5-3
Zekâta Müstehak Olmanın Şartları ve Zekât Almanın adabı
Kişiyi Zekâta Müstahak Kılan Sebepler
Zekâta ancak Benî Hâşim ve Benî Muttalib soyundan olmayan hür bir müslüman müstahaktır. Zekâta müstahak olan bu müslümanda Allahü teâlâ'nın kitabında zikredilen sekiz sınıfın özelliklerinden birisi mevcuttur. Bu bakımdan zekât, kâfire, köleye, Benî Hâşim ve Benî Muttalib'e mensup bir kimseye verilemez.
Çocuk ve deliye gelince, onların velîleri, kendi yerlerine zekâtı kabul ettiği takdirde onlara verilir. Bu bakımdan biz sekiz sınıfın vasıflarını beyan edelim:
I. Fakirler
Fakir, malı olmayan ve çalışmaya gücü yetmeyen kimse demektir. Eğer kişinin yanında günlük nafakası ve hâline münasip elbisesi bulunursa, fakir sayılmaz, fakat miskindir. Eğer günün yarısına yetecek derecede nafakası varsa, fakirlikten çıkmaz. Beraberinde kamis iç gömlek bulunur, mendili, mesti ve donu bulunmazsa, sırtındaki kamis kıymeti de, satıldığı takdirde, fakirlerin hâline uygun kamis, mendil, mest ve don almaya yetmezse, yine fakirdir. Çünkü şu anda muhtaç bulunduğu şeyler yanında yoktur ve onları elde etmekten de âciz bulunmaktadır.
Bu bakımdan bir insanın fakir sayılabilmesi için setr-i avretinden başka bir şeyinin bulunmamasını şart koşmak doğru bir görüş değildir. Çünkü böyle bir fakir, dünyada bulunmaz. Kişinin dilenciliği kendisine âdet edinmesi, onu fakirlikten çıkarmaz. Bu bakımdan dilencilik kazanç sayılmaz. Çalışmaya kudreti olduğu takdirde, böyle bir iktidar kendisini fakirlikten kurtarır. Eğer ancak bir âletle çalışma gücüne sahipse (yanında o âleti satın alabilecek para da yoksa) fakir sayılır. Fakat kendisine o âletin zekât malıyla satın alınması câizdir. Eğer şânına yakışmayan bir çalışmaya gücü yetse bile yine fakir sayılır. Şer'î ilimlerle meşgul olan bir fakirse, çalıştığı takdirde ilim tahsilinden mahrum kalıyorsa, bu gücü dikkate alınmaz ve kendisi fakir sayılır.
Eğer kendisini çalışmaktan alıkoyan ibadet vazifeleriyle meşgul olan bir âbid ise, vakitlerin virdleri çalışmasına engel oluyorsa, böyle bir durumda çalışmalıdır. Çünkü çalışmak, nafile ibadetlerden daha evlâdır.
İşte Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Helâl malı elde etmek için çaba sarfetmek farzdan sonra farzdır. 31
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) 'Farzdan sonra farz' tabirinden kazanç yolunda gösterilen gayreti kasdetmektedir.
Hazret-i Ömer 'Şüphe içinde bulunan kazanç dahi dilencilikten hayırlıdır' buyurmuştur.
Eğer fakir, babasından gelen nafaka veya nafakasını vermek mecburiyetinde olan kimseden gelen nafaka ile yetinirse, böyle bir yoldan nafakayı temin etmek çalışmaktan daha kolaydır. Bu bakımdan böyle bir kimse, fakirlikten kurtulmuş demektir.
II. Miskinler
Miskin, geliri giderini karşılamayan bir kimse demektir. Bazen insanın elinde bin dirhem para olsa da miskin sayılır. Bazen de balta ve ipten başka bir şeye sahip olmadığı halde zengin sayılır. Kendi hâline uygun bulunan oturma evleri ve elbiseleri, kişiyi miskinlikten çıkarmaz. Ev eşyası da bu kabildendir. Yani kendi hâline uygun ev eşyası bulunursa, bu da kendisini miskinlik vasfından çıkarmaz. Fıkıh kitaplarının olması da insanı miskinlik sıfatından kurtaramaz. Eğer kişinin malı sadece kitaplarından ibaretse, kendisine sadaka-i fıtır lâzım gelmez.
Kitab'ın hükmü elbisenin ve ev eşyalarının hükmü gibidir. Çünkü kişi, bunlara muhtaç olduğu gibi, kitaba da muhtaçtır.
Fakat kitaptan ihtiyacını gidermek hususunda ihtiyatlı davranması gerekir; zira kitap üç gaye için gereklidir:
a) Öğrenmek
b) İstifade etmek
c) Mütalâa etmek suretiyle neşe almak
Neşe almak ihtiyacı mâkul bir ihtiyaç sayılmaz. Şiir, geçmiş hâdiselerin tarihleri, âhirette faydası olmayan ve dünyada da ancak gezme yerini tutan kitapların benzerlerinin edinilmesi gibi. . . Böyle bir kitap sahibine düşen kefaretin ödenmesi ve fitrenin verilmesi için, satıldığı gibi, miskinlik vasfını da kaldırır.
Öğrenmek ihtiyacına gelince, eğitmen, öğretmen ve müderrislik gibi ücretle yapılan hizmetler içinse, bu kitap onun çalışma âleti sayılır. Böyle bir kitap, fitreyi ödemek için satılmaz. Tıpkı terzi ve diğer sanatkârların âletlerinin satılmaması gibi. . . Eğer öğrenci, farz-ı kifâye olan bir ilmi elde etmek için o kitabı okuyorsa, yine satılmaz ve kendisini miskinlik vasfından kurtarmaz. Çünkü bu önemli bir ihtiyaçtır.
İstifade ihtiyacına ve kitaptan öğrenmeye gelince, gelecekte nefsini tedavi etmek için, tıp kitaplarını, mütalâa edip ibret almak için de vaaz kitaplarını saklamak gibi. . . Eğer böyle bir kimse, başka doktoru ve vâizi olan bir memlekette yaşıyorsa bu kitapları saklamamalı ve satarak ihtiyaçlarını temin etmelidir. Eğer bulunduğu memlekette tabib ve vâiz yoksa, bu kitaplara muhtaç olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bütün bu söylediklerimizden sonra şunu da ilâve edelim ki, kişi birçok zaman ancak uzun bir müddetten sonra kitabı mütalâa etmeye muhtaç olur. Bu bakımdan bu ihtiyaç müddetini de bir zapt u rapt altına almak gerektir.
Hakikate en yakın söz şudur: Senede ancak bir defa mütalâasına muhtaç olduğu kitap, zarurî ihtiyaçtan sayılmaz. Zira günlük yiyeceğinden fazla malı bulunan bir kimseye fitre vermek gerekmektedir. Madem ki, yiyeceği günlük olarak takdir edildi, ev eşyaları, bedene ait giyecekler de senelik olarak takdir edilmelidir. Bu bakımdan yazlık elbiseler kış mevsiminde sattırılmaz. Kitaplar ise, elbise ve ev eşyalarına daha çok benzeyen bir maldır. Bazen kişinin aynı kitaptan iki nüshası vardır. Bu bakımdan ikisinden birine ihtiyacı yok demektir. Eğer derse ki, 'Birisi daha doğru, diğeri ise daha güzeldir, bunun için ben ikisine de muhtacım', biz cevaben kendisine deriz ki, 'En doğruyu kendine sakla ve en güzeli de sat, müreffeh yaşamayı bırak. Eğer aynı ilim dalıyla ilgili iki nüsha kitabı varsa, biri uzun, diğeri kısa ise, durumuna bakılır. Eğer gayesi istifade etmekse, uzununu kendisine bıraksın ve diğerini satsın. Eğer gayesi tedris ise, bunların ikisine de ihtiyacı var demektir. Çünkü birisinde olan fayda diğerinde yoktur'.
