III. Fayda
Fitne ve husumetten kurtulmak, din ve nefsi, fitneye dalmaktan korumak ve fitnenin tehlikelerine maruz kalmaktan kaçınmaktır. Memleket çok az zaman taassuplar, fitneler ve husumetlerden uzak kalır. Bu bakımdan insanlardan uzak olan bir kimse bütün bunlardan selâmet kalır.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Abdullah b. Amr b. el-As'a fitneden bahsederek fitneyi vasıflandırdığında şöyle hitap etti:
- İnsanların sözlerinin sallantıda olduğunu, emanetlerinin azaldığını ve (parmaklarını birbirine geçirerek) şöyle olduklarını gördüğün zaman. . .
- Ya Rasülüllah! Böyle olduğunu gördüğüm zaman ben ne yapmalıyım?
- Evinden çıkma, diline hakim ol, bildiğini al, bilmediklerini bırak. Havassın işiyle meşgul ol. Avamın işini ise bırak. 30
Ebû Said el-Hudrî Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:
Kişinin en hayırlı malının dağların başında ve yağmurun isabet ettiği yerlerde otlattığı koyun sürüsü olma zamanı yaklaşıyor. Bu kişi dağların bir tepesinden öbür tepesine dinini fitneden kaçırmaktadır!31
Abdullah b. Mes'ud Hazret-i Peygamberin şu hadîsini rivâyet eder:
- İnsanların üzerine bir zaman gelecektir ki, dindarın dini sağlam kalmaz. Ancak dinini bir köyden diğer bir köye, bir dağın tepesinden diğer bir dağın tepesine, bir taştan diğer bir taşa (veya bir delikten diğer bir deliğe) kurnaz tilki gibi kaçıran bir kimse bu hükmün dışında kalacaktır!'
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bu hâdise ne zaman olacaktır?
- O zaman, kazanç Allah'a karşı günahları işlemek suretiyle elde edilir! İşte o zaman geldiğinde bekar kalmak zamanı gelmiş demektir.
- Bu nasıl olur? Oysa sen bize evlenmeyi emrettin?
- O zaman gelip çattığında kişi annesinin ve babasının eliyle helâk olur. Eğer anne ve babası yoksa hanımının ve çocuğunun eliyle helâk olur. Eğer o da yoksa akrabasının eliyle helâk olur!
- Bu nasıl olur?
- Kişiyi elinin darlığından ve fakirliğinden dolayı ayıplarlar! O da gücünün yetmediği işlere kalkışır. Öyle ki bu işler kendisini felaketin ortasına sürükler!. 32
Bu hadîs-i şerif, her ne kadar bekarlık hakkında varid olmuş ise de, uzlete çekilmek de bu hadîsten anlaşılır. Zira evli bir kimse geçimini temin etmek ve halk ile karışmaktan kurtulamaz. Sonra kazanç da ancak Allah'a isyan etmek suretiyle elde edilir. Ben şu zaman o zamandır demiyorum. Belki (Hazret-i Peygamber'in söylediği) o zaman bizim bu asrımızdan birkaç asır önce tahakkuk etmiştir. Onun içindir ki Süfyân şöyle demiştir: 'Yemin ederim, bekar kalmak gerekli olmuştur'.
İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) fitne ve herc günlerinden bahsetti. Şöyle sordum:
- Herc ne demektir?
- Kişi yanına oturduğu arkadaşından emin olmadığı zaman demektir.
- Eğer o zamana yetişirsem bana ne yapmamı emredersin?
- Nefsini ve elini tut (onlara hâkim ol) ve evine gir!
- Eğer kişi gelip evimde beni taciz ederse ne yapmalıyım?
- Odana gir!
- Eğer odama girerse ne yapayım?
- Mescidine gir ve şöyle yap, (O esnada Hazret-i Peygamber mübarek bileğini tuttu) ve ölünceye kadar 'Rabbim Allah'tır' de. 33
Sa'd b. Ebî Vakkas, Muaviye döneminde Muaviye'ye karşı çıkmaya davet edildiğinde cevap olarak şöyle demiştir:
Hayır çıkmam! Ancak bana iki gözü ve dili olan bir kılıç verirseniz o zaman savaşırım. O kılıç gözü ile görmeli, diliyle de 'İşte bu kâfirdir' demeli ki ben de onu öldüreyim; 'Şu da Mü'mindir' demeli ki ben de ondan elimi çekeyim sakınayım. Sonra şöyle devam etti:
Bizimle sizin misaliniz, bembeyaz bir yolun üzerinde bulunan bir kavmin misaline benzer ki o kavim bu apaçık yoluna devam ederken, ansızın bir kasırga koptu ve bunlar yollarını şaşırdılar. Böylece yolun çıkarılması bunlara zor geldi. Bazıları 'yol sağda kaldı' deyip sağa doğru gittiler. Böylece şaşırdılar ve sapıttılar. Bazıları 'solda kaldı' deyip sola doğru devam ettiler. Onlar da şaşırıp sapıttılar. Başkaları oldukları yerde kalakaldılar ki, rüzgar dinip yol görününceye kadar. . . O zaman sefere çıktılar.
İşte böylece Sa'd b. Ebî Vakkas ve beraberinde bir cemaat uzlete çekildiler ve fitneden uzak durdular.
İbn Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor: İbn Ömer'e Hazret-i Hüseyin'in (radıyallahü anh) Irak'a gitiği haberi geldiği zaman İbn Ömer Hazret-i Hüseyin'in arkasına düşüp üç günlük bir mesafeden sonra Hazret-i Hüseyin'e yetişti ve şöyle dedi:
- Nereye gidiyorsun?
Hazret-i Hüseyin'in yanında tomar tomar kağıtlar vardı. Dedi ki:
- İşte bunlar Iraklıların mektuplarıdır.
- Sen onların mektuplarına aldanma. Onlara gitme!
Fakat bütün bu ısrara rağmen Hazret-i Hüseyin gitmekte direndi. Bunun üzerine İbn Ömer, Hazret-i Hüseyin'e şöyle hitap etti: O halde ben size Hazret-i Peygamber'in bir hadîs-i şerifini hatırlatayım:
Cebrail (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber'e geldi. Hazret-i Peygamber'i dünya ile âhiret arasında muhayyer bıraktı. Hazret-i Peygamber âhireti dünyaya tercih etti. Sen ise Hazret-i Peygamber'in bir parçasısın. Allah'a yemin ederim, siz ehl-i beyt'ten kıyâmete kadar hiç kimse dünyaya hâkim olamayacaktır. Sizi dünyaya hâkim olmaktan alıkoyan şey, sizin için dünyadan daha hayırlı olan bir iştir.
İbn Ömer'in rivâyet ettiği bu hâdise rağmen yine Hazret-i Hüseyin dönmeye razı olmadı. Bunun üzerine İbn Ömer Hazret-i Hüseyin'in boynuna sarılarak hüngür hüngür ağladı ve dedi ki: 'Ben seni bir ölü veya bir esir olarak Allah'a emanet ediyorum'. 34
Ashâb-ı kirâmdan onbin kişi vardı. Oysa fitne zamanında kırk kişiden fazlası gizlenmedi. Tavus evinde oturuyordu. Ona 'Neden evinden çıkmıyorsun?' denildiği zaman şöyle dedi: 'Beni çıkarmayan zamanın fesadı, hükemanın zâlimliğidir'.
Urve b. Zübeyr Akik adlı yerde köşkünü yaptıktan sonra oraya çekildi ve dışarı çıkmadı. Kendisine 'Sen saraya kapanıp Hazret-i Peygamberin mescidini niçin terkettin?' diye sordukları zaman şu cevabı verdi: 'Sizin mescidleriniz levhiyatla, çarşılarınız fesad ile doludur. Fahişelik yollarınızda yükselmektedir. Şu köşkün içinde sizin içinde bulunduğunuz felaketten emin kalmış olurum'.
Durum bu iken, husumetler ve fitne merkezlerinden sakınmak, uzlete çekilmenin faydalarından birisi olur.
IV. Fayda
Halkın şerrinden kurtulmaktır. Zira halk bazen aleyhinde konuşmak suretiyle sana eziyet verir. Bazen de sû-i zan ve itham etmek suretiyle. . . Diğer bir zaman yerine getirilmesi zor olan şeyle eziyet verirler. Bazen senden akıllarının ermediği amel ve sözleri görürler. Onu, fırsat kendilerine düştüğünde şer için kullanmak üzere ellerinde tutarlar. Sen onlardan uzak durdukça bütün bu durumlardan korunma külfetine girmezsin. Bu sebebe binaen hükemadan biri başkasına dedi ki: 'Sana onbin dirhemden daha hayırlı iki beyit öğreteceğim'. O da 'Onlar nedir?' diye sorunca şöyle dedi: 'Gece konuştuğun zaman yavaş ol! Gündüz konuştuğun zaman, önce etrafını süz! Çünkü söz ağzından çıktıktan sonra bir daha geri dönmez. İster iyi, ister kötü olsun'.
Şüphe yoktur ki, insanlara karışan, çalışmalarında onlara ortak olan bir kimse, hakkında hased eden ve su-i zan yapan düşmandan kurtulamaz ve insanlara karışan bir kimse vehmeder ki, karşısındaki düşman daima düşmanlık için hazırlanmakta, kendisi için tuzak kurmakta, tehlike ve desise ile arkasında gezmektedir. Çünkü insanlar birşey hakkında muhteris oldukları zaman, her bağırmayı korkularından kendi aleyhlerinde sanırlar!
İnsanların hırsı dünya için kabardıkça kabarmış olduğundan onlar başkasının da dünyaya haris olduğunu sanırlar. Nitekim Mütenebbî şöyle demiştir: 'Kişinin yaptığı kötü olduğu zaman zanları da kötü olur. Âdet edinmiş olduğu vehmi derhal şüphenin kapkaranlık bir gecesine dalar ve devam eder'.
