8. Aile Sahibi Kimselerin Tevekkülü
Ailesi olan bir kimsenin hükmü, tek başına olandan ayrılır; zira tek başına olan bir kimsenin tevekkülü ancak iki şey ile doğru olabilir:
Birincisi, birşey beklemeksizin ve nefsi daralmaksızın bir hafta açlığa tahammül etmesidir.
İkincisi, daha önce zikrettiğimiz îman bablarındandır. Rızık kendisine verilmediği zaman ölümü seve seve karşılamaktır. Çünkü bu takdirde, rızkının ölüm ve açlık olduğunu bilir. Bu her ne kadar dünyada eksiklik ise de âhirette yüceliktir. Dolayısıyla kendisi için en hayırlı olanın, iki rızıktan, kendisine verilenin olduğunu görür ve kendisiyle öleceği hastalığın bu olduğunu ve buna razı bulunduğunu, kendisi için böyle takdir olunduğunu görmesi, bu îman kapılarının kısımlarındandır. Böylece tek başına yaşayan bir kimsenin tevekkülü tamamlanır. Aile sahibinin ailesini açlığa karşı sabretmeye zorlaması caiz değildir. Ailesinin Tevhîd'e olan îmanı ve eğer açlıkla ölüm olursa, bunun esasında güzel bir rızık olduğuna inanmak ve îmanın diğer kapılarına takarrür ettiğinin tesbiti mümkün değildir.
Madem ki durum budur o halde kişiye, aile fertleri hakkında ancak kazanan bir kimsenin tevekkülü gerekir. Bu da üçüncü makamdır. Tıpkı Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) tevekkülü gibi; zira kazanmak için çıktı. Çöllere dalmak, aile efradını haklarında tevekkül ederek bırakmak veya haklarında tevekküle kapılarak durumlarına ihtimam etmeden oturmak haramdır. Bazen bu durum onların helâk olmasına yol açar ve kişi bundan muâhaze edilir. En güzeli şudur: Kişi ile aile fertleri arasında fark yoktur. Çünkü eğer aile fertleri bir müddet açlığa karşı sabredip açlıktan öldüklerinde 'Bu ölümün esasında bir rızık ve âhirette bir ganimet olduğuna güvenmek' hususunda ona yardım ederlerse, bu takdirde onlar hakkında tevekkül edebilir; zira kendi de onların içindedir. Nefsini zayi etmesi de caiz değildir. Ancak nefis, bir müddet aç kalmaya razı olup kendisine yardım ederse durum değişir! Eğer buna gücü yetmiyorsa ve böyle yapmakla kalbi muzdarip olup ibadeti sekteye uğruyorsa bu hususta tevekkül etmek kendisine caiz değildir.
Rivâyet olunuyor ki Ebû Turab en-Nahşebî, üç gün aç kaldıktan sonra, yemek için elini bir kavun kabuğuna uzatan bir sûfîye dedi ki: 'Tasavvuf sana uygun değildir! Sen pazara git, ticaret yap!' Yani tasavvuf ancak tevekkülle beraber olur. Tevekkül de ancak üç günden fazla yemek yemeden sabredebilecek bir kimse için doğrudur.
Ebû Ali Ruzbarî dedi ki: Fakir, beş gün aç kaldıktan sonra 'ben acıktım' derse, onu ticaret yapması için pazara gönderiniz. Ona çalışmayı ve kazanmayı emrediniz. O zaman kişinin bedeni aile efradından sayılır. Bedenine zarar veren şey hususunda tevekküle kapılması, tıpkı aile fertleri hakkındaki tevekkülü gibidir. Ancak bir noktada ondan ayrılır. 'Nefsini açlığa karşı sabretmeye zorlayabilir, fakat ailesini zorlayamaz'.
Bu sözlerden anlaşıldı ki tevekkül, tamamen sebeplerden kopmak değildir. Mağdur olsa bile rızık gecikirse ölüme razı olmaktır. Şehir ve köylerden ayrılmamak veya gıda yerine geçen şeylerden uzak olmayan çöllerden ayrılmamaktır. İşte bütün bunlar diri kalmanın sebepleridir. Fakat bu faktörler, bir tür eziyetle beraber, diri kalmanın sebebi olabilirler. Çünkü bunlara devam etmek ancak sabırla mümkün olur. Şehirlerdeki tevekkül, çöllerdeki tevekkülden sebeplere daha yakındır. Bütün bunlar sebeplerdendir. Ancak insan bunlardan daha açık sebeplere kaydığından bunları sebep olarak saymamışlardır. Bu da imanlarının zafiyetinden, harîsliklerinin şiddetinden, âhiret için dünyada eziyet çekmek hususundaki sabırsızlıklarnıdan, az sabırlı oluşlarından, uzun emel besleyip kötü zanda bulunduklarından dolayı kalplerini istila eden korkudan ileri gelmektedir.
Kim göklerin ve yerin saltanatına derin derin bakarsa, iki kere ikinin dört ettiği gibi kendisine görünür ki Allahü teâlâ mülk ve melekûtu öyle bir şekilde tedbir etmiştir ki ızdırabı terketse bile kulun rızkı elinden kaçmaz. Çünkü ızdıraptan aciz olanın bile rızkı elinden gitmeyecektir. Görmez misin, annesinin rahmindeki cenin hareketten aciz olduğu için onun göbeği, annesinin göbeğine nasıl yapışmıştır ki o göbek vasıtasıyla annesinin gıda fazlalıkları ona ulaşmaktadır? Bu ise, ceninin tedbir almasından ileri gelmiş birşey değildir. Sonra cenin annesinden ayrılınca, anneye çocuk için şefkati musallat kılınmıştır ki ister istemez o cenini besler. Allahü teâlâ ona sevgi ateşinden, onun kalbini alev alev yakan bir ateşle ona bu şefkati göstermeye mecbur etmiştir. Sonra yeni doğan çocuğun, yemeği çiğnemek için, dişleri olmadığından çiğnenmesi gerekmeyen sütü ona gıda yapmıştır.
Çünkü çocuğun mizacı gevşek olduğundan dolayı, ağır olan gıdaya tahammül edemez. Böylece anne rahminden ayrıldığında annenin iki memesinden ihtiyacı nisbetinde ona ince sütü bolca ihsan eder. Acaba bu, çocuğun veya annesinin tedbiriyle mi meydana gelmiştir? Çocuğa diğer yiyecekler uygun geldiği anda, Allahü teâlâ onun öğütmek için kesici ve öğütücü dişlerini bitirdi. Büyüyüp kendi kendini idare edecek çağa gelince öğrenme sebeplerini, âhiret yoluna sülûkünü kendisine kolaylaştırır. Bu bakımdan bülûğdan sonraki korkaklığı katıksız bir cehalettir. Çünkü, bülûğdan sonra maişet sebepleri eksilmez, aksine artmaktadır. Çünkü daha evvelce çalışmaya gücü yokken şimdi gücü vardır. Öyleyse gücü gittikçe arttı. Evet! Daha önce annesi veya babası olmak üzere, onun hakkında bir şahıs şefkatli idi. Bu şahsın onun hakkındaki şefkati ifrat derecesindeydi. Kendisine bir veya iki defa yedirir, içirirlerdi. Ona yedirmeleri Allahü teâlâ'nın onların kalbine sevgi ve şefkati musallat kılmasıyladır. İşte böylece Allahü teâlâ sevgi, rikkat ve merhameti bütün müslümanların veya o memleketin hakinin kalbine musallat kılmıştır. Öyle ki onlardan herhangi biri, bir muhtaç bulunduğunu hissetti mi, kalbi elem duyar, rikkate gelir. O ihtiyaç sahibinin ihtiyacını bertaraf etmeye koşar. O halde, daha önce onun için şefkat sahibi bir iken şimdi bin veya daha fazladır. Bu insanlar onu anne ve babanın kefaletinde gördükleri için özel bir şefkatçisi olduğunu bilip kendisine şefkat göstermiyorlardı. Çünkü onu muhtaç görmüyorlardı. Eğer onu yetim görseydiler merhamete davet eden düşünce, fikir, müslümanların birine veya bir cemaatine Allah tarafından musallat kılınırdı ki onu alıp beslesinler! Şimdiye kadar kuraklık olmayan senelerde, çalışmaktan aciz olduğu ve koruyucusu olmadığı halde, açlıktan ölen hiçbir yetim görülmemiştir.
Allahü teâlâ kullarının kalbinde yaratmış olduğu şefkat vasıtasıyla yetimi korur. O halde, çocukluğunda meşgul olmadığı ve bakıcısı birken şimdi bin olduğu halde neden baliğ olduktan sonra kalbini, rızık dolayısyıla, meşgul eder? Evet! Anne şefkati daha kuvvetli ve daha haz vericidir. Fakat ne de olsa bir tanedir. İnsan fertlerinin şefkati, her ne kadar zayıf ise de onların tümünün şefkatinden hedefe götürücü bir durum meydana gelir. Nice yetim vardır ki babalı analı büyüyen kimselerin halinden daha güzel bir durumu Allah kendisine ihsan etmiştir. Bu bakımdan fertlerin zayıf olan şefkati, şefkati olanların çokluğu, fazlasıyla nimetlere dalmayı terketmekle ve zaruret miktarıyla iktifa etmekle cebrolunur. Şair çok güzel ifade etmiştir:
Bize yakın olduğunu iddia ediyor! Oysa biz, bize geleni zayi etmiyoruz. Yana yakıla fakirlikten ötürü bizden istiyor! Sanki ne biz onu, ne o bizi görüyor!
Anlaşıldı ki nefsi kırılan, kalbi kuvvet bulan, korku ile iç âlemi zayıf düşmeyen, Allah'ın tedbiriyle îmanı kavileşen bir kimsenin kalbi daima mutmain olur ve Allah'a güvenir; zira onun en kötü hali ölmesidir. Oysa ölüm, mutmain olmayana da gelir. O halde tevekkülün tamamlanması, bir taraftan kanaate, öbür taraftan da Allah'ın va'dettiğine güvenmeye bağlıdır. Lütfuyla tedbir ettiği sebeplere kanaat edenlerin rızkına kefil olan Allah va'dinde doğrudur. Bu bakımdan O'na kanaat et! Denediğin zaman, ummadığın, hesaplamadığın acaip rızıkların gelmesiyle kesinlikle va'din doğruluğuna kanaat getirirsin, sakın tevekkülünde sebeplere bakma! Aksine sebeplerin müsebbibine bak! Tıpkı kâtibin kalemine değil, kâtibin kalbine baktığın gibi! Çünkü kalemin hareketinin esas yeri orasıdır. İlk kıpırdatan birdir.
Bu bakımdan ondan başkasına bakmak uygun değildir. Azıksız çöllere dalan veya şöhretsiz şehirlerde oturan kişinin tevekkül şartı budur.
İbadet ve ilimde şöhret yapmış bir kimseye gelince, yirmi dört saatte bir defa -nasıl olursa olsun, fakat lezzetlilerden olmasınyemeğe ve dindarlara uygun olan sert bir elbiseye kanaat ettiğinde, hem umduğu, hem de ummadığı yerden daima ona gelir. Hatta bunun birkaç misli, ona gelir. Buna rağmen tevekkülü terkedip rızka ihtimam etmesi, zayıflık ve kusurluluğun en son derecesidir. Çünkü kişinin kendisine rızkı celbeden görünür bir sebeple meşhur olması, şöhreti olmayan bir kimsenin, çalışmakla beraber şehirlere girmesinden daha kuvvetlidir. Bu bakımdan dindarlar için rızka fazlasıyla ihtimam göstermek çirkindir! Hele âlimler için! Çünkü âlimlere yaraşan kanaattir. Kanaat eden bir âlime de eğer beraberinde varsa birçok kimseye de yetecek kadar rızık gelir. Ancak halkın elinden almak istemediği ve kendi el emeğinden yemek istediği zaman, bu isteği de sülûküne, ilim ve amelin zâhiriyle meşgul olup bâtınî seyri olmayan ve ilmiyle amel eden âlime bir yönden uygundur. Çünkü rızkı temin için çalışmak, fikren seyretmekten insanı alıkoyar. Bu bakımdan kişinin sülûkle meşgul olup sadaka vermekle Allah'a yaklaşmak isteyen bir kimsenin elinden nafakasını kabul etmesi, nafaka için çalışmasından daha evlâdır. Çünkü bu takdirde kişi sadece Allah'a ibadet etmeye hazır olur. Bir de nafakasını vermek suretiyle sevap elde etmeye çalışana yardımcı olur. Kim Allahü teâlâ'nın sünnet-i ilâhîsini izlerse rızkın sebeplere başvurma nisbetinde olmadığını bilir!
İran kisralarından biri, bir hâkime ahmak zengin ile akıllı fakirin durumunu sorduğunda, hâkim, cevap olarak 'Allah halkı zatına muttali kılmak istedi; zira eğer her akıllıya rızık verip her ahmağı mahrum etseydi, akıllıya rızık verenin akıl olduğu zannedilirdi!' demiştir. İnsanlar bunun hilafını gördükleri zaman dediler ki: 'Onlara rızık veren başkasıdır'. Onlar için zâhirî sebeplere güvenmek yoktur!
Şair demiştir ki: 'Eğer rızıklar akla göre verilseydi cehaletlerinden ötürü hayvanlar helâk olurdu'.
9. Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir Misâl
Mahlukâtın Allah ile olan misali, bir dilenci grubunun misaline benzer ki sultan sarayının önünde bulunan bir meydanda durmuş ve yemeğe muhtaçtırlar. Sultan onlara birçok hizmetçi göndermiş, hizmetçilerin beraberinde ekmekler vardır. Bazısına ikişer bazısına da birer tane vermeleri ve hiç birini ihmal etmemeleri için çaba sarfetmelerini emretmiştir. Aynı zamanda bir dellâla da "Ey millet! Sakin olun! Hizmetçilerim size yemek dağıtmak hususunda çıktıklarında onların yakasına yapışmayın. Usluca bekleyin. Çünkü hizmetkârlar hepinize yemek vermeye memurdurlar. Buna rağmen hizmetkârların yakasına yapışan, onlara eziyet veren ve iki ekmek alanları cezalandıracağım. Açılınca çıkıp gideni hizmetkârlara eziyet vermeyen ve kendisine verilen bir ekmekle kanaat eden uslu bir kimse hakkında ise başkasını cezalandırdığım günde kendisine değerli hediyeler ihsan edeceğim. Kim yerinde durup, iki ekmeğini alırsa, onun için ne ceza vardır, ne de mükafat! Hizmetkârların yanılıp da birşey vermediği kimse de aç yatıp hizmetkârlara kızmazsa, 'Keşke bana ekmeğimi verseydi' de demezse, ben yarın onu vezir yapacağım.
