15 - ÜLFET, KARDEŞLİK VE SOHBET |
Giriş
Hamd, kullarının seçkinlerini fazilet ve ihsanıyla özel iltifatlarına mazhar kılan Allah'a mahsustur.
O Allah ki, o kullarının kalpleri arasında ülfet meydana getirmiş, onlar da o sayede onun nimetiyle kardeş olmuşlardır. Onların kalplerinden kin ve nefreti söküp atmış, böylece onlar dünyada dost ve sırdaş olmuşlardır. Âhirette de refik ve dost olacaklardır.
Hazret-i Muhammed Mustafa'ya, âline ve ashâbına salât ve selâm olsun! O ashâb ki, Hazret-i Muhammed'e tâbi olmuş, fiil, adalet ve ihsanda onun yolunu takip etmişlerdir.
Allah için sevmek ve Allah'ın dininde kardeş olmak ibadetle rin en faziletlilerindendir. Âdetleri yerine getirmek de, itaat ve iba detlerden istifade edilenin en latif ve zarifidir. Bu sevişmenin bir takım şartları vardır. İnsanoğlu ancak o şartlara riayet ederek sevişir, Allah yolunda birbirlerini sevenlerin zümresine katılırlar. Yine bu birbirini sevmede birtakım haklar vardır. Kardeşlik, onları gözetmekle, bulanıklıkların şüphesinden ve şeytanın vesveselerinden kurtulur. Bu nedenle bu kardeşliğin haklarını yerine getirmekle insanoğlu Allah'a yakınlaşır. Şimdi o hakları göreceğiz.
Birinci Bölüm: Dostluğun ve kardeşliğin fazileti, şartları, dere celeri ve faydaları
İkinci Bölüm: Sohbetin hakları, âdâbı, hakikati ve gerekleri
Üçüncü Bölüm: Müslümanın, mahremin, komşunun, mal ve mülkiyetin hakları ve bu kimselerle nasıl muâşeret edileceği
15-1
Ülfet ve Kardeşliğin Fazileti, Şartları, Dereceleri ve
Ülfet ve Kardeşliğin Fazileti
Ülfet güzel ahlâkın meyvesidir. Ayrılık ise kötü ahlâkın (acı) meyvesidir. O halde, güzel ahlâk, sevişme, anlaşma ve birleşmeyi gerektirir. Kötü ahlâkın bozuşma, itişme ve kakışmayı gerektirdiği gibi. . .
Ne zaman ki, kök güzel ise meyvesi de güzel ve tatlı olur. Güzel ahlâkın dindeki fazileti, gizli birşey değildir. Allahü teâlâ'ın, rasûlüne övgü olarak gösterdiği ahlâk, güzel ahlâktır.
Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. (Kalem/4)
Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
İnsanların cennete girmelerine en fazla yardım eden şey, takvâ ve güzel ahlâktır!1
Usame b. Şerik der ki: Hazret-i Peygamber'e 'İnsanoğluna verilen şeylerin en hayırlısı nedir?' diye sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Güzel ahlâk'. 2
Yine Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. 3
İnsanoğlunun terazisine konan en ağır şey güzel ahlâktır. 4
Allahü teâlâ ateşe yedirmek için herhangi bir kişinin ya ratılışını ve huylarını güzelleştirmiş değildir; yani böyle ya rattığını ateşe yedirmez. 5
Hazret-i Peygamber bir keresinde Ebû Hüreyre'ye 'Ey Ebû Hüreyre! Güzel ahlâka yapış ve ondan ayrılma!' buyurdu. Ebû Hüreyre 'Ey Allah'ın Rasûlü! Güzel ahlâk nedir?' diye sorduğunda da 'Sen Sıla-i rahmini kesen bir kimsenin sıla-i rahmim kesme. Sana zulmedeni affet. Seni mahrum edip vermeyene ver' diye cevap verdi. 6
İyi ahlâkın meyvesinin ülfet ve vahşeti ortadan kaldırdığı gizli birşey değildir. Kök güzel oldukça verdiği meyve de güzel olur. Nasıl böyle olmasın? Oysa ülfeti övmek hususunda hadîsler bile vârid olmuştur. Hele sevlenlerin arasındaki bağ, takva, din ve Allah sevgisi olursa. Bu husus hakkında yeterli ve kanaat verici derecede ayetler, hadîsler ve eserler vârid olmuştur.
Âyet-i Kerîmeler
Allahü teâlâ ülfet nimetiyle halka büyük minnetini izhar ederek şöyle demiştir:
Eğer yeryüzünde olanların hepsini verseydin yine de onların kalplerinin arasını birleştiremezdin. Fakat Allahü teâlâ onların kalplerini birleştirdi. (Enfal/63)
Düşünün ki, cahiliyye devrinde birbirinize düşmanken o sizin kalpleriniz arasında ülfet ve sıcaklık meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz. (Âl-i İmrân/103)
Allahü teâlâ, ülfeti methettikten sonra ayrılığı kötüleyerek insanları ondan sakındırmıştır:
Hep birden Allah'ın dinine sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın. Allah'ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliye devrinde birbirinize düşmanlarken o sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık) meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da Allah İslâmnız sebebiyle o ateşe düşmekten sizi kurtardı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, doğru yola eresiniz. (Âl-i İmrân/103)
Hadîsler
Sizin bana (kıyâmette) meclis bakımından en yakınınız, ah lâk bakımından en güzellerinizdir. O kimseler ki, yumuşak ahlâklıdırlar. Kendileriyle arkadaşlık yapan, kendilerinden istifade ettiği gibi, onlardan eziyet de görmez. Onlar öyle kimselerdir ki, dost olurlar ve dost edinirler. 7
Mü'min bir kimse sever ve sevilir. Sevmeyen ve sevilmeyen bir kimsede ise hayır yoktur. 8
Diğer bir hadîste dinde tahakkuk eden kardeşliğin medh-u se nası şöyle yapılmaktadır:
Allah bir kimseye hayır irade etmişse, ona salih bir dost na sip eder, O unuttuğu zaman salih dostu hatırlatır ve ikaz eder. Zikrettiği zaman yardımda bulunur. 9
İki müslüman kardeş karşılaştıkları zaman onların misali tıpkı iki elin misaline benzer. O ellerin herbiri diğerini yıkamaktadır. İki Mü'min bir araya geldiğinde muhakkak ki, Allahü teâlâ her birine arkadaşından hayır nasip eder. 10
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) din yolundaki kardeşliği teşvik ederek şöyle demiştir:
Herhangi bir kimse Allah yolunda bir kardeş edinirse Allahü teâlâ o kardeşliği edineni cennette bir derece yükseltir. Oysa o dereceye o başka bir ameliyle hiçbir zaman nail olamaz. 11
Ebû İdris Havlanî'nin12 Muaz b. Cebel'e 'Ben Allah rızası için seni seviyorum' demesi üzerine Muaz ona şu cevabı vermiştir: 'müjde sana! Ben Allah'ın Rasûlü'nden (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dinlemiştim':
Kıyâmet gününde yüzleri ayın ondördü gibi pırıl pırıl parla yan birtakım insanlar için arşın etrafında kürsüler konur. O günde halk hesap dehşeti içindedir, onlar ise ürkmezler; halk korkar onlar ise korkmazlar. Onlar Allahü teâlâ'nın korkmayan ve üzülmeyen velî kullarıdır'. Allahın Rasûlü'ne 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?' diye sorulunca, şöyle cevap verdi: 'Bunlar Allah yolunda sevişenlerdir13
Ebû Hüreyre bu hadîsi şöyle rivâyet eder:
Arşın etrafında nurdan yapılmış minberler vardır. O min berlerin üzerinde elbiseleri nûr ve yüzleri nur olan bir ka vim oturmaktadır. Bu oturanlar ne peygamber ve ne de şehiddirler. Fakat peygamberler de şehidler de onların ha line gıpta ederler'. Allah'ın Rasûlü'ne 'Ya Rasûlüllah! Onların vasıflarını bize söyle!' denildi. Rasulullah da şöyle dedi: 'Onlar Allah yolunda sevilenler. Allah için bir arada oturanlar ve Allah için biri diğerini ziyaret edenlerdir'. 14
İki kimse Allah yolunda seviştikleri takdirde, arkadaşını en fazla seveni Allah daha fazla sever. 15
Deniliyor ki: Allah yolunda kardeş olan iki kişiden birisinin makamı diğerinin makamından daha yüksek olduğu zaman öbürü de onunla beraber onun makamına yükselir. Nasıl ki zürri yetler ebeveynlerine, aile efradının birisi diğerine iltihak ediyorsa, öylece mertebece eksik olan kardeş, mertebece yüksek olan kardeşe iltihak eder. Çünkü Allah yolunda elde edilen kardeşlik, doğum yo luyla gelenden az değildir. İşte Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Dünyada îman edenleri ve hürriyetleri de îman edip kendile rine uyanları (âhirette) zürriyetlerine kavuştururuz. Onları da baba ve dedeleri gibi cennete koyarız ve derecelerini yük seltiriz. Bununla beraber (baba ve dedelerinin) amellerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır. (Tûr/21)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) de bir hadîsinde şöyle demiştir:
Allahü teâlâ der ki: Benim muhabbetim benim için biri diğerini ziyaret edenlere hak oldu. Benim için sevişenlere muhabbetim hak oldu. Benim için birbirlerine hediye verenlere muhabbetim hak oldu ve yine muhabbetim, benim için yardımlaşanlara hak oldu. 16
Allahü teâlâ kıyâmet gününde şöyle der: Benim celâlim için sevişenler nerededirler? Bugün onları gölgemde (arşımın gölgesinde) gölgelendiririm. O gün öyle bir gün ki, gölgemden başka bir gölge o günde yoktur. 17
Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları (arşının) gölgesinden başka gölge bulunmadığı günde (arşının gölgesinde) gölge lendirir: a) Adaletle hükmeden devlet başkanı, b) Allah'ın ibadetinde gelişen ve yetişen genç Mü'min, c) Camiden çıktığı zaman camiye dönünceye kadar cami ile bağlı bulu nan kimse, d) İki kişi ki Allah yolunda sevişirler. O sevgi üzerinde birleşir ve onun üzerinde ayrılırlar, e) O kişi ki, tenha bir yerde olduğu halde Allah'ı anar, gözlerinden yaşlar akar, f) O kişi ki, soylu soplu ve güzel bir kadın kendi sini zinaya dâvet ettiği halde 'Ben Allah'tan korkuyorum' diye karşılık verir, g) O kişi ki, bir sadaka verir, fakat sol eli sağ elinin infak ettiğini bilmeyecek kadar onu gizler. 18
Bir kişi Allah yolunda başka bir kişiyi sevdiği için ve onunla bir araya gelip sohbet etmeyi arzuladığı için ziyaret ederse, arkasında bir melek kendisine şöyle seslenir: Sen güzel ol dun! Senin adımların da güzeldir ve cennet de senin için güzel oldu. 19
Bir zat, Allah rızası için bir kardeşini ziyarete gitti. Allahü teâlâ o zatın yolunda bir meleği bekletti. Melek ona şöyle sordu:
- Nereye gidiyorsun?
- Filân kardeşimi ziyaret etmek istiyorum.
- Onun yanında bir ihtiyacın mı vardır?
- Hayır!
- Seninle onun arasında bir akrabalık mı vardır?
- Hayır!
- O, zamanında sana iyilik yaptığı için mi gidiyorsun?
- Hayır!
- Ya niçin gidiyorsun?
- Ben onu Allah için seviyorum da ondan gidiyorum.
- (Bil ki) Muhakkak Allahü teâlâ beni sana gönderdi, ve sana haber veriyor ki; o adamı Allah için sevdiğin için Allah da seni seviyor ve senin için cenneti vacib kılmıştır. 20
Îman kulpunun en kuvvetlisi, Allah yolunda sevgi ve Allah yolunda buğzdur. 21
İşte bunun için kişinin Allah, için buğzettiği ve edeceği düşmanlarının olması farzdır. Nitekim Allah için sevdiği dost ve kardeşlerinin olmasının farz olduğu gibi.
Rivâyete göre Allahü teâlâ peygamberlerinden birine şöyle vah yetmiştir: 'Senin dünyadaki zabitliğin, rahat etmen için; herkesten yüzçevirip bana yönelmen ise, benimle izzet bulduğun içindir. Fakat, benim rızam için düşmanlarımı düşman, dostlarımı dost edindin mi?'
Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Ey Allahım! Beni herhangi bir facirin minneti altında bırakma ki, benden ona muhabbeti rızık olarak vermemiş olasın. 22
Rivâyete göre, Allahü teâlâ kulu ve peygamberi Hazret-i isa'ya şöyle vahyetmiştir: 'Eğer sen bana yer ve gök ehlinin ibadeti kadar ibadet etsen fakat o ibadetin içinde Allah yolunda sevmek ve Allah yo lunda buğzetmek yoksa, o ibadetin seni hiçbir şeyden müstağni etmez'.
Hazret-i isa şöyle demiştir: 'Allah'a günahkârlara buğzetmek sure tiyle yaklaşınız. Allah'ın rızasını günahkârları kızdırmakta arayınız'.
Havariler Hazret-i isa'ya 'Ey Allah'ın emriyle gelen ruh! O halde biz kimlerle oturalım?' diye sordular. Hazret-i isa 'Görünüşü size Allah'ı hatırlatan, konuşması amelinizi artıran, ameli sizi âhirete daha fazla iten bir kimse ile oturunuz' buyurdu.
Rivâyete göre, Allahü teâlâ kulu ve peygamberi Mûsa'ya şöyle vahyetmiştir: 'Ey İmrân'ın oğlu! Uyanık ol! Nefsin için arkadaş ara, fakat arkadaşın benim sevgim üzere sana yardımcı olamazsa, bil ki o senin düşmanındır'.
Rivâyete göre, Allahü teâlâ kulu ve peygamberi Davud'a şöyle vahyetmiştir:
- Ey Dâvud! Ne oluyor ki, seni tek başına ve insanlardan ayrı kalmış görüyorum?
- İlâhî! Senin için halka buğzettim!
- Ey kulum Davud! Uyanık ol! Nefsin için iyi arkadaş ara! Sevgi ve muhabbetimde sana uymayan bir arkadaşla arkadaşlık yapma! Çünkü o senin düşmanındır. Hem de kalbini kamaştıran ve benden uzaklaşmana vesile olan bir düşman. . .
Rivâyete göre, Hazret-i Davud şöyle der:
- Yâ rabbî! Bütün insanların beni sevmesi ve seninle aramın sağlam kalması neyle mümkün olur?
- İnsanlara tabiatlarına uygun düşen hareketlerle muamele et! Benimle kendi aranda da iyilik yap! (İşte böylece isteğine nail olur sun) . (Bazı rivâyetlerde:) 'Dünya ehline dünya ahlâkıyla muamele et. Âhiret ehline de âhiret ahlâkıyla muamele et!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Allah nezdinde sizin en sevimliniz o kimselerdir ki, severler ve sevilirler. Muhakkak en kötüleriniz de gıybeti gezdirenler, dostların arasını bozanlardır. 23
Allahü teâlâ'nın, yarısı ateş ve yarısı da kardan olan bir meleği vardır. O melek şöyle dua eder: Ey Allahım! (Nasıl ki, benim bedenimde) kar ile ateşi bir araya getirip aralarında ülfet varetmişsen, öylece salih kullarının kalpleri arasında da ülfeti yarat. 24
Herhangi bir kul Allah yolunda bir kardeş edindiği takdirde Allahü teâlâ ona cennette bir derece ihsan eder. 25
Allah yolunda sevişenler, kızıl yakuttan yapılmış bir direk üzerinde dururlar. O direğin tepesinde yetmiş bin köşk vardır. O köşklerde duranlar yukarıdan cennet ehline ba karlar. Onların güzelliği, cennet ehline güneşin dünya eh line parladığı gibi görünür. Cennet ehli derler ki: 'Gelin gi delim! Allah için dünyada sevişenleri seyredelim'. Bu bakımdan onların güzellikleri cennet ehline güneşin par laması gibi parlar. Onların sırtında yemyeşil sündüsten bi çilmiş elbiseler vardır. Onların alınlarında 'Allah yolunda sevişenler' yazılıdır. 26
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazret-i Ali şöyle demiştir: Kardeş edininiz. Zira kardeş edinmek, dünya ve âhirette, azıktır. Siz cehennem ehlinin şu sözlerini işitmediniz mi? 'Bizim için şefaat edenler ve yakın bir dost yoktur'. (Şuara/100-101)
Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim! Eğer ben hiç bozmadan bütün gün oruçlu olsam, hiç uyumadan bütün geceyi ibadetle ihyâ edip, malımı herşeyden kısıp Allah yolunda infak etsem, öleceğim gün kalbimde Allah'a itaat edenlere karşı sevgi, Allah'a isyan edenlere karşı da buğz yoksa benim bütün yaptıklarımın zerre kadar faydası yoktur'.
İbn Semmak27 ölümü esnasında şunları söylemiştir:
'Ey Allahım! Biliyorsun ki, ben sana isyan ettiğim zaman sana itaat edeni seviyordum. İşte benim bu sevgimi sana yaklaşmama vesile kıl!'
Hasan-ı Basrî ise İbn Semmak'ın tam tersine şöyle demiştir: "Ey Âdem oğlu! Sakın 'kişi sevdiğiyle beraberdir' sözü seni aldatmasın! Çünkü sen iyiler zümresine ancak onlar gibi amel edersen girebi lirsin. Zira yahûdî ve hristiyanlar da Allah'ın peygamberlerini severler. Oysa onlarla beraber değildirler'. Hasan-ı Basrî'nin bu sözü işaret eder ki, salih kimselere hiç olmazsa birtakım amellerinde uymayan bir kimsenin mücerret sevgisi fayda verici değildir.
Fudayl b. Iyâz bir konuşmasında şöyle demiştir: 'Sen Firdevs-i Âlâ da durup peygamberler, sıddikler, şehidler ve salihlerle beraber Allah'ın komşusu olmak mı istiyorsun? Acaba yaptığın hangi amelle bunu istiyorsun? Acaba bunun için hangi şehvetini terket tin? Acaba yuttuğun hangi öfkenle bunu talep ediyorsun? Acaba kesilen hangi sıla-i rahinıi yerine getirdin de bunu istiyorsun? Acaba kardeşinin hangi sürçmesini affettin de bunu istiyorsun? Acaba Allah için hangi yakınını kendinden uzaklaştırdın da veya Allah için hangi uzak insanı kendine yaklaştırdın da bunu istiyor sun?'
Rivâyete göre, Allahü teâlâ Hazret-i Musa'ya şöyle vahyetmiştir:
- Ey Musa! Benim için hangi ameli yaptın?
- Ya rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim.
- Namaz senin için delildir. Oruç senin için koruyucu bir kalkandır. Sadaka senin için gölgedir. Zekât senin için nûrdur. O halde bütün bunlar senindir. Benim için hangi ameli yaptın?
- Ya rabbî! Sadece senin için olan bir ameli bana öğret.
- Ya Musa! Acaba benim bir dostuma hiç dost oldun mu? Acaba benim yolumda hiçbir düşmana düşman oldun mu?
Bunun üzerine Hazret-i Mûsa bildi ki, amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.
İbn Mes'ûd şöyle der: 'Eğer bir kişi, Kâbe'nin rükün ve makam denilen yerlerinin arasında durup yetmiş sene Allah'a ibadet etse, muhakkak Allahü teâlâ onu kıyâmet gününde sevdikleriyle beraber haşreder'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Fasık bir kimseyi reddetmek, ondan alakayı kesmek Allaha yaklaşmak demektir'.
Bir kişi Muhammed b, Vası'a şöyle der:
- Ben Allah rızası için yeni seviyorum.
- Madeni O'nun için beni seviyorsan, O da seni sevsin!
Sonra yüzünü çevirerek şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Senin için halk tarafından sevilip ve aynı zamanda senin de sevmediğin bir kulun olmaktan sana sığmıyorum'.
Bir kişi Dâvud Tâi'nin28 huzuruna girdiğinde, Davud ona sorar:
- İhtiyacın nedir?
- Seni ziyaret etmek.
- Şüphesiz beni ziyaret ettiğinden ötürü bir hayır işledin. Fakat bana 'sen de kim idin ki ziyaret edildin' denildiği zaman bak başıma geleceklere. . . Bana 'sen zahidlerdenmisin?'denilse, değilim! 'Âbidlerden misin?' denilse, değilim! 'Salihlerden misin? denilse, değilim!
Bunları söyledikten sonra başladı kendi kendini azarlamaya sonra şöyle dedi:
- Ben gençlik zamanımda fasıktım. İhtiyar olduğum zaman riyâkar oldum. Allaha yemin ederim, riyakâr bir kimse, fasık bir kimseden daha kötüdür.
Hazret-i Ömer şöyle demiştir: 'Herhangi birinize kardeşinizin sev gisi isabet ettiği zaman ona yapışsın. Zira bu sevgi çok az isabet eder'.
Mücâhid şöyle demiştir:29 'Allah için sevişenler bir araya gel dikleri zaman biri diğerinin yüzüne tebessüm ederse, kış mevsi minde kuruyup dallardan düşen yapraklar gibi günahları dökülü verir.
Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Kişinin sevgi ve şefkat yoluyla müslüman kardeşinin yüzüne bakması ibadettir'.
1) Tirmizî ve Hâkim
2) İbn Mâce, (sahih bir senedle)
3) İmâm-ı Ahmed, Beyhakî ve Hâkim
4) Ebû Dâvud ve Tirmizî
5) İbn Adiyy, Taberânî ve Beyhakî
6) Beyhâkî, Şuab'ul-Îman
7) Taberânî, (Câbir'den zayıf bir senedle)
8) Ahmed, Taberânî ve Hâkim
10) Sülemi ve Ebû Mansur ed-Deylemî
11) İbn Eb'id-Dünya, (Enes'ten)
12) Adı Aizullah b. Abdullah b, Amr'dır, Abdülmelik'in hilâfeti zamanında Şam'da kadılık yaptı. İbn Main ve başka âlimler Ebû İdris'in H. 80 senesinde vefat ettiğini söylemişlerdir.
13) İmâm-ı Ahmed ve Hâkim
14) Nesâî, Sünen-i Kübrâ
15) İbn Hıbbân ve Hâkim
16) Ahmed ve Hakim
17) Müslim
18) Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
19) İbn Adiyy, (Enes'ten) ; Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebû Hüreyre'den)
20) Müslim
21) Ahmed, (Berra b. Azib'den)
22) Daha önce geçmişti.
23) Taberânî, Evsat, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle)
24) İbn Hıbbân, Kitab'ul Azme (Muazb. Cebelden ve irbad b. Sariye'den zayıf bir senedle)
25) İbn Eb'id-Dünya, (Enes'ten)
26) Hakim-i Tirmizi Nevadir, (İbn Mes'ûd 'dan zayıf bir senedle)
27) İsmi Muhammed b. Sebih, künyesi Ebul-Abbas'tır. Bağdad'da meşhur bir vâizdi.
28) Kûfeli Nusayr'ın oğludur. Fakih ve zâhid olan bu zat, H. 165 senesinde vefat etmiştir.
29) Tâhinidendir. Özellikle Tefsir ilminde güvenilir bir imamdır. Seksen üç yaşındayken II. 100 senesinin başında vefat etmiştir.
Allah Yolunda Kardeşliğin Mânâsı ve Dünya Yolundaki Kardeşlikten Farkı
Allah yolunda sevmek ve Allah yolunda buğzetmek, çözülmesi gayet güç olan bir konudur. Ancak bizim zikrettiğimiz hakikatlerle bunun üzerindeki perde kaldırılabilir.
Bu hakikatler de şunlardır: Sohbet ya ittifakla veya irade ile vaki olmak üzere iki kısımdır. İttifakla vâki olan sohbet komşuluk sebebiyle veya mektepte bir araya gelmek sebebiyle veya medresede, çarşıda, sultanın kapısında veya seferlerde bir araya gelmek sebebiyle olan sohbet gibi. Sohbetin bilerek ve tercih edilerek yapılan kısmı ise, açıklamasını yapmak istediğimiz kastında olduğumuz kısımdır. Çünkü dinde kardeşlik şüphesiz ki sohbetin bu kısmına dahildir. Zira insanoğlu ancak ihtiyarî fiillere teşvik edilir. Sohbet bir arada oturmak, karışmak ve komşuluk yapmaktan ibarettir. Bu işlerde insanoğlu ancak herhangi bir kimseyi sevdiği zaman onu ister. Zira sevilmeyen bir kimseden korunur ve uzaklaşır. Sevilen bir kimseye gelince. . . O ya zatından dolayı sevilir. Zatından başka her hangi bir hedefe varılmak için değil, sadece zâtı için sevilir veya onunla herhangi bir hedefe varılmak için sevilir. Varılmak iste nen o hedef de ya dünya ve dünyanın lezzetlerinden biridir veya Allah ve âhiretle ilgilidir. İşte bunlar dört kısımdır:
I. İnsanı zâtından ötürü sevmek. Bu tür bir sevgi mümkün dür. O insan haddi zatında senin nezdinde sevimli olabilir. Şu mânâ ile ki sen onu görmek, onu tanımak ve ahlâkını müşahede etmekle zevk alırsın. Çünkü onu güzel görürsün. Zira her güzel onun güzelliğini idrâk eden bir kimse için lezzetlidir ve her lezzetli sevilir. Lezzet de güzel görmeye tâbidir. Güzel görmek ise münase bet, uygunluk ve tabiatlar arasındaki yakınlığa tâbi olur. Sonra o güzel görünen, ya adamın zâhirî sureti olacaktır bundan gayem yaradılışın güzelliğidir veya bâtınî sureti olur. Zâhirî suretinden kastım yaratılışının güzelliğidir. Bâtınî suretinden ise, aklının mükemmelliği ve ahlâkının güzelliğidir. Güzel ahlâkın ar kasından güzel fiillerin geldiğinde şüphe yoktur. Kâmil aklın ar kasından da bol ilim gelmektedir. Bütün bunlar selim bir tabiat nezdinde güzeldir. Müstakim bir akıl nezdinde mergubdur. Her güzel görünenden ise lezzet alınır ve sevilir. Belki kalplerin yakınlaşmalarında bundan daha kapalı bir şeyler vardır. Zira ba zen sevgi, surette güzellik olmaksızın iki şahsın arasında oldukça derinleşir. Oysa ne yaratılışta ne de ahlâkta hiçbir güzel tarafı yok tur. . . Fakat bu derin sevgi, ülfet ve uygunluğu gerektiren gizli bir münasebetten kaynaklanır. zira bir şeyin benzeri tabı olarak ona meyleder. Bâtınî benzerlik ise, gizlidir. Onların ince sebepleri vardır. O sebeplere muttali olmak beşerin kuvveti dahilinde değildir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu şöyle tabir etmektedir:
Ruhlar derlenmiş, toplanmış ve çeşitli kısımlardan meydana gelmiş askerlerdir. Onlardan tanışanlar anlaşırlar. Aralarında yakınlık kurarlar. Onlardan birbirine uygun düşmeyenler ise, ihtilâfa düşerler. Birbirinden nefret ederler!30
Bu bakımdan uygunsuzluk, ayrılığın neticesidir. Uygunluk ise tasarruf ile tabir edilen münasebetin neticesidir. Hadîs, bazı rivâyetlerde şöyledir:
Ruhlar çeşitli kısımlardan derlenmiş ordulardır. Bir araya gelirler. Havada koklaşırlar. 31
Bir kısım âlimler bunu şöyle anlatmışlardır: Allahü teâlâ ruhları yarattı ve onları ayırdıkça ayırdı ve Arş'ın etrafında ziyaret ettirdi. Aynı şeyin iki parçasından yaratılmış iki ruh orada tanıştı ve birleştiler, dünyada da bunu devam ettirdiler.
Nitekim, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mü'minlerin ruhlarından ikisi, aralarında bir günlük me safe olduğu halde birleşirler. Oysa biri diğerini hiç görmüş değildir. 32
Rivâyet ediliyor ki, Mekke'de bir kadın vardı. Kadınları güldü rüyordu. Medine-i Münevvere'de de aynı işi yapan diğer bir kadın vardı. Bir ara Mekkeli kadın Medine'ye geldiğinde, Hazret-i Âişe'nin hücresine gidip onu güldürdü. Âişe validemiz ondan nerede misa fir olduğunu sorunca, Âişe validemize arkadaşı olan Medineli hanımın misafiri olduğunu söyledi. Bunun üzerine Hazret-i Âişe şöyle dedi: "Allah ve Rasûlü doğru söyledi. Hazret-i Peygamber 'Ruhlar çeşitli sınıflardan derlenmiş askerlerdir' buyurmuştu".
Bu husustaki hakîkat şudur: Müşahedeler ve tecrübeler şahitlik ederler ki, münasebet olduğu zaman ülfet vardır. Tabiatlar ve ahlâklarda, zâhir ve bâtında uygunluk ve münasebet anlaşılan birşeydir. O münasebeti gerektiren sebeplere gelince. . . Beşerin o sebeplere muttali olmaya gücü yetmez. Müneccimin hezeyanının en kabası şöyle demesidir: 'Kişinin talihi, başkasının talihinin altıgeni veya üçgeni üzerine olursa işte bu bakış muvafakat ve sevgi bakışıdır. Bu bakımdan münasebet ve sevişmeyi gerektirir. Eğer kişinin talihi diğerinin talihinin karşısında veya dörtgeninde ise o vakit buğzetmek ve düşmanlık gütmeyi gerektirir!'
Müneccimin bu sözündeki müşkilât, bunun Allahü teâlâ'nın gökler ve yerdeki âdeti içerisinde cereyan ettiğine inanıyorsa mü nasebetin aslındaki müşkilâttan daha fazla olur. Bu bakımdan sır ve hikmeti beşer için belli olmayan bir konuya dalmanın hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bize ilimden pek az birşey verilmiştir. Daha önceden söylediğimiz gibi, bu teşvik etmekte deneme ve müşahede bize kâfi gelir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Eğer bir Mü'min, bir meclise girerse, o mecliste yüz tane münafık ve bir tek Mü'min bulunursa, muhakkak ki, o gi ren Mü'min gelir, ta öbür Mü'minin yanma oturuncaya ka dar ilerler. Eğer bir münafık, içinde yüz tane Mü'min ve tek bir münafık bulunan bir meclise gelirse, o da münafığın yanına oturuncaya kadar meclisi tarar. 33
İşte bu delâlet eder ki, birşeyin benzeri tabi olarak ona meyletmekledir. Her ne kadar o meyleden, meylettiğinin farkında olmasa bile. ,.
Malik b. Dinar der ki: 'On kişiden iki kişi, ittifak edemezler. İttifak eden iki kişiden birisinde bulunan bir vasıf diğerinde bulunursa, o zaman başka İnsan cinsi kuş cinsi gibidir. Kuşların iki çeşidi uçmak hususunda birbirine benzemezler. Meğer ki, aralarında bir uygunluk ve münasebet bulunsun.
Malik der ki: 'Birgün güvercinle beraber bulunan bir kargayı gördüm ve cinsleri ayrı olan bu iki kuşun arkadaşlık yapmalarına hayret ettim. Bunların şekli bir olmadığı halde nasıl ittifak ederler diye düşündüm. Sonra ikisi de uçlu. Bir de ne görelini, ikisi de to pal imiş! İşte onları birleştiren cihet budur!'
