İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | TEVHÎD VE TEVEKKÜL

 1. Giriş

1. Giriş

Hamd; mülk ve melekûtu tedbîr eden, izzet ve ceberrût'un biricik sahibi olan, gökleri direksiz yükselten, kulların rızıklarını o göklerde kılan Allah'a mahsusturO Allah ki kalp ve akıl sahiplerinin gözlerini vasıta ve sebeplerden sebeplerin müsebbibine çevirmiş, onların himmetlerini sebeplerin müsebbibinden başkasına iltifat etmekten müstağni kılmıştır.

Onları kendisinden başka bir müdebbir'e itimat etmekten uzaklaştırmıştır! Onlar O'ndan başkasına ibadet etmedilerÇünkü onlar O'nun Bir, Ferd, Samed ve İlâh olduğunu bildilerBütün halk sınıflarının kendileri gibi onun kulları olduğunu ve onlardan rızık talep edilmediğini tahkiken bildiler ve yine kainatta bir tek zerreciğin Allah'a döneceğini, ve her mahluğun rızkının Allah'a ait olduğunu bildilerO'nun kullarının rızkına kefil olduğunu kesinlikle anladıkları zaman O'na tevekkül ettiler ve Hasbunallah ve ni'me'l-vekîl (Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!) dediler.

Salât ve selâm bâtılları yok eden, dosdoğru yola hidayet eden Hazret-i Peygamber'in, âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et!

Tevekkül, din mertebelerinden bir mertebedirYakîn sahiplerinin makamlarından bir makamdırAllah'a yakın olanların derecelerinin en yükseklerindendirTevekkül, ilim bakımından çözülmesi çok güç bir meseledirAmel bakımından da pek zordurTevekkülü anlamanın zorluğu şudur: Sebeplerin mülâhazası ve sebeplere güvenmek, tevhîdde şirk koşmaktırSebeplerin mülâhazasından tamamen uzaklaşmak ise, sünnetullah'a (Allah'ın kanununa) ta'n etmek ve şeriatı kınamaktır! Hiçbir şey yapmaksızın sebeplere yaslanmak, aklın yüzünü bozmak ve cehalet hastalığına dalmak demektirŞeriat, Nakil ve Tevhîd'in isteğine uygun bir şekilde tevekkülün mânâsını tahkik ve tedkik etmek ise gayet zordur! Gizliliğin şiddetine rağmen bu perdeyi açmaya ancak âlimlerin hassasları güç yetirebilirÖyle âlimler ki Allah'ın lütfu olarak, hakîkat nûrlarıyla gözlerini sürmelemişlerdirOldukça derine dalmışlardır. Sonra Allah tarafından konuşturulduklarında müşahede ettiklerini ifade etmeye çalışmışlardırBiz ise şimdilik bir mukaddime kabilinden, tevekkülün faziletini zikretmeye çalışacağız. Sonra kitabın birinci şıkkında buna Tevhîd bahsini ekleyeceğizTevekkülün halini ve amelini kitabın ikinci bölümünde zikredeceğiz.

35-1

2. Tevekkül'ün Fazileti

Ayetler

Eğer Mü'min iseniz Allah'a tevekkül ediniz. (Mâide/23)

Tevekkül edenler, Allah'a dayansınlar. (İbrahim/12)

Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir. (Talâk/3)

Çünkü Allah, kendine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân/159)

Allah o makam sahibini severOnun sahibi Allah'ın zimmetindedirO ne büyük makamdırAllah'ın kendisine kâfi olup, sevip koruduğu kimse, muhakkak büyük bir zaferi elde etmiştir; zira mahbub, azap vermez, uzaklaştırmaz ve mahrum bırakmazAllah, kuluna kâfi değil mi? (Zümer/36)

Bu bakımdan Allah'tan başkasına güvenen tevekkülü terkedendirBöyle bir kimse bu âyeti yalanlayanın ta kendisidirÇünkü bu âyet, hakkı söyletmek hususunda bir suâldir.

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? (İnsan/l)

Kim Allah'a tevekkül ederse muhakkak Allah Aziz ve Hakîm Air, (Enfâl/49)

'Aziz'dir'; kendisine sığmanı zelîl ve cenâbına iltica edeni zayi etmez'Hakîm'dir'; tedbirine tevekkül eden bir kimsenin tedbirinde kusur etmez.

Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezlerSiz rızkı Allah'ın yanında arayın, O'na ibadet edin! (Ankebût/17)

Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındırFakat münâfıklar anlamazlar. (Münâfikûn/7)

Bütün işleri O idare ederO'nun izni olmadan hiç kimse şafâat edemez. (Yunus/3)

Kur'ân'da Tevhîd'den her ne zikredilmişse o, Allah'tan başkasından ilgiyi kesip Vâhid ve Kahhâr olan Allah'a tevekkül etmeye çağırmaktadır.

Hadîsler

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) İbn Mes'ûd'un rivâyet ettiği bir haberde şöyle buyurmuştur:

Mahşerde bana bütün ümmetler gösterildiÜmmetimi dağ ve ovaları doldurduğu halde gördümOnların çokluğu ve görünüşleri hayretimi çektiBana denildi ki:

- Razı oldun mu?

- Evet! Razı oldum.

- Bunlarla beraber yetmiş bin kişi vardır ki cennete hesapvermeden gireceklerdir.

Ashâb Hazret-i Peygamber'e şöyle sordu:

- Onlar kimlerdir ey Allah'ın Rasûlü!

- O kimseler dağlanmazlar, kuşları uçurmak suretiyle uğurtutmazlar ve başkasından muska istemezlerAncak rablerine tevekkül ederler.

Hazret-i Peygamber bunları söyledikten sonra Ukkaşe bMıhsan el-Esedî ayağa kalkarak dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan beni onlardan kılmasını dile!' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Ey Allahım! Ukkaşe'yi onlardan kıl!' Bu sözünden sonra başka bir sahabî ayağa kalktı ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'ın beni de onlardan kılmasını dile' dediHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Ukkaşe bu hususta seni geçti'1 buyurdu.

Yine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etseniz, muhakkak kuşların rızkını verdiği gibi, sizin rızkınızı da verirKuş sabahleyin aç çıkar, akşam tok olarak yuvasına döner!2

Kim her şeyden yüz çevirip Allahü teâlâ'ya yönelirse, Allahü teâlâ her sahada ona kâfi gelir ve ummadığı bir yerden onun rızkını verirKim dünyaya yönelirse Allahü teâlâ onu dünyaya havale eder3

İnsanların en zengini olmak kimin hoşuna giderse o, Allah'ın nezdindeki şeye elindekinden daha fazla güvenmelidir4

Hazret-i Peygamber aile efradının başına bir sıkıntı geldiğinde şöyle buyururdu:

Namaza kalkın! Çünkü rabbim bana bunu emretti: 'Ailene namazı emret, kendin de ona devam et! Biz senden rızık istemiyoruzSeni biz besliyoruzGüzel âkibet takvâ sahiplerinindir'. (Tâhâ/132)

Kim başkasından muska talep eder veya dağlanırsa o, tevekkül etmemiştir5

Rivâyet ediliyor ki: İbrahim (aleyhisselâm) mancınıkla ateşe atıldığı zaman Cebrâîl yaklaşıp 'Bir ihtiyacın var mı?' diye sorunca, İbrahim (aleyhisselâm) 'Sana hiçbir ihtiyacım yoktur' dediBu sözünü daha önce Hasbinallahu ve ni'mel vekîl (Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir) sözünü yerine getirmek için haykırdı; zira İbrahim (aleyhisselâm) ateşe atılmak üzere tutulduğunda böyle demiştiBu nedenle Allahü teâlâ şu âyeti indirdi:

Ve çok vefâkâr İbrahim'in. . . (Necm/37)

Allahü teâlâHazret-i Dâvud'a (aleyhisselâm) vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Herhangi bir kulum halktan yüz çevirip bana sığınırsa, o kuluma gökler ve yer ehli hile yapmak istese bile ona mutlaka bir çıkış yolu ihsan ederim!'

Ashâb'ın ve Alimlerin Sözleri

Tâbiînden Saîd bCübeyr şöyle anlatıyor: 'Bir defa beni akrep ısırdıBundan ötürü annem muska yapmam için bana yemin verdirdiBunun üzerine ben de ısırılmamış elimi muskacıya uzattım'.

Ve (hiçbir zaman) ölmeyen (Allah'a) tevekkül et ve O'nu överek tesbih etKullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter. (Furkan/58)

İbrahim bAhmed el-Havvâs bu âyeti sonuna kadar okuduktan sonra dedi ki: 'Bu ayetten sonra bir kul için, Allah'tan başka hiç kimseye sığınması uygun değildir'.

Uyku âleminde bir âlime denildi ki: 'Kim Allah'a güvenirse o, kuvvetini veya nafakasını korumuş olur!'

Bir âlim şöyle demiştir: 'Senin için Allah'ın zimmetinde bulunan rızık, sana farz kılınan amelden seni alıkoymasın ki o zaman âhiretin zayi olurDünyadan da ancak Allah'ın sana takdir ettiğini elde edersin'.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Talep etmeksizin kulun rızık elde etmesinde, rızkın kulu talep etmekle görevli olduğuna dair açık bir delil vardır!'

İbrahim b. Edhem dedi ki: "Bir rahibe şöyle sordum: 'Nereden yiyorsun?' Bana 'Bunun ilmi bende değildirFakat bana nereden yedirildiğini rabbimden sor' diye cevap verdi".

Harem bHayyam6 Veysel Karanî'ye şöyle sordu: 'Nerde olmamı emredersin?' Veysel Karanî, Şam'a işaret ettiHarem 'Orada geçim nasıldır?' deyince Veysel 'Şu kalplere yazıklar olsun! Onların içine şüphe düşmüştürNasihat olanlara fayda vermez' dedi.

Bazıları şöyle demiştir: 'Ne zaman ki Allah'a, vekil olmak yönünden razı olursan, her hayra giden yolu elde edersin'. .

Allahü teâlâ'dan güzel edep talep ederiz.

1) Müslim,Buhârî

2) Tirmizî,Hâkim

3) Taberânî

4) Hâkim, Beyhâkî

5) Taberânî, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce

6) İbn Abdilberr Ashâb 'ın küçüklerinden olduğunu söylemiş, İbn Ebî Hâtim ise bu zâtı Tabiîn'in sekiz zâhidi arasında saymıştır.

3. Tevekkül'ün Esası Olan Tevhîd'in Hakikati

Tevekkül, îmanın kapılarındandırİmanın kapıları ancak ilim, hâl ve amelle düzene girerBöylece tevekkül, esas olan ilim, meyve olan amel ve tevekkül ismiyle kastolunan bir hâl meydana getirir.

Bu bakımdan esas olan ilmin beyanıyla meseleye başlayalımBu ilim, lisanın esasında îman diye adlandırılan ilimdir; zira îman tasdik (doğrulama) demektirKalple olan her tasdik ilimdirKuvvet bulduğu zaman adı yakîn olurFakat yakînin kapıları çokturBiz, üzerine tevekkülü bina edeceğimiz yakîne muhtacızO da La ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh (Allah'tan başka mabud yok! Allah birdir. O'nun ortağı yoktur) sözünün tercümesi olan Tevhîd'dirLehül Mülk (Mülk ancak O'nundur) sözünün tercümesi ve tefsiri nisbetinde kudrete imandırO cömertlik ve hikmet ki ona velehül hamd (hamd ancak O'nadır) sözü delâlet ederBu bakımdan kim 'Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke lehLehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir' (Allah'tan başka ilâh yoktur. O tek, bir Allah'tır. Ortağı yoktur. Mülk ancak O'nundur. Hamd ancak O'na mahsustur. O her şeye hakkıyla kâdirdir) dese, tevekkülün esası olan îman bu kimse için tamamlanırBenim gayem; bu sözün mânâsının söyleyenin kalbinden ayrılmayan bir vasıf ve ona hâkim olan bir nitelik olduğunda, tevekkülün esası olan îmanın onun için tamamlanacağını anlatmaktır.

Tevhîd'e gelince, o esastırOnun hakkında söz çok uzarO, mükâşefe ilimlerdendirFakat mükâşefe ilimlerinin bir kısmı, haller vasıtasıyla amellere bağlıdırMuamele ilmi de ancak onlarla tamamlanır, Bu bakımdan biz, ancak muameleye bağlı bulunan miktardan bahsedebilirizTevhîd, sahili bulunmayan engin bir denizdir.

Tevhîd'in dört mertebesi vardırTevhîd öze, özün özüne, kabuğa, kabuğun kabuğuna bürünürKavramaktan zayıf olan zihinlere yaklaştırmak için, biz buna kabuğunda bulunan cevizden bir misal verelim: Cevizin iki kabuğu ve özü vardırÖzünün de yağı vardır ki o, özün özü olur.

Tevhîd'in birinci mertebesi, insanın diliyle Lâ ilâhe illâllah, kalbi gâfil veya inkâr edici olmadan demesidirMünafıkların Tevhîd'i gibi. . .

Tevhîd'in ikinci mertebesi, lafzın mânâsını kalben tasdik etmektirNitekim bütün müslümanlar bunu tasdik ederlerBu ise halk tabakasının inancıdır.

Tevhîd'in üçüncü mertebesi, hak nûrunun vasıtası ve keşif yoluyla, o mânâyı müşahede etmektirBu makam, Allah'ın dergâhına yaklaştırılan mukarreblerin makamıdırBunun mânâsı: Birçok şeyi müşahede ettiği halde onların çokluklarına rağmen, kahhâr ve bir olan Allah'tan sâdır olduklarını bilmek demektir.

Tevhîd'in dördüncü mertebesi, varlıkta birden başkasını görmemektirBu ise sıddîkların müşahedesidirSûfîler buna el-fenâ fıt-Tevhîd (Tevhîd'de fâni olmak) adını verirlerÇünkü şahıs, birden başkasını görmemek hasebiyle, nefsini dahi görmezTevhîd'le müstağrak olduğundan dolayı, nefsini görmediğinden, Tevhîd hususunda nefsinden de fâni olurYani hem nefsini görmekten, hem de halkın görmesinden yok olur.

Birincisi, sadece diliyle muvahhid'dirBu şekildeki Tevhîd, sadece dünyada sahibinin boynunu şeriatın kılıcından korur.

İkincisi, söylediğine kalben inanan ve söylediğim kalbi yalanlamayan bir muvahhiddirBu Tevhîd, kalp üzerine vurulan bir düğümdürBunda kalp genişliği yokturFakat sahibi eğer bu inanç üzerinde ölmüş ve îmanı günahlarla zayıflamışsa âhirette onu azaptan korurBu düğümün birtakım hileleri vardırOnların zayıflatılıp sökülmesi gerekirO hilelere bid'at adı verilir ve bir takım hileleri vardır ki onlarla çözülmenin ondan uzaklaştırılması istenilir ve yine onlardan bu düğümün sağlamlaştırılması ve kalp üzerine iyice bağlanması kastolunuyrBu ikinci duruma da kelâm adı verilirKelâmı bilene de mütekellim adı verilirMütekellim, mübtedi'in (bid'atçı'nın) zıddıdırMütekellimîn gayesi, bid'atçıyı bu düğümü halk tabakasının kalplerinden çözmeyi istemekten uzaklaştırmaktırBazen mütekellime, muvahhid ismi de tahsis olunurÇünkü kelâmıyla halk tabakasının Tevhîd'ini kalplerinden bu düğümün çözülmesi için korumak ister.

Üçüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Hak, olduğu gibi kendisine keşfolunduğunda bir failden başkasını görmezHakîkat açısından ancak bir fail görürBöyle gördüğü zaman hakîkat olduğu gibi kendisine keşfolunmuş demektirMânâsı; kalbini hakîkat lâfzının mefhumu üzerinde bağlamaya zorlamak değildirÇünkü böyle bir mertebe, halk tabakasının ve kelâmcıların mertebesidir; zira kelâmcı, avâmdan inanç hususunda ayrılmazYani ikisi de bu hususta eşittirKelâmcının avâm tabakasından üstünlüğü ancak bu düğümü çözmekte bid'atçının hilelerini defetmeye yararlı kelâm sanatını bilmesindendir.

Dördüncüsü şu mânâ ile muvahhiddir: Onun şuhudunda birden başkası hazır olmamıştırBu bakımdan çok olmak hasebiyle değil, bir olarak görürİşte Tevhîd'de en yüce gaye budur.

Birinci derece, cevizin üst kabuğu, ikinci derece alt kabuğu, üçüncü derece özü, dördüncü derece de özden çıkarılan yağ gibidirCevizin üst kabuğu hayırsız, yenildiği zaman acıdır, içine bakıldığı zaman çirkin, odun olarak kullanıldığında ateşi söndürüp, dumanı çoğaltır, evde bırakıldığı zaman yeri daraltırAncak bir müddet cevizi korumak için üzerinde kalır, sonra atılırİşte îmanın birinci derecesi de aynen onun gibi kalben tasdik edilmeksizin sadece dil ile söylenen Tevhîdin de faydası yok, zararı çok, zâhir ve bâtını çirkin olan bir tevhîd'dirFakat bu Tevhîd, bir müddet ölüm anına kadar alt kabuğu korumakta faydalı olur Alt kabuk, burada, kalp ile bedendirMünâfığın tevhîdi, bedenini şeriatın kılıcından korurÇünkü İslâm gazileri kalpleri yarıp içindekine bakmakla mükellef kılınmamışlardırKılıç ise, ancak bedene dokunur ki bu da alt kabukturAncak ondan ölümle soyunurÖlümden sonra münâfığın tevhîd'inin hiçbir faydası kalmazNasıl ki alt kabuğu üst kabuğa nisbeten menfaati zâhir ise (tıpkı onun gibi) . . .

Çünkü alt kabuk özü korurZâhid onu edindiğinde, fesaddan korunurKabuk özün üzerinden soyulduğunda odun olarak kendisinden faydalanılabilirFakat öze nisbeten kıymeti pek düşüktürİşte onun gibi, keşif olmaksızın sadece mücerred inanç, mücerred dil ile söylemeye nisbeten çok faydalıdırFakat göğsün genişlemesi ve hakkın nûrunun orada doğması ile elde edilen müşahede ve keşfe nisbeten kıymeti düşüktürÇünkü şu ayetle ancak göğsün inşirahı kastolunmuştur.

Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar. (En'âm/125)

Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzere değil mi? (Zümer/23)

Öz, kabuğa nisbeten daha güzeldir, fakat ikisi de gereklidirFakat kendisinden yağ çıkması için sıkılması gerekir, aynen onun gibi, fiil Tevhîd'i de sâlikler için gereklidirFakat başka şeylerin karışmasından uzak da değildirHak olan bir'den başkasını müşahede etmeyene nisbeten, çokluğa iltifat etmektir.

Soru: Kişi göğü, yeri ve çok olduğu halde hissedilen cisimleri gördüğünde, nasıl olur da birden başkasını müşahede etmemesi düşünülebilir? Nasıl çok, bir olur?

Cevap: Bu, mükâşefe ilimlerinin son noktasıdırBu ilmin sırlarını hiçbir kitapta yazmak caiz değildirArifler rubûbiyet sırrını ifşa etmenin küfür olduğunu söylemişlerdir. Sonra bunun muamele ilmiyle ilgisi yokturBunu imkânsız görmeni bir misal ile anlatmak mümkündürO misal şudur: Şey, bazen bir nevi müşahede ve ibretle çok olurMüşahede ve ibretin diğer bir çeşidiyle bir olurBu tıpkı şunun gibidir: Ruhuna, bedenine, azalarına, damarlarına kemiklerine ve iç organlarına bakıldığı takdirde, insan çok olur ve aynı insan başka bir itibarla ve başka bir müşâhede ile bir'dir; o zaman 'O bir insandır' derizBu bakımdan o, insaniyete nisbeten bir'dir ve nice şahıs vardır ki insanı gördüğü zaman, kalbine, insanın iç organlarının çokluğu, damarları, azaları, ruhunun tafsilâtı, bedeni hiç tesir etmez.

Bu iki durumun arasındaki fark şudur: Kişi istiğrak (dalış) halinde bir ile müstağraktırOna dalarOnda tefrik etmek yokturSanki o, cem'in (birleşmenin) kendisindendirÇokluğa bakan ise, tefrika içindedirİşte bunun gibi, varlık âleminde olan herşey Hâlık'tan tut, mahluk'a kadar, birçok değişik müşahedeleri vardırBu bakımdan o, itibarlardan biriyle birdirBaşka itibarlarla onun masivası çokturBu itibarların bazısı, kesret bakımından, diğerinden daha şiddetlidirBunun misali insandırHer ne kadar bu misal hedefe tam uygun olmasa da. . .

Fakat az da olsa bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiyetine dikkati çeker! Bu misalden anlaşıldı ki varmadığın bir makamı inkâr etmeyip onu tasdik ederek varlığına inanman ve bu Tevhîdle ona inandığından dolayı inandığın şey senin sıfatın değilse de ondan nasibin olurNasıl ki sen, peygamberliğe inandığında, her ne kadar peygamber değilsen de imanının kuvveti derecesinde, senin o makamdan nasibinin olduğu gibi. . . Bu müşahede ki onda, hak olan Bir'den başkası görünmezBazen devam ederBazen da çakan şimşek gibi gelirgeçerBu sonuncu durum daha galiptirDevamlılığı pek nadirdir.

Hüseyin bMansur HallacHavvâs'ın seferden sefere koştuğunu gördüğünde 'Sen hangi halin içindesin?' diye sorduO da 'Tevekkül hakkındaki hâlimi tashih etmek için dolaşıyorum' dediOysa Havvâs tevekkül sahiplerindendiHallac-ı Mansur, ona 'Sen hayatını, iç âlemini tamir etmek hususunda tükettinAcaba tevhîd hususunda fani olmak nerede kaldı?' demekle buna işaret ettiSanki Havvâs, Tevhîd'in üçüncü makamını tashih etmek durumunda idiHallac ise, ondan dördüncü makamı istediİşte bunlar muvahhidlerin tevhîd'deki kısaca makamlarıdır.