Memleketimin idaresini onun eline vereceğim!" diye ilan ettirdi. Bu ilandan sonra, is tekçiler dört kısma ayrıldı: Bir kısmı işkembelerine mağlup olup va'dedilen cezaya iltifat etmedi. 'Yarma kadar çok zaman vardır. Biz ise şimdi açız' deyip hizmetçilere saldırdı, onlara eziyet vererek ikişer ekmek aldılar ve gereken cezaya çarptırıldılar. Kendilerine pişmanlık fayda vermediği halde pişman oldular! Bir kısmı da ceza korkusundan hizmetçilere sataşmadılar fakat çok acıktıklarından dolayı ikişer ekmek aldılar. Bunlar cezadan kurtuldular, ancak, mükafata nâil olamadılar. Bir kısmı da 'Biz hizmetçilerin görebileceği bir yerde oturalım. Bizi unutmasınlar. Fakat bize verirlerse bir ekmek alıp kanaat edelim. Umulur ki sultanın hilatına mazhar oluruz' dediler. Bunlar da hilata mazhar oldular. Dördüncü bir kısım ise, o meydanın köşelerine çekilip hizmetçilerin gözlerinden kaybolup şöyle dediler: 'Eğer bizi arayıp bize verirlerse bir ekmekle kanaat edelim. Eğer bizi yanlışlıkla ihmal ederlerse, bu gece açlığın şiddetine tahammül edelim. Umulur ki biz, hizmetçilere kızmayı terketmeye de güç yetiririz. Böylece vezirlik mertebesine, sultana yakınlık derecesine nâil oluruz!'
Fakat onların bu tedbiri kendilerine fayda vermedi; zira hizmetçiler her köşeyi araştırdılar. Onlara birer ekmek verdiler. Bu durum, birkaç gün devam etti. Hatta ender olarak üç kişinin bir köşede saklanması ve hizmetçilerin gözlerine görünmemesi, hizmetçileri uzun uzun teftiş etmekten alıkoyan bir meşguliyet başgösterdi. Bu bakımdan bu üç kişi şiddetli bir açlık içerisinde gecelediler. Onlardan ikisi 'Keşke biz hizmetçilere görünüp yemeğimizi alsaydık. Bizim sabrımız kalmadı!' dediler. Üçüncüsü ise sabaha kadar sustu. Yakınlık ve vezirlik derecesine nâil oldu. İşte bu, halkın misalidir. Meydan, dünyadaki hayattır. Meydanın kapısı ölümdür. O meçhul olan mîâd kıyâmet günüdür, vezirlik va'di kıyâmet mîâdma tehir edilmeksizin razı ve aç olarak öldüğünde tevekkül sahipleri bir kimsenin şehadet mertebesine varmasının va'didir. Çünkü şehidler, rablerinin katında diridirler ve rızıklanırlar. Hizmetçilerin yakasına yapışan ise sebeplerde pek ileri giden kimsedir. Sultanın emrindeki hizmetçiler ise sebeplerin ta kendisidir.
Hizmetçilerin gözüne görünecek şekilde meydanda oturanlar ise, sükûnetle camiler ve tekkelerde ve mamur yerlerde ikamet edenlerdir. Zaviyelerde gizlenenler ise, tevekkülle çöllerde seyahat edenlerdir. Sebepler onların arkasına düşüp müstesna haller hariç rızık kendilerinin ayağına gelir. Eğer onlardan biri Allah'ın hükmüne razı olarak ölürse, ona şehadet ve Allah'a yakınlık mertebesi vardır. Halk, bu dört kısma ayrılmıştır. Yüzde doksanı sebeplere sarılmış, geri kalan onda yedisi, sırf hazır bulunmak ve' şöhret kazanmak suretiyle sebeplere yapışarak meskûn yerlerde ikamet etmiştir. Onda üçü de çöllerde seyahat etmiş, onların ikisi bu durumuna küsmüş, Allah'a olan yakınlığı, sadece bir kişi elde etmiştir.
Geçmiş zamanlarda durum bu idi. Şimdi ise, sebepleri terkeden, onbinde bir kişi bile yoktur.
İkinci Durum
Azık edinmek suretiyle sebeplere başvurmak hakkındadır. Bu bakımdan kimin eline şer'î veraset veya kazanmak, dilenmek veya herhangi bir meşru sebeple bir servet geçerse, o serveti edinmekte üç hali vardır.
Birinci Hâl
Hâl-i hazırda ihtiyacı kadarını almasıdır. Bu bakımdan aç ise yemeli, çıplak ise giymelidir. Muhtaç ise, yetecek kadar bir mesken satın almalıdır. Gerisini derhal fakirlere dağıtmalıdır, istif etmemelidir. Ancak müstehak ve muhtaç olan bir kimseye yardım edecek miktarı bu niyetle bekletebilir. Böyle bir kimse, kesinlikle, tevekkülün gereğini yerine getiren bir kimsedir. Bu derece, en yüksek derecedir.
İkinci Hâl
Yukarıda bahsi geçen dereceye tam zıt ve insanı tevekkülün hududundan dışarı çıkaran haldir. O hâl, bir veya daha fazla seneler için istif yapmasıdır. Böyle yapan, asla tevekkül sahibi kimselerden olamaz. Bu hususta şöyle denilmiştir: Hayvanlardan ancak üç grup istif eder: a) Fare b) Karınca c) İnsan.
Üçüncü Hâl
Kırk veya daha az gün için zahîre edinmektir. Bu durumun âhirette tevekkül sahiplerin va'dedilen Makam-ı Mahmûd'dan mahrumiyeti gerektirip gerektirmeyeceği hakkında ihtilâf edilmiştir:
Sehl et-Tüsterî tevekkül hududundan dışarı çıktığına, Havvâs ise kırk günle çıkmadığına, fakat kırk günden fazlası için azık biriktirdiği takdirde tevekkül sınırından çıkacağına kail olmuşlardır. Ebû Talib el-Mekkî 'Kırk günden fazla azık edinirse yine tevekkül hududundan çıkmaz!' demiştir.
Bu ihtilâf, azık edinmenin esası caiz olduktan sonra mânâsızdır. Evet! Biri 'azık edinmenin kökü tevekkülün aslına zıddır' diye düşünülebilir. Bundan sonra 'Bu kadar gün için caiz, bu kadar gün için caiz değildir' diye ihtilâfa düşmenin mânâsı anlaşılmaz. Bir mertebeden ötürü va'dedilen her sevap o mertebe üzerine tevzi edilir. Oysa o mertebenin başlangıcı ve sonucu vardır. Sonucun sahiplerine Sâbıkûn başlangıçların sahiplerine ise Ashâb-ı Yemin denir. Sonra ashâb-ı yemin'in de çeşitli dereceleri vardır. Sabikûn da böyledir. Ashâb-ı yemin'in derecelerinin en yücesi, sâbikûnun en alt derecelerine yetişmesidir. Bu bakımdan zaman takdirine gerek yoktur. Aksine hakîkat şudur:
Zahireyi terketmek suretiyle tevekkül etmek, ancak emeli kısaltmakla tamamlanır. Yaşama emelinin yok olmasının ise tevekkülde bir an için olsa dahi şart koşulması uzak bir ihtimaldir; zira bu emellerin yokluğu, varlığı düşünülmez birşey gibidir. Yani bu emellerin yokluğunu düşünmek bile mümkün değildir. Halka gelince, onlar tûl-i emel, kasr-ı emel hakkında ihtilâf etmişlerdir. Emel derecelerinin en kısası, bir gün bir gece ve bundan daha az saatlerdir. En uzunu ise, İnsan oğlunun ömrü kadar düşünülen zamandır. Bu iki derece arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır. Bu bakımdan bir aydan fazlasını istemeyen, bir seneyi isteyenden daha fazla hedefe yakındır. Zahîre edinmeyi Hazret-i Mûsa'nın miadı olduğu için kırk günle kayıtlandırmak uzak bir ihtimaldir; zira Hazret-i Mûsa'nın hâdisesi, ne kadar zaman için emel beslemeye ruhsat olduğunu beyan etmek için değildir. Fakat o, va'dolunanı elde etmek için Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) müstehak olduğu bir zamandı ki o ancak kırk günden sonra tamam olurdu. Bu da eşyanın tedricî bir şekilde tahakkukunda bu ve buna benzer hâdiselerde Allah'ın sünnetinin cereyan ettiği bir sırdan ötürüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, Âdem'in (aleyhisselâm) çamurunu kırk sabah kudret eliyle yoğurdu. 21
Zira o çamurun kıvama gelmesi, kırk sabah beklemeye bağlı idi. Anlaşıldı ki bir seneden fazlası için ancak kalbin zâfiyeti ve sebeplerin zâhirine meyletmenin hükmüyle istif yapılır. Bu bakımdan böyle yapan kişi tevekkül makamının dışındadır. Hakîki vekilin gizli sebepleri elinde tutan tedbirine güvenmemektedir! Zira gelirin yükselme ve düşüş sebepleri çoğu kez senelerin tekrarıyla durmadan yenilenmektedir. Öyle ise bir seneden az bir zaman için tedbir alanın emelinin kısalığı nisbetinde derecesi vardır: Emeli iki ay olanın derecesi, bir aylık emele sahip olanın derecesi ile üç aylık emeli bulunanın derecesi bir olmaz. Onun derecesi, mertebe yönünden bu iki şahsın arasındadır. Zahîre edinmekten insanı ancak emelin kısalması alıkoyar. Bu bakımdan şahıs için hiç zahîre edinmemek daha faziletlidir. Eğer kalbi zayıf ise, bu takdirde zahîre edinmesi ne kadar azalırsa o nisbette fazileti artar,
Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Ali ve Usame b. Zeyd'e 'Cenazesini yıkayın' diye emir verdiği fakir hakkında şöyle rivâyet ediliyor: O fakirin cenazesini yıkadılar ve abasıyla kefenlediler. Hazret-i Peygamber onu defnettiğinde ashâbına şöyle dedi: 'O kıyâmet günüde, yüzü dolunay gibi olduğu halde haşrolunacaktır. Eğer onda eksik bir haslet olmasaydı yüzü pırıl pırıl parlayan güneş gibi olduğu halde haşrolunurdu'.
(Râvî der ki) : Biz Hazret-i Peygamber'den 'O haslet nedir?' diye sorduk, şöyle buyurdu:
Bu kişi çok oruç tutar, çok namaz kılar, Allah'ı çokça anardı. Ancak kış mevsimi geldiğinde yaz elbisesini, yaz için saklardı. Yaz geldiğinde kış elbisesini ikinci bir kışa saklardı!
Sonra Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Size az verilen şey yakîn ile sabrın azimetidir. 22
Su testisi, bıçak ve daima muhtaç olduğu âletler böyle değildir. Çünkü bunları edinmek dereceyi eksiltmez. Kış elbisesi ise, insanın yazın muhtaç olmadığı şeydir. Bu durum ancak zahîre edinmeyi terketmekten kalbi ürkmeyen, halkın eline bakmayan, Allah'tan başkasına iltifat etmeyen bir kimse için sözkonusudur. Eğer böyle yaptığı takdirde nefsinin muzdarip olmasını, dolayısıyla kalbini ibadet, zikir ve düşünceden meşgul edeceğini seziyorsa, böyle bir kimse için zahîre edinmek, edinmemekten daha evlâdır. Eğer geliri ile idare edecek bir gayr-i menkul edinirse, kalbi de ancak bununla Allah'tan başka şeylerden boşalıyorsa, böyle bir gelir kaynağını edinmek, kendisi için edinmemekten daha iyidir. Çünkü maksat, Allah'ın zikri için kalbini tecerrüd edip ıslah etmesidir. Bazı şahısları malın varlığı, bazı şahısları da malın yokluğu meşgul eder. Mahzurlu olan şey, insanı Allah'tan uzaklaştıran şeydir. Yoksa esasında ne dünyanın varlığı, ne de yokluğu mahzurlu değildir! Bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Hazret-i Peygamber tüccarlara, çalışanlara ve sanatkârlara sanatını terketmesini emretmedi. Bunları terkedene de 'bunlarla meşgul ol!' demedi. Sadece, bütün insanları Allah'a davet etti.
Kurtuluşlarının kalplerini dünyadan kesip Allah'a bağlamaya bağlı olduğunu telkin etti. Allah ile meşgul olmanın temeli kalptir. Bu bakımdan zayıf bir kimsenin yapması gereken en doğru hareket, ihtiyacı kadar rızık edinmektir. Kuvvetli bir kimsenin yapması gereken en doğru hareketinin de azık edinmeyi terketmek olduğu gibi. . . Buraya kadar söylediklerimizin hepsi çoluk çocuk sahibi olmayan bir kimsenin hükmüdür. Aile sahibi bir kimse ise ailesi için bir senelik yetecek zahîre edinirse tevekkül hududunun dışına çıkmaz. Çünkü bunu onların zayıf hallerini dikkate alıp kalplerini sükûnete kavuşturmak için edinmektedir. Bir sene yetecek miktardan fazla edinmek ise, tevekkülü bozar. Çünkü sebepler, seneler tekerür ettikçe tekrarlanır. Bu bakımdan bir sene yetecek miktardan fazlasını edinmenin sebebi, kalbin zâfiyetidir. Kalbin zafiyeti ise, tevekküle zıt düşer. Bu bakımdan tevekkül sahibi demek, kalbi kuvvetli, nefsi Allah'ın faziletine itimat eden, zâhirî sebeplere değil Allah'ın tedbirine güvenen muvahhid kimse demektir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) aile efradının bir senelik yiyeceğini zahîre olarak koymuştur. 23 Oysa dadısı Ümmü Eymen'e ve başkasına yarın için birşey saklamalarını yasaklamıştır,24
Hazret-i Bilâl'in, iftar etmek için sakladığı bir parça ekmeğini görünce onu böyle yapmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Ey Bilâl! İnfak et! Arş sahibinin az vereceğinden korkma!25 Yine Hazret-i Peygamber Bilâl'e şöyle buyurmuştur: Senden birşey istenilirse vermemezlik etme! Sana birşey verilirse onu saklama!26
Bunu, tevekkül sahiplerinin efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa'ya uymak bakımından böyle yapmalıdır. Hazret-i Peygamber'in emeli o derece kısaydı ki küçük taharetini yaparken su yakın olmasına rağmen teyemmüm eder ve şöyle derdi:
Bana, suya yetişeceğimi kim garanti edebilir? Belki de suya yetişemem!27
Hazret-i Peygamber eğer zahîre edinmiş olsaydı, onun bu hareketi tevekkülünde bir eksiklik olmazdı; zira o, zahîre edindiği şeye güvenmiyordu. Fakat Hazret-i Peygamber zahîre edinmeyi, ümmetinin kalben kuvvetli olanlarına ders vermek için terketti; zira ümmetinin kuvvetlileri, onun kuvvetine nisbeten zayıftır. Hazret-i Peygamber, ailesine bir senelik nafaka edindi. Fakat bunu kendisinin veya ailesinin kalplerinde zâfiyet olduğu için edinmedi. Ümmetinin zayıflarına bu durumu meşru kılmak için bunu yaptı.
