31 - TEVBE |
Giriş
Her kitaba hamdiyle, her hitaba zikriyle başlanılan, hamdiyle nimet ehlinin cennet'te nimetlendiği, şakilerin önüne perde gerip onlarla saidler arasına rahmet, dış tarafına da azap kapısı olan bir duvar çekmişse de ismiyle şakilerin teselli bulduğu Allah'a hamdolsun! Padişahlar padişahı olduğuna kesinlikle inanan, sebeplerin müsebbibi bulunduğuna yakînen îman eden bir kimsenin tevbesiyle onun dergâhına dönüş yapar tevbe ederiz. O'nun Melik, Rahîm, Gafûr, Tevvab olduğunu bilen bir kimsenin ümidiyle O'ndan bekleriz. O'nun, günahı af ve tevbeyi kabul edici olmasına inanmakla beraber şiddetli ikab sahibi olduğunda şüphe etmeyen bir kimse gibi, korku ile ümit arasında yaşarız.
Peygamberi Muhammed'e (aleyhisselâm) , onun âline ve ashâbına, bizi hesap ve mahşer gününün dehşetinden kurtaracak, Allah katında bize yakınlık ve güzellik sağlayacak salât ve (selâm) getiririz. Öyle peygamber ki Allah katında bize yakınlık ve güzellik hazırlamıştır.
Bil ki ayıpları örten ve gaybı bilen Allah'a dönüş yapmak suretiyle günahlardan tevbe etmek, sâliklerin yolunun başlangıcı, (Allah'ın visalini) elde edenlerin sermayesi, (Allah yolunun sülûkünde) mürîdlerin adımlarının ilki, bâtıldan hakka yönelenlerin istikâmetinin anahtarıdır ve mukarrebler (dergâha yaklaştırılanlar) ve babamız ve ecdadlarına uymak ise ne uygun bir harekettir! Eğer Âdem oğlu günah işleyip cürme girerse buna şaşmamak gerekir. 'Çünkü bu, tabiattır ki insan onu Ebû Ahzem'den öğrenmiştir. Kim babasına benzerse zulmetmemiştir'. 1
Fakat mâdem ki baba kırdıktan sonra kırdığını sardı, yıktıktan sonra yıktığını tamir etti, öyle ise müsbet ve menfi yönlerde evlat da ona tâbi olmalıdır. 'Âdem (aleyhisselâm) pişmanlık dişini dövdü'. 2 Daha önceyaptığı hatadan pişman oldu. Bu bakımdan Âdem'i (aleyhisselâm) günahta önder kabul edip tevbe etmeyen bir kimsenin ayağı kaymıştır. Hata yapmamak Allah'ın dergâhına yakın bulunanlara (meleklere) mahsustur. Telâfi etmeksizin sadece şerre yönelmek de şeytanların tabiatıdır. Şerre girdikten sonra hayra dönmek ademoğulları için zarurî bir harekettir. Bu bakımdan yalnız iyilikle uğraşanlar, Deyyan (inceden inceye amellerin karşılığını veren) olan padişaha yaklaştırılmış olan meleklerdir. Sadece şerle uğraşan da şeytandır. Yaptığı kötülükten hayra dönmekle şerrin telâfisine çalışan insandır. O halde insanın çamuruna iki tıynet karıştırılmış, ya meleğe, ya Âdem'e veya şeytana benzer. Günahtan tevbe eden bir kimse ise nesebinin Âdem'e (aleyhisselâm) vardığını, insan tıynetinde olmakla (şerden sonra hayra dönmekle) ispat etmiştir. İsyan etmekte ısrar eden ise, nefsinin üzerine şeytan nesebini tescil etmiştir.
Sırf hayır yapmakla meleklere nisbet edilmeye gelince, bu imkân haricindedir; zira şer, hayırla beraber Âdem'in (aleyhisselâm) çamuruna kuvvetli bir şekilde mayalanmıştır. İnsanı şerden iki ateşin biri kurtarır: Ya pişmanlık ateşi veya cehennem ateşi! Bu bakımdan insan cevherini şeytanın pisliklerinden kurtarmak için ateşle yakmak zarurîdir. İşte şimdi iki ateşin en kolayını seçmek, iki şerrin en hafifine koşmak sana düşer. Seçme imkânı varken, İnsan oğlu mecburî ikametgâha cennete veya cehenneme sevkedilmeden önce bunu yapabilir.
Madem ki tevbe nin dindeki yeri budur. Bu bakımdan münciyât (kurtarıcılar) bölümünün başına tevbeyi almak, tevbe'nin hakikatini, sebebini, alâmetini, sonuçlarını ve oluşunu engelleyen âfetleri, tevbeyi kolaylaştıran ilaçları açıklayıp şerhetmek suretiyle takdim etmek gerekir. Bu durum da ancak şu dört bölümü zikretmekle vuzuha kavuşur.
Birinci Bölüm: Tevbe'nin kendisi, tarifi ve hakikati, tevbe'nin acele yapılmasının ve bütün insanlara gerekli olmasının ve bütün durumlarda lüzumlu bulunmasının ve doğru olduğu zaman makbûl oluşunun açıklaması!
İkinci Bölüm: Kendisinden tevbe edilen günahların küçük ve büyük günahlara, kulların veya Allah'ın hakkıyla bağlı bulunan kısımlara ayrılması, derecelerin ve derekelerin, sevaplara ve günahlara nasıl tevzi edildiği, küçük günahları büyük günahlara çeviren sebeplerin neler olduğunun açıklaması!
Üçüncü Bölüm: Tevbe'nin şartları, devamlılığı, geçmiş zulümlerin telâfisinin ve günahların örtülmesinin keyfiyeti, tevbe'nin devamında tevbe edenlerin kısımlarının açıklaması!
Dördüncü Bölüm: Tevbeye teşvik edici sebeplerin ve günahkârların ısrar düğümünün çözülmesine yarayan ilacın keyfiyetinin açıklaması!
Allah'ın izniyle maksad, bu dört bölümün izahıyla tamamlanacaktır.
1) Bu, bir darb-ı meselidir. Ebû Ahzem Rabîa b. Cervel b. Sâkî b. Arar et Tâî için söylenilmiştir.
2) Bu da meşhur bir darb-ı meselidir. Yani yaptığından şiddetle pişman oldu!
31-1
Tevbe'nin Hakikati ve Tanımı
Tevbe fiil, hâl ve ilimden meydana gelen tertipli üç şeyden, gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir.
Bu terkibdeki birinci madde ilimdir, ikincisi hâl'dir, üçüncüsü fiildir.
Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Bu, Allah'ın mülk ve melekûttaki değişmez kanununun gereği olan bir gerektirmedir.
İlim, günahların zararının büyüklüğünün ve kul ile sevdiğinin arasında perde olduğunun bilinmesidir. İnsan, kesin bir şekilde bunu bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vakıf olduğu zaman bu bilgiden sevdiği elinden çıkacağı için kalbinde bir elem meydana gelir; zira kalp, sevdiği şeyin elden gideceğini sezdiği an üzüntü duyar. Eğer sevdiği şeyin elden gitmesi fiil ile olursa, o fiilden dolayı esef ve üzüntüye dalar! Sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu elemine nedamet (pişmanlık) adı verilir. Bu elem, kalbe galebe çalıp kalbi kapladığı zaman kalpte bulunan bu elemden hâl, mâzi ve istikballe alâkası bulunan bir fiilî irade ve kasdetme adı verilen başka bir hâl doğup meydana gelir.
Bu durumun hali hazırla olan alâkasına gelince, bu alâka yapmış olduğu günahı terketmekten ileri gelir. . . İstikballe olan ilgisine gelince, o da sevdiği şeyi elden kaçırtan günahı terketmeye hayatının sonuna kadar azimli olmasından meydana gelir. Mâzi ile ilgili bulunmasına gelince, o da eğer cebretmeye gücü varsa elden kaçan fırsatları telâfi edip kaza etmek suretiyle telâfi etmeye çalışmakla meydana gelir. 3 Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidir. Buradaki ilimden gaye; îman ve yakîndir; zira îman, günahların helâk edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn, bu tasdîki te'kid ve takviye etmekten, şüpheyi îmandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettir. Dolayısıyla bu îmanın nuru kalp üzerine doğduğunda, pişmanlık ateşini meydana getirir. Dolayısıyla kalp, îman nurunun parlamasıyla sevdiğinden perdelendiğini gördüğünden dolayı elem duyar. Tıpkı daha önce karanlıkta bulunduğu halde birden bulutların dağılmasıyla veya perdenin kaldırılmasıyla nura kavuşan ve sevgilisinin ölümle pençeleştiğini gören bir kimse gibi! Bu manzara karşısında onun kalbinde sevgi ateşi alevlenir. O ateş vasıtasıyla iradesi elinden kaçırdığı fırsatları telafi etmek için harekete geçer.
İlim, pişmanlık, hâl ile istikbâlin terki ve mazinin telâfisiyle ilgili bulunan niyetin oluşmasıyle beraber üç şeyden müteşekkildir. Tevbe ismi bunların tümüne birden verilir. Çok zaman da tevbe ismi, sadece pişmanlık mânâsına ıtlak olunur. İlim onun mukaddimesi, pişmanlığın gereği olan terk ise, onun semeresi ve onun arkasından gelen tabii birşey gibidir. Bu itibarla Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: 'Pişmanlık tevbedir'. Zira pişmanlık, hiçbir zaman, pişmanlığı gerektiren ilimden ve ondan sonra gelen azimden hâli değildir. Bu bakımdan pişmanlık, bu iki şeyle sarılmış vaziyettedir. Bu iki şeyden kasdım, pişmanlığın meyvesi olan azim ve azmi gerektiren ilimdir. Bu itibarla tevbe nin tarifinde şöyle denilmiştir: Tevbe, geçmiş hatadan dolayı yüreğin elem duymasıdır'. Çünkü bu, mücerred elemden bahsetmektedir.
Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:
O bir ateştir. Kalpte alevlenir.
O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!
Tevbe'nin meyvesi olan günahın terk edilmesi itibariyle tevhe'nin tarifinde şöyle denilmiştir: 'Tevbe, cefa elbisesini çıkarmak, vefa sergisini yaymaktır'.
Sehl b. Abdullah et-Tusterî şöyle demiştir: 'Tevbe kötü olan hareketleri, güzel olan hareketlerle değiştirmektir. Bu da ancak halvete çekilmek, susmak ve helâl yemekle tamam olur'. Sanki bu sözüyle tevbe'nin üçüncü mânâsına işaret etmiştir.
Tevbe nin tarifindeki sözler sayılmayacak kadar çoktur. Sen bu üç mânâyı anladığın ve birbirinin mülâzımı olduğunu bildiğin zaman, tevbe'nin tarifi hakkında söylenen sözlerin tevbe'nin bütünmânâlarını toplayamadığını anlarsın. İşlerin hakikatlerini bilmek, mücerred lâfızları bilmekten daha mühimdir,
3) Yani terk edilen günahlar, namaz gibi kazası mümkün olan ile mushafa abdestsiz dokunmak gibi telâfisi mümkün olmayan kısımlara ayrılır. Bu ikinci kısım pişmanlıkla affolunur.
Tevbe'nin Vücûbu ve Fazileti
Tevbe nin vücûbu, âyet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, Allah tarafından îman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (âhiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir âyet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun eksiktir, adımları yetersizdir.
Nice said vardır ki Allah onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur'ân ve îman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. Allahü teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.
Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe'nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe'nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe'nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.
Kişinin ' (Ünsiyet!) icabla vâcib oldu' demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak Allah ile mülâki olmakta olduğunu, Allah'a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, Allah ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında Allah ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen Allah'ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak Allah'a yönelmekle olduğunu ve Allah'tan yüz çevirmek, Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve Allah'tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların Allah'tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.
İşte basîret nuruyla hâsıl olan îman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta Allah'ın, Hazret-i Peygamber'in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!
Ey Mü'minler! Hepiniz birden Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.
Ey îman edenler! Allah'a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)
Ayette bahsi geçen 'Nasûh tevbesi' hâlisen Allah için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe'nin faziletine Allahü teâlâ'nın şu âyet-i celîlesi de delâlet eder:
Elbette Allah çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever. (Bakara/222)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Tevbe eden bir kimse, Allah'ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir. 4
Muhakkak Allahü teâlâ'nın Mü'min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra 'Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım' diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır. 5
Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü Allah'a şükretmek için 'Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum' diyeceği yerde 'Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun' demiştir.
Hasan-ı Basrî'den şöyle rivâyet ediliyor: 'Âdem (aleyhisselâm) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: 'Ey Âdem! Allah'ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!' Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) Cebrâîl'e 'Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Âdem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Âdem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir'.
Bu hususta vârid olan rivâyetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe'nin vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe'nin mânâsı, günahların helâk edici ve Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, îmanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe'nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.
Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe'nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki Allah'ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.
Soru: Kalbin elem duyması, İnsan oğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir' diye vasıflandırmak nasıl olur?
Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim 'kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir' mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi Allah'ın mahlûku ve fiilidir.
Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır. (Sâffât/96)
İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.
Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?
Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim 'hepsi Allah'ın mahlûkudur' dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de Allah'ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü Allahü teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte 'şu yemek şehveti teskin eder' ilmini, 'şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?' diye çarpışan fikirleri, sonra 'hiçbir mâni yoktur' ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.
Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine 'ihtiyar' (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği Allah tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, Allah'ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de Allah'ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de Allah'ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında Allahü teâlâ’nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.
Allah'ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan Allahü teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, Allahü teâlâ 'Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur' ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.
İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi Allah'ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi. . . Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.
Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları Allah'ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.
Allahü teâlâ’nın şu âyet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:
Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık. (Kamer/49)
Şu âyet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:
Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir. (Kamer/50)
Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.
Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: 'Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın'. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:
(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl/17)
Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi 'Bu halis bir cebr'dir' der, kimi (Kaderîler gibi) 'Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.
Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir. 6
Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.
Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.
Gayb ve şehâdefin âlimi Allahü teâlâ'dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur'ân böyle haber vermektedir) . Şehâdet âlemine ise, Allah'ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.
Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki Allah'tan başka yaratan ve Allah'tan başka mûcid yoktur.
Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?
Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine "Biz fili anladık' demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: 'Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!' Filin dişine dokunan kişi demiş ki: 'Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir'. Filin kulağını elleyen demiş ki: 'Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi' dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir'. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.
Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de. . . Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe'nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, Allahü teâlâ’nın kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.
4) ibn Mâce
5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)
6) Fiili Allah'a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş'arîlerdir.
Günahın Ardından Hemen Tevbe Etmenin Vücûbu
Günahın ardından hemen tevbe etmenin vâcib olduğunda şüphe yoktur; zira günahların helâk edici olduklarını bilmek, imana dahildir. Îman etmek ise farzdır. Tevbe etmenin farziyye tinden kurtulan kimse, tiksindirici fiilden kendisini meneden bir marifetle Allah'ı tanımıştır. Çünkü bu mârifet, amelle alâkası bulunmayan mükâşefe ilimlerinden değil, muamele ilimlerindendir.
Her ilim bir amele teşvikçi olsun diye istenir, o ilmin mesuliyetinden ancak istenilen amele teşvikçi olduğu zaman kurtulunur. Bu bakımdan günahların zararını bildiren ilim, ancak insanı günahları terketmeye teşvik etmek için istenir. O halde günahları terketmeyen bir kimse, îmanın bu parçasını kaybetmiş olur ve Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfîyle de bu kastolunmuştur:
Zani bir kimse, Mü'min olduğu halde zina etmez. 7
Hazret-i Peygamber bu sözüyle Allah'ı, birliğini, sıfatlarını, kitâblarmı ve peygamberlerini bilmek gibi mükâşefe ilimlerine ait olan îmanın yokluğunu kasdetmemiştir; zira bu îmanı, ne zina, ne de diğer günahlar yok edemez.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yukarıdaki hadîs-i şerifte zinanın Allah'tan uzaklaştırıcı ve Allah'ın gazabını gerektirici olduğuna inanmakla ilgili olan îmanın yokluğunu kasdetmiştir.
Nitekim doktor 'Şu zehirdir, onu yemeyeceksin' dediği zaman, doktorun aksine onu yerse 'mü'min olmadığı halde zehiri yedi' denir. Yani doktorun varlığına ve doktor olduğuna inanmadığı halde yedi mânâsında değildir. Aksine bu sözden doktorun 'zehir öldürücüdür' sözünü kabul etmediği anlaşılır; zirâ zehiri bilen bir kimse, asla zehir yutmaz.
Bu bakımdan âsi bir kimse, zarurî olarak, eksik imanlıdır. Îman bir tek şûbe değildir, yetmiş küsûr şubedir. Onların en yücesi, Allah'tan başka mabud olmadığına şahidlik etmektir. En düşüğü ise yoldan geçenlere zahmet veren şeyi yoldan kaldırmaktır'. 8
Bunun misali, 'İnsan bir mevcut değildir, yetmiş küsur mevcuttur. O mevcutların en yücesi, kalp ve ruhtur. Derece bakımından en azı deriden eziyet verici şeyleri silmektir' diyenin sözüdür. Şöyle ki: Bıyıkları kısaltılmış, tırnakları kesilmiş, bedeni kirden temizlenmiş olmalıdır ki pis olan tırnak ve pençelerin uzun şekilleriyle çirkin görünen hayvanlardan ayrılmış olsun.
Bu misal konumuza uygun bir misaldir. Bu bakımdan îman, insan gibidir. Tevhîd şehadetinin yokluğu, ruhun yokluğu gibi, îmanın tamamen yok olmasını gerektirir. Tevhîd ve Risalet'e şahidliği olan kimse, azaları kesik, gözleri kör bir insan gibidir. Bu insan bâtın ve zâhir âzalarının hepsini kaybetmiş, sadece ruhun aslını kaybetmemiştir.
Nasıl ki durumu bu olan bir kimse ölüme yaklaşır, zayıf ve takviye edici güçlerden ayrılmış ruh kendisinden ayrılırsa, tıpkı* onun gibi amellerde kusurlu olan, kendisinde îmanın aslından başka amel olmayan bir kimsenin imanının da ölüm meleğinin gelmesiyle şiddetli rüzgâr esintisine mâruz kaldığında sökülmesi yakın bir ihtimaldir.
Bu bakımdan yakîni kökleşmemiş, amel dalları yayılmamış olan îman, ölüm meleği göründüğü zamanki şiddete sebat edemez ve o îman için kötü sonuçtan korkulur. Fakat her geçen gün kök salıp sabitleşinceye kadar ibâdetlerin sularıyla sulanan îman boyle değildir.
Asi bir kimsenin muti bir kimseye 'Senin Mü'min olduğun gibi ben de Mü'minim' demesi, tıpkı kabak bitkisinin selvi ağacına 'Ben de ağacım, sen de!' demesi gibidir. Selvi ağacının ona vermiş olduğu cevap ne güzeldir: "Ağaç cinsinin kapsamına girmekten dolayı aldanımş olduğunu sonbahar rüzgârları estiğinde bileceksin. O zaman senin kökün kopacak, yaprakların dökülecek, ağaçların sabit kalış sebeplerinden mahrum olduğun için sadece ağaç isminde ortaklıkla adlanmış olduğun belli olacaktır".
Toz duman dağıldığı zaman göreceksin altındaki at mıdır, yoksa merkeb mi?
Bu öyle bir iştir ki ancak son nefeste belli olur.
Ariflerin kalp damarları, ölümün dehşetlerini görüp de çok az kimsenin sabredebileceği ölüm korkusunun şiddetinden ötürü kopmuştur, Bu bakımdan âsi bir kimse mâsiyetinden ötürü, ebediyyen ateşte kalmaktan korkmadığı takdirde, tıpkı sıhhatli olup zararlı şeylere dalan bir kimsenin, sıhhatinden ve ölümün çoğu zaman aniden vâkî olmadığından dolayı ölümden korkmayan kimse gibi olur. Sıhhatli kimse hastalıktan korkar. Hasta olduktan sonra da ölümden korkar. Asi bir kimse de kötü sonuçtan korkar. Kötü sonuçla eceli kapandıktan sonra Allah korusun» cehennemde ebedî kalması gerekir.
Bu bakımdan günahlar, îman için, bedenleri kemiren'zararlı yemekler gibidir. O yemekler içte birikirler. Sonunda insanın mizacı bozulur. Oysa insan mizacı bozuluncaya kadar bundan haberdar değildir. Sonra da hasta olur ve defalarca ölür. İşte günahlar da böyledir.
