İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | TEVBE

 Giriş

Giriş

Her kitaba hamdiyle, her hitaba zikriyle başlanılan, hamdiyle nimet ehlinin cennet'te nimetlendiği, şakilerin önüne perde gerip onlarla saidler arasına rahmet, dış tarafına da azap kapısı olan bir duvar çekmişse de ismiyle şakilerin teselli bulduğu Allah'a hamdolsun! Padişahlar padişahı olduğuna kesinlikle inanan, sebeplerin müsebbibi bulunduğuna yakînen îman eden bir kimsenin tevbesiyle onun dergâhına dönüş yapar tevbe ederizO'nun Melik, Rahîm, Gafûr, Tevvab olduğunu bilen bir kimsenin ümidiyle O'ndan beklerizO'nun, günahı af ve tevbeyi kabul edici olmasına inanmakla beraber şiddetli ikab sahibi olduğunda şüphe etmeyen bir kimse gibi, korku ile ümit arasında yaşarız.

Peygamberi Muhammed'e (aleyhisselâm) , onun âline ve ashâbına, bizi hesap ve mahşer gününün dehşetinden kurtaracak, Allah katında bize yakınlık ve güzellik sağlayacak salât ve (selâm) getiririzÖyle peygamber ki Allah katında bize yakınlık ve güzellik hazırlamıştır.

Bil ki ayıpları örten ve gaybı bilen Allah'a dönüş yapmak suretiyle günahlardan tevbe etmek, sâliklerin yolunun başlangıcı, (Allah'ın visalini) elde edenlerin sermayesi, (Allah yolunun sülûkünde) mürîdlerin adımlarının ilki, bâtıldan hakka yönelenlerin istikâmetinin anahtarıdır ve mukarrebler (dergâha yaklaştırılanlar) ve babamız ve ecdadlarına uymak ise ne uygun bir harekettir! Eğer Âdem oğlu günah işleyip cürme girerse buna şaşmamak gerekir'Çünkü bu, tabiattır ki insan onu Ebû Ahzem'den öğrenmiştirKim babasına benzerse zulmetmemiştir'1

Fakat mâdem ki baba kırdıktan sonra kırdığını sardı, yıktıktan sonra yıktığını tamir etti, öyle ise müsbet ve menfi yönlerde evlat da ona tâbi olmalıdır'Âdem (aleyhisselâm) pişmanlık dişini dövdü'2 Daha önceyaptığı hatadan pişman olduBu bakımdan Âdem'i (aleyhisselâm) günahta önder kabul edip tevbe etmeyen bir kimsenin ayağı kaymıştırHata yapmamak Allah'ın dergâhına yakın bulunanlara (meleklere) mahsusturTelâfi etmeksizin sadece şerre yönelmek de şeytanların tabiatıdırŞerre girdikten sonra hayra dönmek ademoğulları için zarurî bir harekettirBu bakımdan yalnız iyilikle uğraşanlar, Deyyan (inceden inceye amellerin karşılığını veren) olan padişaha yaklaştırılmış olan meleklerdirSadece şerle uğraşan da şeytandırYaptığı kötülükten hayra dönmekle şerrin telâfisine çalışan insandırO halde insanın çamuruna iki tıynet karıştırılmış, ya meleğe, ya Âdem'e veya şeytana benzerGünahtan tevbe eden bir kimse ise nesebinin Âdem'e (aleyhisselâm) vardığını, insan tıynetinde olmakla (şerden sonra hayra dönmekle) ispat etmiştirİsyan etmekte ısrar eden ise, nefsinin üzerine şeytan nesebini tescil etmiştir.

Sırf hayır yapmakla meleklere nisbet edilmeye gelince, bu imkân haricindedir; zira şer, hayırla beraber Âdem'in (aleyhisselâm) çamuruna kuvvetli bir şekilde mayalanmıştırİnsanı şerden iki ateşin biri kurtarır: Ya pişmanlık ateşi veya cehennem ateşi! Bu bakımdan insan cevherini şeytanın pisliklerinden kurtarmak için ateşle yakmak zarurîdirİşte şimdi iki ateşin en kolayını seçmek, iki şerrin en hafifine koşmak sana düşerSeçme imkânı varken, İnsan oğlu mecburî ikametgâha cennete veya cehenneme sevkedilmeden önce bunu yapabilir.

Madem ki tevbe nin dindeki yeri budurBu bakımdan münciyât (kurtarıcılar) bölümünün başına tevbeyi almak, tevbe'nin hakikatini, sebebini, alâmetini, sonuçlarını ve oluşunu engelleyen âfetleri, tevbeyi kolaylaştıran ilaçları açıklayıp şerhetmek suretiyle takdim etmek gerekirBu durum da ancak şu dört bölümü zikretmekle vuzuha kavuşur.

Birinci Bölüm: Tevbe'nin kendisi, tarifi ve hakikati, tevbe'nin acele yapılmasının ve bütün insanlara gerekli olmasının ve bütün durumlarda lüzumlu bulunmasının ve doğru olduğu zaman makbûl oluşunun açıklaması!

İkinci Bölüm: Kendisinden tevbe edilen günahların küçük ve büyük günahlara, kulların veya Allah'ın hakkıyla bağlı bulunan kısımlara ayrılması, derecelerin ve derekelerin, sevaplara ve günahlara nasıl tevzi edildiği, küçük günahları büyük günahlara çeviren sebeplerin neler olduğunun açıklaması!

Üçüncü Bölüm: Tevbe'nin şartları, devamlılığı, geçmiş zulümlerin telâfisinin ve günahların örtülmesinin keyfiyeti, tevbe'nin devamında tevbe edenlerin kısımlarının açıklaması!

Dördüncü Bölüm: Tevbeye teşvik edici sebeplerin ve günahkârların ısrar düğümünün çözülmesine yarayan ilacın keyfiyetinin açıklaması!

Allah'ın izniyle maksad, bu dört bölümün izahıyla tamamlanacaktır.

1) Bu, bir darb-ı meselidir. Ebû Ahzem Rabîa bCervel bSâkî bArar et Tâî için söylenilmiştir.

2) Bu da meşhur bir darb-ı meselidirYani yaptığından şiddetle pişman oldu!

31-1

Tevbe'nin Hakikati ve Tanımı

Tevbe fiil, hâl ve ilimden meydana gelen tertipli üç şeyden, gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir.

Bu terkibdeki birinci madde ilimdir, ikincisi l'dir, üçüncüsü fiildir.

Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirirBu, Allah'ın mülk ve melekûttaki değişmez kanununun gereği olan bir gerektirmedir.

İlim, günahların zararının büyüklüğünün ve kul ile sevdiğinin arasında perde olduğunun bilinmesidirİnsan, kesin bir şekilde bunu bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vakıf olduğu zaman bu bilgiden sevdiği elinden çıkacağı için kalbinde bir elem meydana gelir; zira kalp, sevdiği şeyin elden gideceğini sezdiği an üzüntü duyarEğer sevdiği şeyin elden gitmesi fiil ile olursa, o fiilden dolayı esef ve üzüntüye dalar! Sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu elemine nedamet (pişmanlık) adı verilirBu elem, kalbe galebe çalıp kalbi kapladığı zaman kalpte bulunan bu elemden hâl, mâzi ve istikballe alâkası bulunan bir fiilî irade ve kasdetme adı verilen başka bir hâl doğup meydana gelir.

Bu durumun hali hazırla olan alâkasına gelince, bu alâka yapmış olduğu günahı terketmekten ileri gelir. . . İstikballe olan ilgisine gelince, o da sevdiği şeyi elden kaçırtan günahı terketmeye hayatının sonuna kadar azimli olmasından meydana gelirMâzi ile ilgili bulunmasına gelince, o da eğer cebretmeye gücü varsa elden kaçan fırsatları telâfi edip kaza etmek suretiyle telâfi etmeye çalışmakla meydana gelir3 Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidirBuradaki ilimden gaye; îman ve yakîndir; zira îman, günahların helâk edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettirYakîn, bu tasdîki te'kid ve takviye etmekten, şüpheyi îmandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettirDolayısıyla bu îmanın nuru kalp üzerine doğduğunda, pişmanlık ateşini meydana getirirDolayısıyla kalp, îman nurunun parlamasıyla sevdiğinden perdelendiğini gördüğünden dolayı elem duyarTıpkı daha önce karanlıkta bulunduğu halde birden bulutların dağılmasıyla veya perdenin kaldırılmasıyla nura kavuşan ve sevgilisinin ölümle pençeleştiğini gören bir kimse gibi! Bu manzara karşısında onun kalbinde sevgi ateşi alevlenirO ateş vasıtasıyla iradesi elinden kaçırdığı fırsatları telafi etmek için harekete geçer.

İlim, pişmanlık, hâl ile istikbâlin terki ve mazinin telâfisiyle ilgili bulunan niyetin oluşmasıyle beraber üç şeyden müteşekkildirTevbe ismi bunların tümüne birden verilirÇok zaman da tevbe ismi, sadece pişmanlık mânâsına ıtlak olunurİlim onun mukaddimesi, pişmanlığın gereği olan terk ise, onun semeresi ve onun arkasından gelen tabii birşey gibidirBu itibarla Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: 'Pişmanlık tevbedir'Zira pişmanlık, hiçbir zaman, pişmanlığı gerektiren ilimden ve ondan sonra gelen azimden hâli değildirBu bakımdan pişmanlık, bu iki şeyle sarılmış vaziyettedirBu iki şeyden kasdım, pişmanlığın meyvesi olan azim ve azmi gerektiren ilimdirBu itibarla tevbe nin tarifinde şöyle denilmiştir: Tevbe, geçmiş hatadan dolayı yüreğin elem duymasıdır'Çünkü bu, mücerred elemden bahsetmektedir.

Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:

O bir ateştirKalpte alevlenir.

O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!

Tevbe'nin meyvesi olan günahın terk edilmesi itibariyle tevhe'nin tarifinde şöyle denilmiştir: 'Tevbe, cefa elbisesini çıkarmak, vefa sergisini yaymaktır'.

Sehl bAbdullah et-Tusterî şöyle demiştir: 'Tevbe kötü olan hareketleri, güzel olan hareketlerle değiştirmektirBu da ancak halvete çekilmek, susmak ve helâl yemekle tamam olur'Sanki bu sözüyle tevbe'nin üçüncü mânâsına işaret etmiştir.

Tevbe nin tarifindeki sözler sayılmayacak kadar çokturSen bu üç mânâyı anladığın ve birbirinin mülâzımı olduğunu bildiğin zaman, tevbe'nin tarifi hakkında söylenen sözlerin tevbe'nin bütünmânâlarını toplayamadığını anlarsınİşlerin hakikatlerini bilmek, mücerred lâfızları bilmekten daha mühimdir,

3) Yani terk edilen günahlar, namaz gibi kazası mümkün olan ile mushafa abdestsiz dokunmak gibi telâfisi mümkün olmayan kısımlara ayrılırBu ikinci kısım pişmanlıkla affolunur.

Tevbe'nin Vücûbu ve Fazileti

Tevbe nin vücûbu, âyet ve hadîslerle apaçık ortadadırBasiret gözü açılan, Allah tarafından îman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktırBu bakımdan sâlik (âhiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam ederDin yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlarNice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlarBu bakımdan her adımda bir âyet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olurBazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalırBöyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun eksiktir, adımları yetersizdir.

Nice said vardır ki Allah onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedirAz bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerirOnun kalbine Kur'ân ve îman nuru doğarO, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare ederSanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktırHele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olurAllahü teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.

Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmazBu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe'nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe'nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe'nin mânâsını bir araya getirirBu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmazVâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.

Kişinin ' (Ünsiyet!) icabla vâcib oldu' demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yokturBu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak Allah ile mülâki olmakta olduğunu, Allah'a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, Allah ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında Allah ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen Allah'ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak Allah'a yönelmekle olduğunu ve Allah'tan yüz çevirmek, Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve Allah'tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmezBu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olurÇünkü kişi, günahların Allah'tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmazUzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymazElem duymadıkça dönüş yapmazDönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktırBu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.

İşte basîret nuruyla hâsıl olan îman böyle olurFakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardırO ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varırBu bakımdan bu hususta Allah'ın, Hazret-i Peygamber'in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!

Ey Mü'minler! Hepiniz birden Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.

(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.

Ey îman edenler! Allah'a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)

Ayette bahsi geçen 'Nasûh tevbesi' hâlisen Allah için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektirNasûh, nasihat kökünden türemedirTevbe'nin faziletine Allahü teâlâ'nın şu âyet-i celîlesi de delâlet eder:

Elbette Allah çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever. (Bakara/222)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Tevbe eden bir kimse, Allah'ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir4

Muhakkak Allahü teâlâ'nın Mü'min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra 'Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım' diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır5

Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü Allah'a şükretmek için 'Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum' diyeceği yerde 'Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun' demiştir.

Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Âdem (aleyhisselâm) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettilerCebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: 'Ey Âdem! Allah'ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!' Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) Cebrâîl'e 'Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?' dediBunun üzerine Allahü teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Âdem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktınBen de onlara tevbe kapısını açtımBu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğimBenden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğimÇünkü ben yakınımÇağırana cevap veririmEy Âdem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederimOnların duaları kabul edilmiştir'.

Bu hususta vârid olan rivâyetler sayılmayacak kadar çokturTevbe'nin vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe'nin mânâsı, günahların helâk edici ve Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektirBu, îmanın vücubuna dahildirFakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakırİşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktırBu bakımdan tevbe'nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.

Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktırBöyle yapmanın farz olduğunda şüphe yokturGeçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdırBu ise tevbe'nin ruhunu teşkil ederGünahların telâfisi bununla tamamlanırÖyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki Allah'ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.

Soru: Kalbin elem duyması, İnsan oğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydirBu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir' diye vasıflandırmak nasıl olur?

Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidirBunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardırİşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olurYoksa ilim 'kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir' mânâsına gelmezÇünkü böyle yapması muhaldirİlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi Allah'ın mahlûku ve fiilidir.

Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır. (Sâffât/96)

İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budurBunun ötesi dalâlettir.

Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?

Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim 'hepsi Allah'ın mahlûkudur' dememize ters düşmezKulun ihtiyar etmesi de Allah'ın mahlûkudurKul, kendi ihtiyarında mecburdurÇünkü Allahü teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte 'şu yemek şehveti teskin eder' ilmini, 'şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?' diye çarpışan fikirleri, sonra 'hiçbir mâni yoktur' ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.

Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine 'ihtiyar' (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilirOysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdırBu bakımdan iradenin kesinliği Allah tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olurBu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, Allah'ın yaratmasıyla hareket hâsıl olurOysa kudret ile iradenin ikisi de Allah'ın mahlûkudurİradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olurOysa onların ikisi de Allah'ın mahlûkudurlarFakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedirÖyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında Allahü teâlâ’nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.

Allah'ın fıtrî kanunu asla değişmezBu bakımdan Allahü teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmazKesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmazNefisteki bu meyil, Allahü teâlâ 'Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur' ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemezİlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratırÖyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlarİrade de daima hareketi getirir.

İşte her fiilde bu tertip vardırHepsi Allah'ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudurFakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttırBunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olurNitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi. . . Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttırAncak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.

Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttırBu, ilim hayattan doğar anlamına gelmezFakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olurİlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttırBu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmezFakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul ederVarlık âlemine ancak mümkün olan birşey girerİmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardırÇünkü bozulması muhaldirBu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olurÖyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olurŞartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardırKul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidirO, bir oları Allah'ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştirOnun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.

Allahü teâlâ’nın şu âyet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:

Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık. (Kamer/49)

Şu âyet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:

Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir. (Kamer/50)

Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardırKâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendirMeylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.

Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: 'Ey kişi! Sen hareket ettinSen attınSen yazdın'. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:

(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl/17)

Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi 'Bu halis bir cebr'dir' der, kimi (Kaderîler gibi) 'Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.

Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir6

Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.

Fakat bunların hepsi de kusurludurHiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştırBunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.

Gayb ve şehâdefin âlimi Allahü teâlâ'dırGaybma hiç kimseyi muttali kılmazArıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur'ân böyle haber vermektedir) Şehâdet âlemine ise, Allah'ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.

Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki Allah'tan başka yaratan ve Allah'tan başka mûcid yoktur.

Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettinBu ise tenakuzdurBunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?

Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişlerKörlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine "Biz fili anladık' demişlerFilin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlarFili değişik değişik tarif etmişlerFilin bacağına dokunan demiş ki: 'Fil, bir direk gibidirFakat direkten biraz yumuşaktır!' Filin dişine dokunan kişi demiş ki: 'Onun dediği gibi değildirAksine fil serttirOnda yumuşaklık yoktur ve kaygandırO direk gibi kalırı değildirİnce bir sopa gibidir'Filin kulağını elleyen demiş ki: 'Hayatımla yemin ederimFil yumuşaktırOnda sertlik yokturBenden önce konuşanlardan biri doğru söyledi' dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidirO kaim ve enli bir deri gibidir'Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştirHiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştırFakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.

Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidirHer ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de. . . Fakat bu bizim konumuz değildirŞimdi biz tevbeye dönelimBahsini yaptığımız tevbe'nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdırÇünkü pişmanlık, Allahü teâlâ’nın kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildirBunların arasına giren kudretinin cümlesindendirVasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.

4) ibn Mâce

5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)

6) Fiili Allah'a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş'arîlerdir.

Günahın Ardından Hemen Tevbe Etmenin Vücûbu

Günahın ardından hemen tevbe etmenin vâcib olduğunda şüphe yoktur; zira günahların helâk edici olduklarını bilmek, imana dahildirÎman etmek ise farzdırTevbe etmenin farziyye tinden kurtulan kimse, tiksindirici fiilden kendisini meneden bir marifetle Allah'ı tanımıştırÇünkü bu mârifet, amelle alâkası bulunmayan mükâşefe ilimlerinden değil, muamele ilimlerindendir.

Her ilim bir amele teşvikçi olsun diye istenir, o ilmin mesuliyetinden ancak istenilen amele teşvikçi olduğu zaman kurtulunurBu bakımdan günahların zararını bildiren ilim, ancak insanı günahları terketmeye teşvik etmek için istenirO halde günahları terketmeyen bir kimse, îmanın bu parçasını kaybetmiş olur ve Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfîyle de bu kastolunmuştur:

Zani bir kimse, Mü'min olduğu halde zina etmez7

Hazret-i Peygamber bu sözüyle Allah'ı, birliğini, sıfatlarını, kitâblarmı ve peygamberlerini bilmek gibi mükâşefe ilimlerine ait olan îmanın yokluğunu kasdetmemiştir; zira bu îmanı, ne zina, ne de diğer günahlar yok edemez.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yukarıdaki hadîs-i şerifte zinanın Allah'tan uzaklaştırıcı ve Allah'ın gazabını gerektirici olduğuna inanmakla ilgili olan îmanın yokluğunu kasdetmiştir.

Nitekim doktor 'Şu zehirdir, onu yemeyeceksin' dediği zaman, doktorun aksine onu yerse 'mü'min olmadığı halde zehiri yedi' denirYani doktorun varlığına ve doktor olduğuna inanmadığı halde yedi mânâsında değildirAksine bu sözden doktorun 'zehir öldürücüdür' sözünü kabul etmediği anlaşılır; zirâ zehiri bilen bir kimse, asla zehir yutmaz.

Bu bakımdan âsi bir kimse, zarurî olarak, eksik imanlıdırÎman bir tek şûbe değildir, yetmiş küsûr şubedirOnların en yücesi, Allah'tan başka mabud olmadığına şahidlik etmektirEn düşüğü ise yoldan geçenlere zahmet veren şeyi yoldan kaldırmaktır'8

Bunun misali, 'İnsan bir mevcut değildir, yetmiş küsur mevcutturO mevcutların en yücesi, kalp ve ruhturDerece bakımından en azı deriden eziyet verici şeyleri silmektir' diyenin sözüdürŞöyle ki: Bıyıkları kısaltılmış, tırnakları kesilmiş, bedeni kirden temizlenmiş olmalıdır ki pis olan tırnak ve pençelerin uzun şekilleriyle çirkin görünen hayvanlardan ayrılmış olsun.

Bu misal konumuza uygun bir misaldirBu bakımdan îman, insan gibidirTevhîd şehadetinin yokluğu, ruhun yokluğu gibi, îmanın tamamen yok olmasını gerektirirTevhîd ve Risalet'e şahidliği olan kimse, azaları kesik, gözleri kör bir insan gibidirBu insan bâtın ve zâhir âzalarının hepsini kaybetmiş, sadece ruhun aslını kaybetmemiştir.