Bu sırra binaen hükemadan birisi şöyle demiştir: 'Her insan kendi şekline ünsiyet eder. Nitekim her kuş cinsiyle beraber uçtuğu gibi. . .
İki insan bir zaman arkadaşlık yaparlarsa, hâlleri birbirlerine benzemezse, muhakkak sonunda ayrılırlar. Bu gizli bir mânâdır. Şairler bu mânayı sezmişlerdir. Hatta şairlerden birisi şöyle der: Biri 'Siz nasıl ayrıldınız?' dedi. Ona içinde insaf bulunan bir söz söyledim. O benim şeklimden değildi. Ondan ötürü ayrıldım.
İşte böylece anlaşıldı ki, insan bazen zâtından ötürü sevilir, ne hâli hazırda ne de gelecekte kendisinden umulan herhangi bir fayda için sevilmez. Sadece mücerred münasebet için sevilir. Münasebet de gizli tabiat ve gizli ahlâklardandır. . Güzellik için sevmek, bu kısma dahil olur. Ancak şu şartla ki eğer gaye, bu gü zelliği sevmekten şehvetin giderilmesi değilse. . . Zira güzel suretler haddi zatında lezzet vericidirler. Her ne kadar şehvetin esasının olmadığı takdir edilse bile. . . Hatta güzel meyveler, ışıklar, çiçekler, kırmızı, beyaz elmalar, gürül gürül akan sular ve yemyeşil man zaralara bakmak da lezzet verir. Oysa onların kendilerinde hiçbir gaye ve hedef de yoktur.
Sevginin bu kısmına, Allah için olan sevgi dahil olmaz. Belki bu, tabiatla ve nefsin şehvetiyle olan bir sevgidir. Böyle bir sevgi, Allah'a inanmayan bir insandan tasavvur edilebilir. Ancak böyle bir sevgi kötü bir gayeye bağlı ise, bu sevgi çirkin olur. Mesela şehvetin giderilmesi için güzel suretleri sevmek gibi. . . Bu da o sûretle şehvetin giderilmesi helâl olmayan yerlerde böyledir. Eğer bu güzel suretlere kötü bir gaye ile bakılmazsa böyle bir sevgim bahtır. Ne övülür, ne de tenkid edilir. Zira sevgi ya güzeldir, ya çir kindir veya ne övülür ne de kötülenir mübah bir sevgidir.
II. Sevdiğini zatından dolayı değil, onunla birşey elde etmek için sevmek. Bu sevilen başka bir sevilene bir nevi vesile olur. Sevilene vesile olan şey sevilir. Başkası için sevilen sevgili olamaz. o başkası hakikatte sevgilidir. Fakat sevgiliye götüren yol da güzel olur. İşte bu sırra binaen insanlar altın ve gümüşü severler. Oysa altın ve gümüşün cevherinde bir gayeleri yoktur. Zira ne yenir ne de giyilirler. Fakat ikisi de gayeye götüren vasıtalardır. Bu bakımdan birtakım insanlar vardır ki, altın ve gümüşün sevilmesi gibi sevilirler. Yâni maksuda vesile olduğu için sevilir. Zira seven onu sevmekle bir mertebeye, mala veya ilme sahip olur. Tıpkı kişinin sultanın malından ve mertebesinden faydalanmak veya sultanın nezdinde kendini güzel göstermek için sultanın yakınlarını sevmesi gibi. . .
Sultanın yakınını sever ki, kendisini sultanın kalbine yerleştirip durumunu sultana güzel göstersin. Bu bakımdan esas varılmak istenen hedef, eğer sadece dünyevî bir fayda ise, onun sevgisi Allah yolunda sevmenin kapsamına dahil değildir. Eğer sadece dünya faydası için değilse, fakat onunla ancak dünya kas tediliyorsa, talebenin hocasını sevmesi gibi, bu da Allah için sev menin kapsamından çıkar. Çünkü talebe hocasından ilim tahsil etmek için hocasını sevmeli, yoksa sadece onun şahsını değil. . . Bu bakımdan talebenin, burada gayesi ilim olmalıdır, hoca değil. Eğer talebe ilmi Allah'a yakınlaşmak için istemiyorsa onunla herhangi bir mertebeyi, malı veya halkın gözünde makbûl görünmeyi kaste diyorsa, onun sevgilisi mertebe ve halkın nezdinde makbûl olması olur. İlim ise, bunun vesilesi olur. Hoca ise ilmin vesilesi olur. Öyleyse bunun hiçbir şeyinde Allah için sevmek sözkonusu değildir. Zira böyle bir sevgi, Allah'a îman etmeyen bir kimseden de tasavvur edilebilir. Bu tür sevgi de çirkin ve mübah diye iki kısma ayrılır: Eğer bu sevgiden akran ve emsalini mağlûp etmek, yetimlerin mallarını elde etmek, kadı veya başkasının nüfuzuyla halkı tahakküm altına almak gibi kötü maksatları kastediyorsa böyle bir sevgi çirkindir. Eğer bununla herhangi bir mübahı elde etmeyi kastediyorsa bu sevgi de mübahdır. Şu vardır ki; vesile, hükmüne varılmak istenen maksattan alınır. Çünkü vesile, bu maksada tâbidir. Kendisi müstakil değildir.
III. Sevdiğini zatından dolayı değil, başka maksatla sevmek. Fakat o sevilen başkası da dünyevî lezzetleri için değil, belki uhrevî lezzetleri içindir. İşte bu da açıktır. İçinde kapalılık yoktur. Buna misal, hocasını ve şeyhini seven herhangi bir kimsedir. Bu kimse hocası veya şeyhi vasıtasıyla (eğer sünneti takip eden bir kimse ise) ilim tahsiline, amelin güzelliğine erer. İlim ve amelden gayesi, âhirette kurtulmaktır. İşte böyle bir kimse Allah rızası için sevenler cümlesindendir. Kendisinden ilim öğrendiği ve ona öğrettiği ilim vasıtasıyla da tedris ve tâlim derecesini elde ettiği, o derece vasıtasıyla da gökler âleminde tazim derecesine vardığı için tale besini seven hoca gibi. . .
Zira Hazret-i isa şöyle demiştir: 'Bir kimse ki bi lir, bildiğiyle amel eder ve bildiğini öğretirse böyle kimse gökler âleminde büyük diye çağrılır. Öğretmek ise, ancak öğrencinin bu lunmasıyla mümkündür. Bu bakımdan öğrenci, bu dereceyi elde etmeye vasıta olur. Eğer bu dereceyi elde ettiren vasıta olduğundan dolayı hoca, talebesini severse çünkü o talebenin göğsünü tarla yapıp o tarlaya gökler âleminde büyüklük mertebesine varmak için gereken tohumu ekmiş bulunuyor böyle hoca Allah için seven bir kimse olur. Allah için mallarını sadaka veren, misafirleri topla yan, onlara garip ve lezzetli yemekler hazırlayan, bütün bunları Allah'a yakınlaşmak için yapan bir kimse de güzel yemekler pişiriyor diye aşçıyı severse, bunun sevgisi de Allah yolunda sevgi besleyenlerden olur. Böylece sadakasını müstahak kimselere ulaştıran bir kimseyi seven de onu Allah için sevmiş olur. Biz buna bir ilavede bulunarak deriz ki; elbisesini yıkamak, evini süpürmek, yemeğini pişirmek suretiyle kendisine hizmet eden bir kimseyi sevdiği ve böyle bir kimsenin sayesinde ilim tahsiline, Allah'a yö nelme imkânına sahip olduğu zaman, gayesi de böyle bir kimseyi bu yerlerde çalıştırmakla ibadete imkân bulmak ise, bu da Allah için seven olur. Biz şunu da ilave edelim ki, kendisine malından infak eden, elbisesiyle, yemeğiyle, meskeniyle ve dünyada kastedi len bütün imkânlarıyla kendisine yardımda bulunan bir kimseyi sevdiği zaman, gayesi de bütün bunlarla ilim tahsiline, Allah'a yaklaştırıcı amelleri yapmaya imkân bulmak ise, bu kimse de Allah için sevendir.
Çünkü selef-i salihînden bir cemaat, servet sahiplerinin kendilerine nafaka vermesine razı olup ilim ve amel tahsilinde bulunmuşlardır. Böylece veren de, alan da Allah için sevilenler zümresinden olur. Biz şunu da ekleyerek deriz, ki, saliha bir kadınla şeytanî vesveselerden korunmak için, o kadının vasıtasıyla dinini korumak gayesiyle evlenen ve hanımını bu dinî hedeflere vesile olduğundan ötürü seven bir kimse Allah için sevendir. İşte bunun için çoluk çocuğa yapılan infak, hatta hanımın ağzına uzatılan lokmadan ötürü büyük ecir ve sevaplar olduğu hakkında çeşitli haberler varid olmuştur. 34
Deriz ki, Allah sevgisiyle ve onun rızasını kazanmak, âhiret evinde O'na kavuşmayı sevmekle şöhret bulan herhangi bir kimse başka birini sevdiği zaman, yine Allah için seven bir kimse olur. Çünkü böyle bir kimsenin herhangi bir şeyi sevmesi tasavvur olu namaz, meğer ki, sevdiği şeyin esas sevgilisi olan Allah'ın rızasına uygunluk ve münasebeti olsun. Kişinin kalbinde iki mu habbet (Allah ile dünya muhabbeti) birleştiği zaman, bir şahısta iki mânâ birden birleştiği zaman, hatta bu şahıs o sevgi ile Allah'a da, dünyaya da tevessül etmeye elverişli ise, iki işe de elverişli olduğundan onu sevdiği zaman, seven kimse Allah için sevenler zümresinden olur. Örneği, kendisine dini öğreten ve dünyevî işlerini gören hocasını seven bir talebedir. Talebe, hocasını şu bakımdan sever: Hocası dünyayı aramaktan kalbini kurtarmış ve âhiret saadetini de kendisine bahsetmiştir. Bu bakımdan hocası bu iki şeye de vesiledir. O halde hocasını seven bir kimse, Allah için seven bir kimse olur. Allah için sevginin şartı, dünyada hiçbir haz ve nasibi sevmemesine bağlı değildir. Çünkü peygamberler (aleyhisselâm) duayı emrettiler. Oysa duada dünya ve âhiret bir araya gelmiştir. Onların şu sözleri bu cümledendir: 'Ey rabbimiz! Dünyada bize ha sene ver ve âhirette de bize hasene ver'.
Hazret-i isa duasında şöyle demiştir: Ey Allahım! Benini düşmanımı bana sevdirme! Dostumu benden ötürü mahzun etme. Musibetimi, dinim için kılma. Dünyayı benim en büyük arzum yapma!.
Bu bakımdan düşmanların sevinmesinin defedilmesin dünya haklarındandır. Dikkat edilirse Hazret-i isa 'Dünyayı asla benim arzu ve maksudum kılma' dememiş, aksine şöyle demiştir: 'Onu benim en büyük emelim ve maksudum kılma'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir duasında şöyle demiştir:
Ey Allahım! Dünya ve âhirette kerametinin şerefine yetişmeme vesile olan bir rahmeti senden talep ediyorum. 35
Ey Allahım! Beni dünya ve âhiret belasından kurtarıp afiyete kavuştur. 36
Kısaca âhiretteki saadet sevgisi, Allah sevgisine zıt düşmediği zaman, selâmet, sıhhat, kifayet ve dünyadaki kerametin sevgisi nasıl olur da Allah'ın sevgisine zıt düşer? Dünya ve âhiret iki hal den ibarettir. Biri diğerine pek yakındır. İnsanın yarınki lezzetle rini sevmesi, bugünkü lezzetlerini sevmemesi nasıl tasavvur edilebilir?
Yarının lezzetlerini sevmesi de ancak o yarının sabit bir hâli hazır olacağından ileri gelir. Bu bakımdan sabit olan bir hâl elbette sabit olacak yarın gibi istenmelidir. Ancak peşin isteklerin bazıları âhiret lezzetlerine zıt düşer ve âhiret lezzetlerine zıt düşen isteklerden akıllı bir kimsenin nefret etmesi gerekir. Tabiatiyle değil, aklıyla onu sevmemesi gerekir. Nitekim kişi, padişahın sofrasının lezzetini bilir ve arzu eder, fakat o yemeği yediği zaman elinin kesi leceğini veya boynunun vurulacağını bilirse, bu yemeğe yaklaşabilir mi? O yemeğe yaklaşmaması yemekten hoşlanmadığı için değildir, aksine aklı onu bundan meneder. Bu söyledikleri mizden gaye şudur: Kişi hocasını kendisini okuttuğu ve nafakasını temin ettiği için severse veya talebesini kendisinden öğrendiği ve kendisine hizmet ettiği için severse, her ne kadar bunların biri âcil, diğeri gelecek lezzet ise de yine de böyle bir kimse Allah için sevenler zümresine dahil olur. Fakat bir şartla. . . Eğer adam onu ilimden men ederse veya o adamdan ilim tahsil etmesi zorlaşırsa, bundan ötürü ona karşı sevgisi azalmalıdır. İşte bu durumdan ötürü azalan miktar Allah rızası için olan miktardır ve bu miktara karşılık Allah yolunda sevmenin sevabını almış olur.
Bir insan ki, senin birtakım gayelerin ona bağlıdır, onun hakkında sevgin artarsa, bu durum şer'an münker bir durum değildir. Eğer o gayelerinden bazıları gerçekleşmezse, senin o nis bette sevgin azalır. Eğer isteklerin gerçekleşirse sevgin artar. Bu bakımdan miktarları eşit olduğu zaman senin altını sevmen, gümüşü sevmen gibi değildir. . . Çünkü altın, insanoğlunu gümüşün götürdüğü meşru hedeflerden daha fazlasına götürür. Bu bakımdan gayeye götürdüğü nisbette sevgi artar. Dünyevî ve uhrevî gayelerin bir araya gelmesi de muhal değildir. Böyle bir sevgi Allah için olan sevginin kapsamına girer. Bunun tarifi ve hududu şudur: Bir sevgi ki eğer Allah'a ve son güne îman olma saydı, o sevginin varlığı tasavvur edilemezdi işte o Allah yolunda olan sevgidir. Sevgide olan artış ki, eğer Allah'a îman olmasaydı o artış olmayacaktı, işte o artış da Allah yolunda sevmektendir. Bu her ne kadar cazip ise de az bulunur.
Cüreyrî37 şöyle demiştir: 'İnsanlar birinci asırdan sonra dinle alışveriş yaptılar ve dini zayıflattılar. İkinci asırdan sonra mürüv vet ile uğraşıp onu da zayıflattılar. Ondan sonra korku ve dehşetten başka birşey kalmadı'.
IV. Allah için ve Allah yolunda sevmek. Sevdiği insandan ilim, amel veya onun vasıtasıyla onun ötesinde bulunan bir hedefe varmayı elde etmek için sevmemektir. Sevginin bu derecesi, dere celerin en yücesidir, en ince ve en kapalı derecesidir. Bu tür sevgi de mümkündür. Çünkü sevginin çok olmasının âlemeti şudur: Sevgi, sevgili ile ilgili bulunan herşeye sirayet eder. Uzaktan olsa dahi sevgili ile münasebeti bulunan herşeye geçer. Bu bakımdan şiddetli bir şekilde herhangi bir insanı seven bir kimse o insanın sevdiklerini de sever. Onun dostlarını dost edinir. Ona hizmet edeni sever. Dostunu öveni de sever. Dostunun rızasına koşanı da sever.
Bakıyye b. Velid38 şöyle demiştir: 'muhakkak Mü'min kul, başka mü'min kulu sevdiği zaman, onun köpeğini de sever'. Bu zatın dediği doğrudur. Bu zatın sözünün doğruluğuna aşıkların durumundaki tecrübe şahitlik etmektedir. Şairlerin şiirleri de buna delâlet eder. Bu sırra binaendir ki aşık, sevgilisinin elbisesini yanında muhafaza eder ve onun tarafından bir hatıra olarak gizler. Onun evini, mahallesini ve komşusunu sever.
Hatta Benî Amir kabilesinin mecnunu (ismi Kays'tır) şöyleder:
Ben bir memleketten geçiyorum ve Leyla'nın memleketi gibi o duvarı şu duvarı öpüyorum. Benim kalbimi sarhoş eden memleketin sevgisi değildir. Fakat o memlekette oturanın sevgisidir.
O halde, müşahede ve tecrübe delâlet eder ki, sevgi, sevgilinin zatından, o zatın çevresine de sirayet eder. Fakat bu ancak şiddetli muhabbetin özelliğidir. Bu bakımdan muhabbet ve sevginin mü cerredi ve esası böyle yapmaya yeterli değildir. Sevginin sevgiliden çevresine dağılması, sebeplerine yapışması, muhabbetin çokluğu ve kuvveti sebebiyledir. Ancak bu kuvvet sevgide o genişliği mey dana getirir. İşte Allahü teâlâ'nın sevgisi de böyledir. Onun sevgisi kuvvetlenip kalbe hâkim olduğu zaman kalbi etkisi ve tesiri altına aldığı an, hatta perdeleri keşfetme haddine varıncaya kadar ka bardığında o zaman Allah'tan başka her mevcuda sirayet eder. Çünkü ondan başka her mevcut onun kudretinin eserlerinden bir eserdir. Bir kaideyi külliyedir ki, bir insanı seven o insanın sa natım, yazısını ve bütün fiillerini sever. İyte bu sırra binaendir ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) meyvelerin ilk yetişeni getirildiği zaman, onunla iki mübarek gözünü mesheder, ona ikram eder ve derdi ki: 'Bunun rabbinizle ilgisi pek yakındır'.
Allahü teâlâ’nın sevgisi, bazen onun va'dlerine bağlanan ümidin doğruluğundan ve âhirette beklenen nimetlerine inanmaktan kaynaklanır. Bazen de daha önce vermiş olduğu çeşitli nimetlerinden ileri gelmektedir. Bazen de hiç birşey için değil sa'nm sevgi çeşitlerinin en ince ve en yücesi budur. Bunun tahkiki eğer Allah dilerse Münciyât bölümünün 'Sevgi' bahsinde gelecektir. Allah'ın sevgisi ne şekilde olursa olsun kuvvetlendiği zaman, Allah ile ilgisi bulunan herşeye sirayet eder. Fakat sevginin şiddeti elemin hissedilmesini azaltır ve zayıflatır. Çünkü aşırı derecedeki sevgi, acıyı duyurmayacak bir sevinç meydana getirir. Bu tıpkı sevgilinin vurmasıyla sevinmek gibidir veya içinde bir nevi ceza bulunan bir ısırma gibidir. Çünkü sevginin kuvveti buradaki elemi yok edecek bir ferahın oluşmasına vesile olur, Allahü teâlâ'nın sevgisi bir kavmi öyle bir raddeye çıkarmış ki, bu kavim 'bizim için belâ ile nimet arasında hiçbir fark yoktur' derler: 'Çünkü belâ da nimet de Allah'tan gelir. Biz ancak Allah'ın rızası nerede varsa onunla seviniriz'. Hatta onlardan bazısı şöyle dedi: 'Ben Allah'ın masiyetiyle mağfiretine nail olmayı istemiyorum'.
Semnun39 şöyle demiştir: Yâ rabbi! Senden başkasının vuslatında zevkim yoktur. Bu bakımdan nasıl istersen o şekilde beni dene!
Bu hususun tahkiki Allah'ın izniyle 'Sevgi' bahsinde gelecektir. Maksat şudur: Allah'ın sevgisi kuvvetlendiği zaman, ilim ve amel bakımından Allah'a gereği gibi kulluk eden herkese karşı sevgi meydana getirir. Allah nezdinde sevilen güzel ahlâk veya şeriatın ebedleriyle edeplenmek gibi sıfatlardan birini taşıyan bir kimsenin sevilmesine götürür. Âhireti ve Allah'ı seven Mü'mine gereken şudur: Birisi âlim ve âbid, diğeri câhil ve fâsık olan iki kişiden muhakkak ki âlim ve âbid olana meyletmesi lazımdır. Sonra o meyli, zayıflar veya kuvvetlenir. Yani imanının zafiyet ve kuvvetine göre durumu değişir. Allah'a karşı olan sevgisinin de recesine göre zayıflar veya kuvvetlenir. Bu bahsedilen iki kişi ken disinden uzakta iseler ve ikisinden de dünya ve âhiret için her hangi bir hayır veya şerrin kendisine isabet etmeyeceğini bilse dahi yine de bu meyil meydana gelir. İşte bu meyil, Allah yolunda ve Allah için herhangi bir dünyevî haz olmaksızın sevgi ve mu habbettir. Çünkü bu adamcağız kendisine bahsedilen âlim ve âbid kişiyi Allah'ı sevdiği için sever. Durumu Allah'ın nezdinde Allah'ın rızasını gerektirdiği ve Allah'ı seven bir kul olduğu için sever. Allah'ın ibadetiyle meşgul olduğu için onu sever. Ancak kişi bu sevgide zayıf olduğu zaman, sevgisinin eseri görülmez. Onunla ne bir sevap, ne de bir ecir kazanmaz. Sevgi arttığı zaman, onu öbür adamın gayretkeşliğine, yardımına, nefsi, malı ve diliyle onu müdafaa etmeye zorlar. Halk bu hususta Allah sevgisindeki dere celerine göre derece sahibi olurlar.
Eğer sevgi, derhal veya gelecekte sevgiliden elde edilecek bir hazza matuf ve bağlı olsaydı, o zaman ölmüş âlimler, âbidler, sa habe, tabiîn ve peygamberlerin (aleyhisselâm) sevilmesi tasavvur edilemezdi. Oysa dindar bir müslümanın kalbinde bütün bunların sevgisi saklıdır ve vardır. Bu sevgi, bu zevat-ı kiramın düşmanları, onlardan herhangi birisine sözle tecavüz ettiği zaman o düşmana buğzetmekle belirir ve bilinir. Onları överken iyiliklerini söylerken sevinmekle anlaşılır. Bütün bunlar Allah için sevgidir. Çünkü bu zevat-ı kiram, Allah'ın kullarının en üstünleridir. Bir sultanı veya güzel bir şahsı seven bir kimse, onun yâranlarını ve hizmetçilerini de sever. Onu seveni de sever. Ancak sevgi, nefsin istekleriyle karşılaştırmak suretiyle denenir. Bazen bu sevgi nefsin isteklerine galebe çalar. Öyle ki nefsin hiçbir isteği sevgilinin isteği dışında kalmaz olur. Bu durumu şair şöyle tabir eder: 'Ben onun visalini, o ise benim hicranımı ister. Ben isteğimi onun isteği için terkediyorum'.
Bu mânâyı şu şiir de güzelce ifade etmiştir:
Eğer bize hased edenin dediği sizi razı ediyorsa
Sizi memnun eden elem, bizim için hastalık sayılmaz.
Sevgi, bazen öyle olur ki, ondan ötürü nefsin birtakım istekleri bırakılır, birtakımı da bırakılmaz. Bunun misali; sevgilisine malının yarısını veya üçte birini veya onda birini vermeye nefsi müsamaha gösteren kimse gibidir. Bu bakımdan malların miktarları sevgi ve muhabbetin terazileridir. Zira sevgilinin derecesi an cak ona karşılık terkedilen bir sevgiliyle bilinip ölçülür. O halde kalbinin tamamını muhabbete kaptıran bir kimse için ondan başkası mahbub olamaz, Böyle bir kimse nefsi için hiçbir şeyi tu tamaz. Tıpkı Hazret-i Ebû Bekir gibi. Çünkü o, nefsi için ne ev, ne de mal bıraktı. Gözünün nûru olan kızını Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) nikah yoluyla teslim ettiği gibi, bütün malını da peygamberin yolunda infak etmiştir. 40
İbn Ömer şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber, Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile be raber oturuyordu. Rasûlüllah'ın yanında oturan Sıddîk-ı Ekber'in sırtında bir abâ vardı. O abâyı çeşitli iplerle göğsüne bağlamıştı. O esnada Cebrail geldi. Allah'tan Hazret-i Peygambere selâm getirdi ve dedi ki:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bakıyorum ki Ebû Bekir'in sırtında bir aba var ve abayı iplerle göğsüne bağlamış. . .
- Fetihten önce bütün malını bana infak etti de ondan. . .
- O halde Ebû Bekir'e Allah'tan selâm söyle! Ona de ki, rabbin sana soruyor; 'sen bu fakirlik hâlinde benden razı mısın, değil misin?'
Allah'ın yüce Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) derhal yüzünü Hazret-i Ebû Bekir'e çevi rerek şöyle buyurdu:
- Ya Ebû Bekir! İşte şu Cebrâil'dir. Sana Allah'tan selâm getirmiştir ve Allahü teâlâ soruyor senden; 'sen bu fakirlik hâlinde benden razı mısın, değil misin?'
Bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallahü anh) hüngür hüngür ağlayarak şöyle cevap verdi:
-Ben mi rabbimden razı olmayacağım? Ben rabbimden razıyım! Ben rabbimden razıyım. . .
Bu hadîsten şu netice çıkar ki, herhangi bir kimse bir âlimi veya âbidi veya herhangi bir şahsı ilminden, ibadet veya herhangi bir hayırlı işinden ötürü severse muhakkak onun bu sevgisi Allah yolunda ve Allah için sevgidir. Onun için bu sevgide, sevginin kuv vet derecesi kadar, ecir ve sevap vardır. İşte Allah için buğzetmenin izahı ve derecesi bunlardır. Bununla Allah için buğzetmenin de hakikati açığa kavuşmuş olur. Fakat biz daha da açığa kavuşturmak için meseleyi müstakil olarak ele alıyoruz.
30) Müslim, (Ebû Hüreyre'den) ; Buhârî, (Hazret-i Âişe'den)
31) Taberânî, (Hazret-i Ali'den zayıf bir senedle)
32) Ahmed, (Abdullah b. Amr'dan)
33) Beyhakî, Şitab'ul-Îman
34) Çoluk çocuğa ve hanıma infak etmenin büyük sevaba vesile olduğu daha Önce sözkonusu olmuştu.
35) Tirmizî, (İbn-i Abbâs'tan)
36) Ahmed, (Bişr b. Ertaddan)
37) Cüneyd-i Bağdadi'nin büyük müridlerindendir. Cüneyd'den sonra onun yerine geçmiştir. H. 341de vefat etmiştir.
38) Künyesi Ebû Muhammed'dir. Suriye'nin Humus şehrinde ikamet ederdi. Muhaddislerin büyüklerindendir. Muhaddisliğini Buhârî de tasdik eder.
39) Bazı nüshalarda 'Semnun' yerine 'Şakîk-i Belhi ibaresi vardır.
40) Hazret-i Ebû Bekir'in malını kendi malı gibi Rasûlüllah da kullanırdı. Bu konudaki rivâyetler için bkz. İthaf us-Saade, VI /190
Allah İçin Buğzetmek
Allah için seven bir kimseye Allah için buğzetmek de lazımdır. Çünkü sen, Allah'a itâat ediyor ve Allah nezdinde değerlidir diye bir insanı seversen eğer o insan, Allah'a isyan ederse, Allah'a is yan ettiği ve O'nun nezdinde değersizleştiği zaman da ona buğzetmen gerekir. Herhangi bir kimseyi bir sebepten ötürü sevi yorsa, o sebebin zıddından ötürü de buğzetmesi zaruridir. Bunların ikisi, biri diğerinden ayrılmayan lazım ve melzumlardır. Bu kaide âdetlerdeki buğz ve sevgide daimi bir kaidedir. Fakat sevgi ve buğzun herbiri kalpte saklı bir hastalıktır. Ancak galebe çaldığı zaman, sızar. Sevgililerin birbirine yaklaşması, düşmanların bir birinden uzaklaşması, birbirlerine uygun veya aykırı hareket et meleriyle meydana çıkar. Bu bakımdan ne zaman fiilde bu beli rirse, o fiile dostluk ve düşmanlık adı takılır.
Allahü teâlâ daha önce naklettiğimiz hadîs-i kudsîde kulundan şunu sorar:
Sen benim yolumda herhangi bir dostu dost edindin mi? Herhangi bir düşmana düşmanlık güttün mü?
Bu hakîkat senin için taat ve ibadetinden başka bir tarafı gö zükmeyen bir kimse hakkında apaçıktır. Çünkü sen böyle bir kim seyi sevmeye muktedirsin veya sana kötülüğünden başka birşeyi gözükmeyen kimseyi (düşünelim) : Sen böyle bir kimseye buğzetmeye muktedirsin. Ancak girift ve çözülmez durum şudur: Adamın taat ve ibadetleri günahlarla karıştığı zaman dersin ki: 'Ben bu adam hakkında sevgi ile buğzu nasıl bir arada yürütebili rim. Oysa ikisi zıttırlar. İkisinin meyvesi uygunluk ve muhalefet, dostluk ve düşmanlık da zıttırlar'.
İşte cevap olarak derim ki: Bu durum, beşerî hazlarda müte nakız (zıt) olmadığı gibi, Allahü teâlâ'nın hakkında da zıt değildir. Çünkü bir kişide ne zaman ki birtakım hasletler bir araya gelirse, onların bir kısmı sevilir, bir kısmına da buğzedilir. Sen o kişiyi bir yönden seversin, diğer yönden ona buğzedersin. Bu bakımdan bir kimsenin güzel ve fâsık bir hanımı vardır veya güzel hizmet eden ve zeki bir evlâdı vardır. Fakat bununla beraber fâsıktır. İşte bu kimse bu tip yakınını bir yönden sever, öbür yönden de ona buğzeder. Onunla iki hâl arasında bulunan bir halde olur. Zira adamın biri zeki ve itâatkâr, diğeri ahmak ve asi, üçüncüsü hem ahmak, hem de itâatkâr veya zeki ve asi üç evlâdı farzedilirse böyle bir kimse bu evlâtlarına karşı nefsinin üç değişik durumda bu lunduğunu görür. Onların hasletlerinin değişikliği sebebiyle nef sinin değişikliğini müşahede eder. İşte böylece senin de durumun, fısk u fücurun veya taat ve ibadetin kendisine galebe çalmış olduğu veya bu iki yönden birinin kendisinde bulunduğu bir kimseye izafe ten böyle olmalıdır. Üç değişik mertebe üzerinde olmalıdır. Şöyle ki; onların herbirine kendi durumlarına göre davranman gerekir. Her sıfata; sevgi veya düşmanlıktan hakkı ne ise onu vermeli, ondan tamamen yüz çevirmemelisin.
Soru: Her müslümanın İslâmiyeti ondan sadır olan bir taattir. İslâm'la beraber ben o müslümana nasıl buğzedebilirim?
Cevap: İslâmından ötürü onu sever, masiyetinden ötürü de buğzedersin. Onunla beraber öyle bir durumda olmalısın ki, eğer o durumu bir kâfir veya facirle beraber üzerinde bulunduğun du rumla kıyas edersen iki durumun arasındaki farklılığı derhal idrâk etmelisin. İşte O farklılık İslâm için sevilmesidir ve hakkının yerine getirilmesidir. Allah hakkında tıpkı sana yapılan itaat ve itaatsizlik gibi olmalıdır. Bu bakımdan herhangi bir gaye üzerinde sana muvafakat eden, başka bir gayede sana muhalefet eden bir kimseye, bir konuda iyi, bir konuda kötü davranırsın. Bütün gayelerinde sana uygun hareket eden bir kimseye, yapacağın ikramda göstereceğin fazlalığı bu tip kimseye yapacağın ikramda göstermez ve yine bütün gayelerinde sana muhalefet eden bir kimseye de göstermezsin. Sonra bu orta hareket bazen ihanet ve düşürme tarafına meyleder. Bu da suçun galip geldiğindedir. Bazen de mücamele ve ikram tarafına meyleder. Bu da muvafakatin galebe çaldığındadır. İşte böylece hem Allah'a itaat ve hem de isyan eden bir kimseye karşı takınacağın tavır da böyle olmalıdır.