Allahü teâlâ insanlara emrettiği ağır vazifeleri yapmalarını istediği gibi, vermiş olduğu ruhsatları da yapmalarını ister diye zayıfların kalbini hoşnut etmek için zayıflığın, onları ümitsizliğe sürüklememesi için haber vermiştir ki onlar zirveye çıkmaktan aciz oldukları için imkânları dahilinde olan hayrı yapmayı da bırakmasınlar. Çünkü Hazret-i Peygamber sınıf ve dereceleri ne olursa olsun, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bunu anladığında bilirsin ki zahîre edinmek, bazı insanlara zarar verir, bazı insanlara da zarar vermez. Buna Ebû Ümâme Bahîlî'nin rivâyet ettiği hadîs delâlet eder: Ashâb-ı suffeden biri vefat etti. Kefeni yoktu. Hazret-i Peygamber 'Onun elbisesini arayın' dedi. Onun izarının iç kısmında bağlı bulunan iki dinar buldular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Bunlar iki dağdır!' buyurdu. 28 Yani bu zat, bunlarla dağlanacaktır. Oysa diğer müslümanlardan, ölüp de geride servet bırakanlar olduğu halde Hazret-i Peygamber onlar hakkında hiç de böyle demiyordu. Bu durumun iki yönü vardır. Çünkü bu şahsın hali, iki ihtimal taşır:
Birincisi: Hazret-i Peygamber'in 'Bunlar ateşten yapılmış iki dağdır' demesidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak. (Tevbe/35)
Bu durum, kişi, zühd, fakirlik ve tevekkül sahibi olduğunu söylediği halde bunlardan müflis ise tahakkuk eder. Öyle ise bu bir tür aldatmadır!
İkincisi: Bunu aldatmak için yapmamasıdır. Bu takdirde Hazret-i Peygamber'in bu sözü, onun kemâl derecesinin eksikliğine işaret olur. Nitekim iki dağın eserinin yüzün güzelliğini eksilttiği gibi. . . Bu, aldatmadan ötürü değildir; zira kişinin arkasında bıraktığı herşey, onun âhiret derecesinde bir eksikliktir. Çünkü bir kimseye dünyada birşey verildi mi onun nisbetinde âhireti eksilir.
Kalbin, zahîre edinenin sevgisinden uzak olmasıyla beraber, zahîre edinmenin, tevekkülü bozmasının mecburi olmadığının beyanına gelince, bu duruma Bişr'den rivâyet edilen haber şehadet eder. Râvi şöyle anlatır: Bişr'in yanında bulunuyordum. Sakalına ak düşmüş, esmer, hafif sakallı biri Bişr'in huzuruna girdi. Hiç kimsenin önünde ayağa kalktığını görmediğim Bişr, onun önünde ayağa kalktı. Bişr bana bir avuç dirhem verip 'En güzel yemeklerden ne bulursan bize onu satın al' dedi. Oysa hiçbir zaman bana böyle birşey söylememişti.
Hüseyin der ki: Yemeği getirdim, önlerine koydum. Bişr misafîriyle beraber yemek yedi. Oysa başkasıyla birlikte yemek yediğini görmemiştim. Muhtaç olduğumuz kadarını yedik. Yemekten birçok şey kaldı. Misafir kalanı alıp elbisesine sardı ve gitti. Onun bu durumuna hayret edip kınadım. Bişr bana O'nun bu yaptığını niçin kınadın?' dedi. Ben 'Evet! İzin almadan sofrada kalan yemeği alıp gitti! Bu nasıl olur? dedim. Bişr 'O kardeşimiz Feth el-Mevsılî'dir. Bugün Musul'dan ziyaretimize geldi. O bize zahîre edinip de zarar görmeyeceğimiz tevekkül'ü öğretmek istedi!' dedi.
Üçüncü Durum
Bu durum, korku arzeden zararı bertaraf eden sebeplere tevessül etmek hususundadır. Zarar, bazen nefiste veya malda insanı korku ile karşı karşıya getirir. Oysa korkuyu defedici sebepleri terketmek tevekkülün şartlarından değildir. Nefis hakkındaki korkuya gelince, yırtıcı hayvanın bulunduğu bir yerde, selin akıntı yerinde, yıkılmaya yüz tutan duvarın gölgesinde veya tavanı yıkılmış evin altında uyumak gibi. . . Bütün bunlar yasaklanmıştır. Böyle yapan bir kimse, faydasız bir şekilde, nefsini tehlikeye maruz bırakmıştır. Evet bu sebepler bazen kesin, bazen zannedilen, bazen da vehmedilen kısımlara ayrılır. Bunlardan vehmedileni terketmek tevekkülün şartıdır. O öyle bir sebeptir ki onun zararı defetmeye olan nisbeti, dağlanmak ile muska yaptırmaya nisbeti gibidir; zira dağlanmak ve muska, olacağı ümit edilen bir şeyi (sözde) defetmek için bazen mahzurlu bir hareketi insana yaptırtır. Bazen de mahzurlu şey tahakkuk ettikten sonra kaldırılması için kullanılır. Oysa Hazret-i Peygamber tevekkül sahiplerini dağlamayı, muskayı, fal açmayı bırakmakla vasıflandırmıştır. Onları 'soğuk bir yere çıkarken cübbe giymezler' diye vasıflandırmamıştır! Oysa cübbe de olabilecek soğuk algınlığını bertaraf etmek için giyilir.
Cübbe durumunda olan sebeplerin hepsi böyledir. Evet! İçten gelen hararetin kuvvetini artırmak için kış mevsiminde sefere çıktığında sarımsak yemekle kuvvet almayı düşünmek, çoğu kez sebepler hususunda derinliğine dalmak ve sebeplere fazlasıyla güvenmek olur. Nerdeyse dağlanmaya yaklaşacak bir duruma gelir. Ama cübbe giymek böyle değildir. Kesin iseler defedici sebepleri terketmek için bir yön vardır. Öyle ise kendisine bir insandan zarar dokunduğunda, sabretmek imkânı olduğu gibi zararı defetmek ve intikam almak imkânı da olursa, bu takdirde tevekkülün şartı zararı sineye çekmek ve sabretmektik.
Yalnız onu (Allah'ı) veli edin! Onların dediklerine sabret! (Müzzemmil/9-10)
Elbette bize yaptığınız eziyetlere katlanacağız. Tevekkül edenler Allah'a tevekkül etsinler! (İbrahim/12)
Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a dayan. (Ahzâb/48)
O halde, azim sahipleri olan peygambelerin sabrettiği gibi sabret! (Ahkâf/35)
Böyle salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir! Onlar ki sabrederler ve rablerine tevekkül ederler. (Ankebût/58-59)
Bu hüküm, insanlara eziyet hakkındadır. Yılanlar, yırtıcı hayvanlar akreplerin eziyetine karşı sabretmeye gelince, onları defetmeyi terketmenin tevekkülle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur! Çünkü hiçbir faydası yoktur; zira çalışma veya çalışmayı terketmek, ancak dine yardım etmesi açısından istenir. Bizzat kendisi için istenmez. Burada sebepleri sıralamak, tıpkı kesb ve faydayı celbetmek hususundaki sebepleri sıralamak gibidir. Bu bakımdan onları tekrar etmek suretiyle sözü uzatmayacağız. Maldan zararı defeden sebeplerde de durum böyledir. Evden çıkarken kapıyı kilitlemek, deveyi bağlamak tevekküle bir eksiklik getirmez; zira bu sebepler, ya kesin veya zanla Allah'ın sünnetiyle bilinmektedir.
Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir bedevî, devesini başıboş bırakıp 'Allah'a tevekkül ettim' dediğinde Hazret-i Peygamber bedevîye 'Deveni bağla da öyle tevekkül et!' demiştir. 29
Korunma tedbirinizi alın! (Nisâ/102)
Silahlarını da yanlarına alsınlar. (Nisâ/102)
Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanlarını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. (Enfâl/60)
O halde kullarımı geceleyin yürüt. Çünkü siz takip edileceksiniz! (Duhân/23)
İsrâ (geceleyin yürümek) düşmanın gözünden kaybolmak ve bir nefsin korunma sebeplerine başvurması demektir. Bir de Hazret-i Peygamber'in zararı defetmek için düşmanların gözünden, Sevr mağarasında gizlenmesi vardır. Korku namazında silah taşımak, yılan ve akrebi öldürmek gibi kesin bir müdafaa değildir; zira ikincisi kesinlikle tahakkuk etmiştir. Fakat silah taşımak, zannedilen bir şeyden dolayıdır, Daha önce zannedilenin kesin sebep gibi olmadığını, tevekkül'ün ancak mevhum bir sebebi bırakması olduğunu izah etmiştik.
Soru: Bir cemaattan hikâye olunduğuna göre, tevekkül sahiplerinden öyleleri varmış ki aslan pençesini onun iki omuzu arasına koyduğu halde tınmamış!?
Cevap: Onlardan bir cemaatten hikaye edildiğine göre, onlar aslana da binerlermiş!? Dolayısıyla bu makam, yani böyle yapma yetkisine sahip olmak, seni aldatmasın. Bu, her ne kadar esasında mümkün ise de, başkasından öğrenmek yoluyla böylelerine uymak uygun değildir. Bu makam kerametlerin yüksek bir makamıdır. Fakat tevekkülde şart değildir. Tevekkül'de öyle sırlar vardır ki o sırlara ancak vâsıl olanlar vakıf olurlar.
Soru: Bir alamet var mıdır ki ben onun vasıtasıyla bu sırlara vardığımı bilmiş olayım?
Cevap: Vâsıl olan, alâmetleri aramaya muhtaç değildir. Fakat bu makamdan daha önce belirtilen makamın alâmetlerinden biri, senin içinde bir köpek vardır, adına öfke denir. Onun sana boyun eğmesi bu makamın alâmetlerindendir. O köpek durmadan hem seni, hem başkasını ısırır. Bu köpek, kışkırtıldığında ancak senin işaretinle harekete geçebilecek şekilde sana boyun eğiyorsa, yırtıcı hayvanların sultanı olan aslanı sana boyun eğdirecek kadar derecen yücelir. O vakit, ev köpeğinin sana musahhar olması yaban köpeğinin boyun eğmesinden daha evlâ değil midir? Postunun içindeki köpek sana boyun eğdiği zaman, bu kapında bekleyen köpeğin boyun eğmesinden daha iyidir. Senin içindeki köpek (öfke) sana musahhar değilse, zahirî köpeğin sana boyun eğmesine aldanma!
Soru: Tevekkül sahibi bir kimse düşmandan sakınmak için silahına sarıldığında, hırsızdan korunmak için kapısını kilitlediğinde, çöllere düşmekten çekindiği için devesinin ayağını bağladığında acaba nasıl tevekkül sahibi olur?
Cevap: İlim ve hâl ile tevekkül sahibi olur!
İlm'e gelince, hırsızın kapıyı kilitlemesiyle değil, Allahü teâlâ'nın onu defetmesiyle hırsızın içeriye giremediğini bilmesidir. Çünkü nice kilitli kapı vardır ki fayda vermez. Nice deve vardır ki ayağı bağlanır, ya ölür veya ayağını çözer de kaybolur. Nice silahlı kişi vardır ki öldürülür veya mağlup olur. Bu bakımdan hiçbir zaman bu şeylere güvenme, husumet hususundaki vekil için belirttiğimiz gibi müsebbib'ul-esbab'a (Allah'a) güven; zira tevekkül sahipleri eğer mahkemede bulunup sicilleri getirirse, kendi nefsine ve getirdiği sicillere değil, vekilinin maharetine güvenir!
Hâl'e gelince, kişinin evinde ve nefsinde Allah'ın hükmüne razı olup şöyle demesidir:
Ey Allahım! Eğer evde bulunan şeylere, onları alacak birini musallat edersen, o senin yolundadır ve ben de senin hükmüne razıyım; zira bana verdiğin geriye alınmayacak bir hibe mi olduğunu veya geri istenilecek bir emanet mi olduğunu bilmiyorum ve yine bilmiyorum ki bu rızık benim midir veya ezelde meşiyetin o başkasının rızkıdır diye mi sebkat etmiştir? Sen nasıl hükmedersen ben o hükme razıyım. Senin hükmünden korunmak ve kaderine kızdığım için kapıyı kilitlemiş değilim. Sebeplere yapışmam, senin sünnetine göre hareket etmek içindir. Bu bakımdan ey sebeplerin müsebbibi, güven ancak sanadır!
Kişinin hali ve ilmi böyle olduğunda, devenin ayağını bağlamak, silah taşımak ve kapıyı kapatmak, onu tevekkül hududundan dışarı çıkarmaz. Kişi eve dönüp de eşyalarını evde bulunca, bu onun nezdinde Allah'tan gelen yepyeni bir nimet olmalı, böyle telâkki etmelidir. Eğer eşyayı çalınmış görürse, kalbine bakmalıdır: Eğer kalbinin buna razı olduğunu, bununla sevindiğini görür ve Allahü teâlâ bunu benden ancak âhirette rızkımı fazla vermek için almıştır' derse, onun tevekküldeki makamı sıhhatli ve doğru olur. Eğer kalbi bundan elem duyar, bununla beraber sabrının kuvvetliliğini görürse, tevekkül davasında doğru olmadığı anlaşılır.
Çünkü tevekkül zühdden sonra gelen bir makamdır. Zühd, kaybettiği dünyasından dolayı üzülmeyen ve elde ettiğiyle sevinmeyen bir kişinin işidir. Bu kişi ise bunun tam aksinedir. Madem ki zühd budur, o halde bu kişinin tevekkülü nasıl doğru olabilir? Evet! Eğer gizleyip şikayetini açığa vurmazsa, aramak ve tecessüste gayreti çoğalmazsa, sabır makamı kendisi için sıhhatli olur. Eğer buna gücü yetmeyip kalbi eziyet duyar, dili şikayet eder ve bedeniyle çalışırsa, böyle kimse için, malının çalınması günahını daha artırıcı olur! Çünkü kendisi, bütün makamlardan eksik ve bütün davalarda yalancıdır. Bundan sonra nefsini iddialarında doğrulamamaya var kuvvetiyle çalışması ve gururunun ipiyle hiçbir kuyuya inmemesi gerekir. Çünkü nefis kandırıcı, kötülüğü emredici ve hayrı iddia edicidir.
