İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | TEVBE 2

 Giriş

 

31-3

Tevbe'nin Tamamı, Şartları ve Hayatın Sonuna Kadar devamlılığı

Biz tevbe'nin azim ve kasdî gerektiren bir pişmanlıktan ibaret olduğunu söyledikO pişmanlığı, günahların insan ile sevdiğinin arasında perde olduğunu bilmek doğurur.

İlim, pişmanlık ve azmin her biri için devamlılık ve tamam olmak sözkonusudurBunların tamam olmalarının alâmeti, devamlılıklarının da şartları vardırBu bakımdan onları belirtmek gerekirİlim, ilmi düşünmek, tevbe'nin sebebini düşünmek ve tedkik etmek demektirBu ileride gelecektir.

Pişmanlığa gelince, pişmanlık sevdiğinin elden kaçacağını hissettiğinde kalbin elem duyması demektirBunun alâmeti; hasretin, üzüntünün, gözyaşı dökmenin, ağlamanın ve düşünmenin meydana gelmesidir.

Bu bakımdan evlâdının veya nezdinde aziz olan bazı kimselerin başına gelen bir felâketi hisseden bir kimsenin musibeti ve ağlaması uzarAcaba insanın nezdinde nefsinden daha aziz olan ne vardır? Ateşten daha şiddetli hangi felâket sözkonusudur? Felâketin gelişine günahtan daha fazla delâlet eden hangi şey vardır? Acaba Allah ve peygamberinden daha doğru olan hangi haber verici vardır? Eğer doktor denilen bir tek insan kişiye 'evladının hastalığı iyileşmeyen bir hastalıktır' ve 'evladın ölecektir' dese, derhal onun üzüntüsü artarBu bakımdan evladı nefsinden daha aziz, doktor da Allah'tan ve Hazret-i Peygamber'den daha sadık ve bilgin, bu üzüntü de ölüm ve ateşten daha şiddetli değildir.

Günahların Allah'ın öfkelendiğine delâlet etmesi, hastalığın ölüme delâlet etmesinden daha keskindirGünahlarla ateşe maruz kalmak, hastalıkla ölüme mâruz kalmaktan daha şiddetlidirBu bakımdan pişmanlığın elemi ne kadar şiddetli olursa, günahların pişmanlıktan ötürü bağışlanması da o kadar fazla ümit edilirÖyleyse pişmanlığın doğruluğunun alâmeti kalbin rikkati, gözyaşlarının fazlasıyla akmasıdır.

Tevbe edenlerle oturun! Çünkü onların kalbi daha incedir53

Pişmanlığın doğruluğunun alâmetlerinden biri de o günahların rahatlığı yerine acısının kalbe yerleşmesidirBu bakımdan günaha meyletmenin yerini günahtan tiksinme, günaha rağbetin yerini de nefret alır.

İsrailiyat'ta şöyle vârid olmuştur ki peygamberlerinden biri, uzun seneler ibâdete daldıktan sonra tevbesinin kabul olunmasına dair bir işaret görmeyen bir kulun tevbesini kabul etmesi hususunda Allah'a ricada bulunduğu zaman, Allahü teâlâ o peygambere şöyle buyurmuştur: 'İzzet ve celâlim hakkı için, eğer göklerin ve yerin ehli, bu kişi hakkında şefaatta bulunsalar bile, kendisinden tevbe ettiği günahın tadı kalbinde oldukça onun tevbesini kabul etmeyeceğim'.

Soru: Günahlar tabiaten sevilen amellerdirBu bakımdan kişi bunların acısını nasıl hissedecektir?

Cevap: İçinde zehir elan bir balı yiyen, lezzeti sebebiyle onu idrâk etmezse ve lezzetli sayarsa hastalanır, hastalık ve elemi uzarsa, kılları dökülürse, azaları felç olursa, bu durumda ona o zehir gibi içinde zehir bulunan bir bal ikram edilse, o da aç ve tatlıya iştiyaklı ise böyle bir kimse o baldan nefret eder mi, etmez mi? Eğer 'Hayır etmez!' dersen, senin bu sözün, görüneni ve zarurî olanı inkâr etmektirAksine o kişi, içinde zehir olmayan baldan da zehirli bala benzediği için çoğu zaman nefret eder.

İşte tevbe edenin günahın acılığını hissetmesi de böyle olurÇünkü bilir ki her günahın zevki, balın zevki gibidirYapacağı da zehirin yapacağı şeydirTevbe ancak böyle bir îman ile olduğu zaman sahih olurBöyle bir îman pek nadir olduğundan dolayı tevbe de pek nadir olurTevbe edenleri Allah'tan yüzçevirmiş, günahları hafife almış ve üzerinde ısrar eder görürsün!

İşte tevbe'nin tamam olmasının şartı budur ve bu şartın ölüme kadar devam etmesi gerekirBütün günahlarda da bu acıyı hissetmesi gerekirHer ne kadar o günahlar daha önce işlenmemiş ise de. . . . Nitekim bal içinde zehir içen bir kimse ne zaman soğuk suyun içinde, balın içinde olduğu gibi zehir olduğunu bilse, soğuk sudan dahi nefret eder; zira onun zararı baldan değil de balın içindeki zehirden gelmektedir.

Tevbe edenin zararı da yaptığı hırsızlık ve zina cihetinden gelmezAksine bu hareketin Allah'ın emrine muhalefet olması cihetinden gelirBu her günahta câridir.

Bundan doğan niyete gelince, o niyet geçmişi telafi etmenin iradesidirOnun hal-i hazırla ilgisi vardırO hal-i hazırda yapmış ve hal-i hazırda yapmakta olduğu her mahzurlu şeyin terkini gerektirirHal-i hazırda kendisine teveccüh eden her farzın edasını vâcib kılarOnun mâzi ile de ilgisi vardır, o da ölüme kadar ibadetlerin ve günahı terketmenin devamlı olmasıdırMazi ile ilgili olan tevbe'nin doğru olmasının şartı şudur: Fikrini bâliğ olduğu ilk güne döndürüp, geçmiş ömrünü sene be sene, ay be ay, gün be gün, nefes be nefes tedkik etmektirGeçmiş ibâdetlerde hangi kusurları işlemiş olduğuna bakmalıdırGeçmişte hangi günahları işlediğine bakmalıdır! Eğer bir namazı terketmişse veya o namazı pis bir elbise ile kılmışsa veya niyetin şartını bilmediğinden sahih olmayan bir niyetle kılmışsa, onu kaza etmelidir.

Eğer elden kaçırdığının sayısında şüphe ederse bâliğ olduğu müddetten itibaren hesap etmelidirKesinlikle edâ ettiği miktardan geri kalanı kaza etmelidirBu hususta zann-ı galiple hükmedebilirZann-ı galibe ise araştırma ve ictihâd yoluyla varır.

Oruca gelince, eğer onu sefer halinde terketmiş, daha sonra kaza etmemiş ise veya kasden bozmuşsa veya gece niyeti unutmuş ve orucunu kaza etmemiş ise, bütün bunları araştırma ve ictihadla anlamalı ve kazasıyla meşgul olmalıdır54

Zekâta gelince, bütün malını saymalı, malı kazandığı günden itibaren senelerin sayısını hesaplamalıdır, bâliğ olduğu zamandan itibaren seneleri hesaplamasına gerek yokturÇünkü çocuğun malında da zekât vâcibdir55

Zann-ı galiple zimmetinde olduğunu bildiği zekâtını vermelidirEğer mezhebine uygun bir şekilde değil de başka bir şekilde zekâtını vermişse, mesela ayette bahsi geçen sekiz sınıfa değil de (Hanefî mezhebinde olduğu gibi) bazılarına vermiş ise veyahut da Şâfiî mezhebinden olduğu halde malın bizzat kendisini zekât olarak vermemiş de (Hanefî mezhebinde olduğu gibi) bedelini vermişse, bütün bunları kaza etmelidirÇünkü mezhebine muhalif vermiş olduğu zekât kâfi değildirZekâtın hesabı ve onu bilmek oldukça uzarBurada şifa verici bir düşünceye ihtiyaç vardırBunu zimmetinden çıkarması için âlimlerden bu mesuliyetten çıkış keyfiyetini sorması gerekir.

Hacca gelince, eğer geçmişte hacca gitmeye gücü olduğu halde, bir türlü hacca gitmemiş, şimdi ise iflas etmişse bu durumda hacca gitmesi gerekirEğer iflasla beraber, hacca, gitmeye gücü yetmiyorsa, bu durumda helâlinden yol azığı kazanmalı (ve hacca gitmelidir) Eğer kazancı ve malı yoksa, bu takdirde, halktan zekât veya sadaka isteyip, onunla hacca gitmelidir; zira haccetmeden önce ölürse âsi olarak ölmüş olur.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

(Kendisine farz olup da) haccetmediği halde ölen bir kimse, ister yahûdî, ister hıristiyan olarak ölsün!56

Güçten sonra meydana gelen âcizlik, hac farizasını düşürmezİşte ibâdetleri tedkik ve telafi etmenin yolu budur.

Günahlara gelince, bâliğ olduğunun başlangıcından itibaren kulağını, gözünü, dilini, karnını, elini, ayağını, tenasül uzvunu ve diğer azalarını tedkik etmesi farzdır.

Sonra günlerinin ve saatlerinin tamamını gözden geçirmelidirGünahlarının defterini tafsilatlı bir şekilde incelemelidir ki günahlarının küçük ve büyük hepsine birden muttali olsun! Kendisiyle Allah arasında vâki olan, kulların zulmüyle ilgisi bulunmayan, mahrem olmayan kadına bakmak, cünüp olarak camide oturmak, abdestsiz mushafa dokunmak, bir bid'ata inanmak, içki içmek, çalgı dinlemek ve kulların zulmüyle ilgili olmayan diğer günahlar gibi. . . Bu günahlardan tevbe etmek, pişmanlık ve bunlardan ötürü hasret duymakla olurŞöyle ki: Büyüklük ve müddet bakımından o günahların miktarım saymalı ve o günahların her biri için o günaha uygun bir ibadet yapmalıdırBu bakımdan günahlar kadar sevap yapmalıdır.

Bunu da Hazret-i Peygamber'in şu hadîsinden ilham alarak ayarlamalıdır:

Nerde olursan ol, Allah'tan kork! Günahın akabinde sevap işle ki günahı silsin!57

Çünkü haseneler (sevaplar) günahları giderir. (Hûd/114)

Bu bakımdan çalgı aletlerini dinleyen bir kimse, bunları Kur'ân dinlemekle, zikir meclisinde oturmakla telafi etmelidirAbdestsiz olarak mushafa dokunmaya, mushafa ikram etmek ve onu çokça okumak ve öpmek suretiyle telafi etmelidirBir mushaf yazdırıp telafi etmelidir, İçki içmeyi, helâl içecekleri sadaka vermekle telafi etmelidirBu helâl içecekleri de o haramdan daha güzel ve nezdinde daha sevimli olduğu halde sadaka olarak vermelidir.

Bütün günahları saymak mümkün değildirAncak maksad, günahın zıddı oları yola girmektir; zira hastalık zıddıyla tedavi edilirÖyleyse kalbe günahtan ötürü gelen her karanlık ancak o günahın zıddı olan bir haseneyle gelen nur ile silinirZıdlar birbirlerine uygun olanlardırBunun için her günahı cinsinden olan bir hasene ile silmek uygundurFakat bu hasene onun zıddı olmalıdır; zira beyaz siyahla giderilirHararet veya soğuklukla değil. . . Bu tecrîd ve tahkik, silme yolunda hakîmâne hareket etmenin bir kısmıdırBu bakımdan burada ümit daha doğrudur, ibâdetlerin bir türüne devam etmekten daha fazla buna güvenilirHer ne kadar ibâdetin bir türüne devamlılık da günahı silmekte müessir ise de. . .

İşte Allah ile kul arasındaki günahın silinmesi hakkındaki hüküm budurBirşeyin zıddıyla telafi edilmesine 'Dünyanın sevgisi, her hatanın başıdır' hadîsi delâlet ederDünya peşine gitmenin alâmeti, onunla sevinmek, ona meyletmektirBu bakımdan şüphe götürmez durum şudur: Müslümana isabet eden ve ondan dolayı müslümanın kalbini dünyadan nefret ettiren her eziyet müslüman için kefaret olur; zira kalp, üzüntülerden ve sıkıntılardan dolayı üzüntülerin evinden (dünyadan) uzaklaşır.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Günahlardan bir kısmı vardır ki onlara ancak üzüntüler kefaret olur ve sildirtir53

Hadîsin başka bir lâfzında 'Ancakmaişeti aramaktan ileri gelen yorgunluk ve üzüntü onun kefareti olur' diye vârid olmuştur.

Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anh) hadîsinde 'Kulun günahları çoğaldığı ve o günahların kefareti olacak amelleri olmadığı zaman, Allahü teâlâ o kulun üzerine üzüntüleri sevkederDolayısıyla günahlarına kefaret olur' şeklinde vârid olmuştur.

Şöyle denilmiştir: 'Kulun bilmediği halde kalbinin üzerine akan üzüntü, günahların zulmetidirO zulmetten dolayı üzülmek ise, kalbin hesaba çekileceğini ve mahşerin dehşetini sezmesidir.

Soru: İnsan oğlunun üzülmesi, çoğu zaman malından, evladından ve mertebesinden dolayıdırBöyle bir üzüntü hatadırNasıl günahına kefaret olabilir?

Cevap: Yukarıda bahsi geçenleri sevmek hatadırOnlardan mahrum olmak ise günahların kefaretidirEğer İnsan oğlu onlarla lezzetlenmiş olsaydı günahı tamam olurdu.

Nitekim rivâyet edilmiştir ki Cebrâîl (aleyhisselâm) , Yûsuf (aleyhisselâm) hapiste iken yanma varmış, Yûsuf Cebrâîl'e şöyle sormuş:

- Sen o mahzun ihtiyarı (Hazret-i Yakub'u kastediyor) ne durumda iken gördün de buraya geldin?

- İlk çocuğunun matemini tutan yüz kadının üzüntüsü kadar senin için üzüldüğü halde bırakıp geldim!

- Bu üzüntüden dolayı Allah katında, onun ne gibi bir mükâfatı vardır?

- Yüz şehidin mükâfatı!59

Madem ki durum budur, üzüntüler de Allah'ın haklarının kefaretleri olurlarBu, kul ile Allah arasındaki şeylerin hükmüdür?Kullara yapılan zulümlere gelince, o zulümlerde de hem günah, hem de Allah'ın hakkına tecavüz vardırÇünkü Allahü teâlâ, kullara zulmetmeyi de yasaklamıştırBu bakımdan o zulümden Allah'ın hakkıyla ilgili olan kısmı, pişmanlık, hasret çekmek, gelecekte onları yapmamak ve zıdları olan haseneleri yapmakla telafi eder.

Öyle ise halka yapmış olduğu eziyet onlara iyilik yapmakla telafi edilirGasbettiği malların yerine helâl mülkünden sadaka vermekle günahını telafi edebilir.

Gıybet ve tenkid etmek suretiyle dokunduğu namusların hakkını, diyanet ehlini övmekle, akran ve emsalinin iyiliklerinden bildiklerini izhar etmekle öderAdam öldürmeyi, köleleri âzâd etmekle telafi edebilirÇünkü köleleri âzâd etmek, onları diriltmek demektir; zira köle, nefsi için değil, efendisi için vardırÂzâd etmek ise insanın daha fazlasına gücü yetmeyeni var etmesi demektirBu bakımdan yok etmeye var etmekle karşılık vermelidir.

Bununla anlaşıldı ki günahların keffaretlendirilmesi ve sildirilmesi hususunda zıtlarıyla hareket etmekte zikretmiş olduğumuz yolun şeriatta aslı vardırNitekim katl (öldürmek) , köleyi âzâd etmekle kefaretlendirilmiştir. Sonra kişi bunların hepsini yaptığı zaman, kullardan zulmen aldıklarını ödemedikçe kendisine kâfi gelmezKullara yapılan zulümler, ya canlarda veya mallarda veya namuslarda veyahut kalplerdedirBundan katıksız eziyeti kastediyorum.

Canlara gelince, eğer yanlışlıkla birini öldürürse, onun tevbesi, diyetini teslim etmek ve o diyeti hak sahibine ya kendi malından veya yakınlarının inalından ulaştırmaktırO diyet yerine ulaşmadan önce, kişi onun mesuliyeti altındadırEğer kasten ve kısası gerektirecek bir şekilde öldürmüşse, tevbesi kısasla kabul olunurEğer ne şekilde cereyan ettiğini bilmezse, kan sahibinin yanında bunu öğrenmeli ve onu ruhuna hâkim kılmalıdırKan sahibi dilerse onu affeder, dilerse onu öldürürBu sorumluluk, ancak bu şekilde boynundan sâkıt olurBunu gizlemek kendisi için asla caiz değildirBu zina ettiği veya içki içtiği veya hırsızlık yaptığı veya yol kestiği veya kendisine Allah'ın cezasının farz olduğu birşeyi yapması gibi değildirÇünkü bu takdirde tevbe ettiği zaman nefsini rezil etmeye, perdesini yırtmaya ve vali de Allahü teâlâ’nın hakkını kendisinden almayı talep ötmeye mecbur değildirAksine Allah'ın örtüsüyle örtmeli, cezasını mücâhede çeşitleriyle nefsine tatbik etmelidir; zirâ sadece Allah'ın affı, pişman olarak tevbe edenlere yakındırEğer bu işi valiye götürüp vali tarafından cezayı nefsine tatbik ettirirse yerini bulur, tevbesi sahih ve Allah katında makbul olur.

Delili de şu rivâyet edilen hadîs-i şeriftir:

Maîz bMâlik Hazret-i Peygambere gelerek dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben nefsime zulmederek zina ettimBeni temizlemeni istiyorum!' Hazret-i Peygamber onu reddettiErtesi gün yine gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben zina ettim' dediHazret-i Peygamber ikinci defa onu reddettiÜçüncü gün de tekrar gelince Hazret-i Peygamber onun recmedilmesini emrettiKendisi için bir çukur açtılar ve recmettiler! Bunun üzerine halk, Maiz hakkında iki gruba ayrıldı kimi 'ınaiz helâk oldu! Günahı onu kapladı dediKimi de 'Onun tevbesinden daha doğru bir tevbe yoktur dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

O öyle bir tevbe yaptı ki onun tevbesi bir ümmetin fertleri arasında taksim olunsa, onların hepsini kaplayacak ve yetecek niteliktedir60

Gamidiye kabilesine mensup bir kadın Hazret-i Peygambere gelerek şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben zina ettimBeni temizle!' Hazret-i Peygamber onun sözünü kabul etmedi ve kendisini reddettiErtesi gün yine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Maiz'i reddettiğin gibi beni de reddetmek mi istiyorsunAllah'a yemin ederim, ben gebeyim!' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Şimdi git! Çocuk doğuncaya kadar bekle!' Kadın doğurduğu zaman beze sarılmış bir çocuğu Hazret-i Peygamber'in huzuruna getirerek şöyle dedi: 'İşte çocuğu doğurdum!' Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Git onu sütten kesilinceye kadar emzir'Kadın çocuğu sütten kestiği zaman, çocukla, çocuğun elinde bir parça ekmek olduğu halde Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldi ve şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! İşte ben onu sütten kestimYemeği de yedi!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber çocuğu müslümanlardarı birine teslim etti. Sonra kadın hakkında emir verdiBir çukur açıldıGöğsüne kadar kadını çukura gömdülerHalka emir verildiKadını recmettilerHâlid bVelid bir taş ile gelip onun başına attıKan, Hazret-i Halid'in yüzüne sıçradıBunun üzerine Hazret-i Hâlid kadına küfrettiHazret-i Peygamber, Halid'in ona yaptığı küfrü işitti ve şöyle buyurdu:

Ey Hâlid! Yavaş ol! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim! O öyle bir tevbe yaptı ki eğer o tevbeyi haraç sahibi bile yapsa onun günahı da bağışlanırdı.