Nasıl ki durumu bu olan bir kimse ölüme yaklaşır, zayıf ve takviye edici güçlerden ayrılmış ruh kendisinden ayrılırsa, tıpkı* onun gibi amellerde kusurlu olan, kendisinde îmanın aslından başka amel olmayan bir kimsenin imanının da ölüm meleğinin gelmesiyle şiddetli rüzgâr esintisine mâruz kaldığında sökülmesi yakın bir ihtimaldir.

Bu bakımdan yakîni kökleşmemiş, amel dalları yayılmamış olan îman, ölüm meleği göründüğü zamanki şiddete sebat edemez ve o îman için kötü sonuçtan korkulurFakat her geçen gün kök salıp sabitleşinceye kadar ibâdetlerin sularıyla sulanan îman boyle değildir.

Asi bir kimsenin muti bir kimseye 'Senin Mü'min olduğun gibi ben de Mü'minim' demesi, tıpkı kabak bitkisinin selvi ağacına 'Ben de ağacım, sen de!' demesi gibidirSelvi ağacının ona vermiş olduğu cevap ne güzeldir: "Ağaç cinsinin kapsamına girmekten dolayı aldanımş olduğunu sonbahar rüzgârları estiğinde bileceksinO zaman senin kökün kopacak, yaprakların dökülecek, ağaçların sabit kalış sebeplerinden mahrum olduğun için sadece ağaç isminde ortaklıkla adlanmış olduğun belli olacaktır".

Toz duman dağıldığı zaman göreceksin altındaki at mıdır, yoksa merkeb mi?

Bu öyle bir iştir ki ancak son nefeste belli olur.

Ariflerin kalp damarları, ölümün dehşetlerini görüp de çok az kimsenin sabredebileceği ölüm korkusunun şiddetinden ötürü kopmuştur, Bu bakımdan âsi bir kimse mâsiyetinden ötürü, ebediyyen ateşte kalmaktan korkmadığı takdirde, tıpkı sıhhatli olup zararlı şeylere dalan bir kimsenin, sıhhatinden ve ölümün çoğu zaman aniden vâkî olmadığından dolayı ölümden korkmayan kimse gibi olurSıhhatli kimse hastalıktan korkarHasta olduktan sonra da ölümden korkarAsi bir kimse de kötü sonuçtan korkarKötü sonuçla eceli kapandıktan sonra Allah korusun» cehennemde ebedî kalması gerekir.

Bu bakımdan günahlar, îman için, bedenleri kemiren'zararlı yemekler gibidirO yemekler içte birikirlerSonunda insanın mizacı bozulurOysa insan mizacı bozuluncaya kadar bundan haberdar değildir. Sonra da hasta olur ve defalarca ölürİşte günahlar da böyledir.

Madem ki bu ölümlü dünyada helakten korkan bir kimse için zehirleri, zararlı yemekleri hemen terketmek farzdır, öyle ise ebedî dünyasının helâk olmasından korkan bir kimseye, bu helâka götüren şeyleri bırakması öncelikle farzdırZehiri yiyen bir kimse pişman olduğu zaman kusması, derhal mideden uzaklaştırmak suretiyle yediğini çıkarması farzdır.

Bunu da helake yaklaşan ve ölmesiyle sadece şu fânî dünyası elden gidecek olan bedenini kurtarmak için yaparO halde dinin zehirleri olan günahları işleyen bir kimsenin günahlardan dönmesinin vâcib olması daha evlâdırBunu da ancak ömrü varsa yapabilir; zirâ bu zehirden ötürü zarar görecek olan şey, baki olan âhiretin elden gitmesidirO âhiret ki orada değişmez nimet ve büyük mülk vardır! Onun elden gitmesi, cehennem ateşini ve daimî azabı gerektirirÖyle azap ki dünya ömrünün birkaç misli onun müddetinin binde biri olamaz; zira onun müddetinin sonu hiç yoktur! Bu bakımdan tevbeye acele etmek gerekir.

Günah zehirleri, îman ruhuna, doktorların yapacağı birşeyin kalmadığı bir felâketi işlemezden önce tevbe etmek gerekÖyle bir felâket ki ondan sonra zararlılardan sakınmanın, nasihatçıların nasihatinin, vaizlerin vaazının hiçbir faydası olmazSahibinin helâk olanlardan olduğu kesinleşir ve şu ayetin umumî hükmünün altına girmiş olur:

Biz onların boyunlarına halkalar geçirdikÇenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktırÖnlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık, artık görmezlerOnları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdirÎman etmezler. (Yâsin/8-10)

Sakın îman kelimesi seni aldatıp ayetten kastedilen şeyin, küfür olduğunu sanmayasm; zira izah edildi ki îman yetmiş küsur şubedirZina eden bir kimse de Mü'min olduğu halde zina etmezBu bakımdan şubeler ve dallardan ibaret olan îmandan mahrum olan bir kimse sonuçta asıl olan îmandan da mahrum olurNitekim dallar mesabesinde olan âzalarının tamamını kaybeden bir kimsenin, asıl ve kök olan ruhunun yok edici ölüme mahkum olduğu gibi. . . Bu bakımdan dallar olmayınca aslın bekası mümkün değildirKöksüz dal da olamazKök ile dalın arasında ancak bir şeyde fark vardırO da dalın varlığı ile bekası kökün varlığını isterKökün varlığı ise dalların varlığını istemezBu bakımdan aslın bekası fer'e, fer'in de var olması asla bağlıdırÖyleyse mükâşefe ile muamele ilimleri asıl ile fer gibi biri diğerinden müstağni değildir/Her ne kadar biri asıl, diğeri tâbi mertebesinde ise de,. .

Muamele ilmi amele teşvik edici olmadığı zaman, onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır.

Eğer muamele ilmi istenen ameli insana yaptırtmazsa sahibinin aleyhine delil olurBunun için fâcir âlimin azabı, fâcir cahilin azabından daha fazla olurNitekim Kitab'ul-İliıride bu husustaki haberleri zikretmiştik.

7) Müslim, Buhârî

8) Tirmizî

Tevbe Herkese ve Her Hâlükârda Vacibdir

Kur'ân'ın zahiri bu hükme delâlet eder; zira Allahü teâlâ umumî olarak şöyle buyurmuştur:

Topluca Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz. (Nûr/31)

Basiret nuru da insanı bu hükme irşad etmektedir.

Zira tevbenin mânâsı; Allah'tan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmek demektirBöyle bir dönüş, ancak akıllı bir kimse için düşünülebilirAkıl, ancak şehvet, gazab ve şeytanın insanı aldatma vesileleri olan diğer kötü sıfatların kemâlinden sonra kemâl bulur; zira aklın kemâli ancak yaş kırka geldiği zaman olurAklın esası, ancak bulûğa yaklaşıldığında tamamlanırOnun başlangıcı çoğu zaman yedi seneden sonra belirirŞehvetler, şeytanın askerleridirAkıl da meleklerin ordularındandırİkisi bir araya geldiğinde mecburî olarak aralarında savaş patlak verir; zira biri diğerinin yanında duramazÇünkü birbirine zıddırlarBu bakımdan aralarındaki boğuşma, gece ile gündüzün, nur ile zulmetin arasındaki boğuşma gibidirBiri galebe çaldığı zaman, zarurî olarak diğeri kaçar! Şehvetler çocuk ve gençlerde akim kemâlinden önce yerleştikleri zaman şeytanın orduları gelmiş ve mekânı istilâ etmiş demektirKalp bunlara yakınlık göstermiş olurŞüphesiz ki bu takdirde şehvetlerin isteklerine uyması da normal olur ve bu durum kalbe hâkim olurArtık kalbin bu durumdan kurtulması zorlaşır. Sonra Allah'ın hizbi ve askeri olan akıl ortaya çıkar ve tedricî bir şekilde dostlarını düşmanların ellerinden ve esaretinden kurtarırFuğer akıl kuvvet bulmaz ve kemâle ermezse, kalp memleketi şeytana teslim olurŞeytan da va'dini yerine getirir! Zira şeytan şöyle demiştir:

Eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı müstesna kandırıp kendime bağlarım. (îsra/62)

Eğer akıl kemâle erip kuvvetlenirse, onun ilk meşgalesi şehvetleri kırmak, âdetlerden ayrılmak, tabiatı cebr yoluyla ibâdetlere zorlamak suretiyle şeytanın ordularını yok edip uzaklaştırmak olurTevbenin mânâsı bundan başka birşey değildirBöyle olmasının isbatı da şehvetten, rehberi şeytan olan bir yoldan dönüp Allah'ın yoluna yönelmektir.

Varlık âleminde hiçbir insan yoktur ki şehveti aklından önce şeytanın silahı olan tabiatı, meleğin silahı olan tabiattan önde bulunmasınBu bakımdan şehvetlerin gücünü artıran yoldan dönüş, ister peygamber olsun, ister ahmak bir kimse, her insan için zaruridirZannetme ki bu zaruret sadece Âdem'in özelliğidir.

Sakın sanma ki hilekârlık sadece Hind'indirHer güzelin tabiatı Hind'in tabiatı gibidir.

Bu durum ezelî bir hükümdürİnsan cinsine farz kılınmıştırBu, hiç kimsenin değişmesini ümit etmediği ilâhî kanun değişmedikçe bu farzın hilâfî mümkün değildirBu bakımdan kim kâfir ve cahil olduğu halde bülûğ çağma ererse, cehaletinden ve küfründen tevbe etmesi farzdır.

Ne zaman annesine ve babasına tâbi olarak ve İslâm'ın hakikatinden gâfil bulunarak müslüman olduğu halde bâliğ olursa, bu sefer İslâm'ın mânâsını anlamak suretiyle gafletinden tevbe etmesi farzdır; zira kendisi müslüman olmadıktan sonra, anne ve babasının müslüman oluşu kendisine fayda sağlamazEğer bunu anlarsa, âdetinden ve önleyici olmaksızın şehvetlerin arkasında koşmasından, Allah'ın menetmek, bırakmak, ayrılmak ve başıboş gitmek hususundaki sınırlarına dönmekle tevbe etmesi farzdırBu şekilde tevbe etmek, tevbe kapılarının en zorudurBurada insanların çoğu helâk olur; zira bu tevbeyi elde etmekten aciz kalmışlardırBütün bunlar, dönüş ve yakınlıktır.

Bu bakımdan bu durum tevbe'nin her insan için farz-ı ayn olduğuna delalet ederHiçbir insanın tevbeye muhtaç olmadığı düşünülemezNitekim Âdem'in (aleyhisselâm) tevbe etmekten müstağni olmadığı gibi. . . Öyle ise babanın müstağni olmadığı bir şeyden evlat da müstağni olamaz.

Tevbe’nin daima ve her durumda yapılmasının farziyeti şu demektir: Hiçbir insan günahsız değildir; zirâ peygamberler bile bu zellelerden kurtulamamıştır.

Nitekim Kur'ân'da ve hadîslerde peygamberlerin bu zellelerden tevbelerinden ve hatalarından ötürü ağlamalarından haber verilmektedirEğer azaların günahından bazı durumlarda kurtulursa, kalp ile günahları arzu etmekten kurtulamaz.

Eğer kalp de bazı durumlarda günahları arzulamaktan kurtulursa, Allah'ın zikrinden gaflet ettiren şeytanın vesveselerinden kurtulamaz.

Eğer bundan da kurtulursa Allah, Allah'ın sıfatları ve fiilleri hakkındaki ilim hususunda kusur ve gafletten kurtulamazBütün bunlar, eksikliktirBunun sebepleri vardırSebeplerin zıdlarıyla meşgul olmak suretiyle sebepleri terketmek, onun zıddına dönmek demektirTevbeden de maksat dönüştürHiçbir insanın bu eksiklikten uzak olması düşünülemezAncak insanlar miktar hususunda birbirlerinden ayrılırAsıl ise bütün insanlarda vardırBunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.

Benim de kalbimin üzerine pas çökerÖyle ki gece ve gündüz yetmiş defa Allah'tan af talebinde bulunurum.

Bunun için Allahü teâlâ, peygamberine şöyle demek suretiyle ikramda bulunmuştur:

Öyle ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola iletecektir. (Fetih/2)

Hazret-i Peygamber'in' yüce makamına rağmen hali bu olursa, acaba başkasının hali ne olacaktır?

Soru: Kalbe gelen şeylerin eksiklik olduğu gizli değildirKemâl bunlardan uzak olmaktadırAllah'ın celâlinin marifetinde kusur da eksikliktirMârifet arttıkça kemâl artarEksikliğin sebeplerinden kemâle yönelmek dönüştürDönüş de tevbedirFakat bunlar farzlar değil de faziletlerdirSen tevbe'nin her durumda vâcib olduğunu mutlak bir şekilde söyledinOysa bu gibi şeylerden tevbe etmek farz değildir; zira kemâlin idrâki şer'an vâcib değildirBu bakımdan senin 'tevbe her durumda vâcibdir' sözünden maksad nedir?

Cevap: Daha önce insanın yaratılışının gereği olarak şehvetlere uymaktan kurtulamayacağı söylenmiştiTevbe'nin mânâsı; sadece şehvetleri terketmek değildir.

Aksine tevbe'nin tamamlanması, geçmişi tamamiyle telâfi etmekle olurİnsanın peşinden sürüklendiği her şehvetten bir karanlık insanın kalbine yükselir.

Nitekim insanın nefesinden berrak aynaya buharın yükseldiği gibi. . . Eğer şehvetlerin karanlığı birikirse, (kalp üzerinde) 'Reyn' denilen pas olurNefesin buharının aynada biriktiği zaman lekeye dönüştüğü gibi. . . Nitekim Allahü teâlâ şöjde buyurmuştur:

Hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14)

Bu bakımdan 'reyn' (pas) biriktiği zaman mühre dönüşürAynanın yüzündeki buhar gibi o mühürle kalp mühürlenirBirikip zaman uzadıkça, demirin içine işler, onu ifsâd eder.

Artık ondan sonra işlem kabul edemez hale gelir, pastan mühürlenmiş gibi olurŞehvetlerin arkasında gitmeyi terketmek de kâfi gelmezKalpte tabiatlaşan o pasların silinmesi lâzımdır.

Nitekim eğer aynada tabiîleşen kirler silinmezse, sadece buharları silmenin kâfi gelmediği gibiGünahlar ve şehvetlerden kalbe zulmet yerleştiği zaman da durum böyledirBu bakımdan kalbe ibadetlerden bir nur yükselirO ibadetlerin nuruyla nıâsiyetin zulmeti silinir.

Buna Hazret-i Peygamberin şu hadîsi işaret etmektedir:

Günahın ardından sevab işle ki sevab günahı silip yok etsin!

O halde kul kalbinden günahların eserlerini, sevap işleyerek silmekten müstağni değildirBu hüküm önce saflaşan sonra ârızî sebeplerle kararan kalp için sözkonusudurİlk cilalama uzun sürer; zira aynadan pası silmek hususunda cilalama ile meşgul olmak, aynanın aslıyla meşgul olmak değildirBunlar uzun uzadıya meşguliyetlerdirAsla sonu ve ardı gelmezBütün bunlar tevbeye dönüşür.

Senin 'Boyle bir tevbeye farz denilmezAksine o fazilet ve kemâli talep etmektir sözüne gelince, bil ki vâcib'in iki mânâsı vardır.

Birincisi şeriat sahasına giren ve bütün halkın ortak olduğu vâcibdirEğer bütün halk onunla meşgul olursa âlem harap olmazBu bakımdan eğer bütün insanlar hakkıyla Allah'tan ittika etmekle mükellef olursa, hepsi maişeti terkedip dünyayı tamamen bırakırlar. Sonra bu durum takvanın iptaline yol açar; zira maişetler fesada uğradığı zaman, hiç kimse takva için çalışmaya vakit bulamazÖrücünün, çiftçinin, fırıncının ihtiyacını kazanmak için meşguliyeti bütün hayatını kapsarBu bakımdan bütün bu dereceler farz değildirler.

Vacibin ikincisi; âlemlerin rabbinden matlûb olan yakınlığa varmak için sıddîklar arasında Makâm-ı Mahmud'aermek için gerektirMakâm-ı Mahmûdfa ulaşmak için, bizim söylediklerimizin tamamından tevbe etmek vâcibdir.

Nitekim nafile namaz için abdest almak vâcibdir; zira nafile namaz kılmak ancak taharetle mümkündürFakat nafile namazın faziletinden mahrum kalmaya razı olan bir kimseye nafile namaz için abdest almak vâcib değildir.

Nitekim göz, kulak, el ve ayak, insan varlığında şarttır; yani onunla dünyada yüksek derecelere varmak ve kâmil bir insan olmak isteyen bir kimse için şarttırHayatın aslıyla kanaat eden, şiş üzerindeki bir et parçası gibi olmaya, atılmış bir paçavra gibi olmaya razı olan bir kimse için ise, ne göz, ne el ve ne de ayak şart değildirBu bakımdan ammenin fetvasına dahil olan vâcibler ile ancak kurtuluşun aslına varılırKurtuluşun aslı hayatın aslı gibidirKurtuluşun aslından öte bulunan saadetler ki hayat onlarla sonuçlanır ve o saadetler hayatın tanziminde gereken alet ve azaların yerine geçerEnbiya, evliya, ulema ve üstün olan insanlar burada gayret göstermişlerdirOnların hırsları bu noktaya yönelirOnların gayreti bunun etrafında dönerOnlar bunun için dünya lezzetlerini tamamen terkederler.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bir taşı yastık yaptıŞeytan ona gelerek şöyle dedi:

- Sen âhiret için dünyayı terketmemiş miydin?

- Evet, ne olmuş?

- Şu taşı yastık yapman, dünyada nimetlenmendirSen neden başını yere koymuyorsun?

Bunun üzerine Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) taşı atarak başını toprağa koydu.

Taşı atışının sebebi, o faydalanmadan tevbe etmektirHazret-i Îsa'nın umumî fetvalarda başını toprağa koymanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Nakışlı elbise, namazda Hazret-i Peygamberi meşgul ettiği zaman onu çıkarıp attığında, yenilediği pabucunun bağı kendisini meşgul ettiği zaman, eski pabucunu giydiğinde, bütün kullar için getirmiş olduğu şeriatta böyle yapmanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Mâdem ki bunu biliyordu, o halde terketmek suretiyle neden bundan tevbe etti? Onun böyle yapması, o elbise veya pabucun kalbinde kendisine va'dedilen Makâm-ı Mahmûd a varmasını engelleyici bir tesir bıraktığını görmesinden ileri geliyordu.

Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) sütü içtikten ve bunun uygun olmadığını bildikten sonra parmağını boğazına sokup, zorla içtiği sütü dışarı çıkarmanın fıkhı hükmünü bilmediği için mi boyle yaptığını sanıyorsun? İçtiği sütle günahkâr olmadığını bilmiyor muydu? İçtiği sütü çıkarmasının farz olmadığını bilmiyor muydu? Bunları bildiği halde neden içtiği sütü dışarı çıkararak tevbe etti? Bu tevbe onun göğsünde yerleşen bir sırdan ileri geliyorduO sır ona avamın fetvasının başka bir husus olduğunu, âhiret yolunun tehlikesini ise, ancak sıddîklarırı bileceği hikmetini anlatmıştırBu bakımdan sen, Allah'ın bütün mahlûkundan daha fazla Allah'ı, Allah'ın yolunu, mekrini, Allah'a güvenerek gurura kapılmanın gizli yerlerini bilen bu kimselerin" durumunu düşün! Dünya hayatının seni aldatmasından sakın! Bir milyon defa sakın ki şeytan seni amelsiz Allah'a güvendirip aldatmış olmasın!

Kim bu sırların kokularının başlangıçlarını 'koklarsa bilir ki nasûh tevbe'nin lüzumu Allah yolunda giden kula her nefesinde lâzımdır.

İsterse bu kul Nûh gibi uzun yaşamış olsa bile tevbeyi ihmal etmemenin, çok çabuk olarak tevbe etmenin vâcib olduğunu bilir.

Ebû Süleyman Dârânî pek doğru söylemiştir: 'Eğer akıllı insan, geri kalan hayatında sadece ibadetlerin dışında geçen ömrü için ağlarsa, bu ölüme kadar üzülmesine kâfi gelirAcaba kalan ömrünü, cahilce geçirdiği hayatı gibi geçirenin hali nasıl olur?'