Madem ki bu ölümlü dünyada helakten korkan bir kimse için zehirleri, zararlı yemekleri hemen terketmek farzdır, öyle ise ebedî dünyasının helâk olmasından korkan bir kimseye, bu helâka götüren şeyleri bırakması öncelikle farzdır. Zehiri yiyen bir kimse pişman olduğu zaman kusması, derhal mideden uzaklaştırmak suretiyle yediğini çıkarması farzdır.
Bunu da helake yaklaşan ve ölmesiyle sadece şu fânî dünyası elden gidecek olan bedenini kurtarmak için yapar. O halde dinin zehirleri olan günahları işleyen bir kimsenin günahlardan dönmesinin vâcib olması daha evlâdır. Bunu da ancak ömrü varsa yapabilir; zirâ bu zehirden ötürü zarar görecek olan şey, baki olan âhiretin elden gitmesidir. O âhiret ki orada değişmez nimet ve büyük mülk vardır! Onun elden gitmesi, cehennem ateşini ve daimî azabı gerektirir. Öyle azap ki dünya ömrünün birkaç misli onun müddetinin binde biri olamaz; zira onun müddetinin sonu hiç yoktur! Bu bakımdan tevbeye acele etmek gerekir.
Günah zehirleri, îman ruhuna, doktorların yapacağı birşeyin kalmadığı bir felâketi işlemezden önce tevbe etmek gerek. Öyle bir felâket ki ondan sonra zararlılardan sakınmanın, nasihatçıların nasihatinin, vaizlerin vaazının hiçbir faydası olmaz. Sahibinin helâk olanlardan olduğu kesinleşir ve şu ayetin umumî hükmünün altına girmiş olur:
Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık, artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. Îman etmezler. (Yâsin/8-10)
Sakın îman kelimesi seni aldatıp ayetten kastedilen şeyin, küfür olduğunu sanmayasm; zira izah edildi ki îman yetmiş küsur şubedir. Zina eden bir kimse de Mü'min olduğu halde zina etmez. Bu bakımdan şubeler ve dallardan ibaret olan îmandan mahrum olan bir kimse sonuçta asıl olan îmandan da mahrum olur. Nitekim dallar mesabesinde olan âzalarının tamamını kaybeden bir kimsenin, asıl ve kök olan ruhunun yok edici ölüme mahkum olduğu gibi. . . Bu bakımdan dallar olmayınca aslın bekası mümkün değildir. Köksüz dal da olamaz. Kök ile dalın arasında ancak bir şeyde fark vardır. O da dalın varlığı ile bekası kökün varlığını ister. Kökün varlığı ise dalların varlığını istemez. Bu bakımdan aslın bekası fer'e, fer'in de var olması asla bağlıdır. Öyleyse mükâşefe ile muamele ilimleri asıl ile fer gibi biri diğerinden müstağni değildir/Her ne kadar biri asıl, diğeri tâbi mertebesinde ise de,. .
Muamele ilmi amele teşvik edici olmadığı zaman, onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır.
Eğer muamele ilmi istenen ameli insana yaptırtmazsa sahibinin aleyhine delil olur. Bunun için fâcir âlimin azabı, fâcir cahilin azabından daha fazla olur. Nitekim Kitab'ul-İliıride bu husustaki haberleri zikretmiştik.
7) Müslim, Buhârî
8) Tirmizî
Tevbe Herkese ve Her Hâlükârda Vacibdir
Kur'ân'ın zahiri bu hükme delâlet eder; zira Allahü teâlâ umumî olarak şöyle buyurmuştur:
Topluca Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz. (Nûr/31)
Basiret nuru da insanı bu hükme irşad etmektedir.
Zira tevbenin mânâsı; Allah'tan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmek demektir. Böyle bir dönüş, ancak akıllı bir kimse için düşünülebilir. Akıl, ancak şehvet, gazab ve şeytanın insanı aldatma vesileleri olan diğer kötü sıfatların kemâlinden sonra kemâl bulur; zira aklın kemâli ancak yaş kırka geldiği zaman olur. Aklın esası, ancak bulûğa yaklaşıldığında tamamlanır. Onun başlangıcı çoğu zaman yedi seneden sonra belirir. Şehvetler, şeytanın askerleridir. Akıl da meleklerin ordularındandır. İkisi bir araya geldiğinde mecburî olarak aralarında savaş patlak verir; zira biri diğerinin yanında duramaz. Çünkü birbirine zıddırlar. Bu bakımdan aralarındaki boğuşma, gece ile gündüzün, nur ile zulmetin arasındaki boğuşma gibidir. Biri galebe çaldığı zaman, zarurî olarak diğeri kaçar! Şehvetler çocuk ve gençlerde akim kemâlinden önce yerleştikleri zaman şeytanın orduları gelmiş ve mekânı istilâ etmiş demektir. Kalp bunlara yakınlık göstermiş olur. Şüphesiz ki bu takdirde şehvetlerin isteklerine uyması da normal olur ve bu durum kalbe hâkim olur. Artık kalbin bu durumdan kurtulması zorlaşır. Sonra Allah'ın hizbi ve askeri olan akıl ortaya çıkar ve tedricî bir şekilde dostlarını düşmanların ellerinden ve esaretinden kurtarır. Fuğer akıl kuvvet bulmaz ve kemâle ermezse, kalp memleketi şeytana teslim olur. Şeytan da va'dini yerine getirir! Zira şeytan şöyle demiştir:
Eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı müstesna kandırıp kendime bağlarım. (îsra/62)
Eğer akıl kemâle erip kuvvetlenirse, onun ilk meşgalesi şehvetleri kırmak, âdetlerden ayrılmak, tabiatı cebr yoluyla ibâdetlere zorlamak suretiyle şeytanın ordularını yok edip uzaklaştırmak olur. Tevbenin mânâsı bundan başka birşey değildir. Böyle olmasının isbatı da şehvetten, rehberi şeytan olan bir yoldan dönüp Allah'ın yoluna yönelmektir.
Varlık âleminde hiçbir insan yoktur ki şehveti aklından önce şeytanın silahı olan tabiatı, meleğin silahı olan tabiattan önde bulunmasın. Bu bakımdan şehvetlerin gücünü artıran yoldan dönüş, ister peygamber olsun, ister ahmak bir kimse, her insan için zaruridir. Zannetme ki bu zaruret sadece Âdem'in özelliğidir.
Sakın sanma ki hilekârlık sadece Hind'indir. Her güzelin tabiatı Hind'in tabiatı gibidir.
Bu durum ezelî bir hükümdür. İnsan cinsine farz kılınmıştır. Bu, hiç kimsenin değişmesini ümit etmediği ilâhî kanun değişmedikçe bu farzın hilâfî mümkün değildir. Bu bakımdan kim kâfir ve cahil olduğu halde bülûğ çağma ererse, cehaletinden ve küfründen tevbe etmesi farzdır.
Ne zaman annesine ve babasına tâbi olarak ve İslâm'ın hakikatinden gâfil bulunarak müslüman olduğu halde bâliğ olursa, bu sefer İslâm'ın mânâsını anlamak suretiyle gafletinden tevbe etmesi farzdır; zira kendisi müslüman olmadıktan sonra, anne ve babasının müslüman oluşu kendisine fayda sağlamaz. Eğer bunu anlarsa, âdetinden ve önleyici olmaksızın şehvetlerin arkasında koşmasından, Allah'ın menetmek, bırakmak, ayrılmak ve başıboş gitmek hususundaki sınırlarına dönmekle tevbe etmesi farzdır. Bu şekilde tevbe etmek, tevbe kapılarının en zorudur. Burada insanların çoğu helâk olur; zira bu tevbeyi elde etmekten aciz kalmışlardır. Bütün bunlar, dönüş ve yakınlıktır.
Bu bakımdan bu durum tevbe'nin her insan için farz-ı ayn olduğuna delalet eder. Hiçbir insanın tevbeye muhtaç olmadığı düşünülemez. Nitekim Âdem'in (aleyhisselâm) tevbe etmekten müstağni olmadığı gibi. . . Öyle ise babanın müstağni olmadığı bir şeyden evlat da müstağni olamaz.
Tevbe’nin daima ve her durumda yapılmasının farziyeti şu demektir: Hiçbir insan günahsız değildir; zirâ peygamberler bile bu zellelerden kurtulamamıştır.
Nitekim Kur'ân'da ve hadîslerde peygamberlerin bu zellelerden tevbelerinden ve hatalarından ötürü ağlamalarından haber verilmektedir. Eğer azaların günahından bazı durumlarda kurtulursa, kalp ile günahları arzu etmekten kurtulamaz.
Eğer kalp de bazı durumlarda günahları arzulamaktan kurtulursa, Allah'ın zikrinden gaflet ettiren şeytanın vesveselerinden kurtulamaz.
Eğer bundan da kurtulursa Allah, Allah'ın sıfatları ve fiilleri hakkındaki ilim hususunda kusur ve gafletten kurtulamaz. Bütün bunlar, eksikliktir. Bunun sebepleri vardır. Sebeplerin zıdlarıyla meşgul olmak suretiyle sebepleri terketmek, onun zıddına dönmek demektir. Tevbeden de maksat dönüştür. Hiçbir insanın bu eksiklikten uzak olması düşünülemez. Ancak insanlar miktar hususunda birbirlerinden ayrılır. Asıl ise bütün insanlarda vardır. Bunun için Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.
Benim de kalbimin üzerine pas çöker. Öyle ki gece ve gündüz yetmiş defa Allah'tan af talebinde bulunurum.
Bunun için Allahü teâlâ, peygamberine şöyle demek suretiyle ikramda bulunmuştur:
Öyle ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola iletecektir. (Fetih/2)
Hazret-i Peygamber'in' yüce makamına rağmen hali bu olursa, acaba başkasının hali ne olacaktır?
Soru: Kalbe gelen şeylerin eksiklik olduğu gizli değildir. Kemâl bunlardan uzak olmaktadır. Allah'ın celâlinin marifetinde kusur da eksikliktir. Mârifet arttıkça kemâl artar. Eksikliğin sebeplerinden kemâle yönelmek dönüştür. Dönüş de tevbedir. Fakat bunlar farzlar değil de faziletlerdir. Sen tevbe'nin her durumda vâcib olduğunu mutlak bir şekilde söyledin. Oysa bu gibi şeylerden tevbe etmek farz değildir; zira kemâlin idrâki şer'an vâcib değildir. Bu bakımdan senin 'tevbe her durumda vâcibdir' sözünden maksad nedir?
Cevap: Daha önce insanın yaratılışının gereği olarak şehvetlere uymaktan kurtulamayacağı söylenmişti. Tevbe'nin mânâsı; sadece şehvetleri terketmek değildir.
Aksine tevbe'nin tamamlanması, geçmişi tamamiyle telâfi etmekle olur. İnsanın peşinden sürüklendiği her şehvetten bir karanlık insanın kalbine yükselir.
Nitekim insanın nefesinden berrak aynaya buharın yükseldiği gibi. . . Eğer şehvetlerin karanlığı birikirse, (kalp üzerinde) 'Reyn' denilen pas olur. Nefesin buharının aynada biriktiği zaman lekeye dönüştüğü gibi. . . Nitekim Allahü teâlâ şöjde buyurmuştur:
Hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14)
Bu bakımdan 'reyn' (pas) biriktiği zaman mühre dönüşür. Aynanın yüzündeki buhar gibi o mühürle kalp mühürlenir. Birikip zaman uzadıkça, demirin içine işler, onu ifsâd eder.
Artık ondan sonra işlem kabul edemez hale gelir, pastan mühürlenmiş gibi olur. Şehvetlerin arkasında gitmeyi terketmek de kâfi gelmez. Kalpte tabiatlaşan o pasların silinmesi lâzımdır.
Nitekim eğer aynada tabiîleşen kirler silinmezse, sadece buharları silmenin kâfi gelmediği gibi. Günahlar ve şehvetlerden kalbe zulmet yerleştiği zaman da durum böyledir. Bu bakımdan kalbe ibadetlerden bir nur yükselir. O ibadetlerin nuruyla nıâsiyetin zulmeti silinir.
Buna Hazret-i Peygamberin şu hadîsi işaret etmektedir:
Günahın ardından sevab işle ki sevab günahı silip yok etsin!
O halde kul kalbinden günahların eserlerini, sevap işleyerek silmekten müstağni değildir. Bu hüküm önce saflaşan sonra ârızî sebeplerle kararan kalp için sözkonusudur. İlk cilalama uzun sürer; zira aynadan pası silmek hususunda cilalama ile meşgul olmak, aynanın aslıyla meşgul olmak değildir. Bunlar uzun uzadıya meşguliyetlerdir. Asla sonu ve ardı gelmez. Bütün bunlar tevbeye dönüşür.
Senin 'Boyle bir tevbeye farz denilmez. Aksine o fazilet ve kemâli talep etmektir sözüne gelince, bil ki vâcib'in iki mânâsı vardır.
Birincisi şeriat sahasına giren ve bütün halkın ortak olduğu vâcibdir. Eğer bütün halk onunla meşgul olursa âlem harap olmaz. Bu bakımdan eğer bütün insanlar hakkıyla Allah'tan ittika etmekle mükellef olursa, hepsi maişeti terkedip dünyayı tamamen bırakırlar. Sonra bu durum takvanın iptaline yol açar; zira maişetler fesada uğradığı zaman, hiç kimse takva için çalışmaya vakit bulamaz. Örücünün, çiftçinin, fırıncının ihtiyacını kazanmak için meşguliyeti bütün hayatını kapsar. Bu bakımdan bütün bu dereceler farz değildirler.
Vacibin ikincisi; âlemlerin rabbinden matlûb olan yakınlığa varmak için sıddîklar arasında Makâm-ı Mahmud'a. ermek için gerektir. Makâm-ı Mahmûdfa ulaşmak için, bizim söylediklerimizin tamamından tevbe etmek vâcibdir.
Nitekim nafile namaz için abdest almak vâcibdir; zira nafile namaz kılmak ancak taharetle mümkündür. Fakat nafile namazın faziletinden mahrum kalmaya razı olan bir kimseye nafile namaz için abdest almak vâcib değildir.
Nitekim göz, kulak, el ve ayak, insan varlığında şarttır; yani onunla dünyada yüksek derecelere varmak ve kâmil bir insan olmak isteyen bir kimse için şarttır. Hayatın aslıyla kanaat eden, şiş üzerindeki bir et parçası gibi olmaya, atılmış bir paçavra gibi olmaya razı olan bir kimse için ise, ne göz, ne el ve ne de ayak şart değildir. Bu bakımdan ammenin fetvasına dahil olan vâcibler ile ancak kurtuluşun aslına varılır. Kurtuluşun aslı hayatın aslı gibidir. Kurtuluşun aslından öte bulunan saadetler ki hayat onlarla sonuçlanır ve o saadetler hayatın tanziminde gereken alet ve azaların yerine geçer. Enbiya, evliya, ulema ve üstün olan insanlar burada gayret göstermişlerdir. Onların hırsları bu noktaya yönelir. Onların gayreti bunun etrafında döner. Onlar bunun için dünya lezzetlerini tamamen terkederler.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona gelerek şöyle dedi:
- Sen âhiret için dünyayı terketmemiş miydin?
- Evet, ne olmuş?
- Şu taşı yastık yapman, dünyada nimetlenmendir. Sen neden başını yere koymuyorsun?
Bunun üzerine Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) taşı atarak başını toprağa koydu.
Taşı atışının sebebi, o faydalanmadan tevbe etmektir. Hazret-i Îsa'nın umumî fetvalarda başını toprağa koymanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Nakışlı elbise, namazda Hazret-i Peygamberi meşgul ettiği zaman onu çıkarıp attığında, yenilediği pabucunun bağı kendisini meşgul ettiği zaman, eski pabucunu giydiğinde, bütün kullar için getirmiş olduğu şeriatta böyle yapmanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Mâdem ki bunu biliyordu, o halde terketmek suretiyle neden bundan tevbe etti? Onun böyle yapması, o elbise veya pabucun kalbinde kendisine va'dedilen Makâm-ı Mahmûd a varmasını engelleyici bir tesir bıraktığını görmesinden ileri geliyordu.
Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) sütü içtikten ve bunun uygun olmadığını bildikten sonra parmağını boğazına sokup, zorla içtiği sütü dışarı çıkarmanın fıkhı hükmünü bilmediği için mi boyle yaptığını sanıyorsun? İçtiği sütle günahkâr olmadığını bilmiyor muydu? İçtiği sütü çıkarmasının farz olmadığını bilmiyor muydu? Bunları bildiği halde neden içtiği sütü dışarı çıkararak tevbe etti? Bu tevbe onun göğsünde yerleşen bir sırdan ileri geliyordu. O sır ona avamın fetvasının başka bir husus olduğunu, âhiret yolunun tehlikesini ise, ancak sıddîklarırı bileceği hikmetini anlatmıştır. Bu bakımdan sen, Allah'ın bütün mahlûkundan daha fazla Allah'ı, Allah'ın yolunu, mekrini, Allah'a güvenerek gurura kapılmanın gizli yerlerini bilen bu kimselerin" durumunu düşün! Dünya hayatının seni aldatmasından sakın! Bir milyon defa sakın ki şeytan seni amelsiz Allah'a güvendirip aldatmış olmasın!
Kim bu sırların kokularının başlangıçlarını 'koklarsa bilir ki nasûh tevbe'nin lüzumu Allah yolunda giden kula her nefesinde lâzımdır.
İsterse bu kul Nûh gibi uzun yaşamış olsa bile tevbeyi ihmal etmemenin, çok çabuk olarak tevbe etmenin vâcib olduğunu bilir.
Ebû Süleyman Dârânî pek doğru söylemiştir: 'Eğer akıllı insan, geri kalan hayatında sadece ibadetlerin dışında geçen ömrü için ağlarsa, bu ölüme kadar üzülmesine kâfi gelir. Acaba kalan ömrünü, cahilce geçirdiği hayatı gibi geçirenin hali nasıl olur?'
Ebû Süleyman bunu şu hikmete binaen söylemiştir: Akıllı bir kimse, bir cevheri elde ettiği ve o cevher fayda vermeksizin zayi olup gittiği zaman, şüphesiz buna üzülür» Eğer o cevher elinden çıkıp ve onun çıkışı ela helâk olmasının sebebini teşkil ederse, bu takdirde o cevherden ötürü daha fazla üzülmesi gerekir. Oysa hayatın her saati, her nefesi bir cevherdir. Onun yerini dolduracak birşey yoktur.
Çünkü o seni ebedî saadete erdirmeye, ebedî azaptan kurtarmaya yarar. Acaba böyle bir cevherden daha güzel bir cevher olabilir mi? Bu cevheri gaflet içerisinde zayi ettiğin zaman, apaçık bir zarardasın. Onu günaha sarfettiğin zaman kötü bir şekilde helak olursun. Eğer bu musibetten ötürü ağlamıyorsan bu senin cehaletinden ileri gelmektedir. Cehaletinden dolayı gelen musibet öbür musibetinden daha büyüktür. Fakat cehalet musibetiyle müptelâ olan onun musibet olduğunu bilmez; zira gaflet uykusu cehaletle nefsi arasına girer.
Hazret-i Ali'den şöyle rivâyet edilmiştir: 'İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O zaman her müflisin iflâsı, her musibetzedenin musibeti kendisine görünür. Oysa telâfi etmek imkânı da insanlardan kaldırılmıştır'.
Ariflerden biri şöyle demiştir: 'Ölüm meleği kula göründüğü zaman, ona 'Senin bir saatlik ömrün var. Sen göz açıp kapatacak kadar bile o saatten geri kalmazsın' der.
Buna binaen kulun esef ve hasreti öyle bir şekilde belirir ki eğer dünya bütünüyle onun olsaydı bu hasretten kurtulmak için onu vermekte tereddüt etmez, o kalan saatine başka bir saati eklemek için derhal bütün dünyayı bu müddet içinde nefsini kınamak için verirdi. Böylece eksikliğini telâfi etmek isterdi. Oysa artık böyle bir imkânı elde edemez.
İşte Allahü teâlâ'nın şu ayetinin işaret ettiği ilk mânâ budur:
Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir. (Sebe/54)
Sizden birinize olum (alâmetleri) gelip de 'Ey rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve salihlerden olsam!' demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. Allah bir kimseyi eceli geldiği zaman asla geciktirmez ve Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Münâfikûn/10-11)
Denildi ki: Kulun Allah'tan istediği yakın zamanın mânâsı; kula perde aralandığı zaman şöyle demesidir:
- ey ölüm meleği! Benim ecelimi bir gün tehir et ki o günde rabbimin huzuruna özrümü arzedeyim, tevbe edeyim. Nefsim için sâlih bir ameli azık edineyim.