Soru: Buğzun açığa çıkması ne ile mümkündür?
Cevap: Söz ile yapılan buğzun göstergesi, buğzettiğin kimse ile konuşmaktan dili tutmaktır. Başka bir zamanda da konuşurken şiddet gösterip onu hafife almakla mümkündür. Fiilde ise, bir de fasında ona yardım etmeye koşmayı kesmekle, başka bir zaman onun maksatlarını bozmak ve boşa çıkarmaya çalışmakla müm kün olur. Bu gösterdiğin tavrın bir kısmı diğerinden daha şiddetliolur. Bunlar da buğzettiğin kişiden sadır olan isyan ve fasıklık de recelerine göre değişir. Küçük hatalarına ve yaptığından pişman olduğu bilinen ve üzerinde ısrar etmediği günahlarına gelince. ,. O günahlarda adamın ayıbını örtmek ve hatalarına göz yummak daha evlâdır.
Üzerinde ısrar ettiği küçük veya büyük günaha gelince. . . Eğer bu günahı işleyen adamla aranda sevgi ve arkadaşlık güçlüyse, bunun başka bir hükmü vardır. Bu hüküm ileride beyan edilecektir, Bu hususta âlimlerin çeşitli görüşleri vardır. Fakat aranızda dostluk ve sohbet kuvvetli değilse, buğzettiğini göstermen gerekir. Bu buğzun eseri bazen adamdan uzaklaşmak, adama az iltifat gös termek suretiyle olur veya adamı azarlamak, kendisiyle konuşurken sert şekilde konuşmak suretiyle olur. Bu ikinci suret adamdan uzak durmaktan daha şiddetlidir. Bu da adamdan sadır olan günahın ağır ve hafif olmasına göre değişir. İşte böylece fiilde de iki derece vardır. Biri yardımı ve dostluğu kesmektir. Bu ise, de recelerin en hafifidir, düşmanlıklarda yapıldığı gibi. Böyle yapmak da lazımdır. Fakat meşrû gayelerini ifsad etmek değil de, günah yolunu bozacak şekilde olmalıdır. O günah yolunu kesmekle tesir etmeyen fiillerine gelince, onlara tevessül edilmemelidir.
Buna misal şudur: Adamın biri içki içmek suretiyle Allah'a isyan etmiştir. Aynı zamanda bir kadına talip olmuştur. Eğer o kadınla evlenirse, o kadının malından, güzellik ve mevkiinden istifade ede cektir. Ancak bu kadınla evlenmesi kendisini içkiden alıkoymakta herhangi bir tesir göstermez veya kendisini içki içmeye teşvik de etmez. Bu durumda sen onun yardımına muktedir bulunuyorsan, yardımınla hedefine varıp maksuduna nail olabiliyorsan veya o durumu bozup da hedefine varmasına mani olmaya muktedir bu lunuyorsan, böyle bir kimsenin durumunu bozmak için çalışmaya yetkili değilsin. Ama fasıklığından ötürü buğzettiğini göstermek için kendisine yardım etmeyi terk edersen, bunda da bir sakınca yoktur. Fakat bu yardımı terk etmek de sana farz değildir. Çünkü çoğu zaman ona yardım etmek suretiyle onu yola getirmek niyetini ve ona karşı şefkatli olduğunu gösterirsen, böylece o da senin ken disini sevdiğine inanır ve dolayısıyla nasihatini dinler. Bu ise güzel bir şeydir.
Eğer kendisine yardım etmeni istemezse dahi sen ken diliğinden müslüman oluşunun bir hakkı olarak hedefine var makta kendisine yardım etmeyi uygun görürsen, böyle bir yardım yasak değildir. Hatta daha güzeldir. Eğer onun masiyeti senin veya seninle ilgili bir kimsenin hakkına tecavüz etmek suretiyle olursa. . . İşte bu hususta şu ayet nazil olmuştur:
Bir de içinizde fazilet ve servet sahibi olanlar akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermemek üzere yemin etmesinler, (kusurlarını) bağışlasınlar, aldırmasınlar. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah gafûrdur (çok bağışlayıcıdır) , rahimdir (çok merha metlidir) . (Nûr/22)
Mıstah b. Esase, ifk (Hazret-i Aişe'ye yapılan iftira) olayında konuştuğu için, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) ondan yardımını ke seceğine dair yemin etti. Oysa daha önce ona malen yardım edi yordu. Mıstah'ın günahının büyüklüğüne rağmen bu ayet-i celile nazil oldu. Acaba Rasûlüllah'ın harem-i pakına dil uzatmaktan hangi günah daha büyük olabilir? Hazret-i Âişe gibi Rasûlüllah'ın pak zevcesine dil uzatmak gibi büyük günah olur mu? Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) bu hâdisede öz nefsine saldırılmış gibiydi. Zulmedeni affetmek, kötülük yapana iyilik yapmak, sıddîkların ahlâkındandır. Şunu bil ki; sana zulmedene ihsan etmek güzeldir. Başkasına zulmeden ve ona zulmetmekle Allah'a isyan eden bir kimseye gelince. . . Böyle bir kimseye ihsan etmek iyi birşey değildir. Çünkü zâlime ihsan etmek, mazluma kötülük yapmak demektir. Oysa mazlumun hakkını gözetmek daha evlâdır. Zâlimden yüz çe virmek suretiyle mazlumun kalbini takviye etmek, zâlimin kalbini takviye etmekten daha fazla Allah'ın hoşuna gider. Ama mazlum isen, senin için en güzeli affetmek ve zâlimden yüzçevirmektir.
Selef-i sâlihînin günahkârlara karşı buğzlarını göstermekte yolları değişikti. Fakat hepsinin ittifak ettiği bir nokta vardı. O da zâlimlere ve bid'atçılara buğzetmeyi ilan etmekti. Başkasının hakkına tecavüz etmek suretiyle Allah'a isyan eden herkesten nefret etmekti. Ama öz nefsinde Allah'a isyan eden bir kimseye ge lince. . .
Seleften bazıları bu gibi asilerin hepsine rahmet gözüyle bakmıştır. Bazıları da şiddetle hücum edip onları terketmeyi tercih etmiştir. Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) ümmetin büyüklerini dahi ilahî nizama uygun düşmeyen bir kelimeyle terkediyordu. Hatta Yahya 1) . Main gibi bir imamı 'Ben hiç kimseden birşey istemiyorum, eğer Sultan bana birşey getirirse onu da kabul ederim' dediğinden dolayı terketmiştir. Haris Muhâsibi mutezile aleyhinde kitap yazdığı için İmâm-ı Ahmed onu terkederek şöyle demiştir: 'Sen önce onların şüpheye düşdüğü noktaları açıklamalıydın. Halkın o noktalarda düşünmesini sağlamalıydın. Sonra o noktaların hatalı olduğunu belirtip onların görüşlerini reddetmeliydin'.
Ebû Sağîr (İmâm-ı Şâfiî'nin talebesidir) 'Allah, Adem'i kendi sûretinde yarattı'41 hadîsini te'vil ettiği için İmâm-ı Ahmed onu da terketti. Bu durum, niyete göre değişen bir durumdur. Niyet de hâle göre değişir. Kişi, insanların acziyetini ve takdir önündeki durumlarını düşünerek buğz ve düşmanlıkta temkinli davranarak müsamaha gösterir. Bunun da caiz olan tarafı vardır. Fakat bu durum, bazen nemelazımcılık ve yağcılıkla karıştırılır.
Günahlara göz yummaya sevkeden sebeplerin çoğu neme lazımcılık ve kalplerin kırılmamasmı gözetmektir. Kalplerin kırılmasından ve ürkmesinden korkmaktır. Bazen de şeytan, ah mak kişiyi yağcı olduğu halde 'rahmet gözüyle bakıyorsun' diye aldatır. Bunun mihenk taşı şudur: Eğer cani kendisinin özel hakkına tecavüz ediyorsa ona rahmet gözüyle bakıp 'Bunun böyle yapılması kader-i ilâhînin teshir ve cilvesidir, kaderin önünde ha zer ve tedbirin hiçbir faydası yoktur. Bu adam nasıl bunu yapma yacaktır? Oysa bunun yapılması bu adamın defterine yazılmıştır' diyebilir.
İşte bunun gibisine bazen Allahü teâlâ'nın hakkına yapılan saldırganlıkta da göz yumulabilir. Eğer kendi hakkına yapılan tecavüz anında öfkelenir, Allah'ın hakkına yapılan tecavüzde merhamet gösterirse, böyle bir kimse yağcıdır. Şeytanın hilelerine kurban gitmiştir. Bu şeytanî desiseye dikkat etmelidir.
Soru: Buğzun gösterilmesinde en az derece adamı terk ve ondan yüz çevirmek, arkadaşlığını kesmek ve yardımına koşmamaktır. Acaba böyle yapmak farz mıdır ki, böyle yapmayan bir kul yapmadığından ötürü günahkâr sayılsın?
Cevap: İlmin zahirinde böyle yapmak teklif ve farziyet altına girmez. Çünkü biz biliyoruz ki, Rasûlüllah'ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) asr-ı saadetinde ve ashâb-ı kiramın devrinde içki içenler ve fahiş şeyleri işlemeyi âdet edenler tamamen terkedilmezlerdi. Kimisine sözle ve şiddetle hücum edilir, kendisine buğzettiklerini gösterirlerdi. Kimisinden sadece yüz çevriliyor, başka birşey söylenmiyor, kimisine de mer hamet gözüyle bakılıyor, o terkedilmiyor ve ondan uzak durulmu yordu. İşte bunlar dinî inceliklerdir. Âhiret yolunun yolcularının bu husustaki yolları değişiktir. Her birinin ameli, hâlinin ve vakti nin gerektirdiği gibi ayarlanır. Bu işlerde hâllerin gereği, ya mekruh olmak veya mendup olmaktır. Bu bakımdan faziletlerin dere cesi sözkonusudur. Haram veya farziyet derecesine varmaz. Çünkü teklifin altına giren, Allah marifetinin ve sevgisinin esasıdır. Bu ise, bazen sevgiliden başkasına sirayet etmez. Ancak şu var: Sirayet eden, sevginin ifrat derecede olan ve bütün varlığı istilâ eden kısmıdır. Bu ise, fetva kısmına ve halkın avamı hakkında teklifin zâhirine asla sığmaz bir hakikattir.
41) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
Allah için buğz edenlerin mertebeleri
Allah'a muhalefet edenlere nasıl davranmalı
Soru: Fiil ile düşmanlığın ve buğzun gösterilmesi farz değilse, mendub olduğunda şüphe yoktur. Asiler ve fâsıklar ise çeşitli mer tebelerdedir. O halde onlara nasıl davranılırsa fazilet elde edilir? Acaba hepsi için aynı yol mu veya değişik yollar mı takip edilir?
Cevap: Allah'ın emrine muhalefet eden bir kimse ya inancında veya fiilinde muhalefet eder. Bunların ikisinin dışında muhalefet tasavvur edilmez. İnancında muhalefet eden bir kimse ya bid'atçıdır veya kâfir.., Bid'atçı ise, ya ihdas ettiği bid'ate insanları çağırmaktadır veya susmaktadır. Sükût eden kimse ya kendi isteğiyle veya aciz olduğundan sükût etmiştir. Bu bakımdan itikaddaki fesadın kısımları üçtür: Birincisi küfürdür. Kâfir bir kimse eğer harbî bir kâfir ise öldürülmeye ve köle edinilmeye müs tehak olur. Öldürmek ve köle etmekten öte bir rezalet yoktur. Zimmî bir kâfir ise, ona eziyet etmek caiz değildir. Meğer ki uzaklaşmak ve tahkir etmek suretiyle olsun. Bu da ancak onu en dar yola mecbur etmek, ona daha önce selâm vermemek, ancak o 'esselâmü aleyke' dediği zaman ve aleyke' demek suretiyle eziyet edebilirsin. En evlâsı onunla oturup kalkmayı, alışveriş yapmayı ve onunla yiyip içmeyi bırakmaktır. Müslüman dostlarıyla sohbet ettiği gibi onunla sohbete dalmak, ona güler yüz göstermek şiddetle mekruhtur. Hatta bu tür filler nerede ise haram hududuna varır.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah'a ve ahiret gününe îman eden bir kavmin babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah'a ve elçi sine düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin, Allah onların kalplerine îman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir, (Mücadele/22)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) de şöyle demiştir:
Müslüman ile müşriğin ateşleri bir arada görünmez. Yani müslüman, mümkün olursa müşriklerle komşuluk yap maz. Arkadaşlık yapmaz ve onların aralarında bulunmaz.42
Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ey îman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz. Oysa onlar size geleni inkâr ettiler. (Mümtehine/1)
İkincisi, bir bid'atçıdır ki halkı bid'atına davet etmektedir. Eğer bu kimsenin ihdas ettiği bid'at, küfrünü gerektiren bir bid'atsa, onun durumu zimmî bir kimsenin durumundan daha şiddetlidir. Çünkü bu ne haraç vermek suretiyle durdurulur, ne de zimmet akdiyle kendisine müsamaha gösterilir. Eğer ihdas ettiği bid'at ile kâfir olmuyorsa, onun işi kendisiyle Allah arasında olduğundan, şüphesiz ki kâfirin durumundan daha hafiftir. Fakat bu bid'atçının yaptığını münker görmek ve buna karşı çıkış yapmak, kâfire karşı yapılan çıkıştan daha şiddetli olmalıdır. Çünkü kâfi rin şerri başkalarına sirayet eden bir şer değildir. Zira müslümanlar onun kâfir olduğuna inanmışlardır. Bu bakımdan onun sözüne itimat etmezler. Zira o, müslümanlığı seçtiğini ve inandığını iddia edemez.
Bid'atınâ halkı davet eden bid'atçıya gelince o, halkı davet ettiği bid'atının hak olduğunu iddia etmektedir. Bu duruma göre halkın dalâlete gitmesine vesile olur. Bu bakımdan bu bid'atçının şerri, başkasına sirayet eden serdir. Ona buğzettiğini ve ona karşı düşmanlık güttüğünü göstermek, ondan uzak durmak, yeri gel dikçe bid'atından ötürü tahkir ve tezyif etmek müstehab bir hare kettir. Halkı ondan nefret ettirmek daha da müstehaptır. Eğer böyle bir bid'atçı tenha bir yerde selâm verirse selâmının karşılığını vermekte hiçbir sakınca yoktur. Eğer ondan yüz çevir men ve selâmının karşılığını vermekten imtina etmen, onun ihdas ettiği bid'atının kötülüğünü ona öğretecek ve o bid'attan uzak durmasına tesir edeceğini biliyorsan, ona cevap vermeyi terketmek daha evla olur. Çünkü selâmın karşılığını vermek her ne kadar farz ise de bu farz müslümanların maslahatı ve yararı gibi bir gaye ile ortadan kalkar. Hatta insanın hamamda veya ayak yolunda olması da bu farzı ortadan kaldırır. Bir bid'atçıyı bid'atından uzaklaştırmak gayesi ise, bütün bunlardan daha önemlidir. Eğer bıd'atçı, bir cemaate selâm verirse, onun selâmını cevaplandırmamak, halkı ondan kaçırmak, onun bid'atını halkın gö zünde kötü göstermek daha evladır. İşte böylece ona iyilik yapmayı kesmek, onun yardımına koşmamak daha evlâdır. Hele halkın gözü önünde...
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Bir müslüman bir bid'at sahibim tahkir edip kovarsa Allahü teâlâ onun kalbini emniyet ve îman ile doldurur. Bir kimse bid'at sahibini tahkir ederse en büyük korku gününde Allahü teâlâ onu emin kılar. Bid'at sahibine yumuşak davranan, ona ikramda bulunan veya onu güler yüz ile karşılayan bir kimse ise, o Hazret-i Muhammed'e inen ilâhi vahyi hafife almış olur.43
Üçüncüsü, halk tabakasından olan bid'atçıdır. Öyle bir bid'atçı ki, halkı bid'atına davet etmeye gücü yetmez. Halkın ona uy masından korkulmaz. Böyle bir bid'atçının durumu daha hafiftir. En evlâ olan böyle bir kimseye şiddetle ve haysiyet kırıcı bir şekilde davranmamaktır. Kırıcı olmamak şartıyla nasihatta bulunul malıdır. Çünkü halk tabakasının kalpleri çabuk dönüş yapan kalplerdir. Eğer bu kimseye nasihat fayda vermezse, ondan yüz çevirmekte, onun gözünde irtikâb ettiği bid'atı tahkir etmek mânâsı varsa, bu takdirde bundan yüz çevirmek daha da uygun olur. Eğer tabiatının katılığından, yanlış akidesinin kalbinde yerleşmesinden dolayı kendisinden yüz çevirmenin herhangi bir tesir ve etki yap mayacağını biliyorsa, o vakit kendisinden yüz çevirmek daha evla olur. Zira bid'at şiddetle takbih edilip kötülenmedikçe, halk arasında yayıldıkça yayılır ve fesadı umumileşir.
İnancıyla değil, fiil ve ameliyle isyan eden bir kimseye gelince... Bu da, ya başkasını rahatsız edecek derecede olur, zulüm, gasp, yalancı şahitlik, gıybet, halk arasında fitne ve kovuculuk yapmak ve benzerleri gibi... veya isyanı sadece kendi nefsine münhasır ve başkasına eziyyet verici isyanlardan olmaz. Bu da şu kısımlara bö lünmektedir.
a) Başkasını fesada davet eder... Erkeklerle kadınları bir araya getiren fısk ve fücur meclisinin sahibi gibi... Fasıklara içki içmenin ve fıskın sebeplerini hazırlar.
b) Başkasını isyanına davet etmez. İçki içen ve zina yapan kimse gibi...
Bu kimsenin isyanı, ya büyük günah veya küçük günah ile olur. Bu günahların herbirinde ya ısrar edecek veya etmeyecektir. İşte bu bölümlerden üç kısım meydana gelir. Bu kısımların her bi rinde de bir derece vardır. Bir kısım diğerinden daha şidetlidir. Biz hepsini aynı yoldan götürüp aynı derecede görmeyiz.
Birinci kısım ki kısımların en şiddetlisidir halkın zarar görmesine vesile olacak günahkârlıktır. Zulm gasb, yalancı şahidlik, gıybet ve kovuculuk gibi...
Böyle yapan kimselerden yüz çevirmek, onlarla oturup kalkmayı terketmek, muamelelerinden geri kal mak daha evladır. Zira halka eziyet veren isyan daha ağırdır. Sonra bu kimseler, canlara, mallara ve namuslara zulmeden gruplara ayrılırlar. Bir kısım diğerinden daha şiddetlidir. Müstehab olan, bunları tahkir etmek, ciddi bir şekilde bunlardan yüz çevirmek, bunları hor görmek ve göstermektir. Eğer bunları hor göstermekten ötürü bunların fiillerinden cayabileceğim veya başkasının bunlardan çekinebileceğini umuyorsa böyle hareket etmek daha da faydalı ve gereklidir.
İkincisi, fısk ve fesad sebeplerini hazırlayan fesad yuvasının sahibidir. Böyle bir kimse halka eziyet etmezse de fiiliyle onların dinlerini fesada uğratmaktadır. Eğer onların rızasıyla böyle hare ket ederse, birincisine yakın olur. Fakat yine de birincisinden hafiftir. Çünkü günah, kul ile Allah arasında olduğu müdetçe Allah'ın affına daha yakındır. Fakat bu kimse, az da olsa, başkasının hak ve hukukuna tecavüz etmesi bakımından yaptığı çok kötü bir iştir. İşte bunun da yaptığı, kendisini tahkir etmeyi, kendisinden yüz çe virmeyi, kendisiyle selamı sabahı kesmeyi gerektirir. Bunun se lâmının karşılığı eğer vermediği takdirde, kendisinde veya başkasında müsbet bir tesir yapacaksa terk olunur.
Üçüncüsü, sadece kendi nefsine zarar veren kimsedir. İçki kullanmak, farzı terketmek veya zararı sadece kendisine olan bir işi yapmak gibi... Bunun hakkındaki iş daha hafiftir. Fakat bu kimseye bu yasakları işlediği zaman tesadüf edilirse, onu bunları yapmaktan menetmek için gerekenin yapılması farz olur. Hatta dövmek veya rezil etmek suretiyle olsa dahi... Zira münkeri yasak lamak farzdır. Fakat adam bunu alışkanlık haline getirmişse, na sihatin da ona fayda vereceğini biliyorsa, nasihat etmek farzdır. Eğer böyle bir kanaate sahip değilse, fakat nasihatten ibret alacağını umuyorsa, bu sefer yumuşak veya menfaati varsa şiddetle kendisine nasihat etmek ve o fiilinden alıkoymak en fazi letli bir hareket olur. O günaha ısrar ettiğini ve nasihatin kendi sine fayda vermeyeceğini bildiğinde onun selâmını almamak, onunla selâmı sabahı kesmek hususuna gelince; bu hususta düşünmek gerekir. Ulemanın bu husustaki gidişatı çeşitlidir. Doğrusu bu, kişinin niyetine göre değişir.
İşte böyle bir harekette 'Ameller niyetlere bağlıdır' denir; zira arkadaşlık yapmak, halka merhamet gözüyle bakmakta bir nevi tevazu vardır. Şiddet göstermek ve yüzçevirmekte ise, bir nevi ürkütme vardır. Burada fetva mercii kalptir. Yani kalpten fetva istenmelidir. Bu bakımdan kişinin kalbin hevasına ve tabiatın isteğine daha meyilli gördüğü tarafı bırakıp onun tam tersine yapışması daha evlâdır. Zira kişinin âsi bir kimseyi hafife alması, ona karşı cebir kullanıp ba zen gurur ve büyüklük göstermesi, salih bir kimse olduğunu be lirtmekten ve nazlanmaktan gelen birşeydir. Bazen de arkadaşlık yapması, müdaheneden, kalbi tesir altına almaktan ve bu vasıta ile gayesine vasıl olmaktan ileri gelir veya adam kendisinden ürktüğü takdirde mertebesine veya malına herhangi bir eksiklik geleceği korkusundan neşet eder. Bütün bunlar, yakın veya uzak bir zan ile meydana gelen mahsullerdir. Bütün bunlar şeytanın işaretleri üzerinde dönmektedir. Ahiret ehlinin emellerinden uzaktırlar. Bu bakımdan dinî amellere rağbet gösteren herkes nefsiyle beraber bu incelikleri tedkik etmeye, bu hal ve durumları kontrol altına al maya var kuvvetiyle çalışmalıdır. Fakat bu sahada fetva veren kalptir. Kalp de bazen içtihadında hakka tesadüf eder, bazen de yanılır. Bazen bildiği halde hevasına tâbi olur, bazen gururun hükmüne uyarak Allah rızası için çalıştığını zannederek ilerler. Ahiret yolunun yolcusu olduğunu sanarak ileri atılır. Bu inceliklerin beyanı Mühlikât kısmının 'Gurur' bahsinde gelecektir.
Kul ile Allah arasında bulunan fısk hakkındaki işin tahkikine şu hadîs-i şerif işaret etmektedir:İçki içen bir kimse birkaç defa Hazret-i Peygamberin huzurunda içki cezasına çarptırıldığı halde durmadan aynı suçu tekrar etmekteydi. Bunun üzerine sahâbe-i kiramdan bir zat 'Allah ona lanet etsin. Ne fazla içiyor' dedi. Bu bedduayı duyan Hazret-i Peygamber şöyle demiştir:
Kardeşinin hakkında şeytana yardımcı olma.44
Veya bu mânâyı ifade eden bir lâfız kullandı. Rasûlüllah'ın bu tabiri, şefkatin, şiddet göstermekten daha güzel olduğuna işaret eder.
42) Ebu Dâvud ve Tirmizî
43) Ebu Nuaym, Hilye] Herevî, (İbn Ömer'den)
44) Buhârî, (Ebu Hüreyre'den)
Arkadaş Olacak Kimsede Aranan Özellikler
Sohbet ve arkadaşlık için her insan elverişli değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
Kişi dostunun dini üzerindedir. Bu bakımdan sizden her hangi biriniz kimle dostluk yaptığını iyice düşünüp tedkik etsin. 45
Edinilecek dost, mutlaka birtakım haslet ve sıfatlarla do nanmış bir kimse olmalıdır ki, o sıfat ve hasletler sebebiyle onun arkadaşlığına özenilsin. O hasletler, arkadaşlıktan umulan faydalara göre şart koşulurlar. Zira şartın mânâsı amaca varmak için gereken şey demektir. Bu bakımdan amaca nisbet edilmekle şartları meydana gelir. Sohbetten dînî ve dünyevî birçok faydalar beklenir.
Dünyevî faydalara gelince. . . Arkadaşının malından veya ma kamından istifade etmek veyahut da sadece onun yüzünü görme ve arkadaşı olmakla yakınlık kurmak gibi faydalardır. Bu ise, bizim gayelerimizden değildir. Dinî faydalara gelince, o faydalarda da çeşitli gayeler bir araya gelir. Zira ilminden ve amelinden istifade etmek o faydalardandır. Kalbi teşviş eden ve şüpheye sürükleyen bir kimsenin eziyyetinden korunmak için onun mertebesinden isti fade etmek o faydalardandır. Vakitlerini zaruri rızık yolunda har camaktan kurtulmak için malından istifade etmek o faydalar dandır. Önemli meselelerde yardım görmek de o faydalardandır. Bu bakımdan böyle bir arkadaş musibetlerde arkadaşı için bir des tek ve çeşitli durumlarda da bir kuvvettir. O faydalardan biri de sa dece onun duasıyla bereketlenmektir. Onların birisi de âhirette onun şefaatini talep etmektir. Çünkü seleften biri şöyle demiştir: 'Fazla âhiret kardeşi edininiz. Zira her nıü'ınin için bir şefaat vardır. Umulur ki sen de kardeşinin şefaatine nail olursun'. Garib'ut-Tefsîr'de 'Allah, îman edip de sâlih amel işleyenleri bağışlar. Fazlından onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince. . . . Onlara şiddetli bir azab vardır' (Şüra/36) ayetinin yorumunda, 'Fazlından onlara fazlasını verir' cümlesi, 'Onlar âhiret kardeşleri için şefaat ederler. Dolayısıyla Allah da o kardeşlerini onlarla beraber cennete gönderir' denilmiştir.
Deniliyor ki: Allahü teâlâ kulunu affettiği zaman, onu din kardeşleri hakkında şefaatçı kılar'. İşte bu sırra binaen seleften bir grup sohbet, ülfet, arkadaşlık ve kardeşliği teşvik etmişler, uzlete ve köşeye çekilmeyi kerih görmüşlerdir. İşte bunlar kardeşliğin faydalarıdır. Bu faydalardan herbiri birtakım şartları gerektirirler ki, o fayda ancak o şartlarla elde edilir. Biz o şartların izahını ya palım. Kısaca o şartlar şunlardır. Sohbet ve arkadaşlığını tercih ettiğin bir kimsede beş haslet bulunmalıdır.
1. Akıllı olmak.
2. Güzel ahlâklı olmak.
3. Fasık olmamak.
4. Bid'atçı olmamak.
5. Dünyaya fazla düşkün olmamak.
1. Akıllı Olmak
Akıllı olmaya gelince, o sermayedir, asıldır. Ahmak bir kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur. Ahmak bir kimsenin arkadaşlığı, ne kadar uzun olursa olsun, neticesi küskünlük ve vahşete gider. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ne güzel söylemiş: 'Câhille arkadaşlık yapma! Sen ondan uzak ol ve onu da kendinden uzak tut. Zira nice cahiller vardır ki, halim bir kimsenin arkadaşı olduğu zaman onu felâkete sürük lemiştir! Kişi arkadaşıyla kıyas edilir. Zira birşey için diğer birşeyde kıyas ve ölçü vardır. Rastladığı zaman kalbin kalp üze rinde delili vardır'.
Ahmak bir insanın arkadaşlığı nasıl böyle olmasın? Oysa ah mak senin faydanı istediği halde bazen sana zarar verir ve bil mediğinden ötürü yardım edeceği yerde kötülük yapmış olur. Bunun için şair şöyle demiştir: 'Ben akıllı bir düşmandan eminim, Fakat ahmak bir dosttan korkuyorum. Akıl tek çeşittir. Onun yo lunu biliyorum. Delilik ise çeşit çeşittir'.
Bu sırra binaen denilir ki: 'Ahmak bir kimseden uzak olmak, Allah'a yakınlaşmak demektir'.
Süfyân es-Sevrî der ki: 'Ahmak bir kimsenin yüzüne bakmak yazılmış bir hatadır.
Akıllıdan gayemiz, işleri olduğa gibi anlayan bir kimsedir. Bu işleri ya kendiliğinden anlar veya kendisine anlatıldığı ve öğretildiği zaman anlar.
2. Güzel Ahlâk
Güzel ahlâk ise, elbette dost edinilen bir kimsede aranan bir vasıftır. Zira nice akıllı kimseler vardır ki, şeyleri olduğu gibi idrâk etmektedir. Fakat gazab ve şehvet kendisine galebe çaldığı, cimrilik ve korkaklık kendisine galip geldiği zaman hevâsına tabi olur, ona itaat eder. Bildiği bir şeye bile bile aykırı hareket eder. Çünkü sıfatlarını yenmekten ve ahlâkını düzeltmekten acizdir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin sohbetinde hiçbir hayır yoktur.
3. Fasık Olmamak
Fıskına ısrar ile devam eden fâsık ise, onun sohbet ve arkadaşlığında hiçbir fayda yoktur. Zira Allah'tan korkan bir kimse, büyük bir günaha ısrarla devam etmez. Allah'tan korkmayan bir kimsenin tehlikesinden hiçbir zaman emin olunmaz. Dostluğuna güvenilmez. Bil ki, o gayelerine göre değişir.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bizi anmak hususunda kalbine gaflet verdiğimiz bir kim seye itaat etme ki, o keyfinin ardına düşmüş ve işi haddini aşmak olmuştur. (Kehf/28)
Onun için sen bizim Kur'ân'ımızdan yüz çevirip de yalnız dünya hayatını isteyen kimselere bakma! (Tâhâ/16)
Anan ve baban bilmediğin birşeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa bu takdirde kendilerine itaat etme. Onlara dünyada iyi bir şekilde sahiplik et! (Necm/29)
Ve bana yönelenin yolunu tut! (Lokman/15)
Bu âyetin mefhumunda fâsık bir kimseden kaçmanın gerekli olduğu hususu vardır.
4. Bid'at Sahibi Olmamak
Bid'atçıya gelince, onun sohbetinde ihdas ettiği bid'atının başkalarına sirayet etmesi, o bid'atın kötülüğünün başkasına geçmesi tehlikesi verdir. Bu bakımdan bid'atçı bir kimse terkedil meyi hak etmiştir. Nerede kaldı ki onunla arkadaş olmayı tercih edip seçmek. . .
