah bizim hâlimizi bilen kerîm ve bize nimet verendir.
İşte bu söylediklerimiz âlimlerin ve salihlerin muamele ilmindeki fikirleridir. Eğer bunlardan hoşlanırlarsa, nefislerine olan iltifatları kesilir. Ondan Allah'ın celâl ve azameti hakkında tefekküre yükselirler. Kalp gözüyle müşahede etmekle nimetlenmeye yükselirler. Bu da ancak bütün helâk edici sıfatlardan kurtulduktan ve bütün kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olduktan sonra mümkün olur.
Eğer bundan önce birşey belirirse, bu mutlaka karışık, hasta, bulanık ve eksiktir. Şimşek gibi gelir geçer. Bu durumda kişi, sevdiği ile başbaşa kalan fakat elbiselerinin altında yılan ve akrepler bulunup kendisini zaman zaman ısıran ve müşahede zevkini bulandıran bir aşık gibi olur. Bu aşığın, nimetlenmenin kemâlindeki yolu, ancak o akrep ve yılanları elbiselerinin içinden çıkarmakla mümkündür. Bu kötü sıfatlar akrepler ve yılanlardır. Bunlar eziyet verir, hali teşviş ederler. Kabirde bunların elemi, akrep ve yılanların ısırmasından daha fazla olur. İşte bu kadar izahat, rabbinin katında nefsinin güzel veya çirkin sıfatları hakkında kulun tefekkür yollarına dikkat çekmeye kâfidir.
4) İmâm-ı Ahmed, (İbn Ömer'den)
5) Dârekutnî'nin rivâyet ettiği bir hadîste şöyle denmiştir: 'Düşünmeden okumak işe yaramaz, fıkıhsız ibadet olmaz. Bir fıkıh meclisi altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır!'
6) Zühd bölümünde geçmişti.
7) Bu kavimlerden maksad; ya kâfirler, ya münâfıklar veya fâcirlerdir. Muhtemelen Hazret-i Peygamber zamanında bulunan bazı kimseler kastolunmaktadır. Gelecekteki bazı kimseler de kastedilmiş olabilir ki bu takdirde mu'cize olur. İkinci ihtimal daha kuvvetlidir. Çünkü lâfzın umumuna itibar edilir. (Nesâî, İbn Hıbbân, Taberânî, (Enes'ten) ; İmâm-ı Ahmed ve Taberânî (Ebû Bekir'den) ; Bezzâr, (Ka'b b. Mâlik'ten) ; Taberânî, Kebir, (Abdullah b. Amr'dan) : Allahü teâlâ İslâm dinini ehlinden olmayan birtakım kişilerle takviye edecektir!'
8) Taberânî, Kebir, (Amr b. Nu'man'dan)
9) Ebû Nuaym ve Deylemî
10) Taberânî
İkinci kısım Allah'ın celâli, azameti ve kibriyası hakkında
Bu tefekkür 'de iki makam vardır:
Birinci Makam
Birinci makam, en yüce makamdır. O da Allah'ın zatı, sıfatları ve isimlerinin mânâları hakkındaki tefekkürdür. Bu tefekkür, yasaklananlardandır. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Allah'ın mahlûku hakkında düşününüz, fakat O'nun zatı hakkında düşünmeyiniz!'
Bunun sebebi şu olsa gerek: Akıllar burada hayrete düşer; Oraya gözü uzatmaya ancak sıddîkların gücü yeter. Onların da daimî bakmaya güçleri yetmez. Diğer insanlara gelince, onların Allah'ın celâline bakmakta gözlerinin hali, güneşin ışığına bakmakta yarasanın gözünün hali gibidir. Yarasanın güneşe bakmaya asla gücü yetmez, onun için gündüz gizlenir, ancak gece ortaya çıkar. Sıddîkların halleri, insanın güneşe baktığındaki haline benzer. İnsanın güneşe bakmaya gücü yeter. Fakat devamlı bakmaya gücü yetmez. Eğer devam ederse, gözünün kör olmasından korkar. Güneşin çekip kaptığı bakış, göz körlüğünü gerektirir ve ışığı dağıtır.
İşte Allah'ın zatına bakmak da tıpkı bunun gibidir. Hayret, dehşet ve aklın ızdırabını doğurur. Bu bakımdan durum bu oldukça en doğrusu Allah'ın zatı ve sıfatları hakkındaki tefekküre dalmamaktır; zira akılların çoğu buna tahammül edemez.
Hatta bazı âlimler tarafından tasrih edilen 'Allah mekandan mukaddes, yön ve cihetlerden münezzehtir, ne âlemin dahilinde ne de haricindedir. Ne âlemle bitişik ne de ondan ayrıdır' sözü bile, birçok grubu inkâra varacak derecede hayrete düşürmüştür; zira onlar bunu duymaya güç yetirememişlerdir. Hatta bir grup bundan daha azına bile tahammül edememişlerdir; zira onlara Allahü teâlâ baş, ayak, göz ve herhangi bir âzadan münezzehtir. Miktarı ve hacmi olan müşahhas bir cisim olmaktan münezzehtir!' dendiğinde bu hükmü inkâr ettiler ve bunun Allah'ın azamet ve celâli hakkında bir eksiklik olduğunu zannettiler. Hatta avam tabakasından bazı ahmaklar dedi ki: 'Bu söylenen vasıf, Hindistan kavun'unun vasfıdır.