Bu meselelerin bu şekilde tasviri sonsuza doğru uzayabilir. Fıkıh ilminde bu meselelerin tahliline girişilmemiştir. Bizim bunları burada zikretmemizin sebebi, bunların umumî bir belâ oluşlarından ileri geldiği gibi böyle bir düşüncenin, aksinden daha iyi ve güzel olduğuna dikkatleri çekmek içindir. Zira bu suretlerin sayılması mümkün değildir. Çünkü kitaplar hakkında düşünülenin benzeri ev eşyasının miktarı, adedi, nev'i hakkında da, elbisenin, evin genişliği ve darlığı hakkında da düşünülebilir. Bu hâdiselerin belirtilmiş hududları yoktur. Ancak fâkih, bu hâdiseler hakkında kendi reyiyle ictihad eder. İctihadında gördüklerine dayanarak bazı sınırlamalar koyar. Bu hususta şüphenin tehlikelerine dalar. Müttakî bir kimse için bu hususlarda en ihtiyatlısı hangisi ise, ona yapışır, şüpheliyi bırakır, şüphesize gider. Karşılıklı taraflar arasında bulunan müşkil orta dereceler sayılmayacak kadar çoktur. İnsanoğlunu bunlardan ancak ve ancak ihtiyatlı davranmak kurtarabilir. Allah daha iyi bilir.
III. Âmiller (Zekâtı Toplayan Görevliler)
Bunlar halife ve kadı hariç zekâtı toplayan bütün devlet memurlarıdır. Eksper, kâtip, alan, koruyan, nakledip getirenler de bu sınıfa dahildir. Bunların hiç birisine normal ücretinden fazla olarak zekât malından maaş verilemez. Eğer bunlar için ayrılmış zekât sermayesi artacak olursa, onlara değil, diğer sınıflara verilmelidir. Topladıkları zekât, ücretlerini karşılayamazsa noksanları devlet hazinesinden karşılanır.
IV. Müellefet'ül-Kulüb (Kalpleri İslâm'a Kazandırılmak İstenen Kimseler)
Bunlar müslümanlığı kabul eden kabile reisleri olup, kabileler arasında sözleri geçerlidir. Kendilerine zekât vermek, onları İslâmiyet'e bağlamak ve onların benzerlerini ve tebaalarını da İslâm'a girmeye teşvik etmek demektir.
V. Mükâteb Köleler
Kölenin payına düşen zekât, onu mal mukabilinde âzâd etmeyi şart koşan efendisine teslim edilir. Ancak doğrudan doğruya köleye teslim edilmesi de câizdir. Efendi, kendi zekâtını akdi kitabet yaptığı kölesine veremez; çünkü o köle henüz kendisinin sayılmaktadır.
VI. Borçlular
Borçlu, ibadet veya helâl bir mesele için borçlanan fakir kimsedir. Eğer borçlandığı parayı mâsiyete sarfetmişse, bu borcu, ancak tevbe ettiği takdirde zekâtla ödenir. Eğer zenginse, borcundan ötürü kendisine zekât verilemez. Ancak zengin, umumî menfaat veya bir fitne ateşini söndürmek için borçlanmışsa, o zaman bu borcunu kapatması için kendisine zekât verilebilir.
VII. Gârimûn
Bunlar devlet bütçesinden maaş almayan gâzilerdir. Zengin olsalar bile savaşmalarına yardımcı olması için zekâtın bir kısmı onlara verilir.
VIII. Yolcular
Zekât alabilecek yolcu, memleketinden, mâsiyet için değil mübah bir iş için çıkmış kimse veya zekât verenin memleketinde bulunan bir gariptir. Böyle bir insan, fakirse, kendisine zekâttan verilir. Bu kimsenin başka bir memlekette malı varsa, kendisini o memlekete ulaştırabilecek kadar zekât verilir.
Şayet bu vasıfların nasıl bilineceğini soracak olursan, şöyle deriz: Kişinin fakir veya miskin olması, kendi ifadesiyle bilinir. 'Ben fakirim veya miskinim' diyen kimseden fakir veya miskin olduğuna dair delil istenmez ve yemin ettirilmez. Kesinlikle yalancı olduğu bilinmedikçe sözüne itimâd edilir.
Gaza ve sefere gelince, bunlar gelecek zamana ait hâdiselerdir. Bu bakımdan kişi 'Ben gâziyim' dediği zaman, kendisine zekât verilir; gazâya gitmediği takdirde de, geri alınır. Zekâtı alan diğer sınıflara gelince, onların bu saydığımız sınıflardan olduklarına dair delil lâzımdır. İşte zekât alabilmenin şartları bunlardır. Bu sınıflardan kime ne kadar zekât verileceği meselesine gelince, onu ileride beyan edeceğiz.
31) Taberânî, Beyhakî, (İbn Mes'ûd'dan zayıf bir senedle)
Zekât Alan Kimsenin Vazifeleri
Zekâtı alan kimsenin vazifeleri beştir:
1. Bilmelidir ki, kendisine zekât verilmesini Allahü teâlâ vâcib kılmıştır. Bunun bu şekilde bilinmesi, himmetin birleşmesine ve şükrün bir hedefe yönelmesine vesile olur; çünkü Allahü teâlâ, insanları hedeflerinin bir olmasına zorlamakta ve bununla mükellef kılmaktadır. Bu hedef Tevhîd ve Âhiret'tir. Allahü teâlâ bize bu hedefi açıkça göstermektedir:
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım. (Zâriyat/56)
Fakat hikmet-i ilâhîsi kula, şehvet ve ihtiyaçlarının musallat edilmesini dilemiştir. Üzerine musallat edilen bu şehvet ve ihtiyaçlar da kulun himmetini dağıtmaktadır. Buna karşılık kerem-i ilâhîsiyle nimetini, kulun ihtiyaçlarına kifayet edecek derecede artırmak dilemiştir. Bu sırra binaen çok mal yaratmış ve bunları da ihtiyaçları giderici âletler olsun ve ibadetler için vesile kılınsın diye kullarına vermiştir. O, bazı kullarına, deneme ve bela kabilinden çok mal verdi ve böylece onu tehlikeye sürükledi. Bazılarını da sevdi ve onu dünyada tıpkı şefkatli bir kimsenin hastasını koruması gibi korudu. Dünyanın fazlalıklarını ona vermedi.
İhtiyacını kolayca elde etmesi ve bu ihtiyacın derlenip korunmasında zahmet çekmesi için onun ihtiyacını zenginler eliyle gönderdi. Böylece malları, zorluk çekmek suretiyle elde eden ve koruyanlar, zenginler; faydasını görenlerse fakirler olur. Fakirler bu şekilde Allah'ın ibâdetine koyulup ölümden sonraki âleme hazırlanırlar. Onları bu hazırlıktan ne dünya fazlalıkları çevirir ve ne de fakirlikleri dolayısıyla çaba sarfetmeleri meşgul eder. Bu ise, nimetin zirvesidir. Fakir müslüman kesinlikle îman etmelidir ki, Allahü teâlâ'nın kendisinden esirgediği dünyalığı vermemesi, vermesinden daha üstündür. Bu son derece kritik ve müşkil meselenin tahkik ve izahı Allah'ın izniyle Fakirlik bölümünde gelecektir.
Fakir, bu şekilde aldıklarını, rızık olarak ve ibadetine yardımcı kabul ederek Allah'tan aldığını bilmeli ve 'Bunlarla Allah'ın tâatına daha kuvvetli bir şekilde girişeceğim' diye almalıdır. Eğer aldığı zekâtla Allahü teâlâ'ya tâat ve ibâdet imkânından mahrumsa, onu Allah'ın kendisine mübah kıldığı yere sarfetsin (başka muhtaçlara versin) . Eğer aldığı zekâtla Allah'a isyan etmeye kalkışırsa, Allah'ın nimetini inkâr etmiş, O'ndan uzaklaşmaya müstehak olmuş ve Allah'ın gazabını haketmiş olur.