Denildi ki: 'Kötü insanlarla oturup-kalkmak, iyi insanlar hakkında su-i zan yapmayı doğurur'. İnsanın tanıdıklarından gördüğü kötülükler ve oturup kalktığı kimselerden çektiği ızdırap pek çoktur. Biz bunun izahını uzun uzadıya yapmayacağız. Zira bizim şimdiye kadar zikrettiklerimizde bunun tümüne birden işaret vardır. Uzlete çekilmekte ise, bütün bunlardan kurtuluş vardır. Uzleti tercih eden kimselerin çoğu buna işaret etmişlerdir. Ebu'd Derda (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Tecrübe ettiğin zaman buğzedersin'. Ebu'd Derda'nın sözü merfû hadîs olarak da rivâyet edilmiştir.
Şair şöyle der: 'Kim insanları övüp onları denememişse, o kimse daha sonra onları denediği zaman övdüklerini kötüler. Rahatı yalnızlıkta görür. En yakın ve en uzak kimselerden nefret eder'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Uzlete çekilmekte, kötü arkadaştan kurtuluş vardır!'
Abdullah b. Zübeyr'e35 neden Medine'ye gelmediği sorulduğunda, 'Niye geleyim ki, orada ancak başkasının nimetine haset eden veya başkasının felaketiyle sevinen kimseler kalmıştır' diye cevap vermiştir.
İbn Semmak diyor ki: Bir arkadaşımızdan şöyle mektup aldık: "Hamd ve salavattan sonra; halk daha önce tedavide kullanılan ilaç idi. Şimdi ise, devası bulunmayan bir dert olmuşlardır. Bu bakımdan arslandan kaçtığın gibi onlardan kaç! Bedevilerden biri ağacın altında oturuyor, onu besliyor, suluyor, etrafını süpürüyor ve diyordu ki: 'Bu ağaç benim dostumdur. Onda üç haslet vardır: a) Benden dinledi mi, gidip beni başkasına jurnal etmez, b) Eğer onun yüzüne tükürürsem benim bu eziyetime katlanır, c) Eğer ona kızıp döver, hakaret edersem o bana hiç hırslanmaz ve kızmaz. Bedevinin bu sözleri, beni arkadaşlar hakkında zahid kıldı. (Artık arkadaşlık yapılacak kimse bulamıyorum) ".
Seleften biri, kitapları mütalaa etmeye ve mezarlar arasında oturmaya başlamıştı. Kendisine 'neden böyle yapıyorsun?' denildiği zaman, şöyle dedi: Tek başıma oturmaktan daha selâmetli, kabirlerden daha ibretli ve kitaplardan daha faydalı bir dost bulamadım da ondan. . . '
Hasan-ı Basrî şöyle anlatmaktadır: Hacca gitmek istedim. Sabit el-Bennanî benim hacca gideceğimi işitmiş, gelip bana dedi ki:
- İşittiğime göre, sen hacca gitmek istiyorsun? Ben de sana arkadaş olmak istiyorum.
- Allah senden razı olsun! Bırak da biz Allahü teâlâ'nın üzerimize gerdiği örtü altında birbirimizle muaşeret edip geçinelim. Çünkü, eğer arkadaşlık yaparsak, birbirimizden nefret etmeyi gerektirecek hareketler görmekten korkuyorum!
Hasan-ı Basrî'nin bu sözü uzlete çekilmenin diğer bir faydasına işarettir. O da örtünün, din, mürüvvet, ahlâk, fakirlik ve diğer kusurlar üzerine gerili kalmasıdır.
Allahü teâlâ, örtülü kalanları överek şöyle buyurmuştur:
(Sadakalar) şu fakirlere mahsustur ki, Allah yolunda kapanıp kalmışlardır. Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. (Bakara/273)
Şair şöyle der: 'Eğer hür bir insanın elinden nimet çıkarsa Bu onun için ayıp ve ar değildir. Ancak ar ve ayıp odur ki, kişiden iyilik soyulsun'.
İnsan, din ve dünyasında, ahlâk ve işlerinde kusurlardan uzak değildir. En iyisi din ve dünyasında örtünmektir. Onlar açıkta olursa selâmette kalamaz. Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Halk, dikensiz yapraklar idi. Fakat bugün insanlar yapraksız diken oluverdiler'.
Ebu'd Derda'nın yaşadığı zamanın hükmü buysa ki o birinci asrın sonunda yaşıyordu artık o asırdan sonra gelen asrın şer olduğunda şüphe etmek uygun bir hareket olur mu?
Süfyân b. Uyeyne diyor ki: Süfyân es-Sevrî hayatta iken ve uyanıkken, öldükten sonra da rüyamda bana şöyle dedi: 'Halkı az tanı! (veya halkı tanımayı azalt) . Çünkü halktan kurtulmak zordur. Ben, hoşuma gitmeyen şeyleri tanıdıklarımdan gördüm'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Dinar oğlu Malik'e geldim. Tek başına oturuyordu. Baktım ki, bir köpek çenesini ayaklarının üzerine koymuştu. Ben köpeği kovmak istedim. Bana şöyle dedi: 'Onu kovma! Bu hayvancağız ne zarar verir ne de eziyet. O kötü arkadaştan hayırlıdır'.
Birisine denildi ki:
- Halktan uzak kalmaya seni zorlayan nedir?
- Ben haberim olmaksızın, dinimden olmaktan korktum.
Bu zatın sözü işaret eder ki, insanın tabiatı kötü arkadaşın huylarından etkilenir.
Ebu'd Derda şöyle demiştir: 'Allah'tan korkunuz, halktan da uzak durunuz. Zira halk herhangi bir devenin sırtına binmişse, mutlaka onu yara ve bereler içerisinde bırakmışlardır. Herhangi bir atın sırtına binmişlerse, sırtını şerha şerha yapmışlardır. Herhangi bir Mü'minin kalbine oturmuşlarsa, muhakkak onu tahrip etmişlerdir'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Tanıdıkları azalt! Çünkü tanıdıkları azaltmak, hem senin dinin, hem de kalbin için daha selâmetlidir. Hakların boynundan düşmesi için daha hafiftir. Zira tanıdıklar çoğaldıkça hakları da o nisbette çoğalır ve o hakları yerine getirmek zorlaşır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Tanıdıklarını tanımamazlıktan gel! Tanımadıklarınla tanışma!'
V. Fayda
Uzlet sayesinde halkın senden ümitleri ve senin de halktan beklediklerinin kesilmesidir. Halkın senden ümitlerinin kesilmesine gelince, burada birçok faydalar vardır. Çünkü halkın rızası öyle bir uzaklıktır ki, bir türlü kavuşulmaz. Bu bakımdan kişinin kendi nefsinin ıslahıyla meşgul olması daha iyidir. Oturupkalktığı insanlara karşı yerine getirilmesi gereken hakların en rahat ve en kolayı, cenazesinde hazır bulunmak, hasta iken ziyaret etmek, düğünler de ve evliliklerinde hazır bulunmaktır. Bütün bunlarda vaktin zayi edilmesi sözkonusudur ve felaketlere maruz kalma vardır. Sonra bir kısmına gitmeye birtakım engeller çıkar. Onlar hakkında bir kısım özürler ileri sürmen gerekir. Oysa her özrü izhar etmek de mümkün değildir. Kişiye 'Filanın hakkını yerine getirdin bizim hakkımızda ise, kusurlu davrandın' derler. Böyle yapmak düşmanlık sebebi olur. Buna binaen şöyle denilmiştir: 'Ziyaret zamanında hastayı ziyaret etmeyen, o hasta iyileşirse mahcup olmamak için onun ölümünü temenni eder!'
O kimse hiç kimseyi ziyaret etmezse, kendisine birşey demezler. Eğer bazılarını ziyaret ederse geri kalanlar kendisinden nefret ederler. Bütün insanlar için bütün hakları yerine getirmek için, gece gündüz sadece kendisini bu vazifeye adayan bir kimse bile buna güç yetiremez. Acaba din ve dünya hususunda kendisini meşgul eden mühim vazifesi olan bir kimse nasıl bunları yerine getirebilir?
Amr b. el-As der ki: 'Dostların çokluğu, alacaklıların çokluğu demektir'.
İbn Rumî der ki: 'Senin düşmanın, dostundan istifade eder. Bu bakımdan çok arkadaş edinme. Çünkü hastalığın çoğunu görürsün ki, yiyecek ve içecekten gelir'.
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir; 'Her düşmanlığın kökü, mutlaka kötü bir kimseye yapılan iyiliğe dayanır!'
Senin insanlardan ümidinin kesilmesine gelince, bu da büyük bir faydadır. Zira dünyanın malına ve süsüne bakan bir kimsenin hırsı kabarır, hırsının kuvvetiyle tamahı artar. Durumların çoğunda mahrumiyetten başka bir şey görmez. Bu bakımdan ümidi yok olur, büyük sıkıntı ve üzüntülere düşer. Fakat halktan uzaklaştığı takdirde bunları görmez. Görmediği takdirde nefsi çekmez ve tamahı kabarmaz.
İşte bu sırra binaen Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Onlardan bazı zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. (Tâhâ/131)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Malca altınızda bulunana bakınız. Üstünüzde bulunana bakmayınız. Çünkü böyle yapmak Allah'ın size bahşettiği nimetleri takdir etmenize daha uygundur. 36
Avn b. Abdullah37 der ki: 'Ben zenginlerle oturuyordum. Daima üzüntülüydüm. Elbisemden daha güzel elbiseler, bineğimden daha kuvvetli binekler görüyordum. Ne zaman ki, fakirlerle oturmaya başladım, rahata kavuştum!'
Rivâyete göre, (İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi) Müzenî bir gün Fustat camiinin kapısından çıktı. O anda Abdülhakem'in oğlu Muhammed cemaatiyle beraber geliyordu. Onun süslü hâli ve güzel durumu Müzenî'yi şaşırttı. Müzenî derhal 'Bir de hanginiz sabırlıdır bilelim diye bir kısmınızı diğer bir kısmınız üzerine bir imtihan vesilesi kıldık' (Furkan/20) ayetini okudu; sonra şöyle bağırdı: 'Evet, ben sabreder ve razı olurum'.
Müzeni fakir ve yoksuldu. Bu bakımdan evinde oturup halka karışmayan bir kimse, böyle fitnelerle karşılaşmaz. Çünkü dünya ziynetini gören bir kimsenin ya dini ve yakîni kuvvetli olup sabreder. Bu takdirde sabrın acılığını tatmaya mecbur olur. Oysa sabır 'sebir' denilen acı bitkiden daha acıdır veya böyle bir kimsenin isteği kabarır. Dünyayı elde etmek için hileli hareket etmeye mecbur olur. Bunu yaptığı takdirde de ebediyyen helâk olur. Dünyada helâk olması ise, çok zaman mahrumiyetle sonuçlanan tamahkârlıktır. Zira her isteyenin eline dünya geçmez. Âhiretteki helâk olması ise dünya malını Allah'ın zikrine ve Allah'a yaklaşmaya tercih etmesinden kaynaklanır.