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) arkadaşta dindarlığın aranmasına teşvik ederek Said b. Müseyyeb'in rivâyet ettiği bir eserde şöyle demiştir:
Doğruluk arkadaşlarını arkadaş edin! Böyle yaptığın takdirde onların himayesinde yaşarsın. Çünkü onlar genişlik zamanında süstürler. Belâlar zamanında hazırlık ve zahiredirler. Kardeşinin işini, en iyi mânâ üzerine hamlet. Seni ondan soğutucu bir iş görünceye kadar buna devam et. Düşmanından (uzak dur) . Emin kimse ancak Allah'tan korkan kimsedir. Sakın fâcir ve fâsık bir kimse ile arkadaş olma ki, ondan sadece fısk ve fücur öğrenirsin. Onu sırrına muttali kılma. İşlerinde ancak Allah'tan korkanlarla istişare et!
Güzel ahlâka gelince. . .
Alkame46 vefat edeceği zaman oğluna hitaben yazmış olduğu vasiyetnamesinde ne güzel dile getirmiştir.
Ey oğlum! Erkeklerin sohbetine muhtaç olduğunda öyle bir kimse ile musahhih ve arkadaş ol ki, sen ona hizmet ettiğin zaman o seni korumuş olsun!. . . Onunla arkadaşlık ettiğin takdirde seni süslendirsin! Eğer nafakanın derdi seni oturttuğu zaman sana yardımda bulunsun! Öyle bir kimse ile arkadaşlık yap ki, sen elini hayır ile uzattığın zaman o elinin uzanmasına yardımcı olsun. Eğer senden bir iyilik görürse onu takdir etsin. Eğer bir kötülük görürse onu ka patsın. Öyle bir kimse ile arkadaşlık yap ki, ondan istediğin zaman sana versin. Sustuğun zaman seninle konuşsun. Başından bir belâ geçtiği zaman derdini kaldırmaya çalışsm. Öyle bir kimse ile arkadaşlık yap ki, söylediğin zaman senin sözünü tasdik etsin. Eğer ikiniz aynı şeyi isterseniz, sana öncelik tanısın. Eğer ikiniz bir hususta karşılıklı hak iddiasında bulunursanız, seni nefsine tercih etsin.
Sanki bu vasiyetiyle sohbetin bütün haklarını bir araya getirmiş ve arkadaşın bütün bu haklara riayet etmesini şart koşmuştur.
İbn Eksem şöyle anlatır:47 Halife Me'mun 'Bu sıfatlarla mut tasıf bulunan bir arkadaş nerede bulunur?' dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle dendi: 'Ya emir'el-Mü'minîn! Onun, oğluna neden bu şekilde vasiyyette bulunduğunu biliyor musun?' Me'mun 'Hayır!' deyince, kendisine 'Oğlunun hiç kimse ile arkadaş olmamasını istedi de ondan böyle söyledi' dendi.
Ediblerden birisi şöyle demiştir: Halktan sırrını saklayacak ve ayıbını örtecek bir kimse ile arkadaş ol! Böyle bir kimse felaketlerde yanında olur. Genişlikte de seni kendi nefsine tercih eder. İyiliğini yayar, kötülüğünü kapatır. Eğer sen böyle bir arkadaş bulamazsan kendi nefsinden başka bir kimse ile arkadaşlık etme!'
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Senin hakikî kardeşin odur ki seninle beraber olur. Senin faydan için nefsine zarar vermeye razı olur. O öyle kimsedir ki, zamanın felaketleri kapını çaldığında o derli toplu olan durumunu dağıtır ki, senin dağınık durumunu toplamış olsun'.
Alimlerden biri şöyle demiştir:
'Sadece şu iki kişiden biriyle arkadaşlık yap:
a) Kendisinden dinin hakkında birşey öğrenip faydalandığın kişi,
b) Kendisine dini öğrettiğin ve senden öğrendiğinden faydalanan kişi. . . Bunların dışında üçüncü bir kişi görürsen uzaklaş!'
Demişlerdir ki; insanlar dört sınıftır:
1. Tamamen tatlıdır. Kendisine hiç doyum olmaz.
2. Acıdır. Hiç birşey yenilmez.
3. Kendisinde eksiklik vardır. Böyle bir kimse senden almadan önce sen ondan al!
4. Kendisinde burukluk vardır. Sen bundan ancak ihtiyaç zamanında faydalan!
Câfer-i Sâdık (radıyallahü anh) demiştir ki: Şu beş grupla arkadaşlık yapma:
1. Yalancı ile arkadaşlık yapma! Çünkü sen daima aldana bilirsin. O serap gibidir. Uzağı sana yaklaştırır. Yakını dasenden uzaklaştırır.
2. Ahmakla arkadaşlık yapma! Çünkü ahmakla hiçbir yere varamazsın. O sana fayda vermeyi istediği halde zarar verir.
3. Cimri ile arkadaşlık yapma! Çünkü o, senin en fazla muhtaç olduğun şeyi senden esirger.
4. Korkak ile arkadaşlık yapma! Çünkü o, seni ele verir ve şiddet anında kaçar.
5. Fâsıkla arkadaşlık yapma! Zira o seni bir çiğnem yemek veya daha azma fedâ edebilir!
Bunun üzerine Câfer-i Sâdık'a şöyle soruldu: 'Bir lokma ekmekten daha azından neyi kasdediyorsun?' Şöyle cevap verdi: 'Yemeğe tamah edip arkadaşını feda eder. Sonra onu da elde et mez!'
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Güzel ahlâklı bir fâsıkın bana arkadaşlık yapması, kötü ahlâklı bir âlimin arkadaşlık yap masından daha sevimli gelir bana. . . '
Ahmed b. Ebi'l-Havârî der ki: Hocam, Ebû Süleyman ed-Dârânî bana şöyle dedi: 'Ya Ahmed! Sakın şu iki kişinin birinden başka kimse ile arkadaşlık yapma.
a) Öyle bir kişi ile arkadaşlık yap ki dünyalığında ondan istifade edebilesin.
b) Veya öyle bir kişi ile arkadaşlık yap ki onun sohbeti sayesinde gittikçe gelişir ve âhiretin için ondan fayda görürsün. Bu ikisınıftan başkasıyla arkadaşlık yapmak büyük bir ahmaklıktır'.
Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah Tüsteri şöyle demiştir: Üç sınıf insanın arkadaşlığından sakın:
1. Gaflette olan zâlimler.
2. Yağcı olan âlimler.
3. Cahil olan mutasavvıflar.
Bu kelimelerin çoğu, arkadaşlığın bütün gayelerini kapsamak tadır. Arkadaşlığın bütün gaye ve hedeflerini kapsayan şeyler, daha önce zikrettiğimiz maksadların mülâhazası ve o maksadlara göre şartların gözetilmesinden meydana gelendir. O halde dünya maksadlarında arkadaşlık için şart koşulan, âhiret arkadaşlığı için şart koşulmaz.
Nitekim Bişr el-Hafi der ki: Arkadaşlar üç gruptur:
1. Âhiretin için arkadaş
2. Dünyan için arkadaş
3. Kendisiyle yakınlık kurman için arkadaş
Bu maksadların hepsinin bir kişide bulunması pek az olur. Bu maksadlar bir cemiyet arasında dağılır. Şüphesiz ki, o cemaat hakkında şartlar da dağılır.
Me'ınûn b. Harun er-Reşid şöyle demiştir: Arkadaşlar üç grup tur. Onların birincisinin misali, gıdanın misaline benzer. İnsan onsuz yapamaz. Diğeri ilaca benzer. İnsan bazen ona muhtaç olur, bazen olmaz. Üçüncü grup ise, hastalığa benzer! İnsan hiçbir zaman ona muhtaç değildir. Fakat bazen insan ona mübtela olur. Bu üçüncü arkadaş öyle bir arkadaştır ki, kendisinde hiçbir fayda yoktur.
Denildi ki, insanların misali, ağaç ve bitkilerin misali gibidir. Onların bir kısmının gölgesi vardır, fakat meyvesi yoktur. İşte bu dünyada fayda veren, fakat âhirette faydası olmayan bir kimsenin misalidir. Çünkü dünyanın faydası gölge gibidir. Çabuk kaybolup gider. Bir kısmı da vardır ki, meyvesi var, fakat gölgesi yoktur. Bu da âhiret için elverişli olan, fakat dünya için elverişli olmayan bir kimsenin misali gibidir. Bir kısmı da vardır ki, hem meyvesi, hem de gölgesi vardır. Biz kısmı da vardır ki, ne meyvesi, ne de gölgesi vardır. 'Urnmu Gilan ağacı gibi. . . Elbiseleri yırtar, kendisinde ne yiyecek ne de içecek vardır. Bunun hayvanlardan misali fare ve akreptir.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur.
(Hak dinden çıkan) insan, zararı faydasından daha yakın olana tapar. Taptığı şey ne fena dosttur, ne kötü arkadaştır! (Hac/13)
Denilmiştir ki; insanlar çeşitlidir. Tıpkı ağaçların bir olmadığı gibi. Onların da bir olmadığını müşahede edersin, Birinin tatlı meyvesi vardır. Diğerinin ise ne tadı, ne de meyvesi. Kişi âhiret kardeşi edinip kendisinden istifade edecek birini bulmadığında tek başına kalması daha evlâdır.
Nitekim ashâb-ı kirâmın güzidele rinden olan Ebuzer Gıfâri (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Tek başına kalmak, kötü arkadaştan daha hayırlıdır. Salih arkadaş ise, tek başına kalmaktan hayırlıdır'. Ebuzer'in bu sözü, merfû olarak da rivâyet edilmiştir. 48
Dindarlığın olmasına ve fâsıklığın olmamasına gelince. . . Allahü teâlâ 'Bana dönüş yapanın yoluna tâbi ol' (Lokman/15) bu yurmuştur. Bir de fâsıklığı ve fâsıkları görmek günahı kalbe ko laylaştırır. Kalbin günahtan duyduğu nefreti dumura uğratır. Nitekim Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: 'Bu tür kimselerin arkadaşlığında selâmet yoktur'. Selâmet ancak bunlardan uzak yaşamaktadır.
Ve boş söz konuşanlara rastgeldikleri zaman bulaşmadan, iyi bir şekilde yüz çevirip geçerler. (Furkan/63)
Ayet-i celiledeki 'selâm' kelimesi 'selâmet' mânâsına gelir. Kelimedeki 'elif selâmet kelimesinde 'he' harfinin karşılığıdır. Ayetin mânâsı 'Onlar derler ki; biz sizin günahınızdan selâmette kaldık. Siz de bizim şerrimizden selâmette kaldınız'.
İşte buraya kadar zikrettiğimiz hasletler, kardeşliğin mânâ, şart ve faydalarından belirtmek istediklerimizdi.
Biz şimdilik kardeşliğin hakları, gerekleri ve o hakları yerine getirme yollarını açıklamaya dönelim.
Dünyaya haris olan bir kimsenin arkadaşlığı, öldürücü zehirdir. Zira tabiatlar, kendisini başkasına benzetmek ve başkasına uymak üzere yaratılmışlardır. Belki bir tabiat diğer tabiattan sahi binin haberi olmaksızın çalar. Bu bakımdan dünyaya haris olan bir kimse ile oturmak insanı hırsa sevkeder. Zâhid bir kimse ile oturmanın insanı dünyada zâhid yapmaya sevkettiği gibi. . . İşte bundan dolayıdır ki, dünya peşinde koşanların sohbeti mekruhtur. Âhirete teşvik edenlerin sohbeti de müstehabtır.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: İbâdet ve tâatları, Allah'tan uta nan bir kimse ile oturmak suretiyle ihya ediniz'.
Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh) şöyle der: 'Beni belâya kendisinden utanmadığım bir kimsenin arkadaşlığı sürükler'.
Lokman Hakîm, oğluna şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: 'Ey oğul! Alimlerle beraber otur. Dizlerini onların dizlerine daya; zira kalpler hikmetle ölü arazinin yağmur damlalarıyla dirilmesi gibi dirilirler'.
45) Ebû Dâvud, Tirmizî ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)
46) Alkame b. Amr b. Huseyn. Künyesi Ebû'l-fadl'dır. Kûfelidir. Güvenilir bir insan olmakla beraber garib hadisler rivâyet etmiştir. H. 56 senesinde vefat etmiştir.
47) Eksem veya Ektem. . . Künyesi Ebû Muhammed Yahya b. Ektem b. Muhammed b. Kutam'dır. Meşhur bir kadı ve fakihtir. H. 43 senesinde 83 yaşında vefat etmiştir.
48) Hâkim, Menakıb) Beyhakî, Ebû Şeyh ve Ebû Hilâl el-Askerî, Emsâl, (Sadaka b. Ebi İmrân'dan)
15-2
Kardeşlik ve Sohbet Hakları
Kardeşlik akdi iki şahsın arasındaki bağlantıdır. Tıpkı eşlerin arasındaki nikah akdi gibi. . Nikah Adabı bölümünde geçtiği gibi ni kah, yerine getirilmesi farz olan birtakım hakları gerektirir ki, bu hakları nikahın hakkı olarak yerine getirmek mutlaka lazımdır. İşte kardeşlik akdi de böyledir. Bu bakımdan kardeşinin senin üzerinde malda, nefiste, dilde ve kalpte hakkı vardır. Onu affetmek, ona duada bulunmak, ona karşı samimi ve dürüst olmak, vafekâr bulunmak, kolaylık göstermek, tekellüf ve teklifi terketmek vazifendir. Bunların tamamı sekiz haktır.
Birinci Hak
Birinci hak maldadır. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İki kardeşin misali, iki elin misali gibidir: Biri diğerini yıkadığı gibi kendisini de yıkar. 49
Hazret-i Peygamber, iki kardeşi el ile ayağa değil, iki ele benzetmiştir. Çünkü iki el, aynı hedef için yardımlaştıkları gibi kardeşler de yardımlaşırlar. Kardeşlikleri ancak aynı hedef için kardeşlik yaptıkları zaman tahakkuk eder. Onlar bir yönden bir kişi gibidirler. Böyle olmaları onların sıkıntıda da, genişlikte de ortak olmalarını ge rektirir. Malda ve hâlde müşterek olmalılar. Özellik ve nefsin tercihi ortadan kalkmalıdır.
Arkadaşlarla beraber malda tâkip edilen yol üç mertebeye ayrılır.
1. O mertebelerin en düşüğü arkadaşını kölen ve hizmetçin gibi görüp, malın fazla kısmından onun ihtiyacını gidermektir. Onun ihtiyacı olduğu zaman, senin de ihtiyacından fazla malın varsa, o istemeden vermelisin. Onu istemeye mecbur etmemelisin. Eğer onu istemeye mecbur edersen kardeşlik hakkında son derece kusurlu davranmış olursun.
2. İkinci derece, onu kendi nefsinin yerine koymaktır. Malında onun ortaklığına razı olmaktır. Onu kendi nefsinin yerine koymalısın ki, malının yarısını ona vermeye nefsin razı olsun.
Hasan-ı Basri (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bizden önceki müslümanların herhangibiri peştemalını ortadan ikiye böler, bir kısmını kardeşine verirdi'.
3. Üçüncü derece ki derecelerin en yücesidir kardeşini kendi nefsine tercih etmen ve onun ihtiyacını kendi ihtiyacından önce görmendir. Bu derece, sıddîklerin derecesidir. Sevişenlerin derecelerinin en son mertebesidir. Kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmen de bu derecenin meyvelerindendir. Nitekim rivâyet edildi ki, sûfilerden bir cemaat halifeye ihbar edildi. Halife boyunlarının vurulmasını emretti. O grubun içinde Ebû'l-Hasan Nusî50 de vardı. Bu zat, bütün arkadaşlarından önce cellâdın önüne çıktı ki, ilk öldürülen kendisi olsun. Kendisine neden böyle yaptığı sorulduğunda dedi ki: 'Ben şu anda kardeşlerimi nefsime tercih etmek istiyorum'. Onun böyle yapması, diğer arkadaşlarının kurtuluşuna vesile oldu.
Nitekim bu durum uzun bir hikâyede anlatılmıştır.
Eğer sen kardeşin hakkında böyle davranamıyorsan, bil ki kardeşlik akdi sizin içinizde daha yapılmamıştır. Böyle olmayan arkadaşlık, samimi olmayan bir arkadaşlıktır. Böyle arkadaşlığın akıl ve din açısından hiçbir değeri yoktur. Meymun b. Merhan şöyle demiştir: 'Kim kardeşlerinin iyilik yapmayı terketmelerine razı olursa, o gitsin de kabristandakilerle arkadaşlık yapsın'.
Dünya derecesine gelince. . . Bu derece de din sahiplerinin nez dinde makbul bir derece değildir. Rivâyete göre, zamanın şeyhlerinden biri olan Utbe el-Gulam, kardeş olduğu bir kimsenin evine gelerek, ona dedi ki:
Benim senin malından dört bin dirheme ihtiyacım var.
- İki bin al!
- Sen dünyayı Allah'a tercih ettin. O halde, Allah için kardeşlik iddiasından utanmaz mısın ki böyle dersin?
Dünya derecesinde olan kardeşlikler ile en uygun olan dünya işlerinde de muamele etmemektir. Ebû Hâzım şöyle demiştir: 'Allah yolunda senin bir kardeşin olduğu zaman dünya işlerinde onunla muamele etme'. Ebû Hâzım bu sözüyle dünyevî derecede olan kardeşliği kasdetmiştir. En büyük mertebeye gelince. . . O mertebe öyle bir mertebedir ki Allahü teâlâ Mü'min kullarını onunla tavsif demiştir:
O kimselerdir ki, rablerine itaate icabet etmişler ve namazı gereği üzere kılmışlardır. İşleri de aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar. (Şura/38)
Yâni onlar, mallarını ayrılmayacak derecede birbirine katmışlardır. Onların bir kısmı yükünü kardeşinin yükünden ayırmazdı. Selef-i salihînden bazıları 'Benim pabucum' diyen bir kimse ile kardeşlik yapmazlardı. Çünkü böyle bir kimse, pabucu kendi nefsine izafe etmektedir. Feth el-Mevsılî bir kardeşinin evine geldi. Kardeşi evde yoktu. Onun aile efradına emretti. Kadın, sandığını çıkardı ve açtı. Feth, ihtiyacı kadar parayı aldı, gitti. Adam evine gelince cariyesi, Feth'in yaptıklarını aynen haber verdi. Adam sevinerek cariyesine şöyle dedi: 'Eğer senin bu dediklerin doğruysa sen Allah rızası için âzâd edildin'. Bütün bunları kardeşinin yaptığına sevindiği için yapmıştır.
Bir zat, Ebû Hüreyre'nin huzuruna gelerek dedi ki:
- Ben Allah rızası için seninle kardeş olmak istiyorum.
- Sen kardeşliğin hakkı nedir biliyor musun?
- Bana bildirsene!
- Kardeşliğin hakkı şudur: Sen dinar ve dirhemini benden daha önce kullanmamalısı!!.
- Ben şimdilik bu mertebeye varmış değilim.
- O halde benden uzaklaş!
Hazret-i Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelabidin (radıyallahü anh) bir kişiye şöyle dedi: 'Sizin herhangi biriniz elini kardeşinin cebine veya kesesine sokup onun izni olmadan istediği kadar parayı alabilir mi?'Adam 'hayır' deyince, Zeynelâbidin 'O halde siz kardeş değilsiniz!' dedi.
Bir grup Hasan-ı Basrî'nin (radıyallahü anh) huzuruna girip dediler ki:
- Ey Ebû Said! Sen namaz kıldın mı?
- Evet kıldım!
- Çarşıdakiler daha namaz kılmadılar!
- Kim dinini çarşıdakilerden alır? İşittiğime göre, onlar parayı kardeşlerinden esirgiyorlarmış!
Bu sözünü onların yaptıklarına hayret ettiği için söylemiştir. Bir kişi İbrahim b. Edhem'in yanına vardı. İbrahim b. Edhem Kudüs-ü Şerife gitmekteydi. Yanına varan kişi dedi ki:
- Seninle bu seferde arkadaş olmak istiyorum!
- Senin malına senden daha fazla tasarruf edip sahip olayım diyemi benimle arkadaşlık yapıyorsun?'
- Hayır, bunun için değil.
- Senin doğru söylemen hoşuma gitti.
Râvi der ki, İbrahim b. Edhem, kendisine bir kişi arkadaş olduğu zaman, ona muhalefet etmezdi ve ancak kendisine uygun olan kimse ile arkadaşlık yapardı.
Ayakkabı bağı yapan bir kimsenin bir ara İbrahim b. Edhem ile arkadaşlık yaptığı rivâyet edilir. Adamın birisi seferde bir konakta İbrahim b. Edhem'e bir çanak yahni verdi. İbrahim arkadaşının dağarcığını açtı, ondan bir top ayakkabı bağı aldı. Onu tirit kabına koyup hediyeyi sahibine verdi. Arkadaşı geldiği zaman 'Bağlar nerede?' diye sordu. İbrahim 'Senin yediğin tirit ne oldu?' (Yâni onun yerine verdim) . Adam 'Sen ona iki veya üç tane verseydin yeterdi' dedi. İbrahim 'Sen müsamaha ot ki, sana müsamaha edilsin'. Yine bir de fasında arkadaşının merkebini verdi. Arkadaşı geldiğinde hiçbir şey söylemedi, arkadaşı İbrahim'in böyle yapmasını 'kerih' bile görmedi.
İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Rasûîullah'ın sahâbîlerinden bir zata bir koyun kellesi hediye edildi. O zat dedi ki: 'Benim filân kardeşim benden daha muhtaçtır'. Kelleyi getireni ona gönderdi. O da başkasına göndermek suretiyle kelle dönüp dolaştı, yedi el değiştirdikten sonra yine eski zatın eline geçti'.
Rivâyet ediliyor ki, Mesruk b. Ecda ağır bir borcun altına girdi ve aynı zamanda kardeşi Hayseme'nin de borcu vardı. Ravi der ki: 'Mesruk gidip Hayseme'nin haberi olmadığı halde onun borcunu ödedi. Hayseme de Mesruk'un haberi olmadığı halde onun borcunu ödedi'.
Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Abdurrahman b. Avf ile Said b. Rebi'i kardeş yaptığı zaman, Said b. Rebi, kardeşi Abdurrahman b. Avf ı malında kendi nefsine tercih etti. Bunun üzerine Abdurrahman 'Bunların ikisine de Allahü teâlâ senin için bereket versin' şeklinde dua ettikten sonra malı ikiye böldü. Abdurrahman'ın yaptığı eşitliktir. Kardeşini kendi nefsine tercih etmek ise, müsavattan daha üstündür.
Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir:
'Eğer bütün dünya benim olsaydı, ben o dünyanın tamamını kardeşlerimden birinin ağzına koysaydım, yine de onu kardeşime az görürdüm'.
Yine o şöyle demiştir:
'Ben kardeşlerimden herhangi birisinin ağzına lokmayı verdiğimde, o lokmanın tadını kendi boğazımda his sederim'.
Kardeşlere infak fakirlere sadakadan üstün olduğu için Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'muhakkak ki, Allah yolundaki kardeşime verdiğim yirmi dirhem bence miskinlere sadaka olarak verdiğim yüz dirhemden daha sevimlidir'.
Yine Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Bir avuç yemek yapıp Allah yolun daki kardeşlerimi çağırsam bence bir köleyi âzâd etmekten daha se vimlidir'.
Bütün bu zevât-ı kirâmın, kardeşini kendi nefsine tercih etmek teki çabaları şüphesiz ki, Hazret-i Peygambere uymalarından ileri gelmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ashâbıyla beraber bir ağaçlığa girdiler. Hazret-i Peygamber o ağaçlıktan iki misvak kesti. Onların biri eğri, diğeri ise düzgün idi. Düzgün olanını ashâbına uzattı. Ashâbı 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen düzgün misvakı almaya daha lâyıksın. Bunun üzerine Rasûlüllah şöyle buyurdu: Hiçbir arkadaş yoktur ki, günün bir saatinde bile birisiyle arkadaşlık yapsın da onun arkadaşlığından sorulmasın. Acaba o arkadaşlıkta Allah'ın hakkını yerine getirmiş midir, yoksa zayi mi etmiştir?51
Rasûlüllah bu hadîs-i şerîfleriyle işaret buyurmuştur ki, arkadaşı kendi nefsine tercih etmek, arkadaşlık açısından Allah'ın hakkını yerine getirmek demektir.
Hazret-i Peygamber bir ara yıkanmak üzere bir kuyunun yanına vardı. Bu arada Huzeyfe b. Yemân, Rasûlüllah'a sütre (perde) olmak üzere bir elbise tuttu ve Rasûlüllah'ı böylece setretti. Yıkanıncaya kadar bu durum devam eti. Sonra Huzeyfe (radıyallahü anh) oturup yıkanmak isteyince Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu sefer elbiseyi tuttu ve Huzeyfe'yi halkın gözünden örtmek istedi. Fakat Huzeyfe Rasûlüllah'ın kendisine bu şekilde hizmet etmesine bir türlü razı olmayıp şöyle dedi: 'Annem ve babam sana fedâ olsun ey Allah'ın Rasûlü! Böyle yapma!' Fakat Huzeyfe'nin didinmesi boşunaydı. Çünkü Hazret-i Peygamber onun iyiliğine karşılık vermek istiyordu ve böylece Huzeyfe yıkanmcaya ka dar elbiseyi de tuttu.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Arkadaşlık yapan iki kişinin Allah nezdinde en sevimlisi arkadaşına en şefkatli davranandır. 52
Rivâyet ediliyor ki, Mâlik b. Dinar ve Muhammed b. Vasi, Hasan-ı Basrî'nin evine gittiler. O sırada Hasan evde değildi. Muhammed b. Vâsı, Hasan-ı Basrî'nin yattığı karyolanın altından, içinde yiyecek bulunan bir sepet çıkardı ve o sepetten yemeğe başladı. Malik kendisine 'Ev sahibi gelinceye kadar elini tut, yeme!' dediyse de Muhammed b. Vâsı kulak asmadan yemeye devam etti. Çünkü Muhammed b. Vâsı, Mâlik'ten daha cömertti. Ahlâk bakımından da Mâlik'ten daha üstündü. Bu arada Hasan-ı Basrî içeri geldi ve dedi ki: 'Ey Mâlik! biz de Muhammed'in yaptığı gibi yapıyorduk'.
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) bu sözüyle arkadaşlarının evlerinde serbest davranmanın arkadaşlıktaki samimiyetten ileri geldiğine işaret etmektedir. Nasıl böyle olmasın? Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Yâhut anahtarları ellerinizde bulunan evlerden, yahut dostlarınızın evlerinden yemenizde bir güçlük yoktur. (Nûr/61)
Bu ayette dostu, insanın ailesi gibi sayılmıştır. Çünkü eskiden kardeş, evinin anahtarlarını Allah yolundaki kardeşine teslim eder ve istediği gibi kullanmasına müsaade ederdi. Buna rağmen din kardeşi, takvânın hükmüne sarılarak yemekten sakınırdı. Tâ ki Allahü teâlâ Nûr sûresinin 61. ayetini inzâl buyurup arkadaş ve dostların yemeklerinde rahat hareket edebileceklerine izin verinceye kadar.
İkinci Hak
Kardeşi istemeden önce. kardeşinin ihtiyaçlarını yerine getirmek ve bizzat onlara koşmak suretiyle yardım etmektir. Onun ihtiyaçlarını özel ihtiyaçlarından önce görmektir. Nitekim mal ile yardım etmenin dereceleri olduğu gibi, hakkın da dereceleri vardır. . . O dere celerin en düşüğü kudreti olduğu ve kardeşi istediği anda onun ihti yacına koşmaktır. Fakat yardım ederken güler yüzle, seve seve ve kendisine bu vazifeyi yükleyen arkadaşına minnettar olarak yardım etmelidir.
Alimlerden biri şöyle demiştir: Sen kardeşinden herhangi bir ihtiyacının yerine getirilmesini istediğin zaman, senin o ihtiyacını yerine getirmezse, ikinci bir defa ona hatırlat. Belki de unutmuş olur. Eğer ikinci defa hatırlatmana rağmen yapmazsa, onun üzerine tek bir getir ve şu ayeti oku:
Ölüler! Allahü teâlâ onları diriltip haşredecektir. (En'am/36) (Yani onun ölü olduğunu düşün ve cenaze namazını kıl) .
İbn Şübrime53 kardeşlerinden birisinin büyük bir ihtiyacını yerine getirdi. İhtiyacı yerine getirilen zat, kendisine bir hediye getirdi. Bunun üzerine İbn Şübrime sordu:
- Bu getirdiğin ne?
- Bana yaptığın iyiliğin karşılığı. . .
- Allah sana afiyet ihsan etsin! Malını al götür. Sen kardeşinden herhangi bir ihtiyacının yerine getirilmesini istediğin zaman o da, o ihtiyacını yerine getirmek için kendini yormazsa hemen abdest al ve o kardeşinin üzerinde dört tekbir getir ve onu ölmüş say!
Câfer b. Muhammed şöyle demiştir: 'Ben düşmanlarımın ihtiyaçlarını karşılamaya acele ediyorum. Çünkü onların ihtiyaçlarını ye rine getirmeyip isteklerini vermediğim takdirde bir daha benden birşey istemeyeceklerinden korkuyorum'.
Düşmanlar hakkında hüküm bu ise dostlar hakkında nasıl ol malıdır? Seleften bazı kimseler arkadaşının aile efradının hâlini, arkadaşının ölümünden kırk sene sonraya kadar sorar, onların ihtiyaçlarını yerine getirir, her gün onlara gider, onların ihtiyacını verirdi. Zaten onlar sadece babalarının vücudunu kaybetmiş sayılırlardı. Babalarının hayatında ondan görmediklerini dostundan görürlerdi. Onlardan herhangi biri kardeşinin kapısına gider ve derdi ki: 'Yağınız var mı? Tuzunuz var mı? Bir ihtiyacınız var mı?'
Kardeşinin haberi olmadan böyle yapardı. Şefkat ve kardeşlik de zaten böyle yapmakla belli olur. Kişi kendi nefsine şefkat ettiği gibi, kardeşine şefkat etmezse, onun şefkatında hayır yoktur. Meymun b. Mihran şöyle demiştir: "Dostluğu sana fayda vermeyenin düşmanlığı da sana zarar vermez'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İyi bilin ki Allahü teâlâ'nın yeryüzünde kapları vardır. O kaplar da kalplerdir. Bu bakımdan kalplerin Allah nezdinde en se vimlisi en saf en sağlam ve en ince olanıdır. 54
Yani günahtan en saf olan, dinde en kuvvetli olan ve kardeşleri hakkında en ince olandır. Kısacası kardeşinin ihtiyacı, senin ihti yacın gibi olmalı veya ihtiyacından daha önemli olmalıdır. Sen kendi ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorsan, kardeşinin de hallerinden gâfil ol mayarak onun ihtiyaçlarını da araştırmalısın. Onu istemeye mecbur etmemelisin. Aksine onun ihtiyacını kendi ihtiyacın gibi görüp yerine getirmelisin. Bunu yaparken nefsine herhangi bir pay vermemelisin. Aksine senin yardımını kabul ettiğinden dolayı onun ihtiyacını yerine getirmeye fırsat verdiği için ona minnettar olmalısın. Sadece ihtiyacını yerine getirmekle kalmamalısın. Aksine başlangıçta ihtiyacından fazla vermek suretiyle ikramda bulunmalı, onu kendi nefsine tercih etmeli, akrabalarına ve evlâdına takdim etmelisin.