2. Verene teşekkür ve dua etmeli ve onu övmeli; ancak bunu yaparken de vereni, bir vasıta olmaktan daha üste çıkarmamalıdır. Veren, Allah'ın nimetinin alıcısına vasıl olması için bir yoldur. Yolun da, vasıta olmak hesabıyla bir hakkı vardır. Verene teşekkür etmek, nimeti Allah'tan bilmeye zıt düşmez; çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah'a da şükretmez. 32
Allahü teâlâ Kur'ân'ın birçok ayetlerinde kendilerinin yaradanı olduğu ve onlara çalışma gücü verdiği halde bu çalışmalarından dolayı insanları övmektedir; tıpkı şu ayette olduğu gibi:
O (Eyyûb) ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tamamen Allah'a yönelmişti. (Sâd/44)
Buna benzer daha nice ayetler vardır. Bu bakımdan zekâtı alan kimse, verene şöyle dua etmelidir: 'Ey servet sahibi! Allahü teâlâ senin kalbini pâk kılıp ebrarların (iyilerin) kalplerinden saysın. Amelini temizletip hayırlı insanların amelinden kılsın. Ruhun üzerine rahmetini indirip onu şehid ruhlarından eylesin!'
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Size iyilik yapan bir kimseye, iyilik yapmak suretiyle karşılık veriniz. Eğer buna gücünüz yetmiyorsa, kendisine, kalbinizde iyiliğinin karşılığını verdiğiniz kanaati hasıl oluncaya kadar dua ediniz. 33
Verilen malın ayıplarını eğer varsa örtmek, onu az görmemek ve kötülememek, şükrün tamamlanmasındandır. Vermeyen kimseyi, vermediğinden ötürü tahkir etmemelidir. İyilik yapanı gerek nefsinin, gerek halkın nazarında büyütmelidir; çünkü verenin vazifesi, verdiğini küçümsemek olduğu gibi, alanın vazifesi de verenin himmetini (kendiliğinden) kabullenmek ve iyiliğini büyük görmektir. Her kul, kendi vazifesini yerine getirmeli ve böyle yapıldığı takdirde herhangi bir tenakuzun sözkonusu olmayacağını bilmelidir; çünkü küçüklüğü ve büyüklüğü icab ettiren sebepler arasında muâraza vardır.
Veren için en faydalı husus, küçüklük sebeplerini düşünmektir; bunun aksini tefekkür kendisine zarar verir. Alan ise, verenin tam aksine hareket etmelidir. Gerek alan, gerek verenin bu hareketleri, nimetin, esasında Allah'tan geldiğine olan imanlarına zıt düşmez; çünkü vasıtayı vasıta olarak görmeyenler cahildir. (Vasıtayı vasıta olarak gören ise, normal düşünmektedir) . Ancak vasıtayı esas görmek, hakîkatin inkârı demek olup tehlikeli bir görüştür.
3. Aldığı malın aslını araştırmalıdır. Eğer helâl değilse, ondan sakınmalıdır.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. (Talâk/2-3)
Haramdan sakınan muttakî kimse, helâlden mahrum olmaz. Bu bakımdan zâlimlerin, bağîlerin, sultanların emrinde çalışan memurların ve malının çoğu haramdan gelen kimselerin zekât ve sadakalarını kabul etmemelidir. Ancak çok çaresiz kalır ve kendisine verilen malın kimin olduğunu da bilmiyorsa ondan ihtiyacı kadar alabilir. Böyle bir meselede şeriatın fetvâsı budur; çünkü onu, malının çoğu haramdan olan bir kimse sadaka olarak vermiş olabilir; bu durumda da, helâl mal elde etmekten âciz kaldığı zaman ancak ihtiyacı kadarını alabilir. Haram malı kabullendiği zaman, onu zekât olarak almış sayılmaz; zira mal haram olduğu için verenin zekâtı yerine geçmez.
4. Alacağı miktarın şüpheli kısmından sakınmalı ve ancak kendisine helâl olanı almalıdır. Zekâtı ancak ihtiyacı olduğu takdirde alabilir. Eğer zekâtı kendisiyle kitabet akdi yapıldığı veya helâl bir yere sarfetmek amacıyla borçlandığı miktarı ödemek için alıyorsa, borcunun miktarından fazlasını almamalıdır. Zekâtı toplayan memurlardan olduğu için çalışmasının karşılığını alıyorsa, ücretinden fazlasını almamalıdır. Kendisine normal ücretinden fazlası verildiğinde de almamalıdır; zira zekâtı veren, malın esas sahibi değildir ki, onunla teberruda bulunsun. Misafir ise, azığından ve kendisini hedefine ulaştıracak kadarından fazlasını almamalıdır. Eğer zekâtı alan gâziyse sadece harp için kendisine lâzım olan at, silah gibi şeyleri satın alacak ve nafakasına yetecek kadarını almalıdır. Bütün bunların takdir ve tahdidi kişinin ictihadına bağlıdır; belirlenmiş bir hududu yoktur. Seferin azığı da böyledir. Fakat takvâ, şüpheli olanı bırakarak şüphesiz olanı almaktır.
Kişi zekâtı miskinlik sıfatıyla alıyorsa, ev eşyalarına, elbiselerine, kitaplarına dikkatle bakmalıdır. Eğer onların içinde normal fiyatıyla veya nefâsetiyle kendisini zengin edecek birşey varsa ve o şeyin değiştirilmesi de mümkünse ve değiştirildiği takdirde kıymetinin bir kısmı, kendisi gibi bir eşya alındıktan sonra artıyorsa, zekât almaktansa böyle bir yola başvurmalıdır. Ancak bütün bunlar yine kişinin ictihadına bağlı olan hususlardır.
Kişinin zekâta müstahak olduğu, görünen yönü ile sabit olur. Bunun tam zıddı olan diğer bir yönü daha vardır ki, onunla da zekâta müstahak olmadığı anlaşılmaktadır. Bu ikisi arasında, şüpheli birçok durumlar mevcuttur. Korunun etrafında dolaşan bir hayvanın koruya girme ihtimali büyüktür. Bu hususta zekâtı kabul edenin sözüne itimad edilmelidir.
Muhtaç bir kimsenin ihtiyaçlarını takdir ve tesbit etmek hususunda, darlıkta ve genişlikte birçok değişik haller vardır. Bu haller saymakla bitmez. Muttaki kimse, genişlikten çok darlığa meyleder, Bu konuda müsamahakâr olan kimse de daima genişliğe meyyaldir. Hatta nefsini çeşitli genişliklere muhtaç görür. Oysa böyle bir durum, şeriat nazarında hoş değildir. Zekâta ihtiyacı olduğu zaman, ondan, fazla almayıp, aldığı andan itibaren kendisine bir sene yetecek kadar almalıdır; zira ruhsat verilen en yüksek miktar budur. Çünkü sene tekrarlandığı zaman, gelir sebepleri de tekrarlanır. Hazret-i Peygamber çoluk çocuğunun ancak bir senelik nafakasını saklamıştır. 34
Fakir ve miskinin zekât alma hususundaki hududunu belirtmeye en yakın fetva budur. Kişinin, zekâttan sadece bir aylık veya bir günlük nafakasını almakla yetinmesi takvâya daha yakındır. (Ancak bu hüküm, hergün için zekâtı bulunan memleketler için geçerlidir) .