Nitekim İbn Arabî şöyle der: 'Zilletin kapısı zenginlik tarafından olduğu zaman, ben fakirlik yönünden yücelere çıkarım' İbn Arabî bu sözüyle tamahkarlığın halihazırda bile insanı zelil kıldığına işaret etmektedir.
VI. Fayda
Ahmakları görmekten kurtulmaktır. Onların ahmaklıklarının ve ahlâklarının ağırlığını çekmekten kurtulmaktır. Zira bunun gibi insana ağırlık veren şeyleri görmek küçük bir körlüktür.
A'meş38 'Gözlerin hangi illetten zayıfladı?' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Ağırlık veren kimseleri görmekten. . . '
Hikaye ediliyor ki, Ebû Hanîfe A'meş'in ziyaretine gelir ve Allahü teâlâ herhangi bir kimseden iki gözünü alırsa onların yerine onlardan daha hayırlısını ona ihsan eder'39 hadîsini okuyarak, 'Acaba Allah sana gözlerinin yerine ne gibi bir ihsanda bulundu?' diye sorar. A'meş şaka yollu şöyle der: 'Allah onların yerine beni ağırlık veren kimseleri görmekten kurtardı ve sen de onlardan birisin'.
İbn Sîrin der ki: Bir kişinin şöyle dediğini duymuştum: 'Ben hoşlanmadığım bir kimseye bir defa baktım ve bayıldım'. Yunan filozof hekîm Calinus (Galen) şöyle der: 'Herşeyin bir sıtması vardır. Ruhun sıtması da sıkıntı veren kimselere bakmaktır'.
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Ben sıkıntı veren biriyle oturduğum zaman, onun tarafına düşen yanımın ağırlaştığını hissediyordum. Sanki o taraf diğer tarafımdan daha ağır geliyordu bana'.
Birinci ve ikinci faydadan başka, uzletin bu faydaları dünyanın hazır maksadlarıyla ilgilidir. Fakat aynı zamanda dinle de ilgilidir. Zira insanoğlu sıkıntı veren bir kimsenin görülmesiyle üzülüp sıkıldığı müddetçe onun aleyhinde bulunmaktan, Allah'ın sanatını görmekten emin olamaz! Bu bakımdan kişi başkasından gıybet veya su-i zan, hased, nemime veya başka bir kötülük görüp üzüldüğü zaman, onun karşılığını vermemekten sabrı taşar. Bütün bunlar dinin, fesadına sebep olur! Uzlet ve tenhaya çekilmekte ise, bütün bunlardan selâmette kalır.
21) Müslim
22) Tirmizî ve Sünen sahipleri
23) İbn Mâce
24) Müslim, Buhârî
25) Müslim
26) Kûfeli meşhur kurralardandır. İsminde ihtilaf vardır. En güvenilir rivayete göre ismi Şu'be'dir. H. 94 senesinde 100 yaşında iken vefat etmiştir.
27) Irâkî bu hadîsin merfû hadislerden bir aslı olmadığını, ancak İbn'ul-Cevzî tarafından Süfyân b. Uyeyne'nin sözü olduğunun iddia edildiğini kaydeder.
28) Müslim ve Buhârî
29) İbn Mâce
30) Ebû Dâvud, Nesâî
31) Buhârî
32) Ebû Nuaym, Hilye; Beyhakî, Zühd; Halilî, Tarih
33) Ebû Dâvud
34) Taberânî, Bezzâr
35) Abdullah, Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Esma'dan doğmuştur. Hicretten sonra ilk doğan çocuk Abdullah'tır. Annesinin karnındayken annesi hicret etmiş ve kendisi hicretten sonra dünyaya gelmiştir. Hazret-i Peygamber vefat ettiğinde, dokuz yaşında idi. Fasih konuşan bir kimseydi. Muaviye'nin oğlu Yezid öldükten sonra, H. 64 senesinde Mekke'de müslümanlar Abdullah'a biat ederek onu halife seçtiler ve o da Hicaz, Irak'ın iki parçası, Yemen, Mısır ve Şam topraklarının çoğunu ele geçirdi. Halifeliği dokuz sene sürdü. Daha sonra Abdülmelik b. Marvan zamanında (H. 122 yılı, bir salı günü Mekke'de Haccâc-ı Zâlim tarafından öldürüldü.
36) Müslim
37) Mekkeli, güvenilir ve âbid bir zattı. H. 120 senesinden önce ölmüştür.
5. Uzlete Çekilmenin Âfetleri
Din ve dünyanın birtakım maksatları vardır ki, ancak başkasının yardımıyla insan onlardan istifade edebilir. Ancak insanlarla oturup kalkmak suretiyle onlar elde edilir. Bu bakımdan insanlara karışmakla istifade edilen herşey, uzlete çekilmekle elden kaçar. Onun elden kaçması uzlete çekilmenin âfetlerindendir. Öyle ise insanlara karışmanın faydaları ve insanı ona çağıran sebeplere bak, onların ne olduğunu anla. Onları öğretmek, öğrenmek, faydalanmak, faydalandırmak, edep vermek, edeplenmek, ünsiyet elde etmek, başkasına ünsiyet vermek, sevap elde etmek, hakları yerine getirmek suretiyle sevaba nail olmak, tevazuû öğrenmek, hâllerin müşahedesinden tecrübeler elde etmek ve bunlardan ibret almaktır. Bu bakımdan biz bunları uzun uzun açıklayalım. Çünkü bunlar insanlara karışmanın faydalarıdır ve yedi tanedir:
I. Öğrenmek ve Öğretmek
Biz öğrenmenin ve öğretmenin faziletini Kitab 'ul-İlim'de zikretmiştik. Öğretmek ve öğrenmek dünyada ibadetlerin en büyükleridir. Öğretmek ve öğrenmek, ancak insanlarla oturup kalkmakla mümkün olabilir. Fakat ilimler çoktur. Bir kısmına insanoğlu hiç de muhtaç değildir. Bir kısmı da dünyada zaruridir. Bu bakımdan, boynuna farz olan ilimleri öğrenmeye muhtaç olan kişi, bunları öğrenmeden uzlete çekilirse asi olur. Eğer farz kısmını öğrenir, ilimlere dalmak içinden gelmez ise, ibadetle meşgul olmayı daha verimli görürse, o zaman uzlete çekilebilir. Eğer şer'î ve aklî ilimlerde ilerleme imkânı var ise, öğrenmezden önce uzlete çekilmek, böyle bir kişi için çok büyük bir kayıp olur. Bu sırra binaen Nehâî ve başka âlimler 'Önce fıkıh öğren sonra uzlete çekil' demişlerdir.
Öğrenmeden önce uzlete çekilen bir kimse, birçok durumunda vaktini uyku veya bir hevesi düşünmekle ziyan etmiş olur! Gayesi vakitlerini virdlerle değerlendirmektir. Beden ve kalp ile yapmış olduğu amellerinde çalışmasını boşa çıkaran ve farkında olmaksızın amelini iptal eden gururun çeşitlerinden bir türlü kurtulamaz. Allah ve Allah'ın sıfatları hakkındaki inancı vehmettiği zanlardan kurtulamaz. Bu vehmin içerisinde kalbine gelen bozuk düşünce ve inançlardan birtürlü yakayı kurtaramaz. Bu bakımdan birçok durumlarda şeytana maskara olur. Oysa kendisini ibadet edenlerden görür. Bu bakımdan, ilim dinin esasıdır. Avam ve cahillerin uzlete çekilmelerinde hayır yoktur.
Avam ve cahillerden gayem halvette ibadet etmeyi bilmeyen ve halvette kendisine lazım olan herşeyi anlamayan kimselerdir. Bu bakımdan nefsin misali, hastanın misali gibidir. Hasta bir doktora muhtaçtır. Cahil hasta doktor olmadığı zaman doktorluğu öğrenmeden önce şüphesiz hastalığı artıkça artar. Bundan dolayı uzlete çekilmek, ancak âlim kişiye lâyıktır. Öğretmekte ise büyük sevap vardır. Yeter ki, öğreten ile öğrencinin niyetleri doğru olsun. Ne zaman ki, gayeleri post kapmak, arkadaş ve talebeleri çoğaltmak olursa bu hareket dinin helâkidir. Biz bunun yolunu Kitab 'ul-İlim'de zikretmiştik.
Bu zamanda âlimin yapması gereken şey, eğer dininin selâmetini istiyorsa, uzlete çekilmektir. Zira âlim kişi, sadece dini için fayda arayan öğrenci bulamaz. Ancak süslü konuşmayı, avamın kalbini çelmeyi veya akran ve emsalini susturmak ve zor meseleleri çözmek isteyen talebeleri görür. Bunlar böylece sultana yaklaşmak isterler. Öğrendiklerini münakaşa, böbürlenme ve mücadalede kullanmak ister! Bu zamanda tercih edilen mezhep ilmidir. Bu da çoğu kez ancak emsal ve akranını geçmek için işlenir.
Mevkî elde edip devlet mallarını çarçur etmek için, çoğu zaman bu istenilir. İşte din ister ki insan bütün bunlardan uzak olsun.