Soru: Tevekkül sahibi bir insanın malı olur mu ki malı çalınsın?
Cevap: Onun evi, yemek yediği kap kacak, su içtiği ve abdest aldığı testi, azığını muhafaza ettiği dağarcık, düşmanını uzaklaştırdığı gibi ev eşyalarından hâli değildir. Bunlardan başka hayatın zarurî gereklerinden olan ev eşyası da vardır. Bazen da bir muhtacı görüp kendisine vermek için eline geçen malı yanında bırakır. Bu niyetle yanında mal bırakmak onun tevekkülünü bozmaz. Su testisini, içinde azığı bulunan dağarcığı elden çıkarmak tevekkülün şartlarından değildir. O ancak yemek hususunda zaruret miktarından fazla olan mal hakkında geçerlidir. Çünkü Allah'ın sünneti, malı mescidlerin köşelerinde bulunan fakir tevekkül sahiplerine yetiştirmekle cari olmuştur. Testileri ve ev eşyalarını her gün veya her hafta dağıtması Allah'ın sünnetine uygun değildir. Allah'ın sünnetinden çıkmak tevekkülün şartı değildir. Bunun için Havvâs, sefere çıktığında beraberinde ip, kova, makas ve iğne götürürdü. Yiyecek maddesi götürmezdi. Fakat Allah'ın sünneti (âdeti) bu iki işin arasındaki farklılıkla cari olmuştur.
Soru: Kişinin muhtaç olduğu eşya çalınırsa üzülmemesi nasıl düşünülür? Zira eğer kişi, onu istemiyorsa neden onu edinmiş, neden onun üzerine kapıyı kilitlemiştir? Eğer ona ihtiyacı olduğu için istemişse, çalındığında kalbi nasıl ondan eziyet duymaz ve üzülmez? Oysa ihtiyacı ile bu hâdise arasında bir perde olmuştur.
Cevap: Kişi o eşyayı dini hususunda ondan yararlanmak için korur; zira eşyanın kendisi için hayırlı olduğunu düşünür. Eğer bu eşya kendisi için hayırlı olmasaydı Allah kendisine rızık olarak vermezdi. Böylece Allah'ın bu eşyayı edinmeyi kendisi için kolaylaştırmasıyla o eşyanın hayırlı olmasına delil getirdi. Bu eşyanın bulunmasının dinin sebepleri hususunda kendisine yardımcı olduğunu zannetmekle beraber, Allah hakkında hüsn-i zan etmesiyle delil getirdi. Bunun kesinlikle böyle olmasını bilmiyor; zira o eşyanın elinden alınmasıyla belalandırılmasmda hayır olması, hedefine varmak için yorulup yorgunluk sebebiyle sevabının daha fazla olma ihtimali vardır. Allahü teâlâ hırsızı musallat kılmak suretiyle o eşyayı ondan alınca bu zannı değişti. Çünkü bütün durumlarda Allah'a güvenir, Allah hakkında hüsn-i zan sahibidir. Bu takdirde der ki:
Eğer şu ana kadar olmasında benim için hayrın olduğunu ve şundan sonra da yokluğunda hayrın olduğunu Allah bilmeseydi bunu benden almazdı.
İşte bu gibi zan ile ondan üzüntünün uzaklaşması düşünülür; zira bu zannıyla sebeplere sevinir, fakat sebep olmalarından değil, sebeplerin müsebbibinin bir lütfu olması hasebiyle sevinir. Bu kişi tıpkı şefkatli ve her yaptığına razı olunan bir doktorun huzurunda bulunan hasta gibidir. Eğer doktor kendisine gıda verirse buna sevinir ve şöyle der: 'Eğer doktor gıdanın bana faydalı olduğunu ve gücümün bu gıdaya yeteceğini bilmeseydi bana vermezdi". Eğer doktor, bundan sonra, gıdayı kendisinden alsa yine sevinir ve der ki: 'Eğer gıda bana zararlı olup beni ölüme doğru sevketmeseydi, doktor gıdayı benden menetmezdi'.
Bu bakımdan kim Allah'ın ihsânı hakkında bu hastanın tıp ilminde mahir ve şefkat sahibi doktor hakkında inandığı gibi inanmazsa o kimsenin tevekkülü asla doğru değildir. Kim Allah'ı bilir, O'nun fillerini tanır, kullarının ıslahındaki sünnetini sezerse, onun sevinmesi sebeplerle değildir. Çünkü o, hangi sebeplerin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilmez. Nitekim Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Zengin veya fakir olmama aldırmam. Çünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum'.
İşte tevekkül sahibi bir kimse de eşyasının çalınmasına veya çalınmamasına böylece aldırmalıdır. Çünkü dünya ve âhirette hangisinin kendisi için daha hayırlı olduğunu bilemez. Nice eşya vardır ki dünyada İnsan oğlunun helâk olmasına sebep olur ve nice zengin vardır ki zenginliğinden dolayı bir belâya uğrar ve 'Keşke fakir olsaydım!' der.
21) Deylemî, Müsned'u1-Firdevs
22) Şehr b. Havşeb, (Ebû Umâme'den)
23) Müslim, Buhârî, (Daha önce de geçmişti) .
24) Daha önce geçmişti.
25) Bezzâr
26) Taberânî, Hâkim
27) İbn Eb'id-Dünya
28) İmâm-ı Ahmed
29) Tirmizî
35-3
10. Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb
Evinin eşyası elinden çıktığında tevekkül sahiplerinin yapmaları gereken birtakım âdâb vardır:
Birincisi: Kapıyı kilitlemesidir. Fakat kapının kilitlenmesine rağmen komşularına 'Siz de benim eşyamı koruyun' demesi ve birçok kilitler getirip üst üste takması gibi korunma sebeplerinde de pek derine dalmamasıdır. Mâlik b. Dinar, kapısını kilitlemezdi. Fakat bir şeritle bağlar ve şöyle derdi: 'Eğer köpekler olmasaydı kapımı bağlamazdım'.
İkincisi: Hırsızları evine girmeye teşvik edecek bir eşyayı evde bırakmamalıdır ki onların günah işlemesine sebep olmasın veya o tahrik edici eşyanın evde bulunması, hırsızların isteklerinin kabarmasına vesile olmasın!
Muğire, Mâlik b. Dinar'a bir ibrik hediye ettiğinde Mâlik ona 'ibriğini geri götür! Ona ihtiyacım yoktur!' dedi. Muğire 'Neden' dedi. Mâlik 'Çünkü düşman bana hırsız onu çalar diye vesvese veriyor' dedi. Sanki Mâlik, hırsızı günah işlemekten ve çalınmasından ötürü şeytanın vesvesesiyle kalbini meşguliyetten kurtarmak istemiştir.
Ebû Süleyman dedi ki: 'Bu, sûfîlerin kalplerinin zâfiyetindendir! Bu şahıs dünyada zühd gösterdi. Artık dünyalığı alıp götürenden ona ne zarar dokunur?'
Üçüncüsü: Evde bırakmaya mecbur olduğu eşyaya bir hırsızı musallat kılarsa bu ilâhî hükme razı olarak şöyle demelidir: 'Hırsız neyi alırsa, ona helâl olsun! Veya Allah yolunda olsun. Eğer hırsız fakirse ona sadaka olsun!' Fakat fakirliği şart koşmaması daha evlâdır. Bu bakımdan eğer zengin veya fakir onu çalarsa iki niyeti olmalıdır. O niyetlerden biri, malını çalan adamı günahtan menedici olmasıdır; zira hırsız çoğu kez o malla zengin olur. Ondan sonra artık hırsızlıktan gevşer. Böylece onu helâl etmekle haram yemenin günahından kurtarır.
İkincisi, başka bir müslümana zulmetmemesine niyet etmektir. Böylece malı başka bir müslümanın malına feda olur. Ne zaman ki malıyla başkasının malını korumayı niyet ederse veya hırsızdan günahını defetmeye veya günahını hafifletmeye niyet ederse müslümanlar için nasihatta bulunmuş olur ve Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini nefsinde tatbik ve temsil eder:
Kardeşin ister zâlim, ister mazlum olsun ona yardımcı ol!30
Zâlime yardım etmek, onu zulümden menetmektir. Onun için yapmış olduğu zulmü affetmek, zulmü yoketmek ve onu menetmek olur. Kesinlikle bu niyetin hiçbir şekilde kendisine zarar vermediğine inanmalıdır. Zira bu niyette hırsızı herhangi bir mala saldırtınak ve ezelî kaderi bozmak diye birşey yoktur! Fakat zühdle niyeti tahakkuk eder. Eğer malı alınırsa, her dirhem karşılığı yediyüz dirhem kendisine verilir. Çünkü onu niyet ve kasd etmiştir. Eğer malı çalınmazsa yine ecri vardır.
Nitekim Hazret-i Peygamber'den azli terkedip nutfeyi (meniyi) merkezine yerleştiren bir kimse hakkında rivâyet olunmuş ki bu cimada, doğup yaşayan ve Allah yolunda şehid olan bir erkek evladının ecri vardır. Her ne kadar evladı olmamış ise de yine böyledir. Çünkü kişi çocuğun olmasında sadece cima ile katkıda bulunmuş olur. Yaratma, hayat, rızık ve yaşatmak onun elinde değildir. Eğer evlat yaratılmış olsaydı, fiilinden ötürü baba sevab sahibi olurdu. Çünkü babanın fiili vardır. İşte hırsızlık da böyledir.
Dördüncüsü: Malının çalınmış olduğunu gördüğünde, üzülmemesi gerekir. Hatta elinden gelirse, sevinip şöyle demelidir: Eğer malımda hayır olmasaydı Allah onu almazdı. Sonra o malı Allah yoluna adamamış ise artık arkasına pek fazla düşüp müs-lümanlar hakkında su-i zanda bulunmamalıdır. Eğer Allah yoluna adamış ise, arkasına düşmeyi tamamen bırakmalıdır. Çünkü onu nefsi için bir zahîre olarak âhirete göndermiştir. Eğer o geri gelse dahi, Allah yoluna adadıktan sonra, kabul etmemesi daha evlâdır. Eğer kabul ederse, ilmin zahirine göre o mal onun mülküdür. Çünkü şahsın mücerred niyetle mülkü zâil olmaz. Fakat bu mal tevekkül sahipleri nezdinde artık güzel değildir.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ömer'in devesi çalındı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra 'O Allah yoluna olsun!' dedi. Camiye girip iki rek'at namaz kılınca arkasından bir kişi gelip 'Ey Ebû Abdurrahman! Senin deven falan yerdedir!' dedi. Bunun üzerine ayakkabısını giyip kalktı. Sonra Estağfirullah deyip oturdu. Kendisine 'Gidip deveni getirmeyecek misin?' diye sorulunca 'Ben onu Allah yoluna adadım' dedi.
Meşâyihten biri şöyle demiştir: Öldükten sonra rüyada bir dostumu gördüm. 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye sorunca 'Beni affedip cennete dahil etti!' deyip cennetteki konaklarını bana arzetti, onları gözümle gördüm. Fakat buna rağmen o mahzundu. Kendisine 'Allah seni affedip cennete soktuğu halde sen hâlâ niçin mahzunsun?' diye sorunca, derinden bir iç çekerek dedi ki: 'Evet! Ben kıyâmete kadar böyle mahzun kalacağım'. Ben 'Neden mahzun kalacaksın?' diye sordum. O 'Ben cennetteki konaklarımı gördüğümde bana İlliyyîndeki makamlar gösterildi. Gördüklerimin içinde onlar gibisi yoktu. Onlara sevindim. Onlara girmek istediğimde biri onların üstünden 'Onu bu konaklardan geri çevirin. Bu konaklar ancak yolu geçenler içindir' diye seslendi. Ben 'Yolun geçilmesi de ne imiş?' diye sorunca denildi ki: 'Sen dünyada birşey için 'Bu Allah yolundadır' diyor, sonra vazgeçiyordun. Eğer o yola devam etseydin biz de bu gün seni yolu geçmiş sayacaktık'.
Mekke'de bulunan âbidlerin biri beline kemer bağlı bulunan birinin yanında yatıyordu. Kişi uyanıp kemerinin kaybolduğunu görünce âbidin yakasına yapışıp 'kemerimi sen götürdün!' dedi. Âbid, kişiye 'Senin kemerinde ne kadar para vardı?' dedi. Kişi de ona parasının miktarını söyledi. Bunun üzerine, âbid, kişiyi evine götürüp ona o miktarı verdi ve bu olaydan sonra kemer sahibinin arkadaşları şaka ile kemeri aldıklarını söylediler, kişi arkadaşlarıyla beraber gelip altınları geri vermek istedi. Âbid, altınları kabul etmeyip 'Onlar helâli hoş olsun! Al, zira Allah için verdiğim bir malı geri alamam' diyerek almamakta ısrar etti. Bunlar alması için ısrar ederken oğlunu çağırıp o paraları keselere taksim etti. Bir kuruşu kalmayıncaya kadar fakirlere dağıttı. İşte selefin ahlâkı böyleydi. Böylece bir fakire vermek için bir ekmek alan, o fakiri bulmadıkça ekmeği evine geri götürmeyi kerih gördüğünden, başka bir fakire verirdi. Dirhem, dinar ve diğer sadakalarda da böyle yapardı.
Beşincisi: Bu, derecelerin en düşüğüdür o da malını almak suretiyle kendisine zulmeden hırsıza beddua etmemesidir. Eğer beddua ederse, tevekkülü bozulur. Bu durum onun malının çalınmasına üzüldüğünü gösterir. Böylece zâhidliği de bozulur. Eğer bu hususta mübalağa yaparsa, musibetinden dolayı aldığı manevî ecri de yok olur; zira hadîste vârid olmuştur ki kendisine zulmedene beddua eden bir kimse ona yardım etmiş olur.
Hikâye olunuyor ki; Rebî b. Haysem'in yirmi dinar kıymetinde bir atı çalındı. At kaçırıldığı zaman ayakta namaz kılıyordu. Namazını yarıda bırakmadı ve onun arkasına düşmek için tınmadı. Bir grup insan gelerek kendisini teselli etmeye çalışınca onlara dedi ki: 'Ben atın yularını çözerken onu gördüm!' Kendisine 'O halde, onu menetmekten seni alıkoyan neydi?' denilince, cevap olarak 'Ben, attan bana daha sevimli gelen bir ibadet içindeydim!' dedi. Bu sefer gelenler hırsıza beddua etmeye başladılar. Rebî 'Hayır! Bunu yapmayın! Hayırlı şeyler söyleyin! Çünkü ben o atı kendisine sadaka kılmışımdır' dedi.