Zekât'tan Alınacak Miktar Hakkındaki Görüşler
Alınacak zekât ve sadakanın miktarı hakkında ulemanın fetvaları muhteliftir. Kimileri 'Ancak bir gün ve bir gecesine yetecek kadarını alabilir' demek suretiyle az alma hususunda mübâlağa etmişlerdir.
Bunların delili Sehl b. Hanzeliyye'nin rivâyet ettiği şu hadîstir:
Hazret-i Peygamber zenginlerin dilenmesini yasakladığı zaman, kendisine dilenmesi yasaklanan zenginliğin ne olduğu soruldu. Buna, şu cevabı verdi: 'Sabah ve akşam yiyeceğine sahip olan kimse zengindir'.
Başka bir grup da, 'Zekâttan zengin olacak kadar alabilir demişlerdir, (Burada) zengin olmanın haddi bunlara göre zekât nisabına sahip olacak derecede almak demektir; çünkü Allah
Teâlâ zekâtı ancak zenginlere vâcib kılmıştır. Bunlar ise, zengin değiller ki almasınlar.
Bir grup âlim de 'Kişi kendisi ve aile efradından herhangi birisi için nisab miktarı kadar zekât alabilir' demiştir.
Bazıları da 'Zenginliğin haddi elli dirhem veya onun kıymetinde altındır' demiştir.
İbn Mes'ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir:
Kendisine yetecek kadar malı olduğu halde dilenen, kıyâmet günü mahşer yerine yüzü (utanmaktan) şerha şerha olarak gelir.
İbn Mes'ûd'a 'Zenginliğin sınırı nedir?' diye sorulduğunda, 'Elli dirhem veya onun kıymetinde altındır' demiştir. Fakat bunu rivâyet edenin mevsuk bir kimse olmadığı söylenmektedir.
Başka bir grup da, 'Zenginliğin haddi kırk dirhemdir' demişler ve delil olarak da Atâ b. Yesar tarafından Hazret-i Peygamber'den nakledilen şu munkatı' hadîsi göstermişlerdir:
Kim kırk dirhem parası olduğu halde dilenirse, dilencilikte ifrata kaçmış demektir. 35
Diğer bir grup âlim de, zekât alma hususunda daha geniş bir imkân taraftarıdır. Şöyle ki: Kişi, hayatı boyunca kendisini zengin edecek bir akarı veya kendisine ticaret imkânı sağlayacak ve böylece ömrü boyunca zekât almaktan kurtaracak bir malı, zekât olarak alabilir; çünkü zenginlik budur.
Hazret-i Ömer 'Verdiğiniz zaman karşınızdaki insanı zengin edercesine veriniz' buyurmuştur.
Hatta seleften bazıları 'Zengin bir kimse fakir düştüğünde zekâttan, onbin dirhem dahi olsa eski hâlini geri getirecek kadar alabilir' demişlerdir. Ancak böyle bir durumda da normal sınırı geçmemeye dikkat etmelidir.
Ebû Talha (radıyallahü anh) bahçesinde çalışmaktan dolayı namazını kaçırdığı zaman, Hazret-i Peygamber'e gelerek 'Namazı kaçırmama sebep olan bahçem Allah için sadaka olsun' demiş;
Hazret-i Peygamber de kendisine şöyle buyurmuştur:
O bahçeyi fakir akrabalarına vermen senin için daha hayırlı olur. 36
Hazret-i Peygamberin bu sözleri üzerine Ebû Talha, bahçesini fakir yakınlarından Hasan ile Ebû Katâde'ye vermiştir. Oysa bir hurma bahçesi, iki kişi için hem çok ve hem de zengin edicidir. (Eğer zengin edecek kadar sadaka veya zekât almak câiz değilse neden Rasûlüllah buna teşvikte bulunmuştur?)
Hazret-i Ömer, bir bedevîye, yavrusuyla birlikte bir deve vermiştir. İşte zekât ve sadaka alma hususunda hikâye edilen hükümler bunlardır.
Alınan sadaka miktarını bir günlük nafakaya veya kırk dirheme kadar azaltmak meselesine gelince; bu husus, dilenciliğin ve kapı kapı dolaşmanın iyi olmayışı hakkında vârid olmuştur. Zaten dilenmek ve kapı kapı dolanmak iyi birşey değildir. Dilenmenin zekât ve sadaka almaktan ayrı bir hükmü vardır. Zekâttan, alınan zekât malıyla herhangi birşey alıp onunla zengin olacak kadar alınmasına ruhsat vermek ihtimale en yakın bir fetva olduğu gibi israfa da dönüktür. Normale en yakın olan fetvâ, bir senelik ihtiyacı kadar almaktır. Bunun ötesi tehlikeli, azı ise sıkıntılıdır.
Bu fetvalar hakkında kesin bir sınır olmadığından müctehid vâki olan hükmü gözönünde bulundurarak kendi görüşüne göre fetvâ verir. Müctehidin fetvâsına rağmen muttaki kimse 'Sana fetvâ verseler de sen yine kalbinden fetvâ iste'37 sözünü unutmamalıdır.
Nitekim Hazret-i Peygamber de böyle söylemiştir; çünkü günah, kalplerin ısırılması ve bir türlü doğru görmemesidir. Bu bakımdan zekât alan kimse aldığı miktar hakkında nefsinde herhangi bir tereddüde ve şüpheye düşerse, Allah'tan korkup 'Zâhirde âlimlerin fetvâsı var' diye kendisini haklı çıkarmamaya dikkat etsin; çünkü âlimlerin fetvaları, zaruretten kurtarıcı kayıtlara bağlıdır. Ayrıca bu fetvalarda tahmin ve şüphelere düşme tehlikeleri de vardır. Şüphelerden kaçmak ise, dindar kimselerin ahlâkı ve âhiret yolcularının âdetidir.
5. Zekâtı alan kimse, mal sâhibine zekâtının miktarını sormalı ve kendisine verilen miktar, o şahsın tüm zekâtının sekizde birinden fazlaysa, bu fazlalığı almamalıdır. Çünkü zekât alacak olan diğer ortaklarıyla birlikte mütalaa edildiği zaman, ancak onun sekizde birini haketmiş olur.
Bu bakımdan sekizde birini dahi iki sınıfa paylaştırdığı takdirde kendisine ne kadar düşüyorsa o kadarını almalıdır. Zekât alanlardan çoğunun verenden bu keyfiyeti sormaları gerekir; çünkü zekât alanların çoğu ya cehaletlerinden veya müsamahakârlıklarından bu taksimi gözetmezler. Bu suali ancak aldığı miktarın kendisine haram olmak ihtimali bulunmadığı kanaatında ise terkedebilir.
Helâl ve Haram bölümünde Allah'ın izniyle bu durumun nerede sorulması gerektiği ve ihtimal derecesinin ne olduğu tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir.
32) Tirmizî, (Ebû Said'den) ; Ebû Davud ve İbn Hıbbân, (benzerini Ebû Hüreyre'den)
33) Ebû Davud. Nesâî, (İbn Ömer'den sahih bir senedle)
34) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Ömer'den) ; Beyhakî, (Enes'den) . Zehebî bu hadîsin münker olduğunu söylemiştir.
35) Ebû Dâvud, İbn Hıbbân
36) Bu hadîs Namazın Sırları bölümünde de zikredilmişti,
37) İlim bölümünde geçmişti.