Sonra Hazret-i Peygamber şöyle devam etti: 'Onun namazı kılınıp cenazesi defnedilsin!'61

Kısas ve kazfın (zina iftirası) cezasına gelince, bu hususta hak sahibi olan kimseden helâllik istemek lâzımdırEğer almış olduğu mal ise, o malı gasb veya hainlik veya bir nevi kandırma ile bir muamelede çürük malı tervic etmek veya satılan malın ayıbını örtmek gibi veya ücretlinin ücretini eksiltmek veya menetmek gibi kandırmak yoluyla elde etmiş ise bütün bunları tedkik etmesi lâzımdır.

Ancak bâliğ olduğu andan itibaren değil, varlığının müddetinin başlangıcından itibaren incelemelidirÇünkü çocuğun malında verilmesi farz olanı, eğer velisi onu vermek hususunda kusur etmişse, çocuk bâliğ olduktan sonra vermek mecburiyetindedirEğer çocuk bunu yapmazsa, zâlim olur ve sorumludur; zira çocuk ve bâliğ ikisi de malî haklarda eşittirler.

Bu bakımdan hayatının ilk gününden, tevbe ettiği güne kadar nefsini, habbeler ve danikler (para birimleri) üzerine, kıyâmette hesaba çekilmeden önce hesaba çekmelidirSorguya çekilmeden önce kendini sorguya çekmelidirÇünkü dünyada nefsi ile hesaba girişmeyen bir kimsenin âhirette hesabı oldukça uzarEğer üzerinde olan şeylerin toplamı galip bir zanla ve bir nevi ictihadla hâsıl olursa, zulme uğrayan kimselerin isimlerini teker teker yazmalıdır.

Dünyanın dört köşesine gidip onları aramalıdırOnlarla helâlleşmeli veya haklarını ödemelidirBu tevbe zâlim ve tüccar kimselere zor gelirÇünkü onlar kendileriyle muamele ettikleri insanların hepsini aramaya muktedir değildirler, varislerini de aramaya muktedir değildirlerFakat onların her birine mümkün olanı yapmak gerekirEğer bunu yapmaktan aciz ise, çıkar yolu fazla sevap işlemesidir ki kıyâmet gününde sevapları fazla olsun ve sevabları alınıp zulme uğrayanların terazilerine konulsun! Bu bakımdan sevaplarının çokluğu zulümlerinin çokluğu nisbetinde olmalıdır; zira sevapları zulümlerine karşılık veremezse, zulme uğrayanların günahlarından alınır, kendisinin günahlarına eklenirDolayısıyla başkasının günahlarıyla helâk olur.

İşte zulümleri telafi etmekte tevbe etmenin yolu budurBu da ömrünü sevapları işlemeye vermeyi gerektirirEğer zulüm müddetinin uzunluğu nisbetinde ömrü uzarsa böylece telafi edebilirAcaba bilmeyen bir kimsenin bu husustaki durumu ne olabilir? Çoğu zaman da ecel yakın olurBu bakımdan vakit dar olduğu zaman, sevaplara dalması, vakitlerin genişliğinde günahlara olan dalışından daha kuvvetli olmalıdırBu da kişinin zimmetinde sabit olan zulümlerin hükmüdür.

Hazır olan mallara gelince, eğer o malların sahibini biliyorsa, derhal sahibine vermelidir.

Sahibini bilmediği bir mala gelince, onu sadaka vermesi gerekirEğer helâl harama karışırsa, ictihâd etmekle haramın miktarını takdir etmesi lâzımdırHelâl ve haram bahsinde tafsilatı geçtiği gibi, o miktarı sadaka vermelidir.

Halka kötü söz söylemek veya gıyablarında onları kötülemek suretiyle kalplere karşı işlenen cinayete gelince, diliyle kime hücum etmiş, bir fiiliyle kimin kalbini kırmış ise, teker teker onlardan helâllik istemelidirKim ölür ve kaybolursa, artık ondan helâllik istemek, mümkün değildirBu bakımdan fazla sevaplar işlemek suretiyle otıu telafiye çalışmalıdır ki kıyâmette o kötülüğün bedeli olarak sevaplarından alınmış olsunAma gotüp de rızasıyla helâlliğini elde eden kimseye gelince, bu helâllik onun kefareti olurOna karşı yaptığı kötülüğün miktarını ve ona ne kadar taarruz ettiğini söylemesi boynunun borcudur.

Bu bakımdan mübhem bir şekilde helâllik kâfi değildirÇoğu zaman, kişi o kötülüğü bilse kötülüğün çokluğunu anlasa onu helâl etmeye razı olmazOnu kıyâmette kendisine zahîre yapar, onun hasenatından alır veya günahlarını ona yükletirBaşkasına yaptığı kötülüklerin arasında öyle bir kötülük vardır ki onu söyleyip, mazlumu ondan haberdar etse, mazlum onu bilmekle ezaya uğrarMesela cariyesiyle veya zevcesiyle zina ettiği veya diliyle mazlumu gizli ayıplarından birine nisbet etmesi gibi. . . Bunu diliyle söylediği zaman, mazlumun eziyeti oldukça büyür ve helâl etme yolu da kapanmış olurBu bakımdan kapalı bir şekilde helâllik istemelidir. Sonra bir kısım zulmü kalırOnu da ölünün veya kaybolanın hakları sevaplar işlemekle telafi ettiği gibi, sevaplarla telafiye çalışmalıdır.

Günahı söylemeye ve tarif etmeye gelince, bu yeni bir günahtırBu günahtan helâllik istemek farzdırNe zaman bir kötülüğü hatırlarsa ve kendisine karşı kötülük işlenen bir kimse de bunu biliyorsa, fakat bir türlü nefsi helâllik istemeye müsamaha etmiyorsa o zulüm, kötülük işleyenin üzerinde kalmış olurÇünkü bu kişinin hakkıdırBu bakımdan o mazlum kişiye yumuşak davranmak, onun mühim işlerine koşmak, onun kalbini razı edecek tarzda kendisine şefkat göstermek ve muhabbetini izhar etmek zâlimin vazifesidir; zira insan iyiliğin kulu ve kölesidirKim bir kötülükle ürkütülmüş ise, bir iyilikle kalbi zâlime meyledebilirBu bakımdan kalbi, suçlunun sevgisi ve yumuşaklığıyla dolduğu zaman nefsi helâl etmeye yanaşırEğer suçlunun bütün iyi davranışlarına rağmen yine de helâl etmemekte ısrar ederse, suçlunun ona karşı gösterdiği yumuşaklık ve beyan ettiği mazeret, suçlunun sevaplarına eklenirÖyle sovaplar ki kıyâmette onlarla kötülüğünün kapatılma imkânı olabilir.

Bu bakımdan suçlunun mazlumu sevindirmek hususunda çalışması, kalbinin sevgisini izhar etmek ve yumuşak davranmakla mesrur etmesi, eziyeti nisbetinde olmalıdırHatta bu iki durumdan biri diğeriyle eşitlik veya fazlalık arzederse, Allah'ın o fazlalığın üzerine hükmetmesiyle kıyâmette fazla olanın bedeli alınırTıpkı dünyada bir malı telef edip, sonra onun mislini getirdiğinde, mal sahibinin o getirilen malı kabul etmekten imtina etmesi gibiÇünkü bu takdirde hakim, ister mal sahibi istesin, ister istemesin, telef edilen malının mislini kabul etmeyi kendisine gerekli kılarKıyâmette hâkimlerin hâkimi ve adillerin adili Allah da böyle hükmeder.

Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârinin ittifakla Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet ettikleri bir hadîste Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Sizden önce, geçmiş milletlerin içinde bir kişi vardıBu kişi doksan dokuz kişiyi öldürmüştüBu katil yeryüzünün en âlim kişisini sorduKendisine bir âbid gösterildiKatil, âbidin yanma vardı ve dedi ki:

- Ben doksan dokuz kişiyi öldürdüm! Acaba tevbe edersem kabul olunur mu?

- Hayır! Kabul olunmaz!

Katil, bunun üzerine âbidi de öldürdü ve böylece öldürdüklerinin sayısı yüz oldu. Sonra yeryüzünün en âlimini sorduO âlim bir kişiye gönderildiO âlim kişiye dedi ki: 'Ben yüz kişi öldürdümAcaba tevbe edebilir miyim?' Âlim dedi ki: 'Evet! (Tevbe edebilirsin) Seninle tevbe arasına kim girebilir? Şöyle şöyle bir memlekete gitO memlekette Allahü teâlâ'ya ibâdet eden birtakım insanlar vardırOnlarla beraber Allah'a ibadet et! Sakın memleketine dönmeÇünkü memleketin kötülük memleketidir'Bu söz üzerine katil, âlimin yanından ayrıldıYolun yarısına gelince ölüm meleği yakasına yapıştıBu manzara karşısında rahmet ile azap melekleri bunun hakkında tartıştılarRahmet melekleri 'Tevbe ettiği ve kalbiyle Allah'a yöneldiği halde geldi dedilerAzap melekleri 'O hayatında hiçbir hayır işlememiştir3 dedilerBunun üzerine insan suretinde bir melek onların yanma geldi ve o meleği aralarında hâkem yaptılarO hâkem dedi ki: 'İki memleketin arasını Ölçün! Hangisi daha yakın ise o memleketin malıdır!' Bunun üzerine melekler, esas memleketi ile ibâdet yapmak üzere gittiği memleket arasını ölçtülerGitmek istediği memlekete daha yakın olduğunu gördülerBunun üzerine rahmet melekleri onu alıp götürdüler.

Hadîsin başka bir rivâyetinde 'Sâlih memlekete, öbür memleketten bir karış daha yakın idiBu bakımdan sâlih memleketin ehlinden oldu' şeklinde vârid olmuştur.

Başka bir rivâyette "Allahü teâlâ o kötü memlekete biraz uzaklaş, sâlih memlekete de biraz yaklaş diye vahyetti ve şöyle buyurdu: 'İki memleketin arasını ölçün!' Bunun üzerine onlar kulun, sâlih memlekete bir karış daha yakın olduğunu gördülerBundan dolayı kul affedildi".

İşte bu hadîsle anlaşılmıştır ki kurtuluş ancak sevapların zerre kadar da olsa, ağır gelmesine bağlıdırBu bakımdan tevbe eden bir kimse için fazla sevap işlemek gerekirİşte mâzi ile bağlı bulunan niyetin hükmü budur.

İstikbâl ile bağlı bulunan azme gelince, o şu demektir: Allah ile kuvvetli bir akid yapmalıdırBir daha o günahlara ve onların benzerlerine dönmemeye söz vermelidirTıpkı hastalığında, meyvenin kendisine zarar verdiğini bilen ve hastalığı iyileşmedikçe meyve yememeye azmeden bir kimse gibi. . . Zirâ bu azim -her ne kadar ikinci halde şehvetin ona galebe çalması tasavvur edilirse de hal-i hazırda kuvvet bulurFakat azmi hal-i hazırda kuvvetli olmadıkça kişi tevbe etmiş sayılmazBu kuvvetli azmin tevbe eden bir kimse için ilk başta tamam olmasının düşünülmesi ancak uzlete çekilmek, susmak, az yemek ve az uyumakla ve helâl gıdayı edinmekle mümkün olurEğer helâl ve babasından kalan bir malı varsa veya nafakası kadar kazanç temin eden bir sanatı varsa, sadece bununla yetinmelidir; zira günahların başı haram yemektirHaram yemekte ısrar eden bir kimse nasıl tevbe etmiş olabilir? Giyecek ve yiyeceklerde şehvetlerin terkine gücü yetmeyen ve mübhemleri terketmeye tâkat yetiremeyen bir kimse, helâlle nasıl iktifa edebilir? Bir zat şöyle demiştir: 'Kim şehvetin terkinde doğruluk gösterip Allah için nefsiyle yedi defa cihad ederse, o şehvetle müptela olmaz!'

Bir başkası da şöyle demiştir: 'Kim bir günahtan tevbe eder ve yedi sene istikamet gösterirse artık ebediyyen o günaha dönemez!'

Tevbe eden bir kimsenin mühim vasıflarından biri, eğer âlim değilse, gelecekte kendisine farz ve haram olanları bilmektir ki istikamet imkânını bulabilsinEğer uzlete çekilmeyi tercih etmezse, mutlak mânâda istikamete varamazAncak günahların bir kısmından tevbe etmiş olurİçkiden, zinadan ve öfkeden tevbe eden bir kimse gibi, bu tevbe mutlak bir tevbe değildirHatta bazı insanlar 'Bu tevbe sahih değildir' demiştir!

Başkaları 'Sahihtir demiştirBuradaki 'doğruluk mânâsına gelen 'sahih' kelimesi mücmeldirBiz 'Sahih değildir' diyene deriz ki: Eğer bu ibareden 'kişinin bazı günahları terketmesi asla fayda vermezHatta terkedişin var olması, yok olması gibidir' mânâsını kastediyorsan senin hatan pek büyüktür! Zira biz kesinlikle biliyoruz ki günahların çokluğu azabın çokluğuna, azlığı da azabın azlığına sebeptirVe yine 'sahihtir' diyene de deriz ki: Eğer bu ibareden gayen; 'Bazı günahlardan tevbe etmek insanı kurtuluşa veya zafere vardıracak bir kabulü gerektirir' ise, senin de bu hükmün yanlıştırKurtuluş ve zafer tümünü terketmekle olurZahirin hükmü budurBiz Allah'ın affının sırlarının gizliliklerinden konuşamayız.

Eğer 'Bazı günahların tevbesi sahih değildir' diye hüküm veren kişi dese ki: 'Ben bu hükümle şunu kastediyorum: Tevbe pişmanlıktan ibarettirHırsızlıktan insan ancak hırsızlık olduğu için değil günah olduğu için pişman olurEğer hırsızlık günah olduğu için, ona elem veriyorsa, zinadan pişman olmaksızın sadece hırsızlıktan pişman olması muhaldirÇünkü pişmanlığın illeti, bunların ikisine de şamildir; zira evladının kılıçla öldürülmesinden dolayı ciğeri yanan bir kimse, bıçakla da öldürülse yine ciğeri yanar; zira ciğerin yanması sevdiğinin helâk olmasından ötürüdürİster kılıçla, ister bıçakla ölsün farketmezKulun sevdiği için elden çıkmasından dolayı üzülmesi de böyledirSevdiği için bu çıkışı da masiyetle olurİster hırsızlık, ister zina ile günahta bulunsun! Öyle ise nasıl olur da masiyetin bazısından elem duyar, diğerinden duymaz? Oysa pişmanlık öyle bir durumdur ki masiyetin, mâsiyet olduğundan mahbubu elden çıkarıcı olmasını bilmek bu durumu gerektirirBu bakımdan bu pişmanlığın günahların bazısından ötürü olup da diğerlerinden olmaması tasavvur olunamazEğer böyle bir pişmanlık caiz olsaydı bir küpten şarap içmekten tevbe etmek, diğer küpten içmekten tevbe etmemek de caiz olurduEğer böyle bir tevbe, iki tür şarap hususundaki günahın bir olması bakımından ve ancak 'küplerin kap olmaları' yönünden muhal ise, günahların kendileri de günahın aletleridirGünah, emre muhalefet bakımından birdir.

Bu bakımdan durum bu iken sahih olmamanın mânâsı şudur; Allahü teâlâ tevbe edenlere bir mertebe va'detmiştirO mertebeye ancak pişmanlıkla varılırBenzerlerin bazısından pişman olmak, bazısından olmamak tasavvur olunamazBu bakımdan tevbe îcâb (verdim) ve Kabul (kabul ettim) üzerine terettüp eden mülk gibidirÖyleyse icab ve kabul tamam olmadığı zaman 'Akid sahih değildir!' derizBu bakımdan akdin semeresi üzerine terettüb etmezO semere de mülktürBu itirazın tahkiki şöyledir: Mücerred terkin semeresi, geçmişi kefaretlendirmektirBu bakımdan hırsızlığın terki, hırsızlığın kefareti olmaz, hırsızlıktan dolayı nedamet duymak onun kefareti olurPişmanlık ancak hırsızlığın günah olmasından ötürü tasavvur olunabilirBu ise, bütün günahları kapsamaktadır.

Bu söz, anlaşılır bir sözdürBu söz insaf sahibini, tafsilatlı bir şekilde konuştururBu tafsilat perdeyi kaldırırBu bakımdan deriz ki: Bazı günahlardan tevbe etmek, ya büyük günahlardan tevbe edip küçük günahlardan tevbe etmemektir veya küçük günahlardan tevbe edip büyük günahlardan tevbe etmemektir veya bir büyük günahtan tevbe edip diğerinden tevbe etmemektirBüyük günahlardan tevbe edip küçüklerden tevbe etmemeye gelince, bu mümkün bir şeydirÇünkü kişi bilir ki büyük günahlar, Allah katında daha büyük felâketi, Allah'ın öfke ve gazabını daha fazla celbedicidirler! Küçük günahlar da affedilmeye daha yakındırlarBu bakımdan en büyükten tevbe edip onun için pişman olması muhal değildir.

Tıpkı padişahın aile fertlerine ve haremine karşı, bir de hayvanına karşı cinayet işleyen bir kimse gibi. . . Bu kimse, aile efradına karşı irtikâb ettiği cinayetten korkarHayvana karşı işlemiş olduğu cinayeti ötekine nisbeten hafif sayarPişmanlık günahın büyüklüğü nisbetinde ve günahın Allah'tan uzaklaştırıcı olmasına inanmak nisbetindedirBunun şeriatta varlığı mümkündür; zira geçmiş zamanlarda tevbe edenler pek fazladır, onlardan hiçbiri de masum değildiBu bakımdan tevbe, ismet sıfatını gerektirmezDoktor bazen hastaja şiddetli bir şekilde baldan sakındırırOndan daha hafif bir şekilde şekerden sakındırırÖyle bir şekilde sakındırır ki onunla beraber şekerin zararı asla görülmezBu bakımdan hasta, doktorun sözüyle baldan sakınır, şekerden sakınmazBunun varlığı muhal değildirEğer ikisini birden yerse şekeri yemesinden değil, balı yemesinden pişman olmalıdır Kişinin büyük günahların bir kısmından tevbe edip bir kısmından tevbe etmemesi de imkân dahilindedirÇünkü büyük günahların bir kısmı diğerinden daha şiddetli ve Allah katında daha fazla azabı gerektirici olduğuna inanmaktadırTıpkı cinayet, yağmacılık, kullara yapılan zulümlerden tevbe eden bir kimse gibi. . . Çünkü bu kimse bilir ki kulların defteri terkedilmez.

Kendisi ile Allah arasında vâki olan günahları daha çabuk bağışlanırKüçük ve büyük günahların değişik olmalarının da mümkün olduğu gibi; zira büyük günahlar da haddi zatında ve günahkârın inancında değişiktirlerBu sırra binaen günahkâr, kullarla ilgili bulunmayan birtakım büyük günahlardan tevbe ederNitekim zinadan değil de şarap içmekten tevbe ettiği gibi; zira ona şarabın serlerin anahtarı olduğu, akıl ortadan kalktığı zaman günahları bilmeden işleyebileceği ihtimali görünmektedirİçki içmenin ve hameti kanaatinde daha galip geldiğinden dolayı, gelecek zamanda içki içmeyi terk ve geçmiş zamanda yapmış olduğu bu hatadan dolayı kendisinde pişmanlığı gerektiren bir korku oluşur.