Eğer sadece Allah rızasını isteyen bir talip görülürse, ilimle Allah'a yaklaşmak isteyen birine tesadüf edilirse, ondan uzak durup ona ilim öğretmemek, ilmi ondan gizlemek en büyük günahtır. Böyle bir talebe ise, koskoca bir memlekette ya bir veya iki tanedir. İnsanların, Süfyân es-Sevrî'nin 'Biz ilmi Allah'ın gayrisi için öğrendik. Fakat ilim Allah'tan başkası için olmayı kabul etmedi' sözüne aldanması uygun değildir! Zira fakîhlerden çoklarının hayatlarının sonuna bak! Dünyayı istemeye dalıp dünyaya sarıldıkları bir durumda veya dünyadan el çekip zahid oldukları halde ölüp ölmediklerini dikkate al. Çünkü 'Hiçbir zaman söz, müşahede gibi olmaz'. 40
Süfyân es-Sevrî'nin işaret ettiği ilim; hadîs, tefsir ve sîret ilmidir. Çünkü bu ilimlerde korkutma ve sakındırma vardır. Bu ilimler, Allah'tan korkmanın vesilesidir. Eğer bu ilimler, o esnada tesir etmezse dahi muhakkak gelecekte tesir eder. Kelâm, muamelat ve husumet fetvalarıyla ilgili bulunan, mezhebini ve hilafını açıklayan mücerred fıkıh ilmi ise, dünya için bu ilimlere rağbet eden bir kimse hiç de Allah'a dönüş yapmaz. Böyle bir kimse ömrünün sonuna kadar hırsında devam edip gider. Umulur ki, bu eserimize (İhyâ-i Ulûm'id-Din) koyduğumuz hakikatlerin öğrenilmesi, dünya için dahi öğrenilse caiz olsun. Çünkü umulur ki ilim isteyen bu hakikatler vasıtasıyla ömrünün sonunda kendini düzeltir. Çünkü bu kitap Allah'tan korkutucu, âhirete teşvik edici ve dünyadan sakındırıcı hakikatlerle doludur. Bu ise, hadîs ve Kur'ân tefsirlerinde tesadüf edilen hakikatlerdir. Kelâm, hilaf ve hiçbir mezhepte bunlara tesadüf edilmez. Bu bakımdan, insanın kendini aldatması uygun değildir. Çünkü kusurunu bilen bir kul, mağrur bir cahilden veya aldanmış bir cahilden daha saadetlidir.
Öğretmeye rağbet gösteren her âlimin gayesinin dünya ehli yanında kabul olunmak ve post kapmak olmasından korkulur! Onun nasibi hali hazırda cahilleri zelil etmek ve onlara karşı çalım satmakla lezzetlenmektir. İlmin afeti kibir ve gururdur. Nitekim Hazret-i Peygamber de bu hakikati ifade buyurmuştur41 ve busırra binaen Bişr, hadîs kitaplarından on yedi yük kitabı toprağa gömdükten sonra hadîs rivâyet etmemiş ve şöyle demiştir: 'Benim canım hadîs rivâyet etmeyi istiyor. Bunun için hadîs rivâyet etmiyorum'.
Yine bu sırra binaen şöyle demiştir: 'Haddesena (Bize filan zat hadîs nakletti) demek dünya kapılarından bir kapıdır. Ne zaman kişi 'Filancadan hadîs bize geldi' derse, o ancak şunu demek ister: 'Bana yer açınız! Beni başa geçiriniz'.
Rabia Adeviyye Süfyân es-Sevrî'ye şöyle der:
- Eğer sen dünyaya talip olmasaydın ne mutlu bir kişiydin!
- Ben dünyanın nesine talip olmuşum?
- Hadîs rivâyet ediyorsun ya?
Yine bu sırra binaen Ebû Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Kim evlenirse veya hadîs talep ederse veya sefere çıkmakla meşgul olursa, muhakkak ki bu kimse dünyaya meyletmiş sayılır'.
Buraya kadar zikrettiğimiz afetlere Kitab'ul-İlim'de işaret etmiştik. En uygunu, uzlete çekilmek suretiyle bu âfetlerden korunmaktır. Mümkün olduğu kadar arkadaşları azaltmaktır. Öğrenip öğretmek suretiyle dünyalık peşinde olanlar için en doğru yol, eğer akıllı ise, şu zamanda o tedris ve tâlimi terketmektir.
Ebû Süleyman Hattabî şu sözünde ne kadar doğru söylemiştir:
Sen, sohbetini talep edip senden ilim öğrenmek isteyenleri bırak! Senin için onlardan ne mal, ne de güzellik gelir. Onlar zahirde arkadaş, bâtında ve gizlide düşmandırlar. Sana rastladıkları zaman, yağcılık yaparlar. Onlardan biri sana gelirse, seni kontrol eder. Senin yanından çıktığı zaman aleyhinde konuşur. Onlar münafıklık ve koğuculuk yaparlar. Hile ehlidirler. Onların yanına gelip toplanmalarına aldanma. Onların gayeleri, ilim değildir. Post kapmak ve mal toplamaktır. Seni, kötü ihtiyaçlarına ve çirkin çıkarlarına merdiven yaparlar, ihtiyaçlarına seni binek edinirler! Eğer onların gayelerinden biri hakkında az bir kusur gösterirsen, senin en kuvetli düşmanın kesilirler. Sonra sık sık sana gelip gider ve senin zayıf tarafını öğrenmek isterler ve bunu da senin üzerine bir minnet sayarlar. Namusunu, mertebeni ve dinini onlar için feda etmeyi senin boynunun borcu olarak görürler. Düşmanlarına düşman, yakınlarına yardımcı, hizmetçilerine hizmetçi ve dostlarına dost olmanı beklerler. Bir ahmak gibi ellerinde maşa olursun. Oysa sen de fakihsin. Reis olduktan sonra mevkiinden ayrılıp gelip onların arkalarına, zelil bir şekilde takılmanı isterler. Bunun için şöyle denildi: İnsanlardan uzaklaşmak tam bir mürüvvettir.
İşte Hattabî'nin sözü bundan ibarettir. Her ne kadar bu ibare onun birtakım lafızlarına muhalif düşüyorsa da, bu söz, hakîkat ve doğruluktur. Zira sen birçok müderrisleri görürsün ki, daimi bir kölelik ve kendilerini atılmaz ağır bir yük altında hissedip yanına gelip gidenlere karşı ezilmektedirler! Gelen talebe öğretmeni âdeta borçlu gibi görmektedir.
Eğer müderrisler, onlar için devletten bir maaş temin etmeyi tekeffül etmezlerse, çoğu zaman müderrisin yanına gelip gitmezler. Sonra zavallı müderris, kendi malından karşılayamadığından böylece onu temin etmek için durmadan saltanat erbabının kapılarına gidip gelir. Zillet ve zorlukları zelil ve kıymetsiz bir kimse gibi çeker! Hatta ders okuyana haram kaynakların bir kısmından haram mal yazdırıp temin eder. Bundan sonra idareci bu iyiliğine karşılık müderrisi daima köle gibi görür, nezdinden bir nimet olarak saydığı malı tekrar ona teslim edinceye kadar görevlendirmek ister, zelil ve rezil eder.
Sonra müderris, bir de onu arkadaşlarına taksim etmenin zorluğu içerisinde kıvranır. Eğer aralarında eşit bir şekilde taksim ederse, fazla almaları gereken yetişkinler ondan nefret ederler. Onu hamakat ve idraksizliğe nisbet ederler. Onu kimin daha fazla masrafa muhtaç olduğunu idrak edememekle suçlarlar. Adalet ve hakların ölçüsünü bilmemekle itham ederler. Eğer eşit bir şekilde değil, farklı bir şekilde taksim ederse, bu sefer onların ahmakları, demirden yapılmış dilleriyle hücum ederler. Kükremiş arslanlar ve yırtıcı yılanlar gibi, ona hücum edip sokmak isterler. Kısacası müderris dünyada onların zahmetlerini çeker durur. Âhirette de onlara taksim ettiğinin ve aldığının hesabını vermekte ter döker!
Hayret! Müderris bütün bu felaketlere rağmen kendini bir takım bâtıl hülyalarla aldatır, gururun ipine sarılmak suretiyle aldanır ve nefsine der ki: 'Sakın bu işinde gevşeklik gösterme. Zira sen bu yaptıklarınla Allahü teâlâ'nın rızasını istiyorsun. Hazret-i Peygamber'in şeriatini yayıyor, din ilmini neşrediyor. İlim talebelerinin rızkını temin ediyorsun. Padişahların malları ise sahipsiz mallardır. Halkın yararına sarfedilmek üzere hazinede bekletilir. Acaba ilim ehlini çoğaltmaktan daha büyük bir fayda var mıdır? Ehl-i ilim vasıtasıyla din açığa çıkar, din ehli kuvvet kazanır'.
Bu zavallı müderris, eğer şeytanın gülünç bir oyuncağı olmasaydı az bir düşünce ile fesadın ancak bu tür fakihler ve benzerlerinin çoğalmasından kaynaklandığını anlardı. O fakihler ki ne bulurlarsa yutarlar. Haram ve helâlin arasını ayırmazlar. Cahiller tarafından ilgiyle izlenirler. Cüretkârlıklarından cahiller de cüret alıp onlara uyarlar. Onların fiillerini taklid ederek onlara bakarlar. Bu sırra binaen denildi ki: 'ınillet ancak idarecilerin fesadıyla fesada uğrar. İdareciler de ancak âlimlerin fesadıyla fesada uğrarlar!' Bu bakımdan biz gurur ve körlükten Allah'a sığınıyoruz. Çünkü gurur, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır.
II. Faydalanmak ve Faydalandırmak
Halktan faydalanmak ise, çalışmak ve muamele yapmak suretiyle olur. Bu da ancak halk ile oturup kalkmak suretiyle mümkündür. Faydalanmaya muhtaç olan bir kimse, uzletten vazgeçmeye mecburdur. Bu bakımdan böyle bir kimse bizim Kesb ve Meâş bölümünde söylediğimiz gibi, eğer faydalanmasında şeriata uygun hareket etmeyi istiyorsa, halk ile oturup-kalkmakla daimi bir cihad içindedir. Eğer beraberinde bir mal varsa, kendisi de kanaatkâr ise ve o mal ile yetinirse, aynı zamanda bu mal kendisini tatmin edici ise, böyle bir durumda uzlete çekilmek daha faziletlidir. Kazanç yollarının çoğu günahlardan geçtiği bir zamanda uzlete çekilmek faziletli olur. Ancak kazanmaktan gayesi Allah yolunda sadaka vermek ise o zaman başka. . .
Bu bakımdan kişi bu durumda helâlinden kazanıp Allah yolunda fakir fukaraya yedirirse, böyle bir çalışma ve kazanma içinde halk ile oturup-kalkmak uzlete çekilmekten daha üstündür. Yani uzlete çekilip nafile ibadetle meşgul olmaktan üstündür.