Ebû Süleyman bunu şu hikmete binaen söylemiştir: Akıllı bir kimse, bir cevheri elde ettiği ve o cevher fayda vermeksizin zayi olup gittiği zaman, şüphesiz buna üzülür» Eğer o cevher elinden çıkıp ve onun çıkışı ela helâk olmasının sebebini teşkil ederse, bu takdirde o cevherden ötürü daha fazla üzülmesi gerekirOysa hayatın her saati, her nefesi bir cevherdirOnun yerini dolduracak birşey yoktur.

Çünkü o seni ebedî saadete erdirmeye, ebedî azaptan kurtarmaya yararAcaba böyle bir cevherden daha güzel bir cevher olabilir mi? Bu cevheri gaflet içerisinde zayi ettiğin zaman, apaçık bir zarardasınOnu günaha sarfettiğin zaman kötü bir şekilde helak olursunEğer bu musibetten ötürü ağlamıyorsan bu senin cehaletinden ileri gelmektedirCehaletinden dolayı gelen musibet öbür musibetinden daha büyüktürFakat cehalet musibetiyle müptelâ olan onun musibet olduğunu bilmez; zira gaflet uykusu cehaletle nefsi arasına girer.

Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet edilmiştir: 'İnsanlar uykudadırlarÖldükleri zaman uyanırlarO zaman her müflisin iflâsı, her musibetzedenin musibeti kendisine görünürOysa telâfi etmek imkânı da insanlardan kaldırılmıştır'.

Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Ölüm meleği kula göründüğü zaman, ona 'Senin bir saatlik ömrün varSen göz açıp kapatacak kadar bile o saatten geri kalmazsın' der.

Buna binaen kulun esef ve hasreti öyle bir şekilde belirir ki eğer dünya bütünüyle onun olsaydı bu hasretten kurtulmak için onu vermekte tereddüt etmez, o kalan saatine başka bir saati eklemek için derhal bütün dünyayı bu müddet içinde nefsini kınamak için verirdiBöylece eksikliğini telâfi etmek isterdiOysa artık böyle bir imkânı elde edemez.

İşte Allahü teâlâ'nın şu ayetinin işaret ettiği ilk mânâ budur:

Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir. (Sebe/54)

Sizden birinize olum (alâmetleri) gelip de 'Ey rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve salihlerden olsam!' demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayınAllah bir kimseyi eceli geldiği zaman asla geciktirmez ve Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Münâfikûn/10-11)

Denildi ki: Kulun Allah'tan istediği yakın zamanın mânâsı; kula perde aralandığı zaman şöyle demesidir:

- ey ölüm meleği! Benim ecelimi bir gün tehir et ki o günde rabbimin huzuruna özrümü arzedeyim, tevbe edeyimNefsim için sâlih bir ameli azık edineyim.

- Günleri tükettin, artık günün yoktur!

- Öyle ise bir saat beni tehir et!

- Saatleri tükettin artık saatin yok!

Bu bakımdan kulun yüzüne artık tevbe kapısı kapatılırCan boğaza dayanırNefesleri boğazının kemikleri arasında yükselip alçalırGeçmişi telâfi etmekten ümitsiz olmanın acısını duyarHayatının zayi olmasından ötürü pişmanlık ateşini tadar durur.

Bu hallerin sadmelerinde îmanın esası sarsılır! Canı çıktığı zaman eğer daha önce Allahü teâlâ'dan kendisi hakkında en iyi amel sebkat etmiş ise ruhu Tevhîd üzerine çıkar.

İşte güzel son budurEğer kaza ve kader onun hakkında şekavetle sebkat etmiş ise, ruhu şek ve ızdırap üzerinde çıkarİşte bu da kötü sondur.

Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim?' diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. (Nisa/18)

Allah'a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler. (Nisa/17)

Bu ayetin mânâsı; hatayı işlediği halde hatasından pişman olması, onun eserini hemen akabinde yapmış olduğu bir hasene (sevab) ile daha pas kalbin üzerine yerleşip silinmeyi kabul etmeden önce silmesi demektir.

Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Günahın hemen akabinde sevap işle (ki o sevap) o günahı silsin!

Bu sırra binaen Lokmân Hakîm, oğluna *Ey oğul! Sakın tevbeyi geciktirme! Zira ölüm ansızın gelir! demiştir.

Kim acele tevbe etmeyi 'sonra yaparım' diye terkederse, o iki büyük tehlike arasında kalır: Birincisi günahlardan gelen bir karanlığın onun kalbinin üzerine yerleşmesidir ki artık pas ve tabiat olur ve silinmeyi kabul etmezİkincisi, hastalığın veya ölümün gırtlağına sarılması ve dolayısıyla günahı mahvetmeye fırsat bulamamasıdır.

Ateş ehlinin bağırmasının çoğu, tevbeyi geciktirmelerinden ileri gelir9

Bu bakımdan helâk olan bir kimse ancak tevbeyi geciktirmeden helâk olurÖyleyse tevbeyi geciktirmenin kalbi karartması önce, ibâdet ile parlatılması ise sonradır.

Bu durum böyle devam ederSonunda ölüm ansızın gelir, yaka paça götürür ve dolayısıyla temiz olmayan bir kalp ile Allah'ın huzuruna varırOysa ancak temiz bir kalp ile Allah'a varan kurtulurÖyleyse kalp, Allah'ın kul yanındaki emanetidirÖmür de Allah'ın kul nezdinde emanetidirİbadetlere vesile ve âlet olan diğer şeyler de böyledirBu bakımdan emanete hainlik yapan ve hainliğini telâfi etmeyenin durumu tehlikelidir.

Ariflerden biri şöyle demiştir: Elbette Allahü teâlâ kuluna iki sırrı tevdi buyurmuşturİlham yoluyla o sırlarını kuluna fısıldar!

1Annesinin karnından çıktığı zaman ona der ki: 'Ey kulum!

Seni dünyaya tertemiz çıkardımEmrimi sana emanet bıraktım.

Seni bu emaneti korumak hususunda emin saydım.

Bu bakımdan emaneti nasıl koruyacağını iyi düşün! Benimle nasıl mülâki olacağını da iyi (düşün) !'

2Ruhu çıktığı zaman ona der ki: 'Ey kulum! Senin nezdindeki emanetim hakkında ne yaptın? Aramızdaki söze riayet ettin mi?

Benimle mülâki olacağın güne kadar onu korudun mu? Eğer emanetimi koruduysan ben de va'dimi îfâ etmek suretiyle seni karşılayayımEğer emanetimi zayi ettiysen ben de o emaneti senden istemek ve ceza vermek suretiyle seni karşılayayım!'

Nitekim Allahü teâlâ'nın şu ayetinde buna işaret vardır:

Siz, benim ahdime vefa edin ki ben de ahdinize vefa edeyim. (Bakara/40)

Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler. (Mü'minûn/8)

9) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir.

Şartları Bulunduğu Zaman Tevbe'nin Makbul Oluşu

Kabulün mânâsını anladığın zaman, her sahih tevbe'nin makbul olduğunda şüphe etmezsinBu bakımdan Kur'ân'ın nurlarından istimdâd edenler ve basiretlerin nuruyla bakanlar bilirler ki her selîm kalp, Allah katında makbul, âhirette Allah'ın komşuluğuna lâyık ve Allah'ın cemâline bakmaya hazırdırBilirler ki kalp, esasında selîm olarak yaratılmıştırHer doğan çocuk, fıtrat üzerine doğarKalbin selâmeti, ancak günahların zulmetinden kalbin yüzüne biriken paslarla ortadan kalkar.

Bilirler ki pişmanlık ateşi, o tozları yakıp kül ederHasenenin (sevabın) nuru, kalbin yüzünden o kötü karanlığı silerSevapların nuruna karşı günah zulmetinin direnme gücü yokturTıpkı gündüzün nuruyla gece karanlığının yok olduğu, sabunun beyazlatmasıyla kirin yok olduğu ve kirli elbisenin sultanlar tarafından elbise olarak kabul edilmediği gibi. . . Bu bakımdan Allahü teâlâ karanlık kalbi komşuluğuna kabul etmezNasıl ki elbiseyi kötü yerlerde kullanmak kirletirse ve ancak sabunla temizlenirse, tıpkı onun gibi kalbi şehvetlerde kullanmak da kalbi kirletir! O kiri, göz yaşlarının suyu ile ve pişmanlığın yakıcılığıyla yıkamak tertemiz yaparHer temiz elbise makbul olduğu gibi, her temiz kalp de makbuldürSenin vazifen ancak tezkiye ve temizlemedirKabul etmek ise, önünde hiçbir engel olmayan ezelî kazâ ve kader ile sebkat eden bir vergidirBuna şu ayette 'felâh' ismi verilmiştir:

Muhakkak nefsini tezkiye eden (veya nefsi Allah tarafından tezkiye edilen) felaha kavuşmuştur. (Şems/9)

Kim tahkik yolunda göz ile yapılan müşahededen daha açık ve daka kuvvetli bir mârifet]o kalbin günahlarla ve ibadetlerle zıt tesirlerin etkisinde kaldığını bilmezse, bunlardan birine 'zulmet' lâfzının cehalet için mecaz yoluyla kullanıldığı gibi kullanıldığını, diğerine ilim için kullanıldığı gibi 'nur lâfzının kullanıldığını bilmezse ve yine 'nur' ile 'zulmet'in arasında zarurî ve kaçınılmaz bir zıddiyetin olduğunu ve ikisinin bir arada bulunmasının tasavvur edilemeyeceğini bilmezse, bu kimse dinin sadece kabuğunu tanımış ve sanki dinin sadece isimleri bu kimseye yapışmış demektir.

Öyle ki kalbi dinin hakikatinden kaim bir perde ile perdelenmiştirHatta nefsinin hakikatlerinden, sıfatlarından da kalbi perdelenmiştirKim nefsini bilmezse, başkasını bilmek hususunda daha cahildirBaşkasından gayem, kalbidir; zira insan ancak kalbiyle kalbinin haricindeki şeyleri bilirBu bakımdan kalbini bilmeyen, başkasını nasıl bilecektir?

Tevbe'nin sıhhatli olup kabul edilmeyeceğini düşünen bir kimse, tıpkı güneşin doğup karanlığın zâil olmayacağını, elbisenin sabunla yıkanıp buna rağmen temizlenmeyeceğini düşünen bir kimse gibidirAncak kir uzun zaman birikip yerleştiğinden dolayı elbisenin dikişleri arasına ve içerisine nüfuz etmişse, bu takdirde sabun o kiri gidermeye güç yetiremez.

Bunun misali, günahlar kişide tabiat hâline gelinceye ve kalbinin üzerine pas oluncaya kadar birikip yerleşmeleridirBöyle bir kalp, artık dönüp tevbe etmezEvet, bazen dil ile 'Tevbe ettim' derBu, çamaşırcının diliyle 'Ben elbiseyi yıkadım' demesi gibidirOysa onun yıkadım demesi asla elbiseyi temizlemezBu durum elbisenin sıfatı, elbisede yerleşen sıfatın zıddıyla ve kullanılması mümkün olan bir şeyi kullanmak suretiyle değiştirmedikçe devam ederİşte tevbe'nin aslının men olunmasının durumu budurBu uzak bir durum değildir.

Hatta dünyaya yönelen, Allah'tan tamamen yüz çeviren halkın çoğunun durumu budur.

Bu beyan, tevbe'nin kabulü hususunda basiret erbabı için kâfidirFakat biz bunu, âyet, hadîs ve eserlerle takviye edelimÇünkü Kitab ve Sünnet 'in doğrulamadığı hiçbir görüşe itimad yoktur.

Âyet-i Kerîmeler

O'dur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve bütün yaptıklarınızı bilir. (Şûrâ/25)

Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ihsan sahibi (Allah'tandır). (Mü'min/3)

Bunlardan başka daha nice ayetler vardır.

Hadîsler

Herhangi birinizin tevbesiyle Allah, yitirdiği devesini bulan kimseden daha fazla sevinir,Sevinmek, kabulden sonra gelirO kabulün delili bir nimettir.

Elbette Allahü teâlâ tevbe ile kudret elini, gece günah işleyen için gündüze kadar, gündüz günah işleyen için de geceye kadar yayar (açar) Bu durum, güneşin batıdan doğuşuna kadar (kıyâmet kopuncaya kadar) devam eder10

'Kudret elini açması tevbeyi talep etmekten kinayedir; yani Allah kullarının tevbe etmesini ister, İsteyen kabul edenin ötesindedir; yani kabul edeceği için isterZira çok kabul eden vardır ki istemezHiçbir isteyici yoktur ki kabul edici olmasın!

Göklere yetişinceye kadar hatalar işlemiş olduktan sonra pişman olsanız bile, muhakkak Allah tevbenizi kabul eder11

İnsan (bazen) günah işler ve o günahtan ötürü cennete girer!

Denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasulü! Bu nasıl olur?' Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

O günah daima gözünün Önünde olurOndan tevbe eder, ondan kaçar ve sonunda cennete girer12

Günahın keffareti pişmanlıktır13

Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir.

Rivâyet ediliyor ki Habeşistanlı biri şöyle sordu:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben fahiş işler yapıyordumAcaba tevbe edebilir miyim?

-Evet!

- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben o fahiş hareketlerde bulunurken

Allah beni görüyor muydu?

Hazret-i Peygamber 'Evet deyince Habeşliden bir feryâd ve figanla beraber ruhu çıktı14

Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâİblis'e lânet okuduğu zaman, İblis, kendisine mühlet vermesini Allah'tan talep ettiAllah da ona kıyâmet'e kadar mühlet verdiİblis dedi ki: 'Senin izzetine yemin ederim! Âdem oğlunun ruhu oldukça onun kalbinden çıkmayacağım'.

Bunun üzerine Allahü teâlâ da şöyle dedi: 'İzzet ve celâlime yemin ederim, onda ruh oldukça onun tevbesini kabul edeceğim'.

Muhakkak sevablar, suyun kiri götürdüğü gibi günahları silip götürür15

Bu husustaki hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.

10) Müslim, (Ebû Musa'dan)

11) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den)

12) İbn Mübarek, Zühd

13) İmâm-ı Ahmed, Taberânî

14) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir»

15) Tirmizî

31-2

Tevbe Edilen Küçük ve Büyük Günahlar

Tevbe günahın terkidir, Birşeyi terketmek, ancak meydana geldikten sonra mümkündürTevbe vâcib olduğu zaman, tevbeye götürecek şey de vâcib olurBu bakımdan günahların meydana gelmesi, bu takdirde vâcibdirGünah, terkinde veya fiilinde Allah'ın emrine muhalif olan şeylerden ibarettirBunun tafsilâtı, şer'î teklifleri başından sonuna kadar şerhetmeyi gerektirirOysa bu şu anda bizim konumuz değildirFakat biz teklifleri toplayan şeylere ve kısımlarının bağlantılarına işaret edelimDoğru yola rahmetiyle muvaffak eden Allahü teâlâ'dır.

Kulun Sıfatlarına Nisbetle Günahların Kısımları

İnsanın birçok sıfatları vardırNitekim kalbin acaiblikleri ve gaileleri bahsinde bunun şerhi (açıklaması) yapılmıştırFakat günahların kaynakları dört sıfata inhisar eder:

1Rubûbiyet sıfatları

2Şeytanî sıfatlar

3Behimî (hayvanî) sıfatlar

4Sebuî (yırtıcı) sıfatlar

Bunun böyle olması, insan çamurunun çeşitli karışımlardan yoğrulmasından meydana gelmektedirBu bakımdan insan çamurundaki her unsur, bir eseri iktiza eder.

Nitekim sekencebin maddesinden meydana gelen şeker, sirke ve zâferanın her biri ayrı ayrı tesir ve etki bırakırlar.

Rubûbiyet sıfatlarına varmak iştiyakını veren şey, kibir, gurur, ceberut, övülmeyi sevmek, izzet ve zenginliği istemek, bekanın devamlılığını arzulamak, herkesten daha yüce olmayı istemek gibidirHatta sanki bu insan (Firavun gibi) 'Ben sizin en yüce rabbinizim' demeyi kastederBu durumdan en büyük günahlardan bir grup meydana gelirMeydana gelir fakat halk onlardan gâfil ve onları günah bile saymamaktadırOysa onlar korkunç helâk edicilerdirÖyle helâk ediciler ki birçok günahın kaynaklan gibidirlerNitekim biz bunu Mühlikât bölümünde en ince teferruatına kadar saymıştık.

İkincisi şeytanî sıfattırBu sıfattan hased, zulüm, hile, hud'a, fesâd ve münkeri emretme meydana gelirDolandırıcılık, münafıklık, bid'at ve dalâlete çağırmak da bu kısma girer.

Üçüncüsü behimî (hayvanî) sıfattırBu behimî sıfattan oburluk, açgözlülük, karın ve tenasül uzvunun şehvetini (isteğini) yerine getirme meydana gelirBundan livata, hırsızlık, yetimlerin malını yemek, şehvetler için mal toplamak da meydana gelir!

Dördüncüsü sebuî, yani yırtıcı sıfattırBu yırtıcı sıfattan öfke, hıkd, vurmak, öldürmek, küfretmek suretiyle halka hücum etmek ve malları yağmalamak meydana gelirAynı zamanda bu sıfattan birçok günahlar da meydana gelir.

Bu sıfatlar fıtratın kökünde vardırBu bakımdan önce hayvanî sıfat galebe çalar. Sonra yırtıcı sıfat ikinci derecede onu takip ederBunların ikisi bir araya geldikten sonra aklı hile, kurnazlık ve kötü şeylerde kullanılırBu da şeytanî sıfattır. Sonra âhiretle, rubûbiyetin sıfatları mağlûp olurO sıfatlar da fahr, izzet, yücelik, kibriyayı talep etmek ve bütün insanları istilâsı altına almayı kastetmektirİşte bunlar, günahların kaynaklarıdır. Sonra bu kaynaklardan günahlar, azalar üzerine akarlarBazıları hasseten kalptedir: Küfür, nifak, bid'at ve halk için kötü düşünmek gibi. . . Bazıları gözde kulakta, bazıları dilde, bazıları tenasül uzvu ve karındadırBazıları da eller ve ayaklarda, bazıları da bütün bedende! Bunları tafsil etmeye ihtiyaç yokturÇünkü apaçıktır.

Günahlar için ikinci bir taksim de şöyledir: Günahlar, kul ile Allah arasındaki kısım ile kulların haklarıyla ilgili olan kısma ayrılırSadece kulla ilgili olan namaz ve orucun terkedilmesi gibi şeylerdirKulların haklarıyla ilgili olanlar, zekâtı terketmesi, adam öldürmesi, malları gasbetmesi, namuslara küfretmesi gibi şeylerdirBaşkasının hakkından alınan şey, ya insan7 ya bir âzâ veya mal veya namus veya din veyahut da mertebe olurDini almak, şerre teşvik etmek, bid'ate çağırmak ve günahlara özendirmek, bazı vaizlerin ümit tarafını korku tarafından daha kuvvetli göstermek suretiyle Allah'a karşı cüret sebeplerini kabartmak gibi şeylerdir.

Kullarla ilgili olan günahlara gelince, buradaki vaziyet daha şiddetlidirKul ile Allah arasında olan şey şirk olmadıkça af daha fazla umulur ve daha yakındırNitekim haberde şöyle vârid olmuştur:

Divanlar (kayıt defterleri) üçtür: Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanırBir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanmazDiğer bir divan vardır ki terkedilmezBağışlanan günahlar, kulların Allah ile aralarında olan (namaz kılmamak gibi) günahlardırBağışlanmayan günah, Allah'a ortak koşmaktırTerkedilmeyen günah ise, kullara yapılmış olan zulümlerdir19

Yani kulun hakkına tecavüz eden zâlim, o zulmünden sorulacaktırTa ki ondan affedilinceye kadar. . .

Günahlar, küçük ve büyük diye iki kısma ayrılırBu hususta halkın ihtilâfı oldukça çokturKimi 'Küçük, büyük diye bir ayırım yokturAksine Allah'a karşı olan her muhalefet büyüktür' demiştir ki bu görüş zayıftır.

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız. (Nisa/31)

Onlar ki günahın büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirlerŞüphesiz rabbin geniş mağfiretlidir. (Necm/32)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Beş vakit namaz ve bir cumadan diğer cumaya kadar »eğer büyük günahlardan sakmılırsa bu sakınma- işlenen günahların kefareti olur.