Soru: Bu miktarın öyle bir şekilde açıklanması gerekir ki onun üzerinde tevekkülün nasıl bina edileceği anlaşılsın!

CevapDördüncüsüne gelince, onun beyanına dalmak caiz değildirTevekkül de bu dördüncü dereceye bina edilmiş değildirTevekkül hali, tevhîd'in üçüncü derecesiyle hâsıl olurTevhîd'in birinci derecesinin ise nifak olduğu apaçıktır.

İkincisi ki inançtır müslümanların avâm tabakasında mevcutturOnun kelâm ilmiyle perçinleşmesi ve bid'atçıların hilelerinden korunmasının yolu, kelâm ilminde zikredilmiştirBiz el-iktisad fi'l-itikad adlı kitabımızda onun önemli bir miktarını zikrettik.

Üçüncüsüne gelince, Tevekkülüm esasını o teşkil eder; zira itikadla hâsıl olan mücerred tevhîd, tevekkül halini kazandırmazBu bakımdan biz tevekkülün bağlandığı miktarı kısa olarak zikredelimÇünkü onun tafsilatını bu kitabın benzeri olan kitaplar kapsayamaz.

Kısacası şudur: Sana keşfolunur ki Allah'tan başka fâil yokturHer mevcut yaradılış, rızık vermek, almak, hayat, ölüm, zenginlik, fakirlik gibi isimlendirilen her şeyi tek başına yapan Allahü teâlâ'dırBunları yapmakta Allah'ın ortağı yokturSana bu keşfolunduğu zaman Allah'tan başkasına nazar etmezsinO'ndan korkar, O'nu umar, O'na güvenir ve O'na yaslanırsınÇünkü tek başına yapan O'durBaşkası değil! O'ndan başkası göklerin ve yerin bir zerresini bile kıpırdatmakta müstakil çalışmaya yetkili değildir, herşey O'nun emriyle hareket ederSenin için mükâşefe kapıları açıldığında bu durum apaçık ve gözle müşahede etmekten daha mükemmel bir şekilde sana görünürŞeytan, seni bu tevhîdden bir makamda geri bıraktırır ki bu geri bırakılışta iki sebepten dolayı kalbine şirk kokusu sokulmak istenir:

A) Birinci sebep, hayvanların yaptıklarını bizzat yaptığınızainanmak.

B) İkincisi cansız şeylere iltifat edip bakmaktırCemadâta iltifat etmeye gelince, bitkilerin yerden çıkışı, bitmesi ve gelişmesi hususunda yağmura, yağmurun yağışında buluta, bulutun teşekkülünde soğuğa, geminin seyrinde rüzgâra güvenmen gibi. . .

Bütün bunlar tevhîdde şirktirİşin hakikatini bilmemektir.

Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na dua ederlerFakat (Allah) onları sâlimen karaya çıkarınca hemen (Allah'a) ortak koşarlar. (Ankebût/65)

Bu ayetin mânâsı hakkında 'Eğer rüzgârın düz esmesi olmasaydı, biz kurtulamazdık!' dedikleri söylenmiştir.

Âlemin işi kime olduğu gibi keşfolunursa o, rüzgârın hava olduğunu, havanın bir hareket ettiricisi olmaksızın kendiliğinden harekete geçmediğini bildiği gibi havayı harekete geçireni de bilirBu, tâ ilk hareketlendirene varıncaya kadar böyle devam ederÖyle bir muharrik ki onu harekete geçiren bir kuvvet olmadığı gibi O, haddi zatında da müteharrik değildirÇünkü hareket hadîstirO, aziz ve celîldirBu bakımdan kulun, denizden kurtuluşta rüzgâra güvenmesi, tıpkı boynu kesilmek için getirilen bir kimsenin sultanın affedilmesi için yazdığı fermana değil de mürekkebe, kâğıda ve fermanın yazılışında kullanılan kaleme güvenip bakmasına benzerKurtuluşunu kalemi tutana değil de kaleme bağlar ve der ki: 'Kalem olmasaydı ben kurtulamazdım'Bu ise, katıksız cehalettirKim esasında, kalemin hiçbir hükmü olmadığını, ancak kâtibin elinde oyuncak olduğunu bilirse, kaleme hiç iltifat etmez, kâtipten başka hiçbir şeye teşekkürde bulunmazÇoğu kez kurtuluşun sevinci, imzalayan sultana teşekkür etmesi onu öyle sevince sokar ki ne kalem, ne mürekkep, ne de divit kalbine gelmez.

Güneş, ay, yıldızlar, yağmur, bulutlar, yer, hayvanlar ve cemadât, kalemin, kâtibin elinde müsahhar olduğu gibi kudret kabzasında müsahhardırlarİşte bu, senin için bir temsildirÇünkü imza atan sultanın kâtibin kendisi olduğuna inanıyorsunHakîkat şudur ki Allahü teâlâ, kâtibin ta kendisidir.

(Ey Rasûlüm) attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı. (Enfâl/17)

Göklerde ve yerde olanların tümünün müsahhar olduğu sana keşfolunduğu zaman, şeytan senden ümitsiz olur ve şirkini tevhîd'ine katmaktan ümidini keserek gerisin geriye dönerFakat ikinci tehlikeli yoldan ki ihtiyarî fiillerde canlıların fiillerini bizzat kendi iradeleriyle yaptığını sanmaktır hulûl ederek der ki: 'Bütün bunları nasıl Allah'tan görürsün? Oysa insan kendi ihtiyarıyla sana rızkını isterse verir, isterse keserSenin boynunu kılıçla vuran şu şahıstırO'nun gücü sana yeterİsterse keser, isterse affederBu bakımdan sen O'ndan nasıl korkmazsın! Nasıl O'ndan ümit etmezsin! Oysa herşey O'nun elindedirSen de bunu müşahede edip şüphe etmektesin'Yine ona der ki: 'Kalem, kâtibin elinde müsahhar olduğu için onu görmeyebilirsinFakat kalemle yazan ve kalemi teshir eden kâtibi nasıl görmeyebilirsin?'

İşte bu noktada birçok kimsenin ayakları kaymıştırAncak Allah'ın hâlis kulları bundan müstesnadırÖyle kullar ki şeytan onlara tasallut etmezOnlar basiret nûruyla kâtibin, kudretin elinde müsahhar ve mecbur olduğunu müşahede etmişlerdirZayıfların, kalemin kâtibin elinde müsahhar olduğunu müşahede ettikleri gibi. . , O halis kullar, zayıfların buradaki yanılmasının, tıpkı karıncanın yanılması gibi olduğunu anlamışlardırKarınca kâğıt üzerinde yürür ve kalemin kâğıda siyah şekiller yaptığını görürGözü kâtibin el ve parmaklarına bile uzanmayan karınca, el sahibini nasıl görecektir? İşte bu durumdan dolayı karınca yanılarak kağıda şekiller yapanın kalem olduğunu zannederBu da onun görmesinin kalemin ucunu geçmeyecek kadar kısa olmasından ileri gelir! Aynen bunun gibi, göğsü Allah'ın nûruyla İslâm'a açılmayan bir kimsenin basireti, göklerin ve yerin cebbârı olan Allah'ı mülâhaza etmekten eksiktirHepsinin ötesinde kâhir oluşunu müşahede etmekten acizdirBu bakımdan zihni kâtibe takılırOysa bu, katıksız bir cehalettirKalp ve müşahede sahiplerinin hakkında Allahü teâlâ, yerde ve gökte olan bütün zerreleri konuşturan kudretiyle konuşturmuşturHatta onlar zerrelerin Allah'ı takdis ve tesbih ettiklerini işittilerKeskin bir lisan ile harfsiz ve sessiz olarak nefislerinin aciziğine şahidlik ettiklerini dinledilerKalp kulağından mahrum olanlar bunu işitemezlerBu kulaktan, seslerden başkasını işitmeyen kulağı kastetmiyorum.

Çünkü merkep de böyle bir kulakta insanın ortağıdırHayvanın insana ortak olduğu şeyin ne kıymeti olabilir? Ben kulaktan öyle bir kulak kastediyorum ki o kulakla, harf ve ses, Arabî ve Acemi olmayan bir konuşmayı dinlemeli!

Soru: Bu acaipliktirAkıl bunu kabul etmezBu konuşmanın keyfiyetini bana vasıflandır! O nasıl konuştu, ne ile konuştu? Nasıl tesbih ve takdiste bulundu? Nefsinin azizliğine nasıl şahitlik ettiğini bana nitelendir!

Cevap: Yerde ve gökte bulunan her zerrenin, kalp sahipleriyle gizlice münacâtı vardırBu da inhisar altına girmeyen ve nihayeti olmayan bir durumdurBu zerreler nihayetsiz olan Allah kelâmının denizinden imdat isteyen kelimelerdir.

De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak) için denizler mürekkeb olsa, rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdiBir o kadar daha getirsek bile! (Kehf/109)

Sonra onlar mülk ve melekûtun sırlarını fısıldarlarSırrın ifşası iyi değildirHür insanların göğüsleri sırların mezarlarıdırSen hiç bir kimsenin mülkün sırlarına emin sayılıp mülkün gizliliklerinin fısıldandığını onun da bunu halka ifşa ettiğini gördün mü? Eğer bizim için her sırrı ifşa etmek caiz olsaydı, Hazret-i Peygamber 'Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız'7 der miydi? Belki Hazret-i Peygamber, onların gülmeyip ağlamaları için söylemiştirHem Hazret-i Peygamber, kader sırrının ifşasını yasaklamaz ve yine şu sözünü söylemezdi:

Yıldızlardan bahsedildiği zaman, duraklayın! (Bu bahse girişmeyin) Kaderden bahsedildiği zaman, bu bahse dalmaktan sakınınAshâbımın bahsi yapıldığı zaman dilinizi tutun8

Hem de Huzeyfe'yi (radıyallahü anh) bir kısım sırlara tahsis etmezdi9 Bu bakımdan mülk ve melekûtun zerrelerinin müşahede erbabının kalbiyle olan münacâtlarını hikâye etmeye iki engel vardır:

Birincisi, sırrı ifşa etmenin muhal oluşudur.

İkincisi, kelimesinin hasr ve nihayetinin dışına çıkmasıdırFakat biz, verdiğimiz misalde ki o da kalemin hareketidir zerrelerin münacâtını az miktar hikâye edeceğiz ki onunla mücmel olarak tevekkülün bunun üzerine bina edilmesinin keyfiyeti anlaşılsınBiz o kelimeleri harfler ve seslerin kalıbına dökeceğizHer ne kadar o kelimeler esasında harf ve sesten ibaret değilse de. . . Fakat harf ve ses anlamanın zarurî unsurlarıdır.

Allah, nûrunun penceresinden kâğıda bakıp kâğıdın mürekkeple siyahlaştığını görünce ârif bir kişi kâğıda şöyle sordu: 'Senin yüzüne ne oldu? Bembeyazdın! Şimdi ise üzerinde siyahlık belirdi! Neden yüzün karardı? Bunun sebebi nedir?' Kâğıt 'Bu sözünle bana insaflı davranmadmBen kendiliğimden yüzümü siyahlatmadımFakat mürekkepten sor! O mürekkep, divitte toplanmıştıZulüm olarak yüzümün sahasına indi' dediBunun üzerine, o zat kâğıda 'Doğru söyledin!' dedi.

Bu sefer, mürekkebe sorduMürekkep de 'Bana karşı insaflı davranmadmÇünkü ben sakin bir şekilde divitte bulunuyordumOradan çıkmamaya niyetliydimKalem fâsit tamahkârlığıyla bana saldırdıBeni vatanımdan kopardıMemleketimden uzaklaştırdıGördüğün gibi, beni bembeyaz bir sahaya dökerek paramparça yaptı! Bu bakımdan mesuliyet kâleme aittir, bana değil!' dedi.

Kişi, mürekkebe 'Doğru söyledin!' diyerek kaleme, zulmünün ve mürekkebi vatanından çıkartmasının sebebini sorduKalem 'Elden ve parmaklardan sor! Çünkü ben, nehirler kıyısında biten bir kamıştımAğaçların yeşilliği arasında gezerken bir el, bir bıçak getirdi, üzerimden kabuğumu soydu, elbiselerimi yırttıBeni kökümden kestiBoğumlarımın arasını ayırdı. Sonra beni sivrileştirdiBaşımı ikiye ayırdıMürekkebin siyahına daldırdıO beni çalıştırır, başımın üzerinde gezdirirBu suali sormakla benim yarama tuz ektinBenden uzaklaşBeni kahredenden sor' dedi.

Adam ona 'Doğru söyledin!' deyip kaleme yapmış olduğu zulmü el'e sordu: 'Neden kalemi çalıştırıyorsun?' dediEl, cevap olarak dedi ki: 'Ben, et kemik ve kandan ibaretimZulmeden bir eti, kendiliğinden harekete geçen bir cismi hiç gördün mü? Ben ancak müsahhar olan bir merkebimKudret ve izzet adlı bir binici sırtıma binmiştirBeni kıpırdatan, beni yeryüzünün etrafında gezdiren odurSen toprak, taş ve ağaçlara bakmaz mısın? Onlardan hiçbir şey yerinden kıpırdamıyorKendiliğinden harekete geçmiyorÇünkü bana binen kuvvetli ve kahhar binici gibi, onların sırtında biri yokturSen ölülerine yine bakmaz mısın? Et, kemik ve kan suretinde benimle eşittirler. Sonra onlarla kalem arasında hiçbir muamele yokturBenim de şahsen kalemle aramda hiçbir muamele yokBenim durumumu kudretten sor! Çünkü ben bir merkebimBana binen beni sürer!'

Kişi ona da 'Doğru söyledin!3 deyip kudrete, eli neden çalıştırdığını, neden çokça gezdirdiğini ve kullandığını sorduKudret 'Beni kınamaktan vazgeç' Nice kimse vardır ki kınarOysa kendisi kınanmıştır ve nice kınanmış vardır ki günahı yokturBenim işim nasıl sana gizli kalır? Hele bilerek sana zulmettiğimi nasıl zannediyorsun? Oysa ben, hareket ettirmeden önce yine onun sırtındayımFakat onu hareketlendirmez ve çalıştırmazdımBen uyumuş, sakin bir vaziyetteydimÖyle bir uyku ki beni ölü veya yok zannederlerdi.

Çünkü ne kıpırdar, ne de kıpırdatırdımBu esnada vekil kılınan biri geldiBeni uyandırdıGördüğün hareketime beni zorladıOnun dediğini yapmaya kuvvetim varFakat yapmamaya kuvvetim yokturBu müvekkile irade adı verilirBen onu ancak ismiyle ve hücum etmesiyle, beni uykunun derinliğinden uyandırmasıyle ve eğer yakamı bırakıp beni kendi reyimle başbaşa bıraksaydı yapmayacağım harekete beni sevketmesiyle tanırım' dedi.

Kişi ona da 'Doğru söyledin!' deyip irade'ye 'Bu sakin kudreti hareketlendirmeye yöneltecek derecede onu kurtuluşu olmayan bir işi yapmaya mecbur edercesine harekete geçirmeye seni cesaretlendiren nedir?' diye sorduİrade dedi ki: 'Benim hakkımda acele hüküm verme! Belki özrümüz vardırOysa sen kınıyorsunBen kendi başıma harekete geçmedim, fakat geçirildimUyanmadım, fakat kahredici bir hüküm ve kesin bir emirle uyandırıldımO hüküm gelmeden önce sakindimFakat kalbin huzurundan, aklın lisanı üzerine ilmin elçisi bana geldi kudreti hazırla dediBen de mecbur olarak onu hazırladımBen ilim ve aklın kahrı altında müsahhar bir miskinimdirBilmiyorum hangi cürümle bu işe teshir edildim? İlme itaat etmeye mecbur kılındım? Fakat ben bilirim ki daha önce bu kahredici elçi kapımı çalıncaya kadar sükûnet içerisindeydimBu adil veya zâlim hâkim gelinceye kadar. . .

O zaman bunun yanında durduruldumOna itaat etmek bana farz kılındıHatta artık ona muhalefet etmeye gücüm yoktuHayatımla yemin ederim tereddüt edip, hükmünde hayret gösterdikçe ben sakinimdirFakat onun hükmünü beklerken sakinimNe zaman ki hükmü kesinleşirse ben, ister istemez onun emri altında ürker, onun hükmünü yerine getirmek için kudreti hazırlarımBu bakımdan benim durumumu bana değil ilim'e sorBeni kınamayı bırak! Zira ben şairin dediği gibiyim:

Ne zaman bir kavmin yanından göç ettirmeme kudretleri olduğu halde göç edersem, bu takdirde bil ki göç edenler onlardır!

Kişi 'doğru söyledin!' deyip ilim, akıl ve kalbe yönelip meseleyi onlardan talep ettiİradeyi uyandırdıklarından, kudreti hazırlamaya onu teshir ettiklerinden dolayı onları kınadıBunun üzerine akıl dedi ki: 'Bana gelince, ben bir lambayımKendiliğimden yanmadım, fakat yakıldım'Kalp dedi ki: 'Ben bir levhayımKendiliğimden yayılmadım, yaydırıldım'İlim dedi ki: 'Bana gelince, ben bir nakışım, akıl lambası üzerime doğduğunda kalp levhasının beyazlığına nakşedildimKendi irademle yazmadım Bu levha daha önce nice seneler boştuBu bakımdan benim durumumu kaleme sor; zira yazı ancak kalemle olur'.

O anda, soran yutkundu ve bu cevap onu ikna etmedi ve şöyle dedi: 'Bu yoldaki kınanmam oldukça uzadıMertebelerim oldukça çoğaldıBu işi kendisinden öğrenmek istediğim herkes beni başkasına havale ediyorFakat ben, kalpte makbul olan bir konuşmayı ve suali bertaraf eden bir mazereti dinlediğime gezdirilmeme rağmen seviniyordumFakat senin 'Ben bir hat ve nakışım, ancak beni kalem yazmıştır' demeni ben anlamıyorum; zira, kamıştan olmayan bir kalemi, demirden veya odundan olmayan bir levhayı, mürekkep ile yazılmayan bir yazıyı, ateşle yakılmayan bir lambayı bilmemOysa ben, bu evde, levha, lamba, yazı, kalem, konuşma dinliyorumBunlardan hiç birini görmüyorum'Değirmen gürültüsünü işitiyorumFakat un görmüyorum'.

Bunun üzerine, ilim kişiye dedi ki: Eğer söylediğinde doğruysan, o halde, senin sermayen azdırAzığın az ve merkebin zayıftırBil ki girmiş olduğun yolda tehlikeli geçitler çokturO halde senin için sevap, geri gidip arkasına düşeni bırakmaktır; zira bu senin yuvan değildirO halde sen ondan çık! Herkes ne için yaratılmış ise, onu yapmaya muvaffak olurEğer sen hedefe gitmek istiyorsan dinle!

Bil ki: Senin bu yolunda, âlemler üçtür:

Mülk ve şehadet âlemi ki bu ilkidir kâğıt, mürekkep, kalem ve el, ondandırlarOysa sen kolaylıkla o geçitleri geçtin.

İkincisi, melekût âlemidirO da benim arkamdadırBeni geçtiğin zaman onun konaklarına erişir, onda sahralar, buram buram kokan cehennem vâri dereler, upuzun dağlar, boğucu denizler mevcutturBilmiyorum onlardan nasıl kurtulacaksın?

Üçüncüsü, ceberrût âlemidirBu âlem mülk ile melekût âlemleri arasındadırSen bu âlemin de baştan üç konağını kat etmiş bulunuyorsunKudret, irade ve ilim konakları. . . .

Bu âlem, mülk, şehadet ve melekût âlemi arasında vasıtadırÇünkü yol bakımından mülk âlemi bundan daha kolay, melekût âlemi daha çetindir, ceberrût âlemi ise, mülk ile melekût âlemleri arasında, yer ile su arasında hareket halinde bulunan gemiye benzerO gemi ne suyun üzerinde sallanır, ne de yerin üzerinde sâkin dururKim yeryüzünde yürürse, mülk ve şehadet âleminde yürürEğer onun kuvveti gemiye binmeye yetiyorsa o, ceberrût âleminde yürüyen bir kimse gibidirEğer gemisiz, su üzerinde yürüyecek dereceye varırsa o, zikzak yapmaksızın melekût âleminde yürürEğer sen su üzerinde yürümeye muktedir değilsen geri dön! Çünkü gemiyi geride bırakmışsınSenin önünde saf sudan başka birşey yok! Melekût âleminin öncesi, vasıtasıyla kalp levhasında ilmin yazı yazdığı kalemin müşahedesi ve vasıtasıyla su üzerinde yürüyen yakînin elde edilmesidirHazret-i Peygamberin (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Îsa hakkında sözünü dinlemedin mi? 'Eğer o, yakîn bakımından daha yüksek olsaydı havada yürürdü'Peygamber bu sözü, kendisine, Îsa (aleyhisselâm) su üzerinde yürüyordu' denildiği zaman söylemiştir10

Bunun üzerine, sual soran 'İşinde hayrete düştüm! İlmin bana vasıflandırdığı yolun tehlikesinden kalbimin korktuğunu hissettimBilmiyorum, bana söylenilen bu tehlikeli sahaları geçebilir miyim, geçemez miyim? Acaba bunun alâmeti var mıdır?' diye sorunca cevap olarak 'Evet vardır' dediGözünü aç! Gözlerinin ışığını derle! Onu bana doğru tez bir şekilde yönelt! Eğer kalbin levhası üzerinde, kendisiyle yazı yazdığın kalem sana görünürse, o takdirde bu yolun ehli olanlara benzemiş olursun; zira kim ceberrût âlemini geçip melekût âleminin kapılarından birini çalarsa, önce kalemi görürGörmez misin, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) işin başlangıcında kalemin keşfine mazhar oldu; zira onun üzerine şu âyet nazil oldu:

Yaratan rabbinin adıyla oku! O insanı kan pıhtısından yarattıOku! Senin rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O, kâlemle öğrettiİnsana bilmediğini öğretti. (Alak/1-5)

Bunun üzerine sâlik dedi ki: 'Gözümü açtım ve keskinleştirdimAllah'a yemin ederimBen ne kamış, ne de odun görmüyorumBen onun gibi hiçbir kalemi bilmiyorum'Bunun üzerine, ilim dedi ki: 'Talebi pek uzak gösterdimBilmiyor musun, evin eşyası ev sahibine benzer! Bilmez misin, Allahü teâlâ'nın zatı, diğer zatlara benzemez, o halde O'nun eli ellere, kalemi kalemlere, kelâmı kelâmlara, yazısı da diğer yazılara benzemezBunlar melekût âleminden olan birtakım ilâhî işlerdir.