Üçüncüsü bir veya birçok küçük günahlardan tevbe edip büyük olduğunu bildiği halde bir büyük günahta ısrar etmesidirGıybetten veya mahremi olmayan bir kadına bakmaktan veya bunların yerine geçen herhangi bir küçük günahtan tevbe eden bir kimse gibi. . . Oysa şarabın içilmesine devam ederBöyle bir tevbe de mümkündürBunun imkân yönü şudur: Hiçbir Mü'min yoktur ki günahlardan korkmasın, yapmış olduğundan ya zayıf veya kuvvetli bir şekilde pişman olmasınFakat onun o günahta nefsinin duymakta olduğu zevk, aynı günahtan kalbinin sezdiği korkuyu bastırmaktadırBu durum korkunun zafiyetini gerektiren cehalet ve gaflet gibi sebeplerden, şehvetin kuvvetini gerektiren birtakım diğer sebeplerden doğup meydana gelirBu bakımdan pişmanlık mevcutturFakat azmi harekete geçirecek kuvvette değildirEğer korkudan daha kuvvetli bir şehvetten uzak ise, yani korkuya korkudan daha kuvvetli bir şehvet karşı çıkmazsa korku şehveti mağlup eder ve durum da günahı terketmeyi gerektirirBazen fâsık kimsenin şaraba karşı saldırganlığı oldukça şiddetlenirBir türlü şarapsız sahredemez hale gelirGıybet ve halkın iffetine tecavüz etme ve namahreme bakmak hususunda zayıftırFakat Allah'tan korkması öyle bir raddeye gelmiştir ki bu şehveti silip süpürür, fakat kuvvetli şehvete güç yetiremezBu bakımdan korku böyle bir kimseye günahı terketme azmini harekete geçirmeyi terkettirirHatta bu fâsık, nefsinde der ki: 'Eğer şeytan, şehvetin galebe etmesi vasıtasıyla, bazı günahlarda beni yenmişse de tamamen dizginimi onun eline vermek ve haya perdesini tamamen yırtmak uygun değildirBazı günahlarda onunla mücadeleedeceğimUmulur ki ben, onu bu hususta mağlup etmiş olayım.

Dolayısıyla bazı günahlarda onu mağlup etmem, bazı günahlarımın kefareti olur!'

Eğer bu durum, fâsık kişi hakkında düşünülmezse, fâsığm namaz kılması, oruç tutması da düşünülemez ve fâsığa şöyle denilir: 'Eğer senin namazın Allah için olmazsa sahih olmaz! Eğer Allah için ise, fışkı da Allah için terket! Çünkü Allah'ın bu husustaki emri birdirBu bakımdan fışkı terketmek suretiyle Allah'a yaklaşmadıkça namazınla Allah'a yaklaşman düşünülemez'.

Bu durum muhaldirÇünkü fâsık der ki: 'Allah için üzerimde iki emir vardırMuhalefetten dolayı benim için orada iki ceza gerekirBen ise şeytana galebe çalmaktan ötürü onların birinde güçlüyümDiğerinde ise acizimBu bakımdan ben güçlü olduğum yerde şeytanı mağlup ederim ve oradaki şeytanla olan çarpışmamın şehvetin galebesinden dolayı yapmaktan aciz olduğum şeylerin bir kısmına kefaret olmasını umarım'.

Fâsığm böyle demesi nasıl tasavvur olunamaz? Oysa bu, her müslümanın halidir; zira hiçbir müslüman yoktur ki ibadet ile mâsiyeti bir arada toplamamış olsun! Onun bundan başka sebebi yokturBunu anladığın zaman, bazı günahlarda korkunun şehveti mağlup etmesinin mümkün olduğunu anlamış olursan! Korku, geçmiş bir fiilden dolayı ise pişmanlığı gerektirirPişmanlık da azmi gerektirir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Pişmanlık tevbedir.

Oysa Hazret-i Peygamber (görüldüğü gibi) her günah için pişmanlığı şart koşmamıştır ve şöyle buyurmuştur:

Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan bir kimse gibidir.

Dikkat edilirse 'bütün günahlarından tevbe eden' dememiştirBu mânâlarla itirazcının şu sözü düşmüş oluyor: 'Bazı günahlardan tevbe etmek mümkün değildirÇünkü günahlar Allah'ın öfkesine maruz kalmak hakkında birbirine benzerler'.

Evet! Nebiz'in içilmesinden değil de, şarabın içilmesinden tevbe etmek caizdirÇünkü şarap ile nebiz, Allahü teâlâ’nın öfkesini gerektirmek hususunda değişik özellikler taşırlarAzdan değil, çoktan tevbe etmek caizdirÇünkü günahın çokluğunun cezanın çokluğunda büyük tesiri vardırBu bakımdan aciz olduğu miktarla şehvete yardım etmiş olurBir kısım şehvetlerini de Allah için terkederTıpkı meyve yemekten, doktor tarafından sakındırılan hastagibi. . . Bu hasta bazen biraz meyve yer, ama pek fazla yemez.

Bundan şu hüküm çıkar ki bir şeyden tevbe edip onun mislinden tevbe etmemek mümkün değildirAksine kendisinden tevbe ettiği günah boynunda kalan günaha zıt olmalıdır. Ya günahın şiddetinden veya şehvetin galebe çalmasından zıt olmalıdırBuzıddiyet tevbe edenin inancından meydana geldiği zaman, korku ve pişmanlık hakkındaki halinin değişikliği de düşünülebilirBu bakımdan günahı terketmek hususundaki halinin değişikliği tasavvur edilirO günahı işlemekten dolayı pişman olması, bir daha günah işlememek hususundaki azmini yerine getirmesi, hiç günah işlememiş bir kimseye kendisini ilhak ettirirHer ne kadar bütün emir ve yasaklarda Allah'a itaat etmemiş ise de. .

Soru: Cima'dan aciz olan bir kimsenin, aciz olmadan önce yapmış olduğu zinadan tevbe etmesi doğru mudur?

Cevap: Hayır! Kabul olunmaz! Çünkü tevbe, yapabileceği birşey hususunda terketnıe azmini gerektiren bir pişmanlıktan ibarettirYapmasına muktedir olunmayan birşey ise, o kişinin terkiyle değil kendiliğinden yok olmuşturFakat derim ki: Cima iktidarı olmadıktan sonra kendisinde bir keşif ve marifet meydana gelirse, onunla daha önce yapmış olduğu zinanın zararını kesinlikle bilirse, ondan dolayı içi yanar, hasret çeker, pişman olursa öyle ki eğer kendisinde cima şehveti olmuş olsaydı pişmanlık yangını o şehvetini söndürür mağlup ederdi bu takdirde bu tevbe'nin o eski günahına kefaret olacağını ümit ederim; zira iktidarsızlıktan önce tevbe edip hemen akabinde ölürse -velev ki şehvetini kabartan ve şehvetin isteğini kolaylaştıran bir hale maruz kalmasın- kasdî olsa dahi pişmanlığının, kaselini zinadan çevirecek bir raddeye varması itibariyle tevbe edici sayılır.

Durum bu iken cima'dan iktidarsız olan bir kimsenin pişmanlığının bu raddeye varması muhal değildirAncak bunu kendi nefsinde tanımamaktadırÇünkü bir şeyi canı çekmeyen bir kimse onu terketmek hususunda az bir korku ile nefsinin muktedir olduğunu zan ve takdir ederOysa onun kalbine Allah muttalidirPişmanlığının miktarını Allah bilirUmulur ki Allah ondan kabul ederZahire göre, Allah onun tevbesini kabul ederBütün bunlardan sonra hakîkat, günahın zulmeti kalpten iki şeyle silinir noktasına dönüşür:

Onlardan biri pişmanlıktan gelen yangın, diğeri gelecekte o günahı terketmek için yapılan mücâhedenin şiddetidirMücâhede, şehvetin ortadan kalkması ile kalkmış olurFakat pişmanlığın mücâhedesinin, günahın karanlığını silmeye güç yetirebilecek bir şekilde kuvvet kazanması muhal değildirEğer bu olmasaydı 'Tevbe eden, tevbesinden sonra bir müddet yaşamadıkça, aynı şehvette nefsiyle birkaç defa mücâhede etmedikçe tevbesi kabul olunmaz' demek gerekirdiFakat bu hükmün şart olmasına şeriatın zahiri delâlet etmez.

Soru: Tevbe eden iki kişiden birinin nefsi günaha iştiyak duymaktan sükûnete kavuşmuş, birinin kalbinde günaha karşı meyil vardırFakat nefsi ile mücâhede edip nefsini menederBunlardan hangisi daha üstün ve faziletlidir?

Cevap: Bu husus, âlimlerin ihtilâf ettiği bir hususturAhmed bEbî Havarî ve Ebû Süleyman Dârânî'nin arkadaşları 'mücâhede eden daha üstündür' demişlerdirÇünkü mücâhede edene, tevbe ile beraber, cihadın fazileti vardır.

Basra âlimleri 'Öbürü daha üstündürÇünkü o, eğer tevbesinden gevşerse, cihaddan gevşemek tehlikesiyle karşı karşıya olan Mücâhidden daha fazla selâmete yakındır' demişlerdirBu iki grubun dediği ne haktan uzak, ne hakikatin kemâlindeki kusurdan uzaktırBurada hakîkat şudur: Nefsinin iştiyakı tamamen kesilen bir kimsenin iki durumu vardır: Bu durumlardan biri; günaha olan iştiyakın kesilmesi sadece şehvetin nefsindeki gevşemesiyledirBu bakımdan mücâhid bundan daha üstündür; zira Mücâhidin mücâhede yoluyla günahları terketmesi, yakînin kuvvetine ve dininin şehvetine galip gelmesine delâlet ederEvet bu, yakînin ve dinin kuvvetine kesin bir delildirDinin kuvvetinden gayem; yakînin işaretiyle gelişen ve şeytanların işaretiyle kabarmış şehveti silen irade kuvvetidirBunlar iki kuvvettir ki mücâhede bunlara delâlet eder.

İtirazcının 'Bu daha üstündür, zirâ eğer gevşerse, günaha dönmez sözüne gelince, bu söz doğru bir sözdürFakat burada daha üstündür lâfzını kullanmak yanlıştırBu da itirazcının şusözü gibidir: 'Cimâ iktidarı olmayan, iktidarı olandan daha efdaldirÇünkü iktidarı olmayan, şehvetin tehlikesinden emindirÇocuk, bâliğ bir kimseden daha efdaldirÇünkü daha selâmettedirİflas eden, kahredici ve düşmanlarını yok edici padişahtan daha efdaldir; zira müflisin düşmanı yokturPadişah ise bazen mağlup olurHer ne kadar çoğu zaman galip ise de!'

Bu konuşma, kalbi selim, nazarı sadece zahirlerde kalan kısa görüşlü, azizliğin tehlikelerde olduğunu bilmeyen, yüceliğin şartının tehlikelere dalmak olduğunu anlamayan bir kimsenin sözüdür.

Hatta bu söz, itirazcının şu sözü gibidir: 'Atı ve köpeği olmayan avcı, avcılık sanatında köpeği ve atı olandan mertebe bakımından daha yücedirÇünkü atı olmayan, atının kendisini düşürüp azalarının kırılmasından emindirKöpeği olmayan, köpeğin kendisini ısırmasından ve kendisine saldırmasından emindir'Oysa bu hüküm yanlıştırAksine at ve köpeğin sahibi, kuvvetli olduğu ve onları edeblendirme yolunu bildiği zaman, mertebe bakımından daha yüce, avcılık saadetini elde etme bakımından daha lâyıktır.

İkinci durum, günaha karşı olan iştiyakın yok olması, yakîn kuvvetinin ve geçmiş bir mücahedenin doğruluğunun sebebiyledir; zira kişi öyle bir raddeye varmıştır ki şehvet heyecanını yok etmiştirSonunda şeriatın edebiyle edeplenmişAncak dinden gelen bir işaretle kabarmaktadırDin, şehvete galip geldiğinden dolayı, şehvet sakinleşmiştirBöyle bir kimse şehvetin heyecanından ve gemlemesinden zahmet çeken bir Mücâhidden mertebe bakımından daha yüksektir'Bu kimse için cihad fazileti yoktur' denmesi, cihad maksadının ihâta edilmesindeki kusurluluğun ifadesidirÇünkü cihad, zati için kasdedilir.

Cihaddan maksad, düşmanın saldırmasını kesmektir ki düşman seni şehvetlerine çekmesin veya seni şehvetlerine çekmekten aciz olursa, din yoluna devam etmekten alıkoymasınOnu kahrettiğin zaman zaferyâb olursunMücâhede içinde bulunduğun müddetçe zaferin arkasında koşuyorsun demektirBunun misali, hâlâ savaş saflarında cihadla meşgul olup savaşa devam eden, nasıl selâmet kalacağını bilmeyen bir kimseye nisbeten, düşmanı kahredip köle edinen bir kimsenin misali gibidirBunun misali bir de hâlâ köpeğini ve atını terbiye etmekle meşgul olan bir kimseye nisbeten av köpeğini ve atını terbiye eden, köpeği saldırganlığı; atı da serkeşliği terk ettikten sonra yanında bulunan bir kimsenin durumuna benzer, Bir grup bu hususta hata etmiştirZannetmişler ki en yüce maksad, cihaddır.

Bilmemişler ki cihad, yolun tehlikelerinden kurtuluş için istenirBaşkaları da zannetmiştir ki şehvetleri frenlemek ve tamamen ortadan kaldırmak maksad ve hedeftirHatta bazıları nefsini denemiş, bundan aciz kalmıştır ve demiştir ki: 'Bunu yapmak muhaldir'Dolayısıyla şeriatı yalanlamış, herşeyi mübâh görme yoluna girmiş, şehvetlerin arkasından alabildiğine koşmuşturBütün bu hareketler, cehalet ve dalâlettirBiz bunu Mühlikat bölümünün, Riyazet-i Nefis bahsinde takrir etmiştik.

Soru: Tevbe eden iki kişi var; biri günahı unutmuş onu düşünmekle meşgul olmamış, diğeri günahı gözünün önüne koymuş, daima onu düşünüyor, yana yakıla pişmanlık duyuyorBu iki kişi hakkında ne dersin? Hangisi daha üstündür?

Cevap: Bu hususta da âlimler ihtilâf etmiştirSehl Tüsterî 'Tevbe'nin hakikati, günahı iki gözünün önüne getirmendir' demiştirCüneyd-i Bağdadî de 'Tevbe'nin hakikati, senin günahını unutmandır' demiştirBu görüşlerin her ikisi de bizce doğrudurFakat iki duruma nisbet ve oranla. . . Tasavvufçuların konuşması, daima eksiktirÇünkü onların herbirinin âdeti, sadece kendi halinden haber vermektirBaşkasının hali onu alâkadar etmez.

Böylece hallerin değişikliğinden dolayı cevaplar da değişik ve çeşitli olurBu himmet, irade ve ciddiyete nisbeten bir eksikliktirÇünkü bunun sahibi sadece nefsinin halini tedkik ederBaşkasının durumu onu alâkadar etmez; zira onun Allah'a giden yolu nefsidirO yolun konakları onun durumlarıdırBazen de kulun Allah'a giden yolu ilim olurBu bakımdan Allah'a giden yollar çokturHer ne kadar bu yollar, yakınlık ve uzaklıkta değişik manzaralar arzediyorlarsa da. . . Bütün bunlar hidayet esasında ortak olmakla beraber yol bakımından hangisinin daha doğru olduğunu Allah herkesten daha iyi bilirGünahı düşünmek, hatırlamak ve günahtan dolayı ızdırab çekmek, mübtedi bir kimse hakkında kemâldir; zirâ mübtedi bir kimse günahı unuttuğu zaman yüreği yanmaz, iradesi ve hak yolda gitmesi kuvvet bulmazBir de günahı unutmak, insanı o günahın benzerine dönmekten meneden korku ve üzüntüyü kalbinden çıkarır.

Bu durum da hak yolun yolcusuna nisbeten eksikliktirÇünkü bu, hak yolda gitmekten insanı meneden bir meşguliyetirHak yolunun yolcusu, o yolculuktan başka birşeye kaymamahdırEğer kendisine, vâsıl olmanın başlangıçları görünürse, marifetin nurları ve gaybın pırıltıları belirirse, bu durum onu tamamen içine alırBu durumda geçmiş durumlarına bakmaya artık vakit kalmazBu ise, kemâlin ta kendisidirHerhangi bir memlekete giden bir yolcuyu taşkın bir nehir yoldan geri bırakırsa, o nehri geçinceye kadar misafirin yorgunluğu gayet uzarÇünkü o nehir, daha önce bulunan bir köprüyü yıkmıştırEğer o kişi nehri geçtikten sonra nehrin kıyısında oturup nehrin köprüyü yıkmasından dolayı ağlarsa, bu da o mâniden kurtulduktan sonra kendisiyle meşgul olduğu ikinci bir mâni olurEğer vakit, göç etme vakti değilse, gece de yürümek zorlaşırsa, veyahut yolunda başka nehirler varsa, o nehirlerden geçmekten korkuyorsa, o zaman o gecede uzun uzadıya ağlasın, köprünün harâb olmasından dolayı üzüntü çeksin ki üzüntüsünden dolayı böyle bir harekete dönüş yapmaması hususundaki azmi kuvvet bulsun.

Eğer 'boyle bir harekete' dönüş yapmayacağına dair nefsinde bir uyarıcı durum hâsıl olursa, köprünün tahrib edilmesini anmak ve onun için ağlamakla meşgul olmaktansa, yola devam etmek daha iyidirBu durum, ancak yolu bilen, maksada vâkıf olan, engeli sezen, sülûkün yolunu iyice kavrayan bir kimse için sözkonusudurBiz Kitab'ul-İlim'de ve Mühlikât bölümünde bunun birçok parıltılarına işaret etmiştikYine deriz ki tevbe'nin devam etmesinin şartı, çokça âhiret nimetlerini düşünmesidir ki o nimetlere karşı rağbeti artsınFakat eğer genç ise huri ve köşkler gibi, dünyada benzeri olan nimetlerin hiçbirinin hakkında uzun uzadıya düşünmemelidirÇünkü böyle bir düşünce, bazen rağbet ve isteğini tahrik eder.

Bu bakımdan gelecek zamandaki nimete razı olmaz, acil ve hal-i hazırdaki nimeti isterGenç bir yolcuya, Allah'ın cemaline bakmaktaki zevki düşünmek uygundurÇünkü bu zevkin benzeri dünyada yokturBu bakımdan günahın hatırlanması böylece bazen şehveti tahrik edici olurÖyleyse mübtedi bir kimse de bazı defa günahı hatırlamakla zarar görürBu bakımdan onun günahı unutması, onun katında daha üstün olurDavud'un (aleyhisselâm) ağlamasından ve figan etmesinden hikâye olunan durumlar seni bu tahkiki tasdik etmekten menetmesin.

Çünkü kendi nefsini peygamberle kıyas etmen, dolaşıklığın zirvesinde olan bir kıyastırÇünkü o peygamberler, söz ve fiilerinde ümmetlerine uygun derecelere inmişlerdir; zira onlar ümmetlerin irşâdî için gönderilmişlerdirBu bakımdan peygamberler ümmetlerin faydalanacağı şeyleri yaparlarHer ne kadar bu durum onlar için yüce makamlarından aşağılara inmek ise de (yine böyle yapmak gerekir) .

Meşayihten öyleleri vardır ki müridine bir riyazet işaret ettiği zaman, onunla beraber o riyazete katlanırOysa mücâhede devresini kapatmış, nefsini terbiye etmiştirFakat işi müridine kolaylaştırmak için bu duruma katlanır.

Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Ben unutmam! Fakat, hükümleri vaz'edeyim diye unuturum.

Başka bir lâfızda 'Yol göstereyim diye unuturum' şeklinde vârid olmuşturHazret-i Peygamberin bu hadîsine şaşmaman gerekirÇünkü, çocukların babalarının şefkatinin himayesinde oldukları gibi, ümmetler de peygamberlerin şefkatinin himayesindedirlerKoyunların çobanın himayesinde oldukları gibi, ümmetler de peygamberlerin gözetimindedirlerBabayı görmez misin? Küçük çocuğunu konuşturmak istediği zaman nasıl onun derecesine iner? Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hasan'a 'Kih, kih (at, at; alma, alma) ' demiştir.

Bunu Hazret-i Hasan, zekât hurmasından bir hurmayı alıp ağzına koyduğu zaman söylemiştirOysa Hazret-i Peygamberin fesahati 'o hurmayı ağzından at! O haramdır' diyemiyecek kadar eksik değildiFakat Hazret-i PeygamberHasan'ın konuşmasını anlamayacağını bildiği için fesahati terkedip çocuğun derecesine iniverdiKoyunu veya kuşu terbiye eden bir kimse, koyunun melemesine benzer veya kuşun ötüşüne benzer bir ses ile ona seslenirBunu da terbiyesinde yumuşaklık göstermek için yaparÖyle işe bu gibi inceliklerden gâfil olmaÇünkü bu gibi inceliklerden gâfil olmak, değil gâfillerin, ariflerin bile ayaklarını kaydırır! Allahü teâlâ'dan lütuf ve keremiyle, hüsn-i tevfîkini talep ederiz.