Hasan-ı Basrî şöyle derdi: 'Allah yolunda ki kardeşini teşyi eden bir kimseyi, Allahü teâlâ kıyâmet gününde arşının altında meleklerin refakatinde teşyi ettirir'.
Eserde vârid olmuştur. Allah yolundaki bir kardeşiyle bir araya gelmeyi arzu ederek ziyaret eden bir kimseyi bir melek arkasından şöyle çağırır: 'Güzel oldun! Yani attığın adımlar hayırlıdır ve cennet de sana güzelleştirildi'. 55
Ata b. Ebi Rebah şöyle demiştir: 'Üç günden sonra kardeşlerinizi arayınız. Eğer hasta iseler ziyaret ediniz. Eğer meşgul iseler yardımda bulununuz. Eğer unutmuşlarsa onlara hatırlatınız'.
Rivâyet ediliyor ki, İbn Ömer (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberin huzurunda iken durmadan sağına soluna bakıyordu. Rasûlüllah, dikkatini çeken bu durumu İbn Ömer'e sordu, İbn Ömer 'Yâ Rasûlallah! Ben bir kişiyi seviyorum. Onu arıyor, fakat bulamıyorum' diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) buna karşılık olarak şöyle buyurdu:
Sen bir kimseyi sevdiğin zaman, ismini, babasının adını ve evini sor! Bunları bildiğin takdirde, eğer hastaysa ziyaret, meşgulse kendisine yardım edersin. 56
Diğer bir rivâyette 'Onun dedesinin ismini, mensup olduğu soy ve sopunu sor!' ibaresi vardır. Şa'bî, birisinin yanına oturup sonra 'Ben onun yüzünü tanıyor, fakat ismini tanımıyorum' diyen bir kimse hakkında 'O ahmakların tanımasıdır' dedi.
İbn-i Abbâs'a 'Sence insanların en sevimlisi kimdir?' diye sorulduğunda, şöyle demiştir: 'Arkadaşım'. Yine İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Hiçbir ihtiyacı olmadığı halde, üç defa benim meclisime gelen bir kimsenin mükâfatının ne kadar çok olacağını tahmin bile edemem'.
Said b. As şöyle demiştir: 'Üç defa benimle beraber oturan bir kimse için artık, bana yaklaştığı zaman onunla sevinirim. Konuştuğu zaman yüzümü ona çeviririm. Oturduğum zaman kendi sine yer açarım'.
Nitekim Allahü teâlâ Feth sûresinde şöyle buyurmuştur: 'Onlar aralarında merhametlidirler' Hakikî müslümanların şefkat ve ihti ramına işarettir bu ayet. . . Lezzetli bir yemeği veya sevinçli bir meclisi kardeşi olmaksızın geçirmemesi de şefkattendir. Hatta kardeşi olmadığı takdirde onun olmayışından dolayı hayatı kederli olmalıdır. Kardeşinden ayrıldığından dolayı üzülmelidir.
Üçüncü Hak
Bazen susan, bazen de konuşan dildir. Sükuta gelince. . . Kardeşinin bulunmadığı bir yerde onun ayıplarını söylemeyip sus maktır. Hatta kardeşinin konuştuklarını reddetmek hususunda da susmalı, duymamış gibi davranmalı, onunla mücadele ve münakaşa etmemeli, onun hâllerini araştırmaktan kaçınmalıdır. Onu bir yolda veya herhangi bir ihtiyacın peşinde koşarken gördüğü zaman o konuşmadan önce onun gayesini, geldiği yeri ve gideceği yeri sor mamalıdır. Çünkü çok zaman bunları belirtmek ona ağır gelir veya yalan söylemek mecburiyetinde kalabilir. Arkadaşının kendisine söy lediği sırlarını saklamalı, hiçbir zaman onları başkasına aktarma malıdır. Hatta en yakın arkadaşlarına bile. . . Arkadaşından ayrıldıktan sonra bile, onun arkadaşlık zamanına ait sırlarından bir şeyi açıklamamalıdır. Çünkü böyle yapmak tabiatın ve vicdanın kö tülüğünden ileri gelir. Arkadaşının arkadaşlarını, aile efradını ve çocuklarını tenkid etmekten de çekinmelidir. Başkasının arkadaşını tenkid etmemeli de hikâye etmemelidir. Çünkü başkasının küfrünü sana nakleden, sana küfretmiş olur.
Nitekim Enes (radıyallahü anh) 'Hazret-i Peygamber hiçbir kimseye, hoşuna gitmeyecek bir sözü yüzüne vurmazdı der,57
Çünkü eziyet; haberi ilk getirenden, sonra da onu söyleyenden olur. Evet, başkasından arkadaşının lehinde dinlediklerini gizlemesi uygun bir hareket değildir. Çünkü arkadaşı önce hakkındaki medh ve senayı nakleden zattan sonra da o senayı yapandan razı olup onunla sevineceği muhakkaktır. Böyle bir durumu gizlemek, özellikle çekememezlikten gelmektedir. Kısacası arkadaşını üzen her konuşmayı ister mücmel, isterse mufassal olsun, nakletmekten çe kinmelidir. Ancak emr-i bi'l-mâruf veya nehy-i an'il-münker hususunda konuşmak kendisine gerekirse, o zaman durum değişir. Zira bu durumda arkadaşının kalbi kırılacaktır diye susmak doğru değildir. Çünkü böyle bir hususta konuşmak esasında arkadaşına iyilik yapmaktır. Her ne kadar arkadaşı böyle bir konuşmayı zahirde aleyhinde telâkki ederse de. Arkadaşının kötülüğünü, ayıplarını ve aile efradının kötülüklerini zikretmeye gelince. . . Bu, gıybet kısmına dahildir. Hangi müslümanın hakkında olursa olsun bu şekilde gıybet yapmak haramdır. Seni bu tür gıybetten iki şey alıkoymaktadır:
Birincisi, sen kendi nefsinin durumunu düşünmelisin. Eğer kendi durumunda tenkid edilecek birşey görürsen, o zaman müslü man kardeşinde gördüğün kusuru kendi kusuruna kıyasla normal kabul etmelisin. Takdir etmelisin ki, o kardeşin bu husus hakkında nefsini mağlup etmekten acizdir. Nitekim sen de bu gibi şeyleri yap makla nefsini mağlup etmekten aciz kalmışsın. Kardeşini kötü bir hasletinden ötürü işe yaramaz kabul etmemelisin. Çünkü (peygamberler hariç) hiç kimse tam mânâsıyla tertemiz değildir. Senin Allah'a karşı kusurların varken, onun sana karşı olan kusurlarına aldırış etme! Çünkü senin, onun üzerindeki hakkın, Allah'ın senin üzerindeki hakkından daha fazla değildir.
İkincisi, muhakkak bilirsin ki, her ayıptan münezzeh ve uzak olan bir arkadaş aradığın zaman, bütün halktan uzaklaşman gere kir. Bu takdirde dünyada arkadaşlık yapacak hiçbir kimse bula mazsın. Bu bakımdan insanlardan hiçbir kimse yoktur ki, onun iyi ve kötü tarafları olmasın. O halde, iyilikler kötülüklere ağır bastığı zaman hedefe varılır. Çünkü Mü'min daima nefsinde kardeşinin iyiliklerini hazırlar ki, kalbinden kardeşine karşı hürmet ve muhabbet ek sik olmasın. Leim (kötü) münafık ise, daima kötülük ve ayıpları düşünür. Nitekim İbn Mübarek şöyle demiştir: 'mü'min bir kimse mazeretleri, münafık ise günah ve hataları arar!'
Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'Erkeklik, arkadaşların kusurlarını affetmektir'. Bu nedenledir ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurmuştur:
İyiliği gördüğü zaman örtbas eden, kötülüğü gördüğü zaman ilân eden kötü komşunun şerrinden Allah'a sığının. 58
Hiçbir şahıs yoktur ki, hâlini özünde mevcut olan birtakım hasletlerle güzelleştirmekten mahrum olsun! Yine her şahıs kendisinde mevcut olan birtakım hasletlerle hâlini çirkinleştirebilir de. . .
Rivâyet ediliyor ki, bir adam Hazret-i Peygamber'in yanından başka bir adamı övdü. Ertesi gün, aynı adam, övdüğü adamın aleyhinde konuşmaya başladı.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurdu:
Sen dün onun lehinde konuşuyordun, bugün ise aleyhindesin! Adam 'Ey Allah'ın Râsûlü! Allah'a yemin ederim, ben dünkü konuştuklarımda doğruydum ve bugün de onun aleyhinde ya lan söylemiş değilim. O, dün beni razı etmişti. Ben de onun hakkında bildiğim en güzel şeyleri söyledim. Bugün ise beni kızdırdı. Ben de hakkında bildiğim en kötü söyleri söyledim'.
Bu sözüne karşı Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak sözün bir kısmı sihirdir. 59
Sanki Hazret-i Peygamber bu sözüyle onun bu şekildeki hareketini ke rih görerek onu sihre benzetmiş olmaktadır.
Kötü söz ve belağatli konuşmak için zorlamak, münâfıklığın iki şubesidir. 60
Muhakkak Allahü teâlâ, sizin fesahatinizi ve faziletinizi gös termek maksadıyla edebî konuşmalarınızı çirkin görür. 61
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'müslümanlardan hiç kimse yoktur ki, Allah'a itaat edip de ona isyan etmesin ve yine hiç kimse yoktur ki, Allah'a isyan edip de ona hiç itaat etmesin. Bu bakımdan kimin itaati günahlarına galip gelirse onun hareketi adalettir'.
İmâm-ı Şâfiî böyle bir hareketi Allah hakkında olsa dahi adalet saydığına göre, senin böyle bir hareketi kendi nefsin için ve arkadaşın isteği hakkında adil görmen daha uygun olur. Nasıl ki arkadaşının kötü tarafları hakkında susmak sana farz işe, kalbinle de bu tarafları hakkında sükût etmek sana farzdır. Kalbin sükûtu demek onun hakkında kötü zanda bulunmayı terketmek demektir. Bu bakımdan kötü zan kalben gıybettir. Bu da dil ile gıybet gibi yasaklanmıştır. Bunun tarifi şöyledir Arkadaşının fiilini, iyi bir şekilde yorumlanması mümkün oldukça kötü bir şekilde yo rumlamamaksın. Yakîn ve müşâhede ile bilinen kısma gelince, bunu bilmemezlikten gelmek senin imkanlarının dahilinde olan birşey değildir. Bu hareketlerini unutkanlık ve yanlışlık üzerine eğer mümkünse hamletmen gereklidir. Bu zann iki kısma ayrılır:
1. Teferrüs diye adlandırılan kısımdır. Bu kısım herhangi bir de lile dayanmaktadır. Bu delil zarurî olarak zannı tahrik eder ki insan bir türlü zannını bu tahrike kapılmaktan kurtaramaz.
2. İkinci kısmın kaynağı, onun hakkındaki kötü düşüncendir. Hatta adamdan iki yönlü bir fiil sadır olur, onun hakkındaki su-i zannın, seni o fiili en kötü şekilde yorumlamaya zorlar. Oysa o fiili bu şekilde yorumlamaya hiçbir delil ve alâmet de yoktur. Bu bâtınî bir cinayettir. Her Mü'min hakkında haramdır.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle der:
Muhakkak ki Allahü teâlâ Mü'min için Mü'minin kanını, malını, namusunu ve onun hakkında kötü zanlarda bulun mayı haram kılmıştır. 62
Kötü zanndan sakınınız. Çünkü kötü zann, konuşmanın en ya lanıdır!63
Kötü zann, insanı merak ve araştırmaya sevkeder. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Tehassüs ve tecessüs etmeyin. Aranızdaki bağları koparmaym. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olu nuz. 64
Tecessüs, başkasının hakkındaki haberleri merak etmek ve araştırmak demektir. Tehassüs ise, onu göz hapsinde tutmak demektir. Madem Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu hareketleri yasaklamıştır, o halde Mü'minlerin ayıplarını örtmek, onların ayıplarını görmemezlikten ve bilmemezlikten gelmek, dindar kimselerin ahlâkındandır.
Mü'minin güzel taraflarını söylemek, kötü taraflarını örtbas etmek hususunda Hazret-i Peygamberin duasında Allah'ı bu vasıf ile vasıflandırması senin için en büyük delildir.
Nitekim o duada şöyle denildi: 'Ey iyiliği izhar eden ve kötülüğü örten Allah!'
Allah nezdinde en makbûl kul Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanan kuldur. Çünkü Allahü teâlâ ayıpları örten, günahları affeden, kulun kusurlarından vazgeçendir. Bu bakımdan sen kim oluyorsun ki, se nin gibi veya senden daha üstün bir insanın kusurlarından vazgeç miyorsun? O insan ne senin kulundur, ne de mahlûkun! Nasıl olur da yaradan affederken sen etmiyorsun?
Hazret-i isa havârilere şöyle demiştir:
- Siz uykuda olan kardeşinizin mahrem yerini rüzgârın açtığını görürseniz ne yaparsınız?
- Biz onu setredir, örteriz.
- Hayır! Siz onun avretini açarsınız.
- Hayret! Neden böyle yapalım?
- Sizden biri kardeşinin hakkında konuşulan bir lafı dinler, ona bazı ekler yaparak daha büyük bir yaygara ile etrafa yayar.
Kişi kendi için neyi seviyorsa, müslüman kardeşi için de onu sevmedikçe İmâm tamam olmaz. Arkadaşlık derecelerinin en azı, kişinin kendisi için istediğini kardeşi için de istemesidir. Şüphe yok tur ki, kardeş kardeşinden ayıbını örtmesini, kötü taraflarından söz etmemesini, ayıplarını açığa vurmamasını bekler. Eğer kardeşi bu nun tersini yaparsa, onun hakkında öfkesi gittikçe kabarır. Kardeşinden beklediğinin aksini ona yapmak elbette insafsızlıktır. Böyle bir kimseye, Kur'ân'da azap va'dedilmiştir.
Azap olsun ölçüde, tartıda noksanlık edenlere ki onlar insanlardan ölçüp (haklarını aldıkları zaman) tam olarak alırlar, fakat insana (verilmek üzere) ölçtükleri yahut onlara tarttıkları zaman eksiltirler. (Mutaffifin/1-3)
Bu bakımdan nefsinin başkasına karşı gösterdiği müsamahadan daha fazlasını başkasından beklemek hasleti kimde varsa, o kimse ayet-i celilenin mefhumuna dahildir.
Başkasının kabahatlarım örtmeyip daha fazla ortaya çıkarmak için çalışmanın kaynağı insanoğlunun içinde saklı bulunan müzmin bir hastalıktır. Ona kıskançlık ve hased denilmektedir. Zira kıskanç ve hasedçi bir kimsenin içi kötülüklerle doludur. Fakat o kötülükleri içinde hapseder, gizler, fırsat bulmadıkça onları açığa vurmaz. Ne zaman bir fırsat bulursa, hayâ ortadan kalkar, içindeki pislikler dışarıya çıkmaya başlar. İçi hased ve kıskançlıkla doluysa, böyle bir kimseden uzaklaşmak en uygun bir hareket olur.
Nitekim hukemâdan biri şöyle demiştir: 'Açık azarlama, içte gizlenen hasedden daha iyidir. Hasûd bir kimseye karşı gösterilen nazikane hareketler, gittikçe onun vahşetini kabartmaktadır'.
Kalbinde herhangi bir müslümana karşı kin bulunan bir kimsenin îmanı zayıf olduğu gibi, sonu da tehlikelidir. Böyle bir kalp habis olduğu için Allahü teâlâ'nın huzur-u ilahîsine elverişli değildir.
Abdurrahman b. Câbir b. Nefir65 babasından şunları rivâyet etmektedir:
Ben Yemen'de bulunuyordum. Yahûdî bir komşum vardı. Bu komşum bana sık sık Tevrat'tan bahsediyordu. Bir ara yahûdî komşum yolculuktan dönmüştü. Yanma giderek şöyle dedim: Allahü teâlâ bizden (Araplardan) bir peygamber göndermiş. . . O peygamber bizi İslâm dinine dâvet etti ve bizde müslüman olduk ve aynı zamanda Tevrat'ı tasdik eden bir kitabı da Allahü teâlâ bize göndermiştir'. Bu sözlerimi dinleyen yahûdî şöyle dedi:'Doğru söyledin. Fakat sizin o peygamberin getirdiklerini yerine getirmeye gücünüz yetmeyecektir. Çünkü biz peygambe rin ve onun ümmetinin vasıflarını Tevrat'ta görmekteyiz. O peygamberin ve ümmetinin vasıflarından birisi şudur: Hiçbir müslümana helâl değildir ki, kapısının eşiğini kalbinde başka bir müslümana karşı nefret olduğu halde geçmiş olsun.
Bu cümleden olarak müslüman kardeşinin kendisine emanet ettiği sırrını ifşa etmemelidir. Yalan olsa dahi o sırrını inkâr edebilir. Çünkü her yerde doğruyu konuşmak farz değildir. Nitekim yalan söylemeye mecbur olduğunda nefsinin sır ve ayıplarını örtmek kişi için caiz olduğu gibi. . . Öyle ise müslüman kardeşinin hakkında da aynı şeyi yapabilir. Çünkü kardeşi ile kendisi arasında fark yoktur. İkisi ancak bedenle ayrılırlar, hakikatte ise bir şahıstırlar, İşte kardeşliğin hakikati budur. Hatta gizli yapılması gereken şeyleri onun yanında açıktan yapmakla riyakâr da olmaz. Çünkü kardeşinin onun amelini bilmesi onun kendi amelini bilmesinden farklı değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim kardeşinin ayıbını örterse Allahü teâlâ dünya ve âhirette onun ayıbını örter. 66
Müslüman kardeşinin ayıbını örten bir kimse sanki diri diri gömülen bir kız çocuğunu diriltmiştir. 67
Kişi etrafına bakınarak konuşursa, o konuşma oradakiler için bir emanettir. 68
Meclisler, emanetle kurulur; (orada konuşulan ifşa edilmez) . Ancak üç meclis bu hükmün dışındadır: Birincisi haram bir kan akıtılan meclistir. (İkincisi haram bir namusun payimal edildiği meclistir. Üçüncüsü de helalinden kazanılmayan bir malın helâl sayıldığı meclistir) . 69
Aynı mecliste oturan iki kişi emanetle otururlar; (manevi te minat almış olurlar) . Bu bakımdan hiç kimse için helâl değildir ki arkadaşının ifşa edilmesi hoşuna gitmeyen her hangi bir sırrını ifşa etsin. 70
Ediblerden birisine denildi ki: 'Senin sır saklaman nasıldır? O edib de şöyle cevap verdi: 'Ben sırrın mezarıyım'. Denilmiştir ki: 'Hür insanların göğüsleri sırların mezarlarıdır'.
Yine şöyle denildi: 'Ahmak bir insanın kalbi ağzındadır, akıllı bir kimsenin dili ise kalbindedir'. Yani ahmak kimse nefsindekini giz lemeye gücü yetmez ve bilmediği halde açığa vurur. İşte bundan do layıdır ki ahmak bir kimsenin dostluğunu kesmek ve onun sohbetin den uzak durmak gerekir. Hatta ahmakları görmekten bile kaçınmalıdır.
Birisine şöyle soruldu: 'Sen sırrı nasıl muhafaza edersin?' Cevap olarak dedi ki: 'Haber vereni inkâr ederim. Haber almak isteyene de yemin ederim'.
Başka biri diyor ki: 'Sırrı gizlerim ve gizlediğimi de gizlerim'.
İbn Mutez71 buna şöyle belirtmiştir: 'Bana emanet edilen sırrı göğsüme yerleştiririm de göğsüm o sırra mezar olur'.
Başka biri, İbn Mutez'in bu şiirine şunları ilave ederek şöyle dedi: 'Göğsümdeki sır, kabrinin içinde yatan bir kimse gibi değildir. Çünkü kabirde yatanı görürüm ki, bir daha dirilip haşrolmayı bekli yor. Fakat ben göğsümdeki sırrı öyle unuturum ki, sanki hiçbir zaman o sırra muttali olmamışımdır. Eğer benimle onun arasında sırrı sırdan gizlemek mümkün olsaydı, sır da bilmezdi'.
Seleften biri bir arkadaşına sırrını ifşa etti. Sonra ona 'Benim sırrımı korudun mu?' dedi. O da cevap olarak ' (Korumak değil) onu unuttum bile. . dedi.
Ebû Said es-Sevrî72 şöyle demiştir: 'Herhangi bir kimseyle arkadaşlık yapmak istediğin zaman, onu öfkelendir. Sonra senin du rumunu ondan sormak için birini gönder. Eğer buna rağmen o, hakkında iyi şeyler söyler, sırrını saklarsa onunla arkadaşlık yap'.
Ebû Yezid-i Bistamî'ye şöyle soruldu: 'Sen halktan kiminle arkadaşlık yaparsın?' Cevap olarak dedi ki: 'O kimse ile ki, Allah'ın bildiğini senin hakkında bilir. Sonra Allah Azimüşşan'ın bildiğini örttüğü gibi örter'.
Zünnun-i Mısrî şöyle demiştir: 'Seni masum olarak görmek iste yen bir kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur. Öfkelendiği zaman arkadaşının sırrını ifşa eden bir kimse alçaktır. Çünkü normal zamanda sır saklamak tabiatın gereğidir'.
Hukemadan biri şöyle demiştir: Dört durumda sana karşı değişen bir kimse ile akadaşlık yapma!
a) Öfkeli iken
b) Razı iken
c) İstekli iken
d) Hevasına uyduğu anda. . . Arkadaşlığın gereği, bu durumların değişikliğine rağmen sadık kalmaktır. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: 'Kerim bir kimseyi, arkadaşlığını kestiğin zaman senin kötülüklerini gizler, iyiliklerini söyler görürsün. Alçak bir kimsenin ise, onunla arkadaşlık kesildiğinde dostunun iyi taraflarını örtbas edip, iftiralar savurduğunu görürsün'.
Hazret-i Abbas,73 oğlu Abdullah'a şöyle demiştir: Ben şu kişiyi Hazret-i Ömer'i kastediyor görüyorum ki, seni ashâb-ı kiramın ihtiyarlarından daha öne alıp kendisine yaklaştırıyor. O halde benden beş nasihat dinle:
1. Sakın onun hiçbir sırrını ifşa etme.
2. Sakın onun yanında hiç kimsenin aleyhinde bulunma.
3. Sakın ona yalan söyleme.
4. Sakın onun hiçbir emrine isyan etme.
5. Sakın o, senin herhangi bir hiyanetine muttali olmasın.
Şa'bî şöyle demiştir: 'Hazret-i Abbas'ın bu beş nasihatinin herbiri bin altından daha hayırlı ve faydalıdır'.
Arkadaşlığın icabından biri de arkadaşının her konuştuğunda onunla muhaseme ve mücadele etmeyi bırakmaktır. Nitekim İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) 'Sakın sefih bir kimse ile mücadele etme ki, sana eziyet etmesin! Hâlim bir kimseyle de mücadele etme ki, sana buğzetmesin demiştir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) de şöyle demiştir:
Haksız olduğu halde, haksızlığını anlayıp mücadeleyi bırakan bir kimse için cennetin etrafında bir köşk inşa edilir. Haklı olduğu halde tatsızlık olmasın diye, herhangi bir meselede mücadeleyi terkeden bir kimse için ise cennetin en yüce ve yüksek yerinde bir köşk yapılır.
Kişinin haksız olduğu halde mücadeleyi terketmesi, farz olmasına rağmen böyle bir terkin karşılığı olarak Allahü teâlâ hadîste geçen mükâfatı ihsan eder. Haklının haklılığına rağmen mücadele ve münakaşayı terketmesinin sevabını Allahü teâlâ daha da büyük kılmıştır. Zira nefse, haklı olduğu halde susup mücadeleyi terketmek, haksızlığından dolayı mücadeleyi terketmekten daha şiddetli ve ağır gelir. Allah nezdindeki ecir ise, zahmet nisbetinde verilir. Arkadaşlar arasında hased ateşini alevlendiren sebeplerin en şiddetlisi, muhasamat ve biri diğerini küçük düşürmek niyetiyle mücadele etmeleridir. Böyle yapmak, uzaklaşma ve aradaki bağları koparmanın ta kendisidir. Çünkü aradaki bağların kopması, önce fikir ayrılığından başlar, sonra sözlerin çatışmasıyla daha sonra da bedenlerin ayrılmasıyla kendini gösterir. Oysa Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Mü'minlere şöyle hitap etmektedir:
Birbirinize sırt çevirmeyin. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinizi kıskanmayın. Aranızdaki sevgi ve muhabbeti kesmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz. Çünkü müslüman müslü manın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu yardımlarından mah rum etmez. Onu mahcub etmez. Müslüman kardeşini tahkir etmek, şer olarak kişiye yeter de artar. Müslümanın kanı, malı, namusu diğer müslümana haramdır. 74
Hakaretlerin en şiddetlisi müslüman kardeşinle mücadele etmektir. Çünkü başkasının konuşmasını tenkid eden bir kimse, konuşmacıyı cehalet ve hamakata nisbet etmiş olur veya bu konuştuğu konunun hakikatini anlamaktan gâfil olmakla suçlamak demektir. Bütün bunlar müslüman kardeşine hakarettir. Karşısındaki insanı vahşet ve nefrete sürükler. Ebû Umame Bahilî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerifte şöyle denmektedir: Hazret-i Peygamber, biz mücadele ederken çıkageldi. Bu durumumuzu müşahede eden Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) kızarak şöyle dedi:
Ey ashâbım! Tartışmayı bırakın. Çünkü onun faydası azdır. Çünkü o, arkadaşlar arasında düşmanlığı körükler. 75
Seleften birisi şöyle demiştir: 'Kim arkadaşıyla münakaşa ederse, onun mürüvveti azalır, şerefi, gider.
Abdullah b. Hasan (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Erkeklerin mücadelesin den sakın! Çünkü sen mücadele ettiğin takdirde hâlim bir kimsenin hilesinden veya alçak bir kimsenin ani çıkışlarından emin ola mazsın!. . . '
Seleften biri şöyle demiştir: İnsanların en âcizi arkadaş edinmek hususunda kusur gösterendir. Bundan daha aciz olan o kimselerdir ki, elde ettiği arkadaşlarını elinden kaçırır. Fazla mücadele etmek arkadaşları kaybedip aradaki bağın kopmasına vesile olur. Düşmanlığın yerleşmesine zemin hazırlar!'
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Bin kişinin sevgisiyle bir kişinin düşmanlığını satın alma!'
İnsanın dostuyla mücadele etmesine, ancak akıl ve fazilet bakımından ondan daha üstün olduğunu belirtmek, onun cehaletini açığa vurmak suretiyle ona hakaret etmek gibi korkunç bir hastalık vesile olabilir. Bu hastalık aynı zamanda kibir, başkasını hakir görmek, başkasına eziyet vermek, ahmaklık ve cehaletle ona küfretmeyi de içine alır. Zaten düşmanlık da bu demektir. Böyle bir durumla kardeşlik ve dostluk nasıl bağdaşabilir?
İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet eder:
Sakın kardeşinle mücadele etme! Onunla alay etme! Ona yerine getiremeyeceğin bir sözü verme. 76
Muhakkak ki, malınızı vermek suretiyle herkesi memnun edemezsiniz. Fakat güler yüzle ve güzel ahlâk ile memnun edin. 77
Arkadaşla mücadele etmek ise, güzel ahlâka ters düşer. Selef-i Sâlihîn arkadaşlarla mücadele etmekten o kadar kaçınmış ve sakındırmışlar ki, ondan daha iyisini yapmak mümkün değildir. Arkadaşlara yardım etmek hususunda o kadar teşvikte bu lunmuşlardır ki, artık bu teşviki dinleyip tatbik eden arkadaşlarının isteğine meydan bırakmaz. Demişler ki: Sen arkadaşına 'kalk!' dediğin zaman, o da 'nereye' derse, böyle bir kimseyle arkadaşlık yapma! Aksine arkadaşlık 'Nereye?' diye sormak değil, derhal kalkıp sormaksızın arkadaşına tâbi olmaktır.
Ebû Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: Irak'ta bir arkadaşım vardı. Musibetler ânında ona gidiyordum. Ona, malından bana birşey ver diyordum. O da kesesini bana atar istediğimi kesesinden alırdım. Bir gün kendisine geldim ve 'Birşeye muhtacım' dedim. O bana dedi ki: 'Ne kadar istiyorsun?' Bunun üzerine onun arkadaşlığı benim gözümden düşmüş oldu.
Başka biri şöyle demiştir: "Arkadaşından bir mal istediğin zaman, o da sana 'Ne yapacaksın?' diye sorarsa o, arkadaşlık hakkını terketmiş olur". Arkadaşlığının devamı ve payidar olması, ancak sözde, fiilde ve şefkatte uygun hareket etmeye bağlıdır. Nitekim Ebû Osman Hıyfî78 şöyle demiştir: 'Arkadaşlara uymak onlara şefkat göstermekten daha hayırlıdır'. Ebû Osman'ın bu sözü doğrudur.
Dördüncü Hak
Dilin hakkıdır. Çünkü arkadaşlık kötü şeyleri söylememeyi gerektirdiği gibi, güzel şeylerin söylenmesini de gerektirir. Güzel şeyler söylemek arkadaşlığın daha da güzel olmasını sağlar. Çünkü susmak kabir ehline arkadaş olmaktır. Arkadaşlar kendilerinden istifade edilsin diye edinilir. Yoksa onların eziyetlerinden kurtulmak için değil. Bu bakımdan kişiye düşen vazife diliyle arkadaşına kendi sini sevdirmek, sorması gerektiği ve arkadaşının kendisince sevi len ahvalini araştırıp sormaktır. Meselâ; arkadaşında olan bir sıkıntı ile ve sağlığıyla ilgilenmek gibi. Arkadaşının hoşlanmadığı bütün durumlarını lisan ve fiilleriyle arkadaşına belirtmesi gerekir. Arkadaşının hoşuna giden bütün hâllerini diliyle belirtip onlardan hoşnut olduğunu bildirmesi lâzımdır. Bu bakımdan arkadaşlığın mânâsı kolaylıkta ve zorlukta, sıkıntıda ve genişlikte bütün durumları paylaşmak demektir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurmuştur:
Sizden herhangi biriniz arkadaşını sevdiği zaman ona 'Seni Allah rızası için seviyorum diye' haber versin. 79
Sevginin açıklanması, sevgiyi artırdığı için Hazret-i Peygamber böyle bir sevgiyi haber vermeyi emretmiştir. Çünkü arkadaşın senin ken disini sevdiğini bilirse, şüphesiz onunda sana karşı sevgisi artar. Böylece sevgi iki taraftan da gelişir, kökleşir ve artar. Müslümanlar arasındaki sevgi ise şer'an istenen güzel birşeydir ve dinen makbul dür.