Allahü teâlâ, cisim olmadığı gibi bir mekanda da değildirFakat Allah'tan başkası böyle değildirO'nun eli et, kemik ve kandan değildirFakat diğer eller öyle değilO'nun kalemi kamıştan, levhası ağaçtan, kelâmı ses ve harften değildirO'nun hattı rakam ve resim değildirO'nun mürekkebi boyadan ibaret değildirEğer bunu böyle görmüyorsan, seni tenzihin koçluğu ile teşbihin dişiliği arasında erkek elbisesine bürünmüş bir kadın ve bununla diğeri arasında şaşkın şaşkın gezen bir kimse olarak görürümNe bunlardan, ne de onlardan. . . O halde sen, Allah'ın zat ve sıfatlarını cisim ve cismin sıfatlarından nasıl tenzih ettin? O'nun kelâmını harf ve seslerden nasıl tenzih ettin? Başladın, Onun eli, kâlemi, levhi ve yazısı hakkında tevakkuf etmeyeEğer sen Hazret-i Peygamber'in 'muhakkak ki Allah Âdem'i (aleyhisselâm) kendi sureti üzerine yarattı' hadîsinden gözle görülen, zâhiri sureti anlamışsan, mutlaka sen Müşebbihe'den (Allah'ı insana benzetenlerden) olmuş olursun! Nitekim şöyle denilir:

Ya katıksız bir yahûdî ol! Ya da Tevrat'la oynama!

Eğer o hadîs-i şeriften, gözlerle değil basiretle idrâk edilen bâtınî sureti anlamışsan, o zaman katıksız bir tenzihci ve erkek bir takdisci ol! Mukaddes olan Tuva vâdisinde bulunuyorsunO halde yolu acele geçKalbinin sırrıyla, vahyolunacak şeyi dinle! Umulur ki ateşin yanında bir hidayetçi bulursun ve yine umulur ki arşın çadırlarından Hazret-i Mûsa'ya haykırılan sesle sana da haykırılır!

Ey Musa! Haberin olsun! Ben senin rabbinim. (Tâhâ/12)

Sâlik bunları, ilim'den dinlediği zaman, nefsinin kusurlu olduğunu sezdiTeşbih ve tenzih arasında bir muhannes olduğunu idrâk ettiBunun üzerine nefsine, fazlasıyla kızdığından dolayı, kalbi alev alev yanmaya başladıBunu da nefsini eksiklik gözüyle gördüğü zaman yaptıOnun kalbinin penceresinden olan yağı neredeyse ateşsiz ışık verecektiİlim, hiddetle o yağa üflediği zaman yağ tutuştuNûr üzerine nûr olduİlim ona dedi ki: 'Şu anda bu fırsatı değerlendirGözünü aç! Umulur ki ateşin yanında bir yol gösterici bulursun!' Bunun üzerine sâlik gözünü açtıOna ilâhî kalem göründüİlâhî kalemi, ilmin vasıflandırdığı gibi tenzih vasfında gördüO kalem ağaç ve kamıştan değildiNe ucu, ne kuyruğu vardıDurmadan bütün beşerin kalbinde ilmin çeşitlerini yazıyorduOnun her kalpte ucu vardır, başı yokturBunun üzerine ucub ve hayret kendisinden zâil olarak şöyle dedi: İlim ne güzel bir arkadaştır! Allah benden taraf ona hayırlı bir mükâfat versin; zira şimdi bana, kalemin vasıfları hakkında ilmin vermiş olduğu haberlerin doğruluğu belirdi; zira ben o kalemi, başka kalemlere benzemez bir kalem görüyorum'.

İşte bu sırada ilme veda ederek teşekkür etti ve dedi ki: 'Senin yanında uzun kaldımSenden istediklerim gayet çok olduOysa ben kaleme gitmek azmindeyimGidip kendisine şânını sorayım!' Bunun üzerine kaleme gitti ve ona dedi ki:

- Ey Kalem! Sen neden kalplere hükümler yazıyorsun, zira onunla iradeler kaderi hazırlamaya ve mukadderata yöneltmeye tahrik ediliyor?

- Sen mülk ve şehadet âleminde gördüğünü, zâhir kalemin orada vermiş olduğu cevabı ve seni ele havale etmesini unuttunmu?

- Hayır onu unutmadım!

- O halde, benim cevabım da o zâhir kalemin cevabı gibidir.

- Nasıl olur? Oysa sen o kaleme benzemiyorsun?

- Dinlemedin mi? Allahü teâlâ Âdem'i (aleyhisselâm) kendi sûreti üzerinde yarattı!

- Evet!

- O halde, benini durumumu, Yemin 'ül-Melik lakabıyla anılan zata sorÇünkü ben onun kabzasmdayımBeni getirip götüren odurBen onun emrindeyimTeshir olmak mânâsında ilâhî kalem ile Âdem oğlunun kalemi arasında fark yokturFark ancak suretin zâhirindedir!

- Yemin 'ül-Melik kimdir?

- Sen Allahü teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi?Gökler de sağ elinde dürülmüştür. (Zümer/67)

- Evet! Ben bu âyeti işittim.

- Kalemler de O'nun sağ elindedirKalemleri gezdiren O'dur!

Bu konuşmadan sonra sâlik, kalemin yanında Yemin'e doğru yol aldı ve yemini müşahede ettiOnun acaipliklerini kalemin acaipliklerinden daha fazla gördü! O acaipliklerin hiç birini vasf etmek ve şerh etmek caiz değildirHatta ciltlerce kitab o acaipliklerden birinin vasfının binde birini ihata etmekten bile acizdirOnun hakkındaki kısa söz şudur: O, dirilere benzemeyen bir diri, ellere benzemeyen bir el, parmaklara benzemeyen bir parmaktırKişi baktı ki kalem, onun kabzasında, hareket halinedirBöylece kalemin özrü, kişiye belirdiBunun üzerine kişi, Yemin 'den durumunu ve kalemi hareketlendirmesinin nedenini sorduYemin ona 'Benim cevabım şehadet âleminde gördüğün Yemin den dinlediğin cevabın benzeridirO da kudrete havale etmektir; zira haddi zatında elin hükmü yoktur.

Şüphesiz ki eli hareketlendiren kudrettir' dediBunun üzerine sâlik, kudret âlemine revan olduOrada öyle acaiplikler gördü ki bunların yanında, daha önce görülen acaiplikler küçük kalırKişi, kudret'e yemin'i hareketlendirmesinin sebebini sorduKudret 'Ben ancak bir sıfat ve niteliğimKâdir (kudret sahibinden sor! Zira sıfatlara değil, mevsuflara (sıfat sahiplerine) güvenilir!' dediFakat yine de yanına yaklaştı ki kişi, haddini tecavüz edip sual lisanını cüretle açsınFakat sabit bir söz ile yerinde kalakaldıHuzûr-i Rabbânî'nin çadırlarının perdelerinin ötesinden çağrıldı.

(Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar (Enbiya/23)

Bunun üzerine huzurun heybeti, onu dört taraftan kapladıO baygın olarak, heybet içerisinde yere düşüp tepindi, ayıldığında 'Sen ortaktan münezzehsinSenin şanın ne büyüktürSana tevbe ettimSana tevekkül ettimSenin Cebbâr, Vâhid, Kahhâr bir sultan olduğuna inandımBu bakımdan senden başkasından korkmam, senden başka hiç kimseden ummamAncak cezalandırmandan affınla sana sığınırımRızana bürünerek öfkenden sana sığınırımBenim çıkar yolum ancak senden istemek, sana iltica etmek, senin huzurunda sızlayarak 'Göğsümü benim için genişlet ki seni tanıyayımDilimden düğümü çöz ki seni öveyim' dememdir.

Bunun üzerine, perdeler arkasından çağrıldıÖvgüye tamah etmekten ve peygamberlerin efendisinden fazlasını yapmaktan sakın ve ona dönEmredileni yap, yasaklananı bırakO sana ne demişse sen de onu söyleÇünkü o bu huzurda şundan fazlasını söylemedi: 'Sen ortaktan münezzehsinSenin kendini övdüğün gibi seni övmeye takatim yetmiyor'Bunun üzerine kişi dedi ki: 'Yârab! Eğer dilin seni övmeye cüreti yoksa acaba kalbin seni tanımaya tamahı var mıdır? Yani kalp bu tamahı besleyebilir mi?' Bunun üzerine şöyle seslenildi: "Sakın sıddîkların boynuna basma! En büyük sıddîk'ın (Hazret-i Ebû Bekir'in) yanına dönOna uy! Zira peygamberlerin efendisinin ashâbı yıldızlar gibidirlerHangisine uyarsan doğru yolu bulursunSen onun şöyle dediğini duymadın mı: İdrâkin terkinden aciz olmak da idrâktir! Bizim huzurumuzdan nasib olarak, huzurumuzdan mahrum olduğunu, cemâl ve celâlimizin mülâhazasından aciz olduğunu bilmen de sana kâfidir".

Bu noktadan sâlik döndü, daha önceki sual ve kınamalardan dolayı özür dilediYemine, kaleme, ilime, iradeye, kudrete ve onlardan sonra gelenlere 'Benim özrümü kabul edinizÇünkü ben garib bir kimseydimBu memlekete yeni gelmiştimHer yeni gelenin bir şaşkınlığı olurSizi kınamam, kusur ve cehaletten geliyorduŞimdi ise, mazeretinizin doğruluğu göründüBana göründü ki mülk ve melekût, izzet ve ceberrûtu tek başına edinen ancak Vâhid ve Kahhâr olandırSizler ancak O'nun kahir ve kudreti altında müsahhar, O'nun kabzasında gidip gelenlersinizEvvel, âhir, zâhir, bâtın ancak O'dur'.

Bunları şehadet âleminde söylediği zaman, inanılmadı ve kendisine denildi ki: 'O nasıl hem evvel, hem âhir olur? Oysa bunlar zıt olan iki vasıftırO nasıl hem zâhir, hem bâtın olur? Oysa evvel âhir, zâhir de bâtın değildir'.

Cevap olarak dedi ki: 'O, mevcutlara nisbeten evveldirÇünkü bütün mevcudât, tertip üzere O'ndan sâdır olduO, kendisine doğru yürüyenlerin yürüyüşüne nisbeten âhirdir; zira onlar, durmadan, bir dereceden bir dereceye yükselmektedir ki o huzura varıncaya kadar. . . Bu bakımdan O, seferin âhiridirÖyleyse O, müşahedede âhir, vücudda evveldir: O, şehadet âleminde duran, beş duyu ile O'nu idrâk etmeyi talep edenlere nisbeten bâtındırMelekût âleminde geçerli olan bâtınî basiretle kalpte yanan lambada O'nu talep edene nisbeten zâhirdirİşte fiilde Tevhîd yolunun yolcularının Tevhîd'i böyledirBenim bu tevhîdden gayem; kendisine fâilin bir olduğu keşfolunan bir kimsenin tevhîd'idir.

Soru: Bu Tevhîd, öyle bir hududa gelmiştir ki melekût âlemine olan îman onun üzerine bina edilirO halde, bunu anlamayan veya inkâr edenin durumu ne olur?

Cevap: İnkâr edene gelince, onun tedavisi ancak ona şöyle demektirMelekût âlemini inkâr etmen Semniye fırkasının ceberrût âlemini inkâr etmesi gibidirSemniye fırkası ilimleri, beş duyuya hasretmişlerdirBu bakımdan beş duyu ile idrâk olunmadığı için ilim, irade ve kudreti inkâr etmişlerdirDolayısıyla beş duyudan ötürü şehadet âlemine yapışıp ötesine gitmemişlerdir.

Eğer 'Ben de onlardanım! Çünkü ben ancak beş duyu ile şehadet âlemine varırımOnun ötesinde birşey bilmiyorum' dersen bu takdirde cevap olarak denilir ki: Beş duyunun ötesinde bulunan metafizik hâdiseleri biz basiretle müşahede etmişizdirOnları inkâr etmen Sofistlerin beş duyuyu inkâr etmesi gibidirÇünkü Sofistler 'Görmediğimize inanmayızBelki biz onu rüyada görürüz' demişlerdir.

'Ben sofistlerdenimBeş duyu ile idrâk olunduğundan da şüphedeyim!' derse, kendisine denilir ki: Bu şahsın mizacı fesada uğramıştırTedavisi mümkün değildirBu bakımdan birkaç gün o haliyle terkedilirÇünkü her hastanın tedavisine doktorların gücü yetmezİşte bu, inkârcının hükmüdürİnkâr etmeyen, fakat anlamayan bir kimseye gelince, sâliklerin ona karşı takip edecekleri yol melekût âlemini müşahede ettiği gözüne bakmaktırEğer gözünün sağlam olduğunu, fakat göze siyah suyun indiğini, o suyun temizlenmesinin de mümkün olduğunu görürlerse, bu takdirde sürmecinin zâhirî gözle meşgul olduğu gibi, onun gözünü temizlemekle meşgul olmalıdırOnun gözü, sıhhat bulduğunda yürümesi için yola irşad olunacaktır.

Nitekim Hazret-i Peygamber bunu ashâbının havassına uygulamıştır.

Eğer gözünün tedavi edilmesi mümkün değilse, Tevhîd hususunda zikrettiğimiz yolda onu yürütmek mümkün değildirMülk ve melekût'un tevhîd'i ilan edişlerini duyması mümkün değildirBu bakımdan onunla harf ve sesle konuşunuzTevhîd'in zirvesini onun anlayışına indirinÇünkü şehadet âleminde de bir Tevhîd vardır; zira herkes bilir ki ev iki sahipli oldu mu düzeni bozulurŞehirde iki vali oldu mu fesada giderBu bakımdan onun aklına göre kendisine denir ki: 'Âlemin ilâhı birdirAlemi tedbir eden birdir; zira yer ve gökte Allah'tan başka ma'budlar olsaydı, muhakkak yer ile gök fesada uğrardı'Bu bakımdan bu, onun şehadet âleminde gördüğüne uygun düşerBöylece aklına uygun olan bu yollar sayesinde onun kalbinde Tevhîd inancı dikilmiş olurÇünkü Allahü teâlâ, peygamberlere ve varislerine, insanların akıllarına göre konuşmalarını zorunlu kılmıştırBunun için Kur'ân, Arapların konuşmalarındaki âdetleri üzerine Arap diliyle inmiştir.

Soru: Bu itikadî tevhîd'in benzeri, tevekkül için esas olmaya elverişli midir?

Cevap: Evet, elverişlidirÇünkü inanç kuvvet bulduğunda, keşfin halleri kabarttığı gibi halleri kabartırAncak çoğu zaman bu itikadî Tevhîd zayıf olup ona sallantı ve sarsıntılar hücum ederBunun için bu inancın sahibi, konuşmasıyla kendisini koruyan bir kelâmcıya muhtaçtır veya hocasından almış olduğu akideyi muhafaza etmek için o kelâmcıdan öğrenmeye muhtaçtırAnne ve babasından ve memleketinin halkından aldığı akidesi için de buna ihtiyacı vardırYolu görüp bizzat yürüyen bir kimse ise, onun için bu şeylerin hiç birinden korkulmazHatta perde kalksa bile onun yakîni her ne kadar vuzuh bakımından artsa bile (son raddede olduğundan) artmaz.

Sabah olduğu zaman bir insanı gören bir kimse, güneş doğduktan sonra onun insan oluşunda yakîn bakımından bir artış kaydetmezAncak onun yaratılışının tafsilatında, vuzuh bakımından yakîni artarKeşif sahipleriyle inanç sahiplerinin misali Firavun'un sihirbazları ile Sâmirî'nin arkadaşları gibidirÇünkü Firavun'un sihirbazları sihrin tesirininin sonucuna vâkıf olduklarından zira çok görmüş ve denemişlerdi Hazret-i Mûsa'dan sihrin hududunu geçen bir mu'cize gördüklerinde işin hakikatini anladılar.

Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size sihir öğreten büyüğünüzdürÖyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. (Tâhâ/71) Onlar ise Firavun'un bu tehdidine aldırış etmeyip şöyle dediler:

Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyizYapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. (Tâhâ/72)

Çünkü beyan ve keşif, tağyir ve ifsadı önlerSâmirî'nin arkadaşlarına gelince, onların imanları ejderhanın zâhirine bakıştan geldiğinden dolayı Sâmirî'nin buzağısına bakıp onun böğürmesini dinlediklerinde, imanları bozuldu ve onun 'işte sizin de Musa'nın da ilâhı budur!' (Tâhâ/88) sözünü dinlediler ve onlardan bir zararı defedip onlara bir fayda sağlamayacağını unuttularBu bakımdan ejderhaya bakmakla îman eden herkes, şüphesiz ki buzağıya baktığında küfre saplanırÇünkü ejderha da buzağı da şehadet âlemindendirŞehadet âleminde ise ihtilaf ve tezatlar çokturMelekût âlemi Allah katından olduğundan onda asla ne bir ihtilâfa ne de bir tezada rastlamazsın.

Soru: Senin söylediğin Tevhîd vasıtaların ve sebeplerin müsahhar oldukları anlaşılırsa zâhirdirBütün bunlar da zâhirdirAncak insan fiillerinde böyle değildirÇünkü insan isterse yapar, isterse yapmazBu bakımdan insan nasıl müsahhar olabilir!

Cevap: Eğer, o buna rağmen dilemek istiyorsa diler, eğer dilemek istemiyorsa dilemezİşte burası ayakların kaydığı ve yanlışlığın yapıldığı bir yerdirFakat şu anlaşılmıştır ki Allah dilediği zaman, o ister dilesin ister dilemesin, Allah'ın dilediğini yapmak mecburiyetindedirO halde dilemek kulun elinde değildir; zira onun elinde olsaydı, onun dilemesi ikinci bir dilemeye muhtaç olurdu ve böylece sonsuza doğru zincirleme giderdi.

Dilemek kulun elinde olmadığı zaman, kudreti makdûra yönelten dilemek meydana geldikçe, kudret, kendisine tevdi edilen vazifeyi yapmak mecburiyetinde kalırMuhalefet edemezBu bakımdan hareket, kudretle zarurîdirKudret de meşiyyetin kesinliği anında zarurî olarak harekete geçerO halde meşiyet, kalpte bir zaruret meydana getirirİşte bunlar birtakım zaruretlerdirBazısı bazısına bağlıdırKul meşiyetin varlığını bertaraf edemediği gibi, meşiyetten sonra kudretin makdura yönelmesini de bertaraf edemezMeşiyet, kudreti harekete geçirdikten sonra hareketin varlığını da kaldıramazBu bakımdan kul, bütün bunlarda mecburdur.

Soru: Senin bu söylediğin katıksız cebrdir11 Cebr ise ihtiyar mezhebine zıd düşerOysa sen ihtiyarın varlığını kabul ediyorsunBu bakımdan kişi hem mecbur, hem de muhtar nasıl olabilir?

Cevap: Eğer perde kalksaydı, anlardın ki kul bizzat ihtiyarda da mecburdurO halde ihtiyar'ı anlamayan bunu nasıl anlar? Bu bakımdan biz, kelâmcıların lisanıyla ihtiyar'ı kısaca izah edelim ki daha önce zikrettiğimize bir sonuç olsunÇünkü bu kitabda muamele ilminden başka bir hedef güdülmemiştirFiil lâfzı insanda üç vecihe hamledilir: Zira denir ki: İnsan parmaklarıyla yazar! Teneffüs borusu ve hançeresiyle nefes alırBedeniyle su üzerinde durursa suyu ikiye bölerBu bakımdan insana suyu yarmak, nefes almak ve yazmak nisbet edilirBu üç sıfat mecburiyet ve cebr hakikatinde birdirlerFakat bunun ötesinde birçok işlerde değişik manzaralar arzederlerÜç ibare ile bunu izah edelim: Yüzü koyun suya girdiğinde suyu yarmasına tabiî fiil adını veririzNefes almasına irâdî fiil, yazmasına ihtiyarî fiil adını veririzTabiî fiilde cebr zâhirdir; zira İnsan oğlu ne zaman suya girerse veyahut da duvardan boşluğa atılırsa, şüphesiz ki hava ikiye bölünürBu bakımdan atıldıktan sonra havanın ikiye bölünmesi zarurîdir.

Nefes almak da bu mânâdadır; zira hançerenin hareketini nefes alma iradesine nisbet etmek, tıpkı suyun bölünmesini bedenin ağırlığına nisbet etmek gibidirBu bakımdan ağırlık ne zaman mevcut olursa suyun bölünme hâdisesi meydana gelirOysa ağırlık da insanın fiili değildirİşte irade de bunun gibi, insanın fiili değildirBir insanın gözüne iğne batırılmak istense mecburî olarak göz kapakları kapanırEğer gözlerini açık bırakmak istese buna gücü yetmezOysa mecburî olarak kapanan göz kapakları irade ile olan bir fiildirFakat iğnenin sureti, idrâk ile, gözün müşahedesinde görüldü mü, göz kapanması iradesi ve bu kapanmanın hareketi zarurî olarak meydana gelirEğer kapatmayı terketmek istese buna gücü yetmezOysa bu onun kudret ve iradesiyle yapılan bir fiildirBu bakımdan bu fiil, zarurî olmasında, tabii fiile iltihak eder.