Çalınan bir eşyası hakkında seleften bir zata denildi ki;
- Neden sana zulmedene beddua etmiyorsun?
- Onu? aleyhinde şeytana yardımcı olmak istemiyorum.
- Acaba sana geri verirse ne yaparsın?
- Ne alır, ne de bakarım. Çünkü ben onu ona helâl ettim.
Bir başkasına denildi:
- Sana zulmedene beddua et!
- Bana hiç kimse zulmetmedi! Bana zulmeden ancak kendisine zulmetmiştir. O miskine nefsine zulmetmek yetmez mi? Bir de ona beddua edip de onun şerrine biraz daha mı ilave edeyim?
Bir kimse seleften birinin yanında, zulmettiğinden dolayı Haccâc-ı Zâlim'e fazlasıyla küfretti. O mazlum selef, küfürbaza dedi ki: 'Haccâc'a pek fazla küfretme! Haccâc kimin malını almış, kanını akıtmış ise, bundan dolayı Allah ondan nasıl intikam alacaksa, Haccâc'ın haysiyet ve şerefini pay ü mal edenlerden de Haccâc'ın hakkını alacaktır'.
Kul kendisine bir zulüm yapıldığında zulüm yapana küfrederse zulmünden fazla olan küfründen ötürü zâlim kendisinden hak talep eder ve zâlimin hakkı o mazlumdan alınır.
Altıncısı: Hırsızın azaba uğrayacağına üzülmesidir. Kendisini zâlim kılmayıp mazlum kıldığından dolayı Allah'a şükretmesidir. Dininde değil de dünyasında bir eksiklik yaptığından dolayı Allah'a hamdetmesidir.
Biri bir âlime, 'yolum kesildi, malım alındı' diye şikayette bulundu. Alim, cevap olarak dedi ki: 'Eğer müslümanların içerisinde bunu helâl görenlerin olmasından üzülmen, malının alınışından dolayı olan üzüntüden daha fazla değilse, sen müslümanlar için nasihat yapmış sayılmazsın.
Ali b. Fudayl b. İyaz'ın31 Kâbe'yi ziyaret ettiği bir anda altınları çalındı. Ağlayıp üzüldüğünü gören babası kendisine Tara için mi ağlıyorsun?' dedi. Ali 'Hayır! Allah'a kasem ederim ki para için ağlamıyorum. Fakat bu miskin hırsız için ağlıyorum ki kıyâmet gününde hesaba çekilecek fakat elinde hiçbir delil yok!' dedi
Bir zâta 'Sana zulmedene beddua et!' denildiğinde 'Ona beddua etmekten beni onun için üzülmek alıkoymaktadır!' dedi. İşte bunlar selefin ahlâkı idi. Allah onların hepsinden razı olsun!
Dördüncü Durum
Dördüncü durum, hastayı ve benzerlerini tedavi etmek gibi, zararın izalesine çalışmak hakkındadır.
Hastalığı izale eden sebepler de susuzluğun zararını ortadan kaldıran su, açlığın zararını izale eden ekmek gibi kesin, kan aldırmak, müshil ilacı içmek ve tıbbın zahirî sebepleri olan hararetle soğukluğu, soğuklukla da harareti tedavi etmek gibi kesin olmayan, dağlamak ve muska yapmak gibi mevhum kısımlara bölünür. Açlığı ve susuzluğu gideren ekmek ve su gibi kesin olana gelince, bunları terketmek tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu varsa onları terketmek haramdır. Mevhum olanı terketmek tevekküldendir; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) tevekkül sahiplerini onu terketmekle vasıflandırmıştır. Mevhumun en kuvvetlisi dağlama yapmaktır. Mertebe bakımından bunu muska takip eder. Fal bakmak da o derecelerin en sonuncusudur. Mevhumlara güvenmek, sebeplerin mülâhazasında gayet derine inmektir. Ortanca dereceye gelince o, doktorlar nezdinde zahirî sebeplerle tedavi olmak gibi kesin olmayan şeylerdir. Bunu yapmak tevekküle zıt değildir. Fakat mevhum tevekküle zıttır. Kesin olmayan tedaviyi terketmek mahzurlu değildir, fakat kesin olan şeyleri terketmek mahzurludur. Bilakis maznunu terketmek bazı durumlarda ve bazı şahıslar hakkında, terketmemekten daha üstündür. Bu bakımdan bu, mevhum ile kesin olanların dereceleri arasında bir derecedir. Hazret-i Peygamber'in tedaviyi emretmesi, tedavi olmanın tevekküle zıt olmadığına delâlet eder.
Hazret-i Peygamberin bu husustaki hadîsleri şunlardır:
Hiçbir hastalık yoktur ki onun devası olmasın. Onu tanıyan tanımıştır, onu tanımayan tanımamıştır; ancak ölüm müstesna!32
Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun! Muhakkak ki Allahü teâlâ hem hastalığı, hem de şifayı yaratmıştır. 33
Hazret-i Peygamber'den 'İlâç ile muska Allah'ın kaderinden birşeyi geri çevirebilir mi?' diye sorulunca şöyle buyurmuştur: 'O da Allah'ın kaderindendir'.
Ben meleklerden bir grubun yanından geçerken Ümmetine emret! Hacamatla tedavi olsunlar' dediler. 34
Ayın on yedisinde, on dokuzunda ve yirmi birinde hacamat yapın! Sakın kan sizi boğup da öldürmesin. 35
İşte görüldüğü gibi, Hazret-i Peygamber kanın yoğunlaşmasını pıhtılaşmasını ölüm sebebi olarak zikretmiştir ve Allah'ın izniyle kanın ölüm sebebi olduğunu şu sözüyle belirtmiştir: 'Kanın çıkarılması ölümden kurtulmaktır'. Zira öldürücü kanı derinin altından çıkarmak ile akrebi elbisenin altından ve yılanı evden çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur, Pıhtılaşan kanı olduğu gibi bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Böyle yapmak, ateşi söndürmek ve eve zararını defetmek için su serpmek gibidir. Vekilin sünnetinden (yolundan) çıkmanın tevekkülle alâkası yoktur. Maktu bir haberde şöyle vârid olmuştur: 'Kim ayın onyedinci ve salı günü hacamat olursa, bu hacamat onun için bir senelik hastalığın devası olur'. 36
Hazret-i Peygamber birçok sahabîye, tedaviyi ve hastalıklardan korunmayı emretmiştir. 37
Sa'd b. Muaz damarından kan aldırdı. 38 Sa'd b. Zürare yarasını dağlattı. Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) gözleri ağrıdığı zaman Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yaş hurmadan yeme! Bundan ye! Çünkü bu, senin için daha elverişlidir!39
Hadîsde bundan sözüyle kasdedilen şey, arpa unuyla pişirilmiş şekerpareydi.
Hazret-i Peygamber gözleri ağrıdığı halde hurma yiyen Suheyb'i görünce 'Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?' dedi. Bunun üzerine Suheyb 'Acımayan tarafla yiyorum!' deyince Hazret-i Peygamber tebessüm etti. 40
Hazret-i Peygamberin fiiline gelince, ehl-i beyt yoluyla gelen bir hadîste rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber 'Her gece gözüne sürme çeker ve her ay hacamat yaptırırdı. Her sene ilâç içerdi'. 41
İçtiği ilâcın sinameki olduğu söylenmiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birçok defa akrebin ve başka hayvanların ısırmasından tedavi görmüştür. 42
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber'e her vahiy indiğinde başı ağrırdı. Bunun üzerine başını kınalardı. Bir haberde şöyle vârid olmuştu: 'Hazret-i Peygamber bedeninde bir çıban çıktığında ona kına sürerdi. Bir de bedeninde çıkan bir çıbana toprak sürdü'. 43
Hazret-i Peygamber'in tedavisi ve tedaviyi emretmesi hakkında rivâyet edilen hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.
Bu hususta bir kitap telif edilmiş ve ona Tıbb-ı Nebî44adı verilmiştir.
Âlimlerin biri İsrailiyat'ta Hazret-i Mûsa'nın bir hastalığa giriftar olduğunu, İsrailoğulları'nın onun huzuruna gelerek hastalığını teşhis ettiklerini, ona 'Filan ilâcı kullansaydın şifa bulurdun' dediklerini, onun da 'O (Allah) beni ilâçsız şifaya kavuşturuncaya kadar tedavi olmayacağım' diye ısrar ettiğini, hastalığı uzayınca yine İsrailoğulları'nın Musa'ya 'Bu hastalığın ilâcı belli ve denenmiştir. Biz onunla tedavi olup şifa buluruz' dediklerini, onun da 'Ben tedavi olmam' diye ısrar ettiğini, hastalığın da devam ettiğini ve bunun üzerine Allahü teâlâ'nın kendisine 'İzzet ve celâlime yemin olsun! Sen onların sana söyledikleri ilâçla tedavi olmadıkça sana şifa vermeyeceğim' şeklinde vahiy gönderdiğini, bunun üzerine Musa'nın (aleyhisselâm) onlara 'Söylediklerinizle beni tedavi ediniz!' dediğini ve tedavi olup şifa bulduğunu, bundan dolayı nefsinde birşeyler hissettiğini, Allahü teâlâ’nın ona 'Bana tevekkül etmenle hikmetimi iptal etmek istedin! Acaba ilâçlar içerisine fayda koyan benden başka kimdir?' dediğim nakletmektedir.
Peygamberlerden biri bir hastalıktan şikayet etti. Allahü teâlâ ona vahiy göndererek 'Yumurta ye!' dedi. Başka bir peygamber de bünyesinin zâfiyetinden şikayette bulundu. Allahü teâlâ kendisine 'Süt ile et ye! Muhakkak onların ikisinde kuvvet vardır' diye vahiy gönderdi. Bu hadîsin tefsirinde 'Bu zâfiyet cinsî zafiyet idi!' diye kayıt düşülmüştür. Rivâyet edildi ki: Bir kavim, peygamberlerine, evlatlarının çirkin olduğundan şikayet ettiler. Allahü teâlâ o peygambere 'Gebe kadınlarına ayva yedirmelerini emret! Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir' diye ilham etti. Kadın bunu gebeliğin üçüncü ve dördüncü aylarında yapar. Çünkü bu aylarda, Allahü teâlâ, çocuğu suretlendirir. Selef, gebe kadınlara ayva, lohusalara da yaş hurma yedirirdi.
Anlaşıldı ki sebeplerin müsebbibi, hikmetini belirtmek için müsebbebleri sebeplere bağlamak suretiyle sünnetini icra etmektedir. İlâçlar Allah'ın hükmüyle diğer sebepler gibi müsahhar sebeplerdir. Nitekim ekmeğin açlığın, suyun susuzluğun ilâcı olduğu gibi, Sekencebin safranın, Sakmuniye ise ishalin ilâcıdır. Bu özellik, ancak iki durumun birinde ilâçtan ayrılır: O durumlardan biri; açlığın ve susuzluğun, su ve ekmek ile tedavisi açık bir gerçektir. Bütün insanlar bunu idrâk ederler. Fakat safra hastalığının sekencebin denilen ilâçla tedavisi, ancak uzmanlar tarafından bilinir. Bu bakımdan onu, denemek suretiyle bilen bir kimse için ilaç, birincisine iltihak eder. O ikincisi, müshildir. Sekencebin ise, iç âlemde bulunan birtakım şartlara vakıf olmakla ve mizaçta bulunan birçok sebeplerle teskin eder. Çoğu kez o şartlardan bazısı olmaz. Böylece ilâç ishal etme özelliğini kaybeder. Susuzluğun giderilmesi ise sudan başka şartlar istemez. Bazı zamanlar suyu fazlasıyla içmesine rağmen susuzluğun devamını gerektiren birtakım durumlar meydana gelir. Fakat bu durum, pek nadirdir. Sebeplerin karışması daima bu iki şeye inhisar eder. Aksi takdirde eğer sebebin şartları tamamsa müsebbeb, şüphesiz, sebebin arkasından tahakkuk eder. Bütün bunlar da sebeplerin müsebbibi, teshircisi ve tertipçisi olan Allah'ın tedbiriyle, hikmeti. nin hükmü, kudretinin kemâliyle meydana gelir. Bu bakımdan doktora ve ilâca güvenmeksizin, sadece sebeplerin müsebbibine güvenerek bu ilâçları kullanmak, tevekkül sahibi bir kimseye zarar vermez.
Hazret-i Mûsa'nın şöyle dediği rivâyet ediliyor:
- Yârab! Hastalık ve deva kimdendir?
- Bendendir.
- O halde doktorlar ne yapabilirler?
- Rızıklarını yerler. Benim şifam veya hükmüm gelinceye kadar kullarımı hoşnut ederler.
Durum bu ise tedavi ile beraber tevekkülün mânâsı, faydalıyı celb, zararı defeden işlerde olduğu gibi, ilim ve hâl ile tevekküldür. Tedaviyi terketmek, tevekkülde şart değildir.
Soru: Dağlamak da faydası açık olan sebeplerdendir!
Cevap: Öyle değildir! Zira kan aldırmak, hacamat yapmak, müshil içmek, şeker hastası olan bir kimse için soğutucu ilâçları almak gibi sebepler ancak zahirî sebeplerdir. Dağlamak ise, eğer görünmek hususunda bunlar gibi olsaydı, birçok memleketlerde tatbik edilirdi. Oysa birçok memlekette dağlama âdeti pek azdır. Dağlama bir kısım bedevî Türkler ile bedevî Arapların âdetidir. Bu bakımdan dağlama da muska gibi mevhum sebeplerdendir. Ancak dağlama muskadan şu hususta ayrılır: O, hiç ihtiyaç olmadığı halde ateşle yakmaktır! Zira dağlama ile tedavi edilen hastalığın dağlamanın yerine geçecek bir devası vardır ki o tedavide yakmak yoktur. Bu bakımdan ateşle yakmak bünyeyi tahrip eden bir yaradır. Onun yerine geçecek bir ilâç varsa dağlamanın kötü tesiri mahzurludur. Ama kan aldırmak, hacamat yapmak böyle değildir. Onların kötü tesiri pek yoktur. Onların yerine başka bir tedavi yapmaya gerek yoktur.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ikisi de tevekkülden uzak olduğu halde, muskayı değil de dağlamayı yasaklamıştır. Rivâyet ediliyor ki İmrân b, Huseyn hasta olduğunda kendisine 'dağlan' dedilerse de bunu yapmadı. Etrafı durmadan ısrar etti. Öyle ki yakasını kurtaramadı ve acıyan yeri dağladı. O bilahare derdi ki: 'Ben bir nûr görüyor ve bir ses işitiyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağlandığımdan bu yana bu durum benden kesildi. Yine şöyle demiştir: 'Biz birkaç dağı bedenimize vurduk. Allah'a yemin ederim iflâh olmadık, iyileşmedik'. Sonra tevbe edince Allah ona eski hâlini meleklerle olan münasebetini geri verdi.