Hadîsin diğer bir versiyonunda 'Aralarındakine kefaret olurAncak büyük günahlar bu hükmün dışındadır' şeklinde gelmiştir20

Büyük günahlar, Allah'a ortak koşmak, anne-babaya karşı gelmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir21

Ashâb-ı kirâm ve tabiîn, büyük günahların adedi hakkında dörtten yediye, dokuza, onbire ve daha yukarıya kadar ihtilâf etmişlerdir.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) , 'Büyük günahlar dörttür'22 demiştir, İbn Ömer Vadidir'23 Abdullah bAmr ise 'dokuzdur'24 demiştir.

İbn-i Abbâsfın kulağına İbn Ömer'in 'Büyük günahlar yedidir' sözü geldiği zaman şöyle dedi: 'Büyük günahların yetmişe kadar varması, yediye kadar varmasından daha doğrudur'.

Bir defasında da şöyle demiştir: 'Allah'ın yasakladığı herşey büyük günahtır'.

İbn-i Abbâs'tan başkaları da 'Allah'ın hakkında ateş va'dettiği herşey büyük günahlardandır' demişlerdir.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Dünyada haddi (cezayı) gerektiren herşey büyük günahtır'.

Şöyle de denilmiştir: 'Büyük günahlar, mübhemdirSayıları bilinmezTıpkı kadir gecesi, cuma saati gibi. . . '

İbn Mes'ûd'a 'büyük günah' sorulduğu zaman şöyle demiştir: *Nisâ sûresinin başından Allahü teâlâ’nın şu sözüne kadar oku:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız. . (Nisâ/31)

Bu bakımdan yukarıdaki ayete kadar bu süre-i celîlede Allah neyi yasaklamış ise o büyük günahtır.

Ebû Tâlib el-Mekkî25 şöyle demiştir: 'Büyük günahlar onyedi tanedirBir kısım hadîslerden, İbn-i Abbâsİbn Mes'ûdİbn Ömer ve başkalarının sözünden derlediğim büyük günahların dördü kalptedirOnlar Allah'a ortak koşmak, günahta ısrar etmek, Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak ve Allah'ın azabından emin olmaktırDördü dildedirOnlar; yalan yere şahidlik etmek, namuslu bir insana zina iftirası atmak, bir hakkı iptal eden veya bir bâtılı hak gösteren yalan yemindir.

Şöyle denilmiştir: 'Yemin-i gamus, o yemindir ki onunla haksız yere, müslüman bir kişinin malı alınırVelev ki o mal, erak ağacından yapılmış bir misvak olsun!'

Bu yemine 'yemin-i gamus' denilmiştirÇünkü sahibini ateşe daldırır. (Nitekim gamus'un lugavî mânâsı da daldırmaktır) .

Dil âfetlerinin dördüncüsü sihirbazlıktırSihirbazlık, insanı bozan ve diğer cisimleri hilkatin aslından çıkaran konuşma demektir.

Büyük günahların üçü de mide ile ilgilidirOnlar da şunlardır: Sarhoş eden içkiyi içmek, zulüm bakımından yetim malı ve bildiği halde faiz yemektirO büyük günahlardan ikisi de tenasül uzvu ile ilgilidirOnlar da zina etmek ve livata yapmaktırİkisi de el ile ilgilidirOnlar da öldürmek ve hırsızlıktırBiri ayaklarla ilgilidirO da düşman karşısmdun kaçmaktırHatta bir müslümanın iki kâfirden, on müslümanın yirmi kâfirden kaçması demektirO büyük günahların biri de bedenin bütünüyle ilgilidirO da anne ve babaya karşı gelmektir.

Ebû Tâlib el-Mekkî der ki: 'Anne ve babaya karşı gelmenin içine, onların kendisine ayırıp verdikleri şeye razı olmaması da girerOnların isteklerini yerine getirmemek, onlara karşı tahammülsüz davranmak, karınlarını doyurmamak da onlara isyandır'.

İşte Ebû Tâlib el-Mekkî'nin büyük günahlar hakkında söylediği budurBu taksimi hakikate yakındırFakat bununla şifa tamamen hâsıl olmaz; zira bundan daha fazlasını bulmak veya daha eksik göstermek mümkündür; zira Ebû Tâlib el-Mekkî, faiz ve yetim malını yemeyi büyük günahlardan saymıştırOysa bu, mallara karşı yapılan bir suçturNefislerin büyük günahlarından sadece katli zikrettiGöz çıkarma, el kesme ve müslümanları dövme veya işkence etme gibi diğer günahlara dokunmadıYetimi dövmeye, azarlamaya, azalarını kesmeye de dokunmadıŞüphesiz ki bunları yapmak yetimin malını yemekten daha büyük günahtır.

Bir küfre karşı iki küfürle mukabele etmek büyük günahlardandırKişinin müslüman kardeşinin haysiyetine dil uzatması büyük günahlardandır26

Bu, namuslu bir müslümana zina iftirası atmaktan fazla bir şeydir; yani o ayrı bir günah, bu da ayrı bir günahtır.

Ebû Said el-Hudrî ve başka sahabîler şöyle buyurmuşlardır: 'Siz, gözünüze kıldan daha ince ve hafif görünen şeyler yapıyorsunuz ki biz o onları Hazret-i Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık'.

Âlimlerden bir taife de şöyle demiştir: 'Kasten yapılan her günah, büyük günahtırAllah'ın nehyettiği herşey büyük günahtır'.

Bu hükümden perdeyi kaldırarak meselenin hakikati şöyle açığa çıkarılabilir: Düşünen bir insanın hırsızlık hakkında 'Acaba bu büyük günah mıdır, değil midir?' diye düşünmesi, büyük günahın mânâsını anlamadıkça ve büyük günahtan ne kasdedildiğini bilmedikçe doğru olamazTıpkı 'Hırsızlık haram mıdır değil midir?' diyenin sözü gibi!

Haram'ın tarifine önce haram'ın mânâsını izah ve hırsızlıktaki haramın durumu kontrol edildikten sonra vakıf olunabilmesi ümit edilirBu bakımdan büyük günah, lâfız bakımından mübhem ve mücmeldirOnun lûgatta ve şeriatta özel bir yeri yokturÇünkü büyük ve küçük denmesi izafîdirHer günah kendisinden küçük olan günaha izafeten büyük ve kendisinden büyük olan günaha izafeten de, küçüktürBu bakımdan yabancı bir kadınla kucaklaşmak, ona haram bakışla bakmaya nisbeten büyük günahtırKadınla zina etmeye nisbetle de küçük günahtırMüslümanın elini kesmek, onu dövmeye nisbeten büyük günahtırOnu öldürmeye nisbeten küçük günahtırEvet! İnsan yaptığından dolayı ateşle tehdit edildiği günaha 'büyük ismini verebilirBuradaki büyüklük vasfından 'ateşle cezalandırmanın büyük olduğunu kastediyoruzDünyada vâcib olan bir cezayı kendisine gerektiren şeyi büyük saydığı halde haddi (cezayı) gerektiren suça 'büyük' ismi verebilirKur'ân nassıyla yasaklanan bir şeye 'büyük adını takabilirDolayısıyla der ki: 'Kur'ân'da bu yasaklananın diğer yasaklamalar arasında tahsisen zikredilmesi, büyük bir günah olduğuna delâlet eder Sonra şüphe yoktur ki başkasına nisbeten de büyük günah olur; zirâ Kur'ân'ın naslarıyla yasaklanan yasakların da dereceleri değişirBu bakımdan bu izafetlerdeki (nisbetleri kabul etmede) herhangi bir sakınca yoktur.

Ashâb-ı kiramdan nakledilen büyük günahlar da bu durumdadırOnları bu ihtimallerden birine hamletmek uzak bir ihtimal değildirEvet! Şu âyet-i celîlenin mânâsını bilmek mühim vazifelerdendir:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi iyi bir yere sokarız. (Nisa/31)

Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifinin mânâsımı bilmek de mühim meselelerdendir:

Namazlar, büyük günahlar hariç, aralarında işlenen günahların kefaretleridirler!

Bu âyet ile bu hadîs, büyük günahların hükmünün isbatıdırBurada hakîkat şudur: Şeriat nazarında günahlar, şeriatın büyük veya küçük günahlardan saydığı bilinen kısım ile hükmü bilinmeyen, hakkında şüphe edilen kısımlara bölünürBu bakımdan bütün kısımları veya cüzleri toplayan, başka şeyleri tarif dışına çıkaran bir tarif yapmaya çalışmak mümkün olmayanı talep etmektir, Zirâ boyle bir tarif ancak Hazret-i Peygamberden dinlemekle mümkün olurŞöyle ki: Hazret-i Peygamber 'Ben büyük günahlardan on tanesini veya beş tanesini kasdettim demeli ve onları açıklamalıdır ki bilinsin!

Eğer böyle değil de bazı lâfızlarda 'üç büyük günah'27 bazı lâfızlarda da yedî büyük günah'28 denirse, sonra 'bir defa küfretmeye karşılık iki defa küfretmek büyük günahlardandır diye vârid olursa oysa bu, hadîste vârid olan yedi büyük günahın da, üç büyük günahın da dışındadır bilinir ki peygamber (aleyhisselâm) bu hükümle sayı ve hasrı kastetmemiştir.

Şeriatın saymadığı bir şeyin sayısını bilmeye çalışmanın ne anlamı vardır? Oysa çoğu zaman, şeriat onun müphem ve belirsiz kalmasını ister ki kullar bundan dolayı sakınmış olsunlar.

Nitekim kadir gecesi insanlar onu ciddiyetle araştırsınlar diye mübhem bırakılmıştır.

Evet! Bizim küllî ve umumî bir yolumuz varBiz bu yolla büyük günahların cins ve nevilerini tahkikli bir şekilde bilme imkânına sahibizO günahların bizzat kendilerini ise, ancak zan ve yaklaşık bir ihtimalle bilirizBüyük günahların en büyüğünü de bilmiş oluruzKüçük günahların en küçüğünün ise, bilinmesine imkân yoktur! Bunun izahı şöyledir:

Biz şeriatın delilleri ve basiretlerin nuru ile biliriz ki şeriatın bütün maksad ve hedefleri; halkı Allah'ın manevî komşuluğuna ve mülâkatının saadetine sevketmektir ve yine biliriz ki insanlar bu hedefe, Allah'ın marifeti, kitablarının marifeti ve peygamberlerin marifetiyle varabilir.

Şu ayette buna işaret vardır:

İnsanlar ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım. (Zâriyât/56)

Yani bana kul olsunlar diye yarattımOysa kul, rabbinin rubûbiyetini ve nefsinin de kulluğunu bilmedikçe kul olamazHem nefsini, hem rabbini bilmesi gerekirPeygamberlerin gönderilmesinde en büyük hedef budur.

Fakat bu hedef ancak dünya hayatında tamamlanırHazret-i Peygamberin şu hadîsi şerîfiyle de bu kastolunmuştur: 'Dünya âhiretin tarlasıdır'29

Bu bakımdan dünyanın korunması da dine tâbi olarak maksad ve hedef olmaktadırÇünkü dünya, dinin vesilesidirDünyadan iki şey âhirete bağlıdır: Nefisler ve mallar. . . Bu bakımdan Allah'ın marifetinin kapısını kapatan herşey, büyük günahların en büyüğüdürTehlike bakımından insanın hayat kapısını kapatan şeyler bu günahı takip ederÜçüncü derecede hayatın devamını sağlayan maişetlerin kapısını kapatan şeyler gelirÖyleyse bunlar üç mertebedirlerBu bakımdan kalpler için marifeti, bedenler için hayatı, şahıslar için malları korumak, bütün şeriatlerin hedefinde zarurîdir.

Bu üç şeyde hiçbir din mensubunun ihtilâf edeceği tasavvur edilmezAllahü teâlâ’nın bir peygamber gönderip, onunla halkın din ve dünyalarında ıslahlarını irade etmemesi ve o peygamberin halkı Allah'ın ve peygamberlerinin marifetinden meneden şeyleri onlara emretmesi veya onlara canlarının ve mallarının heba edilmesini emretmesi caiz ve mümkün değildir ki, emretmiş olsun! Bu hükümden büyük günahların üç mertebe üzere olduğu meydana çıkmaktadır.

Birinci Mertebe: Allah'ın ve peygamberlerinin marifetini engelleyen günahtırO da küfürdürBu bakımdan küfürden daha büyük bir gühah yoktur; zirâ Allah ile kul arasındaki perde, cehalettirAllah'a yaklaştırıcı vesile ilim ve marifettirKişinin yaklaşması, marifeti nisbetinde, uzaklaşması da cehaleti nisbetindedirKüfür denilen cehaletin arkasından Allah'ın azabından emin olmak, rahmetinden ümitsiz olmak derecesi gelir; zira bu şekilde olmak cehaletin ta kendisidirBu bakımdan Allah'ı tanıyan bir kimsenin Allah'ın azabından emin olması rahmetinden ümitsiz olması tasavvur edilemez.

Bu mertebenin arkasından Allah'ın zati, sıfatları ve fiileri ile ilgili olan bid'atler gelirBid'atlerin bazısı bazısından daha şiddetlidirBid'atlerin değişikliği, onları bilmemenin farklılığına göre olurOnların Allah'ın zatıyla, fiilleriyle, şeriatleri, emirleri ve yasaklarıyla ilgilenmelerinin farklılığına göre değişirBunun mertebeleri, hasr altına alınamayacak kadar çokturBu da Kur'ân'da zikredilen büyük günahların içinde olduğu ve olmadığı bilinen, olup olmaması hususunda şüphe edilen kısımlara ayrılırOrtanca kısımdan şüpheyi defetmek istenmesi, mümkün olmayanı ümit etmek demektir!

İkinci Mertebe: insan hayatıdırÇünkü hayatın korunması ile Allah'ın marifeti hâsıl olurBu bakımdan cana kıymak şüphe yoktur ki büyük günahlardandırHer ne kadar küfürden daha küçük ise de. . . Çünkü küfür, maksadın bizzat kendisiyle çarpışırKatil ise, maksadın vesilesiyle çarpışır; zira dünya hayatı ancak âhiret ve Allah'ın marifetine varmak için gereklidirAzaların kesilmesi ve insanın helakine sebep olan herşey (derece bakımından) bu büyük günahın arkasından gelirHatta vurmak da böyledirVurmanın bazısı bazısından daha büyüktürZinanın, livatanın haramlığı da bu dereceye girerÇünkü insanlar şehvetlerinin giderilmesi hususunda erkeklerle iktifa ederlerse, beşer nesli tükenirBu da vücudun kesilmesine yakındır.

Zinaya gelince, o vücudun esasını zedelemezFakat nesebleri karıştırırİrsiyet kanununu, yardımlaşma nizamını iptal ederHayatın tanziminde rol oynayan birtakım işleri dumura uğratırZina mübâh kılmırsa nizam nasıl tamam olacaktır? Hayvanlarda erkeğe mahsus bir dişi olmadığı için, onların işleri de intizamlı olmazBunun için maksadı ıslah olan hiçbir şeriatta zinanın mübâh olması tasavvur olunamazZinanın katilden daha hafif bir mertebe olması uygundur; zira zina varlığın devamını ortadan kaldırmazFakat nesepleri bozar ve ortadan kaldırır ve öyle şeyleri tahrik eder ki sonunda insanları savaşa sürükler! Zinanın livatadan daha şiddetli kabul edilmesi uygundurÇünkü zinada şehvet, insanı iki taraftan davet ederBu bakımdan zinâ çoğalırÇokluğundan ötürü zararının eseri oldukça büyür.

Üçüncü Mertebe: MallardırMallar insanların geçim kaynaklarıdırBu bakımdan insanların hırsızlık, istilâ ve başka yollardan mallarını almak caiz değildirAncak canını korumak maksadıyla malların korunması daha uygundurZira mallar başkası tarafından haksız olarak alındığı zaman, geri alınması veya harcandığı takdirde karşılığının alınması mümkündürHer halde mallar hakkında felaket pek büyük değildir. (Çünkü iki durumda da telâfisi mümkündür) Evet malın çalınmasını, büyük günahlardan saymak uygundurZirâ çoğu zaman çalman mala insan muttali olmazO halde bu yolla götürülen malın geri alınması nasıl mümkün olacaktır?

İkinci yol, yetimin malını yemektirBu da gizli yollardandırBundan gaye yetimin velisi ve durumunu idare etmekle mükellef kılman vasisidirÇünkü böyle bir kimse yetimin malı hakkında emin sayılmıştırYetimden başka onunla hesap göreni yokturYetim ise daha küçüktürBu bakımdan yetim malı yemenin büyük günah sayılıp vahîm telâkki edilmesi vacibdirGasp böyle değildirÇünkü gasb açıktır, bilinirEmanete hainlik yapmak da bunun hilâfınadırÇünkü bu hususta emanet eden hasımdır ve kendi hakkını arar.

Üçüncü yol, yalancı şahidlikle başkalarının malını almaktır.

Dördüncü yol, yalan yeminle emanet edilen ve edilmeyen malları almaktır.

Elbette bu yollarla elden çıkan malın telâfisi mümkün değildirBu yolların bir kısmı diğerinden daha şiddetlidirFakat hepsi de insan hayatıyla ilgili olan ikinci mertebeden şiddet bakımından daha aşağıdadırlarBu dört yolun da büyük günahlardan sayılması uygundurHer ne kadar şeriat, bunların bazılarına had cezası vermemiş ise de. . Fakat bunlar hakkında birçok tehdid gelmiştirBunların insanların maslahatı açısından tesirleri oldukça büyük olmuştur.

Faiz yemeye gelince, burada iki tarafın rızasıyla şeriatın koymuş olduğu şartın ihlâli ile beraber başkasının malım yemek vardırBu hususta şeriatların ihtilaf etmeleri uzak bir ihtimal değildirMadem başkasının malını, adamın ve şeriatın rızası olmaksızın yemek olan gasb büyük günahlardan kılınmadı, öyle ise ribanın yenmesi mal sahibinin rızasıyla yemektirAncak burada şeriatın rızası yoktun Eğer şeriat, faizi menetmek suretiyle tehlikesinin büyük olduğunu göstermiş ise, muhakkak ki gasb ve gasb a benzer yollardan yapılan zulmü ve hainliği de tehlike bakımından büyük göstermiştirHainlikle veya gasb yoluyla yenilen paranın her danik'ini (kuruş gibi para birimidir) büyük günahlardan saymak şüphelidirÇünkü zannedildiği bir yerde vâki olmuşturZanın meyli, büyük günahların altına dahil olmayışmadırBüyük günahı, hakkında şeriatların ihtilâfı caiz olmayan şeye tahsis etmek uygundur ki dinî bir zaruret olsunBu bakımdan Ebû Tâlib el-Mekkî'nin zikrettiği büyük günahlardan, geriye müslüman bir kimseye iftira atmak, içki içmek, sihirbazlık yapmak, savaştan kaçmak, anne ve babaya karşı gelmek kalır.

Aklı giderici içkiye gelince, onun büyük günahlardan olması gerekirŞeriatın şiddetli tehditleri ve akıl da bu hükme delâlet eder; zira nefsin korunduğu gibi aklın da korunması gerekirÇünkü akılsız insanda hayır yokturÖyleyse akim içkilerle giderilmesi büyük günahlardandırFakat bu durum şarabın bir damlasında cereyan etmezBu bakımdan şüphe yoktur ki içinde bir damla şarap bulunan bir suyu içerse, bu büyük günahlardan- olmazAncak necis bir suyu içmiş olurŞarabın bir damlasının haram olması şüphe yeridirŞeriat açısından bunun cezayı gerektirmesi, bu husustaki durumun büyük tehlike arzetmesine delâlet ederBu bakımdan bu şer'an büyük günahlardan sayılırBeşeriyetin kuvveti şeriatın bütün sırlarına vakıf olmaya yetmezEğer büyük günah olduğunda icmâ sabit olursa, bu icmaya uymak farzdırAksi takdirde burada tevakkuf etmeye yol vardır.