- Günleri tükettin, artık günün yoktur!
- Öyle ise bir saat beni tehir et!
- Saatleri tükettin artık saatin yok!
Bu bakımdan kulun yüzüne artık tevbe kapısı kapatılır. Can boğaza dayanır. Nefesleri boğazının kemikleri arasında yükselip alçalır. Geçmişi telâfi etmekten ümitsiz olmanın acısını duyar. Hayatının zayi olmasından ötürü pişmanlık ateşini tadar durur.
Bu hallerin sadmelerinde îmanın esası sarsılır! Canı çıktığı zaman eğer daha önce Allahü teâlâ'dan kendisi hakkında en iyi amel sebkat etmiş ise ruhu Tevhîd üzerine çıkar.
İşte güzel son budur. Eğer kaza ve kader onun hakkında şekavetle sebkat etmiş ise, ruhu şek ve ızdırap üzerinde çıkar. İşte bu da kötü sondur.
Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim?' diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur. (Nisa/18)
Allah'a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler. (Nisa/17)
Bu ayetin mânâsı; hatayı işlediği halde hatasından pişman olması, onun eserini hemen akabinde yapmış olduğu bir hasene (sevab) ile daha pas kalbin üzerine yerleşip silinmeyi kabul etmeden önce silmesi demektir.
Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Günahın hemen akabinde sevap işle (ki o sevap) o günahı silsin!
Bu sırra binaen Lokmân Hakîm, oğluna *Ey oğul! Sakın tevbeyi geciktirme! Zira ölüm ansızın gelir! demiştir.
Kim acele tevbe etmeyi 'sonra yaparım' diye terkederse, o iki büyük tehlike arasında kalır: Birincisi günahlardan gelen bir karanlığın onun kalbinin üzerine yerleşmesidir ki artık pas ve tabiat olur ve silinmeyi kabul etmez. İkincisi, hastalığın veya ölümün gırtlağına sarılması ve dolayısıyla günahı mahvetmeye fırsat bulamamasıdır.
Ateş ehlinin bağırmasının çoğu, tevbeyi geciktirmelerinden ileri gelir. 9
Bu bakımdan helâk olan bir kimse ancak tevbeyi geciktirmeden helâk olur. Öyleyse tevbeyi geciktirmenin kalbi karartması önce, ibâdet ile parlatılması ise sonradır.
Bu durum böyle devam eder. Sonunda ölüm ansızın gelir, yaka paça götürür ve dolayısıyla temiz olmayan bir kalp ile Allah'ın huzuruna varır. Oysa ancak temiz bir kalp ile Allah'a varan kurtulur. Öyleyse kalp, Allah'ın kul yanındaki emanetidir. Ömür de Allah'ın kul nezdinde emanetidir. İbadetlere vesile ve âlet olan diğer şeyler de böyledir. Bu bakımdan emanete hainlik yapan ve hainliğini telâfi etmeyenin durumu tehlikelidir.
Ariflerden biri şöyle demiştir: Elbette Allahü teâlâ kuluna iki sırrı tevdi buyurmuştur. İlham yoluyla o sırlarını kuluna fısıldar!
1. Annesinin karnından çıktığı zaman ona der ki: 'Ey kulum!
Seni dünyaya tertemiz çıkardım. Emrimi sana emanet bıraktım.
Seni bu emaneti korumak hususunda emin saydım.
Bu bakımdan emaneti nasıl koruyacağını iyi düşün! Benimle nasıl mülâki olacağını da iyi (düşün) !'
2. Ruhu çıktığı zaman ona der ki: 'Ey kulum! Senin nezdindeki emanetim hakkında ne yaptın? Aramızdaki söze riayet ettin mi?
Benimle mülâki olacağın güne kadar onu korudun mu? Eğer emanetimi koruduysan ben de va'dimi îfâ etmek suretiyle seni karşılayayım. Eğer emanetimi zayi ettiysen ben de o emaneti senden istemek ve ceza vermek suretiyle seni karşılayayım!'
Nitekim Allahü teâlâ'nın şu ayetinde buna işaret vardır:
Siz, benim ahdime vefa edin ki ben de ahdinize vefa edeyim. (Bakara/40)
Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler. (Mü'minûn/8)
9) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir.
Şartları Bulunduğu Zaman Tevbe'nin Makbul Oluşu
Kabulün mânâsını anladığın zaman, her sahih tevbe'nin makbul olduğunda şüphe etmezsin. Bu bakımdan Kur'ân'ın nurlarından istimdâd edenler ve basiretlerin nuruyla bakanlar bilirler ki her selîm kalp, Allah katında makbul, âhirette Allah'ın komşuluğuna lâyık ve Allah'ın cemâline bakmaya hazırdır. Bilirler ki kalp, esasında selîm olarak yaratılmıştır. Her doğan çocuk, fıtrat üzerine doğar. Kalbin selâmeti, ancak günahların zulmetinden kalbin yüzüne biriken paslarla ortadan kalkar.
Bilirler ki pişmanlık ateşi, o tozları yakıp kül eder. Hasenenin (sevabın) nuru, kalbin yüzünden o kötü karanlığı siler. Sevapların nuruna karşı günah zulmetinin direnme gücü yoktur. Tıpkı gündüzün nuruyla gece karanlığının yok olduğu, sabunun beyazlatmasıyla kirin yok olduğu ve kirli elbisenin sultanlar tarafından elbise olarak kabul edilmediği gibi. . . Bu bakımdan Allahü teâlâ karanlık kalbi komşuluğuna kabul etmez. Nasıl ki elbiseyi kötü yerlerde kullanmak kirletirse ve ancak sabunla temizlenirse, tıpkı onun gibi kalbi şehvetlerde kullanmak da kalbi kirletir! O kiri, göz yaşlarının suyu ile ve pişmanlığın yakıcılığıyla yıkamak tertemiz yapar. Her temiz elbise makbul olduğu gibi, her temiz kalp de makbuldür. Senin vazifen ancak tezkiye ve temizlemedir. Kabul etmek ise, önünde hiçbir engel olmayan ezelî kazâ ve kader ile sebkat eden bir vergidir. Buna şu ayette 'felâh' ismi verilmiştir:
Muhakkak nefsini tezkiye eden (veya nefsi Allah tarafından tezkiye edilen) felaha kavuşmuştur. (Şems/9)
Kim tahkik yolunda göz ile yapılan müşahededen daha açık ve daka kuvvetli bir mârifet]o kalbin günahlarla ve ibadetlerle zıt tesirlerin etkisinde kaldığını bilmezse, bunlardan birine 'zulmet' lâfzının cehalet için mecaz yoluyla kullanıldığı gibi kullanıldığını, diğerine ilim için kullanıldığı gibi 'nur lâfzının kullanıldığını bilmezse ve yine 'nur' ile 'zulmet'in arasında zarurî ve kaçınılmaz bir zıddiyetin olduğunu ve ikisinin bir arada bulunmasının tasavvur edilemeyeceğini bilmezse, bu kimse dinin sadece kabuğunu tanımış ve sanki dinin sadece isimleri bu kimseye yapışmış demektir.
Öyle ki kalbi dinin hakikatinden kaim bir perde ile perdelenmiştir. Hatta nefsinin hakikatlerinden, sıfatlarından da kalbi perdelenmiştir. Kim nefsini bilmezse, başkasını bilmek hususunda daha cahildir. Başkasından gayem, kalbidir; zira insan ancak kalbiyle kalbinin haricindeki şeyleri bilir. Bu bakımdan kalbini bilmeyen, başkasını nasıl bilecektir?
Tevbe'nin sıhhatli olup kabul edilmeyeceğini düşünen bir kimse, tıpkı güneşin doğup karanlığın zâil olmayacağını, elbisenin sabunla yıkanıp buna rağmen temizlenmeyeceğini düşünen bir kimse gibidir. Ancak kir uzun zaman birikip yerleştiğinden dolayı elbisenin dikişleri arasına ve içerisine nüfuz etmişse, bu takdirde sabun o kiri gidermeye güç yetiremez.
Bunun misali, günahlar kişide tabiat hâline gelinceye ve kalbinin üzerine pas oluncaya kadar birikip yerleşmeleridir. Böyle bir kalp, artık dönüp tevbe etmez. Evet, bazen dil ile 'Tevbe ettim' der. Bu, çamaşırcının diliyle 'Ben elbiseyi yıkadım' demesi gibidir. Oysa onun yıkadım demesi asla elbiseyi temizlemez. Bu durum elbisenin sıfatı, elbisede yerleşen sıfatın zıddıyla ve kullanılması mümkün olan bir şeyi kullanmak suretiyle değiştirmedikçe devam eder. İşte tevbe'nin aslının men olunmasının durumu budur. Bu uzak bir durum değildir.
Hatta dünyaya yönelen, Allah'tan tamamen yüz çeviren halkın çoğunun durumu budur.
Bu beyan, tevbe'nin kabulü hususunda basiret erbabı için kâfidir. Fakat biz bunu, âyet, hadîs ve eserlerle takviye edelim. Çünkü Kitab ve Sünnet 'in doğrulamadığı hiçbir görüşe itimad yoktur.
Âyet-i Kerîmeler
O'dur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve bütün yaptıklarınızı bilir. (Şûrâ/25)
Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ihsan sahibi (Allah'tandır). (Mü'min/3)
Bunlardan başka daha nice ayetler vardır.
Hadîsler
Herhangi birinizin tevbesiyle Allah, yitirdiği devesini bulan kimseden daha fazla sevinir. ,. Sevinmek, kabulden sonra gelir. O kabulün delili bir nimettir.
Elbette Allahü teâlâ tevbe ile kudret elini, gece günah işleyen için gündüze kadar, gündüz günah işleyen için de geceye kadar yayar (açar) . Bu durum, güneşin batıdan doğuşuna kadar (kıyâmet kopuncaya kadar) devam eder. 10
'Kudret elini açması tevbeyi talep etmekten kinayedir; yani Allah kullarının tevbe etmesini ister, İsteyen kabul edenin ötesindedir; yani kabul edeceği için ister. Zira çok kabul eden vardır ki istemez. Hiçbir isteyici yoktur ki kabul edici olmasın!
Göklere yetişinceye kadar hatalar işlemiş olduktan sonra pişman olsanız bile, muhakkak Allah tevbenizi kabul eder. 11
İnsan (bazen) günah işler ve o günahtan ötürü cennete girer!
Denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasulü! Bu nasıl olur?' Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
O günah daima gözünün Önünde olur. Ondan tevbe eder, ondan kaçar ve sonunda cennete girer. 12
Günahın keffareti pişmanlıktır. 13
Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir.
Rivâyet ediliyor ki Habeşistanlı biri şöyle sordu:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben fahiş işler yapıyordum. Acaba tevbe edebilir miyim?
-Evet!
- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben o fahiş hareketlerde bulunurken
Allah beni görüyor muydu?
Hazret-i Peygamber 'Evet deyince Habeşliden bir feryâd ve figanla beraber ruhu çıktı. 14
Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ, İblis'e lânet okuduğu zaman, İblis, kendisine mühlet vermesini Allah'tan talep etti. Allah da ona kıyâmet'e kadar mühlet verdi. İblis dedi ki: 'Senin izzetine yemin ederim! Âdem oğlunun ruhu oldukça onun kalbinden çıkmayacağım'.
Bunun üzerine Allahü teâlâ da şöyle dedi: 'İzzet ve celâlime yemin ederim, onda ruh oldukça onun tevbesini kabul edeceğim'.
Muhakkak sevablar, suyun kiri götürdüğü gibi günahları silip götürür. 15
Bu husustaki hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.
10) Müslim, (Ebû Musa'dan)
11) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den)
12) İbn Mübarek, Zühd
13) İmâm-ı Ahmed, Taberânî
14) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir»
15) Tirmizî
31-2
Tevbe Edilen Küçük ve Büyük Günahlar
Tevbe günahın terkidir, Birşeyi terketmek, ancak meydana geldikten sonra mümkündür. Tevbe vâcib olduğu zaman, tevbeye götürecek şey de vâcib olur. Bu bakımdan günahların meydana gelmesi, bu takdirde vâcibdir. Günah, terkinde veya fiilinde Allah'ın emrine muhalif olan şeylerden ibarettir. Bunun tafsilâtı, şer'î teklifleri başından sonuna kadar şerhetmeyi gerektirir. Oysa bu şu anda bizim konumuz değildir. Fakat biz teklifleri toplayan şeylere ve kısımlarının bağlantılarına işaret edelim. Doğru yola rahmetiyle muvaffak eden Allahü teâlâ'dır.
Kulun Sıfatlarına Nisbetle Günahların Kısımları
İnsanın birçok sıfatları vardır. Nitekim kalbin acaiblikleri ve gaileleri bahsinde bunun şerhi (açıklaması) yapılmıştır. Fakat günahların kaynakları dört sıfata inhisar eder:
1. Rubûbiyet sıfatları
2. Şeytanî sıfatlar
3. Behimî (hayvanî) sıfatlar
4. Sebuî (yırtıcı) sıfatlar
Bunun böyle olması, insan çamurunun çeşitli karışımlardan yoğrulmasından meydana gelmektedir. Bu bakımdan insan çamurundaki her unsur, bir eseri iktiza eder.
Nitekim sekencebin maddesinden meydana gelen şeker, sirke ve zâferanın her biri ayrı ayrı tesir ve etki bırakırlar.
Rubûbiyet sıfatlarına varmak iştiyakını veren şey, kibir, gurur, ceberut, övülmeyi sevmek, izzet ve zenginliği istemek, bekanın devamlılığını arzulamak, herkesten daha yüce olmayı istemek gibidir. Hatta sanki bu insan (Firavun gibi) 'Ben sizin en yüce rabbinizim' demeyi kasteder. Bu durumdan en büyük günahlardan bir grup meydana gelir. Meydana gelir fakat halk onlardan gâfil ve onları günah bile saymamaktadır. Oysa onlar korkunç helâk edicilerdir. Öyle helâk ediciler ki birçok günahın kaynaklan gibidirler. Nitekim biz bunu Mühlikât bölümünde en ince teferruatına kadar saymıştık.
İkincisi şeytanî sıfattır. Bu sıfattan hased, zulüm, hile, hud'a, fesâd ve münkeri emretme meydana gelir. Dolandırıcılık, münafıklık, bid'at ve dalâlete çağırmak da bu kısma girer.
Üçüncüsü behimî (hayvanî) sıfattır. Bu behimî sıfattan oburluk, açgözlülük, karın ve tenasül uzvunun şehvetini (isteğini) yerine getirme meydana gelir. Bundan livata, hırsızlık, yetimlerin malını yemek, şehvetler için mal toplamak da meydana gelir!
Dördüncüsü sebuî, yani yırtıcı sıfattır. Bu yırtıcı sıfattan öfke, hıkd, vurmak, öldürmek, küfretmek suretiyle halka hücum etmek ve malları yağmalamak meydana gelir. Aynı zamanda bu sıfattan birçok günahlar da meydana gelir.
Bu sıfatlar fıtratın kökünde vardır. Bu bakımdan önce hayvanî sıfat galebe çalar. Sonra yırtıcı sıfat ikinci derecede onu takip eder. Bunların ikisi bir araya geldikten sonra aklı hile, kurnazlık ve kötü şeylerde kullanılır. Bu da şeytanî sıfattır. Sonra âhiretle, rubûbiyetin sıfatları mağlûp olur. O sıfatlar da fahr, izzet, yücelik, kibriyayı talep etmek ve bütün insanları istilâsı altına almayı kastetmektir. İşte bunlar, günahların kaynaklarıdır. Sonra bu kaynaklardan günahlar, azalar üzerine akarlar. Bazıları hasseten kalptedir: Küfür, nifak, bid'at ve halk için kötü düşünmek gibi. . . Bazıları gözde kulakta, bazıları dilde, bazıları tenasül uzvu ve karındadır. Bazıları da eller ve ayaklarda, bazıları da bütün bedende! Bunları tafsil etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü apaçıktır.
Günahlar için ikinci bir taksim de şöyledir: Günahlar, kul ile Allah arasındaki kısım ile kulların haklarıyla ilgili olan kısma ayrılır. Sadece kulla ilgili olan namaz ve orucun terkedilmesi gibi şeylerdir. Kulların haklarıyla ilgili olanlar, zekâtı terketmesi, adam öldürmesi, malları gasbetmesi, namuslara küfretmesi gibi şeylerdir. Başkasının hakkından alınan şey, ya insan7 ya bir âzâ veya mal veya namus veya din veyahut da mertebe olur. Dini almak, şerre teşvik etmek, bid'ate çağırmak ve günahlara özendirmek, bazı vaizlerin ümit tarafını korku tarafından daha kuvvetli göstermek suretiyle Allah'a karşı cüret sebeplerini kabartmak gibi şeylerdir.
Kullarla ilgili olan günahlara gelince, buradaki vaziyet daha şiddetlidir. Kul ile Allah arasında olan şey şirk olmadıkça af daha fazla umulur ve daha yakındır. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:
Divanlar (kayıt defterleri) üçtür: Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanır. Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanmaz. Diğer bir divan vardır ki terkedilmez. Bağışlanan günahlar, kulların Allah ile aralarında olan (namaz kılmamak gibi) günahlardır. Bağışlanmayan günah, Allah'a ortak koşmaktır. Terkedilmeyen günah ise, kullara yapılmış olan zulümlerdir. 19
Yani kulun hakkına tecavüz eden zâlim, o zulmünden sorulacaktır. Ta ki ondan affedilinceye kadar. . .
Günahlar, küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Bu hususta halkın ihtilâfı oldukça çoktur. Kimi 'Küçük, büyük diye bir ayırım yoktur. Aksine Allah'a karşı olan her muhalefet büyüktür' demiştir ki bu görüş zayıftır.
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız. (Nisa/31)
Onlar ki günahın büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Şüphesiz rabbin geniş mağfiretlidir. (Necm/32)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Beş vakit namaz ve bir cumadan diğer cumaya kadar »eğer büyük günahlardan sakmılırsa bu sakınma- işlenen günahların kefareti olur.
Hadîsin diğer bir versiyonunda 'Aralarındakine kefaret olur. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır' şeklinde gelmiştir. 20
Büyük günahlar, Allah'a ortak koşmak, anne-babaya karşı gelmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir. 21
Ashâb-ı kirâm ve tabiîn, büyük günahların adedi hakkında dörtten yediye, dokuza, onbire ve daha yukarıya kadar ihtilâf etmişlerdir.
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) , 'Büyük günahlar dörttür'22 demiştir, İbn Ömer Vadidir'23 Abdullah b. Amr ise 'dokuzdur'24 demiştir.
İbn-i Abbâsfın kulağına İbn Ömer'in 'Büyük günahlar yedidir' sözü geldiği zaman şöyle dedi: 'Büyük günahların yetmişe kadar varması, yediye kadar varmasından daha doğrudur'.
Bir defasında da şöyle demiştir: 'Allah'ın yasakladığı herşey büyük günahtır'.
İbn-i Abbâs'tan başkaları da 'Allah'ın hakkında ateş va'dettiği herşey büyük günahlardandır' demişlerdir.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Dünyada haddi (cezayı) gerektiren herşey büyük günahtır'.
Şöyle de denilmiştir: 'Büyük günahlar, mübhemdir. Sayıları bilinmez. Tıpkı kadir gecesi, cuma saati gibi. . . '
İbn Mes'ûd'a 'büyük günah' sorulduğu zaman şöyle demiştir: *Nisâ sûresinin başından Allahü teâlâ’nın şu sözüne kadar oku:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız. . , (Nisâ/31)
Bu bakımdan yukarıdaki ayete kadar bu süre-i celîlede Allah neyi yasaklamış ise o büyük günahtır.
Ebû Tâlib el-Mekkî25 şöyle demiştir: 'Büyük günahlar onyedi tanedir. Bir kısım hadîslerden, İbn-i Abbâs, İbn Mes'ûd, İbn Ömer ve başkalarının sözünden derlediğim büyük günahların dördü kalptedir. Onlar Allah'a ortak koşmak, günahta ısrar etmek, Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmak ve Allah'ın azabından emin olmaktır. Dördü dildedir. Onlar; yalan yere şahidlik etmek, namuslu bir insana zina iftirası atmak, bir hakkı iptal eden veya bir bâtılı hak gösteren yalan yemindir.