53) İbn Eb'id-Dünya, (Avn b. Abdullah'tan)

54) Geceleyin niyeti unutmakta Hanefî ve Mâlikî mezhebine göre bir sakınca yoktur. Kuşluğa kadar niyet edilebilir.

55) Hanefîlere göre hüküm bunun aksinedir; yani çocuğun malında zekât yoktur.

56) Hac bölümünde geçmişti.

57) Tirmizî

58) Taberânî; Ebû Nuaym, Hilye

59) İbn Cerîr

60) Müslim

61) Müslim, (Bureyde'den)

Tevbe'nin Devamında Kulların Kısımları

Tevbe edenler, dört tabakaya ayrılırlar:

Birinci Tabaka

Birinci tabaka, âsi bir kimsenin tevbe etmesi, ömrünün sonuna kadar, tevbesinde dosdoğru kalmasıdırBöylece âsi, kusurlarım telâfi ederNefsi ikinci bir defa günaha dönmeyi tasarlamazAncak âdetlerde, beşerin kurtulmadığı hatalar bu hükmün dışındadır.

Evet, beşer peygamberlik mertebesinde olmadıkça bu hatalardan kurtulamazİşte tevbe üzerinde istikamet bu demektirTevbe'nin sahibi, hayırları elde eden, günahları hasenelerle değiştiren bir kimsedirBu tevbeye tevbeyi nasûh denirBu nefse nefs-i mutmainne denirÖyle bir nefs-i mutmainne ki rabbinden razıdır ve rabbinin katına rızasına mazhar olduğu halde dönüş yapar.

Bunlar o kimselerdir ki Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfiyle onlara işaret vardır:

Allah'ın zikriyle âdeta mest olan müteferridler herkesi geçtilerZikir onlardan ağır yüklerini kaldırmıştırOnlar rîrpf* kıyâmet gününde hafif yüklü olarak mahşere varırlar!62

Bu hadîs-i şerifte onların yük altında bulunduklarını ve zikir sayesinde o yüklerin onların omuzlarından indirildiğine işaret vardırBu tabaka da şehvetlere iştiyak duymamak bakımından birçok mertebelere ayrılırlar.

Bir tevbe edici vardır ki marifetin kahrı altında şehvetleri sükûnet bulmuş, şehvetlere olan iştiyakı gevşemiştirOnu, hak yolun yolculuğundan şehvetin boğuşması alıkoymazKimi de vardır ki nefsin münazaa ve mücadelesinden ayrılmaz, fakat nefisle mücâhede etmeye ve nefsi reddetmeye muktedirdir.

Sonra şehvetten kesilmenin dereceleri de çokluk, azlık ve müddetin değişmesi ve çeşitlerin değişmesi itibariyle değişirlerOnlar ömrün uzaması bakımından da değişik durumlar arzetmektedirlerKimi vardır ki tevbe ettikten hemen sonra ölürBundan dolayı da kâr ederÇünkü selâmet kalmış ve tevbesi gevşemeden ölüp gitmiştirKimi vardır ki uzun yaşarNefsiyle cihadı, sabrı ve istikameti oldukça uzarHasenatı çoğalır.

Bu kimsenin hali, daha yüce ve daha üstündür; zira her günah ancak bir hasene ile mahvolurHatta bazı âlimler demiştir ki; 'Günahkârın işlemiş olduğu günah, ancak, şehvet ile beraber on defa onu yapmaya muvaffak olduğu halde yapmayıp sabreder ve Allah korkusundan şehvetini kırarsa keffaretlendirilmiş olur.

Fakat bu şartı ileri sürmek, uzak bir ihtimaldirHer ne kadar kabul edilirse büyük tesiri inkâr edilmezse de. . . Fakat zayıf bir mürid için bu yolda gitmek uygun değildirÇünkü şehveti kabarır, sebepler hazır olurÖyle ki günah işlemek imkânına sahip olur. Sonra günahtan menedilmeye tamah eder; zira bu durumdaki bir insan, şehvetin dizgininin elinden çıkmasından emin değildirDolayısıyla günah işleyip tevbesini bozmaktan korkarBunun yolu, günahı kolaylaştıran sebeplerin başlangıcından kaçmaktır ki nefsi için şehvetin yollarını kapatmış olsunBununla beraber gücü dahilinde olanla şehvetini kırmaya çalışırOysa böyle yaparsa başlangıçta tevbesi selim kalabilir.

İkinci Tabaka

İkinci tabaka, tevbe eden, ibâdetlerin esaslarında istikamet yolunda yürüyen, fâhiş günahların büyüklerinin tümünü terkeden bir kimsedir.

Ancak bu kimse arada sırada arız olan günahlardan bir türlü kurtulamazFakat bu günahları da kasden veyahut maksadını buna yöneltmek suretiyle yapmazBunları yapmak azmi kendisinde olmaksızın ancak hallerin cereyan ettiği yollarda bunlarla müptela olurFakat bunları yaptıkça nefsini kırar, pişman olur, teessüf ederYeniden bu günahları önüne çıkaran sebeplerden sakınmak için gayret gösterirBu nefis, levvâme nefis olmaya uygundur; zira levvâme nefis, sahibini kötü hedefinden dolayı kınarGörüş'ün ve kastın tahmininden, azmin kesinliğinden kınamaz.

Bu mertebe her ne kadar birinci tabakanın mertebesinden aşağı ise de yüksek bir mertebedirBu, tevbe edenlerin çoğunun durumudurÇünkü şer, Âdem oğlunun çamurundan yoğrulmuşturÂdem oğlu az şerden kurtulabilirÂdem oğlu'nun çalışmasının en son gayesi; hayır tarafının şer tarafına ağır basmasıdır ki mizanı ağırlaşsm, hasenat kefesi ağır gelsin.

Seyyiat kefesinin tamamen boş kalmasına gelince, bu gayet uzak bir ihtimaldir.

Bunlar için Allah'ın güzel bir vadi vardır!

Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden sakınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirlerMuhakkak rabbin geniş mağfîretlidir. (Necm/32)

Bu bakımdan küçük günah ve vâki olan her hareket, nefsi o günahta yerleştirmek yolundan gelmiyorsa, bağışlanmaya lâyıktır.

Ve onlar ki bir kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarlar ve günahlarının bağışlanmasını dilerler. (Al-ı İmrân/135)

Bunlar nefislerine zulmetmelerine rağmen Allah bunları övmektedirÇünkü pişman olmuşlar ve nefislerini bu zulümden dolayı kınamışlardır.

Hazret-i Ali'nin rivâyet etiği şu hadîs-i şerifte de bu mertebeye işaret vardır:

Sizin hayırlılarınız, günah işleyip tevbe etmiş kimselerdir63

Mü'min sünbül gibidirBazen doğru olur, bazen de meyleder64

Mü'min zaman zaman günah işleyebilir65

Bütün bunlar kesin delillerdir ki bu kadarcık bir hata tevbeyi bozmazTevbe sahibini günahta ısrar edenlerin derecesine ilhak etmezKim böyle bir kimseyi tevbe edenlerin derecesinden mahrum ederse, o sıhhatli bir insanı aldığı meyveler daimî değilse de arada sırada yediği sıcak yemeklerden dolayı sıhhatinden ümitsiz eden doktor gibidir veya Fıkıh peşine düşen bir insanı, tekrar etmekten ve bazı vakitlerde, uzun ve çok olmaksızın kit ablarının kenarına haşiyeleri talik edip yazmakta gevşeklik gösterdiğinden dolayı fâkihlerin derecesine varmaktan ümitsiz eden bir fakih gibidir.

Bu, doktorun ve fakîhin eksikliğine delâlet ederAksine dinde fakih olan bir kimse halkı saadetlerin derecelerinden ümitsiz etmezOnların birtakım gevşekliklerinden ve arada sırada yapmış oldukları günahlardan ötürü bu derecelere varmaktan onları ümitsiz etmez.

Ademoğullarının hepsi hatalıdırHatalıların en hayırlısı, tevbe eden ve günahlarının affını talep edenlerdir66

Mü'min bir kimse rabbine karşı zayıf, günahını tevbe ile kapatan bir kimsedirBu bakımdan Mü'minlerin en hayırlısı tevbesi üzerinde ölen kimsedir67

İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfaatları iki kere verilir. (Kasas/54)

Görüldüğü gibi Allah hakikî Mü'minleri 'asla günah işlememezlik'le vasıflandırmamıştır.

Üçüncü Tabaka

Üçüncü tabaka, kişinin tevbe etmesi, bir müddet istikamet üzere yürümesi, sonra bazı günahlarda şehvete maruz kalması, şehvet kastıyla, o günahları, şehveti kahretmekten aciz olduğu için işlemesidirAncak bununla beraber ibâdetlere devam eder, kudret ve şehveti olmasına rağmen günahların bir kısmını terkeder, ancak onu bir veya iki şehvet mağlup etmiştir, o şehveti de yoketmeye ve şerrinden sakınmaya Allah'ın kendisini muktedir kılmasını istediği halde onu yaparŞehvetini yerine getirdiği durumda bile temennisi budurArzusu geçtikten sonra pişman olur ve şöyle der:

'Keşke onu yapmasaydım! Gelecekte ondan tevbe edeceğimO şehveti kahretmek hususunda nefsimle mücâhede edeceğim!

Fakat nefsi kendisine birtakım mazeretler gösterir, zaman zaman tevbesini tehir ederGünden güne geciktirirİşte bu nefis müsevvile (kolaylaştırıcı, süslendirici) diye adlandırılan nefistir.

Bu nefsin sahibi, haklarında Allahü teâlâ'nın şöyle dediği kimselerdendir:

Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettilerİyi bir işle kötü bir işi birbirine karıştırdılar. (Tevbe/102)

Bu kimsenin durumu, ibâdetlere devam etmesi ve yapmış olduğu günahtan nefret etmesi bakımından ümitlidirAllah'ın onun tevbesini kabul etmesi umulurSonucu ise, tevbeyi tehir ettiği için tehlikelidirBazen tevbe imkânı bulamadan ölür.

Durumu Allah'ın meşiyetine kalmış olurEğer Allah ona yetişir, eksikliğini tamamlarsa tevbeyi ona minnet ederse sâbikûn zümresine iltihak ederEğer şekavet ona galip gelir, şehvet kendisini kahrederse sonuçta, ezeldeki hükmün üzerine vâki olacağından korkulur; zira fıkıh öğrenen bir kimseye, öğrenmekten insanı meşgul eden sebeplerden sakınma imkânı zorlaştığı zaman, onun zorlaşması ezelde cahillerden olmasının sebkat ettiğine delâlet eder.

Dolayısıyla böyle bir kimse hakkında ümit zayıflarTahsile devam etmenin sebepleri, kendisine kolaylaştığı zaman, bu durum delâlet eder ki ezelde onun âlimler zümresinden olacağı sebkat etmiştirBöylece ahiretin saadetlerinin ve derekelerinin sevap ve günahlarının irtibatı, sebeplerin müsebbibi olan Allah'ın takdir hükmüyledirTıpkı hastalık ve sıhhatin gıdalar ve ilâçları almaya bağlı bulunması, dünyada fakih olup yüce mertebeleri kazanmak için tembelliği terketmeye, fakih olmak için devamlı çalışmaya bağlı olduğu gibi. . .

Nasıl ki riyaset, kadılık ve ilmen önde olmak ancak fıkıh öğrenmekle mümkün ise, aynen öylece, âhiret mülküne ve nimetine ve âlemlerin rabbine yakın bulunmaya ancak selim olan ve temizlenen kalp elverişlidirİşte Allah'ın ezeldeki tedbir-i ilâhîsi de bu şekilde sebkat etmiştir.

Nefse ve onu düzenleyene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilhanı edene andolsun ki nefsini yücelten iflah olmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/7-10)

Bu bakımdan kul ne zaman bir günah işlerse, günahı peşin bir felâket olur, tevbesi ise borç! Bu da mahrumiyetin alâmetlerindendir.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak kul cennet ehlinin ameliyle yetmiş sene amel ederHalk 'bu adam cennet ehlindendir' derOnunla cennet arasında ancak bir karışlık mesafe kalırBu meyanda onun üzerine kitâb (kader) sebkat eder ve ateş ehlinin ameliyle amel eder ve ateşe girer!

Madem ki durum budur, tevbeden önce son nefesin gelip çatmasından korkmak lâzımdırÇünkü her nefes, kendisinden önceki nefesin sonuncusu olabilir; zira ölümün o nefesle bitişik olması mümkündürBu bakımdan İnsan oğlu, nefesleri murakabe etmelidirAksi takdirde tehlikeye girerPişmanlığın fayda vermediği bir anda pişmanlıkları devam eder!

Dördüncü Tabaka

Dördüncü tabaka, tevbe edip, bir müddet istikamet üzerine yürüyüp, sonra günahı veya günahları nefsinde tevbe etmeyi niyet etmeden ve yapmış olduğu günahlardan ötürü hasret çekmeden işlemesidirŞehvetlerinin arkasından koşan bir gâfil gibi dalar.

İşte bu kimse günahta ısrar eden biridirBu nefis, hayırdan kaçan ve kötülüğü emreden nefislerdendirBöyle bir nefsin kötü sonucundan korkulur! Bu nefsin durumu Allah'ın meşiyetindedirEğer kötülükle sonuçlanırsa, ardı gelmeyen bir şekavete girmiş olur! Eğer iyilikle sona erip Tevhîd üzerinde ölürse, bir zaman sonra da olsa ateşten kurtulması beklenirBizim muttali olmadığımız gizli bir sebepten dolayı affın şümulüne dahil olması da aklen muhal değildirNasıl ki bir hazine görmek için harabelerin arasına giren bir insanın, hazine bulmasının muhal olmadığı ve öğrenmeksizin, âlim olmak için evinde oturanın âlim olmasının muhal olmadığı gibi. . .

Nitekim peygamberler böyledirBu bakımdan ibâdetlerden ötürü mağfireti talep etmek, çalışmak ve tekrar etmekle ilmi, ticaret ve denizlerde sefer yapmak ile serveti talep etmek gibidirAmellerin bozulmasına rağmen sadece ümide dayanarak mağfiret talep etmek, harabelerden hazine ve meleklerden ilim talep etmek gibidirKeşke çalışan öğrenmiş olsaydı! Keşke ticaret yapan zengin olsaydı! Keşke oruç tutan ve namaz kılan bağışlansaydı! Bu bakımdan insanların tümü, âlimler hariç saadetten mahrumdurlar.

Âlimlerin tümü de ilmiyle amel edenler hariç mahrumdurlar, ilmiyle amel edenler de ihlâs sahipleri hariç mahrumdurlarİhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerin dedirler68

Nasıl ki evini yakıp malını zayi eden, nefsini ve aile efradını aç bırakan, 'Ben Allah'ın faziletini bekliyorum ki harabe evimin altından bana bir hazine ihsan etsin' diyen bir kimse her ne kadar onu beklediği Allahın kudretinde muhal değilse de basiret sahiplerinin nezdinde ahmak ve mağrur kimselerden sayılırsa, aynen onun gibi ibâdette kusurlu, günahlara ısrarla dalmış, mağfiret yolunun yolcusu olmadığı halde Allah'ın mağfiretini bekleyen bir kimse de kalp erbabının nezdinde serserilerden sayılırBu serserinin aklına ve güzel bir ibare ile ahmaklığını süslü göstermeye çalışmasına hayret etmeli; zira der ki 'Allah kerîmdirO'nun cenneti benim girmemden dar almazBenim günahım O'na zarar vermez ya!'

Sonra onu görürsün ki denizlerde seyahat ederDağlık, taşlık ve korkulu yolları para için aşarKendisine bu hususta 'Allah kerîmdirO'nun hazineleri senin fakirliğini önlemekten âciz değildirTicarette tembellik gösterirsen sana zarar vermezBu bakımdan evinde otur.

Umulur ki Allah senin ummadığın bir yerden rızkını gönderir!' denildiği zaman, böyle diyen kimseyi ahmak sayarBu sözü söyleyenlerle alay eder ve der ki: 'Bu hevese nereden kapıldın? Gök, altın ve gümüş yağdırmıyorServet ancak çalışmakla elde edilirSebeplerin müsebbibi olan Allah böyle takdir etmiştirO'nun kanunu böyle cari olmuşturAllah'ın kanunu değişmez.

Bu aldanmış adam âhiret ile dünyanın rabbinin bir olduğunu, O'nun kanununun ne âhiret, nede dünya hakkında değişmediğini bilmez.

Allah şöyle haber vermiştir:

İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)

Öyle ise bu adam, nasıl âhiret hakkında Allah'ın kerim olduğuna inanıyor da dünya hakkında kerîm olduğuna inanmıyor? Nasıl malı kazanmak için gevşeklik göstermek 'Keremliğin muktezası değildir' der de 'daimî bir mülk ve daimî bir nimet için çalışmaktan gevşemek keremliğin muktezası ve isteğidir' der ve 'Bu gevşeklik keremin hükmüyle meydana gelmiştir.

Âhiret hakkında gayret göstermeksizin Allah hükmüne binaen kerem verecektir! Allah dünya işlerinin çoğunda şiddetle çalışmasına rağmen meneder vermez' der de

Allahü teâlâ'nın şu ayetini unutur?

Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız da var! (Zâriyât/22)

Biz körlük ve dalâletten Allah'a sığmıyoruzBu inanç, tepetaklak olmak ve cehaletin karanlıklarına dalmak demektirBu inancın sahibi şu ayetin hükmüne dahil olmaya lâyıktır:

Rablerinin huzurunda başlarını eğerek 'Ey rabbimiz! Gördük, işittik bizi (dünyaya) geri çevirSalih amel işleyelim, artık kesin olarak inandık' demekte olan suçluları bir görsen! (Secde/12)

Yani 'senin insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır' dediğinde doğru söylediğini gözümüzle gördükBu bakımdan bizi dünyaya geri gönder de çalışalımFakat böyle dedikleri anda dünyaya gönderilme imkânından mahrumdurlar ve kendilerine gereken azap kesinleşirBu nedenle biz, cehaletin, şüphenin ve zarurî olarak İnsan oğlunu kötü bir sığmağa sürükleyen şekkin isteklerinden Allah'a sığınırız!

62) Tirmizî

63) Beyhâkî

64) Ebû Ya'lâ, İbn Hıbbân

65) Taberânî, Beyhâkî

66) Tirmizî

67) Taberânî, Beyhâkî

68) Ebû Muhammed Sehl et-Tüsterî'den.

Kasıtlı Kasıtsız, Küçük veya Büyük Bir Günah İşleyip Tevbe Etmek İsteyen Kimsenin Niçin Acele Etmesi

Bu durumda kişinin üzerine farz olan tevbe, pişmanlık ve yapmış olduğu günahın tam tersi olan bir sevapla onu silmekle meşgul olmaktırNitekim biz bunun yolunu daha önce zikretmiştikEğer nefsi şehvetin galebe çaldığından dolayı bu günahı terketmeye müsaade etmezse, bu takdirde kişi, vâcib olanların birinden aciz kalmış olur.

Bu bakımdan ikincisini terketmesi uygun değildirİkincisi de sevap ile günahı defetmektir ki günahtan sonra işlemiş olduğu sevapla günahı silmiş ve dolayısıyla sâlih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış kimselerden olsun! Bu bakımdan günahlara kefaret olan sevaplar ya kalple veya dille, ya da azalarla yapılırÖyleyse sevap, günahın yerinde ve onun sebepleri ile bağlı bulunan bir merkezde bulunur.

Kalple yapıları günaha gelince, o günahı mağfireti dilemek hususunda Allah'a yalvarmakla telafi etmelidirTıpkı efendisinden kaçan bir kölenin zillet gösterdiği gibiZillet göstermekle o kalben işlediği günahı bağışlatmaya çalışmalıdırGösterdiği zillet, başkaları tarafından görünecek bir tarzda olmalıdırBu da kullar arasında kibrini eksiltmekle hâsıl olurBu bakımdan günahkâr ve efendisinden kaçan bir köle için başka kölelere gurur taslama imkânı yoktur ve manasızdırBöylece kalbinde müslümanlar için hayır beslemeli ve ibâdetlere azimli olmalıdır.