Mutarrıf b. Abdillah dedi ki: Allahü teâlâ'nın daha önce, bana ikram olarak ihsan buyurduğu melekleri bana tekrar geri gönderdiğini görmez misin?'
Oysa o bu hâdiseden önce Mutarrıf a meleklerin kaybolduğunu haber vermişti. Durum bu olduğunda dağlamak ve onun yerine geçen başka ameliyeler tevekkül sahibi bir kimseye uygun olmayan ameliyelerdir; zira tevekkül sahibi bir kimse bunları yapmak için bir tedbire başvurmak mecburiyetinde kalır. Sonra bunun şifa vermesi de şüphelidir. Bu ise sebepleri fazla gözettiğine ve sebepler hususunda fazla derine daldığına delâlet eder! Allah daha iyisini bilir.
30) İmâm-ı Ahmed
31) Babası gibi zâhid bir zâttı.
32) İmâm İmâm-ı Ahmed, Taberânî
33) Tirmizî, İbn Mâce
34) Tirmizî, İbn Mâce
35) Tirmizî
36) Taberânî
37) Tirmizî, İbn Mâce
38) Müslim
39) Taberânî
40) Ebû Dâvud, Tirmizî
41) Daha önce geçmişti.
42) îbn Adiyy
43) Müslim ve Buhârî
44) Bu adla iki meşhur kitap vardır: Biri Hafız Ebû Bekr b. Semî'nin, diğeri ise Hafız Ebû Nuaym el-İsfehanî'nindir.
11. Bazı Hallerde Tedaviyi Terketmenin Makbul Olup Tevekkülün Kuvvetli Oluşuna Delâlet Etmesi
Seleften, tedaviye başvuranlar sayılmayacak kadar çoktur. Fakat büyük insanlardan bir kısmı da tedaviyi terketmiştir. Bu bakımdan onların bu hareketleri eksiklik zannedilir. Çünkü bu hareket güzel olsaydı, muhakkak Hazret-i Peygamber onu terkederdi; zira tevekkül hususunda başkasının hali Hazret-i Peygamber'in halinden daha mükemmel olamaz.
Hazret-i Ebû Bekir ölüm hastalığında iken kendisine şöyle denildi: 'Senin için bir doktor çağırırsak ne dersin?' Hazret-i Ebû Bekir ise şöyle cevap verdi: 'Doktor bana baktı ve dedi ki: 'Ben istediğimi en güzel bir şekilde yaparım!'
Ebu'd Derda'ya hasta iken şöyle denildi: Sen nerenden şikayet ediyorsun?
- Günahlarımdan.
- Canın ne istiyor?
- Rabbimin mağfiretini.
- Senin için doktor çağıralım mı?
- Doktor beni hasta düşürdü!
Ebû Zer'in gözleri ağrıdığında kendisine şöyle soruldu:
- Keşke gözlerini tedavi ettirseydin!
- Onlarla meşgul olacak vaktim yok!
- Keşke Allah'tan sana afiyet ihsan etmesini isteseydin!
- Bu iki gözden benim için daha mühim olan bir hususta
O'ndan âfiyet istiyorum!
Rebî b. Hayseme'ye felç isabet etti. Kendisine denildi ki: 'Keşke tedavi olsaydın!' Rebî 'Ben tedavi olmayı istedim. Sonra Ad, Semûd ve Ress kavmini hatırladım. Onların arasında gelip geçen birçok nesilleri hatırladım. Onların içinde doktorlar olduğu halde hem tedavi edilen, hem de tedavi eden helâk oldu. Afsun yapmak ve tedavi etmek onları kurtaramadı'.
Ahmed b. Hanbel derdi ki: 'Tevekküle inanıp bu yolun yolcusu olan bir kimsenin tedavi olmayı terketmesini, tedavi olmaktan daha iyi görürüm'.
Oysa Ahmed b. Hanbel'de de birçok hastalık vardı. O hastalıklardan tedavi olan bir kimse kendisine sorduğu zaman habervermezdi.
Sehl et-Tüsterî'ye şöyle denildi: 'Kul için tevekkül etmek ne zaman sıhhatli olur'. Sehl et-Tüsteri 'Bedeninde zarar, malında eksiklik olduğunda haliyle meşgul olup onlara iltifat etmediğinde ve Allah'ın kendisini murakâbe ettiğine dikkat ettiğinde' diye cevap verdi.
Durum bu olduğu halde, seleften bazıları tedavi olup bu usulü bir yol olarak bırakmıştır. Bazıları da tedavi olmayı çirkin görmüştür. Hazret-i Peygamber ile onların fiilini birleştirmenin yolu insanı tedaviden uzaklaştıran mânilerin kontrol altına alınmasıyla mümkündür. Bu bakımdan tedaviyi terketmenin birçok sebepleri vardır:
1. Hasta ehl-i keşiften olup keşif âleminde ecelinin geldiğini ve tedavinin fayda vermeyeceğini görmelidir. Bu da bazen salih rüyalarla, bazen de tahmin ve zan ile, bazen de kesin bir keşf ile malum olur.
Bu Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) tedavi olmayı terketmesine benziyor; zira o ehli keşiftendi. Çünkü Hazret-i Âişe'ye mirası hakkında 'Onlar senin iki kız kardeşindir!' dedi. Oysa o zaman Hazret-i Âişe'nin bir tek kızkardeşi vardı. Fakat Hazret-i Ebû Bekir'in hanımı o zaman gebeydi. Ölümünden sonra bir kız çocuğu doğurdu. Böylece anlaşıldı ki hanımının kız çocuğu doğuracağı Hazret-i Ebû Bekir'e keşfolunmuştu. Öyleyse ecelinin sona erdiğini de keşif yoluyla bilmesi uzak bir ihtimal değildir. Eğer böyle olmasa Hazret-i Peygamber'in tedavi olduğunu ve tedavi olmayı emrettiğini bildiği halde nasıl tedaviden kaçınırdı?
2. Hastanın kendi haliyle, sonucunun korkusuyla ve Allah'ın hâline muttali olduğunu bilmesiyle meşgul olmasıdır. Bu meşguliyet hastalık elemini ona unutturur. Bu bakımdan haliyle meşgul olduğundan dolayı kalbi tedaviyle meşgul olmaz.
Ebû Zer Gıfârî'nin konuşması da buna delâlet eder; zira şöyle demiştir: 'Ben iki gözümle ilgilenmekten meşgulüm'.
Ebu'd Derda'nın sözü de buna delâlet eder, zira o 'Ben ancak günahlarımdan şikayet ederim!' demiştir.
Bu bakımdan günah korkusundan dolayı kalben hissettiği elem, hastalıktan dolayı bedenen hissettiği elemden daha fazla görünür. O halde bu kimse azizlerinden birinin ölümüyle musibettar olan veya öldürülmek için sultanlardan birinin huzuruna götürülen korkak bir kimse gibidir. Kendisine 'Sen acıkmışsın, yemek yemiyor musun?' denildiğinde, cevap olarak 'Ben açlığın elemini duymaktan meşgulüm' demiştir.
Onun böyle söylemesi yemeğin açlığı gidermeye yaradığı' haikatini inkâr etmek ve yemek yiyene ta'netmek değildir.
Sehl'in meşguliyeti buna yakındır. Nitekim kendisine şöyle soruldu:
- Kut (gıda) nedir?
-Kut, Hayy ve Kayyûm olanın zikridir!
- Biz bedenin ayakta durmasını sağlayan gıdayı soruyoruz!
- O, ilmin ta kendisidir!
- Biz senden gıdayı sorduk!
- Gıda zikrin ta kendisidir!
-Biz senden bedenin yemeğini sorduk!
- Senin bedenle ne ilgin var? Başlangıçta bedeni koruyan, sonunda da onu korur. O halde bedenin yakasını bırak! Bedene bir illet geldiğinde onu yaratıcısına götür. Görmez misin, sanatkârın yaptığı şeyde bir kusur görüldüğünde, o düzeltilmek için ustasına geri götürülür.
3. İlletin müzmin olmasıdır. O illete nisbeten kullanılan ilâcın fayda vermesi mevhum ve dağlama ile efsun etmenin yerine geçmesidir. Bu bakımdan tevekkül sahibi bir kimse bu şekildeki bir tedaviyi terkeder.
Rebî b. Hayseme'nin sözü buna işaret eder; zira o şöyle demiştir: 'Ad ve Semûd kavmini hatırladım! Oysa onların içerisinde doktorlar vardı. Tedavi eden de edilen de helâk oldu!'
Yani tedaviye güven olmaz. Bu da bazen esasında, bazen de hastanın gözünde böyledir. Çünkü tıp ile olan ilgisi ve denemesi azdır. Bu bakımdan faydalı olacağı zannî galip gelmez. Şüphe yoktur ki ilaçları denemiş olan doktor, ilâçlar hakkında başkasından daha fazla inanç sahibidir. Öyleyse, güvenmek ve zannetmek inanç nisbetindedir. İnanç da deneme nisbetindedir. Âbid ve zâhidlerden tedaviyi terkedenlerin çoğunun dayanağı bu noktadır. Çünkü deva onun yanında asılsız ve mevhum birşey olarak kalmaktadır. Bu zan ise tıp ilmini bilen kimseler nezdinde bazı ilâçlar hakkında geçerli, bazısında da geçersizdir. Fakat' doktor olmayan bir kimse bütün ilâçlara aynı nazarla bakar. Tedavi olmayı, dağlamak ve efsunlamak gibi şeylere dalmak olarak kabul eder. Böylece tevekkül ederek tedaviyi terkeder.
4. Kul tedaviyi terketmekle hastalığın devamlılığını sağlamak ister. Böylece Allah'ın belâsına karşı sabretmekle hastalığın sevabını elde etmek veya sabır hususunda nefsini' denemek ister!
Zira hastalığa sabretmenin sevabı hakkında uzun uzadıya hükümler vârid olmuştur.
Biz peygamberler topluluğu, insanların en fazla belaya uğrayanıyız. Bizden sonra en kuvvetli olanlar, belaya uğrar. Kul, îmanı nisbetinde belaya maruz kalır. Eğer îmanı sarsılmaz ise, Allahü teâlâ ona şiddetli belâ gönderir. Eğer imanında zâfiyet varsa belâ hafifletilir. 45
Allah kulunu belâ ile dener. Tıpkı sizin altını ateşle denediğiniz gibi. . . Sizden o altından tortusuz ve paslanmaz halis altın çıkaranınız olduğu gibi, kalitesi düşük altın çıkaranınız da olur. Kimisi de yanmış, simsiyah bir taş çıkarır. 46
Muhakkak Allahü teâlâ herhangi bir kulunu sevdiği zaman, onu belaya maruz bırakır. Eğer sabrederse, onu kulluğuna kabul eder. Eğer razı olursa, onu seçer. 47
Siz kaybolmuş merkepler gibi olmayı istiyorsunuz. Ne hasta olmayı ne de şifa bulmayı istiyorsunuz!48
İbn Mes'ûd şöyle demiştir: 'mü'mini kalp bakımından sıhhatli, beden bakımından da hasta görürsün! Münafığı ise bedenen sıhhatli, kalben hasta görürsün'.
Hastalığı ve belayı övme arttıkça, bir grup medh u senâ bakımından hasta olmayı sevdiler ve bunu ganimet saydılar ki hastalığa sabretmenin sevabına nail olsunlar! Onların kimi hastalığını gizler, doktora söylemezdi. Onun elemini çeker, Allah'ın hükmüne razı olurdu ve hakkın kalplerine hâkim olduğunu ve hastalığın kendisini haktan uzaklaştırmayacağını bilirdi. Hastalığın ancak azalarının çalışmasını engelleyeceğini ve Allah'ın hükmüne karşı sabrettikleri halde oturarak namaz kılmalarının, sıhhatle beraber ayakta kılınan namazdan daha üstün olduğunu bilirlerdi.
Haberde Allahü teâlâ'nın meleklerine şöyle ferman buyurduğu rivâyet edilmiştir:
Kulumun işlemiş olduğu salih ameli yazın! Zira kulum benim kudretimin ipine bağlı bulunur. Eğer onu bu hastalık ipinden bırakırsam, eski etinden daha hayırlı et, kanından daha hayırlı kan ihsan edeceğim. Eğer onu öldürürsem mutluluğa götüreceğim. 49
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Amellerin en üstünü nefislerin yapmaya zorlandıkları ameldir. 50
Bu hadîsin tefsiri hakkında 'Kendisine hastalık ve musibet karıştırılmış amellerdir' denilmiştir.
Bazen hoşlanmadığınız, birşey, hakkınızda hayırlı olabilir. (Bakara/216)
Sehl et-Tüsterî derdi ki: 'Kişi hastalıktan dolayı ibadetlerden gevşemiş, farzlarda kusur etmiş ise de, tedaviyi terketmek sadece ibadetler için tedavi olmaktan daha üstündür'.
Sehl'de ağır bir hastalık vardı. O hastalıktan tedavi olmuyordu. Fakat halkı aynı hastalıktan tedavi ederdi. Sehl, oturarak namaz kılan ve hastalıktan dolayı hayır işlerine koşmayan birini gördüğünde eğer bu kimse ayakta namaz kılmak ve ibadetlere zinde bir şekilde dalmak için tedavi olmak isterse onun haline hayret ederek şöyle diyordu: 'Haline rıza gösterip oturarak namaz kılması, ayakta namaz kılmak için tedavi olmaktan daha üstündür!'
Kendisine ilâç içilmesi hakkında sorulunca cevap olarak dedi ki: 'Tedavi olan kimse, zayıf kimseler için Allah'ın gösterdiği genişliğe girmiştir!'
Tedavinin herhangi bir şekline başvurmayan bir kimse daha üstündür; zira kişi, soğuk su olsa bile her tedaviden 'Neden tedavi oldun?' diye hesaba çekilir. Oysa tedavi olmayan bir kimse bu hususta hesaba çekilmez. Gerek Sehl'in, gerek Basralıların âdeti, nefsi aç bırakmak ve şehvetlerini kırmak sûretiyle zayıf düşürmekti. Çünkü bunlar sabır, rıza ve tevekkül gibi kalplerin amellerinden olan bir zerrenin, azaların amellerinin bir dağ kadarından daha üstün olduğunu bilirlerdi. Elemi çok dehşetli olmazsa, hastalık kalp amellerine mâni olmaz. Sehl şöyle demiştir: 'Bedenlerdeki hastalıklar rahmettir. Kalplerdeki hastalıklar ise cezadır!'