5-4
Nafile Sadakanın Beyan ve Fazileti
Hadîsler
Bir hurma ile de olsa sadaka veriniz. Çünkü sadaka olarak verilen o hurma, açın ihtiyacını giderir. Suyun ateşi söndürmesi gibi günahı da söndürür. 38
Bir hurmanın yarısıyla olsa bile sadaka vererek ateşten korunun. Eğer yanınızda sadaka verecek birşey yoksa dilenciyi güzel bir sözle savuşturun. 39
Müslüman bir kul, helâl olarak kazandığı maldan sadaka verirse ki Allah da ancak helâlden verileni kabul eder Allahü teâlâ o sadakayı sağ eliyle kabul eder ve herhangi birinizin deve yavrusunu büyüttüğü gibi onu büyütür. Öyle ki, sadaka olarak verdiğiniz bir hurma, Uhud dağı kadar olur. 40
Hazret-i Peygamber Ebu'd Derda'ya hitaben şöyle buyurmuştur:
Çorbayı pişirdiğin zaman bol sulu yap. Sonra komşularından bir aileyi seç. O çorbadan sadaka olarak bir miktarını o aileye ver!41
Allahü teâlâ sadakasını en iyi şekilde veren kulun, geride bıraktığı malına en iyi şekilde bereket ihsan eder. 42
Her insan (kıyâmet gününde) hemcinsleri arasında hüküm verilinceye kadar sadakasının gölgesinde durur. 43
Sadaka şerrin yetmiş kapısını kapatır. 44
Gizlice verilen sadaka, Allahü teâlâ'nın gazabını söndürür.
Zenginlikten sadaka veren bir kimsenin sevabı, ihtiyaçtan sadaka kabul edenin sevabından daha üstün değildir. 45
Buradaki 'ihtiyaçtan sadaka kabul eden kimse' dini için çalışmak gâyesiyle sadaka ile ihtiyacını gidermeye uğraşan kimsedir, Bu bakımdan böyle bir kimse dininin imarı için sadaka veren kimse ile sevapta eşittir,
Hazret-i Peygamber'e 'Sadakanın hangi kısmı daha üstündür?' diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: 'Sağlam olduğun, servete karşı cimri bulunduğun, yaşama ümidinde olup fakirlikten korktuğun halde sadaka vermen, sadakanın en üstün şeklidir. Sakın can boğaza dayandığı zamana kadar sadaka vermemezlik yapma ki o zaman filân ve falan adama şunu verin diyerek falan adamın malını başkalarına taksim etmeyesin!'46
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , günün birinde ashâbına şöyle hitab eder:
- Sadaka veriniz!
Cemaatta bulunanlardan biri şöyle der:
- Benim yanımda bir dinar var.
- Onu kendi nefsine infâk et!
- Başka bir dinarım daha var.
- Onu da hanımın için harca!
- Başka bir dinarım daha var
- Onu da çocuğuna harca!
- Başka da var.
- Onu da hizmetçine harca!
- Başka da var.
- Sen onu vereceğin yeri daha iyi bilirsin. 47
Sadaka (zekât) , Muhammed ailesine helâl değildir. Çünkü sadaka, halkın (mallarının) kirleridir. 48
Dilenciyi mahrum ettiğinizden ötürü müstehak olacağınız zemmi bertaraf etmek için yemeğinizden bir kuş başı kadar olsa dahî veriniz. 49
Eğer dilenci doğru söylüyorsa, ona birşey vermeyip mahrum çeviren asla felâh bulamaz. 50
Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: "Kapısından bir dilenciyi mahrum olarak çevirenin evine yedi gün kadar melekler girmez'.
Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) şu iki işini başkasına bırakmazdı:
a) Geceleyin abdestte kullanacağı suyu kendisi hazırlar ve üzerini örterdi,
b) Sadakasını kendi eliyle miskine verirdi. 51
Miskin, bir iki hurma, bir iki lokma vermek suretiyle kapıdan giden kimse değildir. Miskin, haysiyetini koruyan bir kimsedir. İsterseniz şu âyeti okuyunuz: 'Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip birşey istemezler'. 52
Bir müslümanı giydiren bir kimse, giydirdiği müslümanın sırtındaki elbiseden bir yama kalıncaya kadar, Allah'ın koruma ve himâyesinde bulunur. 53
Ashâb'ın ve Âlimlerin Sözleri
Urve b. Zübeyr şöyle demiştir: Hazret-i Aişe'nin elbisesi yamalı olduğu halde ellibin dirhem sadakayı fakir fukaraya dağıttı'.
Mücâhid, 'Yoksula, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler' (İnsan/8) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Yemeğe karşı iştahları olduğu halde kendileri yemezler de zikrolunan insanlara yedirirler'
Hazret-i Ömer bir duasında şöyle demiştir:
Ey Allahım! Malın fazlalığını bizim hayırlılarımıza emanet kıl ki onlar bizden olan ihtiyaç sahiplerine versinler.
Âdil Halife Ömer h. Abdulaziz de şöyle demiştir: 'Namaz seni yolun ortasına kadar götürür. Oruç ise padişahın kapısına kadar; sadaka ise, padişahın huzuruna sokar'.
İbn Ebî Cahd54 şöyle demiştir: 'Sadaka, kötülüğün yetmiş kapısını kapatır. Sadakanın gizli verileni açık verileninden yetmiş derece üstündür. Sadaka, yetmiş şeytanın çenesini söker'.
İbn Mes'ûd şöyle anlatır: Bir adamcağız yetmiş sene Allah'a ibadet ettikten sonra kötü birşey yaptı, o yetmiş yıllık ibadet yandı. Sonra bir miskinin yanından geçerken ona bir ekmek sadaka verdi. Bu sadakanın hürmetine Allahü teâlâ onun günahını affetti ve yetmiş senelik amelim kendisine iade etti. . . '
Lokman Hakîm, oğluna 'Bir günah işlediğin zaman, hemen akabinde sadaka ver' demiştir.
Yahya b. Muaz 'Dünya dağlarının karşılığında tartılan bir dâneyi tanımıyorum. Meğer ki sadaka olarak verilen bir dâne olsun' demiştir.
Abdülaziz b. Ebi Revad55 der ki: 'Şu üç şeyin cennet hazinelerinden olduğu söylenir:
a) Hastalığı gizlemek,
b) Sadakayı gizlemek,
c) Mûsibetleri gizlemek'.
Bu söz, aynı zamanda müsned ve merfû bir hadîs olarak da rivâyet edilmiştir.
Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Ameller aralarında (manen) birbirlerine karşı iftihar ettiler. Bu arada sadaka dedi ki; 'Ben sizin en faziletlinizim'.
Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) sadaka olarak şeker verir ve şöyle derdi: "Allahü teâlâ'yı dinledim; şöyle buyurmaktadır: 'Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe siz cennete, giremezsiniz' (Âl-i İmrân/92) . Allah biliyor ki en fazla şekeri severim".
Nehâî diyor ki: 'Sadaka olarak verdiğim şeyi, Allah için veriyorsam, ayıplı olması hiç de hoşuma gitmez'.
Ubeyd b. Umeyr de şöyle demiştir: 'İnsanlar son derece aç, susuz ve çıplak olarak haşrolunurlar. Onlardan hangisi dünyadayken Allah için yedirmişse, Allah da onu o günde doyurur. Allah için dünyada içirene Allah orada içirir ve nihayet Allah için dünyada giydireni Allah orada giydirir'.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Eğer Allah dileseydi, hepinizi zengin kılar, aranızda bir tek fakir bırakmazdı. Fakat Allahü teâlâ bir kısmınızı diğer kısmınızla denemek istedi'.
Şa'bî de şöyle demiştir: 'Kim nefsini sadakanın sevabına, fakirin sadakaya muhtaç olmasından daha fazla muhtaç görmezse, onun sadakası Allah katında kabul edilmez ve durdurularak kendisinin yüzüne çarpılır'.
İmâm-ı Mâlik de şöyle der: 'Zengin kimsenin sebil yaptığı suyu içmesinde bir sakınca görmüyoruz. Çünkü zengin o suyu dışarda sadaka verip, camide de içer. Çünkü onun gayesi o suyu susayanlara sebil etmektir. Gayesi sadece ihtiyaç sahipleri ile miskinler içsin diye değildir'.