Eğer Allahü teâlâ'nın marifetinden daha fazla nasip almak, şer'î ilimleri daha güzel öğrenmek için uzlete çekiliyorsa, bu takdirde uzlete çekilmek daha üstündür. Bir de bütün varlığıyla Allahü teâlâ'ya yönelmek ve Allah'ın zikrine âmade olmak için uzlete çekiliyorsa, bu şekil uzlete çekilme de halk ile oturup-kalkmaktan daha hayırlıdır. Yani kim Allah'ın münacaatından keşif ve basiret elde ederse, onun uzlete çekilmesi daha hayırlıdır. Ancak vehim ve fasid hayalleri elde edip keşif ve hakîkat zannetmekten sakınmak gerekir.
Faydalı olmaya gelince, halka, malıyla veya bedeniyle yararlı olmaktır. Hasbetenlillâh (sadece Allah için) halkın ihtiyaçlarını yerine getirmeye yönelmektir. Müslümanların ihtiyaçlarını yerine getirmeye koşmakta sevap vardır. Bu ise, ancak halk ile oturup-kalkmak suretiyle mümkün olur. Herhangi bir kimse şeriatın hudutlarına riayet etmek suretiyle böyle yapabiliyorsa eğer uzlete çekilmekle sadece nafile namazlar ve bedeni amellerle meşgul oluyorsa onun halka karışması uzlete çekilmesinden üstündür.
Eğer kalbiyle amel etmenin yolu kendisine açılmış, daimi zikir ve fikir sayesinde bu raddeye varmış kimselerden ise, artık onun bu sebepten uzlete çekilmesine şeksiz ve şüphesiz hiçbir şey denk olmaz.
III. Edepli Olmak ve Edeplendirmek
Bundan gayemiz, insanlardan gelen zorluklara göğüs germek suretiyle nefse idman yaptırmaktır. Nefsi kırmak için insanların eziyetlerine göğüs germekte mücahede etmek ve şehvetlerin mağlubiyeti için çalışmak vardır. Bu da halka karışmanın faydalarındandır. Ahlâkı temizlenmemiş bir kimse için, böyle bir yolda nefsini terbiye etmek uzlete çekilmekten daha üstündür. Şehvetleri şeriatın hududlarına itaat etmemiş bir kimse için bu yoldan terbiye daha üstündür. Bunun için sûfîlerin hizmetçileri tekkelerde hizmeti tercih etmişler, halka karışıp onların hizmetlerini yapmamışlardır. Çarşı ehline gidip onlardan tekke ehline yedirmek üzere birşeyler isterler. Bütün bunların gayesi nefsin hamakatını ve serkeşliğini kırmak, sûfîlerin bereketinden bereketlenmek, himmetiyle Allah'a yönelen sûfîlerin dualarından istifade etmektir. İşte geçmiş zamanlarda maksat buydu. Şimdi ise, fasid gayeler buna karıştı ve bu durumun dışına çıkıldı. Nitekim dinin diğer şiarları da böyle oldu.
Kişi hizmet etmekle çevresini çoğaltmak ister. Fazlasıyla mal elde etmek ve çevresinin çoğalmasıyla kuvvet kazanmak amacındadır. Eğer niyeti buysa, mezara kadar bile olsa uzlete çekilmek daha hayırlıdır. Eğer niyeti nefsinin terbiyesi ise, o niyet uzletten daha hayırlıdır. Bu da riyazât ve nefsinin terbiye olmasına muhtaç olan kimse hakkındadır. Böyle yapmak iradenin başlangıcı için zaruri ve kaçınılmaz bir fiildir. Nefsin idman ve terbiyesi tamam olduktan sonra serkeş bir hayvanın idmanından bekleneni değil, nefsini binek edinmek hakikatini anlaması gerekir. O serkeş hayvanın terbiyesinden onu binek edinip onunla merhaleler kat etmek, onun sırtında yolculuk yapılacağının kastedildiğini anlamak lazımdır. Beden, kalbin bineğidir. Kalp âhiret yolunu katetmek için bedene biner. Orada şehvetler vardır. Eğer o şehvetler kırılmazsa, yolun ortasında serkeşlik yapar. Bu bakımdan ömrü boyunca nefsin idmanıyla meşgul olan bir kimse, tıpkı ömrü boyunca serkeş hayvanın terbiyesiyle meşgul olup bir gün dahi onun sırtına binmeyen bir kimse gibidir. Bu bakımdan böyle bir kimse ancak hâlihazırda o hayvanın ısırması, refes atması ve tepmesi gibi huysuzluklarından kurtulur, ondan başka bir fayda temin edemez.
Bu fayda da hayatımla yemin ederim istenilen bir faydadır. Fakat böyle bir fayda, ölü bir hayvandan da temin edilebilir. Ancak şu var ki, serkeş bir hayvanın alıştırılması, ondan temin edilen bir fayda için istenir. İşte halihazırda şehvetlerin eleminden kurtulmak uyku ve ölümden de temin edilir. Sadece onunla yetinmek uygun bir hareket değildir. Tıpkı bir rahibin kendisine 'Ya râhip!' denildiğinde 'Ben rahip değilim. Ben ancak saldırıcı bir köpeğim. Nefsimi, halkı ısırmasın diye hapsetmiştim. Hepsi o kadar' demesi gibi.
Bu durum, halkı ısıran bir kimseye nisbetle güzeldir. Fakat sadece bununla yetinmek uygun değildir. Zira intihar eden bir kimse de halkı ısırmaz. Müslüman için nefsin terbiyesinden kastedilen büyük hedefe doğru gitmek gerekir. Kim bunu anlamış o yola yönelmiş ve o yolda gitmeye muktedir olmuş ise, uzlete çekilmenin, halk ile oturup-kalkmaktan daha fazla kendisine yardım ettiğini görür. Bu bakımdan böyle bir kimse için önce halk ile oturup-kalkmak, sonra uzlete çekilmek daha efdaldir.
Başkasına edep vermeye gelince, biz bundan ancak şunu kastediyoruz: Başkasını idman ettirmek ve olgunlaştırmaktır. Bu ise, mürşidin ve şeyhin müridlere karşı hareketidir. Zira böyle bir kimse onların kusurlarını, ancak onlarla oturup-kalkmak suretiyle temizler. Böyle bir kimsenin hali, muallimin haline benzer. Hükmü de onun gibidir. İlmin neşrine arız olan afet ve riya incelikleri burada da başgösterir. Ancak olgunlaşmaya gayret eden müridlerin durumu, ilim isteyenlerde görünen dünya hayallerinden uzaktır. Bu sırra binaen onlarda azlık, fakat ilim talebesinde çokluk görünür. Bu bakımdan kişi halkla oturup-kalkmak suretiyle halkın temizlenmesini, uzlete çekilmekle kazanılan faydalara kıyas etmelidir. Birini diğeriyle karşılaştırmalı ve hangisinin daha üstün olduğunu görürse onu seçmelidir. Bu ise, ancak ince ictihadla idrak edilir. Durum ve şahıslara göre değişir. Mutlak şekilde şöyle veya böyle hükmetmek mümkün değildir.
IV. Ünsiyet Sağlamak
Velime yemeklerine, davetlere, muaşeret ve ünsiyet yerlerine giden bir kimsenin gayesi dostluk kurmaktır. Bu ise, hal-i hazırda nefsin hazzına dönüşür. Dostluğu caiz olmayan bir kimsenin yakınlığı gibi. . . Bazen haram bir yönde gelişir veya mübah bir yönde gelişir. Bazen dinî bir iş için müstehab olur. Din hakkındaki hâl ve sözlerini müşahede edip kendisiyle arkadaşlık edilen kimsenin yakınlığında bu durum düşünülebilir. Takvâ şiarına sarılan meşayihle yakınlık kurmak gibi. . . Bazen de sadece nefsin hazzına bağlı bulunur. Eğer gaye burada kalbin ibadetteki gayretini tahrik etmek için rahata kavuşturmak ise, böyle bir yakınlık müstehab olur. Çünkü kalpler soğudukları zaman körleşirler. Ne zaman tek başına bulunmakta vahşet, başkasıyla oturmakta kalbe rahatlık veren yakınlık varsa, bu takdirde halka karışmak daha evladır. Zira ibadette ahenkli gitmek ibadetin kuvvetinden ve yerli yerinde yapılmasından ileri gelir.
Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak Allahü teâlâ usanmaz ve fakat siz bezip usanırsınız!42
Hiç kimse bu durumdan kurtulamaz. Çünkü nefis arada sırada istirahata kavuşturulmadıkça daimi bir şekilde hak ile yakınlık kuramaz. Onu daimi bir şekilde böyle bir yakınlığa zorlamak, onu gevşemeye davet etmek demektir. Nitekim 'muhakkak bu din sapasağlamdır. O halde bu dine rikkat ve şefkatle dal!' hadîs-i şerifi ile bu mânâ kastedilmiştir. Rikkat ve şefkatle dine dalmak basiret sahiplerinin âdetidir. Nitekim İbn-i Abbâs şöyle demiştir: 'Eğer vesvese korkusu olmasaydı, ben hiçbir zaman halkla oturmazdım'.
Başka bir zaman şöyle demiştir: 'Ben (vesvese korkusu olmasaydı) tanıdıklarımın bulunmadığı bir memlekete giderdim. İnsanları insanlardan başka acaba ne ifsad eder?'
O halde uzlete çekilen bir kimse muhakkak bir arkadaşa muhtaçtır. Onu görsün ve yirmi dört saatte bir saat onun konuşmasıyla ünsiyet kazansın. Bu bakımdan uzlete çekilen bir kimse uzlet sırasında bütün zamanını ziyan etmeyecek bir arkadaş arasın.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kişi dostunun dini üzerindedir. Bu bakımdan sizden herhangi biriniz kimle dostluk yaptığına dikkat etsin.