Dil ile olan günaha gelince, bu günahı zulmü itiraf etmek ve istiğfarda bulunmak suretiyle telafi etmelidir'Yârab! Nefsime zulmettim, kötülük işledimGünahlarımı benim için bağışla!' demelidirBu tür istiğfarları çokça yapmalıdırNitekim biz bunu 'Zikirler ve Dualar' kitabında zikretmiştik.

Azalarla yapılan günaha gelince, onu ibâdetler, sadakalar ve taatların çeşitleriyle telafi etmelidirNitekim bir rivâyette 'Günahın arkasında sekiz amel yapıldığı takdirde, bu günah hakkında af umulur' diye vârid olmuştur.

O amellerin dördü kalp amellerindendir.

1Tevbe veya te vbeye azmetmek

2Günahtan derhal el çekmenin sevgisi

3Günahtan ötürü azaptan korkmak

4Günah için mağfiret dilemek

O amellerin dördü de azaların amelleridir ve şunlardır:

a) Günahtan sonra iki rek'at namaz kılmak,

b) O iki rek'attan sonra yetmiş defa Allah'tan af talep etmek,

c) Yüz defa 'Sübhânallahilazîm ve bihâmdihf (Azim olan Allah ortaktan münezzehtir. Bunu onun hamdine bürünerek ikrar ediyorum) demek,

d) Sonra sadaka verip bir gün oruç tutmak.

Eserlerin bazılarında şöyle vârid olmuştur: ' (Günahlara kefaret olan şeylerden biri) tam abdest alman. (İkincisi) camiye girip iki rek'at namaz kılmandır'69 Bazı haberlerde şöyle vârid olmuştur: 'Dört rek'at namaz kıl'70

Günah işlediğin zaman, onun arkasından sevap işleBu takdirde o sevap onun kefareti olurGizliye gizli, açığa da açık kefaret olur71

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'Gizli verilen sadaka, gece yapılan günahların kefaretidirAçıkça verilen sadaka, gündüz yapılan günahların kefaretidir!'

Sahih haberde şöyle vârid olmuştur: Bir kişi Hazret-i Peygambere 'Ben bir kadının peşine takıldımZina hariç, onunla her şey yaptımAllah'ın hükmüyle benim hakkımda hükmet!' deyince, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

- Sen bizimle beraber sabah namazını kılmadın mı?

- Evet, kıldım.

- Muhakkak sevaplar hataları silerler!72

Bu hadîs-i şerif, zina hariç kadınlarla oynaşmanın küçük günahlardan olduğuna delâlet eder; zira bu günaha namazın kefaret kılındığı şu hadîs-i şerifin muktezasıdır:

Beş vakit namaz, aralarında vâki olan günahların kefaretleridirlerAncak büyük günahlar bu hükmün dışındadır.

En uygunu bütün durumlarda müslüman hergün nefsini hesaba çekmelidir, günahlarını toplayıp onları sevaplarla defedip kaldırmaya gayret göstermelidir.

İtiraz: Günah üzerinde ısrar ettikçe, af talebi nasıl fayda verir? Oysa haberde şöyle vârid olmuştur:

Günah üzerinde ısrar ettiği halde günahtan af talep eden bir kimse Allah'ın ayetleriyle istihza eden kimse gibidir!73

Yine âlimlerden biri şöyle demiştir: Ben 'Allah'tan af talep ediyorum' sözümden ötürü de Allah'tan af talep ediyorum' ve yine denilmiştir ki: 'Dil ile af talep etmek yalancıların tevbesidir'Rabiat'ül-Adeviyye de şöyle demiştir: 'Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır'.

Cevap: İstiğfarın fazileti hakkında sayılmayacak kadar haberler vârid olmuşturBiz bu haberleri 'Zikirler ve Dualar' bölümünde belirtmiştik.

Hatta Allahü teâlâ, istiğfarı Hazret-i Peygamberin bekasıyla eşit tutarak şöyle buyurmuştur:

Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azap verecek değildiOnlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildi. (Enfâl/33)

Ashâbtan bazıları şöyle derdi: 'Bizim için iki emniyet vardıOnlardan biri Hazret-i Peygamberin bizim içimizde olması idiBizimle beraber ancak istiğfar kaldıEğer istiğfar da giderse helâk olduk (demektir!) '

Bu bakımdan deriz ki: Yalancıların tevbesi olan istiğfar, sadece dil ile yapılan ve kalbin hiç katkısı olmayan istiğfardır, insanın, âdet olarak gâfil bir şekilde 'estağfurullah' demesi gibiNitekim, cehennemin sıfatını dinlediği zaman 'Cehennemden Allah'a sığınırız dediği halde zerre kadar kalbinin bununla müteessir olmadığı gibi. . .

Bu sadece bir dil kıpırdatmasına dönüşürŞahsın bunda hiçbir faydası yokturFakat buna Allah'a yalvaran doğru bir irade, hâlis bir niyet ve rağbetle mağfiret talebinde ısrar eden kalp inzimam ettiği zaman bu haddi zatında bir sevap olurBu sevap ile günahın bertaraf edilmesi mümkün olurİstiğfarın fazileti hakkında vârid olan haberleri bu tür istiğfara hamletmek gerekir.

Günde yetmiş defa bile istiğfar edip tekrar günaha dönen bir kimse günahta ısrar etmiş sayılmaz!74

Bu hadîs-i şerifteki istiğfar kalben yapılan istiğfardan ibarettirİstiğfar ve tevbe min birçok dereceleri vardırOnların öncesi faydadan uzak değildirHer ne kadar fayda onların sonralarına varmasa bile. . .

Nitekim Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: "Her hâlükârda kula mevlâsı lâzımdırOnun hallerinin en güzeli, her şeyden mevlâsına dönmektirEğer günah işlerse şöyle demelidir: 'Yârab! Benim günahımı kapat! Ayıbımı kimseye gösterme!

Günahtan sonra şöyle demelidir: 'Yârab! Benim tevbemi kabul eyle!

Tevbe ettiği zaman şöyle demelidir: 'Bana günahtan mahfuz kalmayı nasib eyle!

Amel ettiğinde ise 'Yârab! Benden amelimi kabul eyle! demelidir.

Sehl'den günahlara kefaret olan istiğfarım mânâsı sorulduğunda cevap olarak İstiğfar önce icabettir. Sonra İnâbet, sonra tevbedir demiştir.

Bu bakımdan icabet azaların amelidirİnâbet kalplerin amelidirTevbe de şahsın mevlâsına yönelmesidirŞöyle ki: Halk terkeder, sonra içinde bulunduğu kusurundan ötürü nimetin hakkındaki cehaletinden ve şükrünü terketmesinden dolayı Allah'tan af diler! Böyle yaptığı takdirde affolunurBu takdirde sığmağı mevlâsnın yanında olur. Sonra tenhaya, sonra sebata, sonra beyana, sonra fikre, sonra marifete, sonra münacaata, sonra nefsin tasfiyesine sonra muvalata ve daha sonra muhâdiset'üs-sırr'a naklederBu da hüllet'in ta kendisidirBu, kulun kalbinde ilim onun gıdası, zikir onun kuvveti, rıza onun azığı ve tevekkül de onun arkadaşı olmayınca istikrar bulmaz. Sonra Allah ona bakarOnu arşa yükseltirBu bakımdan onun makamı hamelet'ül-arş'ın makamı olur.

Kendisine Tevbe eden, Allah'ın habîbidir' hadîsinin mânâsı sorulunca cevap olarak dedi ki: Ancak şu ayette zikredilen vasıfların hepsine sahip ise Habib olur:

Tevbe eden, ibâdet eden, hamdeden, oruç tutan, rükû ve secde yapan, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (Onları çiğnemeyen) insanlardırO müzminleri müjdele! (Tevbe/112)

Yine dedi ki: 'Habib o kimsedir ki habibinin hoşuna gitmeyen birşeye girişmez!

Tevbe edenin iki meyvesi vardırOnların birincisi, günahları telafi etmektirÖyle ki kişi günahı olmayan bir kimse gibi olurO meyvelerin ikincisi ise, yüksek derecelere varmaktırÖyle ki Habib ve Dost olur.

Günahların kefaretlendirilmesinin de dereceleri vardırBazısı tamamen günahın kökünü kazımaktırBazısı günahı hafifletmektirBu da tevbe derecelerinin değişikliği ile değişir. (Mesela) kalben yapılan istiğfar, sevaplarla, geçmiş günahları telâfi etmek her ne kadar derecelerin öncelerinde ısrar etmenin düğümünü çözmekten uzak ise de temelinden faydasız değildirBu bakımdan varlığını yokluğu gibi zannetmek uygun değildirMüşahede ehli ve kalp erbabı şüphesiz bir bilgi ile bilmişlerdir ki 'Kim zerre mikkarı bir hayır işlerse, onun mükafatını görecektir' (Zilzâl/7) âyet-i celîlesi doğrudur ve hayrın bir zerresi bile faydadan uzak değildir.

Nitekim terazinin bir kefesine atılan bir arpa tanesinin tesir etmekten uzak olmadığı gibi. . . Eğer birinci arpa tesir etmekten uzak olsaydı, ikincisi de onun gibi olurdu ve böylece terazi, tanelerin artırılmasıyla ağır basmazdıOysa ağır basmaması mümkün değildirSevapları, terazisi ağırlaşıp günahlara ağır basıncaya kadar hayırların zerreleriyle ağırlık temin ederBu bakımdan sakın ibadetlerin zerrelerini küçümseyip de yapmamazlık etme! Günahların da zerrelerini küçümseyip onları yok sayma! Tıpkı ahmak kadın gibi her saat ancak bir ipe gücü yettiğini ileri sürerek yün eğirmeyi bırakıp şöyle der: 'Bir saatte eğrilen bir ipten ne zenginlik elde edilebilir? Bu kadar bir eğirmekten elbisede ne gibi bir tesir meydana gelir?'

Oysa ahmak kadın bilmez ki dünyanın bütün elbiseleri bu şekilde eğirilmiş de meydana gelmiştirAlemin cisimleri, aktarın genişliğine rağmen, zerre zerre toplanmış ve meydana gelmiştirMadem ki durum budur, o halde Allah'a yalvarmak, kalp ile günahın affını talep etmek, Allah katında asla zayi olmayacak bir sevaptır.

Ben derim ki: Dil ile yapılan istiğfar da sevaptır; zira gafletten de gelse, dilin istiğfarla kıpırdatılması, aynı saatte bir müslümanın gıybetiyle veya fuzulî bir konuşmakla kıpırdatılmasmdan daha hayırlıdırSusmaktansa istiğfar etmek daha hayırlıdırSükûta nisbeten istiğfar etmenin fazileti anlaşılmış olduAncak dil ile yapılan istiğfar, kalp ameline nisbeten eksiktir.

Bu sırra binaen biri Şeyh Ebû Osman el-Mağribî'ye75 şöyle dedi: 'Benim dilim bazı durumlarda, kalbim gâfil olduğu halde zikreder, Kur'ân okur. (Acaba bunun sevabı var mıdır?) ' Şeyh Osman 'Senin azalarından birini hayırda kullanıp ona zikri âdet eden, onu serde kullanmayıp ve fuzulî'yi ona âdet etmeyen Allah'a şükret!' dedi.

Ebû Osman'ın söylediği hakikatin ta kendisidirÇünkü azaları hayır yapmaya alıştırmalıdır ki hayır işlemek, onlara tabii bir durum olsun! Bu alıştırma birçok mâsiyeti defederBu bakımdan başkasından yalanı duyduğu zaman diline istiğfar etmeyi âdet edinen bir kimsenin dili, bu âdetine durmadan sebkat eder ve estağfirullah derDiline fuzulî konuşmayı âdet edinen bir kimsenin dili 'Sen ne ahmaksın! Senin yalanın ne çirkindir!' (gibi) söze sebkat ederHerhangi bir şerirden şerrin başlangıçları görüldüğü zaman, istiâze etmeyi âdet edinen bir kimse dilin sebkat hükmüyle Neuzübillâh (Allah'a sığınırım) derFuzulîleri konuşmayı âdet edinen bir kimse 'Allah ona lanet etsin!' der ve böylece birinde günahkâr olup birinde selâmet kalırOnun selâmeti diline hayrı alıştırmanın eseridir.

Çünkü Allah güzel amel edenlerin mükafatını zayi etmez. (Tevbe/120)

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmezEğer zerre kadar bir iyilik olursa onun sevabını kat kat artırırAyrıca kendi katından büyük bir mükafat verir. (Nisâ/40)

Dikkat et! Allahü teâlâ nasıl onun sevabını kat kat vermiştir! Çünkü o, gaflet halindeki istiğfarı diline âdet etmiş, dolayısıyla onunla gıybet, lanet okuma, fuzulî konuşma gibi serleri defetmiştirİşte bu sevap, dünyada ibâdetlerin en azma karşı verilen kat kat sevaptırÂhirette karşılığı eğer bilseler daha büyük olacaktırBu bakımdan ibâdetlerde sadece mücerred âfetlere bakıp onlardaki rağbetinin gevşemesinden şiddetle kaçın! Zira böyle bir gevşeme bir hiledirO hileyi şeytan lanetinden ötürü mağrur kimselerin gözünde süslü göstermiştirOnlara basiret sahipleri olduklarının hayalini vermiştirGizlileri sezen kimseler oldukları hülyasını kafalarına koymuşturBu bakımdan onlara 'Kalbin gafletiyle beraber dille yapılan zikirde ne hayır vardır?' dedirtmiştirBöylece halk, bu hile hususunda üç kısma ayrılmıştır: Nefsine zulmeden, normal hareket eden ve hayırlara koşan!

Hayırlara koşan kişi, şeytana 'Ey mel'un! Sen doğru söyledinFakat bu kendisiyle bâtıl kastedilen hak bir sözdür! Şüphe yoktur ki seni iki defa azaba garkedeceğimİki yönden senin burnunu kıracağımBen dilin hareketine kalbin hareketini de ekleyeceğim' der! Bu kimse tıpkı şeytanın yarasına tuz serpmek suretiyle şeytanı tedavi eden bir kimse gibidir.

Mağrur zâlime gelince, o nefsinde bu inceliği sezdiğini tahayyül eder. Sonra kalben ihlasa varmaktan aciz kalırBöylece dili zikre alıştırmayı da terkederBu bakımdan şeytanın isteğini yerine getirirGururun ipiyle kuyuya dalar ve böylece şeytanla arasındaki ortaklık tamam olur.

Nitekim bir darb-ı meselde şöyle denilmiştir:

Kap kapağına uygun geldi ve boynuna sarıldı!76

Normal hareket edene gelince, o kalbini amelde (dile) ortak yapmak suretiyle şeytanın burnunu kırmaya muktedir olamazKalbe nisbeten dilin hareketinin eksik olduğunu sezerFakat susmaya ve fuzulî konuşmaya nisbeten dilin istiğfara hareket etmesinin kemâl olduğuna da kanaat getirirBöylece dil ile istiğfar etmeye devam eder ve Allahü teâlâ hayrın âdet edinilmesi hususunda kalbin diliyle beraber olmasını diler.

Bu bakımdan hayra koşan insan, dokuma tezgâhım zemmederek bırakan ve kâtip olan bir kimse gibidirNefsine zulmedip geri kalan ise, dokuma tezgâhını tamamen terkedip süpürgeci olan kimse gibidirNormal hareket eden ise, yazmaktan aciz olup 'Ben dokumacılığın kötü olduğunu inkâr etmemFakat dokumacılık, süpürgeciliğe nisbeten değil de kâtipliğe nisbeten kötüdürBen katiplikten aciz olduğum zaman dokumacılığı bırakmam' diyen bir kimse gibidirBu sırra binaen Rabiat'ül-Adeviyye şöyle demiştir: 'Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır!'

Rabiat'ül-Adeviyye'nin dil hareketini Allah'ın zikri olduğundan dolayı kötülediğini sanmayasınAksine Rabia Hatun, kalbin gafletini kötülemektedirBu bakımdan kişi dilinin hareket etmesinden değil, kalbinin gafletinden dolayı istiğfar etmeye muhtaçtır.

Eğer kalbinin istiğfar etmekten sustuğu gibi, dili de istiğfar etmekten susarsa, o vakit bir istiğfara değil iki istiğfara muhtaç olurKötülenenin kötülenmesini, övülenin de övülmesini böyle anlaman uygundurAksi takdirde şu sözün mânâsını anlamamış olursun: 'Ebrârın haseneleri (sevapları) , mukarreblerin günahlarıdır!' Yani ebrarın sevapları, mukarrebler için günah sayılır; mukarrebler onları işlediği zaman, sevap değil günah işlemiş sayılır; zira bunlar başkasına nisbeten ve izafeten sabit olan şeylerdir.

Bu bakımdan bunları izafesiz edinmek uygun değildirSenin için uygun olan, ibâdetlerinin de, günahlarının da zerresini dahi hakir saymayıp küçümsememektir.

Bu sırra binaen Cafer-i Sâdık (radıyallahü anh. ) şöyle demiştir: Allah üç şeyi üç şeyde gizlemiştir: 'Rızasını ibâdetinde. . . ' Bu bakımdan siz ibâdetten hiçbir şeyi küçümsemeyinizUmulur ki Allah'ın rızası o küçümsediğiniz ibâdettedir'Öfkesini mâsiyette. . . ' Bu bakımdan siz, mâsiyetten hiçbir şeyi küçümsemeyinUmulur ki Allah'ın öfkesi oradadır'Velayetini kullarında. . . ' Bu bakımdan siz, kullardan hiçbirini küçümsenıeyinizUmulur ki o Allah'ın velîsidir.

Câfer-i Sâdık bu üç şeye sunu da ekleyerek şöyle demiştir: İcabetini (kabul etmesini) duada gizlemiştir'Bu bakımdan duayı terketmeyinizUmulur ki Allah'ın icabeti ondadır!

69) Sünen Sahipleri

70) İbn Merduveyh, Beyhâkî

71) Beyhâkî

72) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)

73) İbn Eb'id-Dünya

74) Dualar bölümünde geçmişti

75) Adı Ebû Osman Said b. Kelâm'dır.

76) Bu mânâ Zemahşeriye aittir. İbareye başka şekilde mânâ verenler de vardır.

31-4

Tevbe'nin Deva Olması ve Günahta Israr Düğümünün Çözülmesi

İnsanlar iki kısımdır:

Birincisi: Hevasına uymayıp, kötülüklerden kaçan ve iyiliklere devam eden gençtirO genç hayırlar üzerinde ve şerden korunma atmosferinde büyümüştürBu genç hakkında Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:

Gençliğin taşkınlığına kapılmadan kendini ibadete verip isyan etmeyen gence, Allahü teâlâ hayranlık duyar77

Böyle genç pek ender bulunur.

İkinci kısım: Günah işlemekten uzak değildir. Sonra bunlar da günahlarda ısrar edenler ile günahlardan tevbe edenler diye iki kısma ayrılırlarBizim buradaki gayemiz ısrar düğümünü çözmekteki tedavi formülünü ve buradaki devayı zikretmek ve belirtmektir.

Tevbe'nin şifası, ancak ilacı ile hasıl olurHastalığı teşhis etmeyen ilacı tayin edemez; zira ilacı bilmek, hastalık sebeplerini ve zıdlarmı bilmektirBu bakımdan bir sebepten meydana gelen hastalığın devası; o sebebi çözmek, kaldırmaktırBirşey ancak zıddıyla iptal edilirIsrarın sebebi gaflet ve şehvettirGaflete ancak ilim zıd düşerŞehvete de şehveti tahrik eden sebeplerin kesilmesine sabır göstermek zıd düşerGaflet, günahların başıdır.