Hasan-ı Basrî'nin yanından beraberinde bir câriye bulunan bir nehhas (canbaz) geçer. Hasan-ı Basrî, canbaza 'Bu câriyeyi bir veya iki dirheme satmaya razı mısın?' der. Canbaz kabul etmeyince, Hasan-ı Basrî 'Öyleyse yoluna devam et, (bilmelisin ki) Allahü teâlâ cennetin elâ gözlü hâtunlarını, bir kuruş ve bir lokmaya vermeye razıdır' der.
38) İbn-i Mübârek, (İkrime'den mürsel olarak)
39) Buhârî ve Müslim, (Adiyy b. Hâtim'den)
40) Buhârî ve Müslim, Tirmizî, Nesâî, (Ebû Hüreyre'den)
41) Müslim, (Ebû Zerden)
42) İbn-i Mübârek, (İbn Şihab'dan mürsel olarak sahih bir senedle)
43) İbn Hıbbân ve Hâkim, (Ukbe b. Âmir'den)
44) İbn-i Mübârek, (Enes'den zayıf bir senedle)
45) İbn Hıbbân, Duâfa: Taberânî, el-Evsat, (Enes'den)
46) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
47) Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hıbbân ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den)
48) Müslim, (Muttalib b. Rabia'dan)
49) Ukaylî, Duafâ, (Hazret-i Âişe'den)
50) Ukaylî, Duafâ; İbn Abdilberr, (Hazret-i Âişe'den)
51) Dârekutnî, (İbn Abbâs'dan zayıf bir senedle) . İbn-i Mübârek, (mürsel ) bir senedle
52) Buhârî ve Müslim, (Hazret-i Âişe'den)
53) Tirmizî ve Hâkim, (İbn Abbâs'tan) . Hadîsi rivâyet edenler arasında zayıf olarak bilinen Halid b. Tahman vardır.
54) İsmi Sâlim b. Rafî'dir ve el-Eşcâi kabilesindendir. H. 120 yılında vefatetmiştir.
55) Hadîs ilminde güvenilir, âbid ve zâhid bir kimse idi. H. 159 yılında vefat etmiştir.
Sadakanın Gizli veya Açık Verilmesi
İhlâs arayıcıları, bu hususta ayrı ayrı görüşlere sahiptir. Bir kısmı, sadakanın gizlenmesinin daha faziletli olduğu fikrine meyyâldir. Başka bir grup da açıkça verilmesine taraftardır. Biz bu görüşteki mânâ ve tehlikelere işaret ettikten sonra hakikatin perdesini kaldıracağız.
Sadakayı Gizli Vermenin Beş Anlamı
1. Sadakayı gizli vermek sadaka alanın gizli kalmasına daha fazla yardım eder. Zira onun açıkça sadakayı alması, mürüvvetinin perdesini yırtmaktır. İhtiyacını belirterek afiflik durumundan çıkmaktır. Mahbub olan korunma hududunu da aşmaktır ki bu korunma hududu sayesinde, câhil kimseler o hududa dikkat eden fakirleri zengin sanırlar.
2. Sadakayı gizli vermek, insanların kalp ve dilleri için, daha selâmetlidir, Zira insanlar çoğu zaman kıskanır veya 'Neden sadaka aldı?' diye adamın aleyhinde atıp tutarlar. Zengin olduğu halde sadaka aldığını sanırlar veya 'ihtiyacından fazla aldı' derler. Hased, suizân ve gıybet ise, büyük günâhlardandır. İnsanları bu günahlardan korumak daha iyidir.
Ebû Eyyub es-Sahtiyânî şöyle demiştir: 'Komşularımda bana karşı bir hased belirmesin diye, yeni elbise giymeyi terkettim'.
Zâhidlerden biri şöyle demektedir: 'Sadece arkadaşlarımın gönlü için bazen mübah olan bir şeyi kullanmayı da terkediyorum. Çünkü onu kullandığım takdirde 'Bu sana nereden geldi?' diye sorup zihinlerinde bazı soru işaretleri oluşmaktadır'.
İbrahim et-Teymî'nin sırtında arkadaşlarından bazıları yeni bir gömlek görürler ve kendisine sorarlar: 'Bunu nereden aldın?' İbrahim 'Kardeşim Hayseme bana verdi. Eğer ailesinin bunu bana vereceğini bildiklerini bilseydim, kabul etmezdim' diye cevap verir.
3. Sadaka ve zekâtını verene bu verdiklerinin gizlenmesi hususunda yardım etmelidir. Çünkü gizli yapılan bir yardım, açıkça verilenden daha faziletlidir. Faziletli bir işin tamamlanmasına yardım etmek de fazilettir. Hadiseyi kapatmak, ancak iki taraf için mümkündür. Çünkü bir taraf hâdiseyi açığa vurursa, verenin hareketi de açığa çıkmış olur.
Bir adam, bir âlime açıktan birşey verir. Âlim, verileni kabul etmeyerek sahibine iâde eder. Aynı kişi, aynı âlime başka bir zaman gizlice birşey verir ve bu sefer o âlim, bu verileni kabul eder. Aynı kişiye bu şekilde davranmasının sebebi kendisine sorulduğu zaman da şöyle der: 'Bu kişi, bu sefer iyiliğini gizlemek suretiyle edeple hareket etti. Ben de bu şekilde edeple hareket edenin iyiliğini kabullendim. Öbür defasında açık vermek suretiyle su-i edebde bulundu. Ben de onun iyiliğini geriye iade ettim'.
Adamın biri, bir sûfîye cemaatin içinde birşey uzatır. Sûfî kabul etmeyerek sadakayı geri çevirir. Adam Allahü teâlâ'nın sana verdiğini neden geri çeviriyorsun?' deyince sûfînin cevabı şu olur: 'Sen, sadece Allah'ın olan bir malda başkasını Allah'a ortak kılıp sadece Allah'ın bilmesiyle kanaat etmedin de ondan. Bu bakımdan ben Allah'ın bana gönderdiği iyiliği değil de, senin konuştuğun mânâyı geri çevirdim'.
Ariflerden biri, açıkta kendisine verilen ve kabul etmediği birşeyi gizliden verdikleri takdirde kabul eder. Bunun üzerine kendisine neden böyle yaptığı sorulduğunda şöyle der: 'Sen açıkta verirken Allah'a isyan ettin. Ben de mâsiyet hususunda sana yardımcı olmak istemedim. Gizlemekle Allah'a itaat ettin. Allah'ın tâatinde sana yardımcı olmak istedim'.
Süfyân es-Sevrî 'Eğer bilseydim ki, bana vereceği sadakayı gidip başkasına söylemeyecek, şurada burada konuşmayacak biri var, sadakasını hemen kabul ederdim' demiştir.
4. Sadakayı açık vermekte, alan için zillet ve aşağılık duygusu vardır. Oysa müslüman hiçbir zaman, nefsini zelil edemez. (Allah'a karşı olan hâl müstesnâ)
Âlimlerden bazıları, gizli verilen sadakayı kabul, açık verilenleri de reddederek derlerdi ki: 'Onu açıkta bana uzatmak, ilmin ve kârına zillet getirir ve ilim ehlini de küçük düşürür. Ben ise, ilmi, ayaklar altına almak, ehlini zelil düşürmek suretiyle dünyanın herhangi birşeyini yükselticilerden değilim'.
5. Ortaklık şüphesinden kaçınmak için sadakanın gizli verilmesi daha yerindedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
Yanında başka kimseler bulunduğu halde kişiye bir hediye verilirse, yanındakiler de o hediyede onun ortaklarıdır. 56
Sadakanın gümüş veya altından olması, onu hediye olmaktan çıkarmaz.