Kazfa gelince, kazıfta sadece namuslara sözle saldırmak vardırMertebe bakımından haysiyetler, mallardan sonra gelirHaysiyetlere dokunmanın mertebeleri vardırO mertebelerin en büyüğü iftira etmek suretiyle ona dokunmaktırBunun en büyüğü de zinaya nisbet etmektir; yani kişiye 'Ey zinakâr demektirŞeriat bunu çok çirkin ve çok tehlikeli saymıştırAshâbın haddi gerektiren her şeyi büyük günah saydıklarını galip bir zanla zannediyorumBu itibarla beş vakit namaz bu günahı gidermezİşte büyük günahtan bunu kastediyoruzFakat şeriatların onun hakkında ihtilâf etmelerinin mümkün olması bakımından bunu kastediyoruzDolayısıyla sadece kıyas, günahın büyüklük ve azametine delâlet etmezŞeriatın adil bir kişinin, bir insanın zina ettiğine şahidlik edebilmesini ve aleyhinde şahidlik edilene de sadece bu şahidlikle ceza vermeyi reddetmesi caizdirEğer şeriat bu adilin şahidliğini kabul etmezse, ona iftira cezasının tatbiki, maslahat açısından, zarurî değildirHer ne kadar ihtiyaçlar mertebesinde vâki olan zarurî maslahatlardan ise de. . . Bu bakımdan bu şahidlik, şeriatın hükmünü bilen bir kimsenin hakkında büyük günahlardan sayılır.

Tek başına şahidlik edebileceğini veya başkasının" şahidliğiyle şahidliğini takviye edebileceğini zanneden bir kimseye gelince, böyle bir şahidliğin bu kimse hakkında büyük günahlardan sayılmaması gerekir.

Sihirbazlığa gelince, eğer sihrin içinde küfür varsa sihir büyük günahtırAksi takdirde onun günahının büyüklüğü, ondan doğan nefsin helaki, hastalık veya başka bir illet nisbetindedir.

Düşmandan kaçmaya, anne ve babaya karşı gelmeye gelince, kıyas bakımından burada düşünmek gerekir; zira vurmak, mallarını gasbetmek, kendilerini evlerinden, ve vatanlarından çıkarmak suretiyle zulmetmek hariç, bunların dışında her şekille müslümana küfretmenin büyük günahlardan olmadığı' kesinlikle bilindiği zaman zira daha önce bahsi geçen onyedi büyük günah arasında bunlar yoktur, büyük günahlar hakkında söylenen kabarık rakam da odur burada tevakkuf uzak bir ihtimal değildir.

Fakat hadîsler bunun büyük günah diye adlandırılmasına delâlet ederBu bakımdan da büyük günahlar sınıfına girer.

Bu hükmün özeti şuna dönüştü: Biz büyük günahtan, şeriatın hükmüyle beş vakit namazla silinmeyen şeyi kastediyoruzBu da namazla giderilen, namazla giderilemeyen ve hakkında tevakkuf edilen diye üç kısma ayrılır:

Hakkında tevakkuf edilen kısmın da bazısı yokluk ve varlığın zannedildiği yerdirBazısı da şüphelidirBu öyle bir şüphedir ki bunu ancak kitabın veya hadîsin nassı ortadan kaldırırBu bakımdan bur da ümit olmadığı için buradaki şüpheyi kaldırmaya uğraşmak boşunadır.

Soru: Yukarıdan beri belirtilen bu hüküm, büyük günahın tarifinin bilinmesinin muhal olduğuna dair delil getirmektirBu bakımdan tarifinin bilinmesi cihetiyle muhal olan birşey şeriatta nasıl vârid olur?

Cevap: Dünyada kendisiyle bir hükmün bağlı olmadığı herşeye müphemliğin karışması caiz ve mümkündür; zira teklif evi ancak dünya evidirSadece büyük günah ise, büyük günah olmajk hasebiyle dünyada onun hükmü yokturBilakis hırsızlık, zina ve benzerleri gibi ceza gerektiren her günah isimleriyle bilinmektedirBüyük günahın hükmü beş vakit namazın onun kefareti olmadığı şeylerdirBu ise âhiretle ilgili bir durumdurBu bakımdan buna müphemlik daha uygundur ki halk korku ve sakınma üzerinde olsun! Beş vakit namaza güvenerek küçük günahlara cüret etmesin!

Böylece büyük günahlardan korunmak da şu âyet mucibince küçük günahların kefareti olur:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz. (Nisâ/31)

Fakat büyük günahtan sakınmak, ancak kudret ve iradesiyle olursa, büyük günahın kefareti olurBir kadını elde edip onunla zina etmeye gücü yetip buna rağmen nefsini zinadan meneden, sadece bakmakla veya dokunmakla yetinen kimse gibi. . . Çünkü nefsini zinadan menetmek suretiyle mücâhede etmesi, tesir bakımından kalbinin tenvirinde onu karartmaya yeltenmesinden daha şiddetlidirİşte kefaretlendirmenin mânâsı budurEğer kişi, kadınlarla cinsî münasebet kurmaktan aciz biri ise veya cinsî ilişki kurmaktan imtina etmesi ancak acizliğinden gelen mecburiyetten doğuyorsa veya kudreti olduğu halde, fakat başka bir şeyden korktuğu için imtina ederse, bu şekilde imtina etmesi asla günahının kefareti olmasına elverişli değildirKim tabiî olarak şarabı arzulamazsa, eğer şarab kendisine mübâh kılınmış olsa yine de onu içmezBöyle bir kimsenin şaraptan sakınması, şarabın başlangıcı olan melâhileri ve sazları dinlemek gibi, şarap içmeye sevkeden küçük günahlara, şarap içmeyişi kefaret olmazEvet, şaraba ve sazları dinlemeye iştahı çeken, buna rağmen mücâhede yoluyla şaraptan nefsini alıkoyan, fakat saz ve cazları dinleyen bir kimsenin şaraptan nefsini menetmek suretiyle mücâhedesi, çoğu zaman kalbinden saz ve cazları dinlemek masiyetinden yükselen karanlığı siler.

Bu bakımdan bütün bu hükümler âhiretle ilgili hükümlerdirBunların bir kısmının şüphe mahallinde kalması caizdirBu takdirde şüphelilerden olurOnun tafsilâtı ancak nass ile bilinir.

Nass ise halen vârid olmamıştırBütün cüzleri içine alan bir tarifde yokturAksine çeşitli lâfızlarla vârid olmuştur; zira Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet eder ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Namaz, namaza kadar (olan günahların) kefaretidirRamazan'dan öbür Ramazan'a kadar (olan günahlar) a da Ramazan kefarettirAncak üç günahın kefareti olmaz: Allah'a ortak koşmak, Sünnetfi (Hazret-i Peygamberin yolunu) terketmek, meşrû bir sebep olmaksızın alışverişini bozmak. . . 30

Denildi ki: 'Sünneti terketmek ne demektir?'

Cevap olarak şöyle denildi: 'Sünnet ve cemaat ehlinin yolundan çıkmak, demektir'Alış verişi bozmanın mânâsı ise 'Aralarında anlaşma yapıldığı halde kılıçla onun karşısına çıkıp kendisiyle harbetmek demektir' şeklinde yorumlanmıştırBu ve benzeri lâfızlar bütün âdetleri kapsayamaz ve bütün cüzleri içine alan bir tarife de delâlet etmezBu bakımdan mücmel ve mübhem kalması kaçınılmazdır.

İtiraz: Şahidlik ancak büyük günahlardan sakınan bir kimseden kabul edilirŞahidliğin kabul edilmesi hususunda küçük günahlardan sakınmak şart değildirBu durum dünyanın hükümlerindendir.

Cevap: Biz şahidliğin reddedilmesini büyük günahlara tahsis etmiyoruzFakîhler arasında, melâhî aletlerini dinleyenin, ipekli giyenin, altın yüzük takanın, altın ve gümüş kaplarda yeyip içenin şahidliğinin kabul olmayışında ihtilâf yokturOysa hiçbir kimse bu şeylerin büyük günahlardan olduğuna hükmetmemiştir.

İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Hanefî mezhebinde olan bir kimse 'Nebiz' denilen içeceği içtiği zaman ona hadd tatbik ederimFakat onun şahidliğini reddetmem'.

Bu bakımdan Şâfiî, hadd (ceza) uygulamak suretiyle nebiz içmeyi büyük günah saymıştırFakat bundan ötürü şahidliği reddetmemiştirŞâfiî'nin bu hükmü red veya kabul etmek bakımından şahidliğin, küçük veya büyük günahlar üzerinde döndüğüne delâlet ederBütün günahlar adalete olumsuz tesir ederlerAncak gıybet, tecessüs, su-i zan, bazı sözlerde yalan, gıybet dinlemek, emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i an'il-münker'i terketmek, şüpheli malları yemek, evladına ve hizmetkârına küfretmek, öfkelendiğinde maslahattan daha fazla onları dövmek, zâlim sultanlara ikram etmek, fâcirlerle dostluk yapmak, aile ve çocuklarının dinî şeylerde muhtaç oldukları şeyleri onlara öğretmemek gibi âdetlerde zarurî olarak cereyan eden ve çoğu zaman insanın kurtulamadığı şeyler hariçtir; zira bunlar günahtır ve şahidlik yapan bir fâriıenin bunların azından veya çoğundan kurtulması tasavvur olunamazAncak şahidlik yapan, ihtilâttan uzaklaşır, âhiret İşlerine kendisini adarsa, nefsiyle bir müddet mücâhede edip bilâhare ihtilât etmesine rağmen yine alâmet-i farikası üzerinde durabilir bir kimse ise hüküm değişirEğer sadece boyle olanın şahidliği kabul edilirse, o vakit böyle bir şahidin bulunması gayet zor olacaktırAhkâm ve şahidlikleri bâtıl olacaktırİpekli giymek, çalgı aletlerini dinlemek, dama veya tavla taşlarıyla oynamak, içkicilerle beraber içki meclislerinde oturmak,31 nikâh düşen kadınlarla tek başına bulunmak ve bu küçük günahlara benzer günahlar bu türden değildir.

Bu bakımdan şahidliğin kabul veya reddedilişinde bu yolun benzerine bakmak uygundur, günahın küçük veya büyük olmasına değil! Sonra şahidliğinin reddine vesile olmayan bu günahlara devam ederse, muhakkak şahidliğin reddedilmesine tesir ederTıpkı gıybeti ve halkın şereflerine leke sürmeyi âdet eden bir kimse gibi. . . Fâcir kimselerle oturmak, onlarla dost olmak da böyledirKüçük günah, devamlılık yüzünden, büyürNitekim mübâh birşeyin, devamlılık yüzünden küçük günaha dönüştüğü gibi. . . Satranç oynamak, mübâh şiirleri daimî bir şekilde terennüm etmek, küçük günaha dönüşen şeyler mubahın misalidirler. (Satrançla oynamak, Şâfiî'ye göre mekruh, başka imamlara göre bazı şartlarda hai'am Nevevî 'Eğer namazın geçmesine sebep olursa veya şartla oynanırsa satrançla oynamak haramdır. Eğer bu durum yoksa, Şâfiî'ye göre mekruh, diğer imamlara göre haramdır' demiştir) , işte bunlar, küçük ve büyük günahların hükmüdür!

19) İmâm-ı Ahmed, Hâkim

20) İmâm-ı Ahmed, Hâkim

21) Müslim, (Abdullah b. Amr el-As'tan)

22) Allah'a şirk koşmak, Allah'ın yardımından ümitsiz olmak, rahmetinden ümit kesmek ve azabından emîn olmak!

23) Allah'a şirk koşmak, evli kadına iftira atmak, Mü'mini öldürmek, savaştan kaçmak, sihirbazlık, faiz ve yetim mah yemek!

24) Ayrıca Mescid-i Haram'da ilhâd yapmak, anne ile babaya karşı gelmekten dolayı ağlamaları da eklenmiştir,

25) Kut'ul-Kulûb

26) Deylemî, İmâm-ı Ahmed ve Ebû Davud

27) Daha. önce geçmişti.

28) Taberârıî, Evsat

29) Ukaylî, Zuafa; Ebû Bekir b. Lâl, Mekârim'u1-Ahlâk

30) Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)

31) İçki meclisinde içkicilerle beraber oturmanın küçük günahlardan olduğu nakledilmiş ve İmâm Rafı ile İmâm Nevevî de bu hükmü takrir etmişlerdir. (İthâfu's-Saâde, VIII/545) .

Dünya'daki Sevaplara ve Günahlara Göre Âhiret'te Verilecek Mükâfat ve Cezalar

Dünya mülk ve şehâdet âlemindendirÂhiret gayb ve melekût âlemindendirDünyadan gayem; senin ölümden önceki halindir.

Âhiretten gayem; ölümden sonraki halindirBu bakımdan senin dünya ve âhiretin, sıfatların ve durumlarındırO sıfat ve durumların yakınma dünya, uzağına âhiret adı verilirBiz şimdilik ahiretteki dünyadan bahsedeceğizÇünkü biz şu anda dünyada konuşuyoruzDünya mülk âlemindendirBizim gayemiz, âhireti izah etmektirO da melekût âlemindendirOysa melekût âlemini mülk âleminde izah etmek, ancak darb-ı mesellerle mümkündür.

Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları ancak âlimler anlar. (Ankebut/43)

Bunun hikmeti şudur: Melekût âlemine nisbeten, mülk âlemi uykudurBu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

İnsanlar uykudadırÖldükleri zaman uyanırlar32

Yakaza (uyanıklık) halinde olacak birşey, uyku halinde sana gerçek manâsıyla tebeyyün etmezAncak darb-ı mesellerle tebeyyün ederBöylece âhiretin uyanıklık halinde olan birşey de dünya uykusunda vuzuha kavuşmazAncak darb-ı mesellerin çokluğu zımnında olursa Mü'minin kalbi Rahmân olan Allah'ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır33

Bu, ancak âlimler tarafından düşünülebilen misaldirCahilin anlayışı ise, misâlin zahirini geçmezÇünkü tevil diye adlandırılan tefsirin cahilidirNitekim rüya âleminde görülen misallerin tefsirine tâbir adı verilir. . Bu bakımdan cahil kişi Allah'a el ve parmak isnâd ederOysa Allahü teâlâ onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir.

Böylece Hazret-i Peygamberin Allahü teâlâ, Âdem'i sureti üzerine yarattı' hadîsindeki suretten ancak renk, şekil anlar ve Allah'a bunların benzerini isnâd eder! Oysa Allah onun sözünden büyük bir yücelikle yücedirBundan ötürüdür ki ilâhî sıfatlarda, hatta kelâm sıfatında kayan kaymıştırOnlar, kelâmın savt (ses) ve harf olduğunu sanmışlar, diğer sıfatlarda da kaymışlardırBuradaki söz oldukça uzar.

Böylece âhiret hakkında da darb-ı meseller vârid olurDinden çıkanlar onu yalanlarÇünkü onların nazarları misalin zahiri üzerinde donakalmıştırO misal onlara mütenakız görünürHazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfi:

Kıyâmet gününde ölüm, beyaz veya siyah-beyaz bir koç suretinde getirilir ve kesilir34

Ahmak mülhid, hücum ederek bunu yalanlarBununla, peygamberlerin (hâşâ) yalanma istidlâl eder ve şöyle der: 'Sübhanallah! Ölüm arazdırKoç cisimdirAraz nasıl cisim olabilir? Böyle olması muhalden başka ne olabilir'Fakat Allahü teâlâ bu ahmakları sırların marifetinden azlederek uzaklaştırmış ve şöyle buyurmuştur:

Bunları ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)

Miskin bilmiyor ki 'Ben rüyamda gördüm ki bir koç getirildi ve 'Bu koç memlekette bulunan veba hastalığıdır' denildi ve 'o koç kesildi' diyen kimseye, rüyayı tâbir eden 'Doğru söyledinDurum senin gördüğün gibidir dedi.

Bu rüya veba hastalığının sonunun geldiğine, hiçbir zaman o memlekete dönmeyeceğine; zira kesilenden ümidin kesildiğine delâlet ederDurum bu iken, rüya tabircisi o rüyayı tasdik etmekte doğrudurRüyayı gören de rüyasında doğrudurBunun hakîkati şuraya dönüşürRüyaları sevk ve idare eden o kimsedir ki uyku çağında ruhları 'Levh-i Mahfuz'daki hakikatlere muttali kılarRuh'a beyan ettiği bir misalle Levh-i Mahfuz dekini ruha öğretirÇünkü uyuyan bir kimse ancak misali anlayabilirBu bakımdan onun misali doğrudurO misalin mânâsı da sıhhatlidir.

Öyleyse peygamberlerin de dünyada konuştukları insanlar, ahire te nisbetle uykudadırlarDünya âhirete nisbeten uykudurBu bakımdan peygamberler, mânâları insanların anlayışlarına misallerle yaklaştırırlar.

Bu da Allah'tan bir hikmet ve kullarına bir lütuf, kulların misal vermeksizin idrâk etmelerinden aciz oldukları şeylerin idrâk edilmesini kolaylaştırmak içindirBu bakımdan Hazret-i Peygamberin 'Ölüm, beyaz bir koçun suretinde getirilir' sözü bir misaldirBu misali, âhirette ölümden ümidin kesileceğini anlayışlara yaklaştırmak için beyan buyurmuşturKalpler misallerden etkilenecek şekilde, misaller vasıtasıyla mânâların yerleşeceği şekilde yaratılmıştırBunun ötürü Kur'ân, kudretin en son haddini belirtmek maksadıyla şöyle demiştir:

Ona sadece ol der, o da oluverir. (Yâsin/82)

Hazret-i Peygamber de 'mü'minin kalbi Rahmân'ın parmaklarından ikisinin arasındadır' sözüyle kalbin süratle değiştirilmesini ifade etmiştirBiz bunun hikmetine, ibâdetler bölümünde, akidelerin kaideleri bahsinde işaret etmiştikBu bakımdan şimdilik asıl konumuza dönelim.

Hedefimiz, derece ve derekeleri, hasenat ve seyyiat üzerine tevzi etmenin tarifidirBu da ancak misalleri beyan etmek suretiyle mümkün olurBu nedenle beyan edeceğimiz misallerden sûretler değil de mânâlar anlaşılmalıdırÖyleyse deriz ki: İnsanlar âhirette birçok sınıflara ayrılırlarSaadet ve şekavet hususunda derece ve derekeleri hesaba gelmeyecek şekilde değişiktir.

Nitekimdünyanın saadet ve şekavetinde farklı oldukları gibi. . . Âhiret, bumânâda, asla dünyadan ayrılmaz; zira mülkün (dünya) ve melekûtun (âhiret) müdebbiri (tedbir edicisi) birdir, onun ortağı yoktur.

Onun ezelî iradesinden sâdır olan yolu değiştirilmezAncak bizimderecelerin kısımlarını saymaktan aciz olmamız, cinslerin durumunu izah etmekten âciz olduğumuz anlamına gelmezBu bakımdan deriz ki: İnsanlar, âhirette, zarurî olarak dört kısma ayrılırlar:

1Helâk olanlar

2Azaba dûçar olanlar

3Kurtulanlar

4Zaferyâb olanlar

Bunun dünyadaki misali şudur: Bir padişah bir ülkeyi zaptederse, halkından bazılarını öldürürBunlar helâk olanlardırBazılarına bir müddet işkence eder, onları öldürmezOnlar azap çekenlerdirBazılarını da serbest bırakırBunlar kurtulanlardır ve bazılarına da hediyeler verirBunlar da zaferyâb olanlardırEğer padişah âdil ise, onlara bu taksimi ancak müstehak olduklarından ötürü tatbik ederSadece padişahlığa müstehak olduğunu inkâr edeni öldürürDevletin esasında kendisine zıt davrananı öldürürPadişahlığını ve yüce derecesini itiraf etmekle beraber hizmetinde kusur edene ceza verirPadişahlığın mertebesini itiraf edeni, kendisine karşı bir suçu olmayanı serbest bırakırÇünkü hizmet etmemişti ki ona hediye verilsinHediyeyi ancak hayatını hizmet ve yardımında tüketene verir. Sonra zaferyâb olanların hediyelerinin de hizmetteki derecelerine göre çeşitli olması, helâk olanların helâk edilmesi de ya boyunlarının kesilmesi suretiyle hakikî olacak veya inaddaki derecelerine göre azalarının kesilmesiyle ceza verilecektirAzaba dûçar olanların hiffet ve şiddetinde, müddetin uzunluk veya kısalığında, nevilerin birliğinde ve değişikliğinde, kusur derecelerinin nisbetinde olmalıdır.

Bu bakımdan bu mertebelerin her biri sayılmayacak ve inhisar altına alınamayacak kadar çok derecelere ayrılırBöylece bil ki insanlar âhirette bu tarzda çeşitli derecelere sahiptirler; kimi helâk olur, kimi bir müddet azap çeker, kimi kurtulur selâmet evinde olur, kimileri de zaferyâb olurlarZeferyâb olanlar da Adn cennetlerine yerleşenler, Me'vâ cennetlerine veya Firdevs cennetine yerleşenlere taksim olunurlarAzap çekenler de, az azap çeken, bin sene veya yedibin sene azap çeken kısımlara ayrılır35 Yedi bin sene azap çeken, hadîste vârid olduğu gibi, cehennemden en son çıkan kimsedir.