Şöyle denilmiştir: 'Yemin-i gamus, o yemindir ki onunla haksız yere, müslüman bir kişinin malı alınır. Velev ki o mal, erak ağacından yapılmış bir misvak olsun!'
Bu yemine 'yemin-i gamus' denilmiştir. Çünkü sahibini ateşe daldırır. (Nitekim gamus'un lugavî mânâsı da daldırmaktır) .
Dil âfetlerinin dördüncüsü sihirbazlıktır. Sihirbazlık, insanı bozan ve diğer cisimleri hilkatin aslından çıkaran konuşma demektir.
Büyük günahların üçü de mide ile ilgilidir. Onlar da şunlardır: Sarhoş eden içkiyi içmek, zulüm bakımından yetim malı ve bildiği halde faiz yemektir. O büyük günahlardan ikisi de tenasül uzvu ile ilgilidir. Onlar da zina etmek ve livata yapmaktır. İkisi de el ile ilgilidir. Onlar da öldürmek ve hırsızlıktır. Biri ayaklarla ilgilidir. O da düşman karşısmdun kaçmaktır. Hatta bir müslümanın iki kâfirden, on müslümanın yirmi kâfirden kaçması demektir. O büyük günahların biri de bedenin bütünüyle ilgilidir. O da anne ve babaya karşı gelmektir.
Ebû Tâlib el-Mekkî der ki: 'Anne ve babaya karşı gelmenin içine, onların kendisine ayırıp verdikleri şeye razı olmaması da girer. Onların isteklerini yerine getirmemek, onlara karşı tahammülsüz davranmak, karınlarını doyurmamak da onlara isyandır'.
İşte Ebû Tâlib el-Mekkî'nin büyük günahlar hakkında söylediği budur. Bu taksimi hakikate yakındır. Fakat bununla şifa tamamen hâsıl olmaz; zira bundan daha fazlasını bulmak veya daha eksik göstermek mümkündür; zira Ebû Tâlib el-Mekkî, faiz ve yetim malını yemeyi büyük günahlardan saymıştır. Oysa bu, mallara karşı yapılan bir suçtur. Nefislerin büyük günahlarından sadece katli zikretti. Göz çıkarma, el kesme ve müslümanları dövme veya işkence etme gibi diğer günahlara dokunmadı. Yetimi dövmeye, azarlamaya, azalarını kesmeye de dokunmadı. Şüphesiz ki bunları yapmak yetimin malını yemekten daha büyük günahtır.
Bir küfre karşı iki küfürle mukabele etmek büyük günahlardandır. Kişinin müslüman kardeşinin haysiyetine dil uzatması büyük günahlardandır. 26
Bu, namuslu bir müslümana zina iftirası atmaktan fazla bir şeydir; yani o ayrı bir günah, bu da ayrı bir günahtır.
Ebû Said el-Hudrî ve başka sahabîler şöyle buyurmuşlardır: 'Siz, gözünüze kıldan daha ince ve hafif görünen şeyler yapıyorsunuz ki biz o onları Hazret-i Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık'.
Âlimlerden bir taife de şöyle demiştir: 'Kasten yapılan her günah, büyük günahtır. Allah'ın nehyettiği herşey büyük günahtır'.
Bu hükümden perdeyi kaldırarak meselenin hakikati şöyle açığa çıkarılabilir: Düşünen bir insanın hırsızlık hakkında 'Acaba bu büyük günah mıdır, değil midir?' diye düşünmesi, büyük günahın mânâsını anlamadıkça ve büyük günahtan ne kasdedildiğini bilmedikçe doğru olamaz. Tıpkı 'Hırsızlık haram mıdır değil midir?' diyenin sözü gibi!
Haram'ın tarifine önce haram'ın mânâsını izah ve hırsızlıktaki haramın durumu kontrol edildikten sonra vakıf olunabilmesi ümit edilir. Bu bakımdan büyük günah, lâfız bakımından mübhem ve mücmeldir. Onun lûgatta ve şeriatta özel bir yeri yoktur. Çünkü büyük ve küçük denmesi izafîdir. Her günah kendisinden küçük olan günaha izafeten büyük ve kendisinden büyük olan günaha izafeten de, küçüktür. Bu bakımdan yabancı bir kadınla kucaklaşmak, ona haram bakışla bakmaya nisbeten büyük günahtır. Kadınla zina etmeye nisbetle de küçük günahtır. Müslümanın elini kesmek, onu dövmeye nisbeten büyük günahtır. Onu öldürmeye nisbeten küçük günahtır. Evet! İnsan yaptığından dolayı ateşle tehdit edildiği günaha 'büyük ismini verebilir. Buradaki büyüklük vasfından 'ateşle cezalandırmanın büyük olduğunu kastediyoruz. Dünyada vâcib olan bir cezayı kendisine gerektiren şeyi büyük saydığı halde haddi (cezayı) gerektiren suça 'büyük' ismi verebilir. Kur'ân nassıyla yasaklanan bir şeye 'büyük adını takabilir. Dolayısıyla der ki: 'Kur'ân'da bu yasaklananın diğer yasaklamalar arasında tahsisen zikredilmesi, büyük bir günah olduğuna delâlet eder Sonra şüphe yoktur ki başkasına nisbeten de büyük günah olur; zirâ Kur'ân'ın naslarıyla yasaklanan yasakların da dereceleri değişir. Bu bakımdan bu izafetlerdeki (nisbetleri kabul etmede) herhangi bir sakınca yoktur.
Ashâb-ı kiramdan nakledilen büyük günahlar da bu durumdadır. Onları bu ihtimallerden birine hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Evet! Şu âyet-i celîlenin mânâsını bilmek mühim vazifelerdendir:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi iyi bir yere sokarız. (Nisa/31)
Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerifinin mânâsımı bilmek de mühim meselelerdendir:
Namazlar, büyük günahlar hariç, aralarında işlenen günahların kefaretleridirler!
Bu âyet ile bu hadîs, büyük günahların hükmünün isbatıdır. Burada hakîkat şudur: Şeriat nazarında günahlar, şeriatın büyük veya küçük günahlardan saydığı bilinen kısım ile hükmü bilinmeyen, hakkında şüphe edilen kısımlara bölünür. Bu bakımdan bütün kısımları veya cüzleri toplayan, başka şeyleri tarif dışına çıkaran bir tarif yapmaya çalışmak mümkün olmayanı talep etmektir, Zirâ boyle bir tarif ancak Hazret-i Peygamberden dinlemekle mümkün olur. Şöyle ki: Hazret-i Peygamber 'Ben büyük günahlardan on tanesini veya beş tanesini kasdettim demeli ve onları açıklamalıdır ki bilinsin!
Eğer böyle değil de bazı lâfızlarda 'üç büyük günah'27 bazı lâfızlarda da yedî büyük günah'28 denirse, sonra 'bir defa küfretmeye karşılık iki defa küfretmek büyük günahlardandır diye vârid olursa oysa bu, hadîste vârid olan yedi büyük günahın da, üç büyük günahın da dışındadır bilinir ki peygamber (aleyhisselâm) bu hükümle sayı ve hasrı kastetmemiştir.
Şeriatın saymadığı bir şeyin sayısını bilmeye çalışmanın ne anlamı vardır? Oysa çoğu zaman, şeriat onun müphem ve belirsiz kalmasını ister ki kullar bundan dolayı sakınmış olsunlar.
Nitekim kadir gecesi insanlar onu ciddiyetle araştırsınlar diye mübhem bırakılmıştır.
Evet! Bizim küllî ve umumî bir yolumuz var. Biz bu yolla büyük günahların cins ve nevilerini tahkikli bir şekilde bilme imkânına sahibiz. O günahların bizzat kendilerini ise, ancak zan ve yaklaşık bir ihtimalle biliriz. Büyük günahların en büyüğünü de bilmiş oluruz. Küçük günahların en küçüğünün ise, bilinmesine imkân yoktur! Bunun izahı şöyledir:
Biz şeriatın delilleri ve basiretlerin nuru ile biliriz ki şeriatın bütün maksad ve hedefleri; halkı Allah'ın manevî komşuluğuna ve mülâkatının saadetine sevketmektir ve yine biliriz ki insanlar bu hedefe, Allah'ın marifeti, kitablarının marifeti ve peygamberlerin marifetiyle varabilir.
Şu ayette buna işaret vardır:
İnsanlar ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım. (Zâriyât/56)
Yani bana kul olsunlar diye yarattım. Oysa kul, rabbinin rubûbiyetini ve nefsinin de kulluğunu bilmedikçe kul olamaz. Hem nefsini, hem rabbini bilmesi gerekir. Peygamberlerin gönderilmesinde en büyük hedef budur.
Fakat bu hedef ancak dünya hayatında tamamlanır. Hazret-i Peygamberin şu hadîsi şerîfiyle de bu kastolunmuştur: 'Dünya âhiretin tarlasıdır'. 29
Bu bakımdan dünyanın korunması da dine tâbi olarak maksad ve hedef olmaktadır. Çünkü dünya, dinin vesilesidir. Dünyadan iki şey âhirete bağlıdır: Nefisler ve mallar. . . Bu bakımdan Allah'ın marifetinin kapısını kapatan herşey, büyük günahların en büyüğüdür. Tehlike bakımından insanın hayat kapısını kapatan şeyler bu günahı takip eder. Üçüncü derecede hayatın devamını sağlayan maişetlerin kapısını kapatan şeyler gelir. Öyleyse bunlar üç mertebedirler. Bu bakımdan kalpler için marifeti, bedenler için hayatı, şahıslar için malları korumak, bütün şeriatlerin hedefinde zarurîdir.
Bu üç şeyde hiçbir din mensubunun ihtilâf edeceği tasavvur edilmez. Allahü teâlâ’nın bir peygamber gönderip, onunla halkın din ve dünyalarında ıslahlarını irade etmemesi ve o peygamberin halkı Allah'ın ve peygamberlerinin marifetinden meneden şeyleri onlara emretmesi veya onlara canlarının ve mallarının heba edilmesini emretmesi caiz ve mümkün değildir ki, emretmiş olsun! Bu hükümden büyük günahların üç mertebe üzere olduğu meydana çıkmaktadır.
Birinci Mertebe: Allah'ın ve peygamberlerinin marifetini engelleyen günahtır. O da küfürdür. Bu bakımdan küfürden daha büyük bir gühah yoktur; zirâ Allah ile kul arasındaki perde, cehalettir. Allah'a yaklaştırıcı vesile ilim ve marifettir. Kişinin yaklaşması, marifeti nisbetinde, uzaklaşması da cehaleti nisbetindedir. Küfür denilen cehaletin arkasından Allah'ın azabından emin olmak, rahmetinden ümitsiz olmak derecesi gelir; zira bu şekilde olmak cehaletin ta kendisidir. Bu bakımdan Allah'ı tanıyan bir kimsenin Allah'ın azabından emin olması rahmetinden ümitsiz olması tasavvur edilemez.
Bu mertebenin arkasından Allah'ın zati, sıfatları ve fiileri ile ilgili olan bid'atler gelir. Bid'atlerin bazısı bazısından daha şiddetlidir. Bid'atlerin değişikliği, onları bilmemenin farklılığına göre olur. Onların Allah'ın zatıyla, fiilleriyle, şeriatleri, emirleri ve yasaklarıyla ilgilenmelerinin farklılığına göre değişir. Bunun mertebeleri, hasr altına alınamayacak kadar çoktur. Bu da Kur'ân'da zikredilen büyük günahların içinde olduğu ve olmadığı bilinen, olup olmaması hususunda şüphe edilen kısımlara ayrılır. Ortanca kısımdan şüpheyi defetmek istenmesi, mümkün olmayanı ümit etmek demektir!
İkinci Mertebe: insan hayatıdır. Çünkü hayatın korunması ile Allah'ın marifeti hâsıl olur. Bu bakımdan cana kıymak şüphe yoktur ki büyük günahlardandır. Her ne kadar küfürden daha küçük ise de. . . Çünkü küfür, maksadın bizzat kendisiyle çarpışır. Katil ise, maksadın vesilesiyle çarpışır; zira dünya hayatı ancak âhiret ve Allah'ın marifetine varmak için gereklidir. Azaların kesilmesi ve insanın helakine sebep olan herşey (derece bakımından) bu büyük günahın arkasından gelir. Hatta vurmak da böyledir. Vurmanın bazısı bazısından daha büyüktür. Zinanın, livatanın haramlığı da bu dereceye girer. Çünkü insanlar şehvetlerinin giderilmesi hususunda erkeklerle iktifa ederlerse, beşer nesli tükenir. Bu da vücudun kesilmesine yakındır.
Zinaya gelince, o vücudun esasını zedelemez. Fakat nesebleri karıştırır. İrsiyet kanununu, yardımlaşma nizamını iptal eder. Hayatın tanziminde rol oynayan birtakım işleri dumura uğratır. Zina mübâh kılmırsa nizam nasıl tamam olacaktır? Hayvanlarda erkeğe mahsus bir dişi olmadığı için, onların işleri de intizamlı olmaz. Bunun için maksadı ıslah olan hiçbir şeriatta zinanın mübâh olması tasavvur olunamaz. Zinanın katilden daha hafif bir mertebe olması uygundur; zira zina varlığın devamını ortadan kaldırmaz. Fakat nesepleri bozar ve ortadan kaldırır ve öyle şeyleri tahrik eder ki sonunda insanları savaşa sürükler! Zinanın livatadan daha şiddetli kabul edilmesi uygundur. Çünkü zinada şehvet, insanı iki taraftan davet eder. Bu bakımdan zinâ çoğalır. Çokluğundan ötürü zararının eseri oldukça büyür.
Üçüncü Mertebe: Mallardır. Mallar insanların geçim kaynaklarıdır. Bu bakımdan insanların hırsızlık, istilâ ve başka yollardan mallarını almak caiz değildir. Ancak canını korumak maksadıyla malların korunması daha uygundur. Zira mallar başkası tarafından haksız olarak alındığı zaman, geri alınması veya harcandığı takdirde karşılığının alınması mümkündür. Her halde mallar hakkında felaket pek büyük değildir. (Çünkü iki durumda da telâfisi mümkündür) . Evet malın çalınmasını, büyük günahlardan saymak uygundur. Zirâ çoğu zaman çalman mala insan muttali olmaz. O halde bu yolla götürülen malın geri alınması nasıl mümkün olacaktır?
İkinci yol, yetimin malını yemektir. Bu da gizli yollardandır. Bundan gaye yetimin velisi ve durumunu idare etmekle mükellef kılman vasisidir. Çünkü böyle bir kimse yetimin malı hakkında emin sayılmıştır. Yetimden başka onunla hesap göreni yoktur. Yetim ise daha küçüktür. Bu bakımdan yetim malı yemenin büyük günah sayılıp vahîm telâkki edilmesi vacibdir. Gasp böyle değildir. Çünkü gasb açıktır, bilinir. Emanete hainlik yapmak da bunun hilâfınadır. Çünkü bu hususta emanet eden hasımdır ve kendi hakkını arar.
Üçüncü yol, yalancı şahidlikle başkalarının malını almaktır.
Dördüncü yol, yalan yeminle emanet edilen ve edilmeyen malları almaktır.
Elbette bu yollarla elden çıkan malın telâfisi mümkün değildir. Bu yolların bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Fakat hepsi de insan hayatıyla ilgili olan ikinci mertebeden şiddet bakımından daha aşağıdadırlar. Bu dört yolun da büyük günahlardan sayılması uygundur. Her ne kadar şeriat, bunların bazılarına had cezası vermemiş ise de. . Fakat bunlar hakkında birçok tehdid gelmiştir. Bunların insanların maslahatı açısından tesirleri oldukça büyük olmuştur.
Faiz yemeye gelince, burada iki tarafın rızasıyla şeriatın koymuş olduğu şartın ihlâli ile beraber başkasının malım yemek vardır. Bu hususta şeriatların ihtilaf etmeleri uzak bir ihtimal değildir. Madem başkasının malını, adamın ve şeriatın rızası olmaksızın yemek olan gasb büyük günahlardan kılınmadı, öyle ise ribanın yenmesi mal sahibinin rızasıyla yemektir. Ancak burada şeriatın rızası yoktun Eğer şeriat, faizi menetmek suretiyle tehlikesinin büyük olduğunu göstermiş ise, muhakkak ki gasb ve gasb a benzer yollardan yapılan zulmü ve hainliği de tehlike bakımından büyük göstermiştir. Hainlikle veya gasb yoluyla yenilen paranın her danik'ini (kuruş gibi para birimidir) büyük günahlardan saymak şüphelidir. Çünkü zannedildiği bir yerde vâki olmuştur. Zanın meyli, büyük günahların altına dahil olmayışmadır. Büyük günahı, hakkında şeriatların ihtilâfı caiz olmayan şeye tahsis etmek uygundur ki dinî bir zaruret olsun. Bu bakımdan Ebû Tâlib el-Mekkî'nin zikrettiği büyük günahlardan, geriye müslüman bir kimseye iftira atmak, içki içmek, sihirbazlık yapmak, savaştan kaçmak, anne ve babaya karşı gelmek kalır.
Aklı giderici içkiye gelince, onun büyük günahlardan olması gerekir. Şeriatın şiddetli tehditleri ve akıl da bu hükme delâlet eder; zira nefsin korunduğu gibi aklın da korunması gerekir. Çünkü akılsız insanda hayır yoktur. Öyleyse akim içkilerle giderilmesi büyük günahlardandır. Fakat bu durum şarabın bir damlasında cereyan etmez. Bu bakımdan şüphe yoktur ki içinde bir damla şarap bulunan bir suyu içerse, bu büyük günahlardan- olmaz. Ancak necis bir suyu içmiş olur. Şarabın bir damlasının haram olması şüphe yeridir. Şeriat açısından bunun cezayı gerektirmesi, bu husustaki durumun büyük tehlike arzetmesine delâlet eder. Bu bakımdan bu şer'an büyük günahlardan sayılır. Beşeriyetin kuvveti şeriatın bütün sırlarına vakıf olmaya yetmez. Eğer büyük günah olduğunda icmâ sabit olursa, bu icmaya uymak farzdır. Aksi takdirde burada tevakkuf etmeye yol vardır.
Kazfa gelince, kazıfta sadece namuslara sözle saldırmak vardır. Mertebe bakımından haysiyetler, mallardan sonra gelir. Haysiyetlere dokunmanın mertebeleri vardır. O mertebelerin en büyüğü iftira etmek suretiyle ona dokunmaktır. Bunun en büyüğü de zinaya nisbet etmektir; yani kişiye 'Ey zinakâr demektir. Şeriat bunu çok çirkin ve çok tehlikeli saymıştır. Ashâbın haddi gerektiren her şeyi büyük günah saydıklarını galip bir zanla zannediyorum. Bu itibarla beş vakit namaz bu günahı gidermez. İşte büyük günahtan bunu kastediyoruz. Fakat şeriatların onun hakkında ihtilâf etmelerinin mümkün olması bakımından bunu kastediyoruz. Dolayısıyla sadece kıyas, günahın büyüklük ve azametine delâlet etmez. Şeriatın adil bir kişinin, bir insanın zina ettiğine şahidlik edebilmesini ve aleyhinde şahidlik edilene de sadece bu şahidlikle ceza vermeyi reddetmesi caizdir. Eğer şeriat bu adilin şahidliğini kabul etmezse, ona iftira cezasının tatbiki, maslahat açısından, zarurî değildir. Her ne kadar ihtiyaçlar mertebesinde vâki olan zarurî maslahatlardan ise de. . . Bu bakımdan bu şahidlik, şeriatın hükmünü bilen bir kimsenin hakkında büyük günahlardan sayılır.
Tek başına şahidlik edebileceğini veya başkasının" şahidliğiyle şahidliğini takviye edebileceğini zanneden bir kimseye gelince, böyle bir şahidliğin bu kimse hakkında büyük günahlardan sayılmaması gerekir.
Sihirbazlığa gelince, eğer sihrin içinde küfür varsa sihir büyük günahtır. Aksi takdirde onun günahının büyüklüğü, ondan doğan nefsin helaki, hastalık veya başka bir illet nisbetindedir.
Düşmandan kaçmaya, anne ve babaya karşı gelmeye gelince, kıyas bakımından burada düşünmek gerekir; zira vurmak, mallarını gasbetmek, kendilerini evlerinden, ve vatanlarından çıkarmak suretiyle zulmetmek hariç, bunların dışında her şekille müslümana küfretmenin büyük günahlardan olmadığı' kesinlikle bilindiği zaman zira daha önce bahsi geçen onyedi büyük günah arasında bunlar yoktur, büyük günahlar hakkında söylenen kabarık rakam da odur burada tevakkuf uzak bir ihtimal değildir.