Bunun için Hazret-i Peygamber sevgi hususunda yol göstererek şöyle demiştir:
birbirinize hediye veriniz ve (dolayısıyla) birbirinizi seviniz. 80
Arkadaşını gerek hazır olduğu ve gerek olmadığı zamanlarda en güzel isimleriyle çağırmak da, arkadaşlığın gereklerindendir. Nitekim Hazret-i Ömer şöyle demiştir: Üç haslet vardır. Bu üç haslet arkadaşının sevgisini sana karşı kesinlikle ortaya çıkarır:
1. Karşılaştığında önce ona selâm vermek.
2. Oturduğun yere geldiğinde ona yer açmak.
3. Sevdiği isimlerle onu çağırmak.
Arkadaşlığın gereği, övülmeyi seven ve yanında övülmek istediği kimselerin yanında, bildiğin en güzel durumlarıyla onu övmendir. Çünkü böyle yapmak, sevginin kazanılmasında en büyük sebeptir. Onun çocuklarını aile efradını, sanatını, fiilini, hatta aklını, ahlâkını, şeklini, yazısını, şiirini, telifini ve sevineceği her şeyini övmek de böy ledir. Fakat bütün bunlar, ifrata kaçmaksızın ve yalan olmaksızın yapılmalıdır. Ancak süslendirmeyi kabul edeni süslendirmek de ge rekir. Bundan başka onu övenlerin yapmış olduğu medh ü senayı ona ulaştırıp, bundan memnun olduğunu göstermen gerekir. Çünkü böyle bir durumu gizlemek hasedden başka bir mânâ taşımaz.
Senin için yaptığı iyiliğe karşı ona teşekkür etmek de arkadaşlığın gereklerindendir. Hatta bilfiil sana iyilik yapmamışsa bile iyilik yapmak niyetinden dolayı da ona teşekkür etmen gerekir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Arkadaşına iyi niyetinden ötürü teşekkür etmeyen bir kimse, onun iyiliğine karşı da teşekkür etmez'. Sevginin kazanılmasında bütün bunlardan daha tesirli olan şey, arkadaşını, gıyabında kendisine bir kötülük yapılmak istendiği, açık, yahut da do laylı yollardan şerefine dil uzatılmak istenildiği zaman müdafaa etmektir. Kardeşliğin hakkı onu himaye etmek veya yardımına koşmak hususunda kollarını sıvamak, ona saldıranı susturmak, saldırgana karşı şiddetli ve göz açtırmayacak derecede hücuma geçmektir. Bu durumda susmak, arkadaşın kalbini öfkeyle doldurur ve nefretini açığa çıkarır. Bir de arkadaşlık hakkında kusurlu davranılmış olur. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Arkadaşların biri diğerine yardım eder ve birbi rinin vekâletini yapar' diyerek iki arkadaşı iki ele benzetmiştir.
Müslüman müslümanın kardeşidir. Kardeşine zulmetmez, ondan yardımını esirgemez ve onu mahrum edip ihmal et mez. 81
Kişinin müslüman kardeşine yardımcı olmaması, onu düşmana teslim ve mahrum etmesi demektir. Zaten arkadaşının haysiyeti ayaklar altına alınsın diye ihmal etmek, vücudunun delik deşik ol masını ihmal etmek gibidir. Köpeklerin sana saldırdığını, etlerini parçaladığını gördüğü halde sükût edip İslâmî şefkatin ve kardeşlik hamiyetinin seni müdafaa etmek için hareket etmediğini müşahede ettiğin bir arkadaş ne kötü arkadaştır! Oysa namus ve şerefe yönelti len saldırganlık, şerefli nefislere etin parçalanmasından daha fazla tesir eder. Bu sır ve hikmete binaendir ki, Allahü teâlâ gıybeti 'ölü eti yemeye benzeterek şöyle demiştir:
Acaba sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? (Hucurat/12)
Ruhun levh-i mahfuzdan mütalaa ettiğini müşahhas misallerle uyku âleminde temsil edip gösteren melek, gıybeti 'ölü etlerinin yenilmesiyle' temsil eder. Hatta rüyasında ölü etini yediğini gören bir kimse, halkın gıybetinde bulunuyor demektir. Çünkü o melek gösterdiği misalde 'şey ile 'misali' nin arasındaki münasebet ve benzerliği gözetir. Tabiidir ki, suretin zahirine değil, aksine ruhun ye rine o misalde gösterilen mânâyı temsil eder. Bu bakımdan durum bu iken arkadaşından düşmanların saldırısını defetmek, saldırganların saldırılarını önlemek, arkadaşlık akdinde farzdır.
Mücâhid şöyle der: Sen nasıl hatırlanmak istiyorsan, kardeşini de öylece hatırla. O halde, bu hususta senin elinde iki ölçü vardır:
Birincisi, şayet senin hakkında birşey söylenir ve arkadaşın da orada hazır bulunursa o arkadaşının senin için neyi söylemesini is tiyorsan, arkadaşının şerefine saldıran bir kimseye senin kendin için arkadaşından beklediğin davranışı göstermen gerektir. İkincisi, arkadaşının duvar arkasında olduğunu, senin onun hakkında söylediklerini dinlediğini, fakat senin, onun duvarın arkasında olduğunu bilmediğini düşünmelisin. İşte böyle bir durumda nasıl davranırsan, o olmadığı zamanda da böyle yapman gerekir.
Nitekim seleften biri şöyle demiştir: 'Ben arkadaşımın bulunmadığı bir sırada sanki yanımdaymış gibi düşünürüm. Eğer orada olup da neyi dinlemeyi se viyorsa, onun için onu söylerim'.
Başkası da şöyle dedi: 'Benim herhangi bir arkadaşım konuşulduğu zaman, kendi nefsimi onun yerine koyarım. Kendim için söylenilmesini sevdiğimin benzerini onun için söylerim'. Bütün bunlar İslâm'ın doğruluğundan kaynaklanır. Kişi kendi nefsi için is tediğini arkadaşı için de istemelidir.
Ebu'd Derda (radıyallahü anh) aynı boyunduruğa bağlı çift süren iki öküze baktı. Onların biri bedenini yalamak ve kaşımak için durduğunda öbürü nün de durduğunu görünce ağlayıp şunları söyledi: İşte Allah için arkadaş olan bir kişinin durumu da aynen böyledir. Onlar Allah için çalışırlar. Onlardan biri Allah için durduğu zaman, ötekisi de ona uyar. Ona uymakla ihlâsı tamamlanır. Kim arkadaşlığında ihlâslı değilse, o münafıktır. İhlâs ise, kardeşinin hazır bulunduğu ve bu lunmadığı zaman da eşit olacağı gibi, onun hakkında dili ile kalbi, gizlisiyle açığı, cemaat içerisindeki durumu ile tenhadaki durumu bir olmalıdır. Bu saydıklarımızın herhangi birinde ayrılık varsa, bu sevgi ve muhabbetin yok olması demektir. Sevginin yok olması ise, dine nifakın karışması, Mü'minlerin yoluna aykırılığın girmesi demektir.
Kim böyle yapamayacağından emin değilse, onun için herkesten ayrılmak, arkadaşlık yapmaktansa uzlete çekilmek daha evladır. Çünkü arkadaşlık hakkı ağırdır. Ancak onu muvaffak olan bir kimse taşır. Bu bakımdan arkadaşlığın ecrinin de çok büyük olduğunda ve onu ancak bu şartları yerine getiren bir kimsenin elde edebileceğinde de şüphe yoktur.
Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurmuştur:
Ey Eba Hirre! Sana komşu olanla iyi komşuluk yap. Bu takdirde hakikî müslüman olursun. Sana arkadaşlık yapanın arkadaşlığını güzel yap. Bu takdirde hakikî Mü'min olursun. 82
Dikkat edilsin! Hazret-i Peygamber bu hadîs-i şerifinde arkadaşlığın mükâfatını îman olarak zikretmiştir. İslâm'ı da komşuluğun müka fatı olarak göstermiştir. Bu bakımdan îman fazileti ile İslâm fazileti arasındaki fark, tıpkı komşusunun hakkını yerine getirmekteki zor luk ile arkadaşlığın hakkını yerine getirmekteki zorluk arasındaki fark gibidir. Çünkü arkadaşlık daimi bir şekilde birçok hakları gerektirir. Komşuluk ise, bazı zamanlarda bazı haklar gerektirir. Arkadaşlığın hukukundan biri de, öğretmek ve nasihat etmektir.
Unutmamalısın ki arkadaşının ilme muhtaç olması, hiçbir zaman mala muhtaç olmasından daha az değildir. Eğer sen ilmen zengin sen faziletinden onun ihtiyacını gidermelisin. Din ve dünyada onun için en faydalı olana onu irşad etmelisin. Eğer sen ona öğrettiğin ve irşad ettiğin halde, o ilmin gereğiyle hareket etmezse, bu sefer arkadaşa düşen ona nasihat etmektir. Onun yaptıklarının âfet ve fela ketlerini kendisine hatırlatmalısın. Yaptığı çirkin hareketleri ter kettiği takdirde bunun faydalarını anlatmalısın. Onu dünyada ve âhirette korktuğu şeylerle korkutmaksın. Bütün bunları o çirkin fi ilinden vazgeçsin diye yapmalısın. Onun ayıplarına dikkatini çekme lisin. Kötüyü onun gözünde kötü göstermeli, iyiyi de kendisine iyi gös termelisin. Fakat bunları yaparken hiç kimsenin bunlara muttali olmamasına dikkat etmelisin. Zira cemaat huzurunda yapılan ten kidler, azarlamak ve rezil etmekten başka birşey değildir.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mü'min, Mü'minin aynasıdır. 83
Yani Mü'min, karşıdaki Mü'minden kendi nefsinden gör mediğini görür. Böylece kişi arkadaşından nefsinin ayıplarını öğrenir. Eğer tek başına olsaydı bu ayıplarını göremezdi. Nitekim in sanoğlu ayna sayesinde bedenî kusurlarına vakıf olmak suretiyle faydalanır.
İmâm-ı Şâfiî şöyle der: 'Kim gizlice arkadaşına nasihat ederse, o kimse gerçekten ona nasihat etmiş ve onu süslemiş demektir. Kim arkadaşına açıkça nasihat yapar, halkın huzurunda kusurlarını sa yarsa, o kimse de onu rezil edip çirkinleştirmiştir'.
Musir'e84 şöyle denildi: 'Sana ayıplarını haber veren bir kimseyi sever misin?' Musir 'Eğer yalnızken nasihat ederse başım üzerinde yeri vardır. Ama topluluk içerisinde başıma kakarsa sevmem' dedi.
Musir doğru söylemiştir. Çünkü toplum içinde nasihat rezil etmekten başka birşey değildir. Zira Allahü teâlâ kıyâmet gününde, mümin kulunu örtüsünün gölgesine, himayesinin altına alarak ona hitap eder ve gizlice ona günahlarını bildirir. Bazen onu cennete uğurlayan meleklerin eline onun amel defteri mühürlü olarak veri lir. Melekler cennet kapısına yaklaştıkları zaman okuması için mü hürlü bulunan kitabını kendisine verirler. Allah'ın gazabına müste hak olanlara gelince, şahidler huzurunda suçları ilan edilir. Onların azapları, dünyada yaptıkları rezaletleri teker teker saymaktır. Böylece daha fazla rezil olup mahçup olurlar. En büyük hesap gü nünde bizi rezaletten koruması için Allah'a sığmıyoruz. Bu bakımdan tenkid ile nasihat arasındaki fark, gizli ve açık söylemekten meydana gelir. Gizli nasihatla, toplum içindeki nasihat arasındaki fark, insanı göz yummaya sevkeden müdârâ ile müdahene arasındaki fark gibidir. Eğer sen dininin selâmeti için göz yumarsan, göz yummakta kardeşinin faydasını görürsen, senin bu göz yummana müdâraat denir. Eğer nefsine uyarak şehvetlerini elde etmek için dünyevî çıkarlarına zarar gelmesin diye göz yumarsan, bu takdirde sen müdâheneci ve yağcı olursun!
Zünnun-i Mısrî şöyle demiştir: 'Allah ile ancak O'nun rızasına uygun hareket ettiğin takdirde sohbet et. Halk ile ancak nasihat etmek ve nasihati dinlemek kaydıyla arkadaşlık yap. Nefis ile ancak ona muhalif hareket etmek suretiyle arkadaşlık et. Şeytanla ancak ona düşmanlık gütmekle arkadaşlık yap'.
Eğer dersen ki, nasihatta muhatabın ayıplarını belirtmek olduğu zaman karşıdaki insanın kalbini ürkütmek var demektir. Bu bakımdan nasihat nasıl kardeşliğin gereklerinden olabilir? Bil ki, kalbin nefreti ancak arkadaşının öz nefsinden bildiği ayıbını zikretmekle meydana gelir. Onun bilmediğine dikkatini çekmek ise, şefkat ve merhametin ta kendisidir. Bu kalbin nefretine değil, aksine yakınlaşmasına ve sevinmesine vesile olur. Bu kalplerden akıllı kim selerin kalplerini kastediyorum. Ahmaklara gelince, onlara iltifat bile edilmez. Senin yapmış olduğun kötü bir fiile veya sıfatlandığın çirkin bir sıfata nefsin ondan uzaklaşsın ve temizlensin diye dikka tini çeken bir kimse tıpkı eteğinin altında bulunan ve seni öldürmek isteyen bir akrep veya yılana dikkatini çeken bir kimse gibidir. Eğer sen bunu kerih görürsen çok ahmaksın demektir. Çirkin sıfatlar, ak repler ve yılanlardır. Onlar âhirette insanı öldürürler. Çünkü bu sıfatlar kalpleri ve ruhları ısırırlar. Onların vereceği elem, ısıranların eleminden daha şiddetlidir. Bunlar Allah'ın alev alev ya nan ateşinden yaratılmış varlıklardır.
Bu sırra binaen, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) arkadaşlarından ayıplarını yü züne vurmayı talep ederek şöyle diyordu: 'Arkadaşina ayıplarını he diye edip bildiren bir kimseden Allah razı olsun'.
Yine bu sırra binaen Selman-ı Farisî Hazret-i Ömer'in yanına vardığı zaman, Hazret-i Ömer kendisine şöyle sordra: 'Ya Selmân! Benim hakkımda hoşuna gitmeyen ne gibi sıfatlar kulağına geldi?' Selman, Hazret-i Ömer'den bu hususta kendisini affetmesini istedi. Buna rağmen Ömer, bu hususu kendisine İsrarla sordu. Bunun üzerine Selman şöyle dedi: 'Duyduğuma göre, senin iki tane cübben varmış. Birini gündüz, ötekini de geceleyin giyiyormuşsun ve yine kulağıma geldi ki, sen aynı sofrada iki katığı bir araya getiriyormuşsun'. Hazret-i Ömer cevap olarak şunu söyledi: Bu söylediklerinin ikisinden de kurtul dum. Bunların dışında başka birşey işittin mi?' Selman 'hayır' dedi.
Meraşli Huzeyfe, Yûsuf b. Esbat'a şöyle bir mektup yazdı:
Kulağıma geldi ki, sen dinini iki habbeye satmışsın. Şöyle ki: Sen bir sütçünün yanına varmışsın. 'Sütü kaç kuruşa sa tarsın' diye sormuşsun. Sütçü 'kuruşun altıda birini' deme sine rağmen sen 'Hayır altıda biriyle olmaz, sekizde biriyle olsun' demişsin. Sütçü de seni tanıdığı için 'Senin için öyle olsun' demiş. Bu bakımdan sen artık bundan sonra başından gâ filler perdesini kaldır. Ölüm uykusundan uyan.
Kur'ân'ı okuyup onunla herşeyden müstağni olmayan ve dünyayı ona tercih eden bir kimse hakkında 'Allah'ın ayetleriyle alay etmiyor' dense de, ben bundan emin değilim. Allahü teâlâ yalancıları, nasihat edenleri sevmemekle vasıflandırarak şöyle demiştir:
Fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz. (A'raf/79)
Bu husus, muhatabının gâfil olduğu bir ayıbını ona söylemek ve dikkatini çekmek hakkındadır. Onun bizzat bildiğini fakat bir türlü nefsinin pençesinden yakasını kurtaramadığını bildiğin bir ayıbı ise, eğer onu senden gizliyorsa, o ayıbını, ona söylemen uygun değildir. Eğer gizlemiyorsa, incitmeden güzel bir şekilde nasihat etmen gere kir. Bu nasihati bazen tariz yoluyla bazen tasrih yoluyla yapmalısın. Fakat nasihat ederken onun nefretini çekecek dereceye vardırmaman da gerekir. Eğer nasihatin müsbet bir tesir yapmayacağını biliyorsan ve o adamın da yaratılış bakımından o ayıbı işlemeye bir nevi mecbur olduğunu hissediyorsan, bu takdirde onu söylememek söylemekten daha evlâdır.
Bütün bunlar, kardeşinin din ve dünyasındaki maslahatlarıyla ilgili meselelerdir. Senin hakkındaki kusuruyla ilgili meselelere gelince. . . Bu hususta göğüs germek, onu affetmek, onun suçunu gör memezlikten gelmek, kusurlarından yüzçevirmek senin için farzdır. Bunu belirtmek nasihat nevine girmez. Evet, eğer hakkındaki ku surlu davranışının devamı aranızdaki arkadaşlığın kesilmesine ve sile olursa, bu takdirde gizlice onu bu fiilinden ötürü tenkid etmek, arkadaşlığı kesip bozmaktan daha hayırlıdır. Bu hususu açıkça değil de târiz şeklinde söylemek daha hayırlıdır. Bu hususu mektupla bildirmek, şifahi söylemekten daha faydalı olur. Fakat göğüs germek ve tahammül etmek, bütün bunlardan daha güzel ve faydalıdır. Zira se nin arkadaşlıktan kastın, onu gözetmek suretiyle kendi nefsini ıslah etmek olmalıdır. Ona arkadaş olmaktan gayen, onun yardımından istifade etmek, onun arkadaşlığım istismar etmek olmamalıdır.
Ebû Bekir Kettanî85 şöyle anlatır: Adamın birisi benimle arkadaş oldu. Aslında bu kimse, kalbime çökmüş ağır bir yüktü. Birgün kal bimdeki nefret gitsin diye ona birşey hibe ettim. Fakat ne yazık ki, kalbimdeki his bir türlü gitmedi. Bir ara onun elinden tutup eve gö türdüm. Ona dedim ki: 'Ayağını yanağımın üzerine koy' O ise 'Bunu yapmayacağım' dedi. Ben onun böyle yapması için ısrar edince mec bur kalarak öyle yaptı. Bunun üzerine kalbimde ona karşı duyduğum nefret hissi kayboldu.
Ebû Ali er-Ribatî diyor ki: Abdullah Razî'nin sohbetinde bulun dum. Bu zat çoğu zaman herşeyden uzaklaşmak için çöllere dalıyordu. Bir ara bana şöyle dedi:
- Sen mi emîr olacaksın, yoksa ben mi?
- Hayır ben emîr olmam, sen ol.
- O halde sen de bana itaat edeceksin.
- Evet, ben de sana itaat edeceğim.
Bunun üzerine bir fileyi alıp azığımızı filenin içerisine koyup sırtladı. Ona ne zaman 'Yoruldun! Bana ver' dediysem, 'Sen bana 'sen emîrsin' demedin mi? O halde itaat etmen lâzımdır' dedi. Bir gece yağmura tutulduk. Sırtında bir aba olduğu halde yağmur bana isabet etmesin diye başımda ayakta bekliyordu. Ben, kendi kendime şöyle diyordum: 'Keşke ölseydim de ona sen emîrsin demeseydim!'
Beşinci Hak
Beşinci hak, arkadaşının sürçmelerini ve kusurlarını affetmektir. Destur yoldan sapması ya bir günah işlemek suretiyle dinî hususlarda olacaktır veya kardeşlik hususunda kusur yapmak suretiyle arkadaşı hakkında olacaktır. Günah işlemek ve günahta ısrar etmek suretiyle dinde yapmış olduğu sapıklığa gelince, onun kusurunu düzeltecek şekilde münasib bir dille nasihat etmen gerektir. Onun dağınık ve perişan hâlini ıslâh etmeye çalışman lâzımdır. Eğer sen buna güç yetiremezsen, o da yaptığında ısrar ederse, bilmiş ol ki, ashâb-ı kirâm ve tâbiinin böyle bir kimsenin arkadaşlığının devam ettirilip ettirilmemesi hususunda değişik görüşleri vardır. Ebû Zer Gıfârî böyle bir kimsenin arkadaşlığının kesilmesine taraftardır.
Nitekim 'Kardeşin eski durumunu muhafaza etmediği zaman, onu sevdiğin noktadan hareket ederek bu takdirde ona buğzet' demiştir. Gıfârî'nin görüşü, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek nev'ine girer. Ebu'd Derda ve diğer bir grup sahabîye göre bunun tam aksi makbûldür. Hatta Ebu'd Derda diyor ki: 'Arkadaşın bozulduğu ve eski durumunu terkettiği zaman sakın bunun için onu terketme. Çünkü arkadaşın bir defa yanılırsa başka bir defa da isabet etmesi mümkündür'.
İbrahim en-Nehâî 'Arkadaşın günah işledi diye sakın onu terke dip arkadaşlığını kesme. Çünkü o bugün günah işler, yarın terkeder' demiştir. Başka bir sözü de şöyledir: 'Sakın halka, âlim kişinin yoldan sapmasını açıklama, çünkü âlim bir hata yapar, sonra terkeder'.
Alim kişinin hatasını ifşâ etmeyin ve (ondan ötürü) onunla aranızdaki bağı koparmayın ve onun dönüşünü bekleyin. 86
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) daha önce kardeş olduğu bir kimsenin hâlini sordu. Bu zat Şam'a gidecekti. 'Şam'a gideceğin zaman bana haber ver' dedi ve gittiği zaman Hazret-i Ömer kardeşine hitaben şu mektubu yazdı: Bismillahirrahmanirrahim. Hâ Mim. Bu kitâbın indirilişi aziz, âlim olan Allah'tandır. O günahları bağışlayan, tevbeleri kabûl eden, azâbı şiddetli olan, ihsan sâhibi Allah'tandır ki, ondan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O'nadır, (Mü'min/1-3)
Bu ibareyi yazdıktan sonra Hazret-i Ömer, arkadaşına hitap edip yaptıklarından dolayı onu kınadı. Adam mektubu açıp okuduğu zaman hüngür hüngür ağlayarak Allahü teâlâ doğru söylemiş ve Ömer de bana nasihat vermiştir' deyip tevbe etti.
Rivâyete göre, iki arkadaştan biri bir aşka mübtelâ oldu. Arkadaşım bu sırrına muttali ederek 'Ben bu şekilde bir hastalığa tu tuldum, eğer istersen Allah rızası için aramızdaki arkadaşlığı boza bilirsin' dedi. Bunun üzerine karşısındaki zat şu cevabı verdi: 'Senin günahından ötürü, hiçbir zaman arkadaşlık akdini bozamam'. Sonra, arkadaşı bu beladan kurtuluncaya kadar, yiyip içmeyeceğine dair niyyet etti. Böylece kırk gün yemedi içmedi. Bütün bu müddet zarfında kardeşinden hastalığım sordu. Kardeşi de 'Kalbimde hâlâ o durum devam etmektedir' cevabım veriyordu. O da gittikçe, açlıktan ötürü erimekteydi. Arkadaşının kalbinden, kırk günden sonra, o illet kaybolup kendisine haber verinceye kadar bu perhize devam etti. Haberi aldıktan sonra zayıflık ve hastalıktan telef olmaya yaklaşmışken yemeye ve içmeye başladı.
Yine selef-i sâlihînden arkadaş olan iki kişiden şöyle hikâye edi lir: Onların birine, istikametten şaşmış arkadaşı hakkında denildi ki: 'istikametten sapan bu kimsenin arkadaşlığını artık kesip onu ter ketmeyecek misin?' O şu cevabı verdi: 'O, şu anda her zamankinden daha fazla, bana muhtaçtır. Çünkü şu anda günahın içine düşmüş bulunuyor. Onun elinden tutup ince ve hikemâne bir şekilde kendi sine nasihatta bulunmak ve eski durumuna gelmesi için dua etmek hususunda her zamankinden daha fazla bana ihtiyacı vardır'.
İsrâiliyat'ta87 rivâyet edilmiştir ki bir dağda ibadet eden iki arkadaş vardı. Onlardan biri biraz et satın almak için şehre indi. Kasap dükkanında zâniye bir kadına tesadüf etti. Kadına göz kırptı, aşık oldu. Onu tenha bir yere çekip kendisiyle zinada bulundu. Üç gün sonra kadınla beraber otururken arkadaşı içeri daldı, boynuna sarıldı. Onu öpüp bağrına bastı. O ise utandığı için 'Sen kimsin? Seni tanımıyorum?' diye arkadaşını azarladı ve tanımamazlıktan geldi. Arkadaşı kendisine 'Kardeşim, ben senin durumunu ve hikayeni bi liyorum. Kalk gidelim. Sen şu anda benim yanımda o kadar sevimli ve azizsin ki, hiçbir zaman bu kadar seni sevmiş ve bağrıma basmış değilim'. Suçlu arkadaş kardeşinin gözünden düşmediğini görünce ayağa kalkıp onunla beraber gitti.
İşte bu şekilde hareket etmek selef-i sâlibinden bir kavmin yolu dur. Bu yol Ebû Zer Gifârî'nin yolundan daha ince ve siyasete daha uygundur. Ebû Zer Gifârî'nin yolu ise, daha güzel ve daha selâmetlidir.
İtiraz: 'Neden bu yol Ebû Zer Gifârî'nin yolundan daha ince ve si yasete daha uygundur?' dedin. Oysa bu günahı işlemek, başlangıçta arkadaşlığın caizliğini ortadan kaldırır! Bu bakımdan sonunda da bu günah işlenildiği takdirde arkadaşlığın kesilmesi farzdır. Çünkü hüküm, herhangi bir illetle sabit olduğu zaman, kıyasa göre o illetin kalkmasıyla o hüküm de ortadan kalkar. Arkadaşlık akdinin illeti ise. din hususunda yardımlaşmaktır. Din hususunda yardımlaşma ise, bir tarafın günah işlemesiyle beraber devam etmez.
Cevap: O yolun, Ebû Zer Gifârî'nin yolundan daha ince olması hususuna gelince, o yolda şefkat, kalbi kazanmak, karşıdaki kişiyi günahtan çevirme ve tevbeye zorlayıcı bir sevgi vardır. Çünkü arkadaşlığın devamı hâlinde hayâ da devam eder. Ne zaman arkadaşlık kesilip, adamın artık arkadaşlıktan ümidi kırılırsa günaha ısrar ve devam eder. O yolun Ebû Zer Gifârî'nin yolundan daha fa kihçe olması hususuna gelince, bu husus şu noktadan ileri gelir: Arkadaşlık, kan bağının yerine geçen bir akiddir. Bu akid yapıldığı zaman, karşılıklı olarak, hakların müdafâsı daha da kuvvet kazanır. Akdirı gereğince onları yerine getirmek farz olur. Arkadaşını fakir olduğu ve muhtaç bulunduğu günlerde ihmal etmemek o hakkı ye rine getirmektendir. Din hususundaki fakirlik, mal hususundaki fa kirlikten daha fazla yardıma ihtiyaç gösterir. Oysa burada arkadaşına bir felâket isabet etmiştir. Onun başına bir âfet inmiştir ki, o âfet sebebiyle din hususunda fakir düşmüştür; Bu bakımdan onu gö zetmek, kalbine riayet etmek ve durumunu ihmal etmemek gerekir. Onu ihmal bir yana hakimâne bir şekilde başına gelen çirkeften onu kurtarmaya daimi bir şekilde çalışmak gerekir. Çünkü arkadaşlık, musibetlere karşı zamanın şartlarına göre bir silâhtır. Adamın başına gelen bu durum ise musibetlerin en şiddetlisidir.
Fâsık bir kimse, muttaki bir kimse ile arkadaşlık yaptığı zaman, o muttakînin Allah'tan korkmasına, ibadete devamlılığına baka baka yakın bir zamanda dönüş yapabilir. Günahta ısrar etmekten utanır. Tembel bir kimse, çalışkan bir kimseyle arkadaşlık yaptığı zaman utanarak çalışkan olur. Nitekim Câfer b. Süleyman88 şöyle demiştir. Ne zaman ibadette gevşeklik göstersen Muhammed b. Vâsıa, onun ibadet ve taatine bakarak ibadetteki hevesim bana geri geliyor, tembel lik benden uzaklaşıyor. Bu neşe ile bir hafta var kuvvetimle ibadet ve taatime devam ediyorum.
Bu tahkik ve tedkik şudur: Dostluk ve doğruluk, soydan gelen yakınlık gibidir. Oysa soydan gelen yakınlığını, masiyetten ötürü ter ketmek caiz değildir.
Bu sırra binaendir ki Allahü teâlâ peygam ber-i zişanma, aşiret ve soyundan gelenler hakkında şöyle hitab etmiştir:
Şayet sana (uymaz ve) karşı gelirlerse 'Ben sizin yaptıkla rınızdan uzağım' de. (Şuara/216)
Dikkat edilirse, peygamber-i zişan Allah'ın emriyle burada 'Sizin yaptıklarınızdan uzağım' diyor. 'Sizden beri ve uzağım' demiyor. Akrabalık hakkına riayet olsun diye böyle demesi emredilmiştir. Bu keyfiyete, Ebu'd Derda'ya 'Arkadaşın şöyle yapmasına rağmen hâlâ ona buğzetmeyecek misin?' denildiği zaman 'Ben ancak onun ame line buğzederim. Eğer onun o kötü ameli olmazsa o yine de benim arkadaşımdır' demek suretiyle işaret edilmiştir.
Hâl böyleyken, din kardeşliği soydan gelen kardeşlikten daha kuvvetlidir ve bu sırra binaen bir hakime şöyle denildi: 'Kardeşin mi, yoksa dostun mu sence daha sevimlidir?' Hakîm 'Ben kardeşimi an cak bana dost olduğu zaman severim' diye cevap verdi.
Hasan-ı Basrî şöyle derdi: 'Nice kardeşlerim vardır ki, onları annem doğurmamıştır. '
Bunun için denilmiş ki: "Yakınlık sevgiye muhtaçtır. Sevgi ise, yakınlığa muhtaç değildir'.
Cafer-i Sâdık (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bir günlük sevgi, sılayı rahimdir. Bir aylık sevgi yakınlıktır. Bir senelik sevgi, sıkı fıkı bir yakınlıktır. Kim onu keserse,Allahü teâlâ da onu rahmetinden uzaklaştırır'.
Bu bakımdan daha önceden yapılan kardeşlik bağına vefa gös termek vaciptir. İşte fâsık olan bir kimseyle, arkadaşlıktan sonra gü naha dalan arkadaş arasındaki fark ve bununla ilgili sözlerimiz bundan ibarettir. Çünkü öteden beri sapık yolda olan bir kimseyle arkadaşlık bağı kurulmamıştır. Eğer kan bağı varsa, şüphe yoktur ki, bu durumda onu terketmek uygun değildir. Aksine onunla iyi ge çinmek, onun bazı şeylerini göğüslemek gerektir. Buna delil olarak şu hakîkat gösterilir: Başlangıçta herhangi bir kimseyle arkadaşlığı terketmek, onunla arkadaş olmaya rıza göstermemek yasak ve çirkin değildir. Aksine birçok kimse 'Tek başına yaşamak, arkadaş edinmekten daha evlâdır' demişlerdir. Devam eden bir arkadaşlığı 'arkadaşı günah işledi' diye kesmek ise, yasaklanmış bir husustur. Aslında kötü ve çirkindir. Başlangıçta arkadaşlığı bozmak, evliliği bozmak gibidir. Oysa Allah katında talâk (boşanma) , nikahı terketmekten daha çirkindir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle bu yurmuştur:
Allah'ın kullarının en şerlileri kovuculuk yapanlar ve dostların arasını bozanlardır. 89
Seleften biri, arkadaşın kusurlarını örtmek hususunda şöyle demiştir: 'Şeytan dostlarınızın kusurlarını yüzüne vurmanızı, onlarla aranızın açılmasını arzu eder. Acaba siz düşmanınızın sevin mesinden ne kazanacaksınız?' Bu söz şu bakımdan doğrudur; dostların arasını bozmak şeytanı sevindiren hususlardandır. Nitekim günah işlemek de onu sevindiren bir hareket olduğu gibi. . . Bu bakımdan şeytan, iki hedefinden birini elde ettiği zaman, ona ikinci hedefini de elde ettirmemeye dikkat etmek gerekir.