Helâk olan ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz bulunan kimselerin de dereceleri değişik olurBu dereceler, ibadetler ve günahlar hasebiyle değişirBu nedenle bu derecelerin günahlar ve ibâdetler üzerine tevcih edilmesinin keyfiyetini zikredelim:

Birinci Mertebe Bu mertebe helâk olanların mertebesidirHelâk olanlardan gayemiz, Allah'ın rahmetinden ümitsiz olanlardır; zira daha önce belirttiğimiz misalde padişahın öldürdüğü kimse, padişahın rızasından ve ikramından ümitsiz olmuşturBu bakımdan misalin mânâlarından gâfil olma! Bu durum inkârcılar, hakikatten yüz çevirenler ve sadece dünyaya yönelenler, Allah'ın peygamberlerini ve kitablarım yalanlayanlar içindir; zira uhrevî saadet Allah'a yakınlık ve O'nun cemâline bakmaktadır.

Bu ise îman ve tasdik diye isimlendirilen marifetle elde edilebilirİnkâr edenler münkirlerin ta kendileri, yalanlayanlar da ebediyyen Allah'ın rahmetinden ümitsiz olanların ta kendileridirOnlar o kimselerdir ki âlemlerin rabbinî ve gönderdiği peygamberlerini yalanlarlarOnlar o günde rablerinden perdelenirlerMahbubundan perdelenen herkesin, arzuladığı ile arasına bir perde gerildiği muhakkaktırBöyle bir kimse, şüphe yoktur ki ayrılık ateşiyle cehennem ateşini yakarBunun için ârifler şöyle demişlerdir: 'Bizim korkumuz cehennem ateşinden değil! Bizim ümidimiz, elâ gözlü cennet kadınları için değil! Bizim maksadımız Allah ile mülâki olmaktırBizim kaçışımız sadece Allah ile kul arasında giren perdedendir.

Denilmiştir ki: 'İvaz karşılığında Allah'a ibâdet eden bir kimse leîmdir'Cennetin talebi veya cehennem ateşinin korkusu için Allah'a ibâdet etmek gibi. . . Oysa ârif bir kimse Allah'a, Allah'ın zati için ibâdet ederSadece onun zatını arzularElâ gözlü kadınlar ve cennet meyvelerine gelince, bazen onları arzu etmezAteşe gelince, bazen ondan sakınmaz; zira ayrılık ateşi kendisim kapladığı zaman, bazen cisimleri yakan ateşi mağlup ederMuhakkak ayrılık ateşi Allah'ın ateşidir ki tutuşturulmuşturÖyle ki onun acısı kalplere işlerCehennem ateşi ise, cisimlerle beraber vardırCisimlerin elemi, kalbin elemine nisbetle hafif sayılırBunun için şair şöyle demiştir:

Aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur!

Bunun âhiret âleminde olacağını inkâr etmek uygun değildir; zira dünya âleminde bunun gözle görülen benzeri vardırÇünkü kendisine vecd hali gelen bir kimse ateşe girerKesilmiş ve yaralayıcı kamış köklerine basarBuna rağmen kalbindeki aşkın şiddetinden bu elemi hissetmezBazen görürsün ki öfkeli bir insana savaşta öfke öyle galebe çalar ki ona birkaç yara isabet ederBuna rağmen o, onları hissetmezÇünkü öfke kalpte bir ateştir.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Öfke ateşten bir parçadır36

Kalbin yanması, bedenin yanmasından daha şiddetlidirGördüğün gibi şiddetlisi hafifte meydana gelen hissi iptal ederBu bakımdan ateşle ve kılıçla helâk olmak, ancak iki cüz'ü ayırmak bakımından helaktirO ayrılan cüzler cisimlerde mümkün olan birleştirme bağıyla âhirette birbirine bağlanırBu bakımdan kalp ile kendisine bağlı bulunan, hem de cisimler arasındaki bağlantıdan daha sağlam bir bağ ile bağlı bulunan sevdiğinin arasına ayrılığı sokan ateş, elem bakımından daha şiddetlidirEğer sen basiret ve hâl ehli isen bunu bilirsinKalp ehli olmayan bir kimsenin bu elemin şiddetini idrâk etmemesi ve bedenin elemine nisbeten hafif sayması uzak bir ihtimal değildirBu bakımdan çocuk, top ve çelik çomaktan mahrum edilmek elemiyle, saltanattan mahrum edilmek elemi arasında muhayyer bırakılırsa, asla saltanattan mahrum olmanın elemini hissetmezBunu elem bile saymaz ve şöyle der: 'Topla beraber sahada koşmak, benim için üzerinde oturmakta olduğum, saltanatın bin tahtından daha sevimlidir'.

Mide şehvetine mağlup olan bir kimse 'Herise ve Helva' ile düşmanlarının kahrına ve dostlarının sevinmesine vesile olan güzel bir fiilin yapılması arasında muhayyer bırakılırsa, muhakkak Herise ve Helva yemeyi tercih ederBütün bunlar, varlığıyla mertebe sevgisini gerektiren durumun yokluğu ve yemeğin lezzetini gerektiren durumun mevcut olması sebebiyledirBu da hayvanî ve yırtıcı sıfatların kölesi olan, âlemlerin rabbine yaklaşma zevkini tatmayan, melekî sıfatlardan mahrum olan bir kimse için sözkonusudurTadın dile, duymanın kulağa, görmenin göze mahsus olduğu gibi, bu sıfatlar da yalnız kalbe mahsusturBu bakımdan kalp ehli olmayan bir kimsenin bu hissi yokturTıpkı duymayan ve görmeyen bir kimse için nağmelerin, güzel suretlerin ve renklerin zevkinin sözkonusu olmadığı gibiHer insan için kalp ehli olması şart değildirEğer her insan için şart olsaydı o vakit şu ayetin hükmü sahih olmazdı:

Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir ihtar (bir ibret dersi) vardır. (Kaf37)

Bu bakımdan Allahü teâlâ, Kur'ân ile ibret almayan bir kimseyi kalpten yoksun kabul etmiştirKalpten gayem; göğüsteki kalp değildirBundan gayem emir âleminde olan sırdırO sır, öyle bir sırdır ki yaratma âleminden olan et parçası onun tahtı, göğüs onun kürsüsü, diğer azalar onun memleketidirYaratma ve emrin tamamı Allah'ındırFakat kalp öyle bir sırdır ki Allahü teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur: .

Bir de sana Ruh hakkında (Ruh'un hakikatinden) soruyorlarDe ki: 'Ruh, rabbimin ermindendir. (İsra/85)

Emir ve padişah Allah'tırÇünkü emr ile yaratma âlemi arasında bir tertip vardırEmr âlemi, halk âleminin emridir Kalp öyle latif bir şeydir ki o ıslah olduğu zaman, bedenin tümü de ıslah olurOnu bilen nefsini bilirNefsini bilen rabbini bilirKul, bundan peygamberin şu hadîs-i şerifinin altında saklanan mânânın kokularının başlangıçlarını sezer: 'Allah, Âdem'i sureti üzerinde yarattı'.

Allahü teâlâ, bu hadîsin lâfzını zahirine hamledenlere ve te'vil yolunda zorluk çekenlere rahmet nazarıyla bakmıştırFakat lâfza hamledenlere olan rahmeti, tevilde zorluk çekenlere olan rahmetinden daha fazladırÇünkü rahmet, musibete göre verilirOnların musibeti, tevil edenlerin musibetinden daha fazladırHer ne kadar iki sınıf da emrin hakîkatma varamamak musibetinde ortak iseler de. . . Hakîkat Allah'ın faziletidir, dilediğine verirAllah büyük fazilet sahibidirHakîkat Allah'ın hikmetidir, dilediğine tahsis ederKime hikmet verilmişse, muhakkak ona bol hayır ihsan edilmiştir.

Biz hedefimize dönelim; zira ipi oldukça gevşettikBu kitapta maksadımız olan muamele ilimlerinden daha yüksek olan bir şeyde sözü oldukça uzattıkBu bakımdan anlaşılmıştır ki; helâk olma, ancak yalanlayan cahiller için sözkonusudurBunun Allah'ın kitabından ve Hazret-i Peygamberin sünnetinden delili hasr altına girmeyecek kadar çokturBunun için biz o delilleri burada zikretmedik.

İkinci Mertebe

İkinci mertebe azap görenlerin mertebesidirBu mertebe, îmanın esası ile süslenen bir kimsenin mertebesidirFakat bu kimse îmanın gereğini yapmakta kusur etmiştir; zira îmanın başı TevhîdedirTevhîd de Allah'tan başkasına ibâdet etmemektirKim hevâsının peşinde giderse o, hevâsını ilâh edinmiştirO, hakikatte değil, diliyle muvahhid (birleyici) dir.

'Lâ ilâhe illâllah' demenin gerçek mânâsı şu ayetin kasdettiği şeydir:

Allah de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. (En'âm/91)

Bu, Allah'tan başka her şeyi tamamen terketmek demektir.

Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner, (Fussilet/30)

Sırat-ı Müstakim ki Tevhîd ancak onun üzerinde istikametli olmakla kemâle ererO sırat-ı müstakim kıldan daha ince, kılıçtan daha keskindirÂhirette vasfedilen sırat gibidirAz da olsa hiçbir insan istikametten inhiraf etmek meylinden kurtulamaz; zira az bir fiilde olsa dahi, hevâ-i nefse tâbi olmaktan kurtulamazBu ise Tevhîd'in kemâline zarar verirSırat-ı müstakim'den sapması nisbetinde bir zarar uğrarŞüphesiz bu durum Allah'a yaklaşmak derecelerinde eksikliktirHer eksiklikte de iki ateş vardır:

1Noksanlık ile oluşan ve kemâli elden kaçıran ayrılık ateşi.

2Kur'ân'ın vasıflandırdığı gibi cehennem ateşi.

Bu bakımdan sırat-ı müstakimden inhiraf eden herkes, iki defa azaba dûçar olurFakat o azabın şiddeti ve müddetin uzunluğuna göre değişik olması iki şeyden dolayıdırO şeylerden biri îmanın kuvvet ve zafiyetidirİkincisi hevâ-i nefse çok veya az tâbi olmaktırBirçok durumda insanların hiçbiri bu iki durumdan kurtulamadığı için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yokturBu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)

Bu sırra binaen selef demiştir: 'Korktuk! Çünkü kesinlikle bildik ki bizler ateşe varacağız!' Kurtuluş hakkında ihtilâf vardırHatta bazıları, 'Çakan şimşek gibi ateşin üstünden geçer, hiç ateşte kalmazBir an ile yedi bin sene arasındaki gün, hafta, ay ve diğer müddetler ve çeşitli dereceler vardır' demişlerdirAzabın şiddeti hakkındaki ihtilâf şöyledir: En yüksek azabın sonu yokAzabın en azı hesapta sorguya çekilmektirNitekim padişah, kusur edenleri bazen sorguya çekmek suretiye azarlar, sonra affederBazen kamçı ile döverBazen azabın diğer bir çeşidini tatbik ederAzabın müddet ve şiddetinden başka çeşitlerin ihtilâfı diye üçüncü bir ihtilâf daha vardır; zirâ sadece malının müsaderesiyle azaba dûçar olan bir kimse malının alınması, evlâdının öldürülmesi, hareminin mübâh kılınması, akrabalarına azâb edilmesi, vurulması, dilinin, elinin, burnunun, kulağının ve öteki uzuvlarının kesilmesiyle tâzib edilen gibi omazBu ihtilâflar âhiret azabı hakkında da olmuşturŞeriatın kesin delilleri buna delâlet etmektedirBu, îmanın kuvvet ve zafiyetinin ihtilafına, ibâdetlerin çokluk ve azlığını, günahların çokluk ve azlığına göre değişir.

Azabın şiddetine gelince, bu günahların çirkinliğinin şiddet ve çokluğuna göredirAzabın çokluğu günahın çokluğuna bağlıdırAzabın çeşitlerinin değişmesi, günah çeşitlerinin değişmesine bağlıdırBu durum kalp erbabına, Kur'ân'ın delileri ve îman nuruyla görünür.

Allahü teâlâ'ınn şu ayetleriyle bu mânâ kastedilmektedir.

Rabbin hiçbir zaman kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)

Bugün her hefis, kazandığıyla cezalandırılacaktır. (Mü'min/17)

İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)

Artık kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görürKim zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür, (Zilzâl/7-8)

Bunlardan başka, Kur'ân ve Sünnet'te, ceza ve mükâfatın ameller üzerine terettüp ettiğini belirten daha nice deliller vardırBütün bunlar adalettirİçinde zulüm yokturAf vemerhamet tarafı daha kuvvetlidir; zira Allahü teâlâHazret-i Peygamberin naklettiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: 'Rahmetim gazabımı geçmiştir'37

Zerre miktarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfaat verir, (Nisâ/40)

Mâdem ki durum budur, derece ve derekelerin sevaplara ve günahlara bağlanmasından ibaret olan bu küllî hükümler, şeriatın kesin delilleriyle ve marifetin nuruyla malûmdurlar.

Tafsilâta gelince, bu ancak zanla bilinirBunun istinad ettiği delil, haberlerin zahirleri ve ibret gözüyle görmenin nurlarından alman bir nevi tecrübedir.

Sonuç olarak deriz ki; îmanın esasını kuvvetlendiren, bütün büyük günahlardan kaçan, bütün farzları güzelce edâ eden -buradaki farzlardan gayem beş rükündür- kendisinden küçük günahlar ancak müteferrik olarak sâdır olup onlarda ısrar etmeyen bir kimsenin azabının sadece hesapta sorguya çekilmekten ibaret olacağı düşünülebilirÇünkü bu kimse hesaba çekildiği zaman, sevabları günahlarına ağır basar; zirâ hadîslerde vârid olmuştur ki; 'Beş vakit namaz, cuma namazı ve Ramazan orucu, aralarında vâki olan günahları kefaretleridirler'.

Böylece büyük günahlardan korunmak da Kur'ân nassının hükmüne göre, küçük günahların kefareti olurKefaretlendirmenin en az dereceleri -eğer hesabı kaldırmazsa- azabı kaldırmaktırHali böyle olan herkesin sevabı ağır basarBu bakımdan terazide rüçhanın belirmesinden ve hesaptan sonra, kişinin iyi bir maişet içerisinde bulunması uygundurEvet! Onun 'ashâb-ı yemîn'e veya Allah'ın dergâhına yaklaştırılmış mukarreblere iltihakı, Adn cennetlerine konması veya en yüce Firdevs'te yer alması ne güzel birşeydirİşte bunun gibi îmanın sınıfları da tedkik edilirÇünkü îman iki çeşittir; Biri halk tabakasının îmanı gibi taklidî imandır ki bunlar dinlediklerini tasdik edip bu inanç üzerine devam ederler.

Bir de keşfi îman vardır ki Allah'ın nuruyla açılan göğüste olurBu imanda bütün varlık olduğu gibi keşfolunur ve görülür ki hepsinin dönüşü Allah'adırÇünkü varlık aleminde Allah'tan, sıfat ve fiillerinden başka birşey yoktur38

İşte bu sınıf, mukarreblerin (yaklaştırılmış kimselerin) en yüce Firdevs*® konanların ta kendisidirOnlar mele-i a'lâ'ya (en yüce cemaate) gayet yakındırlarBunlar da birçok sınıfa ayrılırlarBazıları (hayırlar hususunda) herkesin önünde olan Sâbikûn'durBazıları derece bakımından bunlardan daha aşağıdırBunların arasındaki fark, Allah'ın marifetindeki farklılıklarına göredirAllah'ın marifetinde ârif olanların dereceleri inhisar altına alınamayacak kadar büyüktürZira Allahü teâlâ'ınn celâlinin künhünü ihâta etmek mümkün değildirMarifet denizinin derinliği sonsuzdurAncak dalgıçlar, kuvvetleri nisbetinde oraya dalarlarEzelde kendilerine takdir edilen yere kadar giderler, Bu bakımdan Allah'a giden yolun konaklarının sonu yoktur! Allah yolunun yolcularının dereceleri nihayetsizdir.

Taklidî bir îman ile îman edene gelince, o da ashâb-ı yemin'dendirAncak onun derecesi mukarreb kimselerin derecesinden aşağıdırOnlar da çeşitli derecededirlerAshâb-ı yeminin derecelerinin en yücesi, mukarreblerin derecelerinin en düşüğüne yaklaşmasıdırBu durum, bütün büyük günahlardan sakınan, farzların tamamını yapan kimsenin durumudurFarzlardan gayem; kelime-i şahadeti söylemek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmekten ibaret olan beş rükündürBir veya birkaç büyük günah işleyen veya İslâm'ın bazı rükünlerini ihmal eden bir kimseye gelince, eğer bu kimse eceli yaklaşmadan önce nasûh (kesin) bir tevbe eli tevbe ederse, büyük günah işlemeyenler safına iltihak ederÇünkü günahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidirYıkanmış elbise, kirlenmemiş elbise gibidir.

Eğer bir kimse tevbe etmeden ölürse, bu durum tehlikeli bir durumdurZira günahta ısrar ettiği halde ölen bir kimsenin, ölüm sırasında çoğu zaman îmanı sarsılırDolayısıyla kötü sonuca uğrarHele îmanı taklidî ise bu durum kaçınılmaz olurÇünkü taklidî îman, her ne kadar kesin ise de az bir şüphe ve hayal ile dağılmaya mahkumdurBasiret sahibi ârif kişinin ise, bu kötü sondan korkması gerekmezBunların ikisi de îman üzerine ölseler dahi, azap görürlerAncak Allahü teâlâ hesap hususundaki sorgu azabından fazla olan azabı affederse durum değişirCezanın müddet bakımından çokluğu, günahta ısrar etme müddetinin çokluğuna göredirŞiddetinin çokluğu ise büyük günahların çirkinliğine göredirÇeşidin değişikliğinin çokluğu ise, günahların sınıflarının değişmesine göredirAzap müddeti bittikten sonra taklidçi halk kitlesi, ashâb-ı yemîn'in derecelerine ulaşırlarBasiret sahibi ârifler de İlliyyînin en yüce derecesine yükselirlerAteşten en son çıkan kimseye bile dünyanın on misli verilir39

Buradaki gayenin cisimlerin etrafını ölçmekle takdir edildiğini zannetmeBu bir fersaha karşı iki veya on fersaha karşı yirmi fersah vermek gibi değildirÇünkü bu, darb-ı meselin yolunu bilmemezlikten gelen bir cehalettirBelki hadîsteki ifade şu söz gibidir: Ondan bir deve aldıOna on mislini verdi! Deve on dinara eşittiYüz dinar verdiEğer buradaki misilden ancak tartıda ve ağırlıktaki misli anlamış olursa, hiçbir zaman yüz dinar, eğer terazinin bir kefesine, deve de diğer kefesine konursa devenin binde biri olamazBelki bu muvazene, cisimlerin mânâları ile ruhlarının muvazenesidirŞahıs ve heykellerinin muvazenesi değildirÇünkü deve uzunluğu, ağırlığı, eni için istenmez, mal olduğundan dolayı istenirBu bakımdan onun ruhu maliyettir.

Onun cismi ise, et ile kandan ibarettirYüz dinar, cismanî tartıyla değil ruhanî tartıyla onun on mislidirBu tevi, altın ve gümüşün malhi ruhunu bilen bir kimsenin nezdinde doğrudur.

Eğer ona, ağırlığı bir miskal ve kıymeti yüz dinar olan bir cevher verse ve 'Onun on mislini verdim!' dese, doğru söylemiş olur, Fakat onun doğruluğunu ancak cevherden anlayanlar biirlerZira cevherlik ruhu sadece görmekle idrâk edilmezGörmenin ötesinde bulunan bir seziyle bilirnirBu sırra biaen çocuk bunu yalanlar, köylü ve göçebe de yalanlar ve derler ki: 'Bu cevher ancak bir atştırOnun ağırlığı bir miskaldirDevenin ağırlığı bir milyon miskaldir'

Bu bakımdan onların gözünde o kişi 'Ben ona on misiini verdim' demekle yalan söylemiştirOysa hakikatte yalancı çocukturAncak çocuğun nezdinden bu tahkike ulaşmanın yolu yokturAncak bâliğ olup kemâle erince bunu anlarKabinde cevherlerin ve diğer maların ruhlarını idrâk eden nurun oluşumundan sonra bunu anlayabilirO zaman doğruluk ona görünürArif kişiHazret-i Peygamber'in şu muvazenedeki doğruluğunu eksik olan mukallide hakkıyla anlatmaktan acizdir.