Üçüncüye gelince, o da ihtiyarîdirYazı ve konuşma gibiBurası karışıklığın ve şüphenin hâkim olduğu bir yerdirBu durumda 'Eğer dilerse yapar, eğer dilerse yapmazBazen diler, bazen dilemez' denilirBu bakımdan bu ibareden işin kulun elinde olduğu zannedilirOysa böyle zannetmek ihtiyar'ın mânâsını bilmemektir.

Biz şimdi ihtiyar'ın mânâsının yüzüne gerilen perdeyi kaldıralım: İrade, şeyin sana uygun olmasını öğreten ilme tâbidirEşka ise, tereddütsüz, sana uygun olması zâhir ve bâtın müşahedenle kuvvet bulan kısımlar ile aklın hakkında tereddüt ettiği kısma ayrılır.

Bu bakımdan tereddütsüz kabul ettiğinin misali, gözüne iğne sokulmak istenildiğinde veya sana kılıç ile saldırıldığmda, bunun defedilmesinin senin için daha hayırlı ve uygun olduğunu bildiren ilimde zerre kadar tereddüt yokturMadem ki böyledir, şüphesiz ilim ile irade, irade ile de kudret harekete geçerDefetmekle göz kapaklarının hareketi meydana gelirKılıcı uzaklaştırmak için el gayr-i ihtiyarî harekete geçerBu hareket, düşüncesiz meydana gelir, fakat yine de irade ile olurEşyadan öylesi vardır ki akıl orada kalakalırUygun olup olmadığını bilmezBu bakımdan yapmasının mı yapmamasının mı daha iyi olduğunu anlamak için düşünceye mecbur kalırDüşünce ile birinin daha hayırlı olduğu anlaşılınca bu, tereddütsüz kabul edilene iltihak ederBurada da irade kılıç ve mızrağı uzaklaştırmak için akla, hayırlı olmadığı beliren bir fiil için irade harekete geçtiğinde, o iradeye hayır masdarından (kökünden) gelen İrade-i ihtiyariye adı verilirYani o, akıl için daha hayırlı olduğu anlaşılan bir şeyi harekete geçirdiğinde iradedirO bu iradenin aynısıdır.

Ancak şu var ki bu iradenin harekete geçmesi, kişinin yapılmasında hayırlı gördüğünü yapmasını sağlayan düşünce neticesinde olmamıştırAncak kılıcın uzaklaştırılmasındaki hayır, kendiliğinden belirmiş, ilk görüşte tebellür etmiştirBu ise, düşünceye muhtaç olmuşturBu bakımdan ihtiyar özel bir iradeden ibarettirO öyle bir iradedir ki idrâkinde aklın duraksadığı şey hakkında, aklın işaretiyle harekete geçmiştir.

Bundan dolayı denilmiştir ki iki hayrın daha hayırlısını ve iki şerrin daha şerlisini seçmek için akla ihtiyaç vardırİradenin ancak his, hayal veya akıldan gelen kesin bir hükümden ötürü meydana gelmesi düşünülürBunun için bir insan, kendi boynunu kesmek istese, bu çok zaman imkânsızdırFakat bu imkânın yokluğu 'elinde kudret yoktur' veya 'bıçak yoktur' demek değildirAncak 'kudreti yönelten ve davet eden irade yoktur' demektirBu iradenin yok olması da şu illettendir: İrade, aklın hükmüyle veya fiilin daha uygun olmasını hissetmesiyle meydana gelirKişinin kendi nefsini öldürmesi ise, kendisine uygun değildirBu bakımdan azaların kudretine rağmen kendisini öldürmesi imkân yokturAncak tahammül edilmez bir ceza içinde ise (o zaman hüküm değişir) Çünkü akıl burada duraklar; zira aklın buradaki tereddüdü, iki şerrin hangisinin daha şerli olduğunu seçmek içindirDüşünceden sonra öldürmemenin kendisine daha az şerli olduğu görünürse, o vakit nefsini öldürmesi mümkün olmazEğer öldürmenin daha az şerli olduğuna hükmederse ve hükmü de kesinse, engel de yoksa, irade ve kudreti harekete geçer ve kendini öldürürTıpkı kılıçla kovalandığında kendisini damdan atan bir kimse gibi. .

Her ne kadar damdan atlamak öldürücü ise de, kişi buna perva etmezÇünkü kendini atmamaya gücü yetmezEğer sopa gibi bir şeyle kovalanıyorsa duvarın kenarına vardığında, aklı, yiyeceği sopanın, duvardan atlamaktan daha kolay olduğuna hükmeder, azalar dururKendini atma imkânına sahip olmaz ve hiçbir zaman kendini atmaya davet edici bir his de içinde bulunmazÇünkü iradeyi çağıran akıl ve hissin hükmüne boyun eğmiştirKudret de iradeyi çağırana boyun eğmiştirHareket de kudrete. . . Bu bakımdan bütün bunlar, zarurî olarak, İnsan oğlunun haberi olmaksızın onda takdir edilmiştirO ancak bu işlerin uygulama merkezidirBunların ondan olmasına gelince, bu mümkün değildirMadem ki durum budur, kişinin mecbur olmasının mânâsı şu demektir: Bütün bunlar kendisinden değil, başkası tarafından onda meydana getirilmiştir.

Kişinin muhtar olmasının mânâsı ise şudur: Aklın, fiilin kendisine uygun ve katıksız bir hayır olduğuna hükmetmesinden sonra, kendisinde bir cebr meydana getiren bir iradenin merkezidirHüküm de cebren meydana gelirBu bakımdan kişi ihtiyarında da mecburdurMesela ateşin yakması katıksız bir cebrdirAllah'ın fiili katıksız bir ihtiyardırİnsanın fiili ise bu ikisi arasında bir yerdedir; zira insana ihtiyarla cebredilmiştirBu bakımdan hak ehli, bunun için üçüncü bir ibare aradıÇünkü bu üçüncü bir durumdurBunu da Allah'ın kitabına uyguladılar ve adına kesb dedilerBu kesb ne cebre, ne de ihtiyara zıt değildirİkisini bir araya getirir.

Allahü teâlâ'ınn fiiline ihtiyar adı verilirFakat bir şartla ki Allah'ın ihtiyarından, hayret ve tereddütten sonra, ihtiyar etmesi anlaşılmalıdırÇünkü hayrete düşüp tereddüt etmek Allah hakkında muhaldirLûgatlerde zikredilen bütün lâfızların Allah hakkında kullanılması mümkün değildirAncak bir tür istiare ve mecaz yoluyla kullanılır ki onu zikretmek bu ilme uygun düşmediği gibi oldukça da uzun sürer.

Soru: Sen ilmin iradeyi, iradenin de kudreti, kudretin de hareketi doğurduğuna kaail misin? 'Her son gelen önce gelenden meydana gelmiştir' mi diyorsun? Eğer bunu söylersen, Allah'ın kudreti olmadığı halde bir şeyin meydana gelmesine hükmetmiş olursun! Eğer bunu söylemekten çekinirsen, bu söylediklerimizden bazısının diğeri üzerine terettüb etmesinin mânâsı nedir?

Cevap: 'Bunların bazısı bazısından meydana gelmiştir' demek katıksız cehalettirİsterse, bu mânâ doğurmak ile, isterse başka tabirlerle ifade edilsinBütün bunlar ezelî kudret ile ifade edilen mânâya havale edilir! O ezelî kudret öyle bir esastır ki ilimde râsih olanlar hariç, insanlar onu çözmekten âcizdirlerİlimde râsih olanlar ise, onun mânâsının künhüne vâkıf olmuşlardırHalk tabakası, bizim kudretimize bir tür benzetmekle beraber onun mücerred lâfzı üzerinde durmuşlardırOysa böyle sanmak hakikatten uzaktırBunun izahı oldukça uzarFakat meşrûtun tahakkuku, şartın tahakkukuna terettüp ettiği gibi, meydana gelmekte de makdûratın (kudretin dahilinde olanların) , bir kısmı diğer kısınma mütevakkıftır.

Bu bakımdan ezelî kudretten ilim olmadan önce irade, irade olmadan önce de hayat sudur etmezNasıl ki hayatın şartı olan cisimden hayatın meydana geldiğini söylemek caiz değilse, onun gibi tertip derecelerinin diğeri de düşünülmelidirFakat bazı şartlar bazen halk tabakasına görünürBazıları da ancak hakkın nûruyla keşfe mazhar olan havas tabakasına görünürAksi takdirde önde olanın öne geçmesi, geride olanın da geriye itilmesi, ancak hak ve lüzumla olurAllah'ın bütün fiillerinde böyledirEğer bu olmasaydı takdim tehir, delilerin yaptığı gibi mânâsız bir hareket olurduAllahü teâlâ cahillerin sözünden yücedirBuna şu ayetle işaret edilmiştir:

Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zâriyât/56)

Biz gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri, hak ile yarattık. (Hicr/85)

Bu bakımdan yer ve gök arasında her ne varsa bir tertip üzerine yaratılmıştırAncak bu var olan tertip üzerinde düşünülebilirBu bakımdan geciken ancak şartının beklemesi için gecikmiştir ve şarttan önce meşrûtun (şartlının) oluşu muhaldirMuhale makdûr denilmez.

Bu bakımdan meni damlasından ilim, ancak hayat şartının olmayışından ötürü gecikirİlimden sonra irade ancak ilim şartının olmamasından gecikirBütün bu vâcibin yolu, hakkın tertibidirBunun hiçbir şeyinde tesadüf yokturBütün bunlar, belîğ bir hikmet, gizli bir tedbir iledirBunu anlatmak zordurFakat kudretin varlığına rağmen makdûrun şartın varlığı üzerinde durması için bir misal verelim ki hakkın başlangıçlarını zayıf zihinlere yaklaştırsınŞöyle ki: Boğazına kadar suya dalmış, abdestsiz bir insan farzedelimAbdestsizlik hükmü bu insanın su içinde bulunan azalarından kalkmazHer ne kadar su ile temas etmiş olsa da durum böyledirBu bakımdan ezelî kudretin hazır makdûrlarla temas etmesini, tıpkı suyun azalara temas etmesi gibi ve onlara yapışık olarak kabul etFakat şartı beklemek için su ile abdestsizliğin hükmünün kaldırılması meydana gelmediği gibi, o ezelî kudretle de makdûr meydana gelmezBuradaki şart yüzün yıkanmasıdırBu bakımdan suda duran insan ne zaman yüzünü yıkarsa su diğer azalarına da tesir eder ve abdestsizliği ortadan kaldırır. (Bu izah tarzı Şâfiî'nin abdestteki görüşüne göredir; zira Şâfiî'ye göre abdestte tertip yani önce niyet, sonra yüz, sonra elleri dirseklere kadar yıkamak, sonra başı meshetmek, sonra ayakları topuklara kadar yıkamak farzdır) Bu bakımdan cahil bir kimse, çoğu kez yüzden abdestsizlik hükmünün kalkmasıyla, ellerden de hükmün kalktığını zannederÇünkü o hükmün ellerden kalkması yüzden kalkmasından sonra meydana gelmiştirZira o cahil der ki: Su daha önce azalara temas etmişti.

Fakat abdestsizliği kaldırmadıSu, daha önce olduğu gibi kaldıO halde daha önce yapmadığı bir işi, yüzün yıkanmasından sonra neden yaptı? Kollarda abdestsizliğin hükmü, yüzün yıkanması anında hâsıl olduğuna göre, kollardan abdestsizliği kaldıran, yüzün yıkanmasıdırBu söz, hareketinin kudretle meydana geldiğini, kudretin irade, iradenin de ilimle meydana geldiğini zanneden bir kimsenin zannına benzer bir cehalettirBu zanların tamamı yanlıştırÇünkü yüzden abdestsizliğin hükmü kalktığında, yüzün yıkanmasıyla değildir ve ellere ulaşan su ile ellerden de abdestsizlik kalkmıştırOysa su bozulmamıştırEller de olduğu gibi duruyorOnlarda bir değişiklik yokturFakat şartın varlığı meydana gelmiş ve böylece illetin eseri belirmiştir.

İşte mukadderatın ezelî kudretten sâdır oluşu böyle anlaşılmalıOysa kudret kadîm'dirMukadderat ise hadîs! Bu, keşif âleminden başka bir âlemin kapısını çalmaktırBu bakımdan biz bütün bunları terkedelimÇünkü bizim maksadımız, fiildeki Tevhîd yoluna dikkati çekmektir; zira hakikatte fâil birdirKendisinden korkulan, ümit edilen o fâildirOna tevekkül edilir, O'na güvenilirBiz Tevhîd denizlerinden ancak Tevhîd makamlarının üçüncü makamının denizinden bir katre zikrettikBunu tamamen anlatmak, Hazret-i Nûh'un uzun ömründe bile muhaldirBu tıpkı denizden damla almak suretiyle denizin suyunu boşaltmak gibidirBütün bunlar Lâ ilâhe illâllah kapısına dercolunurBunu söylemek dile ne kadar kolay! Bu lâfzın mânâsına inanmak kalbe kolay gelirBunun hakikatinin ve ilimde râsih olan âlimler nezdinde özünün bulunması ne kadar zor bir şeydirAcaba râsih olmayanların yanında nasıl bulunabilir?

Soru: Tevhîd ile şeriatın arasını birleştirmek nasıl mümkün olur! Oysa Tevhîd'in mânâsı 'Allah'tan başka fâil yoktur' demektirŞeriatın mânâsı 'fiilleri kullara isnad etmektir'Eğer kul fâil ise, Allah nasıl fâil olur? İki fâil arasında bir mef'ûlün bulunması aklın almayacağı bir şeydir.

Cevap: Evet! Eğer fâilin bir tek mânâsı olursa bu anlaşılmazEğer failin iki mânâsı olup da fâil terimi, bu iki mânâ arasında mücmel ise o vakit biri diğerine zıt düşmezNitekim şöyle denilir: 'Emir filanı öldürdü!' ve yine şöyle denilir: 'Cellât onu öldürdü!' Fakat, emîr, burada bir mânâ ile kâtildirCellât ise başka bir mânâ ile kâtildir.

İşte böylece kul bir mânâda fâil, Allahü teâlâ başka bir mânâda fâildirAllahü teâlâ'nın fâil olmasının mânâsı, O'nun varedici ve mûcid olmasıdırKulun fâil olmasının mânâsı, kul kendisinde ilim, ilimden sonra irade yaratıldıktan sonra kudretin yaratılmış olduğu bir merkezdirBu bakımdan kudret, iradeye, hareket de kudrete, şartın meşrûta bağlı olması gibi bağlıdırMalûl'un illete, yapılanın yapana bağlanması gibi, gelip Allah'ın kudretine bağlanırO halde ne şekilde olursa olsun, kudretle bağlantısı olan herşey için 'kudretin merkezi onun fâilidir' denirNitekim hem cellâda, hem de emîre kâtil denildiği gibi. . . Çünkü katl (öldürmek) ikisinin kudretine bağlıdırFakat değişik yönlerden bağlıdırİşte bunun için de ikisinin fiili olmakla isimlendirilir.

İşte makdûratın iki kudrete bağlanması da böyledirBunun tevafuk ve tetabuku için Allahü teâlâ, Kur'ân'da fiilleri bazen meleklere, bazen kullara nisbet etmiş, başka bir zamanda da aynı fiilleri kendi nefsine nisbet etmiştirÖlüm hakkında şöyle buyurmuştur:

De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır. (Secde/11)

Allahü teâlâ nefisleri öldürürÖlmekte olan canları alır. (Zümer/42)

Ektiğinizi gördünüz mü? (Vâkıa/63)

Allahü teâlâ, 'tohum ekmeyi' bize izafe etti. Sonra şöyle buyurdu:

Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardıkOrada bitirdik taneler, üzümler, yoncalar. . . (Abese/25-28)

Nihayet ona ruhumuzu (Cebraili) gönderdik de kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü. (Meryem/17)

Ona ruhumuzdan üfürdük. (Tahrîm/13) Oysa ona üfüren Cebrâîl'dir.

O halde sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et! (Kıyâmet/18)

Bunun mânâsı 'Cebrâîl, Kur'ânı sana okuduğu zaman onun okuyuşunu takip et!' demektir.

Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin! (Tevbe/14)

Görüldüğü gibi Allah, katli onlara, azap vermeyi kendi nefsine izafe ettiAzap vermek katlin ta kendisidirAllahü teâlâ açıkça belirterek şöyle buyurmuştur:

Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. (Enfal/17)

Bu âyet, zâhirde nefyi (olumsuz) ve isbatı cem'etmiştirAllahü teâlâ'nın attığı mânâ ile sen atmadın; zira sen kulun atıcı olduğu mânâ ile attın demektirÇünkü bunların ikisi değişik mânâlardırYine Allah şöyle buyurmuştur:

O kalemle öğrettiİnsana bilmediğini öğretti. (Alâk/4-5)

Rahman Kur'ân'ı öğretti. (Rahmân/1-2)

Sonra onu açıklamak bize düşer. (Kıyâmet/19)

Akıttığınız meniyi gördünüz mü? Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? (Vâkıa/58-59)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) rahimleri kontrol eden meleğin vasfı hakkında şöyle buyurmuştur:

O, ana rahmine girer, meni damlasını eline alır. Sonra onu beden hâline getirir ve şöyle der: 'Yârab! Bu erkek mi yoksa dişi mi olacak? Boyu düzgün mü olacak yoksa eğri mi?' Bunun üzerine Allahü teâlâ, dilediğini meleğe söyler, melek de yapar12

Başka bir lâfızda: 'Melek suretlendirir, sonra ona saadet veya şekavetle ruhu üfürür' demiştir.

Seleften bir âlim şöyle demiştir: 'Kendisine Ruh adı verilen büyük melek cesedlere ruhları üfürür! Onun her nefesi cesede giren birer Ruh olur ve ona Ruh ismi verilirBu melek ve sıfatı hakkında söylenenler hakikattirKalp erbabı, basiret gözüyle bunu görmüşlerdirBunun bundan ibaret olması cihetine gelince, bu ancak nakille anlaşılırNakilsiz hüküm vermek mücerred bir tahmin olurBöylece Allahü teâlâ, Kur'ân'da yer ve gökler hakkında delil ve ayetlerden bir kısmını zikrederek şöyle buyurdu:

Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussılet/53)

Allah kendisinden başka ilâh bulunmadığına dair şahidlik etti. (Âl-i İmrân/13)

Kendi nefsi üzerinde delilin ta kendisi olduğunu beyan etmiştirBu ise, zıddiyet arzetmezDelil getirme yolları değişiktirNice talip vardır ki Allah'ı mevcûdata bakarak tanımıştırNice talip vardır ki bütün mevcudatı Allah ile tanımıştırNitekim bazısının şöyle dediği gibi: Rabbimi rabbimle tanıdımEğer rabbim olmasaydı rabbimi tanımazdım.

Bu söz şu ayetin mânâsıdır:

Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)

Allahü teâlâ nefsini, biricik diriltici ve öldürücü olmakla vasıflandırmıştır. Sonra ölüm ve hayatı iki meleğe havale etmiştirNitekim haberde şöyle vârid olmuştur: ölümle hayat melekleri cedelleştilerÖlüm meleği şöyle dedi:

- Ben dirileri öldürürüm!

- Ben ölüleri diriltirim!

Bunun üzerine Allahü teâlâikisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: İkiniz de işinize, sizi memur kıldığım sanata devam ediniz! Öldürücü ve diriltici benimBenden başka öldüren dirilten yoktur'13

Madem ki durum budur, o halde fiil değişik yönlerde kullanılırBöyle anlaşıldığında bu mânâların, biri diğerine zıt düşmezBu nedenle kendisine hurma verilen kimseye 'Al bu hurmayı! Eğer sen onun ayağına gelemeseydin o muhakkak sana gelecekti' denir14

Görüldüğü gibi, gelme fiilini, hem o hurmaya, hem de o adama izafe etmiştirOysa hurmanın insanın kendisine geldiği şekilde gelmediği malumdurTevbe eden bir kişi 'Ben Muhammed'e değil, Allah'a tevbe ediyorum' dediğinde, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Hakkı, ehli için tanıdı (hakkı ehline verdi) 15

Bu bakımdan kim bütün fiilleri Allah'a izafe ederse o, hak ve hakîkati bilen hakîkat sahibidirKim Allah'tan başkasına izafe ederse o, konuşmasında mecaz ve istiare kullanan bir kimsedirHakikatin bir yönü olduğu gibi, mecazın da bir yönü vardırİsmi faili lugat ilmini tedvîn eden mucid için vaz'etmiştirFakat insanın da kudretiyle mûcid olduğu zannedilmiştirBöylece hareketinden ötürü insana da fâil adı verilmiş ve bunun hakîkat olduğu zannedilmiştirAynı zamanda vehmetmiştir ki fiilin Allah'a nisbeti, katlin sultana nisbeti gibi mecaz yoluyladır.

Çünkü cellâda nisbet edilmesine bakılırsa katlin sultana nisbet edilmesi mecazdırNe zaman ki hakîkat ehline keşfolundu, emrin tam aksine olduğunu anladılar ve dediler ki: 'Ey lugatçi! Muhakkak ki fâil onu mucid için vazetmiştirBu bakımdan Allah'tan başka fâil yokturİsim hakîkaten O'nundurMecazen başkasına verilir'Yani lugat ehlinin kastettiği mânâyı geçmek suretiyle başkasına bu isim verilir dedilerNitekim ki mânânın hakîkat!, bilerek veya bilmeyerek bir bedevinin lisanı üzerine câri olduğunda Hazret-i Peygamber onu tasdik ederek şöyle buyurmuştur:

Şairin söylediği en doğru şiir, Lebid'in şu sözüdür: İyi bilin ki Allah'tan başka herşey bâtıldır.