Onlar, Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdirİşte bunlar gâfil olanlardırElbette onlar âhirette hüsrana uğrayacaklardır. (Nahl/106-109)

Bu bakımdan tevbe'nin devası, ancak ilmin tadından ve sabrın da acılığından yoğurulmuş bir macundurNasıl ki Sekencebin denilen madde şekerin tatlılığı ile sirkenin ekşiliğinden meydana geliyorsa ve bu maddelerin karışımı ile tedavi yapıldığında herbirinden başka bir maksat beklenir.

Çünkü safrayı tahrik eden sebepleri yok ederişte aynen bunun gibi, kalpte bulunan 'ısrar hastalığının' ilâcını anlamak gerekirMadem ki durum budur, o halde bu ilacın iki aslî maddesi vardırOnların biri ilim, diğeri sabırdırElbette bunların ikisinin beyanı da lâzımdır.

Soru: Her ilim ısrar düğümünü çözmeye elverişli midir yoksa özel bir ilim mi lâzımdır?

Cevap: İlimlerin tümü, kalplerin hastalıklarına devadırlarFakat her hastalığın özel bir ilmi vardırTıp ilminin özel olarak, hastalıkların tedavisine mahsus olması gibiHer illetin özel bir ilmi vardırGünahta ısrar etmenin devası (veya hastalığı) da böyledirBu bakımdan biz, beden hastalıklarının durumuna göre o ilmin özelliğini zikredelim ki anlayışa daha yakın olsunHasta bir kimse, birkaç şeyi tasdik etmey muhtaçtır.

Birincisi, hastalığın ve sıhhatin birtakım sebeplerinin olduğunu kendi ihtiyarıyla o sebeplere müsebibleri tarafından tertiplendiği üzere vâsıl olunduğunu, tasdik edip doğrulamaktırBu inanç tıbbın aslına olan inançtır; zira tıbba inanmayan bir kimse, ilâçla meşgul olmazBöyle bir kimseye helâk gerekli olurBizim tedkik ettiğimiz hususta bunun karşılığı şeriatın esasına îman etmektir.

Şöyle ki: Âhiretteki saadetin bir sebebi vardırO da ibadet ve itaattirŞekavetin de bir sebebi vardırO da günah ve isyandırİşte bu, şeriatların aslına îman etmenin ta kendisidirBöyle bir îmanın, ya tahkik veya taklid yönünden hâsıl olması lâzımdırBu iki çeşit de îmanın cümlesindendir. (Bu hüküm, ehl-i sünnet mezhebine ve taklidî îmanın sahih olduğuna bînaendir) .

İkincisi, hasta olan kimsenin belli bir doktor hakkında tip ilmini bildiğine, o ilimde mahir olduğuna, hile yapmadığına kesinlikle inanmasıdır; zira hastanın bu tür bir inancı olmadıktan sonra, sadece tıbbın aslının varlığına inanması, kendisi için fayda vermezİncelediğimiz konuda bunun karşılığı Hazret-i Peygamberin bütün söylediklerinin hak ve doğru olduğuna, içinde yalan olmadığına îman etmektir.

Üçüncüsü, elbette hastanın, doktorun kendisine sakıncalı gösterdiği meyveler ve çoğu zaman zarar verici sebepler hususunda doktora kulak vermesi lâzımdır ki korunmayı terketmesi hususunda korku kendisine galip gelsin ve dolayısıyla korkunun şiddeti kendisini korumaya ve perhiz yapmaya şevketsinDinde bunun karşılığı, takvaya teşvik eden, günah işlemeyi ve hevaya tâbi olmayı sakıncalı gösteren ayetlere ve hadîslere kulak vermektir.

Bunlardan kulağına geleni, şeksiz ve şüphesiz doğrulamaktır ki tedavide son temel olan ve sabretmeye sebep olan bir korku meydana gelsin.

Dördüncüsü, hastalığına mahsus hususlarda ve bizzat perhiz edeceği hususta kendisine lâzım olan şeylerde doktora kulak vermesidir ki doktor ona önce fiillerinden ve hallerinden, yiyeceğinden ve içeceğinden kendisine zarar vereni tafsilatlı bir şekilde tanıtsın.

Bu bakımdan her hastaya herşeyden perhiz etmek gerekmez ve her ilâcı almak fayda vermezAksine her özel illetin özel bir ilmi, özel bir ilâcı vardırDinde bunun misali, her kul, her şehvetle mübtelâ olmazHer günahı işlemezAksine her Mü'minin özel bir günahı veya özel olan günahları vardırOnun hâlihazırda onların günah olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onların âfet ve zararlarının miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onlara sabretmenin nasıl olacağını, daha sonra da onlardan daha önce işlediklerini nasıl telafi edeceğini bilmeye ihtiyacı vardırİşte bunlar birtakım ilimlerdirDin tabibleri ancak bu ilimleri bilir ve bu ilimler onların ihtisas sahasıdırOnlar peygamberlerin vârisleri olan âlimlerdirBu bakımdan âsi bir kimse, eğer günahını bilirse ona, doktordan ilâç talep etmek gerektirDoktor da âlimdirEğer yapmış olduğunun günah olduğunu bilmezse, âlimin onu ikaz etmesi lâzımdır.

Her âlim bir iklimi veya bir beldeyi veya bir mahalleyi veya bir mescidi (bir meşhedi) 78 gözetmelidirBuraların ehline dinlerini öğretmelidirOnlara zarar vereni, fayda verenden ayırmalıdırSaadeti gerektirenden şekaveti gerektireni ayırmalıdırOnlar kendisinden gelip soruncaya kadar ses çıkarmaması uygun değildirAksine halkı, dinlerini sormak için davet etmesi gerekirÇünkü âlimler, peygamberlerin vârisleridirPeygamberler halkı cehaletleriyle başbaşa bırakmamışlardırAksine halkın toplantı yerlerine gidip Allah'a çağırmışlardırBaşlangıçta halkın kapılarınım gezmiş, onları teker teker aramış, irşad etmişlerdir; zira kalpleri hasta olanlar hastalıklarını bilmezlerYanında ayna olmayanın yüzündeki alacalığı bilmediği gibi. . . Bu vazifeyi yapmak bütün âlimler için farz-ı ayn'dır.

Bütün sultanlara (idarecilere) her köşe, her mahalleye dindar" bir fakîhi tayin etmek, o fakîhin halka dinlerini öğretmesini temin etmek gerekir; zira insanlar cahil olarak doğarlarMutlaka dinin aslında, ferinde onlara daveti tebliğ etmek gerekirDünya hastalar evidir; zira yeryüzünün karnında ölüler, sırtında da hastalar vardırKalp hastaları beden hastalarından daha fazladırlarAlimler doktorlardırSaltanat sahipleri de hastahaneleri yapıp düzenleyenlerdirBu bakımdan âlimlerin tedavisini kabul etmeyen bir hasta, sultana, şerrinden emin olunmak için teslim edilirTıpkı doktorun perhiz yapmayan bir hastayı veya deli olan bir hastayı zincirlerle bağlamak ve kelepçe vurmak için hastabakıcılarına teslim edip onun şerrini hem kendisinden, hem de diğer insanlardan menettiği gibi. . . Kalp hastalarının beden hastalarından daha fazla olmaları üç illetten ileri gelir:

Birincisi; hasta kimse, hasta olduğunu bilmez.

İkincisi; onun neticesi bu âlemde (gözle) görülmezFakat beden hastalığı böyle değildirOnun sonucu gözle görülen bir ölümdürTabiat bu ölümden ürkerÖlümden sonraki durum güzel görülmemektedirGünahların sonu kalbin ölümüdür! Bu ise, bu âlemde görülmez.

Bunun için günah işleyen bildiği halde yine de günahlardan ürkmezBu sırra binaen günahkârın kalp hastalığında Allah'ın faziletine yaslandığını, bedenin hastalığını tedavi etmekte, hiçbir şeye yaslanmadan var kuvvetiyle gayret sarfettiğini görürsün.

Üçüncüsü ki müzmin bir hastalıktır doktorun olmamasıdır; zira doktorlar âlimlerdir.

Şu asırda âlimler şiddetli bir hastalığa tutulmuşlardır! Kendi hastalıklarını tedavi etmekten aciz kalmışlardırHastalığın umumî olması onlar için bir teselli olmuştur.

Böylece eksikleri ortaya çıkmazBundan dolayı onlar halkı dalâlete götürmeye ve halkın hastalığını artıran şeyleri halka işaret etmeye mecbur oldular; zira helâk edici hastalık, dünya sevgisidirOysa bu hastalık doktorlara (âlimlere) galip gelmiştir! Onlar artık halkı bundan sakındırmaya güç yetirememektedirlerKendilerine 'Size ne oluyor ki ilâcı (ve tedaviyi) emrediyor, nefislerinizi unutuyorsunuz' denmesinden çekinerek bunu yapmamaktadırlar! Bu sebepten ötürü hastalık halk arasında umumîleşti, veba büyüdü, tedavinin sonu kesildiDoktorların (âlimlerin) olmamasından dolayı halk helâk olduAksine (âlimler) doktorlar idlal etmenin (saptırmanın) ilimlerini elde etmekle meşguldürlerKeşke onlar, konuşmayıp susmuş olsaydılarÇünkü onlar konuştukları zaman, ancak halk tabakasını tergib eden ve halkın kalbini kendilerine celbeden noktalarla ilgilenirlerOnlar bu hedefe ancak ümit vermek, ümidin sebeplerini korku sebeplerinden daha galip göstermek, rahmetin delillerini zikretmekle varabilirlerZira bunları zikretmek kulaklara daha hoş ve tabiatlara daha hafif gelir.

Böylece halk, vaaz meclislerinden, günaha cüretkârlık yapmayıAllah'ın faziletine fazlasıyla güvenmeyi öğrenerek dağılırlarNe zaman doktor cahil veya hain olursa, tedavi ile helâk ederÇünkü ilâcı yerinde kullanmazBu bakımdan ümit ve korku iki ilâçtırlar.

Fakat bu iki ilâç, illetleri zıd olan iki şahıs içindirlerKorkudan ötürü, dünyayı tamamen terkeden, nefsine gücü yetmeyeceği şeyleri yükleyen ve nefsini tamamen daraltacak derecede korku kendisine galip gelen bir kimseye ümit vermek gerekirÇünkü o korku ancak bununla kırılır, itidale dönebilir.

Böylece günahlarda ısrar edip tevbe etmek isteyen fakat ümitsizliğe ve daha önce yapmış olduğu günahlarını büyük saymaktan dolayı ye'se kapılıp tevbeden uzak duran bir kimse de ümitle tedavi edilir ki tevbe'ııin kabulü hususunda ümitvar olup tevbe etsin!

Ümidin sebeplerini zikretmeden önce, günahlara alabildiğine dalan ahmaklığın tedavisine gelince, bu tedavi şifayı talep etmek gayesiyle fazlasıyla bal alıp tansiyonu yükselen bir kimsenin durumuna benzerBu, cahil ve ahmakların âdetidir, Madem ki durum budur, o halde doktorların fesadı (hastalığı) asla tedavi kabul etmeyen müzmin ve öldürücü bir hastalıktır.

Soru: Vaizin halkla beraber vaazda tâkib edeceği yolun ne olduğunu zikreder misiniz?

Cevap: Bu, oldukça uzarBunu saymak mümkün değildirEvet! Israrın düğümünü çözmekte ve halkı günahları terketmeye teşvik etmekte fayda veren şeylere işaret edelimBunlar dört şeydir:

1) Günahkârları korkutan Kur'ân ayetlerini, hadîslerde ve eserlerde vârid olup inzâr edici rivâyetleri zikretmektir.

Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktur ki iki melek, dört sesle, bir birlerine cevap vermesinOnlardan biri der ki: 'Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratılmasaydı!' Diğeri 'Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratıldıkları zaman niçin yaratıldıklarını bilmiş olsaydılar'Başkası der ki: 'Ah, ne olurdu, keşke onlar ne için yaratıldıklarını bilmediklerinde bâri bildikleriyle amel etmişlerdir.

Hadîs bazı rivâyetlerde şöyledir: 'Keşke onlar bir arada otursaydılarBildiklerini müzakere etseydiler Diğeri der ki: 'Ah, ne olurdu, keşke onlar bildikleriyle amel etmedikleri için bari amel ettiklerinden tevbe etseydiler'79

Seleften biri şöyle der: "Kul günah işlediği zaman, sağ tarafındaki meleği, sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona şöyle emreder: 'Altı saat o günahı yazma!' Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa o günah defterine yazılmazEğer istiğfar etmezse, altı saatten sonra, o günahı yazar".

Yine seleften bir zat şöyle demiştir: Kul günah işlediği zaman üzerinde bulunduğu yer kendisini yutmak hususunda izin ister! Üstünde bulunan semâ parçalanıp üzerine düşmek hususunda izin ister! Allahü teâlâ yer ve göğe der ki: 'Benim kulumdan uzak durunuz! Ona mühlet veriniz! Zira onu siz yaratmış değilsinizEğer siz onu yaratmış olsaydınız muhakkak ona şefkat gösterirdinizKulumun bana dönüş yapması umulur, o zaman ben de onu bağışlarımUmulur ki kulum, yaptığı günahın yerine sâlih bir amel işler, ben de o kötülüğü iyiliklere tebdil ederim'.

Andolsun ki zeval bulurlarsa onları O'ndan başka kimse tutamazGerçekten O halîmdir azap için acele etmez! Çok bağışlayıcıdır. (Fâtır/41)

Mühür, arşın ayaklarından birine (veya ayağına) asılıdırAllah'ın yasakları, ihlâl edildiği, haramları helâl sayıldığı zaman, Allah o mührü gönderir, kalplerin içindeki şeylerle beraber kalpleri onunla mühürler80

Kalp, açık bir el gibidirNe zaman kul bir günah işlerse bir parmak kapanırBütün parmaklar kapanmcaya kadar kalbin açıklığı devam eder, Bütün parmaklar kapandığında kalp kapanırİşte mühür bunun ta kendisidir81

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Kul ile Allah arasında günahlardan malûm bir hudûd vardırKül o hududa vardığı zaman, Allah onun kalbini mühürlerOndan sonra da onu hayra muvaffak etmez'.

Tevbe edenlerin övülmesi ve günahkârların kötülenmesi hususunda sayılmayacak kadar hadîs ve eser vârid olmuşturBu bakımdan vâiz bir kimse, eğer Hazret-i Peygamberin vârisi ise, bu haber ve eserlerden çokça zikretmesi uygundurZira Hazret-i Peygamber, miras olarak altın ve gümüş bırakmamıştırAncak geride ilim ve hikmet bırakmıştırHer âlim, isabet ettiği kadar, o terekeden nasibini almıştır.

2) Peygamberlerin ve selef-i salihînin hikâyelerinin ve günahlarından82 dolayı başından geçen maceraların halkın kalbine şiddetli tesir edip fayda verecekleri güneşten daha barizdirÂdem'in (aleyhisselâm) isyanmdaki durumları ve cennetten atılması gibi. . . Hatta rivâyet ediliyor ki Âdem (aleyhisselâm) yasak ağaçtan yediği zaman, onun bedeninden cennet zînetleri uçtularAvret yerleri göründüBu bakımdan başındaki mücevherlerle süslenmiş taç ve cevherler utanarak başından uçmadılarCebrâil (aleyhisselâm) yanına gelerek başından tacı aldıMikâil de alnından cevherleri çözdüArşın üstünden ona şöyle seslenildi: 'Benim komşuluğumdan inin! Zira bana isyan eden bana komşuluk yapamaz'

Râvî der ki: Âdem (aleyhisselâm) ağlayarak Havva'ya baktı ve şöyle dedi: 'İşte günahın ilk uğursuzluğu bizi Allah'ın komşuluğundan çıkarmasıdır!'

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Süleymân83 (aleyhisselâm) evindeki kadınlardan birinin isteği üzerine yaptırdığı babasının resmine, bu kadın kırk gün gizli olarak ibadet ettiği ve Hazret-i Süleymân buna sebebiyet verdiği için azarlanmıştır.

Diğer bir rivâyette; Cerad isminde sevdiği bir kadın, bir davanın kendi akrabaları lehine karara bağlanmasını istediHazret-i Süleymân söz verdi, fakat öyle hüküm vermediDiğer bir rivâyette de 'Bu kadının babasının lehine hüküm vermeyi içinden geçirmişti' şeklindedirİşte bu sebepten ötürü cezaya uğradı, kırk gün saltanattan uzaklaştırıldıEl açar dilenirdi, fakat kimse kendisine birşey vermezdiBen Süleymanım, beni doyurun' dediği zaman kendisini dövüp kovarlardıYine bir gün, bir hanımının evinden yemek istediHanımı onu kovdu ve onun yüzüne tükürdüBir rivâyette de ihtiyar bir kadın sidik dolu bir testiyi çıkanıp onun başına döktüBu durumlar devam ettiSonunda Allahü teâlâ, Süleyman'ın mühürünü balığın karnından çıkardıCezanın kırk günü bittikten sonra mührü parmağına geçirdi84 Yüzüğü parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılarCinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılarKendisine karşı suç işleyenlerden bazıları kendisinden özür diledilerO da 'Daha önce yaptığınızdan dolayı sizi kınamamŞimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmemBu bir emirdirGökten geldi muhakkak olacaktır!' dedi.

İsrâiliyat'ta şöyle rivâyet ediliyor: Adamın biri başka bir beldeden bir kadınla evlendi ve onu getirmesi için kölesini gönderdiKadın yolda köleye zina teklifinde bulundu ve ısrar ettiKöle ise kadınla mücadele edip korunduBunun üzerine Allahü teâlâ, o köleyi, takvasının bereketinden ötürü İsrâiloğulları'na peygamber yaptı.

Hazret-i Mûsa Hızır'a 'Allah seni gayb ilmine ne ile muttali kıldı?' diye sorduHızır da 'Allah için günahları terketmekle. . . ' karşılığını verdi.

Rivâyet ediliyor ki bir gün rüzgâr, Hazret-i Süleymân'ı gitmek istediği yere götürüyorduBu sırada Hazret-i Süleymân (aleyhisselâm) yeni gömleğine bakıp onu beğenir gibi olduBunun üzerine rüzgâr derhal Hazret-i Süleymân'ı yere bıraktı! Hazret-i Süleymân 'Niçin böyle yaptın? Ben sana beni bırakmanı emretmedim ki' deyince rüzgâr 'Biz ancak Allah'a itaat ettiğin sürece sana itaat ederiz!' karşılığını verdi.

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, Hazret-i Yakub'a (aleyhisselâm) vahiy göndererek 'Seni evladın Yûsuf tan niçin ayırdığımı biliyor musun?' diye sorduHazret-i Yakub 'Hayır, bilmiyorum!' dediAllahü teâlâ "Senin, Yûsuf un kardeşlerine 'Sizin gâfil olduğunuz bir sırada kurdun gelip onu yemesinden korkuyorum' deyişinden dolayı aranıza bu ayrılığı soktumKurdun gelip onu yemesinden korktun da benden ümidini kestinNeden kardeşlerinin gafletine bakıp da benim onu koruyamayacağımı düşündün? Peki Yûsuf u sana niçin tekrar bahşettin: biliyor musun?" buyurduYakub 'Hayır!' deyince Allahü teâlâ şöyle buyurdu; Çünkü sen rica ettin ve şunları söyledin:

Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir! (Yûsuf/83)

Ey oğullarım!* Gidin de Yûsuf ve kardeşinden, iyice araştırarak (haber getirin) ! Allah'ın lûtfundan ümidinizi kesmeyin! (Yûsuf/87)

Allahü teâlâ, Yusufun (aleyhisselâm) Mısır melikinin adamına (hapishane arkadaşına) söylediği "Beni efendinin (kralın) yanında an (suçsuzluğumu ona hatırlat!) " sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur: Şeytan Yûsuf a Rabb'inin zikrini unutturdu da bundan dolayı zindanda birkaç sene durdu. (Yûsuf/42)

Bu gibi hikâyeler sayılamayacak kadar çokturKur'ân ve hadîsler bu hikâyeleri laf olsun diye zikretmemiştirBilakis bu hikâyelerden gaye insanların ibret almaları ve hakikatleri görmeleridir ki peygamberlerin küçük günahlarının (zellelerinin) bile bağışlanmadığını bilsinler! Bu durumda peygamber olmayanların büyük günahlarından nasıl vazgeçilir? Evet peygamberlerin saadeti, işledikleri küçük günahlara karşılığını bu dünyada görmelerinde ve cezaların âhirette tehir edilmemesindedirŞakî kimselere gelince, Allahü teâlâ günahları daha da artsın diye, bunlara mühlet vermekte; âhiret azabı daha şiddetli ve daha büyük olduğundan onların azaplarını tehir etmektedirBuna benzer sözlerin, hikâyelerin günahta ısrar edenlerin kulağına çokça gelmesi gereklidir; zira Allah'ın izniyle bunlar, insanları tevbeye teşvik ettiğinden çok faydalıdır.