Çünkü Hazret-i Peygamber'in bu hükmünü doğrulayıcı diğer bir hadîsi daha vardır:
Kişinin kardeşine hediye ettiği en faziletli şey gümüştür veya ona ekmek yedirmektir. 57
Hazret-i Peygamber, bu hadîse göre gümüş parayı, tek başına hediye olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan cemaat içerisinde cemaatin rızası olmaksızın bir kişiye verilen hediyeyi almakta kerahet vardır ve şüpheden uzak değildir. Tek başına olarak hediyeyi kabul ederse, böyle bir şüpheden kurtulmuş olur.
Sadakayı Açıktan Vermenin Dört Anlamı
1. Sadakayı açıktan vermek daha makbuldür. Çünkü kişinin ihlâs ve doğruluğuna delil olur ve onu riyâdan korur.
2. Sadakayı açık vermekte mertebenin düşmesi, kulluk ve meskenetin ilân edilmesi, kibirden sıyrılma ve zenginlik dâvasını gütmekten kaçınmak vardır. Aynı zamanda (alanın) nefsi, halkın gözünden iskât edilir ve düşer.
Âriflerden biri, talebesine şöyle demiştir: 'Eğer sadakayı alanlardansan, her halükârda açıkta al! Zira sen, şu iki sınıftan birisiyle mutlaka karşılaşacaksın:
a) Sadakayı aldığın zaman, gözünden düşeceğin kişilerle ki zaten senin de gayen, insanların gözünden düşmektir. Çünkü böyle bir düşüş dinin için daha selâmetli, nefsin için de daha az tehlike getiricidir;
b) Sadakayı âlenen aldığından dolayı muhabbetinin kalbinde daha geliştiği kişilerle ki zaten bu kişi, din kardeşin olmak hasebiyle böyle birşey istemekteydi. Çünkü sevgin, onun yanında arttıkça ve o seni büyük saydıkça, onun ecri fazlalaşır. Bu bakımdan sen, böyle bir şeye vesile olduğun için senin de sevabın artar'.
3. Ârif kişinin Allah'tan başka hedefi olmadığı için, sadakayı gizli veya açık kabul etmesi, kendisi için birdir. Bu bakımdan Tevhîd bahsinde hallerin ayrılığı şirkin tâ kendisidir (gizlisi ayrı, açığı ayrı ise de şirk tehlikesi vardır) . Bazı âlimler 'Gizlice sadakayı kabul edip, açıkça verildiği takdirde reddedenin duasına önem vermeyiz' demişlerdir. İnsanlara iltifat ister hâzır bulunsunlar, ister bulunmasınlar hâlin nok sanlığına delâlet eder. Bu bakımdan her halukârda kişinin dikkati, bir olan vahid-i mutlakla çevrilmelidir.
Anlatıldığına göre şeyhlerden biri müridlerinden birine fazlasıyla meylederdi. Şeyhin bu durumu da diğer müridlere zor gelirdi. Müridlerin bu hâlini sezen şeyh, meylettiği şahsın faziletini onlara göstermek istedi. Bunun için her birisine bir tavuk teslim ederek dedi ki: 'Hepiniz ayrı ayrı yerlere gidin ve hiç kimsenin sizi görmediği bir yerde elinizdeki tavuğu kesip getirin'. Herkes tenha yerlere çekilerek elindeki tavuğu kesip getirdi. Ancak şeyhin sevgisini kazanan mürid, tavuğu diri olarak getirdi. Bunun üzerine şeyh, müridlerine şöyle sordu: 'Neden tavukları kestiniz?' Onlar 'Şeyhimizin emrini yerine getirmek için. . . ' dediler. Tavuğu diri olarak getiren müridine sordu: 'Neden arkadaşların gibi, sen de tavuğu kesmedin?' Mürid de şöyle cevap verdi: 'Hiç kimsenin beni göremeyeceği bir yer bulamadım. Çünkü Allahü teâlâ, beni her yerde görür'. Bunun üzerine şeyh müridlerine döner ve şöyle der: 'İşte bu nedenle ona size nazaran daha fazla ihtimam gösteriyorum. Çünkü o, Allah'tan başkasına iltifat etmiyor'.
4. Sadakayı açık şekilde vermek ve almak şükür sünnetinin ikame edilmesine vesiledir. Rabbinin nimetini anlat! (Dûha/11)
Sadakayı gizli vermek, küfran-ı nimettir.
Nitekim Allahü teâlâ , kendisinin verdiğini inkâr edeni zemmederek onları cimrilerle beraber zikretmiştir: Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem herkese cimrilik tavsiye ederler ve hem de Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık. (Nisâ/47) ,
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ bir kuluna herhangi bir nimeti ihsân buyurduğu zaman, o nimetin, o kulunun üzerinde görünmesini sever. 58
Bir adamcağız, birşey getirip sâlihlerden bir zâta gizlice verir. O salih zât da, eline aldığını kaldırıp cemaate göstererek şöyle der: 'Şu bana verilen şey, dünyalıktır. Dünyalıkta ise, açıklık daha efdâldir. Gizlilik ancak âhiret ile ilgili emirlerde daha faziletlidir'.
Bu sırra binaen bazıları da şöyle demişlerdir: 'Sana topluluk içerisinde sadaka verildiği zaman, riyakârlık olmasın diye kabul et. Sonra sadakaya tâlip değilsen, gizlice sahibine iade et!'
Sadaka meselesinde şükretmek teşvik edilmiştir.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâ'ya da teşekkür etmez. 59
Teşekkür etmek, karşılık vermek yerine geçer. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Size bir iyilik yapana karşılığını verin. Eğer karşılığını vermeye gücünüz yetmiyorsa, o iyiliğinden ötürü kendisine hayırlı duâ ve senâlarda bulunun. Onun karşılığını vereceğinizi kesinlikle tahmin edinceye kadar dua etmeye devam edin. 60
Muhacirler Ensâr-ı Kirâm'a teşekkür hususunda Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) gelip 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz kendilerine geldiğimiz zaman mallarını bizimle paylaşan, hatta bütün ecri elde edecekleri korkusuna bile bizi sevkeden bir topluluktan (Ensâr'dan) daha hayırlısını görmedik. (Acaba bu duruma ne ile karşılık verebiliriz?) ' diye sordular. Hazret-i Peygamber de cevaben şöyle buyurdu:
Onlara her teşekkürünüz, onları her medh u senânız, onların sizlere ikram ettiklerinin karşılığıdır.
56) Ukaylî, Duâfa; İbn Hıbbân, Duâfa. Taberânî ve Beyhakî, (İbn-i Abbâs'dan)
57) İbn Adiyy, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle) . Hadîsin devamı için bkz. İthaf us-Saade, IV/178
58) İmâm-ı Ahmed, (İbn Huseyn'den sahih bir senedle) ; Tirmizî, (Amr b. Said'den)
59) Daha önce geçmişti.
60) Daha önce geçmişti.
Sonuç
Bu mânâları bildikten sonra, sadakanın gizli veya açık verilmesi hususunda naklolunan ihtilâf, meselenin aslında olan bir ihtilâf değildir, sadece insanların halindeki bir ihtilaftır. Bu konunun üzerindeki perde şu şekilde kaldırılabilir.
Biz kesin olarak sadakayı gizli vermenin her halukârda daha efdâl ve üstün olduğunu söyleyemeyiz veya sadakayı açıkça vermenin de her zaman için daha üstün olduğu iddiasında bulunamayız. Bu durumlar, niyetlerin değişmesiyle değişmektedir. Niyetler de haller ve şahıslara göre farklılık arzeder.