Günah işleyen kişiye küfreden birini susturan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem)
'Sus! Böyle söyleme!' deyip onu azarladıktan sonra şöyle bu yurmuştur: Sakın kardeşinizin aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız. 90
Bütün bu söylediklerimizle arkadaşlığın devamı ile başlangıçta arkadaş olunması arasındaki fark açığa çıktı. Çünkü fâsık ve fâcir kimselerle oturup kalkmak mahzurludur. Ahbab ve dostlardan ayrılmak da mahzurludur. Başkasının mücadelesinden uzak kalan bir kimse başkasının mücadele ve münakaşasından uzak kalmayan bir kimse gibi değildir. Baştan arkadaş edinmemekle kişi hiçbir kınamaya mâruz kalmaz. Bu bakımdan biz şöyle diyoruz: Fâsıklardan uzaklaşmak, onlara yaklaşmaktan daha evlâdır. Fakat dostluğu devam ettirmek hususunda âlimlerin çeşitli görüşleri vardır. Bu bakımdan dostluğun hakkını yerine getirmek daha uy gundur. Bütün bunlar, kişinin din hususundaki sapmasına bağlıdır.
Arkadaşının nefretini çekecek şekildeki kaymasına gelince, böyle kusurları affetmek ve sineye çekmek ittifakla muahaze etmekten daha evlâdır. Hatta ister uzak, ister yakın bir mazaret gösterme im kânı tasavvur edilen ve iyi bir mânâya hamledilmesi muhtemel olan her hatayı affetmek, kardeşliğin gereken bir hakkıdır, vâcibdir. Nitekim denildi ki: "Arkadaşının kusur ve hataları için yetmiş çeşit mazeret kabul etmen uygundur. Eğer buna rağmen kalbin onu kabul etmezse, sen suçlu olarak nefsini gör ve kalbine 'Ammada katı imişsin, arkadaşın senden yetmiş çeşit özür dilediği halde sen hâlâ kabul etmiyorsun. Bu bakımdan kusurlu olan arkadaşın değil sen sin' de!" İyi bir mânâya hamledilmeyecek şekilde hataları başgösterirse, bu defa mümkün olduğu kadar dikkat etmen daha uy gundur, fakat bu da pek mümkün değildir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir. 'Kızdırıldığı halde kızmayan bir kimse eşşektir. Razı edil mesine çalışıldığı halde razı olmayan kimse şeytandır'.
Bu bakımdan sen ne merkep ne de şeytan olmamaya bak. Arkadaşının vekili olarak kalbini razı et. Onun razı edilmeye çalışıldığı halde razı olmamak suretiyle şeytan olmamasına dikat et. Ahmed b. Kays şöyle demiştir:
Dostluğun hakkı üç şeyi sineye çekmektir:
1- Öfke anındaki zulmünü
2- Nazlanmayı
3- Sürç-i lisanın zulmünü
Bir başkası da 'Hayatımda hiç kimseye küfretmedim. Çünkü bana küfreden şerefli bir insansa, ben ona küfretmektense onu bağışlamayı tercih ederim. Eğer bana küfreden alçak bir kimse ise, ben hiçbir zaman namusumu ona hedef yapmam'.
Bu sözünü söyledikten sonra şu şiirlerle temsil getirerek devam etti:
Kerim bir kimsenin kötü konuşmalarını cömertliğine bağışlarım!
Alçak bir kimseye küfretmekten de lütfen ve keremen imtina ederim!
Denilmiştir ki; 'Dostundan temiz olanı al! Bulanık olanı terket! Zira ömür, bulanıklıktan dolayı dosttan alınmayı gerektirmeyecek kadar kısadır.
Arkadaşın, ister yalancı, ister doğru olsun, senden özür dilediği zaman, onun özrünü derhal kabul et.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kim arkadaşı kendisinden özür dilediği halde onun özrünü kabul etmezse, sultapın yardımcılarının alışveriş yapanlardan zulmen aldıkları vergiden yüklendikleri günah gibi, günah yüklenmiş olur. 91
Mü'min çabuk kızar; çabuk razı olup barışır. 92
Dikkat edilirse Hazret-i Peygamber 'mü'min kızmaz' dememiştir. Allahü teâlâ 'Öfkelerini yutarlar' (Âl-i İmrân/134) buyurmuştur. Allahü teâlâ 'mü'minler öfkesizdir' dememiştir. Çünkü tabii olarak insanın yaralanıp elem duymaması mümkün değildir. Aksine in sanoğlu elem duymasına rağmen ona karşı sabır gösterip, bir dere ceye kadar tahammül edebilir. Nasıl yaradan elem duymak, bedenin tabiati ise, öfkenin sebeplerinden elem duymak da kalbin ta biatındandır. Bunu kalpten söküp atmak mümkün değildir. Ancak îman sayesinde onu kontrol altına almak, yutmak ve onun tersine hareket etmek mümkündür. Çünkü insan öfkelendiği zaman inti kam almak ve karşılık vermek suretiyle yüreğini rahatlatmak ister. Fakat bunları yapmamak mümkündür. Nitekim şair şöyle demiştir: 'Eğer kusuru ve dağmıklığıyla beraber kabul etmezsen hiçbir arkadaş edinemezsin! Oysa dört başı mamur ve tam temiz olan kaç kimse vardır?'
Ebû Süleyman Daram, Ahmed b. Ebû'l-Havârî'ye 'bu devirde, herhangi bir kimse ile kardeş olduğunda sevmediklerini onda görür sen kızma, onu kınama. Çünkü o gördüğünden daha şerlisinin gö rülmeyeceğinden emin değilsin' demiştir. Ahmed diyor ki: 'Onun dediğini denedim ve söylediği gibi olduğunu müşahede ettim'.
Seleften bazıları demişlerdir ki: 'Arkadaşın nahoş hareketlerine karşı göğüs gerip sabır göstermek, ona kızmaktan daha hayırlıdır. Ona kızmak ise, onu terketmekten daha hayırlıdır. Onu terketmek ise, onun aleyhinde uygun olmayan şeyleri söyleyip nakletmekten daha hayırlıdır'. Onun aleyhinde nakli uygun olmayan şeyleri nakle derken, öfkeden pek fazla mübalağalı hareket etmemeli ve ifrat gös termemelidir. Çünkü Allahü teâlâ Mümtâhine sûresinde aynen şöyle buyurmaktadır:
Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar.
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Dostunu ifrata kaçmaksızın normal bir sevgi ile sev. Çünkü o herhangi bir günde senin buğzettiğin bir kimse olabilir.
Sevmediğin bir kimseye de ifrat derecede buğzetme. Umulur ki bir gün sana dost olabilir!93
Adil Halife Hazret-i Ömer de şöyle demiştir: 'Senin sevgin sana yük, buğzun da telef olmasın'.
Altıncı Hak
Gerek hayatında ve gerek ölümünden sonra arkadaşa, aile ef radına ve kendisiyle yakın ve uzak ilgisi olan kimselere dua etmektir. Bu bakımdan sen, kendi nefsine dua ettiğin gibi arkadaşına da dua etmelisin. Arkadaşın ile kendin arasında bir ayrılık gözetmemelisin. Çünkü ona yapmış olduğun dua hakikatte senin nefsinedir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi yanında olmayan arkadaşına dua etiği zaman melek ken disine 'Sana da onun benzeri olsun' der. 94
Başka bir lafızla hadîs şöyle rivâyet edilmiştir:
Allahü teâlâ 'Ey kulum! Seninle bu işe başlıyorum' der. 95
Kişinin arkadaşı için yapmış olduğu dua, Allah tarafından ka bul edilir. Oysa aynı duayı kendi nefsi için yapmış olsaydı kabul edilmezdi. 96
Kişinin arkadaşına gıyabında yaptığı dua geri çevrilip redde dilmez. 97
Ebu'd Derda şöyle dedi: 'Secdeye vardığımda isimlerini teker teker zikretmek suretiyle yetmiş arkadaşıma dua ederim.
Muhammed b. Yûsuf el-İsfehanî derdi ki: Salih arkadaşın ben zeri nerede var? Öldükten sonra aile efradın mirasını taksim edip ge ride bıraktıklarınla zevk u safâya dalarlar. Sadece senin için üzülen, senin akibetini merakla izleyen ve son vardığın merhaleyi titizlikle takip eden gecenin karanlığında sen toprağın altında olduğun halde sana dua eden, salih arkadaşındır. Sanki salih arkadaş bu hususta Allah'ın meleklerine uymaktadır.
Kul öldüğü zaman insanlar 'Geride ne bıraktı?' diye sorarlar. Allah'ın melekleri ise 'Acaba ölmeden önce azık olarak neyi gönderdi?' diye sorarlar. 98
Mekikler onun, daha önce gönderdiği azıkla sevinirler. Onun o azığını sorarlar. Kendisi için şefkat gösterirler. (Salih arkadaş da meleklerin yaptığını yapar) .
Bir kimsenin kulağına Allah yolunda arkadaşı olan birisinin ölüm haberi geldiğinde ona rahmet dileyip günahının affını Alah'tan isterse onun defterine sanki ölenin cenazesinde bulunmuş ve namazını kılmış gibi sevap yazılır. Hazret-i Peygamber şöyle bu yurmuştur:
Ölünün kabrindeki misali, boğulmakta olan bir kimsenin mis âline benzer. O herşeye sarılır. Oğlundan veya babasından veya kardeşinden veyahut herhangi bir yakınından gelecek bir duayı bekler. Muhakkak ki, ölülerin kabirlerine dirilerin du alarından dağlar gibi nûr huzmeleri gider. "
Seleften biri şöyle demiştir: Ölüler için yapılan dua dirilere verilen hediyeler mesabesindedir. O duayı ölüye ulaştıran melek, ölünün huzuruna elinde nûrdan bir tabak olduğu halde girer, tabağın üzeri nûrdan bir mendil ile örtülüdür. Melek ölüye der ki: 'Bu filân kardeşinden gelen hediyedir. Filân yakınından sana gönderilen armağandır'.
Bu haberi rivâyet eden zat diyor ki: 'meleğin bu sözünü dinleyen ölü, diri bir kimsenin hediye ile sevinmesi gibi sevinir'.
Yedinci Hak
Yedinci hak, vefâkarlık ve ihlâstır. Vefanın mânâsı ölüme kadar sevgiye devam edip üzerinde sebat etmektir. Ölümden sonra da dos tunun evlât ve dostlarına sevgiyi devam ettirmektir. Zira sevgi ancak âhiret için istenir. Eğer ölümden önce sevgi kesilirse, o sevgiden elde edilen amel boşa gider. O yapılan gayret boşa gider. Bunun için Allah'ın Rasûlü (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allah tarafından kıyâmet gününde arşın gölge sine alman yedi sınıfın arasında birbirini sevenlerin hâlini şu şekilde ifade etmiştir:
İki kişi ki Allah yolunda sevişirler, o sevgi üzerinde toplanır ve o sevgi üzerinde ayrılırlar.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Ölümden sonra gösterilen az vefakârlık hayatta iken gösterilen çok vefakârlıktan daha hayırlıdır'. Bunun için rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelen ihtiyar bir kadına ikramda bulundu. Rasûlüllah'a 'Neden bu kadına bu kadar ikram ediyorsun?' diye sorulduğunda şöyle buyurdu:
Bu kadın Hatice zamanında bize gelip giderdi. Ahde vefa din dendir. 100
Arkadaşın dost, akraba ve taallûkatım gözetmek, ona gösterilen vefakârlıktandır. Onları gözetmek, arkadaşın bizzat kendisini gözetmekten daha fazla ve müsbet bir tesir uyandırır arkadaşta. . . Çünkü onun yakını olan kimselerin hâlini sormak onu daha fazla sevindirir. Zira şefkat ve muhabbetin kuvveti ancak arkadaşın ötesinde arkadaşınla ilgili bulunan kimselere teşmil edilmesiyle bilinir. Hatta arkadaşın kapısında nöbet bekleyen köpeği, kalbinde diğer köpeklerden farklı tutmalıdır. Ne zaman muhabbetin devamının kesilmesiyle vefakârlık sona ererse, şeytan sevinir. Zira şeytan, Allah için kardeş olan ve Allah için sevişen iki kişiye hased ettiği kadar, hayırlı bir işte yardımlaşan iki kişiye hased etmez. Çünkü şeytan var kuvvetiyle Allah için arkadaş olan ve Allah için sevişenlerin arasını bozmaya çalışır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Kullarıma söyle; en güzel sözü söylesinler. (İsra/53) Allahü teâlâ Hazret-i Yûsuf'tan haber vererek şöyle demiştir:
Zira şeytan, benimle kardeşlerim arasına fitne soktuktan sonra. . (Yûsuf/100)
Deniliyor ki: 'Allah için iki kişi arkadaş olduğunda ancak onlardan birisinin işlediği bir günah aralarını bozabilir'.
Bişr el-Hafî derdi ki: 'Kul Allah'ın taat ve ibadetinde kusur gös terdiği zaman ona ceza olarak Allahü teâlâ dostlarını kendisinden soğutur'.
Bunun hikmeti şudur: Arkadaşlar insanın kalplerine ve üzüntülerine teselli olur ve dinine yardım ederler. Bu sırra binaen İbn-i Mübârek şöyle demiştir: 'En güzel şey arkadaşlarla oturmak ve idare edecek kadar nafaka ile yetinmektir. Sevginin devamlı olanı ise Allah yolunda olan sevgidir. Herhangi bir gaye için gösterilen sevgi, o gaye nin ortadan kalkmasıyla ortadan kalkıp yok olur. Allah yolundaki sevginin semerelerinden biri de bu sevginin gerek din ve gerek dünya hususundaki hasedle beraber olmamasıdır. Kişi arkadaşına nasıl hased edebilir? Zira arkadaşında bulunan her meziyetin faydası aynı zamanda kendisine de olur. Allahü teâlâ kendi yolunda sevişenleri bununla vasıflandırmıştır.
Onlar, verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile, onları nefislerine tercih ederler. (Haşr/9)
Arkadaşına gösterdiği tevazu hâlinin değişmemesi vefakârlıktandır. Dünyevî mertebesi şanı ve şöhreti ne kadar yücelirse yü celsin, nûfuzu ve gücü ne kadar genişlerse genişlesin, arkadaşlara karşı büyüklük taslamak, alçaklıktan başka birşey değildir. Nitekim şair şöyle demiştir: 'muhakkak ki şerefli kimseler zengin oldukça fa kirlik zamanında kendisiyle oturup kalkan kimseleri daha iyi hatırlarlar. '
Seleften biri oğluna şöyle tavsiyede bulundu: 'Oğlum! İnsanlardan ancak fakir düştüğün zaman sana yaklaşan, zengin olduğun takdirde senden fazla birşey beklemeyen, mertebesi yük seldiği takdirde seni hor görmeyen kimse ile arkadaşlık yap!'
Hakimlerden biri şöyle demiştir: 'Arkadaşın herhangi bir ma kama sahip olduğu zaman sana karşı olan eski sevgisinin yarısını muhafaza ederse bu çok demektir'.
Rebî101 hikâye ediyor ki, İmâm-ı Şâfiî Bağdad'da bir kişi ile kardeş oldu. Sonra onun kardeş olduğu zat, Irak'ın aşağı ve yukarı 'Sıb' diye bilinen bölgesinin valisi oldu. Vali olduktan sonra İmâm-ı Şâfiî'ye karşı olan tavrı değişti. Bunun üzerine İmâm-ı Şâfiî eski arkadaşına şu şiiri yazıp gönderdi:
Git! Senin sevgin kalbimden çıkmıştır, hem de ebedî olarak. . Fakat üç talakla olan bir boşamayla değil. Eğer sen uyanır, dönüş yaparsan bir talakla boşanmıştır. O zaman sevgi ve mu habbetin, benim için iki talakla devam eder. Eğer imtina eder, dönüş yapmazsan o talakı ikilerim. Yani ikinci bir defa mu habbetini kalbimden boşanırım. Böylece iki ayrı hayız zamanında vaki olan iki talak olmuş olur. Sana kesin olarak benden üçüncü talak geldiği zaman, Sıbeyn (iki Sıb'ın) valiliği seni bu durumun vehamet ve felâketinden kurtaramaz.
Din ile ilgili bir işte kardeşin hakka muhalefet ederse, bu hususta ona uymanın vefakârlıkla uzaktan yakından zerre kadar alakası yok tur. Aksine vefakârlık bu hususta ona muhalefet etmeyi gerektirir.
Zira İmâm-ı Şâfiî, Muhammed b. Abdülhakem'le kardeş oldu. 102 Ona yaklaşır, ona özel bir ilgi gösterirdi ve derdi ki: 'Beni Mısır'da durdu ran Muhammed b. Abdülhakem'den başka birşey değildir'.
Bir aralık Muhammed hastalandı. İmâm-ı Şâfiî onu ziyarete giderek şu şiiri okudu:
Dost hastalandı. Ben onu ziyaret ettim. Onun için korktuğumdan hasta düştüm. Muhammed b. Abdülhakem de cevap olarak şu şiiri okudu: Dost beni ziyaret etmeye geldi. Ona baktım ve şifa buldum.
Halk bu iki zatın arasındaki büyük sevgiden ötürü zannederdi ki, İmâm-ı Şâfiî öldükten sonra tedrisat halkasını bu zata teslim edecektir. Bunun üzerine İmâm-ı Şâfiî'nin ölüm hastalığında kendisine şöyle soruldu: 'Ya Ebû Abdullah! Senden sonra kimin meclisinde oturalım?' O anda İmâm-ı Şâfiî'nin baş ucunda oturan Muhammed b. Abdülhakem, İmâm'a baktı ki İmâm ona işaret etsin! Bunun üzerine İmâm-ı Şâfiî hayret ederek şöyle dedi: 'Sübhânallah! Bu hususta şüphe mi var? Ebû Yâkub Buveytî'den103 başka kimin meclisinde oturacaksınız?'
Muhammed bu söze kırıldı. İmâm-ı Şâfiî'nin en iyi takipçilerinden olduğu halde, İmâm-ı Şâfiî'nin talebeleri Ebû Yâkub'a akın ettiler.
Çünkü ondan daha üstün, zühd ve takvaya daha yakındı. Dikkat edi lirse İmâm-ı Şâfiî burada Allah için ve müslümanlar için nasihatta bulunup yağcılık ve müdaheneciliği terketmiştir. Halkın rızasını Allah'ın rızasından üstün tutmamıştır. İmâm-ı Şâfiî vefat ettiği zaman Muhammed b. Abdülhakem onun mezhebinden ayrılıp ba basının mezhebini kabul etti. İmâm-ı Mâlik'in kitaplarını okuttu. Çünkü o, Mâlikin en büyük talebelerindendi. Ebû Yakub Buveytî ise zühd ve takvayı ve sessizliği tercih etti. Toplantılar ve ders halkalarında oturmak onun hoşuna gitmedi. Sadece ibadetle meşgul oldu. Rebi b. Süleyman'a nisbet edilen 'Ümm' adlı kitabı yazdı. Kitap, Buveytî'nin telifi olduğu halde Rebi b. Süleyman'a maledilmektedir. Fakat 'Buveytî orada kitabı kendisine nisbet etmiştir. Rebi, kitaba bazı ekler yaparak bir kısım tasarruflar yapmış, anlaşılmayan birtakım noktaları açığa kavuşturmuştur. Bu macerayı nakletmekten gaye sevgiyi gözetip dosta vefa göstermenin Allah için yapılan nasihat olduğunu belirtmektir.
Ahnef b. Kays şöyle demiştir: 'Dostluk ince bir cevherdir. Onu ko rumazsan felâketlere uğrar. Bu bakımdan dostluğu korumak için sana zulmedenin özrünü kabul edip öfkeni yutmalısın. Kendi fazile tini ve dostunun kusurunu çok görmemek için rıza ile kardeşliği muhafaza et'.
Tam vefakârlığın, ihlâs ve sadakatin eserlerinden biri de arkadaşından ayrıldığında üzülmek ve ayrılmanın sebeplerinden nefret etmektir. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Arkadaştan ayrılmak hariç, zamanın bütün musibetlerini kolay atlatılabilir gördüm!'
İbn Uyeyne bu şiiri okuduğu zaman şöyle dedi: 'Hatırlıyorum! Otuz seneden beri ayrıldığım bir kısım ahbablarım vardır. Hâlâ da onların ayrılığından gelen üzüntünün kalbimden çıkmadığını hisse diyorum'.
Vefakârlığın alâmetlerinden başka biri de halkın dostu hakkında söylediklerine kulak vermemektir. Hele önce kendisini dostunun dostu olarak gösteren, dostunun aleyhinde konuşmasından dolayı itham edilmesin diye tariz yoluyla dostuna hücum edene hiç kulak vermemelidir. Bu adamın dostu için naklettiği nefret çekici şeyleri asla dinlememeli. Çünkü bu şekilde hareket etmek, aleyhinde bulu nulan kimseyi vurmak için başvurulan hilenin ince taraflarıdır. Böyle bir şeyden sakınmayan bir kimsenin sevgisi hiçbir zaman de vamlı olmaz.
Bir adam hakîm bir zata dedi ki:
- Senin sevgi ve muhabbetini istemek için geldim.
- Eğer üç şey verirsen onu sana veririm.
-Onlar nelerdir?
- Benim aleyhimde söyleneni dinlemeyeceksin, hiçbir işte bana muhalefet etmeyeceksin, körü körüne beni çiğnemeyeceksin veya beni herhangi bir rüşvet karşılığında satmayacaksın.
Dostunun düşmanına dost olmamak da fedakârlıktandır. Nitekim İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Ne zaman ki dostun düşmanına itaat ederse bil ki, ikisi ortaklaşa senin düşmanlığını gütmektedirler'.
Sekizinci Hak
Kardeşine yük olmamalı, gereksiz tekliflerde bulunmamalıdır. Kardeşine ağır geleni teklif etmemeli, aksine ihtiyaçlarını ona belli etmemeli, mümkün olduğu kadar gizlemelidir. Ondan mal ve mevkî hususunda yardım istememelidir. Gereksiz tevazû, hürmet, hizmet gibi şeylerle ona sıkıntı vermemeli, sevgisi sadece Allah için ol malıdır. Onun duasından faydalanmak, onunla yakınlaşmak, din hususunda yardım istemek için dost olmalıdır. Onun hak ve huku kuna riayet etmek suretiyle onun birtakım ihtiyaçlarını giderirken Allah'a yakınlaşmayı kasdetmelidir. Seleften biri şöyle demiştir: 'Kim arkadaşlarından onların almadığını veya istemediğini alır veya isterse onlara zulmetmiş olur ve kim arkadaşlarının kendisinden aldıklarının benzerini alırsa bu kimse de onları yormuş demektir. Onlar kendisinden aldıkları halde onlardan birşey almazsa bu takdirde onlara ihsanda bulunmuş olur'.
Hükemadan biri şöyle demiştir: 'Kim nefsini, arkadaşlarının yanında kıymetinin üstünde tutarsa, hem kendisi, hem de arkadaşları günahkâr olur. Kim nefsini tam kıymetinde tutarsa hem kendisini, hem de arkadaşlarını yormuş olur. Eğer nefsini kıymetinin altında tutarsa hem kendisi, hem de arkadaşları felâket ten emin kalırlar'.
Arkaaşlıktaki yük olmamanın tamamı ancak teklif sergisini tamamen ortadan dürüp kaldırmakla olur ki kendi nefsinden utan madığı konularda arkadaşından da utanmasın.
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'İki kişi Allah için arkadaş oldukları zaman biri diğerinden çekinirse muhakkak bu birisinde olan bir illetten ileri gelir',
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Dostların en şerlisi, senin için külfetlere katlanan ve seni özür dilemeye mecbur bırakandır!'
Fudayl b. Iyâz şöyle demiştir: 'İnsanlar ancak arkadaşlık husu sunda gösterdikleri yapmacık hareketler ve zorluklardan ötürü ayrılırlar. Biri Allah yolundaki kardeşinin ziyaretine gider. Ziyaret edilen zatta onun için birtakım külfetlere girer. Böyle hareket etmek, kişinin ikinci bir defa ziyarete gelmesine mani olur'.
Hazret-i Aişe şöyle demiştir: 'mü'min Mü'minin kardeşidir. Mü'min, ne Mü'mini ganimet gibi görür, ne de onu haşmetli görür'. (Bazı nüshalarda 'ganimet gibi görür' yerine 'ona hile yapmaz' sözü vardır) .
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Sûfilerin dört grubuyla arkadaşlık yaptım. Her grup otuz kişiden ibaretti. Birincisi Hâris el-Muhâsibi ve grubudur. İkincisi Hasan Mesuhî ve grubu, üçüncüsü Sırrî es-Sakatî ve grubu, dördüncüsü İbn Kureyş ve grubu idi. Bunlardan hiçbir zaman görmedim ki, Allah için arkadaş olan iki kişiden biri kendisini arkadaşından daha büyük görsün veya ondan çekinsin. Ancak birisinde herhangi bir bozukluk olursa o başka. . . '
Seleften birine şöyle soruldu: 'Biz kimlerle arkadaşlık yapalım?' Cevap olarak şöyle dendi: 'Senden teklif ağırlığını kaldıran, seninle arasındaki resmiyet zorluğunu düşüren bir kimse ile arkadaşlık yap'.
Câfer b. Muhammed Sadık (radıyallahü anh) şöyle derdi: 'Benim için arkadaşlarımın en ağırı ve çekilmez olanı o kimsedir ki, benim için bir takım zahmetlere girer ve ben de ondan çekinir ve resmiyete bürünü rüm. Arkadaşlarımın en hafifi o kimsedir ki, onunla beraber sanki tek başımaymışım gibi olurum'.
Seleften biri de 'Dünya ehli ile olduğun zaman zahirî edepten ayrılma! Âhiret ehliyle beraber olduğunda ilimden ayrılma. Ariflerle beraber olduğunda ise istediğin şekilde davran' demiştir.
Başka biri 'Sakın günah işlediğin zaman senin yerine tevbe eden, kötülük yaptığın zaman senin yerine özür dileyen, öz nefsinin yüklerini senin yerine sırtlayan ve aynı zamanda sana kendi yüklerinden herhangi birisini yüklemeyen bir kimseden başkasıyla arkadaşlık etme' demiştir.
Böyle diyen zat 'dostluk ve arkadaşlığın' yolunu oldukça da raltmıştır. Bu bakımdan durum onun dediği gibi değildir. Aksine her dindar ve akıllı kimse ile arkadaşlık yapmak gerekir. Öyle bir kimse ile arkadaşlık yapmalısın ki, bütün bu zikrettiğimiz şartları yerine getirmeye, bu şartları başkasına yükletmemeye azimli ve niyetli olsun. Böylece arkadaşlar çoğalır. Zira bununla ancak Allah için arkadaş edinmiş olursunuz. Aksi takdirde arkadaş olmak sadece nef sinin isteklerine dayanmış olur.
Bu sırra binaendir ki, sıradan bir adam Cüneyd-i Bağdadî'ye şöyle sordu: 'Arkadaşlar bu zamanda görünmez oldu. Acaba Allah için kardeş edineceğim bir kimse var mıdır?' Cüneyd yüzünü çevirip cevap vermedi. Adam bu suâli üç defa tekrar edince, Cüneyd kendi sine şöyle dedi: 'Eğer sen, senin yükünü sırtlayabilecek, eziyetlerine tahammül edecek bir arkadaş arıyorsan, yemin ederim ki böyle arkadaş pek azdır. Eğer sen Allah için bir arkadaş arıyorsan ki, sen onun yükünü alasın, onun eziyetine katlanasın, bu vasıfta benim yanımda birçok kimseler vardır, onları sana göstereyim ve tanıtayım!' Bunun üzerine adam sustu.
İnsanlar üç sınıftır:
a) Sohbetinden faydalandığın insan.
b) Kendisine faydan dokunup, ondan zarar görmediğin insan.
c) Kendisine faydan dokunmadığı gibi, ondan zarar gördüğün insan. Bu ahmak veya ahlâksız bir kimsedir, işte esas sakınman gereken bu üçüncü şahıstır. İkinci şahıstan ise, sakınmaya gerek yok. Çünkü âhirette ondan faydalanırsın.
Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa'ya 'Eğer bana itaat edersen arkadaşların çok olacaktır. Yani onların zahmetlerine katlandığın, eziyetlerine göğüs gerdiğin ve onları kıskanmadığın takdirde çoğalacaktır' diye vahyetmiştir.
Seleften biri 'Elli sene halkla arkadaşlık yaptım. Benimle onlar arasında herhangi bir ihtilaf olmadı. Çünkü ben onlarla beraber daima nefsimin aleyhindeydim' demiştir. Ahlâkı böyle olan bir kimsenin elbette arkadaşları çoğalacaktır.
Arkadaşlığın alâmetlerinden biri de, nâfile ibadetlerde ona zorluk çıkarmamaktır. Dört şeyde eşitliğe riayet etmek şartıyla arkadaşlık yapmalıdır.
1. Eğer onlardan biri gündüzleri devamlı yeyip içse bile arkadaşı ona 'oruç tut' dememelidir.
2. Eğer bütün sene oruç tutarsa, arkadaşı kendisine 'orucunu ye' dememelidir.
3. Eğer bütün gece uyursa, arkadaşı kendisine 'kalk' dememelidir.
4. Eğer bütün gece, sabahlara kadar namaz kılarsa, arkadaşı kendisine 'uyu' dememelidir.
Bunlardan ötürü onun durumu arkadaşının yanında ne artmalı ne de eksilmelidir. Çünkü durumların tefavut göstermesi, tabiatı ri yakarlığa ve çekingenliğe sürükler.
Denilmiş ki, külfeti terkeden bir kimsenin muhabbeti devam eder. Külfeti az olan bir kimsenin sevgisi devam eder. Ashâb-ı kirâmdan biri şöyle demiştir: 'muhakkak ki, Allahü teâlâ zorluk gösterenlere lânet etmiştir!'
Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur
Ben ve ümmetimin muttakîleri zorluk çıkarmaktan uzağız. 104
Biri de şöyle demiştir: Kişi arkadaşının evinde dört şeyi yaparsa aralarında ünsiyet tamam olmuş demektir:
a. Arkadaşının evinde yemek yerse
b. Onun helasına girerse
c. Arkadaşının evinde namaz kılarsa
d. Arkadaşının evinde uyursa. . . "
Bu söz, meşayihten birine söylendiği zaman dedi ki: 'Beşinci bir şart daha vardır. O da şudur: (Eğer) helâliyle beraber kardeşinin evine gidecekse orada guslü gerektiren harekette dahi çekinmeden bulunabilmelidir. Çünkü ev, esasında bu sayılan beş şey hususunda kolaylık olsun diye edinilir. Kişi bunları yaptığı takdirde arkadaşının evini kendi evi olarak görüyor demektir. Çünkü ev, bunları yapabilmek için inşâ edilir. Eğer böyle olmazsa, ibadet için mescidler daha müsaittir. Bu bakımdan kişi, arkadaşının evinde bu saydığımız beş şeyi yaptığı takdirde arkadaşlık tam mânâsıyla güçlenir. Çekingenlik ortadan kalkar. Karşılıklı sevgi tamamlanır.