5. Beşinci sebep kulun daha önce olan birtakım günahları olup kulun onlardan korkmasıdır. Onların kefaretini vermekten âciz olmasıdır. Bu bakımdan hastalık uzarsa bu günahların kefareti olacağını düşünür. Böylece iyileşmemek için tedaviyi terkeder; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sıtma ve harareti, kulun üzerinde bir günah ve hata kalmayıncaya kadar kulun yakasını bırakmaz. 51
Bir günlük sıtma bir senenin kefaretidir!52
Bu hadîsin illetini belirtenlerden kimisi 'Bir günlük sıtma, bir senelik kuvveti yokeder', kimisi de 'insanın üç yüz altmış mafsalı vardır. Sıtma hepsine girer ve İnsan oğlu onların herbirinden bir elem duyar ve her elem bir günün kefareti olur' demiştir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) sıtmanın günahlara kefaret olduğunu söyleyince Zeyd b. Sabit, Allahü teâlâ'dan daima sıtmalı olmasını talep etti. Ölünceye kadar sıtma, onun yakasını bırakmadı. Ensâr-ı kirâmdan bir cemaat aynı duayı ettiler ve sıtma onların da yakalarını bırakmadı.
Allah kimin iki gözünü alırsa onun için cennetten başka hiçbir mükâfata razı olmaz. 53
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle buyurduğunda ensâr-ı kirâmdan iki gözlerinin kör olmasını temenni edenler oldu.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) 'ınalına ve bedenine musibet ve hastalık isabet etmesine sevinmeyen bir kimse, bunların günahlarına nasıl kefaret olacağını bilmez!' demiştir.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) büyük bir belaya uğrayan bir kula baktı ve 'Yârab! Buna rahmet et!' dedi. Allahü teâlâ 'Kendisine varlığıyla rahmet ettiğim birşey hususunda ona nasıl rahmet edeceğim?' dedi.
6. Altıncı sebep kulun kendinde, uzun zaman sıhhatli kalmasından dolayı saldırganlık ve aşırılık hissetmesidir. Bu bakımdan hastalık kalkar da gaflet, aşırılık ve saldırganlık geri gelir diye korktuğu için tedaviyi terkeder veya emelinin uzunluğu, geçmişi telafi etmek hususundaki gecikmesinden ve ibadetlerin tehir edilmesinden korktuğu için tedaviyi terkeder. Çünkü sıhhat, sıfatların kuvvetinden ibarettir. Bununla nefsin hevası kabarır, şehvetler harekete geçer, insanı isyana teşvik eder. Bunun en az derecesinin insanı mübah olan şeylerden faydalanmaya davet etmesidir. Oysa bu da vakti boşuna geçirmektir. Nefse muhalefet etmek ve ibadetlere yapışmak hususundaki büyük kârı ihmal etmektir. Allahü teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiğinde hastalık ve musibetlerle onu uyarmaktan boş bırakmaz.
Denildi ki: 'mü'min bir kimse, illet (hastalık) , kıllet (fakirlik) veya zilletten hali olmaz'.
Rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ 'Fakirlik benim hapsim, hastalık kaydımdır. Kullarımdan sevdiğimi onunla hapsederim' buyurmuştur.
Madem ki hastalıkta saldırganlık ve günah işlemekten alıkoymak vardır, acaba hastalıktan daha üstün ne olabilir? Bu bakımdan nefsin aşırılığından korkan bir kimse için hastalığı tedavi etmekle meşgul olmak uygun değildir. Öyleyse afiyet günahları terketmektedir.
Ariflerden biri, bir kimseye şöyle sordu: 'Görüşmeyeli nasılsın?' O 'Afiyet içindeyim!' deyince, Ârif 'Eğer Allah'a isyan etmemişsen afiyettesin. Eğer O'na isyan etmişsen, isyandan daha korkunç bir hastalık var mıdır? Allah'a isyan eden bir kimse afiyet bulmamıştır!' dedi.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Irak'ta, bir bayram günü, Neptîler'in (bir kavimdir) süslendiğini görünce 'Şu süs nedir?' diye sordu. Dediler ki: 'Ey Mü'minlerin emiri! Bu, onların bayram günüdür'. Hazret-i Ali 'Allah'a isyan edilmeyen her gün bizim için bayramdır!' dedi.
Allah size sevdiğinizi gösterdikten sonra. . . (Âl-i İmrân/152)
Ayetteki 'sevdiğinizden' tâbirindeki gayenin, hastalıklardan şifa bulmak olduğu söylenmiştir.
Doğrusu insan kendini müstağni görmekle azar! (Alak/6-7)
İnsan oğlu kendisini sıhhatle de müstağni görürse tuğyan eder.
Bazıları şöyle demiştir: 'Firavun 'Ben sizin en yüce rabbinizim' sözünü ancak uzun zaman hastalık görmediğinden dolayı söylemiştir. Çünkü Firavun'un, dört yüz sene başı bile ağrımadı. Hiçbir gün onu sıtma tutmadı. Hiçbir damarı atmadı. Böylece rubûbiyyet iddiasında bulundu. Allah ona lanet etsin! Eğer başağrısı bir gün kendisini yakalasaydı mutlaka ona rubûbiyet davasını bıraktırıp fuzulî şeylerle meşgul olmaktan alıkoyardı'. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lezzetleri paramparça eden ölümü çok yâd ediniz. 54
Sıtmanın ölümün elçisi olduğu, ölümü hatırlattığı ve uzun yaşamak emelini yok ettiği söylenmiştir'. 55
Kendilerinin her yıl bir iki kere sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tevbe etmiyor, öğüt almıyorlar. (Tevbe/126)
Denildi ki: Bu 'Onlar çeşitli hastalıklarla deneniyorlar' demektir.
Kul iki defa hasta olup sonra tevbe etmezse ölüm meleği ona 'Ey gâfil! Benden sana elçi üstüne elçi geldi. Sen icabet etmedin!' diye çıkışır.
Bunun için selef, bir sene geçip de nefislerine, ve mallarına herhangi bir belâ gelmediği zaman ürkerek şöyle derlerdi: 'mü'min bir kimse kırk günde bir defa korkutulmak veya bir belâ ile mübtelâ olmaktan uzak olamaz! (Biz neden bir senedir hiçbir şey görmedik?) '
Rivâyet ediliyor ki Ammar b. Yâsir (radıyallahü anh) bir kadınla evlendi. Kadın hiç hasta olmuyordu. Bundan dolayı Ammar kadını boşadı. 56
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber'e bir kadınla evlenmesi teklif edildi. Kadının vasıfları Hazret-i Peygamber'i kendisiyle evlenmeye teşvik edecek şekilde anlatıldı. Sonra denildi ki: 'Kadın hayatında hiç hastalık görmemiştir!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Böyle bir kadına ihtiyacım yoktur!' buyurdu. 57
Hazret-i Peygamber, başağrısı ve benzeri hastalıklar ve acılardan bahsetti. Bu esnada biri 'Başağrısı da neymiş? Ben onu hiç tanımadım!' deyince Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Benden uzaklaş! Kim cehennem ehlinden bir kişiye bakmak istiyorsa şu kişiye baksın!58
Çünkü haberde şöyle vârid olmuştur: 'Sıtma her Mü'minin cehennemden olan nasibidir9. 59
Enes ve Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber'e şöyle sorulur: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet gününde şehidlerle beraber olacak kimseler var mı?' Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Evet! Kim her gün yirmi defa ölümü hatırlarsa o şehidlerle beraber olur!
Başka bir lâfızda 'Günahlarını hatırlayıp mahzun olanlar' şeklinde vârid olmuştur.
Şüphe yok ki hastanın ölümü hatırlaması daha fazladır. Hastalığın faydası çoğaldığında bir cemaat hastalığı bertaraf etmek için kullanılan tedaviyi terketmeye taraftar çıkmıştır; zira onlar manevî derecelerinin artışını hastalıkta görmüşlerdi. Yoksa onlar tedavi yöntemlerini yeterli görmedikleri için veya tedavi olmayı eksiklik kabul ettikleri için tedaviyi terketmemişlerdir. Tedavi olmak nasıl eksiklik olur? Oysa Hazret-i Peygamber tedavi olmuştur.
45) İmâm-ı Ahmed, Ebû Yâ'lâ ve Hâkim
46) Deylemî
47) Taberânî
48) Beğavî
49) Taberânî
50) Daha önce geçmişti.
51) Ebû Yâ'lâ, İbn Adiyy
52) Kuddaî
53) İmâm-ı Ahmed, Ebû Yâ'lâ
54) Nesâî, İbn Mâce
55) Ebû Nuaym, (merfû olarak da rivâyet edilmiştir) .
56) Kut'ul- Kulûb
57) İmâm-ı Ahmed, (Enes'ten)
35-4
12. Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye
İddia: Hazret-i Peygamber tedaviyi başkası için meşru kılmak için tedavi olmuştur. Aksi takdirde tedavi olmak zayıfların halidir! Kuvvetlilerin derecesi tedavi olmayı terketmek suretiyle tevekkül etmeyi gerektirir!
Cevap: O zaman kanın pıhtılaştığı zaman kan aldırmayı ter ketmenin de tevekkülün şartından olması gerekirdi.
İtiraz: Kan aldırmayı terketmek de tevekkülün şartıdır!
Cevap: Bu takdirde akrebin ve yılanın sokması da tevekkülün gereği olmalıdır. Bunları kendinden uzaklaştırmaması gerekir. Zira akreb bedenin dışını, pıhtılaşan kan bedenin içini tahrip eder. O halde aralarında fark yoktur. Eğer 'Bu da tevekkülün gereğidir' denirse, o zaman şöyle cevap verilir: Su ile susuzluğun, ekmek ile açlığın, elbise ile soğuğun giderilmemesi gerekir. Oysa hiç kimse bu görüşü müdafaa etmiş değildir ve bu dereceler arasında hiçbir fark da yoktur. Çünkü bütün bunlar, sebeplerdir. Sebeplerin müsebbibi olan Allahü teâlâ bunları bu şekilde tertib ve sünnetini de bu şekilde icra etmiştir.
Tedaviyi terketmenirı tevekkülün gereği olmadığına Hazret-i Ömer ve ashâb-ı kirâmdan tâun meselesinde nakledilen durum delâlet eder; zira ashâb-ı kirâm Şam'a girmek istedikleri zaman Cabiye'ye vardılar. Şam'da korkunç bir ölüm ve yaygın bir veba hastalığının olduğu kendilerine haber verildi. Burada iki fikri savunan iki gruba ayrıldılar. Bazıları da 'Biz kaçmayacağız ve Allahü teâlâ'nın, haklarında şu hükmü verdiği kimseler gibi olmayacağız'.
Şu binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi? (Bakara/243)
Bunun üzerine Hazret-i Ömer'e dönüp onun görüşünü sordular. Hazret-i Ömer 'Biz geri gideceğiz, vebanın bulunduğu yere girmeyeceğiz!' dedi. Hazret-i Ömer'e muhalefet edenler dediler ki 'Biz Allah'ın kaderinden mi kaçacağız?' Hazret-i Ömer 'Evet! Allah'ın kaderinden kaçıp onun kaderine sığınacağız' diyerek onlara şöyle bir misal verdi: 'Bana söyler misiniz, eğer birinizin bir sürü koyunu olsa bir vâdiye gitse, o vâdinin bir tarafı otlu, diğer tarafı ise kupkuru olsa, bu koyun sahibi koyunlarını otlu yerde otlatsa Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mı? Eğer kuru yerde otlatsa yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mı?' Dediler ki 'Evet! Allah kaderiyledir!' Sonra Hazret-i Ömer, görüşünü sormak için mecliste bulunmayan Abdurrahman b. Avf'ı aradı, Abdurrahman ertesi gün geldiğinde Hazret-i Ömer, bu durumu ona sordu. O 'Ey Mü'minlerin emiri! Bu hususta yanımda Hazret-i Peygamber'den dinlemiş olduğum birşey vardır' dedi. Bunu duyan Hazret-i Ömer sevincinden Allahu Ekber diyerek tekbir getirdi. Bunun üzerine Abdurrahman Hazret-i Peygamber' den şu hadîsi nakletti:
Bir memlekette veba çıktığını işittiğinizde oraya girmeyin. Bulunduğunuz memlekette veba başgösterirse, vebadan kaçarak o memleketten çıkmayın!
Bu hadîsi dinleyen Hazret-i Ömer sevindi. Görüşüne uygun olan hadîsten dolayı Allah'a hamdetti ve Cabiye'den halkla beraber geri dönüp gitti.
Madem ki durum budur, öyleyse ashâb-ı kirâm tevekkülün terkinde nasıl ittifak ederler? Oysa tevekkül, makamların en yücesindendir. Eğer tedaviyi terketmek ve korunmak tevekkülün şartından kabul edilirse. . .
Soru: Neden Hazret-i Peygamber içinde veba bulunan memleketten çıkmayı yasak etmiştir? Oysa vebanın sebebi, tip ilminde havadır. Tedavinin de en açık yolu; zarar verenden kaçmaktır. Hava ise zarar vericidir. Neden Hazret-i Peygamber havadan kaçmaya ruhsat vermemiştir?
Cevap: Zarar verenden kaçmanın yasak olmadığında ihtilâf yoktur; zira kan aldırmak zarar verenden kaçmaktır. Oysa bu gibi yerlerde tevekkülü terketmek mübahtır. Fakat bu maksuda delâlet etmez. Ancak ilim Allah'ın katındadır-burada zarar veren şudur: Hava bedenin zahirine çarpması hasebiyle zarar vermez, aksine teneffüs edilmek suretiyle zarar verir; zira havada bir ufunet bulunursa ve hava, teneffüs borusu ile kalbe varırsa, uzun zaman teneffüs edilince orada tesir eder. Bu bakımdan veba, içe uzun zaman tesir ettikten sonra dışta belirtileri görülen bir hastalıktır. Öyleyse veba hastalığı görülen memleketten çıkmak, yüzde altmış oranında daha önce yerleşen ve kökleşen mikroptan kurtarmaz. Fakat kurtuluş vehmedilir. Bu bakımdan çıkıp kaçmak, efsun yapmak, fala bakmak ve benzeri gibi mevhum olan şeylerin cinsinden olur. Eğer bu mânâ tecerrüd ederse, o zaman tevekküle zıt düşer. Fakat yasak olmaz. (Çünkü kesin değildir) . Fakat bu mânâya başka birşey eklendiğinden dolayı veba olan yerden çıkmak yasaklanmıştır. O eklenen ikinci durum şudur: Eğer sıhhatli kimselere vebalı memleketten çıkıp kaçmak ruhsatı verilirse, o memlekette vebadan dolayı yatağa düşen hastalardan başka kimse kalmaz, Böylece hastaların kalbi kırılır. Bakıcılar yok olur. Hastalara su verecek, yemek yedirecek kimse kalmaz.