Yani nefsi ile kaim olmayan, varlığı başkasına bağlı olan herşey nefsi itibarıyla bâtıldırOnun hakikatı, kendi nefsiyle değil başkasıyladırO halde, hakîkat açısında benzeri olmayan Hayy ve Kayyum'dan başkası nefsiyle kaim değildir! Çünkü zatıyla kaaim olan O. . . Onun masivası olan herşey O'nun kudretiyle kaaimdirO halde O, hakkın ta kendisidir, O'ndan başkası ise bâtıldır.

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Ey miskin! Sen olmadığın halde O vardı! Olmayacağın zaman da O varolacaktırBugün olduğunda başladın Ben, Ben demeye. . . . Şimdi de olmadığın gibi ol! Zira O, bugün olduğu gibidir'.

Soru: Anlaşıldı ki herşey cebrdirÖyleyse sevap, ıkab, öfke ve rıza'nın mânâsı nedir? O, kendi nefsinin fiilinden ötürü nasıl öfkelenir?

Cevap: Bunun mânâsına Şükür bahsinde işaret etmiştikTekrar etmekle kitabı uzatmak istemiyoruzİşte tevekkül halini gerektiren tevhîd'den işaret etmek istediğimiz bu kadardırBu ancak rahmet ve hikmete îman etmekle tamam olurÇünkü Tevhîd, sebeplerin müsebbibine bakmayı gerektirirRahmet ve sebeplerin müsebbibine güvenmeyi gerektiren îmanı gerektirir, ileride geleceği gibi, vekile güvenmekle tevekkül hali tamamlanırKefilin güzel bakışına kalbin mutmain olmasıyla tamama ererBu imanda îmanın kapılarından büyük bir kapıdırBu husustaki keşif ehlinin yolunu hikâye etmek oldukça uzun sürerBu bakımdan biz bunun özetini zikredelim ki tevekkül makamına talip olan bir kimse, kesin bir şekilde inansınİçinde şüphe ve zâfiyet olmayan bir yakîn ile Allahü teâlâ bütün insanları akıllı ve âlim yaratsaydı, onlara nefislerinin taati yok edecek kadar ilim yaratıp vasfına nihayet olmayacak kadar hikmeti onların üzerine yağdırsaydı, sonra ilim, hikmet ve akıl yönünden tümünün sayısını fazlalaştırsaydı, sonra onlara işlerin neticelerini bildirseydi ve onları melekûtun sırlarına muttali kılsaydı, onlara lütfun inceliklerini ve neticelerin gizliliklerini bildirseydi, onun vasıtasıyla hayır ve şerre, fayda ve zarara muttali olsaydılar, sonra onlara mülk ve melekûtu, kendilerine verilen ilim ve hikmetle tedbir etmeyi emretseydi, tümü birleşip işleri düzene sokmaya çalışsaydı yine de Allahü teâlâ'nın dünya ve âhirette halkı tedbir ettiği gibi, bir sivrisinek kanadı kadar, ne artış, ne de düşüş kaydedemezlerdiBundan ne bir zerreyi kaldırabilirler, ne de bir zerreyi alçaltabilirlerdiNe bir hastalığı, ne bir ayıbı, ne bir eksikliği, ne bir fakirliği veya bir kimsenin derdini, sıhhatli olan bir kimsenin sıhhatini, kemâli, zenginliği, faydayı kaldırmaya da güçleri yetmezdi.

Allahü teâlâ'nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylere dikkatle bakarlarsa, uzun uzun düşünürlerse orada ne bir fazlalık ve eksiklik ve ne de sanatta bir gevşeklik göremezlerAllah'ın kulları arasında paylaştırdığı rızık, ecel, sevgi, üzüntü, âcizlik, kudret, îman, küfür, taat ve mâsiyetin hepsinin katıksız bir adalet olduğunu, içinde zerre kadar zulüm bulunmadığını görürlerO uygun olan bir şekilde meydana gelen hak bir tertiptirİmkânda asla bundan daha güzeli, daha tamamı, daha mükemmeli yokturEğer olsaydı, kudretiyle beraber bunu esirgeyip fiiliyle yaratıklara ihsan etmeseydi, o zaman bu sonsuz cömertliğine zıt düşen bir cimrilik, adaletine zıt düşen bir zulüm olurdu! Eğer kâdir olmasaydı ulûhiyyete zıt düşen acizlik olurduDünyada olan her fakirlik ve zarar dünyada eksiklik olsa da âhirette artıştırÂhirette olan her eksiklik, bir şahsa nisbeten eksiklik ise de başkasına nisbeten nimettir; zira gece olmasaydı gündüzün kıymeti bilinmezdiHastalık olmasaydı sıhhatliler sıhhatlerinden zevk almazdıAteş olmasaydı cennet ehli nimetin kıymetini takdir edemezdiNasıl ki hayvanlar insanlar için feda ediliyor ve insanlar onları kesiyor ve bu hareket zulüm sayılmıyorsa, kâmilin nakîse takdimi adaletin ta kendisi ise, aynen onun gibi, cennet sakinlerine nimetin kat kat verilmesi, cehennem sakinlerine cezanın kat kat tatbik edilmesinden doğarÎman ehline, küfran ehlini feda etmek adaletin ta kendisidirEksik olmasaydı, mükemmel bilinmezdiHayvanlar yaratılmasaydı insanın şerefi ortaya çıkmazdı; zira kemâl ve eksiklik, nisbî olarak belirirBu bakımdan cömertlik ve hikmetin gereği, kâmili ve eksiği birlikte yaratmaktır.

Nasıl ki kangrenli elin, bedenin selameti için kesilmesi adaletse çünkü eksiği kâmile feda etmektir aynen onun gibi, dünya ve âhiret hususunda, halk arasında bulunan taksimdeki değişiklik de böyledirBütün bunlar adalettir, zulüm değildirHaktır oyuncak değildir.

Bu konu, pek engin, etrafı geniş, dalgalı ve genişlikte Tevhîd denizine yakın bulunan başka bir denizdirBu denizde eksik olanlardan nice gruplar boğulmuşturBunun ancak âlimlerin aklıyla çözülen bir sır olduğunu bilememişlerdirBu denizin ötesinde birçok insanların hakkında şaşkına döndüğü kudret sırrı vardırÖyle bir sır ki keşif ehli dahi onun sırrını ifşa etmekten menolunmuşlardırKısacası; hayr ve şer Allah'ın kaza ve kaderiyledirMeşiyetin gereği olarak takdir edilen muhakkak olurOnun hükmünü geri çevirecek yokturO'nun kaza ve emrini geri aldıran hiçbir şey mevcut değildirKüçük ve büyük herşey yazılıdırOnun meydana gelmesi malum ve beklenilen bir miktarladırSana isabet edecek şeyin, sana isabet etmemesi hiçbir zaman sözkonusu değildirSana isabet etmeyen bir belâ da hiçbir zaman sana isabet edecek değildir.

Biz tevekkül makamının esasları olan mükâşefe ilminin bu remizleriyle iktifa edip Allah dilerse muamele ilmine dönelimAllah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!

7) İmâm İmâm-ı Ahmed, Dârimî, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, İbn Hıbbân

8) Taberânî ve İbn Hıbbân

9) Daha önce geçmişti.

10) Daha önce geçmişti.

11) Cebr kulun fiilini Allah'a isnad etmek, kula ne tesir edici, ne de kesbedici bir kudret vermemek demektir. Bu Cehm b. Safvan'ın mezhebidir. (İthaf 'us-Saade, IX/420)

12) Bezzâr ve İbn Adiyy

13) Kut'ul-Kulûb müellifi tarafından İsrailiyat'tan nakledilmiş, Irâkî ise aslına rastlamadığını söylemiştir. (İthaf 'us-Saade, IX/427)

14) İbn Hıbbân

15) İmâm İmâm-ı Ahmed(Esved b. Serî'den merfû olarak)

4. Tevekkü'ün Halleri ve Amelleri

Bu bölümde tevekkül hali, meşâyihin tevekkül'ün tarifi hakkındaki söylediği sözler, tek başına veya çoluk çocuk sahibi olan kimsenin kesb hususundaki tevekkülü, azık edinmeyi terketmek hususundaki tevekkül, zarar vereni defetmekteki tevekkül, tedavi ve başka yollarla zararı izale etmekteki tevekkül gibi hususlar ele alınacaktır Rahmetiyle muvaffak kılan Allah'tır.

5. Tevekkül Hali

Daha önce tevekkül makamının ilim, hâl ve amelden mürekkeb olduğunu söylemiş, ilim'in ne olduğunu da beyan etmiştik.

Hale gelince, tevekkül, tahkik noktasında halden ibarettirİlim ise, onun temelini teşkil ederMeyvesi ise ameldirTevekkül'ün tarifinin beyanına dalanlar, oldukça değişik ve birçok ibareler ileri sürmüşlerdirHerkes kendi nefsinin makamından ve kendi hali olan tevekkül'den bahsetmiştirNitekim sûfîlerin de bu şekilde, öteden beri gelen bir âdeti vardırBu sözleri nakletmek ve çoğaltmakta bir fayda yoktur.

Biz buradan doğrudan doğruya perdeyi kaldıralımTevekkül, vekâlet mastarından türemedirDenir ki: 'Filan adam durumunu falana tevkil etmiştir'Yani ona havale etmiş ve o hususta ona güvenmiştirKendisine durum havale edilen kişi ise vekildirDurumunu kendisine havale eden onu acizlik ve kusur yapmakla itham etmedikçe ve kendisine güvendikçe, nefsi ona emniyet eder ve ona güvenirBu bakımdan tevekkül, kalbin sadece şekil üzerine itimat etmesinden ibarettirHusumette vekil olana bir misal verelim: Kimin aleyhinde bâtıl ve zayıf delillerle bir dava ikame edilirse, o da bu çürük davayı meydana çıkarmak için, bir kimseye vekâletini verirse, o kimseye ancak onda şu dört vasfın bulunduğuna inandığından dolayı verir:

1Hidayetin zirvesinde olması,

2Kuvvetin zirvesinde olması,

3Fesâhat ve belâgatın zirvesinde olması,

4Şefkat ve merhametin zirvesinde olması.

Müvekkil, vekilinde bu dört vasfın bulunduğuna inanırsa ona güvenir.

Hidayet'e gelince, vekil onun vasıtasıyla davanın çürük noktalarını keşfetmesi ve davadaki gizli hilelerin hiç birinin kendisine kapalı kalmaması için lâzımdırKudret ve kuvvet ise, yağcılık yapmaması, korkmaması, utanıp çekinmemesi ve hakkı açıkça söylemesi için lâzımdır; zira kuvvet ve kudretten mahrum olan bir vekil, çoğu kez, hasmın hilelerine vâkıf olduğu halde, hasımdan korktuğu veya çekindiği veya utandığı için veyahut da hakkı haykırmaktan alıkoyan bir engelden dolayı o çürük noktayı belirtmez!

Fesâhat'a gelince, o da kudrettendirAncak fesâhat lisanında bulunan bir kudrettir ki vekil onun vasıtasıyla kalbin cesaretle ve işaret ettiği her hakîkati belirtirBu bakımdan hilenin merkezlerini teşhis eden her âlim, dilin keskinliğiyle o hilenin düğümünü çözmeye muktedir değildir.

Şefkat'in zirvesine varmasına gelince, bu vasıf olduğunda vekili müvekkili hakkında var kuvvetini sarfetmeye teşvik ederÇünkü vekilde kudretin bulunup da müvekkilin işine gereği gibi sarfedilmezse kâfi gelmez.

Vekil hasmının mı yoksa müvekkilin mi davayı kazanacağına, hakkının bununla olup olmayacağına perva etmedikçe onun muktedir olması kâfi değildirEğer müvekkil, belirtilen bu dört vasıfta veya bunların birinde şüpheli ise, veya hasmının bu vasıflarda vekilinden daha kuvvetli olduğunu mümkün görürse, bu takdirde nefsi vekili hakkında mutmain olmaz, kalbi daima ürperir, vekilin kusurunu telafi etmek için hile ve tedbirleri aramakla uğraşırBu bakımdan müvekkilin fazla güvenmekteki durumlarının derecesi, bu dört hasletin vekilde bulunmasına inanmasının kuvveti derecesindedirKuvvet ve zaaf hakkındaki zanlar ve inançlar çok değişik manzaralar arzederO halde müvekkillerinin halleri de itminan ve güven hususunda sayılmayacak kadar değişiktir ki içinde zayıflıktan eser bile olmayan yakîn derecesine varıncaya kadar. . . Tıpkı vekilin müvekkili için helâl ve haram demeden mal toplamaya koşması gibi. . . Bu takdirde müvekkil için, vekilinde şefkatin ve gerekli dikkatin bulunduğuna yakîn hâsıl olurBu bakımdan vekilde bulunması güven veren dört hasletten biri, kesin olarak tahakkuk ederBöylece diğer hasletlerin de kesin olarak vekilde bulunduğuna inanması düşünülebilir.

Bu da uzun deneme ve haberlerin tevatürü ile mümkündürYani mütevatiren vekilin, zamanındaki insanların hepsinden daha fasîh ve beliğ olduğunu belirtmek bakımından hepsinden daha kuvvetli bulunduğu, hakka yardım etmekte herkesten daha atılgan olduğu, bâtıl ile hakkı tasvir etmek hususunda insanların en kuvvetlisi olduğunun zikredilmesi gibi. . Bu misaldeki tevekkülü bildiğinde Allah'a olan tevekkülü de buna kıyas et! Eğer keşif vasıtasıyla veya kesin bir inançla kalbinde daha önce geçtiği gibi Allah'tan başka bir fâilin bulunmadığı takarrur edip bununla beraber Allah'ın tam ilme ve kullarına yetecek nisbette kudrete, sonra gerek ferde, gerek bütün cemiyete rahmete, inayete ve şefkatin tamamına sahip olduğuna inanırsa, O'nun kudretinin ötesinde bir kudretin, ilminin ötesinde bir ilmin, inayet ve rahmetinin ötesinde bir inayet ve rahmetin olmadığına inanırsan, bu takdirde şüphesiz ki kalbin sadece Allah'a tevekkül eder, hiçbir yönden Allah'tan başkasına iltifat etmez.

Kendine ve kuvvetine bile iltifat etmezÇünkü Allah'tan başka kimseye dönüş ve Allah'tan başka ibadet edilecek yokturNitekim hareket ve kuvveti zikrederken, Tevhîd bahsinde bu durum geçtiÇünkü günahtan dönmek, hareketten, kuvvet ve kudretten ibarettirEğer nefsinde bu hali hissetmezsen bunun sebebi iki şeyden biridir: Ya bu dört hasletten birinden ötürü yakîn zafiyete uğramıştır veya galebe çalan vehimlerden ötürü kalp ürkmüş, kalbi istila eden korkudan dolayı zayıf ve hasta olmuşturZira kalp bazen vehme tâbi olarak ürkerYakînde bu eksiklik olmadığından dolayı vehme itaat ederÇünkü bal yiyen bir kimsenin huzurunda balı, insan pisliğine benzetirsen ve bunun üzerine basa basa söylersen, çoğu kez kalbi bal yemekten nefret eder ve bir daha bal yemek kendisine güç gelirEğer akıllı bir kimse ölü ile beraber kabirde yatmaya zorlanırsa veya bir yatakta veya bir evde bulunmaya zorlanırsa, tabiatı bundan ürkerHer ne kadar onun öldüğüne kesinlikle inanıyorsa da hâl-i hazırda onunla taş arasında fark olmadığını idrâk edip, Allah'ın sünnetinin şu anda o ölüyü diriltmeyeceğini biliyorsa da durum yine de değişmez. . .

Nasıl ki Allahü teâlâ'nın kuvvet ve kudreti onun elindeki kalemi yılan yapmaya, kediyi aslana çevirmeye yetiyorsa da, Allah'ın sünnetinin böyle olmadığını bildiği gibi. . . Bu yakîn derecesinden şüphe etmediği halde, aynı yatakta ölü ile beraber yatmaktan veya aynı evde ölü ile bulunmaktan tabiatı ürkerFakat diğer cansızlardan ürkmezBu ise kalpte bir korku ve bir tür zafiyettirAz da olsa insan bundan uzak değildirBazen bu korku kuvvet bulur, hastalığa dönüşürHatta kapıları sağlamca kilitlediği halde, tek başına evde yatmaktan bile korkar! Bu bakımdan tevekkül ancak kalbin ve yakîninin kuvvetiyle birlikte tamamlanır; zira bu iki kuvvetle kalbin sakinleşmesi hâsıl olurBu bakımdan sükûn kalpte birşey, yakîn ise başka bir şeydirNice yakin vardır ki onunla beraber itminan yokturNitekim Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e şöyle buyurmuştur:

Allah 'inanmadın mı?' demiştiİbrahim 'Evet inandımFakat kalbim tam itminana kavuşsun diye sordum' dedi Kullarla aziz olmayı talep edeni Allah zelîl eder16

Tevekkülün mânâsı sana keşf olunduğunda ve tevekkül diye adlandırılan hali bildiğinde, bil ki bu halin kuvvet ve zâfiyet bakımından üç derecesi vardır:

Birinci Derece

Bu derece, bizim söylediğimizdirO da kişinin, Allah hakkındaki halinin ve Allah'ın kefillik ve inayetine olan güveninin tıpkı vekile olan güvenindeki hali gibi olmasıdır.

İkinci Derece

Bu daha kuvvetlisidirAllah ile olan hali çocuğun annesine karşı olan hali gibi olmasıdırÇocuk annesinden başkasını tanımaz, ondan başkasına sığınmaz ve ondan başkasına güvenmezAnnesini gördüğünde her durumda onun eteğine yapışır, onu bırakmazAnnesinin bulunmadığı yerde başından bir kaza geçerse, ilk önce anneciğim diye bağırırKalbine ilk gelen annesidir; zira annesi sığınağıdır; zira annesinin kefaletine, kifayet ve şefkatine güvenmiştirÖyle bir güven ki çocukta bulunan ayırdetme kabiliyeti ile meydana gelen bir tür idrâkten farklı değildirZannedilir ki bu, çocukta bir tabiattırÖyle ki çocuk bu hasletlerin tafsilatını anlatmakla mükellef kılınsa, lâfzını söylemeyi, mufassal bir şekilde zihninde bulundurmaya bile gücü yetmeyecektirFakat bütün bunlar idrâkin ötesindedirKimin kalbi, nazarı Allah'a olursa, çocuğun annesine bağlı oluşu gibi o da Allah'a bağlanır ve hakkıyla Allah'a tevekkül ederÇünkü çocuk annesine tam anlamıyla güvenirBu derece ile birinci derece arasındaki fark, bu şahsın tevekkül sahibi oluşudurTevekkül hususunda, tevekkülünden fani olmuştur; zira kalbi ne tevekküle, ne de tevekkülün hakikatine iltifat etmezSadece kendisine tevekkül edilen Allah'a iltifat ederBu bakımdan kalbinde kendisine tevekkül edilenden başkasına yer kalmamıştır.

Birincisine gelince o, tekellüf ve çalışma ile tevekkül eder olmuşturTevekkülünden fani olmamıştır; zira tevekkülüne bakar, onu sezerBu ise, bir olduğu halde kendisine tevekkül edilenin mülâhazasından çeviren bir meşguliyettir.

Sehl et-Tüsterî'den, 'Tevekkülün en alt derecesi nedir?' diye sorulunca bu dereceye işaret ederek dedi ki: 'istekleri terketmektir!' 'Orta derecesi nedir?' diye sorulduğunda şöyle dedi: 'İhtiyar'ı terketmektir!'

Bu ise ikinci dereceye işarettirEn yüksek derecesinden sorulunca onu söylemeyerek şöyle demiştir: 'En yükseğini ancak orta dereceye varan tanır ve bilir!'

Üçüncü Derece

Derecelerin en yücesi olan üçüncü derecesi ise, hareketlerinde ve hareketsizliğinde ölü, yıkayıcısının elinde nasılsa, Allah'ın huzurunda öyle olmasıdırÖlüden sadece şu bakımdan ayrılır: Nefsini ölmüş ve ezelî kudretin elinde, ölü yıkayıcısının ölüyü çevirdiği gibi evrilip çevriliyor görürBu, öyle bir kimsedir ki yakînî, kendisinin hareket, kudret, irade, ilim ve diğer sıfatların mecra ve merkezi olduğunu görecek şekilde kuvvet bulmuştur ve bütün bunların kendisinde cebren meydana geldiğini görecek raddeye gelmiştirBu bakımdan gelecekte üzerinde cereyan edecek şeyi bekleyenden ve çocuktan ayrılırÇünkü çocuk annesine sığınır, bağırır, onun eteğine yapışır, arkasından koşar. . . Hatta çocuk ağlamasa dahi annesinin kendisini arayacağını, annesinin eteğine yapışmasa dahi annesinin kendisini kucaklayacağını, süt istemese dahi annesinin kendiliğinden halini sorup ona süt içireceğini bilen çocuk gibidirTevekkülün bu makamı duayı terketmek, Allah'ın kerem ve inayetine güvenerek dilekleri terketmek, Allah'ın kendisine isteyenden daha iyisini vereceği inancını imanından ötürü istemeyi terketmeyi doğurur.

Nice nimet vardır ki istenmeden, dua etmeden ve müstahak olunmadan önce ve kendiliğinden bahşedilirİkinci makam duanın ve dileğin terkini gerektirmezAncak sadece Allah'tan başkasından istemeyi terketmeyi gerektirir.

Soru: Bu hâlin varlığı düşünülebilir mi?