Uzlete çekilen kişi dostuyla karşılaştığı zaman dinî işler hakkında konuşmaya dikkat etsin. Kalbin hâllerinden, kalpten şikayet edip hak üzerine sebat etmekte kusurlu olduğundan ve dosdoğru yola gitmediğinden yakınsın. Böyle yapmakta nefse nefes aldırmak ve istirahat vermek vardır. Nefsinin ıslahıyla meşgul olan herkes için burada geniş bir fırsat vardır. Zira kişi, birkaç uzun ömür yaşasa dahi yine nefisten yapacağı şikayetin sonu gelmez. Nefsinden razı olan bir kimse ise kesinlikle mağrur ve aldatılmıştır. İşte günün bazı saatlerinde, sadık bir dost ile sohbet etmek, çoğu zaman uzlete çekilmekten bir kısım insanlar için daha iyidir. Bu bakımdan burada önce kalbin ve arkadaşın halleri tedkik edilmeli, sonra bir arada oturulmalıdır.
V. Sevaba Nail Olmak
Sevaba nail olmak ise, cenaze merasimlerinde bulunmak, hastaları ziyaret etmek, bayram namazlarına gitmektir. Cuma namazına gitmek ise farzdır. Diğer namazlarda da cemaate katılmak gerekir. Ancak zahirî bir korkudan terkediliyorsa ve o korku cemaatin faziletini kaçırmaya denk veya daha fazlaysa o zaman başka. Bu ise ancak pek nadir vakitlerde olur. Böylece evlenme merasiminde ve davetlerde hazır bulunmakta da sevap vardır. Zira bu yerlerde hazır bulunmak müslümanın kalbini sevindirmeye vesile olur.
Başkasına sevap kazandırmaya gelince, halkın, hastalığından veya başına gelen musibetten ötürü ziyaretine gelebilmesi için kapısını açık bırakmaktır. Böylece eğer kişi âlimlerden ise ve halka kendisini ziyaret etme imkânını veriyorsa, halk onu ziyaret etmekten dolayı sevaba nail olur. O da bu izni verdiğinden dolayı sevap kazanır. Bu bakımdan halk ile oturup-kalkmayı ve bundan ötürü kazanılan sevapları ile daha önce zikrettiğimiz âfetlerle karşı karşıya getirip tartmak gerekir. O zaman bazen uzlete çekilme temayülü ağır basar, bazen de halk ile haşır-neşir olmak ciheti ağır basar.
İmâm-ı Mâlik ve benzerleri gibi selefin bir cemaatinden hikaye edilir ki, bu zevat-ı kiram, davetlere icabet edip hastaları ziyaret etmeyi ve cenaze merasimlerine katılmayı terkettiler. Sanki bunlar evlerinin hasırları gibi, evlerinden ayrılmaz durumdaydılar. Ancak cuma namazına veya kabirleri ziyaret etmeye çıkarlardı. Bunlardan bir kısmı da şehirleri bırakmış dağların başına çekilmişti. Bütün bunları ibadete vakit bulmak ve meşguliyetlerden kaçınmak için yapıyorlardı.
VI. Tevazu Sahibi Olmak
Halk ile oturup-kalkmaktan tevazu elde edilir. Tevazu ise makamların en üstünüdür. Tek başına oturmaktan tevazu elde edilemez. Bazen kibir ve gurur uzlete çekilmeyi seçmeye sebep olur.
İsrailiyat'ta rivâyet ediliyor ki, hukemadan birisi hikmet ilminde üçyüz altmış eser yazdı ve bu eserleriyle Allah nezdinde büyük bir mertebeye vardığını sandı. Allahü teâlâ, o zamanın peygamberine 'Git falana söyle! Sen yeryüzünü nifak ile doldurdun. Ben senin o nifakından tek birşey dahi kabul etmem' diye vahyetti. Ravi diyor ki: Kişi bu sefer uzlete çekildi. Yer altındaki bir mağaraya sığındı ve içinden dedi ki: İşte ben şimdi rabbimin rızasına nail oldum!' Bunun üzerine Allahü teâlâ yine peygamberine vahyetti: 'Ona söyle! Sen halk ile karışıp halktan gelen eziyetlere göğüs germedikçe benim rızama nail olamazsın'. Bunun üzerine adam çarşıya çıktı, halka karıştı, onlarla oturup yedi, onlardan aldı, onlara verdi. Onlarla beraber çarşı ve pazarlarda gezdi. Bu durumdan sonra Allahü teâlâ peygamberine şu şekilde vahy gönderdi: İşte şimdi o kulum, benim rızama nail oldu'.
Nice kimseler vardır ki, evlerinde uzlete çekilmişlerdir. Onu uzlete sevkeden şey gururdur. Onu halkın içine girmekten alıkoyan 'Ben gidersem bana gereken hürmeti göstermezler, beni öne almazlar' zihniyeti veya onlarla karışmaya tenezzül etmeyişidir veya kendisini daha yüce görüp ve halk arasına karışmazsa daha yüksek kalacağını düşünür.
Bazen kişi, eğer halka karışırsa, kötü tarafları bilinir korkusuyla uzlete çekilir ki, zahid ve vaktini ibadetle değerlendiren bir kimse olmadığı bilinmesin diye, evini ayıplarının üzerine gerilmiş bir perde edinir. Dolayısıyla halkın kendisinin hakkında 'zahid ve abiddir' demesini sağlamış olur. Oysa halvette geçen vaktini zikir ve düşünceye sarfetmiş de değildir. Böyle kimselerin bilinmelerinin alâmeti şudur: Bunlar halk tarafından ziyaret edilmelerini severler, fakat halkın ziyaretine gitmeyi sevmezler. Avam tabakasının ve idarecilerin kendilerine yaklaşmalarıyla sevinirler. Kapılarında ve yollarında halkın toplanmasını ve halka ellerini öptürmeyi hoş görürler. Eğer hakîkaten böyle bir kimse nefsini terbiye etmekle uğraşsaydı, halka karışmayı ve insanları ziyaret etmeyi çirkin görmezdi. Ayrıca halkın kendisini ziyaret etmeleri de hoşuna gitmezdi.
Nitekim biz daha önce bu durumu Fudayl b. İyaz'dan hikaye etmiştik. O yanına gelen zata şöyle der: 'Sen bana, birbirimize yağ çekelim diye gelmişsin'.
Hâtem-i Esemm kendisini ziyarete gelen emîre 'Benim senden istediğim şu ki ne ben seni göreyim ne de sen beni' demiştir. Bu bakımdan herhangi bir kimse, nefsiyle beraber Allah'ın zikriyle meşgul değilse, o kimsenin halktan uzak durmasının sebebi; halk ile şiddetle meşgul olmasıdır. Çünkü böyle bir kimsenin kalbi halktan uzak durmakla halkın kendisine ihtiram gözüyle bakmalarını seyredip lezzet almak ister.
Bu sebepten ötürü uzlete çekilmek, bir kaç açıdan cehalettir.
1. İlmen ve dinen büyük olan bir kimsenin rütbesini, halkla oturup-kalkmak ve tevazu göstermek zerre kadar alçaltmaz. Zira Hazret-i Ali (radıyallahü anh) elbisesinin eteğinde ve elinde hurma ve tuz alıp evine götürür ve şöyle derdi: 'Kâmil bir kimsenin kemâlini, çoluk çocuğuna alıp götürdüğü şeyler zedelemez'.
Ebû Hüreyre, Huzeyfe b. Yemân, Ubey b. Ka'b ve İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) odun yüklerini sırtlar, un çuvalını omuzlar, evlerine götürürlerdi. Ebû Hüreyre Medine valisi iken, tepesinin üzerindeki evine odun taşır ve yoldakilere 'Emîrinize ve valinize yol veriniz' diye bağırırdı. Peygamberlerin efendisi (sallâllahü aleyhi ve sellem) çarşıdan eşya satın alır, bizzat evine götürürdü. Arkadaşı 'Bana ver, ben götüreyim' deyince şöyle derdi:
Eşyanın sahibi onu taşımaya herkesten daha fazla müstehaktır. 43
Hazret-i Hasan dilencilerin yanından geçer, bu sırada onlar sofraya oturmuşlardır ve Hasan'a 'Ey Hazret-i Peygamber'in oğlu! Öğle yemeğine buyur!' diye teklifte bulunurlar, o da atından inip yol üzerinde oturur, onlarla beraber yer ve sonra atına binerek der ki: 'muhakkak Allah mütekebbir kimseleri sevmez'.
2. Halkın kendisinden razı olmasını sağlamak için gayret eden, halkın hakkındaki inancını güzelleştirmeye çalışan bir kimse aldanmıştır. Çünkü böyle bir kimse eğer Allah'ı hakkıyla tanımış olsaydı bilirdi ki halk onu Allah'tan zerre kadar müstağni edemez! Kendisine gelen zarar ve fayda Allah'ın kudret elindedir.
Allah'tan başka gerçekte zarar ve fayda verici hiç kimse yoktur ve yine bilirdi ki, halkın rıza ve sevgisini Allah'ı küstürmek suretiyle talep eden bir kimseye Allah kızar ve halkı da ona kızdırır. Halkın razı edilmesi elde edilmez bir hedeftir. Bu bakımdan Allah'ın rızası başkasının rızasını talep etmekten daha evladır.
İmâm-ı Şâfiî Yunus b. Abdulâlâ'ya şöyle demiştir: 'Vallahi ben sana ancak nasihat ederim. Muhakkak ki, halktan selâmet kalmanın yolu yoktur. Bu bakımdan bak, seni ıslah eden şeyi yap!'
Yine bu sırra binaen denildi ki: 'Halkın durumunu düşünen bir kimse üzüntüsünden ölür. Cesur bir kimse ancak lezzeti elde eder'.
Sehl et-Tüsterî arkadaşlarından birisine baktı ve kendisine dedi ki: 'Filan filan şeyleri yap!' Bunu da kişiye vermiş olduğu bir emirden dolayı söyledi. O kişi de şöyle dedi: 'Ey hocam! Ben insanlar için bunu yapmaya güç yetiremiyorum'. Bu esnada Sehl, arkadaşlarına dönüp şöyle demiştir: 'Bir kul bu işin hakikatine ancak iki vasıftan birisine sahip olursa nail olabilir: a) Bir kul ki, insanların gözünden düşer, dünyada yaratıcısından başkasını görmez. O îman eder ki Allah'tan başka hiç kimse kendisine zarar veya fayda vermeye muktedir değildir, b) Bir kul ki nefsini küçük görür ve gördüğü herhangi bir hale beş para kıymet vermez'.
İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: 'Hiç kimse yoktur ki, hem seveni hem de buğzedeni olmasın. Madem durum budur, sen ibadet ehliyle beraber ol!'