Fakat hadîsler bunun büyük günah diye adlandırılmasına delâlet eder. Bu bakımdan da büyük günahlar sınıfına girer.
Bu hükmün özeti şuna dönüştü: Biz büyük günahtan, şeriatın hükmüyle beş vakit namazla silinmeyen şeyi kastediyoruz. Bu da namazla giderilen, namazla giderilemeyen ve hakkında tevakkuf edilen diye üç kısma ayrılır:
Hakkında tevakkuf edilen kısmın da bazısı yokluk ve varlığın zannedildiği yerdir. Bazısı da şüphelidir. Bu öyle bir şüphedir ki bunu ancak kitabın veya hadîsin nassı ortadan kaldırır. Bu bakımdan bur da ümit olmadığı için buradaki şüpheyi kaldırmaya uğraşmak boşunadır.
Soru: Yukarıdan beri belirtilen bu hüküm, büyük günahın tarifinin bilinmesinin muhal olduğuna dair delil getirmektir. Bu bakımdan tarifinin bilinmesi cihetiyle muhal olan birşey şeriatta nasıl vârid olur?
Cevap: Dünyada kendisiyle bir hükmün bağlı olmadığı herşeye müphemliğin karışması caiz ve mümkündür; zira teklif evi ancak dünya evidir. Sadece büyük günah ise, büyük günah olmajk hasebiyle dünyada onun hükmü yoktur. Bilakis hırsızlık, zina ve benzerleri gibi ceza gerektiren her günah isimleriyle bilinmektedir. Büyük günahın hükmü beş vakit namazın onun kefareti olmadığı şeylerdir. Bu ise âhiretle ilgili bir durumdur. Bu bakımdan buna müphemlik daha uygundur ki halk korku ve sakınma üzerinde olsun! Beş vakit namaza güvenerek küçük günahlara cüret etmesin!
Böylece büyük günahlardan korunmak da şu âyet mucibince küçük günahların kefareti olur:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz. (Nisâ/31)
Fakat büyük günahtan sakınmak, ancak kudret ve iradesiyle olursa, büyük günahın kefareti olur. Bir kadını elde edip onunla zina etmeye gücü yetip buna rağmen nefsini zinadan meneden, sadece bakmakla veya dokunmakla yetinen kimse gibi. . . Çünkü nefsini zinadan menetmek suretiyle mücâhede etmesi, tesir bakımından kalbinin tenvirinde onu karartmaya yeltenmesinden daha şiddetlidir. İşte kefaretlendirmenin mânâsı budur. Eğer kişi, kadınlarla cinsî münasebet kurmaktan aciz biri ise veya cinsî ilişki kurmaktan imtina etmesi ancak acizliğinden gelen mecburiyetten doğuyorsa veya kudreti olduğu halde, fakat başka bir şeyden korktuğu için imtina ederse, bu şekilde imtina etmesi asla günahının kefareti olmasına elverişli değildir. Kim tabiî olarak şarabı arzulamazsa, eğer şarab kendisine mübâh kılınmış olsa yine de onu içmez. Böyle bir kimsenin şaraptan sakınması, şarabın başlangıcı olan melâhileri ve sazları dinlemek gibi, şarap içmeye sevkeden küçük günahlara, şarap içmeyişi kefaret olmaz. Evet, şaraba ve sazları dinlemeye iştahı çeken, buna rağmen mücâhede yoluyla şaraptan nefsini alıkoyan, fakat saz ve cazları dinleyen bir kimsenin şaraptan nefsini menetmek suretiyle mücâhedesi, çoğu zaman kalbinden saz ve cazları dinlemek masiyetinden yükselen karanlığı siler.
Bu bakımdan bütün bu hükümler âhiretle ilgili hükümlerdir. Bunların bir kısmının şüphe mahallinde kalması caizdir. Bu takdirde şüphelilerden olur. Onun tafsilâtı ancak nass ile bilinir.
Nass ise halen vârid olmamıştır. Bütün cüzleri içine alan bir tarifde yoktur. Aksine çeşitli lâfızlarla vârid olmuştur; zira Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet eder ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Namaz, namaza kadar (olan günahların) kefaretidir. Ramazan'dan öbür Ramazan'a kadar (olan günahlar) a da Ramazan kefarettir. Ancak üç günahın kefareti olmaz: Allah'a ortak koşmak, Sünnetfi (Hazret-i Peygamberin yolunu) terketmek, meşrû bir sebep olmaksızın alışverişini bozmak. . . 30
Denildi ki: 'Sünneti terketmek ne demektir?'
Cevap olarak şöyle denildi: 'Sünnet ve cemaat ehlinin yolundan çıkmak, demektir'. Alış verişi bozmanın mânâsı ise 'Aralarında anlaşma yapıldığı halde kılıçla onun karşısına çıkıp kendisiyle harbetmek demektir' şeklinde yorumlanmıştır. Bu ve benzeri lâfızlar bütün âdetleri kapsayamaz ve bütün cüzleri içine alan bir tarife de delâlet etmez. Bu bakımdan mücmel ve mübhem kalması kaçınılmazdır.
İtiraz: Şahidlik ancak büyük günahlardan sakınan bir kimseden kabul edilir. Şahidliğin kabul edilmesi hususunda küçük günahlardan sakınmak şart değildir. Bu durum dünyanın hükümlerindendir.
Cevap: Biz şahidliğin reddedilmesini büyük günahlara tahsis etmiyoruz. Fakîhler arasında, melâhî aletlerini dinleyenin, ipekli giyenin, altın yüzük takanın, altın ve gümüş kaplarda yeyip içenin şahidliğinin kabul olmayışında ihtilâf yoktur. Oysa hiçbir kimse bu şeylerin büyük günahlardan olduğuna hükmetmemiştir.
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Hanefî mezhebinde olan bir kimse 'Nebiz' denilen içeceği içtiği zaman ona hadd tatbik ederim. Fakat onun şahidliğini reddetmem'.
Bu bakımdan Şâfiî, hadd (ceza) uygulamak suretiyle nebiz içmeyi büyük günah saymıştır. Fakat bundan ötürü şahidliği reddetmemiştir. Şâfiî'nin bu hükmü red veya kabul etmek bakımından şahidliğin, küçük veya büyük günahlar üzerinde döndüğüne delâlet eder. Bütün günahlar adalete olumsuz tesir ederler. Ancak gıybet, tecessüs, su-i zan, bazı sözlerde yalan, gıybet dinlemek, emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i an'il-münker'i terketmek, şüpheli malları yemek, evladına ve hizmetkârına küfretmek, öfkelendiğinde maslahattan daha fazla onları dövmek, zâlim sultanlara ikram etmek, fâcirlerle dostluk yapmak, aile ve çocuklarının dinî şeylerde muhtaç oldukları şeyleri onlara öğretmemek gibi âdetlerde zarurî olarak cereyan eden ve çoğu zaman insanın kurtulamadığı şeyler hariçtir; zira bunlar günahtır ve şahidlik yapan bir fâriıenin bunların azından veya çoğundan kurtulması tasavvur olunamaz. Ancak şahidlik yapan, ihtilâttan uzaklaşır, âhiret İşlerine kendisini adarsa, nefsiyle bir müddet mücâhede edip bilâhare ihtilât etmesine rağmen yine alâmet-i farikası üzerinde durabilir bir kimse ise hüküm değişir. Eğer sadece boyle olanın şahidliği kabul edilirse, o vakit böyle bir şahidin bulunması gayet zor olacaktır. Ahkâm ve şahidlikleri bâtıl olacaktır. İpekli giymek, çalgı aletlerini dinlemek, dama veya tavla taşlarıyla oynamak, içkicilerle beraber içki meclislerinde oturmak,31 nikâh düşen kadınlarla tek başına bulunmak ve bu küçük günahlara benzer günahlar bu türden değildir.
Bu bakımdan şahidliğin kabul veya reddedilişinde bu yolun benzerine bakmak uygundur, günahın küçük veya büyük olmasına değil! Sonra şahidliğinin reddine vesile olmayan bu günahlara devam ederse, muhakkak şahidliğin reddedilmesine tesir eder. Tıpkı gıybeti ve halkın şereflerine leke sürmeyi âdet eden bir kimse gibi. . . Fâcir kimselerle oturmak, onlarla dost olmak da böyledir. Küçük günah, devamlılık yüzünden, büyür. Nitekim mübâh birşeyin, devamlılık yüzünden küçük günaha dönüştüğü gibi. . . Satranç oynamak, mübâh şiirleri daimî bir şekilde terennüm etmek, küçük günaha dönüşen şeyler mubahın misalidirler. (Satrançla oynamak, Şâfiî'ye göre mekruh, başka imamlara göre bazı şartlarda hai'am Nevevî 'Eğer namazın geçmesine sebep olursa veya şartla oynanırsa satrançla oynamak haramdır. Eğer bu durum yoksa, Şâfiî'ye göre mekruh, diğer imamlara göre haramdır' demiştir) , işte bunlar, küçük ve büyük günahların hükmüdür!
19) İmâm-ı Ahmed, Hâkim
20) İmâm-ı Ahmed, Hâkim
21) Müslim, (Abdullah b. Amr el-As'tan)
22) Allah'a şirk koşmak, Allah'ın yardımından ümitsiz olmak, rahmetinden ümit kesmek ve azabından emîn olmak!
23) Allah'a şirk koşmak, evli kadına iftira atmak, Mü'mini öldürmek, savaştan kaçmak, sihirbazlık, faiz ve yetim mah yemek!
24) Ayrıca Mescid-i Haram'da ilhâd yapmak, anne ile babaya karşı gelmekten dolayı ağlamaları da eklenmiştir,
25) Kut'ul-Kulûb
26) Deylemî, İmâm-ı Ahmed ve Ebû Davud
27) Daha. önce geçmişti.
28) Taberârıî, Evsat
29) Ukaylî, Zuafa; Ebû Bekir b. Lâl, Mekârim'u1-Ahlâk
30) Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)
31) İçki meclisinde içkicilerle beraber oturmanın küçük günahlardan olduğu nakledilmiş ve İmâm Rafı ile İmâm Nevevî de bu hükmü takrir etmişlerdir. (İthâfu's-Saâde, VIII/545) .
Dünya'daki Sevaplara ve Günahlara Göre Âhiret'te Verilecek Mükâfat ve Cezalar
Dünya mülk ve şehâdet âlemindendir. Âhiret gayb ve melekût âlemindendir. Dünyadan gayem; senin ölümden önceki halindir.
Âhiretten gayem; ölümden sonraki halindir. Bu bakımdan senin dünya ve âhiretin, sıfatların ve durumlarındır. O sıfat ve durumların yakınma dünya, uzağına âhiret adı verilir. Biz şimdilik ahiretteki dünyadan bahsedeceğiz. Çünkü biz şu anda dünyada konuşuyoruz. Dünya mülk âlemindendir. Bizim gayemiz, âhireti izah etmektir. O da melekût âlemindendir. Oysa melekût âlemini mülk âleminde izah etmek, ancak darb-ı mesellerle mümkündür.
Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları ancak âlimler anlar. (Ankebut/43)
Bunun hikmeti şudur: Melekût âlemine nisbeten, mülk âlemi uykudur. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar. 32
Yakaza (uyanıklık) halinde olacak birşey, uyku halinde sana gerçek manâsıyla tebeyyün etmez. Ancak darb-ı mesellerle tebeyyün eder. Böylece âhiretin uyanıklık halinde olan birşey de dünya uykusunda vuzuha kavuşmaz. Ancak darb-ı mesellerin çokluğu zımnında olursa Mü'minin kalbi Rahmân olan Allah'ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. 33
Bu, ancak âlimler tarafından düşünülebilen misaldir. Cahilin anlayışı ise, misâlin zahirini geçmez. Çünkü tevil diye adlandırılan tefsirin cahilidir. Nitekim rüya âleminde görülen misallerin tefsirine tâbir adı verilir. . Bu bakımdan cahil kişi Allah'a el ve parmak isnâd eder. Oysa Allahü teâlâ onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir.
Böylece Hazret-i Peygamberin Allahü teâlâ, Âdem'i sureti üzerine yarattı' hadîsindeki suretten ancak renk, şekil anlar ve Allah'a bunların benzerini isnâd eder! Oysa Allah onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir. Bundan ötürüdür ki ilâhî sıfatlarda, hatta kelâm sıfatında kayan kaymıştır. Onlar, kelâmın savt (ses) ve harf olduğunu sanmışlar, diğer sıfatlarda da kaymışlardır. Buradaki söz oldukça uzar.
Böylece âhiret hakkında da darb-ı meseller vârid olur. Dinden çıkanlar onu yalanlar. Çünkü onların nazarları misalin zahiri üzerinde donakalmıştır. O misal onlara mütenakız görünür. Hazret-i Peygamberin şu hadîs-i şerîfi:
Kıyâmet gününde ölüm, beyaz veya siyah-beyaz bir koç suretinde getirilir ve kesilir. 34
Ahmak mülhid, hücum ederek bunu yalanlar. Bununla, peygamberlerin (hâşâ) yalanma istidlâl eder ve şöyle der: 'Sübhanallah! Ölüm arazdır. Koç cisimdir. Araz nasıl cisim olabilir? Böyle olması muhalden başka ne olabilir'. Fakat Allahü teâlâ bu ahmakları sırların marifetinden azlederek uzaklaştırmış ve şöyle buyurmuştur:
Bunları ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)
Miskin bilmiyor ki 'Ben rüyamda gördüm ki bir koç getirildi ve 'Bu koç memlekette bulunan veba hastalığıdır' denildi ve 'o koç kesildi' diyen kimseye, rüyayı tâbir eden 'Doğru söyledin. Durum senin gördüğün gibidir dedi.
Bu rüya veba hastalığının sonunun geldiğine, hiçbir zaman o memlekete dönmeyeceğine; zira kesilenden ümidin kesildiğine delâlet eder. Durum bu iken, rüya tabircisi o rüyayı tasdik etmekte doğrudur. Rüyayı gören de rüyasında doğrudur. Bunun hakîkati şuraya dönüşür. Rüyaları sevk ve idare eden o kimsedir ki uyku çağında ruhları 'Levh-i Mahfuz'daki hakikatlere muttali kılar. Ruh'a beyan ettiği bir misalle Levh-i Mahfuz dekini ruha öğretir. Çünkü uyuyan bir kimse ancak misali anlayabilir. Bu bakımdan onun misali doğrudur. O misalin mânâsı da sıhhatlidir.
Öyleyse peygamberlerin de dünyada konuştukları insanlar, ahire te nisbetle uykudadırlar. Dünya âhirete nisbeten uykudur. Bu bakımdan peygamberler, mânâları insanların anlayışlarına misallerle yaklaştırırlar.
Bu da Allah'tan bir hikmet ve kullarına bir lütuf, kulların misal vermeksizin idrâk etmelerinden aciz oldukları şeylerin idrâk edilmesini kolaylaştırmak içindir. Bu bakımdan Hazret-i Peygamberin 'Ölüm, beyaz bir koçun suretinde getirilir' sözü bir misaldir. Bu misali, âhirette ölümden ümidin kesileceğini anlayışlara yaklaştırmak için beyan buyurmuştur. Kalpler misallerden etkilenecek şekilde, misaller vasıtasıyla mânâların yerleşeceği şekilde yaratılmıştır. Bunun ötürü Kur'ân, kudretin en son haddini belirtmek maksadıyla şöyle demiştir:
Ona sadece ol der, o da oluverir. (Yâsin/82)
Hazret-i Peygamber de 'mü'minin kalbi Rahmân'ın parmaklarından ikisinin arasındadır' sözüyle kalbin süratle değiştirilmesini ifade etmiştir. Biz bunun hikmetine, ibâdetler bölümünde, akidelerin kaideleri bahsinde işaret etmiştik. Bu bakımdan şimdilik asıl konumuza dönelim.
Hedefimiz, derece ve derekeleri, hasenat ve seyyiat üzerine tevzi etmenin tarifidir. Bu da ancak misalleri beyan etmek suretiyle mümkün olur. Bu nedenle beyan edeceğimiz misallerden sûretler değil de mânâlar anlaşılmalıdır. Öyleyse deriz ki: İnsanlar âhirette birçok sınıflara ayrılırlar. Saadet ve şekavet hususunda derece ve derekeleri hesaba gelmeyecek şekilde değişiktir.
Nitekimdünyanın saadet ve şekavetinde farklı oldukları gibi. . . Âhiret, bumânâda, asla dünyadan ayrılmaz; zira mülkün (dünya) ve melekûtun (âhiret) müdebbiri (tedbir edicisi) birdir, onun ortağı yoktur.
Onun ezelî iradesinden sâdır olan yolu değiştirilmez. Ancak bizimderecelerin kısımlarını saymaktan aciz olmamız, cinslerin durumunu izah etmekten âciz olduğumuz anlamına gelmez. Bu bakımdan deriz ki: İnsanlar, âhirette, zarurî olarak dört kısma ayrılırlar:
1. Helâk olanlar
2. Azaba dûçar olanlar
3. Kurtulanlar
4. Zaferyâb olanlar
Bunun dünyadaki misali şudur: Bir padişah bir ülkeyi zaptederse, halkından bazılarını öldürür. Bunlar helâk olanlardır. Bazılarına bir müddet işkence eder, onları öldürmez. Onlar azap çekenlerdir. Bazılarını da serbest bırakır. Bunlar kurtulanlardır ve bazılarına da hediyeler verir. Bunlar da zaferyâb olanlardır. Eğer padişah âdil ise, onlara bu taksimi ancak müstehak olduklarından ötürü tatbik eder. Sadece padişahlığa müstehak olduğunu inkâr edeni öldürür. Devletin esasında kendisine zıt davrananı öldürür. Padişahlığını ve yüce derecesini itiraf etmekle beraber hizmetinde kusur edene ceza verir. Padişahlığın mertebesini itiraf edeni, kendisine karşı bir suçu olmayanı serbest bırakır. Çünkü hizmet etmemişti ki ona hediye verilsin. Hediyeyi ancak hayatını hizmet ve yardımında tüketene verir. Sonra zaferyâb olanların hediyelerinin de hizmetteki derecelerine göre çeşitli olması, helâk olanların helâk edilmesi de ya boyunlarının kesilmesi suretiyle hakikî olacak veya inaddaki derecelerine göre azalarının kesilmesiyle ceza verilecektir. Azaba dûçar olanların hiffet ve şiddetinde, müddetin uzunluk veya kısalığında, nevilerin birliğinde ve değişikliğinde, kusur derecelerinin nisbetinde olmalıdır.
Bu bakımdan bu mertebelerin her biri sayılmayacak ve inhisar altına alınamayacak kadar çok derecelere ayrılır. Böylece bil ki insanlar âhirette bu tarzda çeşitli derecelere sahiptirler; kimi helâk olur, kimi bir müddet azap çeker, kimi kurtulur selâmet evinde olur, kimileri de zaferyâb olurlar. Zeferyâb olanlar da Adn cennetlerine yerleşenler, Me'vâ cennetlerine veya Firdevs cennetine yerleşenlere taksim olunurlar. Azap çekenler de, az azap çeken, bin sene veya yedibin sene azap çeken kısımlara ayrılır. 35 Yedi bin sene azap çeken, hadîste vârid olduğu gibi, cehennemden en son çıkan kimsedir.
Helâk olan ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz bulunan kimselerin de dereceleri değişik olur. Bu dereceler, ibadetler ve günahlar hasebiyle değişir. Bu nedenle bu derecelerin günahlar ve ibâdetler üzerine tevcih edilmesinin keyfiyetini zikredelim:
Birinci Mertebe Bu mertebe helâk olanların mertebesidir. Helâk olanlardan gayemiz, Allah'ın rahmetinden ümitsiz olanlardır; zira daha önce belirttiğimiz misalde padişahın öldürdüğü kimse, padişahın rızasından ve ikramından ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan misalin mânâlarından gâfil olma! Bu durum inkârcılar, hakikatten yüz çevirenler ve sadece dünyaya yönelenler, Allah'ın peygamberlerini ve kitablarım yalanlayanlar içindir; zira uhrevî saadet Allah'a yakınlık ve O'nun cemâline bakmaktadır.