Zira Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) 'Cennet göklerdedir' dediği haberlerde vârid olmkuşturOysa gökler de dünyayadır bu bakımdan dünyanın on misli kadar olan şey nasıl dünyada olabilir? İşte bu bâliğ bir kimsenin o muvazeneyi çocuğa anlatmaktan aciz olması gibidirYine bedevîye anlatılması da bunun gibidirNasıl ki cevherci, bedevî ve köylüye ve muvazeneyi anlatmak zorluk çekiyorsa, ârif bir kimse de şu muvazene hususunu anlatmak için ahmak ve eblehle uğraştığından ötürü merhamete muhtaçtırBunun için Hazret-i Peygamber(sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.

Üç sınıfa merhamet ediniz:

1Cahiller arasında kalan âlime,

2Bir kavmin zengini iken fakir düşen kimseye,

3Bir kavmin azîzi iken zelîl olan kimseye!40

Peygamberler ümmetin arasında insanların aklının kusurundan ötürü imtihan olarak çekmiş oldukları zorluklardan dolayı merhamete lâyıktırlarAllah bu durumu onları denemek için ve rirBu bir beladırEzelî kaza ve kader peygamberlere bu belayı yüklemiştir,

Belâ önce peygamberlere, sonra velî kullara, sonra dinî bakımdan en önde olanlara verilir41

Buradaki belanın Hazret-i Eyyûb'un belâsı gibi, olduğunu sanma42 Hazret-i Eyyûb'un belâsı bedene verilen beladırNûh'un (aleyhisselâm) belâsı da büyük belalardandırZira Nûh (aleyhisselâm) öyle bir cemaatla müptelâ oldu ki onları Allah'a çağırması, onları daha da azdırır ve kaçırırdı.

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bazı insanların sözlerinden rahatsız olduğu zaman şöyle demiştir: ' Allah-ü Teâlâ kardeşim Musa'ya rahmet etsinO bundan daha fazlasıyla eziyet gördüBuna rağmen sabretti'43

Öyle ise peygamberler inkârcılarla mübtelâ olmaktan uzak değildirler, velî ve âlim kullar da cahillerle mübtelâ olmaktan uzak olamazlarBunun için velî kullar eziyetlerin ve belaların çeşitlerinden çok az kurtulurlarMemleketten çıkartılmak, sultana ihbar edilmek, küfür ve dinden çıktı diye aleyhlerinde şahitlik edilmek ve (daha neler neler) . . . Marifet ehlinin, cahiller katında kâfirlerden sayılması normaldirNitekim kocaman bir devenin karşılığı olarak küçücük bir mücevher alan bir kimsenin cahiller yanında malını zayi eden israfçılardan sayılmasının vâcib olduğu gibi. . .

Bu incelikleri bildiği zaman, Hazret-i Peygamberin 'Ateşten en son çıkan kişiye, dünyanın on misli mülk verilir' hadîsine îman et! Sakın sadece gözle görülen, duygularla idrâk edilen şeyleri tasdik etmekle kalma! Kalma ki iyi ayaklı merkep mesabesinde olmuş olmayasm! Çünkü merkep de beş duyuya sahip olmakta seninle ortaktırSen ancak ilâhî bir sır ile ki o sır göklere, yere ve dağlara arzolundu, onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular merkepten ayrılırsınBu bakımdan duyular âleminin dışında olanları seni merkep ve diğer hayvanlardan ayıran o sır sayesinde öğrenebilirsinÖyle ise ondan gâfil kalan, onu muattal veya tamamen ihmal eden, hayvanların derecesiyle kanaat getiren, hisle duyulanların ötesine geçmeyen kimse nefsini helâk etmiş, bunlardan yüz çevirmek suretiyle onları unutmuşturBu bakımdan siz, Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah tarafından nefisleri kendilerine unutturulmuş kimseler gibi olmayınızÖyleyse ancak duyularla idrâk edileni bilen herkes, Allah'ı unutmuşturZira Allah'ın zatı, bu âlemde beş duyu ile idrâk olunmazHer kim Allah'ı unutmuşsa, şüphesiz Allah ona kendi nefsini unutturmuşturO, hayvanlar mertebesine inmiştirEn yüce ufuklara terakki etmeyi terketmiştir.

Allahü teâlâ’nın kendisine emanet ettiği emanete hainlik yapmış ve kendisine vermiş olduğu nimetlerini inkâr etmiş, dolayısıyla azabına mâruz kalmıştırAncak bu kimse hayvandan daha kötü durumdadırÇünkü hayvan ölümle kurtulurBunun ise yanında emanet vardırŞüphesiz emanet sahibine geri verilmelidirBu bakımdan emanetin dönüşü Allah'adırO emanet pırıl pırıl parlayan güneş gibidirAncak şu fâni bedene inmiş ve onda kaybolmuşturŞu fâni beden harap olduğu zaman, güneş batıdan doğacak, yaradanma dönecektir. Ya simsayah ve tutulmuş halde veya pırıl pırıl parladığı halde dönecektirPırıl pırıl parlayan güneş rubûbiyet huzurundan perdelenmiş değildirKararmış güneş de o huzura dönüş yaparZira dönüş noktası hepsi için o huzurdurAncak bu kararmış güneş, a'lâ-yı illiyyîn tarafından, başı esfel-i sâfilîne doğru eğilerek dönüş yapar.

Rablerinin huzurunda başlarını öne eğmiş; 'Rabbimiz, gördük, işittik, bizi geri döndür sâlih amel yapalım; artık kesin olarak inandık!' demekte olan suçluları bir görsen!

(Secde/12)

Böylece Allahü teâlâ onların katında olduklarını belirtmiştirAncak onların başları eğiktirYüzleri enseleri tarafına dönmüş, başları aşağıya eğilmiştirBu hüküm Allahü teâlâ’nın tevfîkinden mahrum ettiği ve yoluna hidayet etmediği bir kimse hakkında ilahî bir hükümdürBu bakımdan biz dalâletten ve cahillerin mertebelerine inmekten Allah'a sığınırız!

İşte bu, ateşten çıkan kimselerin kısımlara ayrılmasının hükmüdürO çıkanlara dünyanın on misli veya daha fazlası verilirAteşten ancak ehl-i Tevhîd (Allah'ı bir bilenler) çıkar.

Tevhîd'den gayem, sadece dille Lâ ilâhe illâllah demek değildir.

Çünkü dil, mülk ve şehâdet âlemindendirBu bakımdan onun faydası ancak mülk aleminde olurYani kelimesi şehadefi söyleyenin boynundan kılıcı, malından da ganimetçilerin ellerini uzaklaştırırBoyun ve malın müddeti, yaşama müddetidirBoyun ve malın kalmadığı bir yerde dil ile söylenen söz fayda vermez.

Ancak Tevhîdde doğruluk fayda verirTevhîd'in kemâli eşyanın tamamının Allah'tan bilinmesi demektirBunun alâmeti kendisine tatbik edilenden dolayı halkın hiçbirine öfkelenmemesidir.

Zira vasıtalara bakılmamalı, tevekkül bahsinde tahkiki geleceği gibi, sebeplerin müsebbibi ve yaratanına bakılmalıdırBu Tevhîd, muvahhidlere göre değişiktirBu bakımdan insanlardan bazılarının Tevhîd'den dağlar kadar nasibi vardırBazılarının bir miskal nasibi vardırBazılarının bir hardal tanesi ve zerre kadar nasibi vardırÖyleyse kalbinde miskal kadar îmanı olan bir kimse, ateşten ilk çıkan kimsedirKalbinde zerre kadar îman olanı ateşten çıkarınız!44

Ateşten en son çıkacak kimse, kalbinde zerre kadar îman olan kimsedirMiskal ile Zerre arasında derecelerin değişikliği nisbetinde, miskal ve zerre tabakalarının arasında ateşten çıkarlarMiskal ve zerre ile ölçü vermek darb-ı mesel yoluyladırNitekim biz bunu mallarla paralar arasındaki muvazenede zikrettikTevhîd ehlini en fazla cehenneme sokan, dünyada kullara yapılan zulümlerdirBu bakımdan kulların defteri öyle bir defterdir ki terkedilmezDiğer günahlar ise, af ve kefaret yoluyla affedilirNitekim eserde vârid olmuştur ki: Kul, dağlar kadar sevabı olduğu halde Allah'ın huzurunda durdurulurEğer o sevablar ona teslim edilirse muhakkak cennet ehlinden olurBu esnada zulme uğrayanlar kalkar ve 'O şunun namusuna küfretmiştirDiğerinin malını almıştırÖbürüne vurmuştur' derler ve sevaplarından bu haklar bir sevabı kalmayıncaya kadar ödenirMelekler 'Ey rabbimiz! Bu kişinin sevapları bittiDaha birçok hak sahibi kaldı!' derlerBunun üzerine Allah şöyle buyurur:

Onların günahlarından alın da bunun günahlarının üzerine ekleyin! Onun için ateşe götürücü bir vesika yazın ve cehenneme gönderin.

Nasıl ki o, kısas yoluyla başkasının günahıyla helâk oluyorsa, mazlum da zalimin sevabını elde etmekle kurtulurZira mazluma yapılan zulümden dolayı zalimin sevapları mazluma verilir.

İbn Celâ'dan45 şöyle hikâye olunmuştur: Arkadaşlarından bazıları kendisini gıybet ettiler. Sonra gıybetçi İbn Celâ'nın yanına gelip helâlleşmek istediİbn Celâ 'Ben asla onu helâl etmem! Benim amel defterimde bu sevaptan daha üstün bir scevap yok! Ben bu sevabı defterimden nasıl silerim?' dediİbn Celâ da ve yine bir başkası da şöyle dedi: 'Arkadaşımın günahları benim sevaplarımdandırİstiyorum ki defterimi o günahlarla süslemiş olayım!'

Kulların kıyâmette saadet ve şekavetinin dereceleri hakkındaki ihtilâflarından zikretmek istediğimiz budurBütün bunlar sebeplerin zahiriyle verilen hükümdürBu tıpkı doktorun, bir hastaya 'Elbette ölecek! Tedavi kabul etmez!' başka bir hastaya da 'Hastalığı hafiftirTedavisi kolaydır hükmüne benzerÇünkü doktorun bu zannî, hallerin çoğunda isabetli bir zandırFakat bazen helake yaklaşmış bir kimse, doktorun idrâk etmeyeceği bir sebepten iyileşirBazen de hastalığı hafif olan bir kimse doktorun bilmediği bir sebepten ölürBu, Allahü teâlâ’nın insanlardan gizli olan sırlarındandır, sebeplerin müsebbibi tarafından malum bir nısbette tertip edilen sebeplerin bilinmez tarafındandırZira beşerin kuvvetinde onun künhüne vâkıf olmak yoktur, âhirette kurtuluş ve zafere varmak da böyledirOnların gizli sebepleri vardırO sebeplere muttali olmak beşerin kudretinde değildirKurtuluşa ulaştıran o gizli sebebe af ve rıza ismi verilirHelake götüren sebep de öfke ve intikam ile isimlendirilirBunun ötesinde ilâhî ve ezelî bir meşiyet vardır ki halk ona muttali olamazBunun için bize asi bir kimsenin bağışlanabileceğim her ne kadar zahirî günahları çok olsa da caiz görmek farzdır.

İtaatkâr bir kimsenin zahirî ibadetleri ne kadar fazla olsa da ona ceza verilebileceğini caiz görmeliyiz, çünkü itimad takvayadırTakvâ da kalptedirKalp ise kalbin sahibinin bile muttali olamayacağı kadar bilinmezdirÖyle ise kalbin sahibi olmayan bir kimse ona nasıl muttali olacaktır, fakat bazen kalp erbabına falan kulun bağışlanmayacağı keşfolunurAncak kendisinde gizli olan bir sebeple affolunurCeza, ancak gizli ve Allah'tan uzaklaşmayı gerektiren bir sebepten ötürüdürEğer olmasaydı, af ve öfke ameller ve vasıflar üzerinde terettüb eden ceza olmazdıEğer ceza olmasaydı adalet olmazdıEğer adalet olmasaydı şu âyetlerin nushası hâşâ sahih olmazdı

Rabbin asla kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)

Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulmetmez. (Nisâ/40)

Oysa bütün bunlar doğrudur, insanın elinde ancak çalışmasının semeresi vardır, görülen ancak çalışmasıdırHer nefis kazandığının rehinidirOnlar haktan saptıkları zaman, Allah onların kalbini kaydırırOnlar nefîslerindekini bozdukları zaman, Allah da onlarda bulunan nimeti şu âyetin tahakkuku için bozar:

Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.

(Ra'd/11)

Bütün bunlar kalp sahiplerine görülen şeylerden daha açık bir şekilde keşf olunmuş turZira gözle görülende yanlışlık mümkündürÇünkü göz bazen uzağı yakın, büyüğü küçük görürKalbin müşahedesinde yanılma mümkün değildirÖnemli olan kalp basiretinin açılmasıdırO basiretler açıldıktan sonra görülende yanlışlık tasavvur edilemez.

Gönül gördüğünde yanılmadı! (Necm/)

Üçüncü Mertebe: Kurtulanların mertebesidirKurtuluşutan gayem; saadet selâmettirSaadete ermek ve zaferyâb olmak değildirBunlar, hizmet etmemişler ki kendilerine hilkat verilsinKusur yapmamışlardır ki azaba dûçar olsunlar.

Bu halin, deliler ve kâfirlerin çocukları ve aklı noksan olanların hali olması mümkündürDünyanın ücra köşelerinde İslâm kendilerine tebliğ edilmemiş olanların, akılsızlık ve marifetsizlik üzerinde yaşayanların ise, ne marifetleri, ne inkârı ne itaat etmeleri, ne de isyan etmeleri dikkate alınırBu bakımdan onları Allah'a yaklaştırıcı bir vesileleri ve uzaklaştırıcı bir cinayetleri yokturÖyleyse onlar ne cennet, ne de cehennem ehlindendirBelki onlar iki mertebenin yani cennet ve cehennemin arasındaki bir mertebede, iki makamın arasındaki bir yerde olurlarŞeriat lisanında bu makam A'râf diye isimlendirilmiştirHalktan bir grubun A'râf akonacağı yakînen âyet ve hadîslerden ve ibret nurlarından belli olmuşturGözle hükmetmek, -mesela çocukların onlardan olduğuna hükmetmek gibi- zanna dayanan bir hükümdürKesin değildirKesinlikle buna muttali olmak peygamberlik âleminde olurEvliya ve ulemanın mertebesinin buraya kadar yükselmesi uzak bir ihtimaldirKâfirlerin çocukları hakkındaki haberlerin de biri diğeriyle çelişmektedirHatta Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) bir çocuk öldüğü zaman 'O cennet kuşlarından bir kuştur' demiştirHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onun bu sözün reddederek şöyle demiştir:

Sen bunu nereden biliyorsun?46 Madem durum budur, bu makamda müşkilât ve iltibaslar daha galibdir.

Dördüncü Mertebe: Zaferyâb olanların mertebesidirÂrif olanlar sadece bunlardır, mukallidler değildirMukarrebûn ve sâbikûn onlardırZirâ taklidçi, her ne kadar cennette bir makam elde ederse de o 'ashâb-ı yemîn'dendirBunlar ise mukarreblerin ta kendileridirBunların mazhar oldukları nimetler sözlerle açıklanmazBelirtmesi mümkün olan miktar, Kur'ân'ın tafsil buyurduğu miktardırAllah'ın beyanından sonra artık beyan yokturOnların bu âlemde anlatılması mümkün olmazİşte bu durum, şu ayette belirtilmiştir:

Yaptıklarına karşılık olarak onlar için göz aydınlığından ne hazırlanıp saklandığını kimse bilemez, (Secde/17)

Bir de şu hadîs-i kudsî'de belirtilmiştir:

Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetler hazırladım47

Ariflerin hedefi dünyada beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen o durumdurHuriler, köşkler, meyveler, süt, bal, hamr, ziynet eşyası, bilezikler. . Ârifler bunlar için hırs göstermezlerBunlar ariflere verilse bile, onlarla kanaat etmezlerOnlar Allah'ın kerîm vechine bakmanın zevkini ararlarBu lezzet saadetlerin en büyüğü ve zevklerin en nihayetidirBunun için Rabia el-Adeviyye'ye şöyle denildi: 'Senin cennet hakkındaki rağbetin nasıldır?' Cevap olarak 'Önce komşu, sonra ev!' dedi.

Bu bakımdan bunlar öyle bir gruptur ki ev sahibinin sevgisi onları evden ve evin süsünden vazgeçirmiştirHatta ev sahibinden başka herşeyden, hatta nefislerinden bile vazgeçmişlerdirOnların misali, sevgilisini çılgınca seven ve bütün amacı sevgilisinin yüzüne bakmak ve onu düşünmek olan aşıkırı misali gibidirBu aşık, düşünceye daldığı zaman nefsinden gafildirBedenine isabet edeni hissetmezBu hal için 'nefsinden fani olmuştur' tabiri kullanılırMânâsı başkasıyla müstağrak olmuş, isteklerinin hepsi bir istekte toplanmış demektir ki o da mahcubudurOnun içinde mahbubundan başkasına yer kalmamıştır ki başkasına iltifat etsin! Ne nefsine, ne de nefsinden başkasına bakamazBu durumdur ki insanı âhirette, şu dünyada bir beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen göz aydınlığına ulaştırırNitekim renklerin ve nağmelerin sağır ve körün kalbine gelmesinin düşünülemeyeceği gibi. . . Ancak onun kulağından ve gözünden perde kalkarsa, o zaman halini idrâk ederBu durumdan önce onların kalbine gelmesinin mümkün olamayacağını anlarDünya hakîkaten perdedirOnun kalkmasıyla perde kalkarO zaman güzel hayatın zevki idrak olunurEsas evin, âhiret evi olduğu anlaşılırDerecelerin hasenat üzerine tevzi edilmesinin beyanında bu kadar izahat kâfidirLütfuyla muvaffak kılan Allah'tır.

Küçük Günahları Büyük Günah'a Çeviren Sebeplerin Beyanı Küçük günah, birçok sebeplerle, büyük günaha dönüşürO sebeplerden biri, günahta ısrar edip devam etmektirBu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'Israrla beraber küçük günah büyük oluristiğfarlarla beraber büyük günah silinir48

Bu bakımdan büyük günah bir daha işlenmez ve benzeri arkasından gelmezse bu günahın affedilmesi, kulun devam ettiği küçük günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilirBunun misali şudur: Damlalar durmadan bir taşın üzerine düşerse, taşa tesir ederlerEğer taşın üzerine düşen su, bir defada kalırsa tesir etmezBu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Amellerin hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır49

Şeyler zıdlarıyla bilinirlerEğer az da olsa amelin devamlı olanı fayda verdiğinden, bir defa yapılıp bir daha yapılmayan çok amel kalbin nûrlandırılmasmda ve temizlenmesinde az fayda verirBu nedenle günahların azı da böylece devam ettikleri zaman kalbin kararmasında tesiri büyürAncak büyük günahın küçük günahlar işlenmeden ansızın yapılması çok nâdir olurZina etmek isteyen kişi konuşmadan ve mukaddimeler yapmadan ansızın zina etmeye az muvaffak olurEski bir münakaşa ve düşmanlık olmaksızın öldürme ihtimali azalırBu bakımdan her büyük günahın etrafı, geçmiş ve gelecek küçük günahlarla sarılıdırEğer büyük bir günahın tek başına, ansızın yapıldığı tasavvur edilirse ve ona ikinci bir defa dönüş yapılmazsa, böyle bir günahın affedilmesi insanın hayatı boyunca devam ettiği küçük bir günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir.

O sebeplerden biri de günahı küçük görmektirZira kul günahı nefsinde ne kadar büyük görürse, Allah katında o kadar küçülürKul önü ne kadar küçük görürse, Allah nezdinde o nisbette büyür.