Arapların selâmında bu mânâya işaret vardır. Zira araplardan biri arkadaşına 'merhaba, ehlen ve sehlen' der. Merhaba; yani 'senin için bizim nezdimizde genişlik vardır. O da, hem kalbimizdeki hem de evimizdeki genişliktir. Ehlen; yani senin için bizim ailemiz senin ailendir. Bizden hiç çekinme. Sehlen; yani senin için bütün bu hususlarda kolaylık mevcuttur. Yani senin istediğin her meşrû şey bize ağır gelmeyecek ve temin edilecektir' demektir.
Kişi, nefsini arkadaşlarından daha aşağı görmedikçe arkadaşlığın gereği olan kolaylık ve teklifsizlik tamamlanmaz. Kişi arkadaşları hakkında iyi zan beslemedikçe ve nefsinin hakkında su-i zann etmedikçe arkadaşlığın gereği olarak istenilen kolaylık olmaz. Ne zaman kişi onları nefsinden hayırlı görürse, o vakit onların hep sinden daha hayırlı olmuş olur. Nitekim Ebû Muaviye Esved şöyle demiştir: 'Bütün arkadaşlarım benden hayırlıdır'.
Bu söz üzerine kendisine soruldu:
- Bu nasıl olur?
- Onların herbiri beni kendisinden daha faziletli görür. Oysa beni kendi nefsinden daha faziletli gören kimse, benden daha hayırlıdır.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi dostunun dinr üzerindedir. Kendisi için istediğini senin için de istemeyen bir kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur. 105
İşte bu derece derecelerin en düşüğüdür. Kemâl, fazileti arkadaşından bilmektir. Bu sırra binaen Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir:
"Sana insanların en şerlisi' denildiğinde sen de kızarsan hakîkaten insanların en şerlisi olursun". Bunun izahı Kibir ve Ucub bölümünde gelecektir.
Tevâzuun mânâsının, arkadaşlarını kendinden faziletli görmek olduğu hakkında şu beyitler söylenmiştir:
Öyle bir kimseye karşı gönül alçaklığı göster ki, senin bu hare ketini gördüğünde hamakata değil de fazilete hamletsin.
Dostlara karşı kendisini faziletli olarak gören bir kimsenin dostluğundan kaç!
Başka bir şair de şöyle diyor:
Nice dostu diğer bir dost vasıtasıyla tanıdım.
Fakat o benim nezdimde eski dosttan daha değerli oldu.
Nice arkadaş vardır ki, onu yolda gördüm,
O benim nezdimde hakikî dost oldu.
Kişi, nefsini daha faziletli gördüğü zaman, arkadaşlarını hakir görmüş olur. Böyle bir telâkki ise bütün müslümanlar için kötü bir telâkkidir.
Nitekim, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslüman kardeşini hakir görmek bir Mü'mine şer bakımından yeter de artar bile. 106
Her yapacağı iş hususunda arkadaşlarıyla istişare edip onların söylediklerini dikkate almak, arkadaşlığın gereği olan teklifsizlik ve kolaylığın tamamlanmasındandır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle bu yurmuştur:
(Yapacağın) işler hakkında onlara" danış. (Âl-i İmrân/159)
Arkadaşlarından hiçbir sırrını gizlememelidir. Nitekim bu husus Mâruf-u Kerhî'nin yeğeni Yâkub'dan rivâyet edilmiştir: Esved b. Sâlim âhiret kardeşi olan, amcam Mâruf-u Kerhî'ye gelerek şöyle dedi:
Bişr el-Hafî seninle arkadaşlık yapmayı istiyor. Fakat gelip bunu sana şifahen söylemekten utanıyor. Beni, onunla aranda arkadaşlık akdini yapman için sana gönderdi. Öyle bir arkadaşlık akdi yapmalısın ki, Bişr el-Hafî onu kendisi için bir kâr saymalıdır. Ancak Bişr'in bu kardeşlik hususunda bir takım şartları vardır:
1. Bu arkadaşlığın yayılmasını ve bilinmesini istemiyor.
2. Seninle kendisi arasında ziyaret istemiyor.
3. Mülâkat istemiyor. Çünkü kendisi fazla mülâkattan hoşlanmaz.
Buna karşılık olarak Mâruf-u Kerhî şöyle demiştir:
Fakat ben aynı fikirde değilim. Eğer birisiyle arkadaş olursam gece gündüz ondan ayrılmak istemem. Onu her an ziyaret eder, her durumda kendi nefsimden daha mümtaz görürüm.
Mâruf bunu söyledikten sonra arkadaşlığın ve Allah için sevişmenin fazileti hakkında vârid olan birçok hadîs zikretti. Sonra bu hususta dedi ki:
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali ile kardeş oldu. Bu kardeşlikten ötürü onu ilimde ve kurbanda kendisine ortak yaptı. Kızlarının en faziletlisini ve nezdinde en sevimli olanını ona nikahladı. Bütün bunları aralarındaki kardeşlikten dolayı Hazret-i Ali'ye tah sis etti. Ben seni Allah için şahid tutuyorum ki, kendimle Bişr arasında kardeşlik akdettim. Allah için onun kardeşliğini is tediği ve seni gönderdiği için kabul ettim. Şu şartla ki, eğer hoş görmüyorsa beni ziyaret etmesin. Fakat ben istediğim an onu ziyaret ederim. Ona söyle ki bizim bir araya geldiğimiz yerlerde benimle beraber olsun. Ona söyle ki, durumundan hiçbir şeyi benden gizlemesin. Bütün durumlarına beni muttali kılsın.
Bunun üzerine İbn Sâlim, Bişr'e giderek Mâruf-u Kerhî'nin ken disine söylediklerini ona iletti. O da razı olup buna sevindi.
Buraya kadar zikrettiğimiz vasıflar, sohbet ve arkadaşlığın haklarını toplayan vasıflardır. Biz bir defasında bu hususları mufassal olarak beyân etmiştik. Bu vasıflar ancak arkadaşlar için nefsine za rar vermek, nefsin için arkadaşlarda zarar vermemekle tamam olabi lir. Nefsini onlara hizmetçi yaparak kemâle erdirebilirsin. Bu bakımdan bunun tamamlanması için bütün azalarınla onların hak ve hukuklarına riayet etmen gerekir.
Göz
Göze gelince, onlara muhabbetle bakmalı, böyle baktığını onlara sezdirmelisin, onların güzelliklerini görüp, kusurlarına gözlerini kapamalısın. Onlar seninle konuştukları zaman gözünü onlardan kaydırmaman ve onları itibâra alman gerekir.
Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzurunda oturan herkese teveccüh eder, yüzüne bakma fırsatı verirdi. 107 Rasûlüllah'ı dinleyen herkes zannederdi ki, Rasûlüllah'ın nezdinde ondan daha faziletli bir kimse yoktur. Rasûlüllah'ın meclisi; tevazu, hayâ ve em niyet meclisiydi. Rasûlüllah arkadaşlarının yüzüne gülüp tebessüm etmek bakımından, arkadaşlarının konuştuklarını dinlemek ve on lan benimsemek yönünden insanların en üstünü idi.
Ashâb-ı Kirâmın Rasûlüllah'ın nezdindeki gülüşmeleri tebessümden ibarettir. Bu hususta Rasûlüllah'a uymakta ve ona tâzim etmekteydiler.
Kulak
Kulağa gelince, arkadaşının konuşmasına kulak verip onun sözlerinden tat alıp tasdik ederek konuşmasından hoşlandığını göster melisin. Arkadaşının konuşmasını mücadele, münâzaa, müdâhale ve itiraz etmek sûretiyle kesmemelisin. Eğer konuştukları esnada senin âcil bir işin çıkarsa onlardan özür dileyerek konuşmalarını ke sebilirsin. Onların hoş görmediklerini dinlemekten kulağını tıkamaksın!
Dil
Dile gelince. . . Biz dilin haklarını daha önce zikretmiştik. Çünkü dil hususunda konuşmak oldukça uzar. Fakat dilin vazifelerinden biri arkadaşlarına yüksek sesle konuşmamak, arkadaşlarının anla yamayacağı şekilde onlara hitap etmemektir.
Eller
Ellerin vazifesine gelince, arkadaşlarına elle yapılacak yardımlardan geri durmamaktır.
Ayaklar
Ayaklara gelince, arkadaşlarının arkasında tâbi olan bir kimsenin yürüyüşü ile yürümeli, hiçbir zaman efendinin yürüyüşü gibi yürümemelidir. Arkadaşlar kendisini ne kadar öne geçirirlerse, o kadar öne geçmeli, kendisini ne kadar yaklaştırırlarsa, o kadar yaklaşmalı, arkadaşları geldiğinde ayağa kalkmalı, ancak onlar oturduğu zaman oturmalıdır. Oturduğu yerde mütevazi bir şekilde oturmalıdır.
Arkadaşlık ilerlediği zaman bu hakların bir kısmı hafifler. Arkadaşın önünde ayağa kalkmak, arkadaştan özür dilemek ve arkadaşını övmek gibi. . . Çünkü bütün bunlar sohbetin haklarındandır. Bunlar da bir nevi yabancılık ve külfet vardır. Arkadaşlık tam yerleştiği zaman külfet tamamen ortadan kalkar. Sanki yalnızmış gibi olur. Çünkü bu zahirî edepler, bâtın edeplerin ve kalbin saf ve temiz olmasının başlangıcıdır. Ne zaman ki, kalpler saflığa kavuşursa, artık bunlara ihtiyaç kalmaz. Gözü insanlarda olan bir kimse bazen eğri, bazen de doğru hareket eder. Fakat gözü Allah'a bakan bir kimse, zahir ve bâtında istikametten ayrılmaz. İç âlemini Allah'ın sevgisi ve ondan ötürü kullarının sevgisiyle bezer. Zahirini de Allah için ibadet, halk için hizmetle süslendirir. Böyle yapmak, Allah için yapılan hizmet nevilerinin en güzelidir. Zira bunlara an cak güzel ahlâk ile yetişilebilir. Kişi güzel ahlâkıyla gece ibadet, gün düz oruç tutan ve daha fazlasını yapan bir kimsenin derecesine yükselir.
49) Bundan önceki bölümde geçmişti.
50) İsmi Ahmed b. Muhammed'dir. Sırrı es-Sakatî ile uzun zaman arkadaşlık yapmıştır. Cüneyd'in emsallerindendir. H. 295 senesinde vefat etmiştir.
51) Irakî bu hadisin aslına rastlamadığını kaydetmiştir. Ancak Zebidî İthaf us Saade adlı şerhinde böyle bir hadisin mevcudiyetine taraftar görünür ifadeler kullanmaktadır.
52) Daha önceki bölümde geçmişti.
53) Künyesi Ebû Abdullah'tır. Kadı ve fakihti. Kûfe'de tabiînden sayılıyordu. Şâyân-ı itimad bir kimseydi. H. 44 senesinde vefat etmiştir.
54) Taberânî, (Ebû Utbe'den)
55) Daha önceki bölümde geçmişti.
56) Harâitî, Mekârim-i Ahlâk; Beyhakî, Şyab'ul-Îman, (zayıf bir senedle) ; Tirmizî
57) Ebû Dâvud, Tirmizî, Şemâil', Nesâî, Amel'ul-leyl ve'n-Nehar, zayıf bir se nedle)
58) Buhârî, Tarih, (Ebû Hüreyre'den zayıf bir senedle) ; Nesai, (Ebû Hüreyre ve Ebû Said'den sahih bir senedle)
59) Taberânî, Evsat; Hâkim, Müstedrek
60) Tirmizî ye Hâkim, (Ebû Umâme'den zayıf bir senedle)
61) Çünkü böyle konuşmak, kişiye konuşma hususunda başkalarından üstün olduğu fikrini telkin eder.
62) Hâkim, Târih, (İbn-i Abbâs'tan)
63) Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
64) Müslim ve Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
65) Bu zâtın künyesi Ebû Humeyd'dir. Nesâî'ye göre şâyân-ı itimad bir kimsedir. H. 118 senesinde Hişam'ın hilafetinde vefat etmiştir. Rasûlüllah'ın zaman ı saadetine ermiş, fakat cemal-i risalet ile şerefyab olmadığından tabiin-i ki râmın büyüklerinden sayılmıştır.
66) İbn Mâce, (İbn Abbâs'tan) ; Müslim ve Buhârî, (İbn Ömer'den)
67) Ebû Davud, Nesâî ve Hâkim
68) Ebû Dâvud ve Tirmizi
69) Ebû Dâvud
70) Ebû Bekr b. Lâl, (İbn Mes'ûd'dan)
71) Lakâbı Muntasırbillâh, adl Abdullah b. Mutezubillâh'tır. Babası Abbasî hali felerinin onüçüncüsüdür. Kendisi şiirde parmakla gösterilecek derecede şöhret bulmuştur.
72) İsmi Süfyân b. Said'dir. Meşhur künyesi Ebû Abdullah'tır.
73) Abdülmuttalibin oğludur. Rasûlüllah'ın en küçük amcasıdır. H. 32 sene sinde iki gözünü kaybetmiş olarak 83 yaşında vefat etmiştir. Künyesi Ebû'l Fadl'dı.
74) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
75) Taberârıî, Kebir, (Ebû Umame ve Ebu'd Derda'dan)
76) Tirmizî
77) Ebû Yalâ, Taberânî ve İbn Adiyy
78) Künyesi Said b. İsmail'dir. Nişabur'da'ikamet ederek Şah Kirmanî ve Yahya b. Muaz er-Razi ile arkadaşlık yapmıştır.
79) Ebû Dâvud, Tirmizî ve Hâkim
80) Beyhakî, (Ebû Hüreyre'den)
81) Daha önce geçmişti.
82) Tirmizî ve İbn Mâce, (birinci şıkkını sadece Ebû Hüreyre'den)
83) Ebû Davud, (Ebû
84) Künyesi Ebû Seleme'dir. İbn Main, şâyân-ı itimâd bir kimse olduğunu, H. 155 senesinde vefat ettiğini söyler.
85) İsmi Muhammed b. Ali'dir. Aslen Bağdadlıdır. Cüneyd, Bâris ve Nevri gibi zatların sohbetinde bulunmuştur. H. 322 senesinde vefat edinceye kadar Mekke'de kalmıştır.
86) Begavî, Mu'cem; İbn Adiyy, el-Kâmil, (Amr b. . Avf tan)
87) Beni İsrail peygamberlerine Allah tarafından gönderilen kitaplar demektir. Bu kitapların çoğu tahrif edildiğinden dolayı artık şâyân-ı itimad olarak kabul edilmemektedirler. Bunun için de onlardan yapılan rivâyetlere pek güvenil mez. Nitekim İmâm Gazâlî de İsrâiliyat'ta rivâyet edilmiştir' demek suretiyle, İsrailliyat'ın zayıf olup, şâyân-ı itimad olmadığını vurgulamıştır
88) Bu zat Basralıdır. Benî Debia kabilesine mensuptur. Ahmed b. Hanbel bu zata güvenilebileceğini söylemiştir, İbn Sa'd, Tabâkat adlı eserinde bu zâtın şâyân-ı itimad elmasına rağmen şiiliğc meyyal olduğunu söylemiştir. H. 178 senesinde vefat etmiştir.
89) Ahmed b. Hanbel, (Yezid'in karısı Esma'dan zayıf bir senedle)
90) Buhârî, (Ebû Hüreyre'den)
91) bn mace, Ebû Dâvud
92) Irâki, bu hadîsi bu şekliyle görmediğini söyler.
93) Tirmizî, (Ebû Hüreyre'den)
94) Müslim, (Ebu'd Derda'dan)
95) Irâkî hadisi bu ibare ile görmediğim kaydeder.
96) Irâkî, hadisi bu ibare ile görmediğini kaydeder. Ancak Ebû Davud ve Tirmizî 'Kabûl olunmak yönünden duanın en süratlisi gaibin gaibe duasıdır' hadîsini Abdullah b. Ömer'den zayıf bir senedle rivâyet etmiştir.
97) Dârekutnî, el-ilel, (Ebu'd Derda'dan) . Bu hadis aynı zamanda Müslim tarafından da rivâyet edilmektedir. Ancak 'reddolunmaz' yerine 'kabul olunur'ibaresi vardır.
98) Beyhakî, Şitab'ul Îman, (Ebû Hüreyre' den zayif bir senedle)
99) Deylemİ
100) Hâkim, (Hazret-i Âişe'den)
101) Künyesi Ebû Muhammed'dir. Mısırlıdır. Müezzin idi. Şâyân-ı itimad bir zattır. H. 270 senesinde vefat etmiştir. İmâm-ı Şâfiî'nin mümtaz talebelerindendi.
102) Mısırlıdır. İmâm-ı Mâlik'in büyük talebelerindendir. Kitab'ul İlim de hakkında bilgi verilmişti.
103) Yûsuf b. Yahya Kureyş kabilesine mensuptur. Mısırlı meşhur bir fakîhtir. . . Buveyt Mısır'ın bir köyüdür. Kendisi İmâm-ı Şâfiî'nin en büyük talebesidir. et Muhtasar adlı bir eseri vardır. Bu eserini İmâm-ı Şâfiî'ye okumuştur. İmâm-ı Şâfiî fetva hususunda Buveytî'ye itimat eder, kendisine bir mesele geldiği zaman ona havale ederdi. Büveytî Kuranın mahlûk olup olmaması meselesinde zincire vurularak Mısır'dan Bağdad'a sürülmüş, H. 231 senesinde vefat edinceye kadar bu şehirde hapiste kalmıştır. (Bkz. İthâfu's-Saâde, VI/238)
104) Dârekutnî
105) İbn Adiyy, el-Kâmil (zayıf bir senedle)
106) Müslim
107) Tirmizî
107) Tirmizî
Sonuç
Biz burada âdâb-ı muâşeretin ve halk sınıflarıyla beraber otur manın bir kısmını belirtmek istiyoruz. Belitmek istediğimiz hususları bazı hükemanın sözlerinden derlemiş bulunuyoruz.
Eğer insanlarla güzel geçinmek istiyorsan, gerek dostuna gerek düşmanına karşı güler yüzlü ol! İnsanlara karşı zillete düşmeyen bir tevazu ve kibir olmayan bir vekâr içinde ol. Bütün işlerinde orta yolda olmaya dikkat et. Zira işlerin ifratı da, tefriti de kötüdür. Yürürken sağına soluna bakma! Fazla iltifatta bulunma. Oturan insanların başına dikilip ayakta durma! Oturduğun zaman istikrarsız bir şekilde oturma. Parmaklarım birbirine kenetlemekten kaçın! Sakalını karıştırmaktan, yüzüğünle oynamaktan, dişlerini karıştırmaktan, parmağını burnuna sokmalaktan, fazla tükürmekten, fazla sümkürmekten, sinekleri yüzünden kovmaktan, namazda olsun, başka zamanlarda olsun fazla esnemek ve gerinmekten sakın!
Senin meclisin, irşad meclisi olsun! Konuşman intizamlı ve ter tipli olsun. İfrat derecesinde hayret etmeksizin ve şaşkınlığını gös termeksizin seninle konuşanın güzel konuşmasına kulak ver. Konuşandan, konuşmasını ikinci bir defa tekrarlamasını isteme! Gülünç durumlarda ve hikayelerde sükût et! Seninle ilgisi olan hiç bir şeyinle, ne telif ettiğin kitabınla, ne şiirinle, ne câriyenle, ne çocuğunla övünme. Kadınlar gibi süslenmekten kaçın. Köleler gibi pejmürde de olma. Gözlerine fazla sürme çekmekten, saç ve sakalına fazlaca yağ sürmekten ve ihtiyaçlarda israf etmekten sakın!
Hiç kimseyi zulme teşvik etme. Değil başkasına aile efradına bile malının miktarını söyleme! Çünkü onlar senin malının az olduğunu görürlerse, gözlerinden düşersin! Fazla görürlerse hiçbir zaman onları râzı edemezsin!
Şiddet göstermeksizin onları korkut! Zayıflık göstermeksizin onlara karşı yumuşak davran! Hiçbir zaman cariyenle, kölenle şakalaşma ki onların gözünde vekârın düşmesin. Münazara ettiğin zaman vekârlı ol! Getirdiğin delilleri düşün. Sakın acele etme. Aceleciliğinden sakın, ihtiyacını düşün. Ellerinle işaret etmeyi çok fazla yapma. Sağına, soluna ve arkana pek fazla bakma! Diz çöküp oturma! Öfken gittiği zaman konuş!
Eğer sultan seni huzuruna yaklaştırırsa, kılıcın keskinliğinden sakındığın gibi dikkatli ol! Eğer sana yumuşaklık gösterirse, hiçbir zaman aleyhine dönmeyeceğinden emin olma! Çocuğun suyuna gittiğin gibi, sultanın da suyuna git. Günah olmadıkça isteğini ona söyle. Sakın onun sana gösterdiği iyilik seni aldatıp da saltanat işlerine ve aile işlerine karıştırmasın. Her ne kadar bu araya girmeye lâyık bir kimse isen de yine girme. Zira hükümdar ile ailesi arasına girenin düşüşü bir daha kalkmamak üzere olan bir düşüştür. Öyle bir hatadır ki, insan kendisini bir daha toparlayamaz.
Genişlik zamanının dostundan kaçın! Çünkü o senin en büyük düşmanındır, Hiçbir zaman malını namusundan daha aziz görme. Bir meclise girdiğin zaman selâmla işe başlamak edebin gereğidir. Senden önce o meclise gelenlerin omuzlarından atlayarak öne geç meyi isteme! Nerede yer varsa orada oturmayı tercih et. Neresi tevâ zua daha yakınsa orayı seçmek edebin gereğidir. Otururken sana en yakın olan kim ise ona selâm ile tahiyye etmelisin.
Yol kenarında oturma! Şayet yolun kenarında oturursan, gözle rine sahip ol, gelip geçenleri süzme. Zulme uğrayanlara yardım et, imdat isteyenin imdadına koş, zayıflara yardım et, şaşıranlara yol göster, verilen selâmı al, dilenciye ver, iyiliği emret, kötülüğü nehyet.
Kıble tarafına ve sağına tükürme. Ancak soluna ve sol ayağının altına tükür. Hükümdarlarla oturma. Eğer onlarla oturursan gıybet etmekten kaçın. Yalan söyleme, sırları açığa vurma, fazla ihtiyaç gösterme, düzgün konuş, şaka yapma. Her ne kadar sana sevgi gös terseler de sen yine onlardan sakın. . . Sultanların huzurunda geğirme! Yemekten sonra onların huzurunda dişlerini karıştırma! Hükümdara düşen vazife ise herşeye tahammül etmektir. Ancak sırrın ifşasını, mülke uzatılan eli ve harama saldırmayı affetmezler.
Avam tabakasıyla oturma. Eğer onlarta oturursan onların konuşma tarzlarına dalma, onların saçma sapan konuşmalarına az kulak ver, onların kötü ve müstehcen sözlerini duymaz görün, zaru ret hâli dışında onlarla oturma. Sakın ne akıllı ne de akılsız bir kim seyle alay etme. Çünkü akıllı bir kimse ile alay ettiğin zaman sana buğzeder. Ahmak bir kimse ile alay ettiğin zaman sana cesaretle hü cum edip daha berbatını söyler. Çünkü alay aradaki heybet perdesini yırtar. Yüzün suyunu döker. Arkasında kin ve nefret bırakır. Sevginin tadını kaçırır. Fakihin hükmünü çirkin gösterir. Ahmak bir kimseyi saldırgan yapar. Büyükler nezdinde alay edenin merte besi düşer. Böyle bir kimseye ehl-i takva buğzeder. İstihzâ kalbi öldürür. İnsanı Hak Teâlâ'dan uzaklaştırır. Gafleti doğurur. Zilleti getirir. Hatıraları öldürür. Onunla ayıplar çoğalır. Günahlar başgösterir.
Denildi ki: İstihzâ ancak akılsızlıktan veya saldırganlıktan sadır olur'. Bir müslüman bir mecliste istihza yapmaya veya fuzulî konuşmaya mübtelâ olursa, o meclisten kalkarken Allah'ı zikretme lidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.
Kim bir mecliste otururken saçma sapan konuşmalar çoğalırsa, o meclisten kalkmazdan önce 'Ey Allahım! Sen müşriklerin dediğinden münezzehsin. Senin hamdine bürü nerek senden başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. Senden af diler ve sana yönelirim' desin. Böyle dediği takdirde o mecliste kendisinden sadır olan kusurları bağışlanır.
Müslüman, Akraba, Komşu ve Mülkiyet Hakları ve Bu Bakımdan Yakın Olan Kimselerle Muâşeretin Âdâbı.
İnsanoğlu ya tek başınadır veya başkalarıyla beraberdir. İnsanoğlunun yaşaması ancak hemcinsleriyle birlikte ve onlarla haşır neşir olmak suretiyle mümkün olduğundan âdâb-ı muâşereti mutlaka öğrenmesi gerekir. Başkalarıyla ilişki içeri sinde bulunan kimselerin bu ilişkilerinde gözetmeleri gereken bazı edepler vardır. Bu da müstehak olduğu miktardadır. Müstehak olduğu miktar da kurulmak istenen rabıtanın derecesine bağlıdır. Rabıta ise ilişkinin en özel şekli olan akrabalık veya İslâm kardeşliğidir. İslâm kardeşliği umumî bir bağdır. İslâm kardeşliğinin mânâsına dostluk ve sohbet de dahildir. Yine rabıta; komşuluk veya yolculuk ve mektep-medrese arkadaşlığı veya dost luk ve kardeşlik bağıdır. Bu rabıtaların her birinin birçok dereceleri vardır. Akrabalığın hakkı vardır, fakat mahrem olan akra banın hakkı diğer akrabalarınkinden daha kuvvetlidir. Mahrem olanların özel bir hakkı vardır; fakat anne ile babanın hakkı daha kuvvetlidir. Komşuluk hakkı da böyledir; evin yakınlık ve uzaklığına göre değişir. Nisbete göre farklılık başgösterir. Hatta gurbet diyarında, aynı şehirden olan kimse, vatanda yakın olan kimse yerine geçer. Çünkü şehir de komşuluk hakkını haizdir.
Aynı şekilde müslümanın hakkı marifet ile daha da kuvvetle nir. Marifetin çeşitli dereceleri vardır. O halde müşahede ile bili nen kimsenin hakkı, işitmekle bilinen bir kimsenin hakkı gibi değildir. Bilakis ondan daha kuvvetlidir. Bu hak, marifet vaki olduktan ve ihtilât edildikten sonra daha da kuvvet kazanır. Sohbet de böyledir ve dereceleri değişiktir. Bu bakımdan okuldaki arkadaşlığın hakkı, seferdeki arkadaşlığın hakkından daha kuvvet lidir. Bunlar gibi dostluk da çeşitli derecelere sahiptir; çünkü dost luk kuvvet kazandıkça uhuvvete; uhuvvet de geliştikçe muhabbete dönüşür. Muhabbet de geliştiği takdirde hullete dönüşür. Halil, habibden daha yakındır. Bu bakımdan muhabbet, kalbin habbe sinde (içinde) bulunan mânâ; hullet ise kalbin sırrına nüfuz eden mânâ demektir. O halde, her halil habibdir; fakat her habib halil değildir. Müşahede ve tecrübe ile sabit olmuştur ki, sadakatin de receleri de farklıdır.
Hulletin uhuvvetten daha üstün bir derece olduğuna gelince, bunun mânâsı şudur: Hullet, uhuvvetten daha tam ve daha gelişmiş bir halden ibarettir. Bu hâli Hazret-i Peygamberin şu sözün den anlayabilirsiniz:
Eğer bir halil edinecek olsaydım muhakkak Ebû Bekir Sıddîk'ı edinirdim. Fakat arkadaşınız (kendi nefsini kastedi yor) Allah'ın halilidir. 108
Çünkü halil sevginin, kalbinin bütün cüzlerini zahir ve batın yönünde kapladığı kimsedir. Oysa Hazret-i Peygamberin kalbini Allah'ın sevgisinden başka birşey tam mânâsıyla kaplamış değildi. Buna rağmen Rasûlüllah, Hazret-i Ali'yi kardeş edinerek şöyle buyurmuştur:
Ali'nin bana olan yakınlığı Hârun'un Mûsa'ya olan yakınlığı mesabesindedir. Ancak o (Ali) peygamber değildir109
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ı hulletten uzaklaştırdığı gibi, Hazret-i Ali'yi do peygamberlik mertebesinden uzaklaştırmıştır. Bu bakımdan Hazret-i Ebû Bekir uhuvvette Hazret-i Ali ile ortak olmuş; hullet derecesine yaklaşmak bakımından da geçmiştir. Eğer hullette ortaklığa imkan olsaydı, Hazret-i Ebû Bekir'in bu dereceye ehil olma bakımından da Hazret-i Ali'yi geçeceği açıktı; çünkü Hazret-i Peygamber 'Eğer halil edinseydim Ebû Bekir'i edinir dini' sözüyle bu duruma dikkat çekmiştir. Hazret-i Peygamber, Allah'ın hem habibi, hem de halili idi.
Hazret-i Peygamber birgün yüzü sevinçten pırıl pırıl parladığı halde minbere çıkarak şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, İbrahim'i halil edindiği gibi beni de halil edindi; bu bakımdan ben, Allah'ın hem halili, hem de habi biyim. 110
Anlaşılıyor ki, marifetin önünde gelen ve ondan büyük olan bir rabıta yoktur; tıpkı hulletten daha üstün bir derece olmadığı gibi. . . Marifet ile Hullet şrasında çeşitli dereceler vardır. Biz sohbet ve uhuvvet hakkını daha önce zikretmiştik. Bu iki mefhumun kap samına bunların dışında kalan muhabbet ve Hullet mefhumları da girer. Daha önce bu haklarda muhabbet ve uhuvvet hasebiyle farklılıklar bulunduğu anlaşıldığı gibi, bu rütbelerdeki değişiklik ve farklılıklar da ancak muhabbet ve uhuvvet hasebiyle meydana gelir. Hatta bu derecelerin en yükseği öyle bir raddeye varır ki, in sanın mal ve nefis bakımından, dostunu kendi nefsine tercih et mesini gerektirir; tıpkı Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ın peygamberimizi kendi nefsine tercih etmesi gibi. Ebû Talha Zeyd b. Sehl Ensarî'nin de Uhud gününde bedeniyle Rasûlüllah'ı kendi nefsine tercih etmesi gibi. . . Zira bu zat kendi nefsini Rasûlüllah'ın aziz şahsına siper yapmıştı. 111
Bu bakımdan biz şimdi İslâm kardeşliğinin, sıla-i rahmin, anne ve babanın, komşunun, kölelik ve efendiliğin haklarını zikretmek istiyoruz. Nikâh ile meydana gelen bağın hukukunu ise Kitab'un-Nikah bölümünde zikretmiştik.
ÜLFET, KARDEŞLİK VE SOHBET konusu devamı;