Cevap: Bu ahvalin varlığı, muhal değildirFakat varlığı pek az ve zordurİkinci ve üçüncü makam, makamların en azı ve en zorudur, birinci makama ulaşmak ise daha kolaydır. Sonra üçüncü makam, ikinci makamla beraber var olduğunda, onun devam etmesi, var olmasından daha uzak bir ihtimaldir.

Üçüncü makamın devamlı olması korkudan gelen sararma gibi gelip geçer; zira kuvvet ve sebeplerin mülâhazasına yayılması kalbin tabiatıdırBundan inkıbazının ise arızî olduğu gibi. . . Korku, kanın içe çekilmesinden ibarettirÖyle ki cildin dışından cilt perdesinin inceliğinin ötesinde bulunan kırmızılık silinir; zira cild ince bir perdedirOnun ötesinde kan kırmızılığı görünürKanın çekilmesi sararmayı gerektirir, Bu sararma ise fazla devam etmezKalbin de tamamen kuvvet ve diğer zâhirî sebeplerin mülâhazasından çekilmesi pek fazla devam etmezİkinci makam ise sıtmalı bir kimsenin sararmasına benzerBu sararma bazen bir, bazen da iki gün devam ederBirincisi, öyle bir hastanın sararmasına benzer ki hastalık kök salmıştırBunun devam etmesi veya zâil olması uzak bir ihtimal değildir.

Soru: Bu hallerde sebeplere yapışmak ve tedbire başvurmak kulun iradesi dahilinde olur mu?

CevapÜçüncü makam, o halin devamı boyunca, tedbiri temelinden silerHatta bu makamın sahibi şaşkın bir kimse gibidirİkinci makam, dua ve yalvarmakla Allah'a sığınmak hariç her tedbiri ortadan kaldırırTıpkı sadece annesine asılmakla çocuğun tedbir alması gibi. . . Birinci makam ise, tedbir ve ihtiyarın esasını kaldırmazAncak bazı tedbirleri kaldırır.

Tıpkı husumette vekiline güvenen bir kimse gibi. . . Bu kimse, vekilden gelmeyen her tedbiri terkederFakat vekilinin işaret ettiği tedbiri terketmez, hatta açık işareti olmaksızın vekilin âdetinden olduğunu bildiği tedbiri bile terketmezOnun işaretiyle bilinene gelince, mesela vekil der ki: 'Ben ancak senin huzurunda konuşurum!' Bu takdirde müvekkil, şüphesiz hazır olmak için tedbire başvururBu ise, vekile olan güvenine zıt düşmez; zira müvekkil, vekilden kaçıp nefsinin kuvvet ve kudretinde delili izhar etmekte güvenmiş değildirBaşkasının kuvvetine de iltica etmiş değildirVekilin söylediğini yapması, vekile güvenmesindendirZira eğer vekile güvenip sözüne itimat etmeseydi, onun sözüyle hazır olmazdıVekilin âdetinden malum olana gelince, Vekilin âdetinin, sicillere bakarak hasmını susturmak olduğunu bilirBu bakımdan eğer bu durumda vekile güveniyorsa, onun âdetine güvenmeli, adetinin gereğini yerine getirmesi de güveninin tam olmasındandırO da beraberinde hasımla karşılaştıklarında sicilleri göstermesidir.

Durum bu ise, ne huzurdaki tebdirden, ne de sicilleri ihzar etmekteki tedbirden müstağni değildirEğer bundan birşey bırakırsa tevekkülünde bir eksiklik olurÖyle ise, burada fiilî bir eksiklik nasıl olabilir? Evet! Vekilin işaretini yerine getirmek için hazır olurAdetim ifâ etmek için sicilleri ihzar ettikten ve cedelleşmesine bakmak suretiyle oturduktan sonraikinci ve huzurdaki üçüncü makama varmıştırHatta kuvvet ve kudretine başvurmayan ve durumun neticesini bekleyen bir hayrete düşmüş kimse gibi olur; zira ne kuvveti, ne de kudreti kalmıştırVekilin işareti ve âdeti üzerine bulunmuş ve sicilleri de hazır etmiş ve sonuna da varmıştır.

Bu bakımdan nefsin güveni, vekile güvenci ve cereyan eden hâdiseyi beklemesi kalmıştırBu durumu düşündüğün zaman tevekkül hakkındaki bütün müşkilât senden uzaklaşmış olur ve anlamış olursun ki her tedbir ve ameli terketmek tevekkülün şartından değildir ve yine tevekkülle beraber, her tedbir ve amel de caiz değildirBu çeşidi taksimleri gerektirirBunun tafsilatı ameller bahsinde gelecektirBu bakımdan müvekkil, vekilin kuvvetine hazır olmak ve hazır etmek hususunda iltica ederse, onun bu durumu, tevekkülle çelişmezÇünkü eğer vekil olmazsa orada hazır bulunmasının da sicilleri oraya götürmesinin de faydasız bir yorgunluk ve boş bir hareket olduğunu bilir; zira kuvvet ve kudreti olması fayda vermezVekilin onun orada hazır bulunmasını veya sicilleri ihzar etmesini, konuşmasına dayanak tuttuğundan dolayı fayda verir ve işaretiyle ona da bu durumu bildirmiştirDurum bu ise Vekilin kuvvet ve zaten kudreti vardır' demek olurŞu kadar var ki bu kelimenin vekil hakkında mânâsı kemâle varmaz.

Çünkü vekil, kuvvet ve kudretinin yaratıcısı değildirVekil onları esasında faydalı kılarEğer vekilin fiili olmasaydı onlar faydalı olamazlardıBu ancak hak olan vekilin hakkında tam mânâsıyla doğrudurO da Allahü teâlâ'dır; zira Tevhîd bahsinde de geçtiği gibi, havl ve kuvvetin yaratıcısı Allah'tır! Onları faydalı kılan da Allah'tırÇünkü onların arkasında yaratacağı fayda ve maksatlara onları şart kılan da Allah'tır. . . Durum böyle olunca hakîkat ve doğruluk yönünden Allah'tan başka hiç kimsede kuvvet yokturBu bakımdan bütün bunları gören bir kimse için haberlerde lâ havle ve lâ kuvvete diyen hakkında varid olan büyük sevap vardır.

Bu durum bazen uzak bir ihtimal olarak görünür ve denir ki: 'Dile bu kadar kolay geldiğine, kalbin bu kadar kolayca lâfzının mefhumuna inanmasına rağmen bu kelimeyi söylemekle bütün bu sevap nasıl bir insana verilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir'Oysa durum, bu itirazcının sandığı gibi değildirÇünkü bu verilen mükafat, Tevhîd bölümünde zikrettiğimiz müşahedenin mükafatıdırBu kelime'nin (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) ve sevabının "Lâ ilâhe illâllah'ın sevabına nisbeti, tıpkı bu iki kelimenin mânâsının birbirine nisbet edilmesi gibidir; zira 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' kelimesinde sadece iki şey Allah'a mal edilmiştir'Lâ ilâhe illâllah' kelimesine gelince o, herşeyi Allah'a nisbet etmektirBu bakımdan herşey ile iki şeyin arasındaki farklılığa dikkat et ki 'Lâ ilâhe illâllah'ın 'Lâ havle ve lâ kuvvetle nisbeten sevabını anlayabilesinDaha önce 'Tevhîd'in iki kabuğu ve iki özü vardır' dediğimiz gibi, bu kelimenin de ve diğer kelimelerin de bu durumları vardırOysa halkın çoğu iki kabuğa bağlanmışlardır ve Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfiyle kendisine işaret edilen iki öze inememişlerdir:

Kim kalbinden, doğru ve ihlaslı olarak, 'Lâ ilâhe illâllah' derse ona cennet vâcib olur. Altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirlerOnların üzerinde karşı karşıya kurulmuşlardır. (Vâkıa/15-16)

Ashâb-ı yemîn'in bahsinde su, gölge, meyveler, ağaçlar ve elâ gözlü hurilerden fazlasını zikretmediOysa bütün bunlar bakılan, içilen, yenen ve nikâh edilen şeylerin lezzetlerindendirBu, daimî olarak hayvanlar için de düşünülebilirHayvanların lezzetleri nerede, sultanlık ve âlemlerin rabbinin manevî komşuluğunda a'lâyı illiyyîn 'e inişin lezzeti nerede? Eğer bu lezzetlerin bir kıymeti olsaydı, hayvanlara bolca verilmez ve meleklerin derecesi bunların üstünde olmazdı.

Hayvanlar, bahçelere salıverildikleri, su, ağaç ve diğer gıdalardan nimetlendikleri, birbirlerinden lezzetlendikleri halde, hallerinin daha yüce, daha lezzetli ve daha şerefli olduğunu ve a'lâyı illiyyîn'de rabb'ülâlemîn'in manevî komşuluğunda lezzetlenen meleklerin halinden, kemâl erbabının nezdinde daha fazla gıpta edileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Heyhat! Eşek olmak ile Cebrâîl (aleyhisselâm) derecesinde olmak arasında muhayyer bırakılıp da eşşeklik derecesini Cebrâîl'in derecesine tercih eden bir zavallının tahsilden uzaklığı pek korkunçtur!

Her şeyin kendi benzerinin kendine câzip göründüğü gizli değildir!18

Eskicilerin sanatına, kâtiplerin sanatından daha fazla meyyal olan nefis, cevherinde, kâtiplerden daha fazla eskicilere benzerMeleklerin lezzetinden daha fazla hayvanların lezzetlerini elde etmeye meyilli olan bir kimse de böyledirBu bakımdan bu kimse, şüphesiz ki meleklerden daha fazla hayvanlara benzer.

Onlar hayvanlar gibidirHatta daha da şaşkın ve işte gâfiller onlardır. (A'raf/179)

Onların daha sapık ve şaşkın olmaları ancak şundan ileri gelir: Hayvanların, meleklerin derecesini talep etme imkânı yokturBu bakımdan bu dereceyi talep etmeyi terk etmesi acizliğinden ileri gelir, insana gelince onun bu imkânı vardırKemâlin elde edilmesine kâdir olan bir kimse kemâlin talebinden geri kaldı mı, dalâlete nisbet edilerek kötülenmesi daha uygun ve daha doğrudurBu sözler, bahis arasında geçen sözler olduğundan biz maksada dönelimDaha önce 'Lâ ilhahe illâllah' ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünün mânâsını beyan etmiş ve demiştik ki: 'müşahede ve mükâşefe olmaksızın bunları söyleyen bir insanda tevekkül halinin meydana gelmesi düşünülemez'.

Soru: Senin 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünden Allah'a iki şeyi nisbet etmekten başka birşey yokBu bakımdan eğer biri 'Gökle yer Allah'ın yaratığıdır' dese, böyle diyenin sevabı, öbür sözü diyenin sevabı gibi midir?

Cevap: Hayır! Çünkü sevap, sevaba sebep olan şeyin derecesi nisbetindedirOysa bu iki derecenin arasında eşitlik yokturGök ve yerin büyüklüğüne, kuvvet'in de küçüklüğüne eğer küçüklükle tavsîfi caizse bakılmazÇünkü eşya, şahısların büyüklüğüne bağlı değildirHalk tabakası da anlar ki yer ile gök insanlar tarafından değildirlerBilakis halk tabakasından herkes anlar ki yer ile gök insanların değil, Allah'ın yaratıklarıdırKuvvet ise, mutezilîler felsefeciler ve bakışının keskinliği ile kılı kırk yararcasına makul ve fikir hakkında ince mütalaalarda bulunduğunu iddia eden bir çok gruplar tarafından bile çözülememiştirBu bakımdan bu kelime tehlikeli bir kelime ve büyük bir kayıştır.

Burada gâfiller helâk olmuşlardır! Zira gâfiller, nefisleri için birşey isbat etmişlerdirOysa bu isbatlama tevhîd'de şirk ve Allah'tan başka bir yaratıcı isbat etmektirKim Allah'ın kendisine bahşettiği tevfîki ile bu dar gediği geçerse, onun mertebesi yücelir ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünde doğru olurNitekim daha önce 'Tevhîd'de iki gedikten başkası yoktur' demiştikOnlardan biri yer, gök, güneş, ay, yıldız, bulut, yağmur ve diğer cemadâta bakmaktırİkincisi ise, hayvanların ihtiyarına bakmaktır ki bu ikincisi, gediklerin tehlike bakımından en büyüğü ve en korkuncudurBu iki aşılmaz engeli geçmekle Tevhîd sırrının kemâli tahakkuk eder ve bunun için de bu kelimenin sevabı büyümüştürBundan bu kelimenin tercümes: olan ve müşahede edilen mânânın sevabını kastediyoruzO hald ( tevekkül hali, kuvvetten teberri etmek ile, hak ve bir olana tevekkü etmeye dönüşür. Eğer Allah dilerse biz tevekkül amellerinin tafsi latını zikrettiğimizde bunun hakikati anlaşılacaktır.

16) Ukaylî ve Ebû Nuaym

17) Taberânî, (Zeyd b. Erkam'dan) ; Ebû Yâ'lâ, (Ebû Hüreyre'den)

18) Bu söz meşhur bir darb-ı meseldir. Mânâsı 'Ruhlar hazırlanan askerlerdir. . . ' hadîsinden alınmıştır.

35-2

6. Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri

Şeyhlerin bu sözlerinin hiç birinin daha önce zikrettiğimiz mânâ hududununun dışına çıkmadığı bilinmelidirFakat şeyhlerin her biri hallerin bazılarına işaret etmiştir.

Ebû Musa ed-Deybilî (veya Deybülî) dedi ki: Ebû Yezid el-Bistamî'ye 'tevekkülün ne olduğunu' sordumDedi ki: 'Sen tevekkül hakkında ne diyorsun?' Dedim ki: "Arkadaşlar, 'Eğer yırtıcı hayvanlar ve yılanlar sağından ve solundan seni sarsalar bile kalbin kıpırdamamalıdır' dediler"Ebû Yezid 'Evet! Bu tarif, tevekkülün hakîki tarifine yakındırFakat eğer cennet ehlinin cennette nimetlendiğini, ateş ehlinin de ateşte azap gördüğünü gördükten sonra nefsin için birini tercih edersen tevekkülün esasından çıkmış olursun. (Çünkü Allah'a tevekkül, herhangi bir fiili kendi nefsine nisbet etmene zıd düşer) '.

Ebû Musa'nın söylediği, tevekkül hallerinin en büyüğünden haber vermektirO da üçüncü makamdırEbû Yezid'in söylediği ise, tevekkülün esaslarından olan ilmin çeşitlerinin en aziz ve en az bulunanınıdırBu da, hikmeti ve Allahü teâlâ'nın yaptığını vâcib olarak yapmış olduğunu bilmektirBu bakımdan cehennem ile cennet ehli arasında, adalet ve hikmetin esasına göre ayrım yokturBu ilim çeşitlerinin en giriftidirBunun arkasında kader sırrı bulunurEbû Yezid ise, makamların en yücesinden, derecelerin en yükseğinden konuşurYılanlardan korunmayı terketmek tevekkülün birinci makamında şart değildir.

Çünkü Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) mağarada yılanların deliklerini kapatmak suretiyle onlardan korunduAncak Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) , bu delikleri ayağıyla veya eliyle kapattıBundan dolayı da onun sırrı bozulmadı, denilebilir! Veya şöyle de denilebilir: Ebû Bekir Sıddîk bunu nefsi için değil Hazret-i Peygamber'e olan şefkatinden dolayı yaptıOysa tevekkül ancak kişinin sırrını harekete geçirip, kendisine ait bir iş için bozulursa, ortadan kalkarBu hususa bakmak için bir fırsat vardırBunun emsalinin ve bundan daha fazlasının tevekküle zıt düşmediğinin beyanı ileride geleceği gibi yılanlardan ötürü kalbin harekete geçmesinin korku olduğunu, tevekkül sahiplerinin hakkının da yılanları kendisine musallat kılandan korkmak olduğunun beyanı da gelecektir; zira yılanların kuvveti yokturBunlar ancak Allah'ın emriyle olur.

Eğer kişi yılandan korunursa, tedbirine ve korunma hususunda, kudretine yaslanmış olmazTedbir, kuvvetin yaratanına yaslanmak demektir.

Zünnûn-i Mısrî'den tevekkülüm mânâsı sorulduğunda cevap olarak demiştir ki: 'Allah'tan başka bütün bâtıl rableri atmak ve sebepleri kesmektir!'

Bu bakımdan bâtıl rableri atmak, Tevhîd ilmine, sebepleri kesmek ise, amellere işarettir, Zünnûn-i Mısrî'nin sözünde, her ne kadar lâfzın zımnında varsa da açıkça hale dokunmak yokturBunun üzerine ona denildi ki: 'Biraz daha izah eder misiniz?'

Cevap olarak şöyle dedi: 'Nefsi kulluğun ahkâmına atmak ve rubûbiyet davasından çıkartmaktır!' Bu ise, sadece kuvvetten teberri etmeye işarettir.

Hamdün (b, Ahmed b. Ammâre) el-Kassar'a tevekkül sorulduDedi ki: ' (Tevekkül şudur) eğer senin 10000 dirhemin varsa, aynı zamanda üzerinde bir danik de borç varsa ölüp de o borcun üzerinde kalacağından emin olmamandırEğer boynunda 10000 dirhem borç varsa ve ona karşılık birşey bırakmazsan, onu ödemek hususunda Allah'tan ümidini kesmemendir'Onun bu sözü, sadece Allah'ın kudretinin genişliğine ve kudret dahilindeki şeylerde şu görünen sebeplerin haricinde daha nice gizli sebeplerin bulunduğuna inanmaya işarettir.

Ebû Abdullah (Muhammed b. Ahmed) el-Karaşî'ye tevekkül sorulduDedi ki: 'Tevekkül, her durumda Allahü teâlâ ile irtibat kurmaktır'Soran 'Bana da izah eder misin?' deyince şöyle dedi: 'Başka bir sebebe vardıran sebebi terketmektir ki bunu sevk ve idare eden hakkın ta kendisi olsun!'

Birinci cevapüç makamı da kapsamına almaktadırİkinci cevap ve tarif ise, sadece en yücesi olan üçüncü makama işarettirBu tevekkül, Hazret-i İbrahim'in (aleyhisselâm) tevekkülü gibidir; zira Cebrâîl (aleyhisselâm) ona 'Bir şeye ihtiyacın var mı?' diye sorunca dedi ki: 'Sana ihtiyacım yoktur!' Zira Cebrâîl'in suali İbrahim'i korumak gibi, başka bir sebebe götürücü bir sebeptirBu bakımdan İbrahim (aleyhisselâm) bunu 'Eğer Allah dilerse Cebrâîl'i bu hususta musahhar ederÖyleyse bunu bizat sevk ve idare eden Allah'tır' hakikatine güvenerek terkettiBu hâl, Allah'ı gördüğünden dolayı nefsinden geçmiş, Allah'ın beraberinde başkasını görmemiş ve öylece kalakalmış bir kimsenin halidirBu hâl, esasında vukûu pek nadir bir haldirEğer olursa, devamlılığı, oluşundan daha uzak ve daha nadir bulunan bir durumdur.

Ebû Said (Ahmed b. Îsa) 'Tevekkül, sükûnetsiz sallantı ve sallantısız, sükûnettir!' demiştir.

Onun bu tarifiyle, ikinci makama işaret etmesi mümkündürBu bakımdan kişinin sallantısız sükûneti, kalbin vekile karşı sükûnete kavuşmasına ve güvenmesine işarettirSükûnetsiz sallantı ise, kalbin vekile sığınması, çocuğun annesinin önünde sallanması ve annesinin kendisi hakkında tam şefkate sahip olduğuna kalben inanması gibi vekilin huzurunda yalvarmasına işarettir.

Ebû Ali (Hasan b. Ali) ed-Dekak şöyle demiştir: Tevekkül üç derecedir:

A) Önce tevekkül,

B) Sonra teslim olmak,

C) Sonra tefvîzdir.

Tevekkül sahibi bir kimse Allah'ın va'dine güvenirTeslim olan bir kimse ilmiyle iktifa ederTefviz sahibi ise, hükmüne razı olur.

Bu söz kendisine bakılana nisbeten kişinin bakış derecelerinin değişik olmasına işarettir; zira ilim esastırVa'd ona tâbi olurHüküm ise, va'de tâbidirTevekkül sahibi bir kimsenin kalbine bunlardan birinin mülâhazasının hâkim olması, uzak bir ihtimal değildirBu söylediklerimizden başka, şeyhlerin tevekkül hususunda daha nice sözleri vardırBiz onları nakletmekle kitabı uzatmayalım; zira keşif, düşünce ve nakilden daha faydalıdırİşte buraya kadar söylediklerimiz, tevekkül haliyle ilgili olan şeylerdirRahmet ve lütfuyla muvaffak kılan Allah'tır.

7. Tevekkül Sahiplerinin Amelleri

İlim hali, hâl de ameli doğururBazen tevekkül'ün mânâsının, bedenen çalışmayı, kalben tedbiri terketmeyi, atılan paçavra ve çengele takılan et parçası gibi yere serilmek olduğu zannedilir! Oysa böyle zannetmek, cahillerin işidirBöyle zannetmek, şer'an haramdır.

Çünkü şeriat tevekkül, sahiplerini övmüştürAcaba dince mahzurlu sayılan şeylerle dînî makamların birine nasıl varılır? Buradaki perdeyi kaldırmak için şöyle derizTevekkül'ün tesiri, kulun hareketinde, ilmiyle hedeflerine doğru gidişatında belirirKulun kendi ihtiyarıyla çalışmasına gelince, bu çalışma, kesb gibi kulun yanında bulunmayan faydalı bir şeyi celbetmek veya azık gibi kulun yanında mevcut olan, faydalı bir şeyi korumak, yırtıcı hayvan, hırsız ve saldırganı defetmek gibi daha kulun başına gelmeyen bir zararı bertaraf etmek veyahut da hastalıktan tedavi olmak gibi kulun başına gelen bir zararı kaldırmak içindirBu bakımdan kulun hareketlerinin hedefi, şu dört durumun dışına çıkamaz: Fayda verenin celbi ve korunması, zarar verenin bertaraf edilmesi veya fenlerin her birinin derecelerini şer'î delillerle beraber zikredelim:

Birinci Durum

Fayda verenin celbi hakkındadırBunun hakkında deriz ki: Fayda verenin celbinde kullanılan sebepler üç derecedir:

Biri kesin, ikincisi güvenilir bir zan ile zannedilen, üçüncüsü nefsin tam güvenmediği ve mutmain olmadığı bir vehim ile vehmedilendir.