Hasan-ı Basrî'ye şöyle denildi: 'Ya Ebû Said! Bir kavim senin meclisine geliyor. Onların gayeleri senin konuşmalarında hata bulup sana sual sormak suretiyle seni susturmak ve taciz etmektir'. Bu söze karşılık Hasan tebessüm ederek şöyle demiştir: 'Sen hiç üzülme! Çünkü ben nefsime cennetin meskenlerini, Rahmân'ın komşuluğunu va'dettim. Nefsim de buraları istiyor. Ben nefsime halktan selâmet kalacağını söylemedim. Çünkü ben kesinlikle bildim ki, halkı yaratan, onlara rızık veren, dirilten ve öldüren dahi onların dilinden kurtulamaz'.
Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) şöyle der:
- Yarabî Halkın dilini benden uzak tut!
- Ya Musa! Senin bu isteğin öyle bir istektir ki, ben kendim için bile bunu tercih etmiş değilim. Nerede kaldı ki, senin için tercih edeyim.
Allahü teâlâ Üzeyir'e şöyle vahyetmiştir: 'Eğer sen, seni insanların ağzında çiğnenen bir sakız yapmama razı olup hoşgörü göstermezsen, seni nezdimde mütevazi kullarımın arasına kaydetmem!'
Bu bakımdan evine kapanıp dolayısıyla halkın hakkındaki inançlarını güzelleştirmek ve sözlerini tatlılaştırmak için çaba sarfeden bir kimse, dünyada hazır bir meşakkat ve azabın içinde kıvranır. Âhiret azabı ise, elbette daha büyüktür. Eğer bilselerdi. . . (Zümer/26)
Bu bakımdan uzlete çekilmek, ancak bütün vakitlerini rabbini düşünmek ve anmak suretiyle değerlendiren bir kimse için müstehabdır. Bütün vaktini ibadet ve ilme harcayan eğer insanlarla oturup-kalksaydı Vakitleri zayi olacaktı ve afetleri çoğalacaktı, ibadetleri darmadağın olacaktı bir kimse için, uzlete çekilmek müstehabdır. İşte bunlar, uzlete çekilmenin gizli tehlikeleridir. Bunlardan sakınmak gerekir. Çünkü bunlar 'kurtarıcılar' şekline gelen 'helâk ediciler'dir.
VII. Tecrübe Edinmek
Tecrübeler, halk ile karışmaktan ve halkın hâllerini görmekten elde edilir. Elbette akıl, din ve dünya maslahatlarını anlamakta tek başına yeterli olmaz. Ancak tecrübe ve temas bu şekildeki maslahatları anlamakta fayda verir. Tecrübelerin eliyle yoğrulmamış bir kimsenin uzlete çekilmesinde hiçbir fayda yoktur. Çünkü çocuk uzlete çekilirse, katıksız cahil olarak kalır. Halbuki önce öğrenmekle meşgul olmak, öğrencilik müddetinde muhtaç olduğu tecrübeleri elde etmek gerekir. Bu da daha sonra kendisine yeter. Geri kalan tecrübeler halkın durumlarını dinlemekten elde edilir. Artık bundan sonra halka karışmaya muhtaç olmaz.
Tecrübenin en mühimlerinden biri kişinin kendi nefsini, ahlâkını ve iç âleminin sıfatlarını bilmesidir. Kişi ancak uzlete çekilmek suretiyle böyle bir bilgiye güç yetirebilir. Çünkü her tecrübe tenhada kolaydır. Öfkeli veya kinli veya hasetçi bir kimse, nefsiyle başbaşa kaldığı zaman onun pisliği dışarıya taşmaz.
İşte bu sıfatlar haddi zatında öldürücü sıfatlardır. Onları silmek ve yok etmek farzdır. Onları tahrik eden şeylerden uzaklaşmak suretiyle nefsi sükûnete kavuşturmak kâfi değildir. Bu bakımdan bu sıfatlarla dolu bir kalbin misali tıpkı cerahatle ve zamanla alttan dolmuş bir yaranın misaline benziyor. Bazen yaranın sahibi, yaraya dokunulmadıkça veya kıpırdanmadıkça elemini hissetmez. Eğer yarayı elleyecek bir ele veya yaranın durumunu görecek bir göze sahip değilse veya yarayı kıpırdatacak bir kişi beraberinde yoksa, çoğu zaman yarasının iyi olduğunu zanneder. Nefsindeki cerahati hissetmez. Onun yok olduğuna inanır. Fakat biri yarayı eşelerse veya hacamat yapanın aleti yaraya isabet ederse yaradan cerahat akar. Akmaktan menedilen ve zorluk suretiyle bağlatılan birşeyin, bırakıldığı zaman körü körüne yuvarlanıp gitmesi gibi, feyezan eder. İşte kin, cimrilik, haset, öfke ve diğer kötü sıfatlar ile dolu bulunan kalp de aynen böyledir. Bu kalbin pislikleri, ancak ellendiği zaman başgösterir. İşte bundan dolayı âhiret yolunun yolcuları, nefislerini tezkiye etmeye çalışırlar, nefislerini denerler. Onlardan herhangi bir kimse nefsinde gurur ve kibri hissederse o gurur ve kibri silmeye çalışır. Hatta onlardan bazıları su dolu bir dağarcığı halk arasında sırtlar veya bir kucak odunu tepesine alır ve çarşılarda gezdirir ki bununla nefsini denemiş olsun. Çünkü nefsin hileleri ve şeytanın desiseleri gizlidir. Az kimse bunları hissedebilir.
Bu sırra binaen bir zatın şöyle dediği hikaye edilir:
Ben otuz senelik namazımı yeniden kıldım. Oysa ben o namazlarımı cemaatin birinci safında kılmıştım. Fakat bir ara özürden dolayı geri kaldım. Birinci safta yer bulamayınca ikinci safta durdum. Bir de ne göreyim, halkın bana bakmasından dolayı nefsim bir hacalet ve utangaçlık içinde kaldı. 'Nasıl oluyor da birinci saf benim elimden alınabiliyor' diye kendi kendime mırıldanıyordum. Böylece bildim ki, şimdiye kadar kılmış olduğum namazlarım riya ile katışıp halkın bana bakmalarının lezzetiyle meczedilmiştir. Onların beni hayırlı işlere koşanlar zümresinden görmeleriyle karışmıştır!
Bu bakımdan halk ile karışmanın kalbin gizli pisliklerini çıkarmak ve açıklamak hususunda büyük faydası vardır ve bu sırra binaen denilmiştir ki: 'Yolculuk insanın ahlâkını ortaya çıkarır'. Çünkü yolculuk halkla karışmanın daimi bir çeşididir.
Bu mânâların tehlikeleri ve incelikleri helâk eden şeyler bölümünde gelecektir. Zira bu mânâları bilmemekten birçok amel yanar. Bu mânâları bilmekten dolayı da az bir amel arttıkça artar. Eğer o olmasaydı ilim amelden üstün olmazdı. Zira namazı bildiren ilimin ki sadece namaz için kastedilir namazdan üstün olması muhal olur. Çünkü biz biliyoruz ki, başkası için istenen bir şeyden, bizzat kendisinden ötürü istenen şey daha üstündür. Oysa şeriat, âlimin âbidden üstün olduğuna hükmetmiştir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashâbımın derece bakımından en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir. 44
Bu bakımdan ilmin üstünlüğü üç yöndendir:
1. Bizim söylediğimizdir.
2. Faydası başkasına sirayet edici olduğu için faydasının umumi olmasıdır. Amelin ise faydası başkasına geçici değildir.
3. İlimden Allah'ın sıfat ve fiillerini bildiren ilim kastedilmelidir. Böyle bir ilim, her amelden daha üstündür.
Amellerin gayesi kalbi halktan yaratıcıya çevirmektir ki kalp, halktan yaratıcıya döndükten sonra, yaratıcının bilinmesine ve sevilmesine daha fazlasıyla yanaşmalıdır. O halde amel ve amelin ilmi, bunun için istenir. Bu ilim de müridlerin en son hedefidir. Amel bunun şartı gibidir ve bu hakîkate şu ayetle işaret buyurulmuştur:
Hoş kelimeler O'na yükselir. Salih ameli de hoş kelimeler yükseltir. (Fatır/9)
İşte buradaki 'hoş kelimeler' bu ilmin ta kendisidir. Amel ise bu ilmi maksadına kaldırıp götüren bir hammal gibidir. Bu bakımdan kaldırılan kaldırandan daha üstündür. Bu söz, bu konuyla ilgili değildir. Bu bakımdan biz maksudumuza dönüyor ve diyoruz ki: Sen uzletin fayda ve tehlikelerini bildiğin zaman, kesinlikle göreceksin ki, mutlak bir şekilde 'uzlet daha efdaldir' veya 'halka karışmak daha üstündür' demek yanlıştır. Şahsa ve şahsın haline, arkadaşına ve arkadaşının haline bakmak gerekir, insanı halka karışmaya zorlayan sebep, halka karışma sebebiyle elden kaçan faydalardan herhangi birine dikkatle bakıp izlemek lazımdır. Elden kaçan, elde edilenle mukayese edilmelidir. İşte o zaman hakîkat görünür ve en faziletlisi açığa çıkar.
İmâm-ı Şâfiî'nin sözü burada tam bir ölçüdür.
Zira kendileri Yunus b. Abdulâlâ'ya şöyle demiştir: 'Ey Yunus! Halka yüzünü ekşitmek düşmanlık kazanmanın aletidir! Halka tamamen açılıp güler yüzlülük göstermek ise, kötü arkadaşların celbine alettir. Bu bakımdan sen surat asmakla, güler yüzlülük arasında bulun!'