Bu ise îman ve tasdik diye isimlendirilen marifetle elde edilebilir. İnkâr edenler münkirlerin ta kendileri, yalanlayanlar da ebediyyen Allah'ın rahmetinden ümitsiz olanların ta kendileridir. Onlar o kimselerdir ki âlemlerin rabbinî ve gönderdiği peygamberlerini yalanlarlar. Onlar o günde rablerinden perdelenirler. Mahbubundan perdelenen herkesin, arzuladığı ile arasına bir perde gerildiği muhakkaktır. Böyle bir kimse, şüphe yoktur ki ayrılık ateşiyle cehennem ateşini yakar. Bunun için ârifler şöyle demişlerdir: 'Bizim korkumuz cehennem ateşinden değil! Bizim ümidimiz, elâ gözlü cennet kadınları için değil! Bizim maksadımız Allah ile mülâki olmaktır. Bizim kaçışımız sadece Allah ile kul arasında giren perdedendir.
Denilmiştir ki: 'İvaz karşılığında Allah'a ibâdet eden bir kimse leîmdir'. Cennetin talebi veya cehennem ateşinin korkusu için Allah'a ibâdet etmek gibi. . . Oysa ârif bir kimse Allah'a, Allah'ın zati için ibâdet eder. Sadece onun zatını arzular. Elâ gözlü kadınlar ve cennet meyvelerine gelince, bazen onları arzu etmez. Ateşe gelince, bazen ondan sakınmaz; zira ayrılık ateşi kendisim kapladığı zaman, bazen cisimleri yakan ateşi mağlup eder. Muhakkak ayrılık ateşi Allah'ın ateşidir ki tutuşturulmuştur. Öyle ki onun acısı kalplere işler. Cehennem ateşi ise, cisimlerle beraber vardır. Cisimlerin elemi, kalbin elemine nisbetle hafif sayılır. Bunun için şair şöyle demiştir:
Aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur!
Bunun âhiret âleminde olacağını inkâr etmek uygun değildir; zira dünya âleminde bunun gözle görülen benzeri vardır. Çünkü kendisine vecd hali gelen bir kimse ateşe girer. Kesilmiş ve yaralayıcı kamış köklerine basar. Buna rağmen kalbindeki aşkın şiddetinden bu elemi hissetmez. Bazen görürsün ki öfkeli bir insana savaşta öfke öyle galebe çalar ki ona birkaç yara isabet eder. Buna rağmen o, onları hissetmez. Çünkü öfke kalpte bir ateştir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Öfke ateşten bir parçadır. 36
Kalbin yanması, bedenin yanmasından daha şiddetlidir. Gördüğün gibi şiddetlisi hafifte meydana gelen hissi iptal eder. Bu bakımdan ateşle ve kılıçla helâk olmak, ancak iki cüz'ü ayırmak bakımından helaktir. O ayrılan cüzler cisimlerde mümkün olan birleştirme bağıyla âhirette birbirine bağlanır. Bu bakımdan kalp ile kendisine bağlı bulunan, hem de cisimler arasındaki bağlantıdan daha sağlam bir bağ ile bağlı bulunan sevdiğinin arasına ayrılığı sokan ateş, elem bakımından daha şiddetlidir. Eğer sen basiret ve hâl ehli isen bunu bilirsin. Kalp ehli olmayan bir kimsenin bu elemin şiddetini idrâk etmemesi ve bedenin elemine nisbeten hafif sayması uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan çocuk, top ve çelik çomaktan mahrum edilmek elemiyle, saltanattan mahrum edilmek elemi arasında muhayyer bırakılırsa, asla saltanattan mahrum olmanın elemini hissetmez. Bunu elem bile saymaz ve şöyle der: 'Topla beraber sahada koşmak, benim için üzerinde oturmakta olduğum, saltanatın bin tahtından daha sevimlidir'.
Mide şehvetine mağlup olan bir kimse 'Herise ve Helva' ile düşmanlarının kahrına ve dostlarının sevinmesine vesile olan güzel bir fiilin yapılması arasında muhayyer bırakılırsa, muhakkak Herise ve Helva yemeyi tercih eder. Bütün bunlar, varlığıyla mertebe sevgisini gerektiren durumun yokluğu ve yemeğin lezzetini gerektiren durumun mevcut olması sebebiyledir. Bu da hayvanî ve yırtıcı sıfatların kölesi olan, âlemlerin rabbine yaklaşma zevkini tatmayan, melekî sıfatlardan mahrum olan bir kimse için sözkonusudur. Tadın dile, duymanın kulağa, görmenin göze mahsus olduğu gibi, bu sıfatlar da yalnız kalbe mahsustur. Bu bakımdan kalp ehli olmayan bir kimsenin bu hissi yoktur. Tıpkı duymayan ve görmeyen bir kimse için nağmelerin, güzel suretlerin ve renklerin zevkinin sözkonusu olmadığı gibi. Her insan için kalp ehli olması şart değildir. Eğer her insan için şart olsaydı o vakit şu ayetin hükmü sahih olmazdı:
Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir ihtar (bir ibret dersi) vardır. (Kaf37)
Bu bakımdan Allahü teâlâ, Kur'ân ile ibret almayan bir kimseyi kalpten yoksun kabul etmiştir. Kalpten gayem; göğüsteki kalp değildir. Bundan gayem emir âleminde olan sırdır. O sır, öyle bir sırdır ki yaratma âleminden olan et parçası onun tahtı, göğüs onun kürsüsü, diğer azalar onun memleketidir. Yaratma ve emrin tamamı Allah'ındır. Fakat kalp öyle bir sırdır ki Allahü teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur: .
Bir de sana Ruh hakkında (Ruh'un hakikatinden) soruyorlar. De ki: 'Ruh, rabbimin ermindendir. (İsra/85)
Emir ve padişah Allah'tır. Çünkü emr ile yaratma âlemi arasında bir tertip vardır. Emr âlemi, halk âleminin emridir Kalp öyle latif bir şeydir ki o ıslah olduğu zaman, bedenin tümü de ıslah olur. Onu bilen nefsini bilir. Nefsini bilen rabbini bilir. Kul, bundan peygamberin şu hadîs-i şerifinin altında saklanan mânânın kokularının başlangıçlarını sezer: 'Allah, Âdem'i sureti üzerinde yarattı'.
Allahü teâlâ, bu hadîsin lâfzını zahirine hamledenlere ve te'vil yolunda zorluk çekenlere rahmet nazarıyla bakmıştır. Fakat lâfza hamledenlere olan rahmeti, tevilde zorluk çekenlere olan rahmetinden daha fazladır. Çünkü rahmet, musibete göre verilir. Onların musibeti, tevil edenlerin musibetinden daha fazladır. Her ne kadar iki sınıf da emrin hakîkatma varamamak musibetinde ortak iseler de. . . Hakîkat Allah'ın faziletidir, dilediğine verir. Allah büyük fazilet sahibidir. Hakîkat Allah'ın hikmetidir, dilediğine tahsis eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona bol hayır ihsan edilmiştir.
Biz hedefimize dönelim; zira ipi oldukça gevşettik. Bu kitapta maksadımız olan muamele ilimlerinden daha yüksek olan bir şeyde sözü oldukça uzattık. Bu bakımdan anlaşılmıştır ki; helâk olma, ancak yalanlayan cahiller için sözkonusudur. Bunun Allah'ın kitabından ve Hazret-i Peygamberin sünnetinden delili hasr altına girmeyecek kadar çoktur. Bunun için biz o delilleri burada zikretmedik.
İkinci Mertebe
İkinci mertebe azap görenlerin mertebesidir. Bu mertebe, îmanın esası ile süslenen bir kimsenin mertebesidir. Fakat bu kimse îmanın gereğini yapmakta kusur etmiştir; zira îmanın başı Tevhîdedir. Tevhîd de Allah'tan başkasına ibâdet etmemektir. Kim hevâsının peşinde giderse o, hevâsını ilâh edinmiştir. O, hakikatte değil, diliyle muvahhid (birleyici) dir.
'Lâ ilâhe illâllah' demenin gerçek mânâsı şu ayetin kasdettiği şeydir:
Allah de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. (En'âm/91)
Bu, Allah'tan başka her şeyi tamamen terketmek demektir.
Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner, (Fussilet/30)
Sırat-ı Müstakim ki Tevhîd ancak onun üzerinde istikametli olmakla kemâle erer. O sırat-ı müstakim kıldan daha ince, kılıçtan daha keskindir. Âhirette vasfedilen sırat gibidir. Az da olsa hiçbir insan istikametten inhiraf etmek meylinden kurtulamaz; zira az bir fiilde olsa dahi, hevâ-i nefse tâbi olmaktan kurtulamaz. Bu ise Tevhîd'in kemâline zarar verir. Sırat-ı müstakim'den sapması nisbetinde bir zarar uğrar. Şüphesiz bu durum Allah'a yaklaşmak derecelerinde eksikliktir. Her eksiklikte de iki ateş vardır:
1. Noksanlık ile oluşan ve kemâli elden kaçıran ayrılık ateşi.
2. Kur'ân'ın vasıflandırdığı gibi cehennem ateşi.
Bu bakımdan sırat-ı müstakimden inhiraf eden herkes, iki defa azaba dûçar olur. Fakat o azabın şiddeti ve müddetin uzunluğuna göre değişik olması iki şeyden dolayıdır. O şeylerden biri îmanın kuvvet ve zafiyetidir. İkincisi hevâ-i nefse çok veya az tâbi olmaktır. Birçok durumda insanların hiçbiri bu iki durumdan kurtulamadığı için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)
Bu sırra binaen selef demiştir: 'Korktuk! Çünkü kesinlikle bildik ki bizler ateşe varacağız!' Kurtuluş hakkında ihtilâf vardır. Hatta bazıları, 'Çakan şimşek gibi ateşin üstünden geçer, hiç ateşte kalmaz. Bir an ile yedi bin sene arasındaki gün, hafta, ay ve diğer müddetler ve çeşitli dereceler vardır' demişlerdir. Azabın şiddeti hakkındaki ihtilâf şöyledir: En yüksek azabın sonu yok. Azabın en azı hesapta sorguya çekilmektir. Nitekim padişah, kusur edenleri bazen sorguya çekmek suretiye azarlar, sonra affeder. Bazen kamçı ile döver. Bazen azabın diğer bir çeşidini tatbik eder. Azabın müddet ve şiddetinden başka çeşitlerin ihtilâfı diye üçüncü bir ihtilâf daha vardır; zirâ sadece malının müsaderesiyle azaba dûçar olan bir kimse malının alınması, evlâdının öldürülmesi, hareminin mübâh kılınması, akrabalarına azâb edilmesi, vurulması, dilinin, elinin, burnunun, kulağının ve öteki uzuvlarının kesilmesiyle tâzib edilen gibi omaz. Bu ihtilâflar âhiret azabı hakkında da olmuştur. Şeriatın kesin delilleri buna delâlet etmektedir. Bu, îmanın kuvvet ve zafiyetinin ihtilafına, ibâdetlerin çokluk ve azlığını, günahların çokluk ve azlığına göre değişir.
Azabın şiddetine gelince, bu günahların çirkinliğinin şiddet ve çokluğuna göredir. Azabın çokluğu günahın çokluğuna bağlıdır. Azabın çeşitlerinin değişmesi, günah çeşitlerinin değişmesine bağlıdır. Bu durum kalp erbabına, Kur'ân'ın delileri ve îman nuruyla görünür.
Allahü teâlâ'ınn şu ayetleriyle bu mânâ kastedilmektedir.
Rabbin hiçbir zaman kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)
Bugün her hefis, kazandığıyla cezalandırılacaktır. (Mü'min/17)
İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)
Artık kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür, (Zilzâl/7-8)
Bunlardan başka, Kur'ân ve Sünnet'te, ceza ve mükâfatın ameller üzerine terettüp ettiğini belirten daha nice deliller vardır. Bütün bunlar adalettir. İçinde zulüm yoktur. Af vemerhamet tarafı daha kuvvetlidir; zira Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamberin naklettiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: 'Rahmetim gazabımı geçmiştir'37
Zerre miktarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfaat verir, (Nisâ/40)
Mâdem ki durum budur, derece ve derekelerin sevaplara ve günahlara bağlanmasından ibaret olan bu küllî hükümler, şeriatın kesin delilleriyle ve marifetin nuruyla malûmdurlar.
Tafsilâta gelince, bu ancak zanla bilinir. Bunun istinad ettiği delil, haberlerin zahirleri ve ibret gözüyle görmenin nurlarından alman bir nevi tecrübedir.
Sonuç olarak deriz ki; îmanın esasını kuvvetlendiren, bütün büyük günahlardan kaçan, bütün farzları güzelce edâ eden -buradaki farzlardan gayem beş rükündür- kendisinden küçük günahlar ancak müteferrik olarak sâdır olup onlarda ısrar etmeyen bir kimsenin azabının sadece hesapta sorguya çekilmekten ibaret olacağı düşünülebilir. Çünkü bu kimse hesaba çekildiği zaman, sevabları günahlarına ağır basar; zirâ hadîslerde vârid olmuştur ki; 'Beş vakit namaz, cuma namazı ve Ramazan orucu, aralarında vâki olan günahları kefaretleridirler'.
Böylece büyük günahlardan korunmak da Kur'ân nassının hükmüne göre, küçük günahların kefareti olur. Kefaretlendirmenin en az dereceleri -eğer hesabı kaldırmazsa- azabı kaldırmaktır. Hali böyle olan herkesin sevabı ağır basar. Bu bakımdan terazide rüçhanın belirmesinden ve hesaptan sonra, kişinin iyi bir maişet içerisinde bulunması uygundur. Evet! Onun 'ashâb-ı yemîn'e veya Allah'ın dergâhına yaklaştırılmış mukarreblere iltihakı, Adn cennetlerine konması veya en yüce Firdevs'te yer alması ne güzel birşeydir. İşte bunun gibi îmanın sınıfları da tedkik edilir. Çünkü îman iki çeşittir; Biri halk tabakasının îmanı gibi taklidî imandır ki bunlar dinlediklerini tasdik edip bu inanç üzerine devam ederler.
Bir de keşfi îman vardır ki Allah'ın nuruyla açılan göğüste olur. Bu imanda bütün varlık olduğu gibi keşfolunur ve görülür ki hepsinin dönüşü Allah'adır. Çünkü varlık aleminde Allah'tan, sıfat ve fiillerinden başka birşey yoktur. 38
İşte bu sınıf, mukarreblerin (yaklaştırılmış kimselerin) en yüce Firdevs*® konanların ta kendisidir. Onlar mele-i a'lâ'ya (en yüce cemaate) gayet yakındırlar. Bunlar da birçok sınıfa ayrılırlar. Bazıları (hayırlar hususunda) herkesin önünde olan Sâbikûn'dur. Bazıları derece bakımından bunlardan daha aşağıdır. Bunların arasındaki fark, Allah'ın marifetindeki farklılıklarına göredir. Allah'ın marifetinde ârif olanların dereceleri inhisar altına alınamayacak kadar büyüktür. Zira Allahü teâlâ'ınn celâlinin künhünü ihâta etmek mümkün değildir. Marifet denizinin derinliği sonsuzdur. Ancak dalgıçlar, kuvvetleri nisbetinde oraya dalarlar. Ezelde kendilerine takdir edilen yere kadar giderler, Bu bakımdan Allah'a giden yolun konaklarının sonu yoktur! Allah yolunun yolcularının dereceleri nihayetsizdir.
Taklidî bir îman ile îman edene gelince, o da ashâb-ı yemin'dendir. Ancak onun derecesi mukarreb kimselerin derecesinden aşağıdır. Onlar da çeşitli derecededirler. Ashâb-ı yeminin derecelerinin en yücesi, mukarreblerin derecelerinin en düşüğüne yaklaşmasıdır. Bu durum, bütün büyük günahlardan sakınan, farzların tamamını yapan kimsenin durumudur. Farzlardan gayem; kelime-i şahadeti söylemek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmekten ibaret olan beş rükündür. Bir veya birkaç büyük günah işleyen veya İslâm'ın bazı rükünlerini ihmal eden bir kimseye gelince, eğer bu kimse eceli yaklaşmadan önce nasûh (kesin) bir tevbe eli tevbe ederse, büyük günah işlemeyenler safına iltihak eder. Çünkü günahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidir. Yıkanmış elbise, kirlenmemiş elbise gibidir.
Eğer bir kimse tevbe etmeden ölürse, bu durum tehlikeli bir durumdur. Zira günahta ısrar ettiği halde ölen bir kimsenin, ölüm sırasında çoğu zaman îmanı sarsılır. Dolayısıyla kötü sonuca uğrar. Hele îmanı taklidî ise bu durum kaçınılmaz olur. Çünkü taklidî îman, her ne kadar kesin ise de az bir şüphe ve hayal ile dağılmaya mahkumdur. Basiret sahibi ârif kişinin ise, bu kötü sondan korkması gerekmez. Bunların ikisi de îman üzerine ölseler dahi, azap görürler. Ancak Allahü teâlâ hesap hususundaki sorgu azabından fazla olan azabı affederse durum değişir. Cezanın müddet bakımından çokluğu, günahta ısrar etme müddetinin çokluğuna göredir. Şiddetinin çokluğu ise büyük günahların çirkinliğine göredir. Çeşidin değişikliğinin çokluğu ise, günahların sınıflarının değişmesine göredir. Azap müddeti bittikten sonra taklidçi halk kitlesi, ashâb-ı yemîn'in derecelerine ulaşırlar. Basiret sahibi ârifler de İlliyyînin en yüce derecesine yükselirler. Ateşten en son çıkan kimseye bile dünyanın on misli verilir. 39
Buradaki gayenin cisimlerin etrafını ölçmekle takdir edildiğini zannetme. Bu bir fersaha karşı iki veya on fersaha karşı yirmi fersah vermek gibi değildir. Çünkü bu, darb-ı meselin yolunu bilmemezlikten gelen bir cehalettir. Belki hadîsteki ifade şu söz gibidir: Ondan bir deve aldı. Ona on mislini verdi! Deve on dinara eşitti. Yüz dinar verdi. Eğer buradaki misilden ancak tartıda ve ağırlıktaki misli anlamış olursa, hiçbir zaman yüz dinar, eğer terazinin bir kefesine, deve de diğer kefesine konursa devenin binde biri olamaz. Belki bu muvazene, cisimlerin mânâları ile ruhlarının muvazenesidir. Şahıs ve heykellerinin muvazenesi değildir. Çünkü deve uzunluğu, ağırlığı, eni için istenmez, mal olduğundan dolayı istenir. Bu bakımdan onun ruhu maliyettir.
Onun cismi ise, et ile kandan ibarettir. Yüz dinar, cismanî tartıyla değil ruhanî tartıyla onun on mislidir. Bu tevi, altın ve gümüşün malhi ruhunu bilen bir kimsenin nezdinde doğrudur.
Eğer ona, ağırlığı bir miskal ve kıymeti yüz dinar olan bir cevher verse ve 'Onun on mislini verdim!' dese, doğru söylemiş olur, Fakat onun doğruluğunu ancak cevherden anlayanlar biirler. Zira cevherlik ruhu sadece görmekle idrâk edilmez. Görmenin ötesinde bulunan bir seziyle bilirnir. Bu sırra biaen çocuk bunu yalanlar, köylü ve göçebe de yalanlar ve derler ki: 'Bu cevher ancak bir atştır. Onun ağırlığı bir miskaldir. Devenin ağırlığı bir milyon miskaldir. '
Bu bakımdan onların gözünde o kişi 'Ben ona on misiini verdim' demekle yalan söylemiştir. Oysa hakikatte yalancı çocuktur. Ancak çocuğun nezdinden bu tahkike ulaşmanın yolu yoktur. Ancak bâliğ olup kemâle erince bunu anlar. Kabinde cevherlerin ve diğer maların ruhlarını idrâk eden nurun oluşumundan sonra bunu anlayabilir. O zaman doğruluk ona görünür. Arif kişi. Hazret-i Peygamber'in şu muvazenedeki doğruluğunu eksik olan mukallide hakkıyla anlatmaktan acizdir.
Zira Hazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) 'Cennet göklerdedir' dediği haberlerde vârid olmkuştur. Oysa gökler de dünyayadır bu bakımdan dünyanın on misli kadar olan şey nasıl dünyada olabilir? İşte bu bâliğ bir kimsenin o muvazeneyi çocuğa anlatmaktan aciz olması gibidir. Yine bedevîye anlatılması da bunun gibidir. Nasıl ki cevherci, bedevî ve köylüye ve muvazeneyi anlatmak zorluk çekiyorsa, ârif bir kimse de şu muvazene hususunu anlatmak için ahmak ve eblehle uğraştığından ötürü merhamete muhtaçtır. Bunun için Hazret-i Peygamberk (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.