1. Derece

Kesin olan birinci derece, Allah'ın takdir ve meşiyetiyle, değişmez bir şekilde, müsebbeblerin bağlı oldukları sebepler gibidirTıpkı aç olduğunda veya yemeğe ihtiyacın olduğunda yemeğin önüne konması gibidirFakat ona el uzatmayıp 'Ben tevekkül sahibiyimTevekkül'ün şartı da çalışmayı terketmektirEli yemeğe uzatmak da bir çalışma ve harekettirOnu dişlerle çiğnemek de böyledirYukarı çeneyi aşağı çene üzerine kapatmak ve yutmak da böyledir' demen gibi! Senin bu hareketin katıksız bir deliliktirTevekkülle hiçbir alâkası yoktur; zira eğer Allah, yemeksizin, sende doymayı veya ekmekte, kendiliğinden gelip ağzına girmek için bir hareketi veya senin için çiğneyip ve midene varması için ' bir meleği müsahhar kılmasını beklersen, Allah'ın sünnetini (kanununu) bilmiyorsun demektirBöylece yere tohum serpmeden Allahü teâlâ tohumsuz ekin bitirmesini veya Hazret-i Meryem'in (aleyhisselâm) doğurduğu gibi, hanımından cinsî münasebette bulunmaksızın çocuk beklersen, bütün bunlar da deliliktir.

Bunun benzeri çoktur ve saymakla bitmezBu bakımdan bu makamda tevekkül, amelle değil, hâl ve ilimledir.

İlm'e gelince, Allahü teâlâ'nın yemeği, eli, dişleri, hareket kuvvetini yarattığını, sana yediren ve içirenin O olduğunu bilinendir.

Hal'e gelince, kalbinin sükûnete kavuşması ve itimadının Allah'ın fiili üzerine olmasıdır, el ve yemek üzerine değil! Sen, elinin sıhhatine nasıl güvenebilirsin? Oysa çoğu kez elin kuruyup felç olabilirSen kendi kudretine nasıl itimat edebilirsin? Oysa derhal aklını yerinden oynatan bir şey olup, hareket kuvvetini iptal edebilirYemeğin hazır olmasına nasıl güvenirsin? Oysa Allahü teâlâ senden o yemeği alan birini veya seni o yerden kaçırtan bir yılanı, seninle yemeğin arasına giren bir engeli musallat kılabilirBöyle ihtimaller olduğundan ve Allah'ın fazlından başka bunların ilâcı da bulunmadığından ötürü ancak O'nunla sevin ve ancak O'na güven! Kişinin hali ve ilmi bu olduğunda elini yemeğe uzatsın, muhakkak o tevekkül sahiplerindendir.

2. Derece

İkinci derece, kesin olmayan fakat çoğu kez müsebbebin onlarsız meydana gelmediği ve onlarsız meydana gelme ihtimali uzak olan sebeplerdirTıpkı şehirlerden ve kafilelerden ayrılıp halkın çok az yolculuk yaptığı sahralara azıksız düşen bir kimse gibi. . . Böyle yapmak tevekkülde şart değildirAksine sahralarda beraberinde azık götürmek selef-i salihînin sünnetidirDaha önce dediğimiz gibi, azığa değil de Allah'ın faziletine güvendikten sonra, tevekkül sahipleri tevekkülden çıkmış olmazFakat azıksız sahralara dalmak da caizdirBu ise, tevekkül makamlarının en yücesidir ve İbrahim bAhmed el-Havvâs böyle yapardı.

Soru: Fakat azıksız sahraya dalmak, nefsi helâk etmek ve tehlikeye atmak hususunda adım atmak sayılmaz mı?

Cevap: Böyle yapmak iki şartla haram olmaktan çıkar.

Birinci şart; kişi nefsini alıştırmış, bir hafta ve bir haftaya yakın bir zaman yemeksiz sabretmeye nefsini tâlim ettirmiştirÖyle ki bu müddet zarfında nefis kalp sıkışması ve gönlün teşevvüşü olmaksızın ve Allah'ın zikrinde bir zorluk çekmeden sabredebilir.

İkincisi, öyle bir durumdur ki bitkilerle gıdalanabilirBasit olan her şeyden gıdasını alabilirİşte bu iki şart mevcut olduktan sonra, kişi çoğu kez çöllerde ancak haftada bir insana rastlar veya bir obaya, bir köye veya kifayet edici bir bitkiye varırNefsiyle mücâhede ederek bununla hayatını idame ettirebilirMücâhede etmek tevekkülün direğidir.

Havvâs buna itimad eder, onun benzeri tevekkül sahipleri de buna güvenirdiHavvâs'ın buna güvendiğinin delili şudur ki o iğne, makas, ip ve su testisini yanından ayırmazdıDerdi ki: 'Bunları bulundurmak tevekküle zıt düşmez'.

Bunun sebebi şuydu: O, çöllerde suyun kumun yüzeyinde olmadığını bilirdiSuyu testisiz ve ipsiz kuyulardan çıkarmak da Allah'ın sünnetine muhaliftirİp ile testinin, bitki gibi çölde çokça bulunmadığı malumdurSuya da günde birkaç defa, abdest için, ihtiyaç vardırİçmek için de günde veya iki günde bir defa suya ihtiyaç vardır; zira yolcunun yolculuğun harareti sebebiyle yemek yemese dahi suya ihtiyacı olurKişinin bir tek elbisesi olurO elbise çoğu kez yırtılırAvret mahalli görünürÇölde her namaz vaktinde iğne ve makasın bulunmazKesmek ve dikmek hususunda da çöllerde bulunan şeyler iğne ile makas yerini tutmazBu bakımdan bu dört şeyin mânâsında olan da ikinci dereceye iltihak ederÇünkü oluşu, kesin olmayan bir zan ile zannedilir; zira elbisenin yırtılmaması veya başka bir insanın çıkıp ona elbise vermesi veya kuyu başında kendisine su veren birinin bulunması mümkündürFakat yemeğin çiğnenmiş bir vaziyette hareket ederek onunn ağzına girmesine ihtimal yokturO halde iki derece arasında fark vardır.

Kişi, dağların kuytularından birine su ve bitki olmadığı bir yere herhangi bir yolcunun uğramadığı bir mahalle çekilip Allah'a tevekkül ederek oturursa, bu kişi böyle yapmakla günahkâr olur, kendi nefsini helâk etmiş olurNitekim rivâyet ediliyor ki zahidlerden biri şehirlerden ayrıldıBir dağın tepesinde bir hafta durdu ve 'Rabbim'benim rızkımı getirinceye kadar hiç kimseden birşey istemeyeceğim!' dediBöylece bir hafta oturduNerdeyse ölecek raddeye geldiği hâlde kendisine rızık gelmediBunun üzerine ellerini kaldırarak şöyle dedi: 'Ey rabbim! Eğer beni diri bırakacaksan, bana ayırdığın rızkı gönder! Yoksa ruhumu al! Beni yanına götür!' Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine şöyle ilham etti:

İzzetim hakkı için sen şehirlere girip halk arasında oturmadıkça sana rızık vermeyeceğim!

Bunun üzerine, kişi şehre gidip oturduBir kişi yemek, öbür kişi su getirdiYeyip içti ve nefsinde bundan korktuBunun üzerine Allahü teâlâ kendisine şöyle (ilham) etti:

Dünyadaki zühdünden ötürü hikmetimin berhava edilmesini istedin! Bilmez misin kuluma kullarımın eliyle rızık yedirmem, kendi kudret elimle yedirmekten daha sevimli gelir bana!

Madem durum budur, bütün sebeplerden uzaklaşmak, hikmeti zorlamak ve Allah'ın sünnetini bilmemektirAllahü teâlâ'nın sünnetinin gereğini yapmakla beraber Allah'a, sebeplere başvurmak ve itimat etmek, daha önce husumetten ötürü vekil hususunda belirttiğimiz misalde olduğu gibi tevekküle zıt düşmez.

Fakat sebepler zâhir ve gizli diye iki kısma ayrılırTevekkülün mânâsı, gizli sebeplerle iktifa edip zâhirî sebeplere ihtiyaç duymamak, bununla beraber, sebebe değil, sebebin müsebbibine güvenmektir.

Soru: Çalışmaksızın şehirde oturmak haram mıdır, mübah veya mendub mudur?

Cevap: Böyle yapmak haram değildirÇünkü çölde seyahat eden bir kimsenin nefsini helâk edecek derecede olmaksızın seyahati haram olmadığına göre, çalışmadan şehirde oturmak nasıl haram olur? Kişi burada nefsini helâk etmiyor ki onun fiili haram olsun! Rızkının ummadığı bir yerden kendisine gelmesi, uzak bir ihtimal değildirFakat bazen gecikirRızık gelinceye kadar sabretmek de mümkündürFakat kapıyı üzerine hiç kimsenin girmeyeceği bir şekilde kapatması haramdırEğer boş durup bir ibadetle meşgul olmadığı halde kapıyı açarsa, çalışmak ve buradan çıkmak onun için otarmaktan daha evlâdırFakat onun böyle yapması, ölüm emarelerinin görülmesi müstesna haram da değildirNe zaman ölüm emareleri görünürse, o zaman çıkmak, halktan istemek ve çalışmak gerekirEğer kalbi Allah ile meşgulse ve kapıdan gelip de kendisine azık getirene iltifat etmiyorsa, Allah'ın lütfunu bekleyip onunla meşgul ise, bu durumu çalışmaktan daha üstündürBu da tevekkülün makamlarından biridirBu makam, şahsın Allah ile meşgul olup, rızkına önem vermeme makamıdırÇünkü rızık şüphesiz kendisine gelecektir! Âlimlerden bazılarının söylediği, bu makama göre doğru olurŞöyle ki: Eğer kul rızkından kaçsa bile rızık onu ararÖlümden kaçsa bile ölümün gelip yakasına sarılması gibi. . . Eğer kul, Allah'tan 'bana rızık verme' diye dilekte bulunsa, bu dileği kabul olunmayacağı gibi böyle söylemekle de âsi de olur! Allahü teâlâ lisan-ı ulûhiyetle ona 'Ey cahil kulum! Seni yaratıp da nasıl sana rızık vermeyeyim? diye haykırmaktadır.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'İnsanlar, her şeyde ihtilaf ettilerAncak rızık ile ecel bundan müstesnadır! Çünkü insanlar toplu olarak Allah'tan başka rızık veren ve öldüren olmadığına kanaat getirmişlerdir'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etmiş olsanız muhakkak ki kuşlara rızık verdiği gibi size de rızık verirKuş sabahleyin karnı aç olarak yuvadan ayrılır, akşam tok olarak döner, muhakkak sizin dualarınızla (tevekkül ettiğiniz takdirde) dağlar yerinden oynar' diye buyurmuştur.

Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ey insanlar! Kuşlara bakın! Ne tohum eker, ne ekin biçer ve ne de azık edinir! Allahü teâlâ gün be gün onun rızkını böyle olduğu halde verir! Eğer 'Bizim karnımız onunkinden daha büyüktür' derseniz, hayvanlara bakın! Allahü teâlâ, o hayvanlar için şu mahlukâtını rızık toplamaya nasıl sevketmiştir?'

Ebû Yakub es-Susî19 der ki: 'mütevekillerin rızkı, yorulmaksızın, başka kulların eli ile verilirOysa o vasıta olan kullar, meşgul ve yorgundular!'

Seleften bir zat şöyle demiştir: 'Bütün kullar Allah tarafından rızıklanırlarFakat bazıları dilenciler gibi zilletle rızkını alır, bazıları da tüccarlar gibi beklemek ve yorgunlukla. . . Bazıları da sanatkârlar gibi kir ve pasa katlanmakla. . . Bazıları da sûfiler gibi izzetle alırlar; zira sûfîler aziz olan Allah'ı müşahede ederlerRızıklarını O'nun kudret elinden alırlar ve vasıtaları görmezler'.

3. Derece

Üçüncü derece, kesbetmenin tafsilatında ve değişik yönlerinde ince tedbirlere başvuran bir kimse gibi, müsebbibe götüren sebeplere zâhirde güvenmeksizin başvurmaktırBu ise, tevekkül derecelerinin hepsinden insanı çıkarırHalk tabakasının tümü bu derecededir.

Bunlardan mübah bir serveti, mübah bir çalışma ile ticaretin ince yollarına başvurmak suretiyle edinen kimseleri kastediyorumŞüpheli malı alan veya şüpheli bir yoldan kazanç temin edenin durumu ise, dünya hususunda harisliğin son derekesi ve sebeplere yaslanmak demektirGizli değildir ki bu durum tevekkül'ün mânâsını iptal ederBu durumun faydalıyı celbetmeye nisbeti, muskanın uğur ve uğursuzluğu ve dağlamanın zarar vericiyi gidermesine nisbeti gibi olan sebeplerdir; zira Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) tevekkül sahiplerini muskaya, fala ve dağlanmaya itimad etmezler diye vasıflandırmıştır.

Çalışmazlar, şehirlerde durmazlar, hiç kimseden birşey almazlar' diye vasıflandırmamıştırOnları bu sebeplere tevessül etmekle vasıflandırdıMüsebebbiblerde kendisine güvenilen bu sebeplerin benzerleri pek çoktur, onları tamamen saymak mümkün değildir.

Sehl et-Tüsterî tevekkül hakkında 'Tedbirin terkidir9 demiştirYine şöyle demiştir: 'muhakkak Allah halkı yaratmış, onları nefsinden perdelememiştirOnların perdeleri ancak tedbirlerdir'.

Umulur ki o bu sözüyle uzak sebeplerin düşünce ile elde edilmesini kasdetmiştir; zira açık sebepler değil de uzak sebepler tedbire muhtaçtırlarDurum bu olduğunda anlaşıldı ki sebepler kendilerine bağlanılan, tevekküle dahil olan ile olmayan kısma bölünürHariç olan kısım da kesin olan ile zannedilene bölünürKesin olan tevekkül halinin ve ilminin varlığında tevekkülden çıkmazO, sebeplerin müsebbibine güvenmektirBu bakımdan buradaki tevekkül amelle değil, hâl ve ilimledirZannedilenlere gelince, bunlarda tevekkül hâl, ilim ve amel ile birlikte olur.

Bu sebeplere başvurmak bakımından, tevekkül sahipleri üç makam üzeindedirler:

Birinci Makam

Bu el-Havvâs ve benzerlerinin makamıdır, el-Havvâs azıksız, çöllerde gezen bir zattıBunda bir hafta veya daha fazla bir zaman sabır imkânını kendisine bahşeden veya bitkiyi veyahut herhangi bir azığı kendisine kolaylaştıranın fazlına güveniyordu veya kendisini eğer hiçbir şey elde edilmezse ölmeye razı olmakta sabit kılacağına inanıyorduÇünkü azığı beraberinde götüren, bazen azığını kaybeder veya azığı sırtında taşıyan devesi kaybolur ve dolayısıyla açlıktan ölürDemek ki açlıktan ölmek nasıl ki azığın yokluğu ile beraber mümkün ise azıkla beraber de mümkündür.

İkinci Makam

Bu makam, evinde veya mescidde otaran kişinin makamıdırFakat evi ve mescidi köy ve şehirlerdedirBu makam, birincisinden daha zayıftırFakat bu kimseler tevekkül sahipleridirÇünkü hem kesbi, hem de zâhirî sebepleri terketmiştirGizli sebeplerle işini tedbir etmekte Allah'ın fazlına güvenmiştirFakat şehirlerde oturmakla rızkın sebeplerine açık kapı bırakmıştırÇünkü şehirlerde oturmak, rızkı kolaylaştıran sebeplerdendirAncak şehirde oturması, şehirlilere değil de onları kendisine rızık vermeye zorlayan Allah'a güvendiği takdirde tevekkülünü bozmaz; zira bütün şehirlilerin şehirde olduğu halde ondan gâfil olmaları ve onu ihmal etmeleri düşünülebilirEğer Allahü teâlâ onu onlara tanıtmaz ve onları ona yardım etmeye teşvik etmezse, ondan gâfil olmaları düşünülebilir!

Üçüncü Makam

Bu kişinin çıkıp, kesb âdâbı bahsinin üçüncü ve dördüncü bablarında söylediğimiz şekilde kazanmasıdırBu kişi 'Kazancım bana kifayet eder, gıdam varMertebem ve sermayem var' diye bunlara güvenmedikçe, tevekkül makamlarından dışarı çıkmış sayılmaz; zira bunlara güvenmeye gelmezÇünkü çoğu kez Allahü teâlâ bütün bunları bir anda yok ederO bütün bunları koruyan, sebepleri kendisine kolaylaştıran Allah'a bakarKazancını, sermayesini, yetkisini Allah'ın kudretine nisbeten sultanın elindeki kalem gibi görürBu bakımdan kalemi bu durumda gören bir kimse kaleme değil, sultanın kalbine nazar ederAcaba o kalp ne ile hareket edecek? Neye meyledecek ve neyle hükmedecek? Sonra bu çalışan, ya çocukları için veya fakirlere dağıtmak için çalışırBu bakımdan o, bedeniyle çalışır, fakat kalbiyle çalışandan ayrılır.

Öyleyse bunun hali, evinde oturanın halinden daha şereflidirÇalışmanın eğer şartlar gözetilir ve daha önce geçtiği gibi, hâl ve marifet kendisine eklenirse tevekkül haline zıt düşmediğinin delili şudur:

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) halife seçildiğinde, sabahleyin daha önce sattığı elbiselerin bir kısmını kucağına alıp bir kısmını da kolunun üzerine atıp çarşıya girdi"Elbise! Elbise' diyerek elbiseyi tanıtmaya başladıÖyle ki müslümanlar onun bu hareketini hoş karşılamadılar ve dediler ki: 'Sen bunu nasıl yapıyorsun? Oysa sen hilâfet makamına getirilmişsin?' Hazret-i Ebû Bekir itirazda bulunanlara 'Beni, çoluk çocuğumun nafakasını kazanmaktan alıkoymaymzÇünkü ben çocuklarıma bakmazsam başkalarına nasıl bakarım?' dedi.

Bu durum ashâb-ı kirâm tarafından müslümanların bir ailesine yetecek kadar Hazret-i Ebû Bekir'e maaş tayin edilinceye kadar devam ettiAshâb, Hazret-i Ebû Bekir'in bu maaşı hazineden almasına razı oldukları zaman, Hazret-i Ebû Bekir de onlara yardım etmeyi ve buna razı olmak suretiyle onların kalplerini hoş tutmayı ve bütün vaktini müslümanların maslahatına ve yararına sarfetmeyi daha uygun bulduBöylece alışverişten vazgeçti.

Hazret-i Ebû Bekir'in 'tevekkül makamında olmadığını' söylemek muhaldirAcaba ondan daha fazla bu makama lâyık olanı var mıdır? Onun bu hareketi, çalışmayı ve çabalamayı terketmek suretiyle değil, azığına ve çalışmaya itibar etmemek suretiyle tevekküldürAllah'ın çalışmayı kolaylaştırıcı, sebepleri tedbir edici olduğunu bilmesiyle tevekkül sahibiydiOnun tevekkül sahibi olması, çalışma yolunda gözettiği bazı şartlara bağlıydıMeselâ ihtiyacı kadar çalışıyorduFazla mal edinmek, edinilen fazla mal ile böbürlenmek, malı biriktirmek gibi şeyler için çalışmıyorduOnun nezdinde kendi parası başkasının parasından daha sevimli değildiO halde parası nezdinde başkasının parasından daha sevimli olan bir kimse dünyanın harisi ve muhibbidirOysa tevekkül, ancak dünya hakkında zâhidlik yapmakla tahakkuk ederEvet! Tevekkülsüz zühd doğru olabilirÇünkü tevekkül, zühdün ötesinde bir makamdır.

Cüneyd-i Bağdâdî'nin şeyhi ve tevekkül sahiplerinden olan Ebû Cafer el-Haddad şöyle demiştir: Tevekkül hâlimi yirmi sene gizledim ve pazardan ayrılmadımHergün bir dinar kazanıyor, fakat bir danikle bile sabahlamıyordumHamam parası olarak bir kırat verdiğim zaman bile istirahat etmiyordumHepsini geceleyin fakirlere veriyordum'Cüneyd, bu zatın huzurunda, tevekkül hususunda konuşamıyorduCüneyd şöyle derdi: 'Onun bulunduğu yerde, konuşmaktan utanıyorum!' Bil ki: Belli bir gelirle tekkelerde oturmak, tevekkülden uzaktırEğer o tekkelerin belli bir geliri ve vakfiyesi yoksa, tekke hizmetkârına çıkıp da orada ibadet edenler 'nafaka topla' diye emir verirlerse, bu durumda zayıf bir tevekkül vardır.

Fakat çalışan bir kimsenin tevekkülü gibi hâl ve ilimle kuvvet bulurEğer tekkehanelerde oturanlar, kimseden birşey dilenmeyip kendiliğinden gelene kanaat ederlerse bu, tevekkülleri için daha kuvvetli bir durumdurFakat orada oturanlar bu şekilde şöhret bulduktan sonra orası onlar için pazar yeri gibi olurBu bakımdan orası pazara girmek gibidirPazara giren bir kimse de ancak birçok şartları gözettiği takdirde tevekkül sahibi olabilir.