Bu sırra binaen ihtilat ve uzlette mutedil olmak farzdır. Bu ise, hallere göre fayda ve âfetlerin düşüncesiyle değişen bir durumdur. Böylece en faziletlisi açığa çıkar. İşte sarih ve açık hakîkat budur. Bunun dışında söylenilen her hüküm kusurludur. Ancak şu var ki herkes içinde bulunduğu özel hâlinden haber vermiştir. Onun özel hâliyle, hâlde kendisine muhalif olan bir kimsenin üzerine hükmetmek caiz değildir. İlmin zahirinde âlim ile sufi arasındaki fark buna dönüşür. Şöyle ki, sûfî ancak kendi özel hâlinden dem vurur. Bu bakımdan çeşitli meselelerde sûfîlerin vermiş oldukları cevaplar elbette çeşitli olacaktır. Âlim ise, hakkı olduğu gibi idrak eden bir kimse demektir. Hiçbir zaman nefsinin hâline bakmaz. Hak ona keşfolunur. Bu hükümde hiç ihtilaf edilmemiştir. Zira hak daima birdir. Fakat hakkı bilmekte kusurlu olanlar ise, sayısı hadde hesaba sığmayacak kadar çoktur. Bunun için sûfîlerden fakirlik hakkında sorulduğunda, herbiri başkasının cevabına ters düşecek bir cevap vermiştir. Bütün bu cevaplar, cevap verenin özel haline göre haktır. Ama esasında hak değildir. Zira hak ancak birdir. İşte bu sırra binaen Ebû Abdullah'a 'fakirlik nedir?' diye sorulduğu zaman, cevap olarak dedi ki: "İki yeninle duvara vur Ve 'Rabbim Allahtır' de! İşte fakirlik budur".
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Fakir o kimsedir ki, ne kimseden birşey ister, ne de hiçbir şeyde muarazada bulunur. Eğer kendisiyle muaraza yapılırsa, sükût eder'.
Sehl Tusterî dedi ki: 'Fakir odur ki, dilenmez ve toplamaz'.
Bir zat da şöyle demiştir: 'Fakirliğin senin olmamasıdır. . . Eğer senin olursa, senin olmaması hasebiyle senin için olmamasıdır'.
İbrahim Havas dedi ki: 'Fakirlik şikayeti terketmek, belânın eserini açığa vurmaktır'.
Eğer yüz sûfîye fakirliğin tarifi sorulsa yüz tane cevap verildiği görülür. İki kişinin aynı cevabı verdiğine binde bir rastlanır. Bütün bu cevaplar bir yönde haktır. Çünkü herkes kendi halinden ve kalbine galip gelen durumdan dem vurur. Bunun içindir ki, onlardan iki kişi görmezsin, arkadaşının tasavvufta sabit kademli olduğunu söylesin veya arkadaşını övsün. Herbiri kendisinin hakka vasıl olduğunu ve hakka vakıf olduğunu iddia eder. Çünkü bu zevatın tereddütleri kendilerinde oluşan hâllerin durumuna göredir. Bunlar, ancak nefisleriyle meşgul olurlar. Nefislerinden başkasına bakmazlar. Fakat ilmin nuru parladığı zaman, herşeyi kapsar, perdeyi kaldırır, ihtilâtı ortadan söker ve atar.
Bunların görüşleri, gölgeye nazaran zeval (öğle) vaktinin delilleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürenlerin görüşüne benzer. Onların bazıları 'Bu gölge yaz mevsiminde iki ayak olur' demiştir. Diğer bir grup ise 'Yaz mevsiminde yarım ayaktır' demişlerdir. Başkası bunlara hücum etmiş ve demiş ki: 'Kış mevsiminde yedi ayaktır'. Başkasından hikaye edildiğine göre 'beş ayaktır'. Başka bir grup da bunlara hücum etmiştir.
İşte fakîhlerin bu keşmekeşlikleri sûfîlerin cevap ve ihtilaflarına benzer. Zira bu fakîhlerin herbiri bulunduğu memleketin gölgesine göre hüküm vermiştir ve sözünde doğrudur. Fakat yanıldığı nokta; başkasını yanlışlıkla itham etmesidir! Çünkü bu kimsenin hatası, bütün dünyanın onun bulunduğu memleketten ibaret olduğunu veya bütün dünyanın onun memleketi olduğunu sanmasıdır. Nitekim sûfînin de herşeye kendisinin özel hâliyle hükmettiği gibi!. . . Oysa zeval vaktini bilen zat o kimsedir ki; gölgenin uzama ve kısalmasının illetini memleketten memlekete değişmesinin sebebini bilir. Böyle bir kimse, çeşitli memleketlere göre çeşitli hükümlerden haber verir ve der ki 'Bazı memleketlerde zeval zamanında gölge diye birşey kalmaz. Bazılarında gölge uzar. Bazılarında da kısalır'.
İşte uzlet ve ihtilatın faziletinden zikretmek istediğimiz kadarını beyan etmiş bulunuyoruz.
Soru: Uzleti seçip, uzleti kendisi için daha üstün ve selâmetli bilen bir kimse için, uzlete çekilmenin âdâbı nedir?
Cevap: İhtilatın âdâbını tedkik etmek uzun sürer. Oysa biz bunları Sohbet Adabı bölümünde zikretmiştik.
Uzletin âdâbına gelince, bu uzun değildir. O halde uzlete çekilen bir kimse için, bu uzletiyle nefsini halka zarar vermekten sakındırmak niyyetini herşeyden önce taşıması gerekir, sonra ikinci derecede şerirlerin şerrinden selâmet kalmayı talep etmeli, üçüncü derecede müslümanların haklarını yerine getirmekte kusur etmenin âfetinden kurtulmayı, dördüncü derecede himmetinin bütün varlığıyla Allah'a ibadet etmeyi niyet etmelidir. İşte uzlete çekilenin niyetinin âdâbı böyle olmalı ki, uzletin meyvesini koparıp yemiş olsun. Halkın fazlaca yanına girmesini, ziyaretine gelmesini menetmeli ki vakitlerinin çoğunu boşa geçirmeye vesile olmasınlar! Halkın haberlerini sormaktan, memlekette cereyan eden olaylara kulak vermekten sakınmalıdır. Halkın meşgul olduğu şeyleri sormamalıdır. Zira bütün bunlar kalbe dikilen fidanlar olur. Hatta haberi olmaksızın namaz ve düşünce esnasında kalbin içinde fideleşir. Bu bakımdan haberlerin kulağa girmesi, tohumun yere düşmesi gibidir. Muhakkak bitmesi, köklerini yere, dallarını havaya bırakması lazımdır. Biri diğerini gerektirir. Uzlete çekilen kişinin mühim vazifelerinden biri, Allah'ın zikrine mani olan vesveselerin kökünü kazımaktır. Halkın haberi ise, vesveselerin kaynak ve kökleridir.
Uzlete çekilen kişi, az bir geçime kanaat getirmelidir. Aksi takdirde geniş adımlar atmak onu halka muhtaç ve mecbur eder. Dolayısıyla ihtilata muhtaç olur. Komşularının eziyetine sabırlı olmalıdır. Uzlete çekilmesinden dolayı hakkında söylenen methiyelere kulağını tıkamalıdır veya 'Neden ihtilali terketmiş?' diye aleyhine atıp tutanları duymamazlıktan gelmelidir. Çünkü bütün bunlar, kalbe menfi tesir eder, velev ki kısa bir müddet için de olsa. Kalp böyle şeylerle meşgul olduğu zaman, muhakkak âhiret yolunda atılan adımlardan geri kalır. Çünkü yürümek kalp huzuruyla beraber zikir ve virde devam etmekle mümkün olur veya Allah'ın celâl sıfatı, fiilleri, gökler ve yerin melekutunu düşünmekle veya amellerin inceliklerini, kalpleri ifsad eden şeyleri ve bunlardan sakınmanın yollarını aramakla mümkün olur. Bütün bunlar, boş vakit isterler.
Bunlara kulak vermek, hal-i hazırda kalbi teşviş eder. Bazen de beklenmedik bir anda zikrin devamı esnasında bunlar yeni yeni hatıra gelirler. Uzlete çekilenin salih bir hanımı veya salih bir arkadaşı olmalı ki, günde bir saat ibadete devamın yorgunluğunu gidermek için nefsi onunla istirahata kavuşsun. Böyle bir istirahat ibadet etmeye yardımcı olur. Kişi dünyadan tamahını kesmelidir. Tamah, ancak emelini kısaltmakla kesilir. Nefsine uzun bir ömür takdir etmemesiyle, akşamlamayacak üzere sabahladığı, sabahlamayacak üzere akşamladığı zihniyetiyle sona erer. Böylece bir günün sabrı kendisine kolay olur. Fakat eğer eceli gecikirse kişiye yirmi sene sabretmeye azmetmek kolay gelmez. Bu bakımdan kişi ölümü ve kabirdeki tenhalığı hatırlamalıdır. Hele kalbi yalnızlıktan daraldığı anda. . .
Kişi kesinlikle bilmeli ki, ünsiyet edecek kadar Allah'ın zikir ve marifeti bir kimsenin kalbinde yerleşmedikçe, böyle bir kimse ölümden sonraki yalnızlığın vahşetini kaldıramaz ve buna güç yetiremez ve yine muhakkak bilmelidir ki, Allah'ın zikri ve marifetiyle yakınlık kuran bir kimsenin yakınlığını ölüm silip kaldıramaz. Böyle bir kişi marifet ve yakınlığı sayesinde diri kalır. Hem de Allah'ın üzerindeki fazilet ve rahmetiyle sevindiği halde kalır.
Nitekim Allahü teâlâ şehidler hakkında şöyle buyurmuştur:
Sakın Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma! Doğrusu, onlar rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli haldedirler. (Âl-i İmrân/169-170)
Kim nefsinin cihadında Allah için tecerrüd edip çalışıyorsa, o şehiddir. Ölüm, ister önce, ister sonra her ne zaman gelir ona yetişirse yetişsin, durumu değiştirmez. Bu bakımdan Mücâhid o kimsedir ki, nefsi ve hevasıyla mücahede eder.
Nitekim Hazret-i Peygamber bu durumu açık bir şekilde dile getirmiştir. En büyük cihad nefis cihadıdır. Nitekim sahabîlerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük'. Sahâbe-i kirâm bundan nefis cihadını kastetmektedir.
Kitabu Âdâb'il-Uzlet (Uzlet Âdâbı) bölümü burada sona ermiş bulunuyor. Bundan sonra Kitabu Âdâb'is-Sefer (Yolculuk Âdâbı) gelecektir. Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur!
40) Ahmed b. Hanbel
41) Ali b. Ebi Tâlib'den zayıf bir senedle
42) Buhârî
43) Ebû Ya'la
44) Kitab 'ul-İlim'de geçmişti.