3) İnsanların zihinlerinde günahlarının cezasının bu dünyada derhal verileceği fikrinin ve 'Kulun başına gelen musibetler suçları yüzündendir' kanaatinin yerleşmesidirNice kul vardır ki âhirette verilecek cezalara pek aldırmaz; cehaletinin çokluğundan dolayı Allah'ın bu dünyada vereceği cezalardan daha fazla korkarBu bakımdan böyle bir kulun bu şekilde korkutulması daha uygundur.

Davud ve Süleyman (aleyhisselâm) kıssasında olduğu gibi, çoğu zaman günahların cezası bu dünyada hemen verilirHatta günahlarından ötürü bazen kulun rızkı bile daralırHalk arasındaki mertebesi düşerDüşmanları kendisine galip gelir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kul (bazen) , işlediği günahtan dolayı rızıktan mahrum olur85

İbn Mes'ûd da 'Zannediyorum kul, işlediği günahtan dolayı ilmi unutur!' demiştirİbn Mes'ûd'un bu sözü, şu hadîs-i şerifin mânâsındadır:

"Bir günah işleyen kimseden, bir daha geri dönmemek üzere bir akıl (ilim) ayrılır86

Seleften bir zat şöyle buyurmuştur: 'Lânet yüzde görülen bir siyahlık ve malda görülen bir eksiklik değildirLânet ancak bir günahtan çıkmadan, benzeri veya daha şerli bir günaha girmektir!'

Selefin bu sözleri çok doğrudurÇünkü lânet, (ilahî rahmetten) kovulmak ve uzaklaştırılmaktırBu bakımdan hayra muvaffak olamayan ve kolayca kötülük yapabilen kimse ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış demektirTevfîk rızkından mahrum olmak, mahrumiyetin en büyüğüdürHer günah insanı başka bir günaha davet eder ve böylece günahlar katmerleşirBu bakımdan kul işlediği günahtan dolayı günahları hor gören, âlimlerin ve salihlerin mecli sinden ibaret olan faydalı rızkından da mahrum olurHatta sâlih kimselerin de buğzetmeleri için Allahü teâlâ böyle kimselere buğzeder.

Ariflerden biri çamurlu bir yolda, elbiselerini toplayıp ayağının kaymasından sakınarak yürüyorduBu durum, ayağı kayıp düşünceye kadar devam ettiDüştükten sonra artık korunmaya gerek görmeksizin gelişi güzel yürümeye başladıBir yandan da ağlayarak şöyle diyordu: 'Benim bu düşüşüm, kulun hâline benzerŞöyle ki: Kul, durmadan günahlardan sakınır ve uzaklaşırAncak bir veya iki günah işleyince, artık alabildiğine günahlara dalar'.

Bu söz, günahın cezasının, insanı başka bir günaha çekmek suretiyle daha bu dünyada iken verildiğine işarettirBu sırra binaendir ki Fudayl bIyâz şöyle demiştir: 'Senin zamanın bozulduğundan ve arkadaşlarının katılaşmasından duyduğun sıkıntılar, sana günahların tarafından miras bırakılmıştır'.

Bir zât şöyle buyurmuştur: 'Ben merkebimin huysuzluğunda bile günahımın cezasını görürüm'.

Bir başkası da şöyle demiştir: 'Ben günahımın cezasını evimin farelerinde bile görürüm'.

Şam sûfîlerinden biri şöyle anlatıyor: "Bir gün güzel yüzlü bir hristiyan çocuğu gördümDurup ona hayranlıkla bakmaya başladımO sırada Dimeşkli İbn Celâ yanıma gelerek elimden tuttuBunun üzerine utanarak 'Ey Ebû Abdullah! Sübhanallah! Ben bu güzel yüze, bu ince sanata hayran oldumBunun ateş için yaratılmış oluşuna şaşıyorum' dedimBu sözlerim üzerine İbn Celâ elimi sıktı ve 'Bunun cezasını bir zaman sonra muhakkak göreceksin!' dediGerçekten de otuz sene sonra bunun cezasınaçarpıldım!"

Ebû Süleyman ed-Dârânî 'İhtilâm olmak bir cezadır' buyurmuşturBir keresinde de 'İnsan, cemaat namazını, ancak işlemiş olduğu bir günahtan dolayı kaçırır' demiştir.

Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Zamanınızdan inkâr ettiğiniz (hoşunuza gitmeyen) şeyler, muhakkak ifsâd ettiğiniz (bozduğunuz) amellerinizden ötürü meydana gelmiştir87

Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:

Şehvetini benim taatime tercih eden kuluma vereceğim cezaların en küçüğü, onu münacaatımın lezzetinden mahrum etmekliğimdir!88

Ebû Amr bUlvan, uzun bir kıssada şöyle anlatır:

"Bir gün ayakta namaz kılıyordumAniden kalbimde bir arzu uyandıBunu uzun uzadıya düşünürken sonunda şehvetim kabardıBundan dolayı yere düştüm: Bütün bedenim simsiyah kesildiBu olay üzerine üç gün dışarı çıkmadımBu arada giderebilmek için sabunla yıkandığım halde siyahlık gittikçe artıyorduBu durum üç günden sonra kaybolduO sırada Rikka'da (Irak'ta bir yerdir) oturuyordumBir gün, beni yanına çağıran Cüneyd-i Bağdadî'ye gittimOraya vardığım zaman Cüneyd bana 'Allah'tan korkmadm mı? O'nun huzurunda dimdik durduğun halde nefsine bir şehvet koydunÖyle ki bu şehvet seni istilâ edip Allah'ın huzurundan çıkardıEğer ben senin için Allah'a yalvarmasaydım, sana vekâleten tevbe etmeseydim sen Allah'a o siyahlıkla kavuşacaktın!' dediBen Rikka'da, Cüneyd de Bağdad'da olduğumuz halde benim bu durumumu nasıl bildiğine hayret ettim. (Ona bu durumu bildiren Allah'dır) ".

Biliniz ki kul, herhangi bir günah işlediğinde kalbinin yüzü siyahlaşırEğer günah işleyen, said bir kimse ise, günahtan sakınsın diye, bu siyahlık bedeninin zahirinde de görünürYok eğer şakî ise, günahlara daha fazla dalsın ve ateşe müstehak olsun diye bu siyahlık kendisinden gizlenirGünahların bu dünyada fakirlik, hastalık ve benzerleri gibi âfetlere yol açtığı hakkında gelen haberler pek çoktur.

Günahın dünyadaki cezalarından biri de kişinin günahı işledikten sonra onun sıfatını kazanmasıdırKişi neye mübtelâ olursa, o şey kendisi için ceza olurBahtsızlığının (şekâvet) katmerleşmesi için rızkın güzelinden mahrum olurEğer kendisine bu durumda bir nimet verilirse bu bir istidrâc (kandırma ve oyalama) olurDahası nankörlüğünden dolayı, cezaya çarptırılması için fikrin güzelinden mahrum olur.

İtaatkâr (mutî) kimselere gelince; böylelerinin her nimetin şükrünü edâ edebilmesi başına gelen her belânın günahlarının keffareti olması ve derecelerini yükseltmesi, taatinin mükâfaatı bereketidir.

4) Hased, kibir, gıybet, cana kıyma, hırsızlık, zina ve içki gibi günahların herbiri için gelen cezaları ayrı ayrı anlatmaktırBütün bunlar hep birlikte söylenmesi mümkün olmayan şeylerdendirEhil olmayan bir kimseye bu şekilde söylemek, ilacı, yara olmayan bir yere sürmek gibi olurAlim kişinin hâzık bir doktor gibi olması gerekirÖnce nabız yoklamak, tansiyon ölçmek ve hareketlerin yönlerini öğrenmek suretiyle içteki hastalıkları keşfetmeli; ilaçlarıyla sonra uğraşmalıdırBu bakımdan âlim önce görünen hallerin karîneleriyle gizli sıfatların neler olduğunu tesbit eder; sonra Hazret-i Peygambere uyarak vâkıf olduğu şeylerden bahseder.

Nitekim Hazret-i Peygamber 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana kısa bir tavsiyede bulun' diyen bir kimseye 'Öfkelenme!'89 buyurmuştur.

'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!' diyen bir başkasına da şunları söylemiştir: 'Halkın elindeki servetlerden ümidini kes; onlara göz dikme! Çünkü asıl zenginlik budurTamahkârlıktan sakın! Çünkü bu hazır bir fakirliktirNamazlarını sanki dünyaya vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonunda özür dilemek zorunda kalacağın fiillerden sakın'90

Muhammed bVâsi de 'Bana tavsiye de bulun!' diyen birine 'Dünya ve âhirette padişah olmaya çalış!' dediAdamın 'Bunu nasıl becerebilirim? demesi üzerine de 'Dünyada zâhidlik eteğine yapış!' buyurdu.

Hazret-i Peygamber tavsiye isteyen ilk kişide öfke belirtileri gördüğü için onu öfkeden menetmiştirİkinci kişide ise halkın elindekilere göz dikme ve uzun emel besleme belirtileri görmüştürMuhammed b. Vâsi de kendisinden tavsiye isteyen kişide dünyaya harislik alâmetleri görmüştü.

Muaz 'Bana tavsiyede bulun!' diyen bir kişiye 'Sen şefkatli ol ki ben de senin için cennete kefil olayım!' dediMuaz bu kişide katılık ve merhametsizlik eserleri sezdiğinden böyle söylemiştir.

Bir kişi İbrahim b. Edhem'e 'Bana tavsiyede bulun!' dediBunun üzerine İbrahim ona şunları söyledi: 'Halktan sakın! Bununla birlikte onların arkadaşlığına yapış; zira bu senin için gereklidirHalk halktır; ancak bütün halk olgun değildirHalk gitmiş Nesnas (bir deniz hayvanı veya bir ayaklı insan veya ye'cûc ve me'cûc demektir) kalmıştır; yani azizler gitmiş, reziller kalmıştırBen onları halk olarak görmüyorumBilakis onlar ümitsizlik denizine dalmışlardır'

İbrahim, bu kişi için halkın arasına girmeyi (ihtilât) doğru bulmamış ve onun haline galip olan durumu dile getirmiştir; zaten bu kişi çoğu zaman halktan eziyyet görürdü. (Bu kişinin halkla kaynaşmasını, halkın şerrinden korunsun veya halk onun şerrinden korunsun diye menetmiştir. ) Soranın haline ve seviyesine göre konuşmak, ona cevap verenin kendi haline ve seviyesine göre konuşmasından daha evlâdır.

Muâviye, Aişe validemize mektup yazarak 'Bana tavsiye ve nasihat içeren bir mektup yazHiç çekinmeden, istediğini yaz!' dediAişe validemiz de bu isteğe binaen ona şöyle yazdı:

Âişe'den Muaviye'ye! Selâm sana! Ben, Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim:

Allahü teâlâ halkı kızdırmayı göze almak suretiyle rızasına olan kimseyi halka muhtaç etmezKim de halkı razı edebilmek için Allah'ın kızmasını göze alırsa, Allah onu halka havale ederVesselâm!

Hazret-i Âişe'nin bu ince anlayışına dikkat edildiğinde onun, idarecilerin içerisinde kıvranmakta oldukları âfeti nasıl dile getirmiş olduğu anlaşılırBu âfet de halkı gözetmek ve onların rızasını talep etmektir!

Aişe validemiz, başka bir keresinde de Muâviye'ye şöyle yazdı:

Allah'tan kork! Muhakkak ki sen kendisinden korktuğunda Allah seni halktan korurHalktan korktuğunda ise onlar seni Allah'tan gelecek hiçbir şeyden koruyamazlarVesselâm!

Madem ki durum budur; o halde her nasihatçi, gayretini gizli sıfatları anlamaya, asıl halleri öğrenmeye sarfetmelidir ki önemsizleri bırakıp önemli olan ile meşgul olsunÇünkü herkese şeriatın bütün mev'izelerini anlatmak mümkün değildirKişinin, karşısındakinin ilgilenmediği ve onun durumuna uygun olmayan bir mevzu hakkında meşgul olması, zamanını zayi etmesinden başka birşey değildir.

Soru: Bir cemiyette konuşan veya halinin iç yüzüne vâkıf olmadığı bir kimseye vaaz etme durumunda kalan vâiz ne yapacaktır?

Cevap: Böyle bir durumda vaizin takip edeceği yol, bütün halkın ya genel olarak veya en fazla ortaklaşa muhtaç oldukları mevzuda vaaz etmesidir; zira şer'î ilimler gıda ve deva diye iki kısma ayrılırGıdalar, bütün halk içindirDevalar ise, sadece hastalık sahipleri içindirBuna misal olarak şu eseri gösterebiliriz: Adamın biri, Ebû Said el-Hudrî'ye 'Bana tavsiyede bulun!' diye rica ettiEbû Said de 'Allah'ın takvasına yapış; çünkü bu her hayrın başıdırCihaddan ayrılma; çünkü cihad İslâm'ın ruhbanlığıdırKur'ân oku; çünkü o senin için, yeryüzü sakinleri arasında bir nur, gökyüzü sakinleri arasında ise zikirdirHayır hariç, susmayı tercih et; zira bu şekilde şeytanı mağlup edersin!' dedi.

Bir kişi Hasan-ı Basrî'ye 'Bana tavsiyede bulun!' dediHasan-ı Basrî de 'Allah'ın emrini aziz et ki Allah da seni aziz etsin!' buyurdu.

Lokmân Hakîm oğluna şöyle nasihatta bulundu: 'Ey oğul! Dizlerini âlimlerin dizlerine yapıştır. (Âlimlerin dizlerinin dibinden, meclisinden ayrılma!) Onlarla mücadele etme ki sana buğzetmesinlerDünyadan nasibini unutma! Kazancının fazlasını âhiretin için sarfetDünyayı tamamen terketme ki başkasının eline bakmış ve boynuna yük olmuş olmayasm! Oruç tuttuğun zaman namazına zarar verecek şekilde değil şehvetini kıracak şekilde tut! (Zayıf düşmene sebep olacak orucu tutma!) Muhakkak ki namaz, oruçtan daha faziletlidirAhmaklarla oturmaİki yüzlülerle arkadaşlık yapma!'

Lokmân Hakîm oğluna, şunları da söyledi: 'Ey oğul! Gereksiz yerde gülme! İhtiyatla yürü! Seni ilgilendirmeyen şeyin peşine düşme! Başkasının malını korumak için, kendi malını zayi etme! Muhakkak ki senin asıl malın âhiretin için önden gönderdiğindirArkada bıraktıkların ise başkalarının malıdırKim merhamet ederse ona merhamet edilir; kisusarsa, o selâmette kalır; kim hayır söylerse ganimet sahibi olur; kim kötü söz söylerse günahkâr olur; kim de diline hâkim olmazsa pişman olur'.

Bir kişi Ebû Hâzım'a 'Bana tavsiyede bulun!' dediEbû Hâzım91 da 'Ölüm geldiğinde senin için ganimet olacağını bildiğin şeyleri yapYine ölüm geldiğinde başına belâ olacağını bildiğin şeylerden de kaçın!' buyurdu.

Musa (aleyhisselâm) Hızır (aleyhisselâm) 'a 'Bana tavsiyede bulun!' dediO da şunları söyledi: 'Güler yüzlü ol! Öfkeli olma! Fayda verici ol; zarar verici olmaMücadeleden kaçın! İhtiyacın olmadığında yürümeHayret verici bir hareket olmaksızın boş yere gülmeYanılanları, yanılgılarından dolayı ayıplama! Ey İmrân'ın oğlu! Hatalarından dolayı ağla!'

Muhammed bKerram92 'Bana nasihatta bulun!' diye rica eden birisine şunları söyledi: 'Hiç olmazsa nefsinin rızası için çalıştığın kadar yaradanın rızası için de çalış.

Bir kişi Hâmid el-Leffâf a 'Bana tavsiyede bulun!' dediHamid de 'Dinin için, Kur'ân'ın kılıfı gibi bir kılıf yap ki âfetler onu kirletmesin' buyurduAdamın 'Dinin kılıfı nedir?' diye sorması üzerine de 'Zarurî miktarı hariç, dünya isteğini; mecburî olanı hariç çokça konuşmayı; gerekli olan hariç, halkla ihtilât etmeyi (insanlar arasına girmeyi) terketmektir' dedi.

Hasan-ı BasrîÖmer b. Abdülaziz'e şöyle yazdı:

Allah seni neyle korkutmuş ise ondan kork! Neden sakındırmış ise ondan da sakınElindeki servetten önündeki yolculuk için kendine azık edinÖlüm anında sana kesin haber gelecektirVesselâm!

Ömer b. AbdülazizHasan-ı Basrî'ye bir mektup yazarak kendisine nasihat etmesini istediBunun üzerine Hasan, ona şu mektubu yazdı.

Muhakkak ki önünde çok büyük korkular ve ürkütücü şeyler vardırBunları görmen kaçınılmazdırSonunda da ya kurtuluşa ereceksin veya helâk olacaksınBil ki nefsini hesaba çeken kâr; ondan gâfil olansa zarar ederNeticeleri (akıbetini) düşünen kurtulur, hevasına itaat eden dalâlete düşer; hilm gösteren de ganimet sahibi olurKorkan kimse emin olurEmin olan kimse ibret alır; ibret alan kimsenin (basîret) gözü açılır; gözü açılan anlar; anlayansa bilirKaydığın zaman dönüş yapPişman olduğunda günahtan el çek! Bilmediğin zaman sor! Öfkelendiğinde nefsine hâkim ol!

Mutarrıf bAbdillah, ömer bin Abdülaziz'e şöyle yazdı:

Muhakkak ki dünya ceza evidirDünya için ancak aklı olmayan kimseler servet edinirİlmi olmayan dünyaya aldanırBu bakımdan ey mü'minlerin emîri! Sen bu dünyada, yarasını tedavi eden ve hastalığın kötü neticesinden korktuğundan dolayı ilacın acılığına katlanan kimse gibi ol!

İtiraz: Bu durumda her iş imana dönüşmüş (bağlanmış) olmaktadırÇünkü günahı terketmek, ancak sabretmekle mümkün olurSabretmek, korkunun marifetiyle (yardımıyla) ; korku da ancak ilimle olurİlim ise ancak günahların zararının büyüklüğünü tasdikle olurGünahların zararının büyüklüğünü tasdik etmek de Allahü teâlâ’nın ve Hazret-i Peygamberin tasdiki demektirBu ise imandırBöylece günahta ısrar eden kimse Mü'min olmadığından dolayı ısrar etmiş gibi olmaktadır!

Cevap: Günahta ısrar etmek îmanın yokluğundan değil, bilakis îmanın zayıflığından ileri gelir; zira her Mü'min günahın, Allah'tan uzaklaşmaya ve âhirette ceza görmeye sebep olduğunu bilirMüzminin günaha girmesinin ise birçok sebebi vardır ki bunlardan biri va'dedilen cezanın gaib olup hâzır (gözönünde) olmamasıdırNefis ise, hâzırdan etkilenecek şekilde yaratılmıştırBu bakımdan nefsin va'dedilenle etkilenmesi, hâzır ile etkilenmesine oranla zayıftırİkincisi, insanı günahlara teşvik eden şehvetler, zatından dolayı derhal yapılır; çünkü şehvetler şu anda hâzır olup insanın gırtlağına yapışmış; âdet ve ülfiyet (alışkanlık) sebebiyle kuvvet bularak onu istilâ etmiştirÂdet beşinci bir tabiattır.