Üç sınıfa merhamet ediniz:
1. Cahiller arasında kalan âlime,
2. Bir kavmin zengini iken fakir düşen kimseye,
3. Bir kavmin azîzi iken zelîl olan kimseye!40
Peygamberler ümmetin arasında insanların aklının kusurundan ötürü imtihan olarak çekmiş oldukları zorluklardan dolayı merhamete lâyıktırlar. Allah bu durumu onları denemek için ve rir. Bu bir beladır. Ezelî kaza ve kader peygamberlere bu belayı yüklemiştir,
Belâ önce peygamberlere, sonra velî kullara, sonra dinî bakımdan en önde olanlara verilir. 41
Buradaki belanın Hazret-i Eyyûb'un belâsı gibi, olduğunu sanma. 42 Hazret-i Eyyûb'un belâsı bedene verilen beladır. Nûh'un (aleyhisselâm) belâsı da büyük belalardandır. Zira Nûh (aleyhisselâm) öyle bir cemaatla müptelâ oldu ki onları Allah'a çağırması, onları daha da azdırır ve kaçırırdı.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bazı insanların sözlerinden rahatsız olduğu zaman şöyle demiştir: ' Allah-ü Teâlâ kardeşim Musa'ya rahmet etsin. O bundan daha fazlasıyla eziyet gördü. Buna rağmen sabretti'. 43
Öyle ise peygamberler inkârcılarla mübtelâ olmaktan uzak değildirler, velî ve âlim kullar da cahillerle mübtelâ olmaktan uzak olamazlar. Bunun için velî kullar eziyetlerin ve belaların çeşitlerinden çok az kurtulurlar. Memleketten çıkartılmak, sultana ihbar edilmek, küfür ve dinden çıktı diye aleyhlerinde şahitlik edilmek ve (daha neler neler) . . . Marifet ehlinin, cahiller katında kâfirlerden sayılması normaldir. Nitekim kocaman bir devenin karşılığı olarak küçücük bir mücevher alan bir kimsenin cahiller yanında malını zayi eden israfçılardan sayılmasının vâcib olduğu gibi. . .
Bu incelikleri bildiği zaman, Hazret-i Peygamberin 'Ateşten en son çıkan kişiye, dünyanın on misli mülk verilir' hadîsine îman et! Sakın sadece gözle görülen, duygularla idrâk edilen şeyleri tasdik etmekle kalma! Kalma ki iyi ayaklı merkep mesabesinde olmuş olmayasm! Çünkü merkep de beş duyuya sahip olmakta seninle ortaktır. Sen ancak ilâhî bir sır ile ki o sır göklere, yere ve dağlara arzolundu, onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular merkepten ayrılırsın. Bu bakımdan duyular âleminin dışında olanları seni merkep ve diğer hayvanlardan ayıran o sır sayesinde öğrenebilirsin. Öyle ise ondan gâfil kalan, onu muattal veya tamamen ihmal eden, hayvanların derecesiyle kanaat getiren, hisle duyulanların ötesine geçmeyen kimse nefsini helâk etmiş, bunlardan yüz çevirmek suretiyle onları unutmuştur. Bu bakımdan siz, Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah tarafından nefisleri kendilerine unutturulmuş kimseler gibi olmayınız. Öyleyse ancak duyularla idrâk edileni bilen herkes, Allah'ı unutmuştur. Zira Allah'ın zatı, bu âlemde beş duyu ile idrâk olunmaz. Her kim Allah'ı unutmuşsa, şüphesiz Allah ona kendi nefsini unutturmuştur. O, hayvanlar mertebesine inmiştir. En yüce ufuklara terakki etmeyi terketmiştir.
Allahü teâlâ’nın kendisine emanet ettiği emanete hainlik yapmış ve kendisine vermiş olduğu nimetlerini inkâr etmiş, dolayısıyla azabına mâruz kalmıştır. Ancak bu kimse hayvandan daha kötü durumdadır. Çünkü hayvan ölümle kurtulur. Bunun ise yanında emanet vardır. Şüphesiz emanet sahibine geri verilmelidir. Bu bakımdan emanetin dönüşü Allah'adır. O emanet pırıl pırıl parlayan güneş gibidir. Ancak şu fâni bedene inmiş ve onda kaybolmuştur. Şu fâni beden harap olduğu zaman, güneş batıdan doğacak, yaradanma dönecektir. Ya simsayah ve tutulmuş halde veya pırıl pırıl parladığı halde dönecektir. Pırıl pırıl parlayan güneş rubûbiyet huzurundan perdelenmiş değildir. Kararmış güneş de o huzura dönüş yapar. Zira dönüş noktası hepsi için o huzurdur. Ancak bu kararmış güneş, a'lâ-yı illiyyîn tarafından, başı esfel-i sâfilîne doğru eğilerek dönüş yapar.
Rablerinin huzurunda başlarını öne eğmiş; 'Rabbimiz, gördük, işittik, bizi geri döndür sâlih amel yapalım; artık kesin olarak inandık!' demekte olan suçluları bir görsen!
(Secde/12)
Böylece Allahü teâlâ onların katında olduklarını belirtmiştir. Ancak onların başları eğiktir. Yüzleri enseleri tarafına dönmüş, başları aşağıya eğilmiştir. Bu hüküm Allahü teâlâ’nın tevfîkinden mahrum ettiği ve yoluna hidayet etmediği bir kimse hakkında ilahî bir hükümdür. Bu bakımdan biz dalâletten ve cahillerin mertebelerine inmekten Allah'a sığınırız!
İşte bu, ateşten çıkan kimselerin kısımlara ayrılmasının hükmüdür. O çıkanlara dünyanın on misli veya daha fazlası verilir. Ateşten ancak ehl-i Tevhîd (Allah'ı bir bilenler) çıkar.
Tevhîd'den gayem, sadece dille Lâ ilâhe illâllah demek değildir.
Çünkü dil, mülk ve şehâdet âlemindendir. Bu bakımdan onun faydası ancak mülk aleminde olur. Yani kelimesi şehadefi söyleyenin boynundan kılıcı, malından da ganimetçilerin ellerini uzaklaştırır. Boyun ve malın müddeti, yaşama müddetidir. Boyun ve malın kalmadığı bir yerde dil ile söylenen söz fayda vermez.
Ancak Tevhîdde doğruluk fayda verir. Tevhîd'in kemâli eşyanın tamamının Allah'tan bilinmesi demektir. Bunun alâmeti kendisine tatbik edilenden dolayı halkın hiçbirine öfkelenmemesidir.
Zira vasıtalara bakılmamalı, tevekkül bahsinde tahkiki geleceği gibi, sebeplerin müsebbibi ve yaratanına bakılmalıdır. Bu Tevhîd, muvahhidlere göre değişiktir. Bu bakımdan insanlardan bazılarının Tevhîd'den dağlar kadar nasibi vardır. Bazılarının bir miskal nasibi vardır. Bazılarının bir hardal tanesi ve zerre kadar nasibi vardır. Öyleyse kalbinde miskal kadar îmanı olan bir kimse, ateşten ilk çıkan kimsedir. Kalbinde zerre kadar îman olanı ateşten çıkarınız!44
Ateşten en son çıkacak kimse, kalbinde zerre kadar îman olan kimsedir. Miskal ile Zerre arasında derecelerin değişikliği nisbetinde, miskal ve zerre tabakalarının arasında ateşten çıkarlar. Miskal ve zerre ile ölçü vermek darb-ı mesel yoluyladır. Nitekim biz bunu mallarla paralar arasındaki muvazenede zikrettik. Tevhîd ehlini en fazla cehenneme sokan, dünyada kullara yapılan zulümlerdir. Bu bakımdan kulların defteri öyle bir defterdir ki terkedilmez. Diğer günahlar ise, af ve kefaret yoluyla affedilir. Nitekim eserde vârid olmuştur ki: Kul, dağlar kadar sevabı olduğu halde Allah'ın huzurunda durdurulur. Eğer o sevablar ona teslim edilirse muhakkak cennet ehlinden olur. Bu esnada zulme uğrayanlar kalkar ve 'O şunun namusuna küfretmiştir. Diğerinin malını almıştır. Öbürüne vurmuştur' derler ve sevaplarından bu haklar bir sevabı kalmayıncaya kadar ödenir. Melekler 'Ey rabbimiz! Bu kişinin sevapları bitti. Daha birçok hak sahibi kaldı!' derler. Bunun üzerine Allah şöyle buyurur:
Onların günahlarından alın da bunun günahlarının üzerine ekleyin! Onun için ateşe götürücü bir vesika yazın ve cehenneme gönderin.
Nasıl ki o, kısas yoluyla başkasının günahıyla helâk oluyorsa, mazlum da zalimin sevabını elde etmekle kurtulur. Zira mazluma yapılan zulümden dolayı zalimin sevapları mazluma verilir.
İbn Celâ'dan45 şöyle hikâye olunmuştur: Arkadaşlarından bazıları kendisini gıybet ettiler. Sonra gıybetçi İbn Celâ'nın yanına gelip helâlleşmek istedi. İbn Celâ 'Ben asla onu helâl etmem! Benim amel defterimde bu sevaptan daha üstün bir scevap yok! Ben bu sevabı defterimden nasıl silerim?' dedi. İbn Celâ da ve yine bir başkası da şöyle dedi: 'Arkadaşımın günahları benim sevaplarımdandır. İstiyorum ki defterimi o günahlarla süslemiş olayım!'
Kulların kıyâmette saadet ve şekavetinin dereceleri hakkındaki ihtilâflarından zikretmek istediğimiz budur. Bütün bunlar sebeplerin zahiriyle verilen hükümdür. Bu tıpkı doktorun, bir hastaya 'Elbette ölecek! Tedavi kabul etmez!' başka bir hastaya da 'Hastalığı hafiftir. Tedavisi kolaydır hükmüne benzer. Çünkü doktorun bu zannî, hallerin çoğunda isabetli bir zandır. Fakat bazen helake yaklaşmış bir kimse, doktorun idrâk etmeyeceği bir sebepten iyileşir. Bazen de hastalığı hafif olan bir kimse doktorun bilmediği bir sebepten ölür. Bu, Allahü teâlâ’nın insanlardan gizli olan sırlarındandır, sebeplerin müsebbibi tarafından malum bir nısbette tertip edilen sebeplerin bilinmez tarafındandır. Zira beşerin kuvvetinde onun künhüne vâkıf olmak yoktur, âhirette kurtuluş ve zafere varmak da böyledir. Onların gizli sebepleri vardır. O sebeplere muttali olmak beşerin kudretinde değildir. Kurtuluşa ulaştıran o gizli sebebe af ve rıza ismi verilir. Helake götüren sebep de öfke ve intikam ile isimlendirilir. Bunun ötesinde ilâhî ve ezelî bir meşiyet vardır ki halk ona muttali olamaz. Bunun için bize asi bir kimsenin bağışlanabileceğim her ne kadar zahirî günahları çok olsa da caiz görmek farzdır.
İtaatkâr bir kimsenin zahirî ibadetleri ne kadar fazla olsa da ona ceza verilebileceğini caiz görmeliyiz, çünkü itimad takvayadır. Takvâ da kalptedir. Kalp ise kalbin sahibinin bile muttali olamayacağı kadar bilinmezdir. Öyle ise kalbin sahibi olmayan bir kimse ona nasıl muttali olacaktır, fakat bazen kalp erbabına falan kulun bağışlanmayacağı keşfolunur. Ancak kendisinde gizli olan bir sebeple affolunur. Ceza, ancak gizli ve Allah'tan uzaklaşmayı gerektiren bir sebepten ötürüdür. Eğer olmasaydı, af ve öfke ameller ve vasıflar üzerinde terettüb eden ceza olmazdı. Eğer ceza olmasaydı adalet olmazdı. Eğer adalet olmasaydı şu âyetlerin nushası hâşâ sahih olmazdı
Rabbin asla kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)
Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulmetmez. (Nisâ/40)
Oysa bütün bunlar doğrudur, insanın elinde ancak çalışmasının semeresi vardır, görülen ancak çalışmasıdır. Her nefis kazandığının rehinidir. Onlar haktan saptıkları zaman, Allah onların kalbini kaydırır. Onlar nefîslerindekini bozdukları zaman, Allah da onlarda bulunan nimeti şu âyetin tahakkuku için bozar:
Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.
(Ra'd/11)
Bütün bunlar kalp sahiplerine görülen şeylerden daha açık bir şekilde keşf olunmuş tur. Zira gözle görülende yanlışlık mümkündür. Çünkü göz bazen uzağı yakın, büyüğü küçük görür. Kalbin müşahedesinde yanılma mümkün değildir. Önemli olan kalp basiretinin açılmasıdır. O basiretler açıldıktan sonra görülende yanlışlık tasavvur edilemez.
Gönül gördüğünde yanılmadı! (Necm/)
Üçüncü Mertebe: Kurtulanların mertebesidir. Kurtuluşutan gayem; saadet selâmettir. Saadete ermek ve zaferyâb olmak değildir. Bunlar, hizmet etmemişler ki kendilerine hilkat verilsin. Kusur yapmamışlardır ki azaba dûçar olsunlar.
Bu halin, deliler ve kâfirlerin çocukları ve aklı noksan olanların hali olması mümkündür. Dünyanın ücra köşelerinde İslâm kendilerine tebliğ edilmemiş olanların, akılsızlık ve marifetsizlik üzerinde yaşayanların ise, ne marifetleri, ne inkârı ne itaat etmeleri, ne de isyan etmeleri dikkate alınır. Bu bakımdan onları Allah'a yaklaştırıcı bir vesileleri ve uzaklaştırıcı bir cinayetleri yoktur. Öyleyse onlar ne cennet, ne de cehennem ehlindendir. Belki onlar iki mertebenin yani cennet ve cehennemin arasındaki bir mertebede, iki makamın arasındaki bir yerde olurlar. Şeriat lisanında bu makam A'râf diye isimlendirilmiştir. Halktan bir grubun A'râf a. konacağı yakînen âyet ve hadîslerden ve ibret nurlarından belli olmuştur. Gözle hükmetmek, -mesela çocukların onlardan olduğuna hükmetmek gibi- zanna dayanan bir hükümdür. Kesin değildir. Kesinlikle buna muttali olmak peygamberlik âleminde olur. Evliya ve ulemanın mertebesinin buraya kadar yükselmesi uzak bir ihtimaldir. Kâfirlerin çocukları hakkındaki haberlerin de biri diğeriyle çelişmektedir. Hatta Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) bir çocuk öldüğü zaman 'O cennet kuşlarından bir kuştur' demiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) onun bu sözün reddederek şöyle demiştir:
Sen bunu nereden biliyorsun?46 Madem durum budur, bu makamda müşkilât ve iltibaslar daha galibdir.
Dördüncü Mertebe: Zaferyâb olanların mertebesidir. Ârif olanlar sadece bunlardır, mukallidler değildir. Mukarrebûn ve sâbikûn onlardır. Zirâ taklidçi, her ne kadar cennette bir makam elde ederse de o 'ashâb-ı yemîn'dendir. Bunlar ise mukarreblerin ta kendileridir. Bunların mazhar oldukları nimetler sözlerle açıklanmaz. Belirtmesi mümkün olan miktar, Kur'ân'ın tafsil buyurduğu miktardır. Allah'ın beyanından sonra artık beyan yoktur. Onların bu âlemde anlatılması mümkün olmaz. İşte bu durum, şu ayette belirtilmiştir:
Yaptıklarına karşılık olarak onlar için göz aydınlığından ne hazırlanıp saklandığını kimse bilemez, (Secde/17)
Bir de şu hadîs-i kudsî'de belirtilmiştir:
Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetler hazırladım. 47
Ariflerin hedefi dünyada beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen o durumdur. Huriler, köşkler, meyveler, süt, bal, hamr, ziynet eşyası, bilezikler. . Ârifler bunlar için hırs göstermezler. Bunlar ariflere verilse bile, onlarla kanaat etmezler. Onlar Allah'ın kerîm vechine bakmanın zevkini ararlar. Bu lezzet saadetlerin en büyüğü ve zevklerin en nihayetidir. Bunun için Rabia el-Adeviyye'ye şöyle denildi: 'Senin cennet hakkındaki rağbetin nasıldır?' Cevap olarak 'Önce komşu, sonra ev!' dedi.
Bu bakımdan bunlar öyle bir gruptur ki ev sahibinin sevgisi onları evden ve evin süsünden vazgeçirmiştir. Hatta ev sahibinden başka herşeyden, hatta nefislerinden bile vazgeçmişlerdir. Onların misali, sevgilisini çılgınca seven ve bütün amacı sevgilisinin yüzüne bakmak ve onu düşünmek olan aşıkırı misali gibidir. Bu aşık, düşünceye daldığı zaman nefsinden gafildir. Bedenine isabet edeni hissetmez. Bu hal için 'nefsinden fani olmuştur' tabiri kullanılır. Mânâsı başkasıyla müstağrak olmuş, isteklerinin hepsi bir istekte toplanmış demektir ki o da mahcubudur. Onun içinde mahbubundan başkasına yer kalmamıştır ki başkasına iltifat etsin! Ne nefsine, ne de nefsinden başkasına bakamaz. Bu durumdur ki insanı âhirette, şu dünyada bir beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen göz aydınlığına ulaştırır. Nitekim renklerin ve nağmelerin sağır ve körün kalbine gelmesinin düşünülemeyeceği gibi. . . Ancak onun kulağından ve gözünden perde kalkarsa, o zaman halini idrâk eder. Bu durumdan önce onların kalbine gelmesinin mümkün olamayacağını anlar. Dünya hakîkaten perdedir. Onun kalkmasıyla perde kalkar. O zaman güzel hayatın zevki idrak olunur. Esas evin, âhiret evi olduğu anlaşılır. Derecelerin hasenat üzerine tevzi edilmesinin beyanında bu kadar izahat kâfidir. Lütfuyla muvaffak kılan Allah'tır.
Küçük Günahları Büyük Günah'a Çeviren Sebeplerin Beyanı Küçük günah, birçok sebeplerle, büyük günaha dönüşür. O sebeplerden biri, günahta ısrar edip devam etmektir. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'Israrla beraber küçük günah büyük olur. istiğfarlarla beraber büyük günah silinir. 48
Bu bakımdan büyük günah bir daha işlenmez ve benzeri arkasından gelmezse bu günahın affedilmesi, kulun devam ettiği küçük günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir. Bunun misali şudur: Damlalar durmadan bir taşın üzerine düşerse, taşa tesir ederler. Eğer taşın üzerine düşen su, bir defada kalırsa tesir etmez. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Amellerin hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır. 49
Şeyler zıdlarıyla bilinirler. Eğer az da olsa amelin devamlı olanı fayda verdiğinden, bir defa yapılıp bir daha yapılmayan çok amel kalbin nûrlandırılmasmda ve temizlenmesinde az fayda verir. Bu nedenle günahların azı da böylece devam ettikleri zaman kalbin kararmasında tesiri büyür. Ancak büyük günahın küçük günahlar işlenmeden ansızın yapılması çok nâdir olur. Zina etmek isteyen kişi konuşmadan ve mukaddimeler yapmadan ansızın zina etmeye az muvaffak olur. Eski bir münakaşa ve düşmanlık olmaksızın öldürme ihtimali azalır. Bu bakımdan her büyük günahın etrafı, geçmiş ve gelecek küçük günahlarla sarılıdır. Eğer büyük bir günahın tek başına, ansızın yapıldığı tasavvur edilirse ve ona ikinci bir defa dönüş yapılmazsa, böyle bir günahın affedilmesi insanın hayatı boyunca devam ettiği küçük bir günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir.
O sebeplerden biri de günahı küçük görmektir. Zira kul günahı nefsinde ne kadar büyük görürse, Allah katında o kadar küçülür. Kul önü ne kadar küçük görürse, Allah nezdinde o nisbette büyür.
Zira zinayı (tehlikeli) görmesi, kalbinin zinadan nefret etmesinden kaynaklanır. Bu nefret günah lie şiddetli bir şekilde etkilenmesine mâni olur. Günahı küçük görmesi ise ona yakınlık duymasından kaynaklanır. Bu da günahın kalpte şiddetli tesir yapmasını gerektirir. Oysa kalbin ibadetlerle nûrlandırılması gerekir. Günahlarla karartılması mahzurludur. Bunun için gaflet halinde kalbin üzerinde cereyan edenlerle kul muâheze edilemez. Çünkü kul, gaflet halinde cereyan eden şeyden etkilenmez.