Hastalar da bunları bizzat yapamazlar. Böylece hastalar ölüme terkedilmiş olur. Oysa kaçıp memleketi terkedenlerin vebadan kurtulmalarının beklenildiği gibi hastaların da kurtulmaları ümit edilir. Bu bakımdan eğer sıhhatliler memlekette durup kaçmasalar, yüzde yüz ölecekleri kesin değildir. Çıkıp gitmekle de yüzde yüz ölümden kurtulmuş sayılmazlar.
Fakat çıkıp gitmeleri, geri kalan hastaların kesinlikle ölümüne sebep olur. Müslümanlar binalar gibidir. Bazısı diğerini kenetler. Müslümanlar bir tek beden gibidir. O bedenin bir azası acıdı mı diğer azalar da acıyı paylaşırlar. İşte yasağın illetinde zarar verici durum bizce budur. Memlekette bulunmayan bir kimse hakkında bu, tam tersine işler; zira memleketin hastalıklı havası daha onların içlerine tesir etmemiştir ve memleketteki hastaların da bakıcıları olduğu için onlara ihtiyacı yoktur. Eğer memlekette hastalığa tutulmuş kimselerden başkası kalmamışsa ve bakıcılara ihtiyaçları varsa, bir grup da karantinaya rağmen onlara bakmak için oraya varmışsa, bu takdirde yardım için oraya girmek müstehab olur veya diğer müslümanlardan (kesin) bir zararı defetmek ümidiyle bu mevhum olan bir zarara maruz kalmak olduğu için oraya girmeleri yasaklanamaz. İşte bu münasebetle tâundan (vebadan) kaçmak, bazı haberlerde düşmanla çarpışan saftan kaçmaya benzetilmiştir. Çünkü bakıcı bulunmadığı takdirde tâundan kaçılırsa, hasta olan diğer müslümanların kalbi kırılmış ve onların yok olmalarına sebep olunmuş olur! İşte bunlar ince işlerdir. Bunları mülahaza etmeyen, sadece haber ve eserlerin zâhirine bakan bir kimse nezdinde, duyduklarının çoğu birbirine çelişkili görünür. Bu hususta âbid ve zâhidlerin yanılmaları pek çoktur. İlmin şeref ve fazileti işte bu noktadan ötürüdür.
İtiraz: Tedaviyi terketmekte söylediğin gibi bir fazilet varsa, Hazret-i Peygamber bu fazileti elde etmek için neden tedaviyi terketmedi?
Cevap: Tedaviyi terketmek, günahları çok olup da onları kefaretlendirmek veya nefsinin sıhhatten gelen saldırganlığından ve şehvetlerin galebesinden korkan bir kimseye nisbetendir veya gafletin galebe etmesinden dolayı ölümü hatırlatan bir şeye muhtaç olur veya tevekkül sahipleriyle, razı olanların makamlarına varamadığından dolayı bari sabredenlerin sevabına nail olmaya muhtaç olan veya Allahü teâlâ'nın devalar içerisinde koyduğu faydaların inceliklerini kavrayamadığından dolayı, bu devaların onun hakkında efsun gibi mevhum olduğundan veyahut da hali kendisini tedaviden meşgul ettiğinden veya (iki meşguliyeti) cem'etmekle zayıf olduğundan dolayı tedavinin kendisini halinden uzaklaştırmasından korkan kimseye nisbeten tedaviyi terketmekte fazilet vardır.
Çünkü bu mânâlar tedaviyi terketmek hususundaki engelleri geri getirmişlerdir. Bunlar bazı mahlukata nisbeten kemâl dereceleridir. Fakat Hazret-i Peygamber'in derecesine nisbeten eksikliktir. Hazret-i Peygamber'in makamı bunların hepsinden daha yücedir; zira Hazret-i Peygamber'in hali sebeplerin var veya yok oluşu anlarındaki müşahedesinin aynı olmasını gerektirir; zira onun bütün hallerde sebeplerin müsebbibine yönelen nazarından başka bir nazarı yoktur. Makamı bu olan bir zata elbette sebepler zarar vermez. Nitekim mal hakkındaki rağbet eksikliktir. Eksiklik ve maldan uzaklaşma rağbeti de onun için kerahiyettir.
Her ne kadar bu kemâl ise de, bu da nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşit olan bir kimseye nisbeten eksikliktir. Bu bakımdan taş ile altın eşit olsa bile taştan değil de altından kaçmak daha önemlidir. Hazret-i Peygamber'in hali toprak ile altının onun nezdinde eşit olmasıdır. Halka zühd makamını öğretmek için altın edinmezdi. Yoksa altına sahip olursa nefsinin azacağından korktuğu için altın edinmiyor değildi. Çünkü onun makamı, dünyanın kendisini aldatmasından müstağni idi. Çünkü yeryüzünün hazineleri kendilerine arzolunduğunda onları kabul etmekten imtina etti.
İşte böylece onun yanında sebepleri yerine getirmek veya terketmek, bu görüşten dolayı eşitti. O, tedavi olmayı şu sebepten dolayı terketmemiştir: Allah'ın âdet ve sünnetinin üzerinde yürümek ve ümmeti için muhtaç oldukları bir şeye ruhsat vermek. . . Zaten tedavi olmakta bir zarar da yoktur. Fakat malı zahîre edinmek bunun tam hilâfınadır. Çünkü onun zararı pek büyük olur! Evet! Tedavi zarar vermez. Ancak ilâcın yaratanını değil de ilacın fayda verdiğini düşünmek zararlıdır ve yasaklanmıştır. Bir de günahlarda yardımcı olması için tedavi olmak da yasaklanmıştır. Mü'minlerin hiçbiri ilâcın bizzat fayda verici olduğunu düşünmez. Sadece Allahü teâlâ onu fayda vermeye sebep kılmıştır' diyebilir.
Nitekim suyu susuzluğu giderici, ekmeği doyurucu görmediği gibi. . . Bu bakımdan Mü'minin maksudundaki tedavinin hükmü, çalışmanın hükmü gibidir. Mü'min ibadet veya günah hususunda sarfetmek için çalışıp kazanırsa bunun hükmü niyetine göredir. Eğer mübah niyetlerle çalışırsa mübahtır. Bu bakımdan zikrettiğimiz mânâlarla anlaşıldı ki tedaviyi terketmek bazı hallerde, tedavi olmak da bazı hallerde daha üstündür. Bu da haller, şahıslar ve niyetlere göre değişir. Yine anlaşıldı ki yapmak ve terketmekten herhangi biri tevekkülde şart değildir. Ancak mevhum olan dağlamak ve efsunlamak gibi durumların terki şarttır; zira bunlara başvurmak tevekkül sahiplerine lâyık olmayan şekilde tedbirlere dalmak demektir.
58) Ebû Dâvud
59) İmâm-ı Ahmed, Bezzâr
13. Hastalığı Açıklamak ve Gizlemek Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Halleri
Hastalığı, fakirliği ve başına gelen belâları gizlemek iyilik hazinelerinden ve makamların en yücesindendir. Çünkü Allah'ın hükmüne razı olmak ve O'nun belâsına karşı sabretmek kul ile Allah arasında bir şeydir. Bu bakımdan hastalığı gizlemek daha güzel olur. Buna rağmen belirtmekte de niyet ve maksat hâlis olursa sakınca yoktur. Belirtmenin maksatları üçtür:
Bir
Birincisi, kişinin gayesi tedavi olmaktır. Bu bakımdan doktora hastalığını belirtmek mecburiyetindedir. Allah'tan şikayet etmek niyetiyle değil, kendisinde bulunan ilâhî kudreti hikâye etmek kabilinden hastalığını söylemelidir. Bişr el-Hafî, hastalıklarını tedavi eden Dr. Abdurrahman'a hastalıklarını anlattı. Ahmed b. Hanbel kendisinde bulunan hastalıklardan haber verirken derdi: 'Ben ancak Allah'ın kudretini vasıflandırıyorum!'
İki
İkincisi, başkasına kendisine uyulsun diye hastalığını vasıflandırmasıdır. Oysa kendisi, marifet babında sebatkâr olarak bilinir. Bu bakımdan hastalığını zikretmekteki gayesi; karşısındaki insanın hastalık hakkında kendisinden 'güzel sabır' öğrenmesi ve 'güzel şükür' etmeye alışması içindir. Hastalığın Allah'tan gelen bir nimet olduğunu açıklayıp ona karşılık şükrettiğini ve nimetten konuştuğu gibi ondan konuştuğunu ihsas ettirmek için vasıflandırmasıdır.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Hasta, önce Allah'a hamd ve şükredip sonra hastalıklarını belirtirse bu durum şikayet değildir'.
Üç
Üçüncüsü, hastalığı vasıflandırmakla acizliğini, Allah'a muhtaç olduğunu belirtmesidir. Bu durum, kendisine kuvvet ve şecâat uygun görülen, acizlikten uzak sayılan bir kimse için güzeldir.
Nitekim rivâyet edildi ki Hazret-i Ali'ye (radıyallahü anh) hastalığında 'Sen nasılsın?' diye soruldu. Cevap olarak 'Çok fenayım!' dedi. Bunun üzerine soranlar birbirlerine baktılar. Sanki Hazret-i Ali'nin böyle söylemesini kerih görüyor ve bunu 'Allah'ı şikayet etmek' şeklinde telâkki ediyorlardı! Bunun üzerine Hazret-i Ali 'Ben Allah'a karşı pehlivanlık mı göstereyim?' dedi.
Bu bakımdan Hazret-i Ali, kuvvet ve şecaatine rağmen, acizlik ve fakirliğini göstermek istedi. Bu hususta Allahü teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu edeple edeplendi; zira o bir ara hasta iken şöyle dua ettiği Hazret-i Peygamber'in kulağına gitmişti: 'Ey Allahım! Belaya karşı bana sabır ve tahammül ver!'
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Sen Allah'tan belâ istemiş oldun. Oysa Allah'tan âfiyet iste!60
Bu niyetlerle hastalığı söylemek caiz görülmüştür. Bu niyetlerin şart koşulması şu sebepten kaynaklanır: Hastalığı söylemek şikayettir. Allah'tan şikayet etmek haramdır.
Nitekim fakirlerin dilenmesi bahsinde bu durumu anlatmıştık! Ancak zaruret hâli müstesnadır. Hastalığı izhar etmek, öfke ve Allah'ın fiilini beğenmemek karinesiyle şikayet olur. Eğer öfke karinesinden ve belirttiğimiz niyetlerden uzak ise, hastalığı belirtmek haramlıkla vasıflandırılmaz. Ancak 'Hastalığı belirtmektense belirtmemek daha evlâdır' diye düşünmelidir. Çünkü hastalığı belirtmek çoğu kez şikayetmiş gibi telâkki edilir ve çoğu kez de tasannu ve hastalık olduğundan daha fazla mübalağa edilir. Kim Allah'a tevekül ettiğinden dolayı tedaviyi terkederse, o hiçbir zaman hastalığını belirtemez; zira ilâç vasıtası ile temin edilen rahatlık, hastalığı ifşa etmek suretiyle temin edilenden daha efdaldir.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Kim hastalığını ifşa ederse, o sabretmiş sayılmaz!'
'Sabr-ı cemil!' (Yûsuf/83) ayetinin mânâsı hakkında 'İçinde şikayet olmayan güzel sabırdır' denilmiştir.
Hazret-i Yakub'a şöyle denildi: 'Gözünün ışığını götüren nedir?' Hazret-i Yakub şöyle dedi: 'Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üzerine Allahü teâlâ, Hazret-i Yakub'a 'Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!' deyince, Hazret-i Yakub şöyle demiştir: 'Yârab! Sana tevbe ediyorum!'
Tâvus ve Mücâhid'den şöyle rivâyet edilmiştir: 'Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!' Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi.
Denildi ki: İblis, Hazret-i Eyyûb'den ancak hastalık halinde inlemesini elde etti!' Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır.
Kul hasta düştüğü zaman, Allah iki meleğe şöyle emreder: 'Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!' Eğer kul Allah'a hamdeder, Allah'ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona 'Sen öyle olasın!' diye beddua ederler. 61
Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı.
Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!'
Yine şöyle demiştir: 'Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum'.
Allah Fudayl'dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun!
Tevhîd ve Tevekkül bölümü Allah'ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. Allah'ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan Allahü teâlâ'dır! 'Zamanın akması ile üzüntülerin uzunluğu götürdü". Bunun üzerine Allahü teâlâ, Hazret-i Yakub'a 'Beni kullarıma şikayet etmeye koyuldun!' deyince, Hazret-i Yakub şöyle demiştir: 'Yârab! Sana tevbe ediyorum!'
Tâvus ve Mücâhid'den şöyle rivâyet edilmiştir: 'Hastalıkta inlemek de hastanın aleyhine yazılır!' Selef, şikayeti gerektiren bir mânânın izharı olduğu için, hastanın inlemesini bile kerih görürlerdi.
Denildi ki: İblis, Hazret-i Eyyûb'den ancak hastalık halinde inlemesini elde etti!' Bu bakımdan inlemek, hastalığın şeytanın payına düşen kısmıdır.
Kul hasta düştüğü zaman, Allah iki meleğe şöyle emreder: 'Ziyaretçilerine neler söylediğine dikkat edin!' Eğer kul Allah'a hamdeder, Allah'ı överse, melekler kendisine hayır dua ederler. Eğer şikayette bulunursa, melekler ona 'Sen öyle olasın!' diye beddua ederler. 61
Abidlerinden biri şikayet etmek ve fazla konuşmak korkusundan hastalıkta ziyareti kerih görmüştür. Seleften biri hasta düştüğü zaman kapısını kilitler, iyileşip milletin içine çıkıncaya kadar kimse içeri giremezdi. Fudayl, Vuheyb ve Bişr böyle yapanlardandı.
Fudayl derdi ki: "Ben ziyaretçi gelmeden hastalığımı çekmek istiyorum!'
Yine şöyle demiştir: 'Ben ziyaretlerden ötürü hastalıktan nefret ediyorum'.
Allah Fudayl'dan ve bütün selef âlimlerinden razı olsun!
Tevhîd ve Tevekkül bölümü Allah'ın yardımı ve hüsn-i tevfîki ile tamamlandı. Allah'ın izniyle bu bölümü Muhabbet, Şevk, Üns ve Rıza ile ilgili bölüm takip edecektir. Muvaffak kılan Allahü teâlâ'dır!
60) Daha önce geçmişti.
61) Daha önce geçmişti.