Geleceğin korkusuyla hâzırdan (şu anda elde bulunandan) ayrılmak, nefse çok ağır gelir.

Hayır! Hayır! Doğrusu siz peşin'i (çabuk geçen şu dünya zevklerini) seviyorsunuzda âhireti bırakıyorsunuz! (Kıyâmet/20-21)

Fakat siz şu dünya hayatını (âhirete) tercih ediyorsunuz. (A'lâ/16)

Cennet mekruhlarla (zorluklarla) ; ateş (cehennem) ise şehvetlerle ve nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiştir93

Allahü teâlâ cehennemi yarattığında Cebrâîl'e 'Git cehenneme bak!' buyurduCebrâîl cehenneme baktıktan sonra İzzetine yemin ederim ki cehennemi işiten hiç kimse buraya girmez!' dediBunun üzerine Allahü teâlâ, cehennemi şehvetlerle (nefislerin istekleriyle) çepeçevre donattı. Sonra Cebrâîl'e 'Git! Cehenneme bir daha bak!' emrini verdiCehenneme ikinci kez bakan Cebrâîl İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimse kalmaksızın herkesin buraya girmesinden korkarım' dediAllah cenneti yarattı ve Cebrâîl'e 'Git cennete bak!' emrini verdiCebrâîl oraya baktıktan sonra 'İzzetine yemin ederim ki cenneti işiten herkes buraya girecektir' dediBunun üzerine Allahü teâlâ, cenneti mekruhlarla (zorluklarla) sardı. Sonra Cebrâîl'e 'Git, cennete bir kere daha bak!' emrini verdiCebrâîl, bu ikinci bakışından sonra İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimsenin cennete girmeyeceğinden korkarım' dedi.

Demek ki şehvetin hâzırda ve boğucu olması ile cezanın ertelenmesi ve daha sonra gelecek olması İnsan oğlunun, îman aslının varlığıyla birlikte, günahlara alabildiğine dalmasının iki açık sebebidirBu şuna benzer: Hastalığı sırasında çok susadığından dolayı, kar suyu içen herkes, tip ilminin esasını inkar etmediği gibi bu suyun kendisine zarar vermediğini iddia ediyor da değildirFakat şehveti galebe çalmış, sabrın elemi de o anda yakasına yapışmış olduğundan gelecek (sonraki) elem ona kolay görünmektedir.

Üçüncüsü, hiçbir günahkâr Mü'min yoktur ki çoğu durumda tevbe etmeye azimli bulunmasın veya günahlarını sevaplarla gidermeye taraftar olmasınÖte yandan Allah tarafından da günahın tevbe ile telâfi edileceği kendisine va'dedilmiştirAncak çoğu zaman, emelin uzunluğu (uzun yaşama arzusu) tabiatlara galip gelir ve kişi durmadan tevbe gerektiren işler yapar; tevbe ümidi olduğundan çoğu zaman imanla beraber günaha yönelir!

Dördüncüsü, yakîn sahibi hiçbir Mü'min yoktur ki günahların, affı mümkün olmayan bir cezayı gerektirmediğine inanmasınYakîn sahibi Mü'min, bir taraftan günah işler, öbür taraftan da Allah'ın fazlına dayanarak af beklerİşte bunlar, îman aslının devamıyla birlikte günahlarda ısrara yol açan dört sebeptir.

Evet! Günahkâr bazen de îmanın esasına zarar veren beşinci bir sebeple günah işlerBu sebep de kişinin peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmesidirBu ise küfrün ta kendisidirBu durum tıpkı şu hastanın hâline benzer: Kendisini bir yiyecekten sakındıran doktorun tıbbı bilen bir âlim olmadığına inanıp onu yalanlayan veya hakkında şüpheye düşen hasta, doktorun bu tavsiyesini önemsemez ve buna aldırış etmezBu ise, küfrün (inkârın) ta kendisidir!

Soru: Peki bu beş sebebin ilacı nedir?

Cevap ki: Bunların ilacı, düşüncedirŞöyle ki: Azabın tehirinden ve daha sonra gelecek oluşundan ibaret olan birinci sebepte kişi nefsine 'Her gelen gelecektirBekleyen için yarın yakındırMuhakkak ki ölüm herkese, ayakkabı bağından daha yakındır.

Unutma ki kıyâmet yakındır', fikrini yerleştirmelidirDahası nefsine şunları da hatırlatmalıdır:

Nefis daima gelecekte olacak dünyevî işlerin korkusuyla yorulmakta; deniz seferlerine çıkıp zahmetler çekmektedirHatta kişi hasta olup da bir Hristiyan doktor kendisine 'Soğuk suyun içilmesi zarar vericidir ve seni ölüme sevkedecektir' dese, soğuk su yanında en lezzetli şey olsa bile derhal terkederÖlümün elemi ise İnsan oğlu ölümden korkmadığı takdirde bir an meselesidirİnsan oğlu elbette bir gün dünyadan ayrılacaktırAcaba sonsuz bahtsızlığa; ezelî ve ebedî yokluğuna oranla dünyadaki varlığı ne kadar zaman tutabilir?

Madem ki durum budur, İnsan oğlu dikkat etmelidir ki bir zimmî (İslâm devletinin himayesinde bulunan gayr-i müslim) ve doktorluğunu mucizelerle isbat edemeyen bir hristiyanın sözüyle, hoşuna giden en lezzetli şeyi terketme hususunda nasıl acele ediyor? Bunları düşünen kimse kendi kendisine 'Mucizelerle teyid edilmiş peygamberlerin sözlerini; doktorluğu mucize ile isbat edilmemiş olan ve doktorluğunun şahidi ancak halk tabakası olan ve nefsini doktorluk iddiasında bulunan bir hristiyanın sözünden daha aşağı telâkki etmek insan aklına nasıl uygun düşebilir? Ateş (cehennem) azabı, katımda, hastalığın azabından nasıl daha hafif gözükebilir? Oysa âhiretin bir günü, dünya zamanıyla elli bin sene kadardır' derBu düşünce sayesinde nefse galip gelinebilir ve ona bu lezzet terkettirilebilirKişi bu konuda şöyle düşünmelidir: "Madem birkaç günden ibaret olan bir hayatın lezzetini terketmeye gücüm yetmiyor, peki bunu sonsuza dek nasıl terkedeceğim? Sabrın elemini çekmeye bile güç yetiremiyorum, ateşin elemini ; nasıl çekeceğim? Berraklığın bulanıklıkla karıştığı dünya süslerine sabredemiyorum, o halde âhiret nimetlerinin elden çıkmasına nasıl sabredeceğim?"

Tevbe'nin gecikmesine gelince, bu da cehennem ehlinin çoğunun tevbeyi geciktirdiklerinden dolayı feryat ettiklerini düşünmek suretiyle tedavi edilirÇünkü tevbeyi geciktiren kimse, işini, kendi elinde ve tasarrufunda olmayan bir temel üzerine bina etmiştir ki bu da baki kalma (yarına çıkma) ümididirİhtimal ki bu kişi ertesi güne çıkmayacaktırÇıksa bile yarın belki de günahı terketmeye gücü yetmeyecektir! İnsanın bugün tevbe etmesini engelleyen şey şehvetin galebe çalmasından başka ne olabilir? Şehvet ise yarın da insandan ayrılmazBilakis katmerleşir; zira şehvet âdetten ötürü gittikçe kuvvet kazanırÂdetten ötürü güçlendirilip geliştirilen şehvet, geliştirilmeyen gibi değildirBu sırra binaendir ki tevbeyi tehir edenler helâk olmuşlardırÇünkü onlar benzerler arasında fark bulunduğunu zannetmişlerdirGünlerin şehvetleri terketmenin zorluğu bakımından birbirlerine benzediğini unutmuşlardır.

Tevbeyi tehir eden kimse bir ağacı kökünden sökmek zorunda olan ve bunun büyük bir zahmetten sonra sökülebileceğini anlayıp da Ben bu ağacı bir sene daha bırakayımOndan sonra gelip sökerim!' diyen kimseye benzer.

Oysa bu kişi ağacın, gittikçe kök saldığını ve kendisininse ihtiyarladıkça zayıfladığını çok iyi bilirBu bakımdan dünyada bu kimsenin ahmaklığından daha büyük bir ahmaklık tasavvur olunamaz; zira bu kişi kuvvetli olduğu sırada yenemediği zayıf bir şeyi yenmek için başladı kendisinin zayıf düştüğü, onun da kuvvetleneceği bir zamanı beklemeye. . ;

Allah'ın affını beklemekten ibaret olan dördüncü mânâya gelince; bunun tedavisi daha önce geçtiği şekildedirBu durumdaki insan, bütün malını infak ederek kendi nefsini ve çoluk- çocuğunu fakir bırakıp da Allahü teâlâ'nm, fazlından kendisine bir hazine göndermesini bekleyen kimse gibidir; zira günahın affının mümkün olması, böyle bir hazine}e rastlamanın mümkün olması gibidirYine bu gibi kimseler, memleketinde bulunan zâlimler tarafından yağma edileceğini bildiği ve gizlemeye gücü yettiği halde mallarını saklamayıp evinin avlusuna rastgele bırakıp da şöyle diyen kimse gibidir: 'Ben Allah'ın bu yağmacı zâlimlere bir felâket veya gaflet vereceğini umuyorum ki evime gelmeye fırsat bulamasınlar veyahut da evime gelebilseler dahi kapımda ölsünlerÇünkü ölüm de gaflete dalmak gibi mümkündürDaha önce de buna benzer olaylar olmuşturBu bakımdan ben de Allah'ın fazlından bunun benzerini ummaktayım'Bu söylenilenler olmayacak şeyler değildir; fakat ahmaklık ve cehaletin son derekesidir; zira bu bazen mümkün olur, bazen ise olmaz!

Peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmekten ibaret olan beşinci mânâya gelince, bu küfürdür; tedavisi ve ilacı ise kişinin, kendisine peygamberlerin doğruluğunu gösteren sebeplere başvurmasıdır ki bunları saymak uzun sürerFakat böyle bir kimsenin, aklına uygun ve yakın olan bir ilimle bu hastalığını tedavi etmesi mümkündürBu bakımdan kendisine denilir ki: 'Mucizelerle takviye edilen peygamberlerin söylediklerinin doğru olması mümkün müdür? Yoksa sen bir şahsın aynı anda iki yerde birden bulunmasının imkansız olduğunu bildiğin gibi buna da mı imkansız diyorsun?'

'Evet ben onu bu şekilde imkansız görüyorum' derse, o insanların en ahmağı ve budalasıdırEğer 'Ben bunda şüphe ediyorum' derse, kendisine şöyle deriz: "Meçhul bir şahıs sana 'Evde bıraktığın yemeği yılan yaladı ve içine zehirini bıraktı' dese ve sen de bunun mümkün olacağını bilsen, o yemeği yer misin, yoksa bırakır mısın? Velev ki o yemek, yemeklerin en lezzetlisi olsun"Şüphesiz bu durumda 'Bırakırım' dedikten sonra sözüne şunu ekleyecektir: 'Çünkü eğer o kişi yalan söylemişse, bu yalanla yalnızca o yemeği kaçırmış olurum ve ben bu yemeksizliğe sabredebilirimYemeksiz sabretmek zor ise de bu durum geçicidirYok eğer doğru ise ve ben de buna rağmen o yemeği yersem, hayatımdan olurum.

Yemeğe sabredip zahmet çekmek ve onu kaçırmak ölüme göre çok hafif olur'.

Bu bakımdan ona denir ki:

- Hayret! Nasıl olur da mucizelerine rağmen bütün peygamberlerin, bütün evliyanın, ulemânın, hukemânın, hatta bütün akıllılar zümresinin doğruluğunu bırakırsın?

- Ben akıllılar zümresiyle, halk tabakasının cahillerini değil, bilakis akıl ve basiret sahiplerini kastediyorum

- Nasıl olur da bütün bunların doğruluğunu, hali meçhul bir kişinin doğruluğu kadar itibara almaz da terkedersin? Üstelik halimeçhul olan kişinin bu sözlerde bir maksadı da olabilirÖyleyse ancak son günü doğrulayan, sevap ve cezaya inanan kimse akıllılardan sayılabilirHer ne kadar kadar akıllılar son günün keyfiyetinde, sevap ve ikabmın nasıl olacağında ihtilâf etmişlersede. . . Onların (hâşâ) yalan söylemiş olmaları durumunda senin elinden ancak şu bulanık ve fâni dünyanın birtakım şehvetleri çıkarBu bakımdan akıllı kimselerde, bu fikirle beraber, artık tereddüt diye birşey kalmaz; zira ebedî bir âleme oranla dünya hayatının hiçbir kıymeti olamazDünya küçücük daneli darılarla dolu olsa ve bir kuş da bir milyon senede bir bu darılardan bir tanesini olsa, bu darıların sonu gelir; fakat ebedî olan hayattan hiçbir şey eksilmezDurum bundan ibaret olduğuna göre, akıllı bir kimse meselâ yüz sene şehvetlere nasıl sabretmez? Ebedî bir saadet için buna nasıl katlanmaz?

İşte bu sırra binaendir ki Ebulalâ Ahmed bSüleyman et-Tenuhî el-Maarrî şöyle demiştir:

Müneccim ile tabip 'Ölüler diriltilip haşre gönderilmeyecekler! dediler.

Sözünüz doğru ise, ben zarar edecek değilim; fakat ya benim sözüm doğru ise?

Yine bu sırra binaendir ki Hazret-i Ali, işlerin tahkikine (iç yüzüne) aklı ermeyen ve dolayısıyla şüpheye düşen birine şöyle buyurmuştur: 'Eğer senin dediğin doğru ise, hepimiz birden kurtuluruzAksi takdirde ben kurtulurum, sense helâk olursun!' Akıllı kimse her işinde, emniyet yolunu seçer ve bu yolda yürür.

Soru: Bunlar tabiî şeylerdir; fakat ancak tefekkür ve tezekkür ile ulaşılabilirPeki nasıl oluyor da bu fikir kalplerde barınamıyor ve onlara ağır geliyor? Kalpleri ve özellikle de şeriatın (dinin) aslına ve tafsilâtına îman eden kimseleri bu düşünceye yöneltmenin yolu nedir?

Cevap: İnsanı bu düşünceden iki şey alıkoyarBunlardan biri faydalı fikirdir; âhiretin azabını, dehşetlerini, şiddetlerini, âsî kimselerin daimî nimetten mahrum olmanın hasretini çekeceklerini düşünmektirBu düşünce fazlasıyla ısırıcı ve kalbi acıtıcıdırBundan dolayı kalp bundan ürkmekte; dünya işleri hususunda düşünmekten daha fazla zevk al;naktadırİkincisi fikir şu andaki dünya lezzetlerine ve şehvetin yerine getirilmesine mâni olan bir meşgaledirHiçbir insan yoktur ki hallerinin ve nefeslerinin her birinde, kendisine musallat olup onu kölesi hâline getiren bir şehveti bulunmasın; dolayısıyla aklı şehvetinin emrine girmiş olmasın! Öyleyse o hile düzenlemekle meşguldürOnun, hilesini gerçekleştirmek için gösterdiği çabadan aldığı lezzet, şehvetini bilfiil tatmin etmekten daha mükemmeldirFikir ise, onu bundan meneder,

Bu iki mâninin ilacına gelince, bu ilaç, kişinin kalbine şöyle demesidir: 'Ölüm ve sonrası hakkında seni düşünmekten alıkoyan şey ahmaklığındırÖlümün elemini hakir ve hafif saymakla birlikte onu hatırlamaktan elem duyarak kaçıyorsunBu bakımdan ölümü ve ölümden sonrasını düşünmeye sabredemeyerek elem çekiyorsun!'

İkincisine gelince, bu da düşüncenin, dünya lezzetlerini elden kaçırıcı olmasıdırBu ikincisi, âhiret lezzetlerinin kaçırılmasının daha şiddetli ve tehlikesinin de daha büyük olduğunu kesinlikle bilmektirÇünkü âhiret lezzetlerinin sonu yoktur ve bunlarda bulanıklık sözkonusu değildirDünyanın lezzetleri ise hızla tükenir ve bulanıklıkla karışıktırBunlarda bulanıklıktan kurtulan bir lezzet yokturOysa günahtan tevbe edip ibâdete yönelmekte, Allah'ın münacaatından zevk alma marifeti, taati; onunla uzun zaman ünsiyet peyda etmekte ise istirahat vardırAllah'a itaat eden bir insan içinamelinden ötürü hissettiği ibâdet zevkinden ve Allah'ın münacaatından elde ettiği ünsiyet ruhundan başka bir mükâfat olmasa bile bunlar kendisine kâtı gelirBuna bir de âhiret nimetinden eklenecek olanlar ilâve edilirse (o zaman nasıl olur)

Evet! Bu lezzet, tevbe'nin başlangıcında alınamazFakat insan bir müddet tevbeye devam eder de daha önce şer olan tabiatı hayır olursa, o zaman bu zevk meydana gelir; zira nefis, neyi âdet edinirse ona alışırHayır âdet; şer ise inatlık ve serkeşliktirBu fikirler lezzetlerden alıkonma sabrını kuvvetlendiren ve korkuyu kabartan fikirlerdirBu fikirleri kabartansa vaizlerin vaazı ile birtakım uyarılarıdır ki bunlar saymakla tükenmezBunlar kalbe yerleştiğinde fikir tabiata uygun hâle gelir ve kalp ona meylederHayra sebep olan fikir ile tabiatı özleştiren sebep, tevfîk diye tâbir olunur; zira tevfîk irade ile âhirette fayda verici taattan ibaret olan mânâyı özleştiren demektir.

Uzun bir hadîste rivâyet edildiğine göre Ammar bYasir Hazret-i Alinin huzurunda ayağa kalkarak 'Ey müzminlerin emîri! Bize küfürden bahset! Acaba küfür hangi temel üzerine bina edilmiştir?' diye sorduHazret-i Ali de şöyle cevap verdi; "Küfür dört temel üzerine bina edilmiştir:

a) Cefa,

b) Körlük

c) Gaflet

d) Şek ve şüphe

Dolayısıyla kim cefaya mübtelâ olursa (katılaşırsa) hakkı hakir görür, bâtılı ha3darır, âlimlere buğzederKim körleşirse, zikri unuturGafîllerse hidayetten saparKim de şüpheye düşerse emanîler (emeller ve istekler) onu aldatır, hasret ve pişmanlık onun yakasına yapışırHiç beklemediği şeyler Allah tarafından karşısına çıkartılır".

Bu, söylediklerimiz, düşünceden gâfil olmanın âfetlerinden yalnızca bir kısmının beyanıdır.

Tevbe hususunda bu anlattıklarımız kâfidirAncak tevbe'nin devam etmesinin rükünlerinden olan sabr'ın da izahı gerekirBu bakımdan eğer Allah dilerse biz sabrı başlıbaşına bir bölümde ele alacağız!

77) İmâm-ı Ahmed, Taberânî 4

78) Parantez içine aldığımız ibare bazı nüshalarda vardır. Meşhed, büyük bir yatırın bulunduğu yer demektir.

79) Deylemî

80) İbn Adiyy, İbn Hıbbân, (Hazret-i Ömer'den)

81) Beyhakî, (Mücâhid'den)

82) Peygamberlerin hatalarına günah değil, zelle demek daha doğruysa da biz müellifin kullandığı tabiri değiştirmeye yetkili olmadığımızdan ifadeyi aynen naklettik.

83) Bkz. İthâfu's-Saâde ,

84) Hakîm, (Ali b. Zeyd ve Said b. Müseyyeb tarikiyle) ; Bkz. İthâfu's-Saâde, VIII/616

85) İbn Mâce, Hâkim

86) Daha önce geçmişti.

87) Beyhakî, er-Rikak

88) Garib bir hadistir ve lâfzına tesadüf edilmemiştir. (Irâkî)

89) Daha önce geçmişti.

90) İbn Mâce, Hâkim

91) Adı Seleme b. Dinar el-Medenî'dir. Tâbiîndendi. A'rec diye şöhret bulmuştur.

92) Abdullah es-Sicistanî'nin oğlu olan bu şahıs H. 355'de vefat etmiştir.

93) Müslim, Buhârî