Mü'min, günahını üzerine kaldırılan bir dağ gibi görür. O dağın üzerine düşmesinden korkar. Münafık günahını burnunun ucundan geçen bir kara sinek gibi görür. 50
Biri şöyle demiştir: Affedilmeyen günah, kulun 'Keşke benim işlemiş olduğum günahların hepsi bunun gibi olsaydı!' deyip hafife aldığı günahtır. Günahın Mü'minin kalbinde büyümesi, Allah'ın celâlini bilmesinden ileri gelir. Bu bakımdan Mü'min Allah'a isyan etmenin korkunçluğunu düşündüğü zaman, küçük günahı büyük görür.
Allahü teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahiy gönderdi:
Hidayetin aslığına bakma! Hidayet edicinin azametine bak! Hatanın küçüklüğüne bakma! O hata ile kendisine karşı cephe aldığın zatın kibriyasına ve azametine bak!
Bu itibarla ariflerin biri şöyle demiştir: 'Küçük günah yok! Aksine her muhalefet büyüktür!'
Sahabe'den biri de Tâbiîn'e şöyle söylemiştir: 'Sizler, gözünüzde kıldan daha ince görünen birtakım işler yapıyorsunuz ki bizonları Hazret-i Peygamberin zamanında helâk eden şeylerden sayardık!'
Zirâ sahabîlerin Allah'ın celâli, hakkındaki bilgileri herkesin bilgisinden daha tamdı. Bu bakımdan onların nezdinde küçük günahlar, Allah'ın celâline nisbeten, büyük günahlardandır. Bu sebepten dolayı cahilden sadır olduğu zaman büyük sayılmayan günah, âlimden sadır olursa büyür. Halk tabakasının birçok kusurlarından vazgeçilir, fakat ârif bir kimseden o kusurların benzeri affedilmez.
Zira günah, muhalefet edenin marifeti nisbetinde büyür. O sebeplerden biri de günah ile sevinmek, onunla böbürlenmektir. O günahı işlemeye muvaffak olmayı nimet saymak, onun şekavete sebep olmasından gâfil olmaktır. Küçük günahın sevgisi, kulun nezdinde galebe çaldıkça, küçük günah büyür, kalbin kararmasında tesiri artar. Hatta günahkârlardan bazıları vardır ki günahı ile övünür, gurura kapılır.
Çünkü o günahı işlediği için büyük sevinç duyar. Nitekim şöyle der: 'Görmedin mi, ben onun namusunu nasıl pâyimâl ettim'.
Mücadeleci, mücadelesinde der ki: 'Görmedin mi onu nasıl rezil ettim? Onu mahcup edecek derecede hatalarını belirttim. Onunla nasıl alay ettim? Onu nasıl şaşırttım?!' Ticarette muamele yapan der ki: 'Görmedin mi çürük malı ona nasıl sattım? Onu nasıl kandırdım? Onu malında nasıl zarara uğrattım? Onu nasıl ahmak saydım?' İşte bu ve buna benzer sözlerle küçük günahlar büyür. Çünkü günahlar helâk edicidirler. Kul, günahlara sürüklendiği, günahlara teşvik etmek hususunda şeytana mağlup olduğu zaman, düşmanın kendisine galebe çalmasından ötürü musibet ve üzüntü içerisinde bulunması gerekir. Allah'tan uzak bulunduğundan dolayı müteessir olması lâzımdır. Bu bakımdan ilâcı içerisinde bulunan kabın ilâcı içme eleminden kurtulmak için» kırılmasıyla sevinen bir hastanın şifa bulması umulmaz.
O sebeplerden biri de Allahü teâlâ’nın kendisini örtmesini, kendisine hilm göstermesini, günah işlemesine rağmen ceza vermek hususunda kendisine mühlet vermesini hafife almaktır. Bilmez ki Allahü teâlâ, ancak ona öfke yönünden mühlet vermiştir ki mühlet vermek sebebiyle günahı daha artsın! Günahları yapmaya muvaffak olmasının Allah'ın bir inayeti olduğunu zanneder. Onun böyle zannetmesi Allah'ın azabından emin olmasından ileri gelir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kendi aralarında da 'Allah bizi söylediklerimizle azâblandırsa ya!' diyorlar. Onlara cehenem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir! (Mücadele/8)
O sebeplerden biri de günah işlediğini belirtmesidir veya başkasının yanında yapmasıdır. Zira böyle yapması, Allah'ın kendisinin üzerine sarkıttığı perdesini yırtmak demektir. Bir de günahını dinleyen veya gören bir kimsede günah işleme rağbetini tahrik etmek demektir. Bunların ikisi de onun suçuna eklenmiş suçlardır. Suçu bunlarla gittikçe kalınlaşmıştır. Eğer buna başkasını o günaha teşvik etmek ve sebepleri ona hazırlamak da eklenirse, bu da dördüncü bir suç olur. Cürüm gittikçe ağırlaşır.
İnsanların tümü bağışlanmıştır. Ancak günahlarını açıkça yapanlar veya açıkça söyleyenler müstesna. . . Onlardan biri Allahü teâlâ’nın kendisi için örtmüş olduğu bir günahı geceleyin işler, sabahladığında Allah'ın örtüsünü kaldırır ve günahım sağa sola söyler. 51
Bunların bağışlanmamasının hikmeti şudur: İyiyi belirtmek, kötüyü örtmek ve örtüyü yırtmamak Allah'ın sıfatlarından ve nimetlerindendir. Bu bakımdan günahı belirtmek, bu nimeti inkâr etmek demektir. Biri şöyle demiştir: 'Günah işleme! Eğer ille günah işleyecek olursan bari başkasını o günaha teşvik etme ki iki günahı birden işlemiş olmayasm!'
Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten alıkoymaya çalışırlar. (Tevbe/67)
Seleften biri şöyle demiştir: '"Kişi, müslüman kardeşine günah hususunda yardım etmekten sonra, o günahı işlemeyi ona kolaylaştırmaktan daha büyük bir hürmetini pâyimâl etmemiştir'.
O sebeplerden biri de günahkârın önder olan bir âlim olmasıdır. Günahı açık bir şekilde işlediği zaman, günahı büyür. Bunlar, âlim kişinin ipekli elbise giymesi, altınla süslenmiş eğer ve diğer binitlere binmesi, sultanların mallarından şüpheli olanları alması, sultanların huzuruna girmesi, onların yanına gidip gelmesi, onlara emr-i bi’l-ma'ruf ıı ve nelıy-i an'il-münker'i yapmamak suretiyle yardım etmesi, başkalarının gıybetinde dilini serbest bırakması, münazarada diliyle başkasına tecavüz etmesi, başkasını hafife alması, ilimlerden ancak dünya mertebesi için istenen cedel ve münazara ilmiyle meşgul olması gibi günahlardır. Bu günahlarda başkaları âlime tabi olur. Dolayısıyla âlim ölür, fakat bu şerri âlemde uzun zaman devam eder. Öyleyse öldüğü zaman günahları beraberinde ölüp giden kimseye Allah cenneti mükâfaat olarak versin.
Her kim kötü bir yol açarsa o yolun günahı ve o yolla amel edenin günahı kadar günah onun üzerindedir. Onların günahlarından da birşey eksilmez. 52
Gerçekten biz ölüleri diriltiriz. Öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız. (Yâsin/12)
Eserler, amelin ve amel edenin ölmesinden sonra işlenip onun amellerine katılan şeyler demektir.
İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Başkası kendisine tâbi olduğundan dolayı vay o âlimin haline! Bir defa hata eder, hatasından döner. Fakat halk o hatayı yüklenir ve onunla yeryüzünün çeşitli bölgelerine giderler'.
Biri şöyle demiştir: Âlim kişinin hatasının meseli, geminin delinmesi meseline benzer. Hem kendisi, hem de içindekiler batar'.
İsrailiyat'ta şöyle vârid olmuştur: Bir âlim kişi halkı bid'atlara saptırdı. Sonra o âlim tevbe etti. Bir zaman ıslah hususunda çalıştı. Bunun üzerine Allahü teâlâ onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'O âlime söyle! Senin bir günahın var. Eğer benimle senin aranda olsaydı onu senin için affederdim. Fakat kullarımdan saptırıp cehenneme soktukların ne olacaktır?
Bununla anlaşılmıştır ki âlimlerin durumu tehlikelidir. Onların boynunda iki vazife vardır. O vazifelerden biri günahı terketmek, ikincisi günahı gizlemektir. Nasıl ki âlimlerin günahlardan ötürü yükleri birkaç kat oluyorsa aynen onun gibi başkalarının öncüsü oldukları takdirde sevaplardan ötürü de mükafatları birkaç kat olur. Bu bakımdan âlim, süslenmeyi ve dünyaya meyletmeyi terkettiği zaman, dünyanın azıyla kanaat ettiği, yemekten de zarurî olan miktarıyla idare ettiği, eski elbiselere kanaat ettiği ve bu hususta âlimler ve halk tabakası kendisine uydukları zaman, onların sevapları kadar defterine sevap yazılır. Eğer süse meylederse, kendisinden derece bakımından daha aşağıda olanların tabiatı da kendisine benzemeye meyleder. Oysa o süsü, ancak sultanların hizmetiyle haramdan dünyayı toplamakla elde edebilirler. Böylece o âlim, haramı toplamaya sebep olmuş olur. Öyleyse âlimlerin hareketleri fazlalık veya eksiklikliklerinin kâr veya zarar bakımından eseri kat kat olur. Kendilerinden tevbe etmenin gerekli olduğu günahların tafsilâtı hakkında bu kadarı kâfidir.
32) Irâkî, merfû olarak aslına rastlamadığını, ancak Hazret-i Ali'ye nisbet edildiğini gördüğünü kaydetmektedir.
33) Daha önce geçmişti
34) Müslim, Buhârî, (Ebû Said'den)
35) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir'ul-Usûl, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)
36) Tirmizî
37) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
38) Varlık iki kısımdır: a) Varlığı zatından olan, b) Varlığı başkasından olan. Birinci varlık Allahü teâlâ'nın varlığıdır. İkincisi Allah'dan başkasının varlığıdır. Varlığı başkasından olan bir varın varlığı müsteardır. Kendi nefsiyle payidar değildir. Hatta zati yönünden düşünüldüğünde sırf yok olduğu görülür. Ancak varlığı Allah'a nisbetle vardır. Böyle bir varlık ise hakikî varlık olamaz. (İthaf us-Saade, VIII/556)
39) Müslim, Buhârî, (İbn Mes'ûd'dan)
40) İbn Hibbcuı, Zuafa
41) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâcc
42) İbn Cerîr'in Katade'den rivâyet ottiği gibi Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) yedi küsur sene bu hastalıktan muzdarib olmuştur.
43) Buhârî
44) Tayalisî, İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Huzeyme ve ibn Hıbbân
45) Ebû Abdullah Muhammed b. Yahya b. Celâ el-Bağdâdî
46) Müslim
47) İmâm-ı Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce
48) Ebû Şeyh
49) Müslim, Buhârî
50) Buhârî
51) Buhârî, Müslim
52) Müslim
Ashâb' ın ve Âlimlerin Sözleri
Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: 'Elbette Allah kendine dönüp tevbe edenleri bağışlayıcıdır' (İsra/25) âyeti günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden bir kimse hakkında nâzil oldu
Fudayl b. Iyâz dedi ki: Allahü teâlâ bir rivâyette şöyle buyurmuştur 'Günahkârlara, "eğer tevbe ederlerse tevbelerini kabul edeceğim müjdesini ver! Sıddîkların dikkatini çek ki eğer ben onların üzerine adaletimi koymuş olursam, onları azaba dûçar ederim.
Talk b. Habîb16 şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın hukuk-ı ilâhîsi, kulun o hukukları yerine getirmesinden daha büyüktür. Fakat onlar tevbe ettikleri halde sabah ve akşamladılar.
Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: 'Kim işlediği bir günahı hatırlar, ondan dolayı kalbi acı duyarsa, Ümm'ul-Kitab'da (Levh-i Mahfûz) o günah silinmiş olur'.
Rivâyet ediliyor ki İsrailoğulları'nın peygamberlerinden biri bir günah işledi. Allahü teâlâ ona vahiy göndererek: 'İzzetime yemin ederim! Eğer ikinci bir defa bu günahı işlersen sana azap edeceğim dedi. O da şöyle dedi: "Yârab! Sen sensin, ben de benim. Senin izzetine yemin ederim, eğer beni korumazsan muhakkak o günaha ikinci defa dönerim!" Buna binaen Allahü teâlâ onu masum kıldı.
Biri şöyle demiştir: 'Kul bir günah işler, cennete girinceye kadar o günahtan pişmanlık duyar! Bunun üzerine iblis der ki: Keşke ben onu bu günaha sokmasaydım.
Habib b. Ebî Sabit17 dedi ki: 'Kıyâmet gününde kişiye günahları arzolunur. Günahın yanından geçer ve şöyle der: 'muhakkak ben (dünyada) günahtan korkardım!'
Râvî der ki: 'Dünyadaki korkusundan dolayı günahı bağışlanır*.
Rivâyet ediliyor ki bir kişi İbn Mes'ûd'a başından geçen bir günahı için 'Acaba onun tevbesi var mıdır?' diye sordu. İbn Mes'ûd ondan yüzünü çevirdi. Sonra ona dönüp baktı. İki gözünden yaşlar aktığını gördü ve dedi ki: 'Cennetin sekiz kapısı vardır. Hepsi açılır ve kilitlenir. Ancak tevbe kapısı hariç! O kapının yanında sadece o kapıya bakan bir melek vardır. O melek o kapıyı kapatmaz. Bu bakımdan ümitsiz olma, amel yap!'
Abdurrahman b. Ebi Kasım der ki: 'Abdurrahim18 ile beraber kâfirin tevbesini ve şu âyeti müzakere ettik:
O küfredenlere de ki: Eğer peygambere düşmanlıktan vazgeçerlerse geçmişteki günahları bağışlanır! (Enfâl/38)
Abdurrahim dedi ki: 'Ben müslümanın Allah katında daha güzel halli olacağını ümit ediyorum. Çünkü kulağıma "Müslümanın tevbesi, müslüman olduktan sonra ikinci bir defa müslüman olmak gibidir; yani müslümanlığını perçinleştirir" diye gelmiştir'.
Abdullah b. Selâm şöyle demiştir: 'Size ancak Allah tarafından gönderilmiş peygamberden veya Allah tarafından indirilmiş kitaptan konuşacağım: Kul bir günah işledikten sonra bir göz kapaması kadar o günahtan pişman olduğu zaman, o günah ondan göz kapamasından daha süratle düşmüş olur'.
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Tevbe edenlerle beraber oturun! Çünkü onların kalbi daha incedir.
Biri şöyle demiştir: 'Allah'ın beni ne zaman bağışlayacağını biliyorum'. Ona 'Ne zaman affedecektir?' diye sorulunca 'Tevbemi kabul ettiği zaman' demiştir.
Bir başkası da şöyle demiştir: 'Ben affedilmekten mahrum olmaktan çok tevbeden mahrum olmaktan korkuyorum'.
Şöyle rivâyet ediliyor: İsrailoğulları'ndan bir genç vardı. Yirmi sene Allah'a ibâdet etti. Sonra yirmi sene Allah'a isyan etti. Sonra aynaya baktı. Sakalında beyazlık gördü. Bu manzara hoşuna gitmedi ve şöyle dedi: 'Ya ilâhî! Sana yirmi sene itaat ettim. Sonra yirmi sene isyan ettim. Acaba sana tevbe edersem beni kabul eder misin?' Bunun üzerine görmediği ancak sözünü işittiği biri ona şöyle dedi: 'Bizi sevdin. Biz de seni şeydik. Bizi terkettin, biz de seni terkettik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer bize dönersen seni kabul ederiz'.
Zünnun-i Mısrî şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır: Günahların ağaçlarını kalplerinin göreceği bir yere diktiler. Onu tevbe suyu ile suladılar. O pişmanlık ve üzüntü meyvesini verdi. Delilik olmaksızın onlar delirdiler. Dil kekelemesi olmaksızın onlar dilsiz oldular. Oysa fasih ve beliğlerin, Allah ve Hazret-i Peygamberi bilenlerin ta kendileriydiler. Sonra safa kadehiyle (hayat suyunu) içtiler. Uzun belâya karşı sabrı, geçmişlerinden devraldılar. Sonra kalpleri melekût âlemine hayran kaldı. Fikirleri ceberrûtun perdeleri arasında gezdi. Pişmanlık revakının altında gölgelendiler. Hataların sahifesini okudular. Nefislerine korkuyu yerleştirdiler ve takvanın merdivenleriyle zühdün yüceliğine vâsıl oldular. Dünyayı terketmenin acısını tatlı gördüler. Yatacakları yerin sertliğini yumuşak kabul ettiler. Sonunda selâmet kulpunu elde ettiler. Ruhları yücelerde gezindi ve cennetin bahçesinde çadır kurdular. Hayat denizine daldılar. Üzüntünün hendeklerini kapattılar. Hevanın köprülerinden geçip ilmin sahasına indiler. Hikmetin gölünden içtiler. Zeka gemisine bindiler. Kurtuluş rüzgârıyla deniz selâmetinde yelken açtılar ve rahatlık bahçesine, izzet ve keremin kaynağına vardılar'.
İşte her sahih tevbe'nin muhakkak makbul olacağı hakkında bu kadar söz kâfidir.
Soru: 'Sen de Mutezilenin dediği gibi 'tevbeyi kabul etmek Allah için vâcibdir' fikrindemisin?'
Cevap: Ben Tevbe'nin kabul edilmesi Allah'a vâcibdir' sözünden 'Elbette elbise sabunla yıkandığı zaman kirin gitmesi vâcibdir. Elbette susuz bir kimse su içtiği zaman susuzluğunun giderilmesi vâcibdir. Su bir müddet kendisine verilmediği zaman susaması vâcibdir. Susuzluk devam ederse, ölmek vâcib olur' gibi sözlerden kasdedilen mânâda kastediyorum. Bu sözlerde Mutezilenin 'Allah'a tevbeyi kabul etmek vâcibdir' sözlerinden kastettikleri mânâ yoktur. Ben derim ki: 'Allah suyu, susuzluğu giderici olarak yarattığı gibi, ibadeti günaha keffâret olucu, sevabı hatayı silici olarak yaratmıştır.
Eğer Allah'ın meşiyeti bunun hilâfına sebkat etmiş ise, Allah'ın kudreti o hilâfî da kapsayacak genişliktedir. Bu bakımdan üzerinde yapılması vâcib olan bir vazife bulunmamaktadır. Fakat onun ezelî iradesi neyin olacağına karar vermiş ise, şüphesiz ki onun olması vâcibdir.
İtiraz: Tevbesinin kabul edilip edilmediğinden emin olan hiç kimse yoktur. Oysa suyu içen susuzluğunun gideceğinden şüphe etmez.
Cevap: Kişinin tevbesinin kabul oluşunda şüphesi, sıhhatin şartlarının varlığından şüphe etmesi gibidir. Çünkü ileride geleceği gibi, tevbe’nin ince rükün ve şartları vardır. Bütün şartlarının varlığı kolayca tahakkuk etmez. Tıpkı ishal için bir ilacı içip de ishal eder mi veya etmez mi diye şüphe eden, bir kimse gibi. . . Bu kimsenin şüphesi, o ilaçtaki ishal ediciliğin şartlarının meydana gelmesinden şüphe etmektir. Halin, vaktin, ilacın karışımı, şişelerin güzelce yapılması ve tesiri itibariyle bu şüphe ortaya çıkar. Bu ve benzerler tevbeden sonra korkmayı ve şüphesiz tevbe'nin kabulünde de şüphe etmeyi gerektirir. Nitekim tevbe'nin şartları bahsinde, eğer Allah dilerse bu durumun izahı gelecektir.
16) Künyesi el-Anzî el-Basrî'dir. Âbid bir kimseydi. Birkaç kişiyle birlikte Haccâc'tan kaçarak Kabe'ye sığınmış, fakat Haccâc onları tutup öldürmüştür.
17) Künyesi Ebû Ya'lâ. el-Kûfi’dir. Değerli bir fakihtir. H. 119 da vefat etmiştir.
18) Abdurrahim b. Yahya ed-Dimeşkî el-Esved diye tanınır.
TEVBE konusu devamı;