Soru: Evinde oturmak mı yoksa çıkıp çalışmak mı daha üstündür?

Cevap: Eğer kişi çalışmayı bırakmak suretiyle tefekkürü, zikri, ihlası ve vaktini ibadetle doldurmayı düşünüyorsa ve aynı zamanda çalışmak da onun bu hedeflerine engel oluyorsa, çalışmamasına rağmen, nefsi halkın eline engel oluyorsa ve biri gelsin de bana birşey getirsin diye beklemiyorsa, Allah'a tevekkül etmek ve sabır hususunda kalbi çok kuvvetli ise ve böyle şeylere bakmıyorsa, bu takdirde oturmak kendisi için daha evlâdırEğer evde kalbi muzdarip ve gözü halkın elinde ise, bu takdirde çalışmak daha evlâdırÇünkü kalben halkı beklemek, kalbiyle dilenciliktir! Bu dilenciliği terketmek dinen, çalışmayı terketmekten daha mühimdirTevekkül sahipleri kalben bekledikleri şeyleri kabul etmezler.

Ahmed bHanbelEbû Bekir el-Maruzî'e tayin edilen ücretten daha fazla bir şeyin bir fakire verilmesini emrettiFakat o fakir kendisine fazla verilmek istenen şeyi reddettiFakir hakkını alıp gidince, İmâm-ı AhmedEbû Bekir'e 'Arkadan yetiş! Kendisine ver! Şimdi kabul edecektir! dediEbû Bekir, fakire yetişip verdi ve fakir de kabul etti. Sonra Ebû Bekirİmâm-ı Ahmed'e bunun hikmetini sordu ve şu cevabı aldı: 'Daha önce nefsi bu fazlayı istediği için reddettiÇıkıp gidince tamahı bundan kesilip ümitsiz olunca kabul etti!'

Havvâs, vermesi için bir kula baktığında veyahut nefis bunu kendisine âdet edinir diye korktuğunda o kuldan hiçbir şeyi kabul etmezdi, Havvâs'tan 'Yapmış olduğun seyahatlerde en hayret verici olarak hangi hâdiseyi gördün?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: 'Hızır'ı gördümArkadaşlığıma razı olduFakat nefsim ona meyleder, dolayısıyla bu meyledişim tevekkülümde eksiklik meydana getirir korkusundan ondan ayrıldım'Durum bu olduğu zaman, çalışan bir kimse, çalışma âdabını ve çalışma bahsinde geçtiği gibi niyetinin şartlarını ki çalışmasıyla fazla zengin olmayı kasdetmiyor, elindeki şeylere güvenmiyor ve çalışma kabiliyetine mağrur olmuyor demektir» riayet ettiği zaman tevekkül sahiplerinden olur.

Soru: Servete ve çalışma kabiliyetine güvenmemenin alâmeti nedir?

Cevap: Alâmeti şudur ki serveti çalınır veya ticarette zarar eder veya herhangi bir işi gecikirse buna razı olurGüveni bozulmazKalbi muzdarip olmazHâdisenin başında ve sonunda kalbinin sükûnet durumu aynı olurÇünkü bir şeye karşı sükûnete kavuşmayan bir kimse, onun yokluğundan dolayı muzdarip olmazBir şeyin yokluğundan dolayı muzdarip olan bir kimse, o şeye gönül vermiş demektir.

Bişr, yün örmeleri yapıyorduFakat onları bilahere terk ettiBunun sebebi de şuydu: el-Buadî, Bişr'e mektup yazarak şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre sen rızkını yün örmeler yaparak kazanıyormuşsunAcaba Allah senin kulağını ve gözünü aldığı takdirde rızkı kimin üzerinde görürsün?' el-Buadî'nin bu sözü, Bişr'in kalbine tesir ettiBöylece Bişr, elinden eğirme aletini attı ve bu işi terkettiDeniliyor ki; 'Bişr bu aleti, ismi memlekete yayıldığı ve bu alet için dört taraftan kendisine insan seli aktığı için terketti', 'Çoluk çocuğu öldüğü zaman bunu terketti' de denilmiştirTıpkı Süfyân es-Sevrî'nin ticaret sermayesi olan elli altını, ailesi ölünce fakir fukaraya dağıttığı gibi. .

Soru: Nasıl olur da insanın bir malı olsun da kalben o malı sevmesin? Oysa insan, sermayesiz kazancın mümkün olmadığını bilir.

Cevap: Şunu bilmekle bu tasavvur olunabilir: İnsanlar arasında sermayesiz olanlar Allah tarafından kendisine rızık verilenler çokturYine bol sermayeleri olan ve kendilerinden o sermaye çalınan, dolayısıyla helâk olanlar da çokturBunu bildikten sonra şu hususta nefsini, sarsılmaz bir şekilde inandırmalıdır: Allah, kendisi için ancak kendisine yararlı olanı yapar! Eğer sermayesini helâk ederse, demek ki kendisi için sermayenin helâk olması hayırlıdırBelki de sermayesi kalsaydı dinsizliğe yol açardı! Öyleyse bu takdirde sermayesini yok etmek, kendisi için ilâhî bir lütûfturBu durumun en fazla tehlikesi (dinsiz değil de) açlıktan ölmesidirBu bakımdan açlıktan ölmesinde, eğer kendi kusuru yoksa ve sadece Allahü teâlâ'nın bir hükmü olarak tahakkuk etmişse, bunun âhirette kendisi için daha hayırlı olduğuna inanması gerekirBütün bunlara inandığında malın varlığı ile yokluğu nezdinde eşit olur.

Kul, geceleri, ticaret yapmayı düşünürYapacağı şey öyle bir şeydir ki eğer onu işlerse, helâk olması sözkonusudurBu bakımdan Allahü teâlâ, arşının üstünden ona bakarOnu o işi yapmaktan vazgeçirirO, mahzun ve üzüntülü olarak, meymenetsizliği komşusundan ve amcasının oğlundan bilerek 'Kim bana önce bu işi yaptı? Kim buna bu felâketi getirdi?' diyerek sabahlarOysa bu, Allahü teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu bir rahmetten başka birşey değildir20

Hazret-i Ömer 'İster zengin, ister fakir olarak sabahlayayımBuna aldırmam! Çünkü zenginlikten veya fakirlikten hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum!' demiştir.

Bu şeyler hususunda yakîni tekâmül etmemiş bir kimseden tevekkül tasavvur olunamaz.

Ebû Süleyman ed-Dârânî, Ahmed bEbî Havariye 'Benim için her makamdan bir nasip vardırAncak şu mübarek tevekkülden yok! Ben ondan bir koku bile alamadım!' demiştir.

Evet, Ebû Süleyman'ın yüce kadrine rağmen durumu bu idiO, tevekkül'ün mümkün olan makamlardan olduğunu inkâr etmemiştirFakat 'Ona yetişemedim!' demiştir'Tevekkül'ün en yüce noktasına varamadım' demek istemiş olması mümkündürAllah'tan başka fâil olmadığına, O'ndan başka rızık verici bulamadığına, kul hakkında takdir buyurduğu fakirliğin, zenginliğin, ölümün ve hayatın kulun kendi kendine istediğinden daha hayırlı olduğuna dair îman kemâle ermedikçe, tevekkül hali kemâle eremezÖyleyse tevekkülün binası daha önce de geçtiği gibi bu şeylere olan îmanın kuvveti üzerine kurulmuşturDinin sözler ve amellerden ibaret olan diğer makamları da îmandan olan temelleri üzerine bu şekilde bina edilirler.

Özet olarak tevekkül, anlaşılan bir makamdırFakat kalbin ve yakînin kuvvetini isterİşte bu nedenle Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Kim kazanmayı hor görüp kınarsa, Sünnetullah'ı kınamıştır, kim kazanmayı terketmeyi kınarsa tevhîd'i kınamıştır'.

Soru: Zahirî sebeplere meyletmekten kalbi çevirmekte ve gizli sebepleri kolaylaştırmak hususunda Allah'a hüsn-i zan etmekte fayda verici deva var mıdır?

CevapŞeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emrederAllah size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va'dediyorŞüphesiz Allah'ın lütfu geniştir, (O) bilendir. (Bakara/268)

İnsan, tabiatı sebebiyle şeytanın korkutmasını dinlemek durumundadır ve bunun için denilmiştir ki: 'Korkak kimse su-i zandan dolayı, şeytana aldanmıştır'Ne zaman ki bu korkuya başka korku, kalp zâfiyeti ve zâhirî sebepler üzerinde konuşan ve araştırma yapan kelâmcıların görünmesi eklenir ve su-i zan, galebe çalarsa o zaman tevekkül tamamen iptal olunurRızkı gizli sebeplerden görmek de tevekkülü bozarHikâye ediliyor ki bir âbid, belli bir geliri olmadığı halde, bir mescidde itikafa girdiMescidin imamı ona dedi ki: 'Çalışıp kazanman senin için bu durumdan daha iyi değil midir'.

Âbid, İmâm bu suali üç defa tekrar edinceye kadar cevap vermediBunun üzerine imama dedi ki: 'Caminin komşusu bir yahûdî vardırHergün bana iki ekmek vermeyi taahhüd etti'Bunun üzerine İmâm 'Eğer yahûdî taahhüdünde doğru ise, camide itikaf etmen, çalışmandan senin için daha hayırlıdır' deyince, âbid şöyle haykırdı: 'Ey kişi! Eğer sen Tevhîd'deki bu eksikliğine rağmen Allah ile kullar arasına girmesen senin için daha hayırlıdır; zira sen bir yahudinin rızık va'dini Allah'ın taahhüdünden daha üstün tuttun!'

Bir mescidin imamı cemaattan birine 'Sen nerden yiyorsun?' diye sorunca, o kişi 'Ey şeyh! Sabret! Ben senin arkanda kılmış olduğum namazımı iade edeyim de ondan sonra senin bu sualini cevaplandırayım!' dediGizli sebepler vasıtasıyla Allah'ın fazlından rızkın gelişine güzel zan beslemek hususunda Allahü teâlâ'nın rızkı sahibine ulaştırma sanatının acaiplikleri hakkında vârid olan hikâyeleri dinlemek fayda verir.

Bu hikâyelerde tüccarlar ve zenginlerin mallarını helâk edip ve onları acından öldürmesinde Allah'ın kahr-ı ilâhîsinin acaiplikleri de vardır.

Huzeyfe Mer'aşî'den şöyle rivâyet olunmuştur: Bu zat, İbrahim b. Edhem'e hizmet ediyorduKendisine 'İbrahim b. Edhem'den gördüğün en acaip hâdise nedir?' diye sorulduğunda dedi ki: 'Mekke yolunda birkaç gün yemeksiz kaldık. Sonra Kûfe'ye girdikHarabe bir mescide vardıkİbrahim bana bakarak şöyle dedi: 'Ey Huzeyfe! Seni acıkmış görüyorum!' Ben 'O halde görüşünüz nedir?' diye sordumİbrahim 'Bana divit ile kâğıt getir!' dediBen, kendisine dediğini getirdimŞunları yazdı:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım!

Yârab! Her durumda kastedilen sensin! Her mânâ ile kendisine işaret edilen zatsın'.

Bunları yazdıktan sonra (şöyle) bir şiir yazdı:

Ben hamdedici, ben şükredici, ben zikrediciyim! Ben acıkmış, ben kaybolmuş, ben çıplak bir kimseyimİşte bunlar altı vasıftırBunların yarısını yapmayı ben taahhüd ediyorumEy Bârî Hudâ! Diğer yarısını da sen taahhüd et! Senden başkasını övmem, ateşe dalmam gibidirBu bakımdan kulunu ateşe girmekten koru!

Bunları yazdıktan sonra, mektubu bana vererek şöyle dedi'Çık! Kalbini Allah'tan başkasına bağlama! İlk rastladığın insanın eline bu mektubu tutuştur!' Bana ilk rastlayan, bir katırın süvarisi olduMektubu kendisine uzattım, aldı, okuyunca ağlayıp şöyle dedi: 'Şu mektubun sahibi ne yapıyor?' Dedim ki: 'O filan camide oturuyor'Bunun üzerine kişi, koynundan içinde 600 dinar bulunan bir keseyi çıkarıp bana verdi ve gittiO gittikten sonra başka bir kişi ile karşılaştımKatır süvarisinin kim olduğunu kendisine sordumDedi ki: 'O bir hristiyandır!' Bunun üzerine İbrahim'in huzuruna varıp meseleyi anlattığımda şöyle dedi: 'Keseye el sürme! Zira kesenin sahibi birazdan gelecektir!' Bir saat sonra hristiyan içeri girip İbrahim'in boynuna sarıldıYanaklarından öpüp müslüman oldu.

Ebû Yakub Akta el-Basrî şöyle anlatıyor: Bir defasında Harem-i Şerîf'te on gün aç kaldım, bedenimde bir zâfiyet hissettimNefsim, bana çıkıp da bir şeyler aramamı söylediDereye çıkıp bir şeyler bulup az da olsa açlığımı gidermek istedimOrada atılmış bir şalgam gördüm, onu aldımFakat kalbimde ona karşı bir ürperti hissettimSanki biri bana şöyle diyordu: 'On gün aç durduktan sonra nasibin atılmış ve kokmuş bir şalgam mı olacaktı?' Bu yüzden şalgamı elimden attımCamiye girip oturdum, Arap olmayan bir kişi çıkageldiÖnümde oturdu ve önüme bir bohça koydu'Bu senindir' dediDedim ki: 'Beni nereden tanıyorsun ki bunu bana getirdin?' Dedi ki: 'Biz, on günden beri denizde muhasara edilmiştikGemi nerde ise batacaktıBen eğer Allah beni kurtarırsa, bu bohçayı mücavirlerden (Kâbe'nin komşuları demektir) ilk gördüğüme sadaka olarak vermeyi nezrettimİşte ilk gördüğüm sensin''Bohçayı aç!' dedimBohçayı açtıBaktım ki bohçada Mısır mamûlü simit, badem içi ve şeker vardırHer birinden bir avuç aldım ve dedim ki: 'Diğerini arkadaşlarına benden hediye olarak götür'. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Senin rızkın on günden beri sana doğru çıkmış geliyorOysa sen nerede rızkını arıyorsun?'

Ebû Hasan ed-Dineverî "Bir ara borçluydumBorçtan dolayı kalbim meşguldüRüya âleminde biri şöyle dedi: 'Ey cimri! Siz bu kadar borcu bize güvenerek ettinizSiz borç edinizBiz de onu verelim !' Bu rüyadan sonra ne bir bakkal, ne de bir kasap ve ne de başka bir esnaf ile hesaba girişmedim; her söylediklerini verdim".

Bennan el-Hammal'dan şöyle hikâye olunuyor: "Mısır'dan beraberimde azık olduğu halde Mekke yoluna devam ediyordumBir kadın bana gelip 'Ey Bennan! Sen hammalmışsın! Sırtında azık taşıyor, Allah'ın sana rızık vermeyeceğini mi zannediyorsun?' dediBu söz üzerine azığı attım. Sonra üç gün geçmesine rağmen yiyecek birşey bulamadımYolda bir kadın halhali buldumKendi kendime dedim ki: 'Bunu sahibi gelinceye kadar alayım, sahibi gelirse bana birşey verir, ben de halhalini iade ederim'O kadın karşıma çıktı ve bana dedi ki: 'Sen tüccar mısın ki 'Halhalin sahibi gelir, ondan birşey alırım' diyorsun?' Sonra kadın bana biraz para verdiBen Mekke'ye yaklaşıncaya kadar onunla geçindim".

Hikâye olunur ki Bennan, hizmetini görecek bir cariyeye muhtaç olduArkadaşlarına başvurduArkadaşları aralarında bir cariye parası topladılarDediler ki: 'Kervan gelince sana uygun bir cariye satın alacağız!' Kervan geldiğinde satın almak için bir cariye beğendiler ve dediler ki: 'Bu cariye Bennan'a uygundur!' Sonra cariye sahibine dediler ki: 'Bu cariyeyi kaça satarsın?' Gariye sahibi 'O satılık değildir!' dediyse de onlar ısrar ettiler. Sonra cariye sahibi 'O hammal Bennan'ın cariyesidirOna ta Semerkand'dan bir kadın hediye etti!' dediBöylece cariyeyi Bennan'a götürüp meseleyi anlattılar.

Şöyle anlatılır: Geçmiş zamanda sefere çıkmış ve beraberinde bir ekmek bulunan biri vardıO kişi 'Eğer bu ekmeği yiyip bitirirsem sonra acımdan ölürüm!' dediOysa Allahü teâlâ bir meleği ona göndererek meleğe şu emri verdi: 'Eğer o ekmeği yerse, kendisine rızık ver! Eğer yemezse hiçbir şey verme!' Böylece kişi, korkusundan ekmeği yemeyip açlıktan ölüp gittiEkmek de onun yanı başında kaldı!

Ahmed bÎsa Ebû Said Harraz el-Bağdâdî şöyle anlatır: "Azıksız olarak çöle daldımÇölde çok sıkıntı çektim. Sonra uzaktan bir köy gördüm ve sevindim. Sonra bu sevgimle Allah'tan başkasına güvenmiş ve tevekkül etmiş olduğumu düşündüm! Bunun üzerine oraya girmemeye, ancak takatten düşünce, başkası tarafından alınıp oraya götürülürsem oraya gireceğime dair yemin ettimBöylece kumda kendim için bir mezar açtımGöğsüme kadar kuma dalıp bekledimGece yarısı yüksek bir ses işittim ki şöyle bağırıyordu: 'Ey köyün sakinleri! Allah'ın bir velî kulu vardırKendini kumun içine gömmüştürKendisine yetişiniz!' Bunun üzerine bir cemaat gelip beni kumdan çıkardı ve köye götürdü".

Rivâyet ediliyor ki bir kişi, Hazret-i Ömer'in kapısında durduBaktı ki biri şöyle diyor: 'Ey kişi! sen Allah'a mı yoksa Ömer'e mi hicret ettin? Git Kur'ân öğren; zira Kur'ân seni Ömer'in kapısına varmaktan müstağni kılacaktır'Bunun üzerine kişi gittiHazret-i Ömer onu aradıBaktı ki bir köşeye çekilmiş, ibadetle meşgul. . . Hazret-i Ömer yanına yaklaşıp şöyle dedi: 'Neredesin? Seni özledim! Neden bana geliniyorsun?' Kişi 'Ben Kur'ân'ı okudumO beni Ömer'den de, Ömer'in aile efradından da müstağni kıldı!' dediÖmer 'Allah sana rahmet etsin! Kur'ân'da ne gördün?' deyince, o kişi 'Kur'ân'da şunu gördüm: 'Sema'da rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var'. (Zâriyât/22) Bunun üzerine dedim ki: 'Benim rızkım gökte! Oysa ben onu yerde arıyorum'Bu sözleri işiten Ömer (radıyallahü anh) ağladı ve 'Doğru söyledin' dediBu hâdiseden sonra Ömer, onun karşısına gelir ve otururdu.

Ebû Hamza el-Horasanî şöyle anlatıyor: Bir sene hacca gittimYolda giderken bir kuyuya düştümNefsim bana 'Bağır da seni gelip kurtarsınlar' dedi.

Ben ise 'Hayır! Allah'a yemin ederim, bağırmayacağını!' dedimBu söz daha bitmeden, kuyunun yanından iki kişi geçti, biri diğerine dedi ki: 'Gel de şu kuyunun ağzını kapatalım da kimse düşmesin!' Böylece kamış ve taş getirdilerKuyunun üstünü kapattılarOnlar bunu yaparken ben bağırmak istedim. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Kime bağırıyorum? Oysa Allah onlardan bana daha yakın değil midir?' Böylece sükûnete kavuştumBir saat kadar bu durumda kaldım, sonra baktım ki birşey gelip kuyunun üstündekileri attıAyağını kuyuya sarkıttıSanki bana, lisan-ı hâl ile 'ayağıma yapış' diyor ve bunu anladığım bir uğultu içerisinde bana haykırıyorduBunun üzerine ayağına tutundumBeni çekip dışarı çıkardıBir de ne göreyim! Yırtıcı bir hayvan! Böylece beni bırakıp gittiSahibi görünmeyen gizli bir ses şöyle dedi: 'Ey Hamza! Bu daha güzel değil midir? Seni şu şiiri okuyarak canavar vasıtasıyla telef olmaktan kurtardık!' Ben şu şiiri okuyarak yürüdüm: 'Senden utanmam aşkımı izhar etmekten beni alıkoyduFakat sen anlayışınla beni izhar etmekten müstağni kıldın! Sen benim işimde bana lütfettin! Benim hazır hâlimi gaip hâlime ekleyerek izhar ettinZaten lütûf lütûfla idrâk olunurBana gaibde göründünHatta sanki gayb ile 'muhafaza altındasın' diye bana müjde verdinSeni tazim ettiğimden ötürü, bende bir vahşet olduğu halde, senden gelen lütûf ve şefkatle bana ünsiyet verdiğini gördümSevgide yok olan bir muhibbi sen dirilttin! Ölümle beraber hayatın oluşu ha! Doğrusu bu bir acaipliktir'.

Bunlar gibi birçok vâkalar vardırNe zaman ki Allah'a olan îman kuvvet bulur, buna göğsün daralması olmaksızın, bir haftalık açlığa tahammül etme kudreti de eklenirse ve eğer bir hafta zarfında sana rızkını göndermezse, mutlaka Allah'ın yanında ölüm senin için daha hayırlıdırBu husustaki îmanın kuvvet bulursa, bu hâl ve müşahedelerle tevekkül tamamlanırAksi takdirde asla tevekkül tamamlanmaz.

19) Sus Ahvaz'da bir yerin adıdır.

20) Ebû Nuaym, Hilye, (İbn-i Abbâs'tan)

TEVHÎD VE TEVEKKÜL konusu devamı;