Mâbudun vasfı değildir!' Çünkü miskin Allah'ın celâl ve azametinin bu âzalarda olduğunu zannetmektedir. Böyle düşünen bu insan, nefsinden başkasını tanımaz. O ancak nefsini tâzim eder. Bu bakımdan sıfatlarında onunla eşit olmayan hiçbir şeyde azameti anlayamaz. Evet, bu insanın anlayışı; nefsini güzel suretli, tahtın üzerinde oturmuş, huzurunda emrini harfiyen yerine getiren hizmetkârlar bulunan bir padişah şeklinde tasavvur eder. Bu bakımdan şüphe yoktur ki bu kimse Allah hakkında da bunu düşünerek azameti anlar. Eğer sineğin aklı olsaydı ve kendisine 'Senin yaratanın kanat, el ve ayaktan münezzehtir. Onun için uçuş sözkonusu değildir' denilseydi, sinek bu hükmü redderek şöyle derdi: 'Nasıl benim yaratanım benden eksik olur? Yaradanım nasıl kanatları kesik veya uçamayan bir topalgibi olur? Benim uçma alet ve kudretim olur da Hâlık ve Musavvir olduğu halde O'nun olmaz mı?'
Halkın çoğunun düşüncesi, sineğin bu düşüncesine yakındır! Muhakkak ki insan, çok cahil, çok zâlim ve nankördür.
Allahü teâlâ, peygamberlerinden birine vahyederek şöyle buyurmuştur:
Kullarıma (olduğu gibi) sıfatlarımdan haber verme ki beni inkâr etmesinler. Onlara anlayabilecekleri bir dil ile benden haber ver!11
Allah'ın zatı ve sıfatları hakkındaki tefekkür bu yönden tehlikeli olunca, şeriatın ve halkın yararı bu hususta tefekkür edilmemesini uygun buldu. Şimdi biz, ikinci makama döneceğiz.
İkinci Makam
İkinci makam Allah'ın fiillerine, kaderine, sanatının acaiplikliklerine, yaratılış hakkındaki işinin garipliklerine bakmaktır. Çünkü bunlar Allah'ın celâline, kibriyasına, kudsiyet ve yüceliğine, ilim ve hikmetinin kemâline, meşiyet ve kudretinin nâfiz oluşuna delâlet eder. Bu bakımdan şahıs, Allah'ın sıfatlarına, o sıfatların eserlerinden bakmalıdır. O halde, O'nun sıfatlarına doğrudan doğruya bakmaya gücümüz yetmez. Tıpkı güneşin ışığında yere bakmaya gücümüz yetip, bu bakış sayesinde güneş ışığının ay ve diğer yıldızların ışığına nisbeten daha büyük olduğuna istidlal ettiğimiz gibi. . .
Çünkü yere yansıyan ışık, güneş ışığının eserlerindendir. Eserlere bakmak, az da olsa müessire delâlet eder. Her ne kadar müessirin bizzat kendisine bakmanın yerine geçmese de!
Dünyadaki mevcudâtın hepsi, Allah'ın kudretinin eserlerinden bir eserdir. Zatının nûrlarından bir nûrdur. Yokluktan daha şiddetli bir zulmet, varlıktan da daha belirgin bir nûr yoktur. Bütün eşyanın varlığı Allahü teâlâ'nın zat-ı ilâhîsinin nûrlarından bir nûrdur; zira eşyanın varlığının direği, kendi nefsiyle kaim olan Allah'ın zatıdır. Nitekim cisimlerin ışığının payandasının, kendi kendisini ışıklandıran güneşin ışığının olduğu gibi. . .
Güneşin bi razı tutulduğunda su dolu bir leğeni bütün güneş orada görünsün diye koyarlar ki o vasıta ile güneşe bakmak mümkün olsun! Bu bakımdan su, güneşe bakmak takatını verecek bir vasıtasıdır. İşte fiiller de vasıtadır. Onlarda fâilin sıfatlarını görürüz. Fiiller vasıtasıyla zattan uzaklaştıktan sonra zatın nûrları ile sersemleşmeyiz.
İşte bu, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsi-i şerîfinin sırrıdır:
Allah'ın mahlûku hakkında düşünün! O'nun zatı hakkında düşünmeyin!
11) Nitekim şöyle bir hadîs vardır: 'İnsanlara anlayabilecekleri kadarıyla hitap ediniz. Onların Allah'ı ve rasûlünü yalanlamalarını ister misiniz?'
TEFEKKÜR konusu devamı;