Zira zinayı (tehlikeli) görmesi, kalbinin zinadan nefret etmesinden kaynaklanırBu nefret günah lie şiddetli bir şekilde etkilenmesine mâni olurGünahı küçük görmesi ise ona yakınlık duymasından kaynaklanırBu da günahın kalpte şiddetli tesir yapmasını gerektirirOysa kalbin ibadetlerle nûrlandırılması gerekirGünahlarla karartılması mahzurludurBunun için gaflet halinde kalbin üzerinde cereyan edenlerle kul muâheze edilemezÇünkü kul, gaflet halinde cereyan eden şeyden etkilenmez.

Mü'min, günahını üzerine kaldırılan bir dağ gibi görürO dağın üzerine düşmesinden korkarMünafık günahını burnunun ucundan geçen bir kara sinek gibi görür50

Biri şöyle demiştir: Affedilmeyen günah, kulun 'Keşke benim işlemiş olduğum günahların hepsi bunun gibi olsaydı!' deyip hafife aldığı günahtırGünahın Mü'minin kalbinde büyümesi, Allah'ın celâlini bilmesinden ileri gelirBu bakımdan Mü'min Allah'a isyan etmenin korkunçluğunu düşündüğü zaman, küçük günahı büyük görür.

Allahü teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahiy gönderdi:

Hidayetin aslığına bakma! Hidayet edicinin azametine bak! Hatanın küçüklüğüne bakma! O hata ile kendisine karşı cephe aldığın zatın kibriyasına ve azametine bak!

Bu itibarla ariflerin biri şöyle demiştir: 'Küçük günah yok! Aksine her muhalefet büyüktür!'

Sahabe'den biri de Tâbiîn'e şöyle söylemiştir: 'Sizler, gözünüzde kıldan daha ince görünen birtakım işler yapıyorsunuz ki bizonları Hazret-i Peygamberin zamanında helâk eden şeylerden sayardık!'

Zirâ sahabîlerin Allah'ın celâli, hakkındaki bilgileri herkesin bilgisinden daha tamdıBu bakımdan onların nezdinde küçük günahlar, Allah'ın celâline nisbeten, büyük günahlardandırBu sebepten dolayı cahilden sadır olduğu zaman büyük sayılmayan günah, âlimden sadır olursa büyürHalk tabakasının birçok kusurlarından vazgeçilir, fakat ârif bir kimseden o kusurların benzeri affedilmez.

Zira günah, muhalefet edenin marifeti nisbetinde büyürO sebeplerden biri de günah ile sevinmek, onunla böbürlenmektirO günahı işlemeye muvaffak olmayı nimet saymak, onun şekavete sebep olmasından gâfil olmaktırKüçük günahın sevgisi, kulun nezdinde galebe çaldıkça, küçük günah büyür, kalbin kararmasında tesiri artarHatta günahkârlardan bazıları vardır ki günahı ile övünür, gurura kapılır.

Çünkü o günahı işlediği için büyük sevinç duyarNitekim şöyle der: 'Görmedin mi, ben onun namusunu nasıl pâyimâl ettim'.

Mücadeleci, mücadelesinde der ki: 'Görmedin mi onu nasıl rezil ettim? Onu mahcup edecek derecede hatalarını belirttimOnunla nasıl alay ettim? Onu nasıl şaşırttım?!' Ticarette muamele yapan der ki: 'Görmedin mi çürük malı ona nasıl sattım? Onu nasıl kandırdım? Onu malında nasıl zarara uğrattım? Onu nasıl ahmak saydım?' İşte bu ve buna benzer sözlerle küçük günahlar büyürÇünkü günahlar helâk edicidirlerKul, günahlara sürüklendiği, günahlara teşvik etmek hususunda şeytana mağlup olduğu zaman, düşmanın kendisine galebe çalmasından ötürü musibet ve üzüntü içerisinde bulunması gerekirAllah'tan uzak bulunduğundan dolayı müteessir olması lâzımdırBu bakımdan ilâcı içerisinde bulunan kabın ilâcı içme eleminden kurtulmak için» kırılmasıyla sevinen bir hastanın şifa bulması umulmaz.

O sebeplerden biri de Allahü teâlâ’nın kendisini örtmesini, kendisine hilm göstermesini, günah işlemesine rağmen ceza vermek hususunda kendisine mühlet vermesini hafife almaktırBilmez ki Allahü teâlâ, ancak ona öfke yönünden mühlet vermiştir ki mühlet vermek sebebiyle günahı daha artsın! Günahları yapmaya muvaffak olmasının Allah'ın bir inayeti olduğunu zannederOnun böyle zannetmesi Allah'ın azabından emin olmasından ileri gelirNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kendi aralarında da 'Allah bizi söylediklerimizle azâblandırsa ya!' diyorlarOnlara cehenem yeter! Oraya gireceklerArtık o ne kötü dönüş yeridir! (Mücadele/8)

O sebeplerden biri de günah işlediğini belirtmesidir veya başkasının yanında yapmasıdırZira böyle yapması, Allah'ın kendisinin üzerine sarkıttığı perdesini yırtmak demektirBir de günahını dinleyen veya gören bir kimsede günah işleme rağbetini tahrik etmek demektirBunların ikisi de onun suçuna eklenmiş suçlardırSuçu bunlarla gittikçe kalınlaşmıştırEğer buna başkasını o günaha teşvik etmek ve sebepleri ona hazırlamak da eklenirse, bu da dördüncü bir suç olurCürüm gittikçe ağırlaşır.

İnsanların tümü bağışlanmıştırAncak günahlarını açıkça yapanlar veya açıkça söyleyenler müstesna. . . Onlardan biri Allahü teâlâ’nın kendisi için örtmüş olduğu bir günahı geceleyin işler, sabahladığında Allah'ın örtüsünü kaldırır ve günahım sağa sola söyler51

Bunların bağışlanmamasının hikmeti şudur: İyiyi belirtmek, kötüyü örtmek ve örtüyü yırtmamak Allah'ın sıfatlarından ve nimetlerindendirBu bakımdan günahı belirtmek, bu nimeti inkâr etmek demektirBiri şöyle demiştir: 'Günah işleme! Eğer ille günah işleyecek olursan bari başkasını o günaha teşvik etme ki iki günahı birden işlemiş olmayasm!'

Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirine benzerlerOnlar kötülüğü emrederlerİyilikten alıkoymaya çalışırlar. (Tevbe/67)

Seleften biri şöyle demiştir: '"Kişi, müslüman kardeşine günah hususunda yardım etmekten sonra, o günahı işlemeyi ona kolaylaştırmaktan daha büyük bir hürmetini pâyimâl etmemiştir'.

O sebeplerden biri de günahkârın önder olan bir âlim olmasıdırGünahı açık bir şekilde işlediği zaman, günahı büyürBunlar, âlim kişinin ipekli elbise giymesi, altınla süslenmiş eğer ve diğer binitlere binmesi, sultanların mallarından şüpheli olanları alması, sultanların huzuruna girmesi, onların yanına gidip gelmesi, onlara emr-i bi’l-ma'ruf ıı ve nelıy-i an'il-münker'i yapmamak suretiyle yardım etmesi, başkalarının gıybetinde dilini serbest bırakması, münazarada diliyle başkasına tecavüz etmesi, başkasını hafife alması, ilimlerden ancak dünya mertebesi için istenen cedel ve münazara ilmiyle meşgul olması gibi günahlardırBu günahlarda başkaları âlime tabi olurDolayısıyla âlim ölür, fakat bu şerri âlemde uzun zaman devam ederÖyleyse öldüğü zaman günahları beraberinde ölüp giden kimseye Allah cenneti mükâfaat olarak versin.

Her kim kötü bir yol açarsa o yolun günahı ve o yolla amel edenin günahı kadar günah onun üzerindedirOnların günahlarından da birşey eksilmez52

Gerçekten biz ölüleri diriltirizÖne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. (Yâsin/12)

Eserler, amelin ve amel edenin ölmesinden sonra işlenip onun amellerine katılan şeyler demektir.

İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Başkası kendisine tâbi olduğundan dolayı vay o âlimin haline! Bir defa hata eder, hatasından dönerFakat halk o hatayı yüklenir ve onunla yeryüzünün çeşitli bölgelerine giderler'.

Biri şöyle demiştir: Âlim kişinin hatasının meseli, geminin delinmesi meseline benzerHem kendisi, hem de içindekiler batar'.

İsrailiyat'ta şöyle vârid olmuştur: Bir âlim kişi halkı bid'atlara saptırdı. Sonra o âlim tevbe ettiBir zaman ıslah hususunda çalıştıBunun üzerine Allahü teâlâ onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'O âlime söyle! Senin bir günahın varEğer benimle senin aranda olsaydı onu senin için affederdimFakat kullarımdan saptırıp cehenneme soktukların ne olacaktır?

Bununla anlaşılmıştır ki âlimlerin durumu tehlikelidirOnların boynunda iki vazife vardırO vazifelerden biri günahı terketmek, ikincisi günahı gizlemektirNasıl ki âlimlerin günahlardan ötürü yükleri birkaç kat oluyorsa aynen onun gibi başkalarının öncüsü oldukları takdirde sevaplardan ötürü de mükafatları birkaç kat olurBu bakımdan âlim, süslenmeyi ve dünyaya meyletmeyi terkettiği zaman, dünyanın azıyla kanaat ettiği, yemekten de zarurî olan miktarıyla idare ettiği, eski elbiselere kanaat ettiği ve bu hususta âlimler ve halk tabakası kendisine uydukları zaman, onların sevapları kadar defterine sevap yazılırEğer süse meylederse, kendisinden derece bakımından daha aşağıda olanların tabiatı da kendisine benzemeye meylederOysa o süsü, ancak sultanların hizmetiyle haramdan dünyayı toplamakla elde edebilirlerBöylece o âlim, haramı toplamaya sebep olmuş olurÖyleyse âlimlerin hareketleri fazlalık veya eksiklikliklerinin kâr veya zarar bakımından eseri kat kat olurKendilerinden tevbe etmenin gerekli olduğu günahların tafsilâtı hakkında bu kadarı kâfidir.

32) Irâkî, merfû olarak aslına rastlamadığını, ancak Hazret-i Ali'ye nisbet edildiğini gördüğünü kaydetmektedir.

33) Daha önce geçmişti

34) Müslim, Buhârî, (Ebû Said'den)

35) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usûl, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)

36) Tirmizî

37) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

38) Varlık iki kısımdır: a) Varlığı zatından olan, b) Varlığı başkasından olan. Birinci varlık Allahü teâlâ'nın varlığıdır. İkincisi Allah'dan başkasının varlığıdır. Varlığı başkasından olan bir varın varlığı müsteardır. Kendi nefsiyle payidar değildir. Hatta zati yönünden düşünüldüğünde sırf yok olduğu görülür. Ancak varlığı Allah'a nisbetle vardır. Böyle bir varlık ise hakikî varlık olamaz. (İthaf us-Saade, VIII/556)

39) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)

40) İbn Hibbcuı, Zuafa

41) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâcc

42) İbn Cerîr'in Katade'den rivâyet ottiği gibi Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) yedi küsur sene bu hastalıktan muzdarib olmuştur.

43) Buhârî

44) Tayalisî, İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Huzeyme ve ibn Hıbbân

45) Ebû Abdullah Muhammed b. Yahya b. Celâ el-Bağdâdî

46) Müslim

47) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce

48) Ebû Şeyh

49) Müslim, Buhârî

50) Buhârî

51) Buhârî, Müslim

52) Müslim

Ashâb' ın ve Âlimlerin Sözleri

Said bMüseyyeb şöyle demiştir: 'Elbette Allah kendine dönüp tevbe edenleri bağışlayıcıdır' (İsra/25) âyeti günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden bir kimse hakkında nâzil oldu

Fudayl bIyâz dedi ki: Allahü teâlâ bir rivâyette şöyle buyurmuştur 'Günahkârlara, "eğer tevbe ederlerse tevbelerini kabul edeceğim müjdesini ver! Sıddîkların dikkatini çek ki eğer ben onların üzerine adaletimi koymuş olursam, onları azaba dûçar ederim.

Talk b. Habîb16 şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın hukuk-ı ilâhîsi, kulun o hukukları yerine getirmesinden daha büyüktürFakat onlar tevbe ettikleri halde sabah ve akşamladılar.

Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: 'Kim işlediği bir günahı hatırlar, ondan dolayı kalbi acı duyarsa, Ümm'ul-Kitab'da (Levh-i Mahfûz) o günah silinmiş olur'.

Rivâyet ediliyor ki İsrailoğulları'nın peygamberlerinden biri bir günah işlediAllahü teâlâ ona vahiy göndererek: 'İzzetime yemin ederim! Eğer ikinci bir defa bu günahı işlersen sana azap edeceğim dediO da şöyle dedi: "Yârab! Sen sensin, ben de benimSenin izzetine yemin ederim, eğer beni korumazsan muhakkak o günaha ikinci defa dönerim!" Buna binaen Allahü teâlâ onu masum kıldı.

Biri şöyle demiştir: 'Kul bir günah işler, cennete girinceye kadar o günahtan pişmanlık duyar! Bunun üzerine iblis der ki: Keşke ben onu bu günaha sokmasaydım.

Habib b. Ebî Sabit17 dedi ki: 'Kıyâmet gününde kişiye günahları arzolunurGünahın yanından geçer ve şöyle der: 'muhakkak ben (dünyada) günahtan korkardım!'

Râvî der ki: 'Dünyadaki korkusundan dolayı günahı bağışlanır*.

Rivâyet ediliyor ki bir kişi İbn Mes'ûd'a başından geçen bir günahı için 'Acaba onun tevbesi var mıdır?' diye sorduİbn Mes'ûd ondan yüzünü çevirdi. Sonra ona dönüp baktıİki gözünden yaşlar aktığını gördü ve dedi ki: 'Cennetin sekiz kapısı vardırHepsi açılır ve kilitlenirAncak tevbe kapısı hariç! O kapının yanında sadece o kapıya bakan bir melek vardırO melek o kapıyı kapatmazBu bakımdan ümitsiz olma, amel yap!'

Abdurrahman b. Ebi Kasım der ki: 'Abdurrahim18 ile beraber kâfirin tevbesini ve şu âyeti müzakere ettik:

O küfredenlere de ki: Eğer peygambere düşmanlıktan vazgeçerlerse geçmişteki günahları bağışlanır! (Enfâl/38)

Abdurrahim dedi ki: 'Ben müslümanın Allah katında daha güzel halli olacağını ümit ediyorumÇünkü kulağıma "Müslümanın tevbesi, müslüman olduktan sonra ikinci bir defa müslüman olmak gibidir; yani müslümanlığını perçinleştirir" diye gelmiştir'.

Abdullah bSelâm şöyle demiştir: 'Size ancak Allah tarafından gönderilmiş peygamberden veya Allah tarafından indirilmiş kitaptan konuşacağım: Kul bir günah işledikten sonra bir göz kapaması kadar o günahtan pişman olduğu zaman, o günah ondan göz kapamasından daha süratle düşmüş olur'.

Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Tevbe edenlerle beraber oturun! Çünkü onların kalbi daha incedir.

Biri şöyle demiştir: 'Allah'ın beni ne zaman bağışlayacağını biliyorum'Ona 'Ne zaman affedecektir?' diye sorulunca 'Tevbemi kabul ettiği zaman' demiştir.

Bir başkası da şöyle demiştir: 'Ben affedilmekten mahrum olmaktan çok tevbeden mahrum olmaktan korkuyorum'.

Şöyle rivâyet ediliyor: İsrailoğulları'ndan bir genç vardıYirmi sene Allah'a ibâdet etti. Sonra yirmi sene Allah'a isyan etti. Sonra aynaya baktıSakalında beyazlık gördüBu manzara hoşuna gitmedi ve şöyle dedi: 'Ya ilâhî! Sana yirmi sene itaat ettim. Sonra yirmi sene isyan ettimAcaba sana tevbe edersem beni kabul eder misin?' Bunun üzerine görmediği ancak sözünü işittiği biri ona şöyle dedi: 'Bizi sevdinBiz de seni şeydikBizi terkettin, biz de seni terkettikBize isyan ettin, sana mühlet verdikEğer bize dönersen seni kabul ederiz'.

Zünnun-i Mısrî şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır: Günahların ağaçlarını kalplerinin göreceği bir yere diktilerOnu tevbe suyu ile suladılarO pişmanlık ve üzüntü meyvesini verdiDelilik olmaksızın onlar delirdilerDil kekelemesi olmaksızın onlar dilsiz oldularOysa fasih ve beliğlerin, Allah ve Hazret-i Peygamberi bilenlerin ta kendileriydiler. Sonra safa kadehiyle (hayat suyunu) içtilerUzun belâya karşı sabrı, geçmişlerinden devraldılar. Sonra kalpleri melekût âlemine hayran kaldıFikirleri ceberrûtun perdeleri arasında gezdiPişmanlık revakının altında gölgelendilerHataların sahifesini okudularNefislerine korkuyu yerleştirdiler ve takvanın merdivenleriyle zühdün yüceliğine vâsıl oldularDünyayı terketmenin acısını tatlı gördülerYatacakları yerin sertliğini yumuşak kabul ettilerSonunda selâmet kulpunu elde ettilerRuhları yücelerde gezindi ve cennetin bahçesinde çadır kurdularHayat denizine daldılarÜzüntünün hendeklerini kapattılarHevanın köprülerinden geçip ilmin sahasına indilerHikmetin gölünden içtilerZeka gemisine bindilerKurtuluş rüzgârıyla deniz selâmetinde yelken açtılar ve rahatlık bahçesine, izzet ve keremin kaynağına vardılar'.

İşte her sahih tevbe'nin muhakkak makbul olacağı hakkında bu kadar söz kâfidir.

Soru: 'Sen de Mutezilenin dediği gibi 'tevbeyi kabul etmek Allah için vâcibdir' fikrindemisin?'

Cevap: Ben Tevbe'nin kabul edilmesi Allah'a vâcibdir' sözünden 'Elbette elbise sabunla yıkandığı zaman kirin gitmesi vâcibdirElbette susuz bir kimse su içtiği zaman susuzluğunun giderilmesi vâcibdirSu bir müddet kendisine verilmediği zaman susaması vâcibdirSusuzluk devam ederse, ölmek vâcib olur' gibi sözlerden kasdedilen mânâda kastediyorumBu sözlerde Mutezilenin 'Allah'a tevbeyi kabul etmek vâcibdir' sözlerinden kastettikleri mânâ yokturBen derim ki: 'Allah suyu, susuzluğu giderici olarak yarattığı gibi, ibadeti günaha keffâret olucu, sevabı hatayı silici olarak yaratmıştır.

Eğer Allah'ın meşiyeti bunun hilâfına sebkat etmiş ise, Allah'ın kudreti o hilâfî da kapsayacak genişliktedirBu bakımdan üzerinde yapılması vâcib olan bir vazife bulunmamaktadırFakat onun ezelî iradesi neyin olacağına karar vermiş ise, şüphesiz ki onun olması vâcibdir.

İtiraz: Tevbesinin kabul edilip edilmediğinden emin olan hiç kimse yokturOysa suyu içen susuzluğunun gideceğinden şüphe etmez.

Cevap: Kişinin tevbesinin kabul oluşunda şüphesi, sıhhatin şartlarının varlığından şüphe etmesi gibidirÇünkü ileride geleceği gibi, tevbe’nin ince rükün ve şartları vardırBütün şartlarının varlığı kolayca tahakkuk etmezTıpkı ishal için bir ilacı içip de ishal eder mi veya etmez mi diye şüphe eden, bir kimse gibi. . . Bu kimsenin şüphesi, o ilaçtaki ishal ediciliğin şartlarının meydana gelmesinden şüphe etmektirHalin, vaktin, ilacın karışımı, şişelerin güzelce yapılması ve tesiri itibariyle bu şüphe ortaya çıkarBu ve benzerler tevbeden sonra korkmayı ve şüphesiz tevbe'nin kabulünde de şüphe etmeyi gerektirirNitekim tevbe'nin şartları bahsinde, eğer Allah dilerse bu durumun izahı gelecektir.

16) Künyesi el-Anzî el-Basrî'dir. Âbid bir kimseydi. Birkaç kişiyle birlikte Haccâc'tan kaçarak Kabe'ye sığınmış, fakat Haccâc onları tutup öldürmüştür.

17) Künyesi Ebû Ya'lâ. el-Kûfi’dir. Değerli bir fakihtir. H. 119 da vefat etmiştir.

18) Abdurrahim b. Yahya ed-Dimeşkî el-Esved diye tanınır.


TEVBE konusu devamı;