Bu bakımdan ihlâslı bir kimse, daima nefsini kontrolu altında bulundurmalıdır ki gururun ipiyle nefsini tehlike kuyusuna sarkıtmasın. Tabiatın teşviki ve şeytanın hilesiyle aldanmasın. Sadakayı gizli vermenin mânâlarında hile ve aldanma daha fazla olmakla beraber her ikisinin de müdahalesi vardır. Fakat gizlilikteki hile müdahalesi, tabiatın meylinden doğar. Çünkü açıkça sadakayı almak; derecesinin alçalmasına, insanların gözünden düşmesine, halkın sadakayı alana istihfaf, verene de verici ve ihsan edici gözüyle bakmasına da vesile olur. İşte en gizli ve tehlikeli hastalık budur. Bu hastalık nefiste gizlidir. Şeytan bu hastalık vasıtasıyle daha önce gizli verilen sadaka hakkında söylediğimiz beş mânâyı ileri sürerek, daima insanı sadakayı gizli kabul etmeye zorlamaktadır.
Bunun ölçüsü ve miyârı tek bir şeydir. Şöyle ki: Sadakayı almasının belli olmasından, tıpkı emsâllerinden herhangi birisinin aldığı sadakanın belli olmasından müteessir olduğu gibi müteessir olmasıdır. Eğer kişi, halkı gıybet yapmak, hâsed etmek ve su-i zanda bulunmaktan veya başkasının namus perdesini yırtmaktan korumak istiyorsa veya sadakayı verene gizli versin diye yardım da bulunuyorsa veya sadakayı ilmin kıymetini düşürmesin diye açıkça almaktan çekiniyorsa, bütün bu mânâlar din kardeşinin sadaka aldığının belli olması ile de meydana gelebilir ve gelmelidir. Böyle bir durumda sadakayı gizli almak için ileri sürdüğü illet ve sebepler hususunda doğru söylemiş olur. Eğer kendisinin aldığı sadaka açığa vurulduğu takdirde, başka müslümanın aldığı sadakanın açığa vurulması gibi değil de, daha ağır geliyorsa nefsine, o vakit sadakayı gizli almak için ileri sürülen sebeplerden kaçınmalı ve korunmalıdır. Çünkü o sebepler, birer yanlışlık ve şeytanın bâtıl hilelerinden ibaret kalır. Esasında o mânâların hiçbiri yoktur. Var olan nefsin desisesi ve şeytanın hilesidir. Çünkü ilim, ilim olduğu için zelil edilirse mahzurludur. Fakat Zeyd'in veya Amr'ın ilmi olmak sebebiyle zilleti, herhangi bir mahzur teşkil etmez. Gıybet, korunması gereken haysiyete tecâvüz olduğu hasebiyle mahzurludur. Fakat özel olarak Zeyd'in haysiyetine saldırmak bakımından mahzurlu değil. . . Kim ki böyle bir düşünceyi güzelce ayarlayıp hareket ederse, şeytan, o insanı kandırmaktan çoğu zaman âciz kalır. Eğer bu düşünce güzelce ayarlanmazsa, çok amelin az fayda vermesinden kurtuluş gayet güçleşir.
Sadakayı açıkça kabul etmek cihetine gelince, verenin kalbini hoş tutmak için insanın tabiatı bu yana meyleder. Böylece de sadaka vereni başka zamanlarda da sadaka vermeye teşvik eder.
Bir de sadaka alan, sadaka verenden başka kimselere de kendisinin iyilik yapana çok teşekkür eden kimselerden olduğunu göstermeye gayret eder ki başkaları da kendisine ikramda bulunsun ve kendisini taltif etmek için, arayıp bulsun! Bu hareket de, insanın içinde gizli bulunan bir hastalıktır. Şeytan, dindar bir insana ancak Sünnet-i seniyye şeklinde göstermek suretiyle bu kötü hasletleri tervic ederek galip gelir. Ona der ki: 'Alan kimsenin, verene teşekkür etmesi Sünnet-i seniyye'dir. Alman sadakayı gizlemek ise, riyâdır'. Aynı zamanda sadakayı açıkça almak hususunda ileri sürdüğümüz gerekçeleri de teker teker zikreder.
Bütün bunlardan gayesi; insanı açıkça sadaka kabul etmeye mecbur edip, o söylediğimiz gizli mânâları meydana çıkarmaktır.
Sadakayı açık almanın bu felâketi gerektirip, gerektirmeyeceği suâlinin mizânı ve ölçüsü şudur: Kişi nefsine bakacaktır.
Acaba sadaka veren, sözün gidip ulaşamıyacağı bir yerde veya kendisinden herhangi bir sadaka beklemediği bir kimsenin yanında, yahut da sadakayı açık vermeyi kerih görüp, daima sadaka verene teşekkür etmeyen bir kimseye sadaka vermek itiyadında olan bir cemaatin huzurunda kendisine sadaka verene teşekkür etmeye meyleder mi etmez mi? Eğer bu söylediklerimiz nefsinde belirirse, muhakkak bilmelidir ki, nefsin bu şartlar karşısında kendisine sadaka verene teşekkür etmesi, sünnet-i seniyye'yi tatbik etmekten ileri gelmekte ve Allah'ın nimetini söylemek ve itirâf etmekten neş'et etmektedir. Eğer bu şartlar yoksa, açıktan aldığı sadakadan dolayı verene teşekkür etmek, mağrur bir kimsenin ve aldanmış bir insanın kârıdır.
Kişi bakar ki sadaka verene karşı yaptığı teşekkür, nefsin herhangi bir desisesi değil de Sünnet-i seniyye'yi tatbik etmekten ileri geliyorsa, o zaman sadaka verenin hakkını yerine getirmekten gaflet etmez. Bakar eğer sadaka veren teşekkür etmeyi seviyor ve sadaka verdiğinin duyulmasını istiyorsa, o zaman alan kişiye düşen vazife; sadakayı gizleyip açıkça kendisine teşekkür etmemektir. Çünkü onun hakkının yerine getirilmesi, zulümde ona yardım etmemek demektir. Sadakasından dolayı başkasının teşekkürünü beklemek ise, zulmün tâ kendisidir. Ne zaman onun teşekkürü sevmediğini ve sadaka vermesinden dolayı böyle birşey istemediğini bilirse, o zaman ona teşekkür etmeli ve verdiği sadakayı açığa vurmalıdır.
İşte bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzur-u saadetinde övülen bir kişinin hakkında şöyle buyurmuştur:
Siz, onun boynunu vurdunuz. Eğer sizin bu meth-u senânızı işitirse, hiçbir zaman felâh bulamaz. 61
Bununla beraber bilinmektedir ki, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , birçok kimsenin yüzlerine karşı kendilerini övmüştür. Çünkü onların yakînine güvenir ve bilirdi ki, bu övgü kendilerine zarar vermez, aksine hayra rağbetlerini artırır.
Nitekim ashâbından birine şöyle buyurmuştur:
O, ehl-i veberin (çölde çadırlarda yaşayanların) efendisidir!62
Bir başkası hakkında da şöyle demiştir:
Ne zaman size bir kavmin büyüğü gelirse, kendisine ikramda bulunun. 63
Bir defasında ashâbdan birini dinlemiş ve konuşmasının hoşuna gitmesi üzerine şöyle buyurmuştur:
Muhakkak konuşmanın bir kısmı sihirdir (dinleyicinin kalbini etkiler) . 64
Sizden herhangi biriniz müslüman kardeşinizin iyi bir hareketini duyduğu zaman kendisine söylesin. Çünkü böyle hareket etmesi, müslüman kardeşini daha fazla hayra teşvik edici olur. 65
İmanlı bir kimse, methedildiği zaman kalbindeki îman gelişir. 66
Süfyân es-Sevrî şöyle der: 'Kendini bilen bilen bir kişiye, insanların meth-u senâsı zarar vermez'.
Yine Süfyân es-Sevrî, Yûsuf b. Esbat'a şöyle demiştir: 'Sana bir iyilik yaptığım zaman, senden fazla bu yaptığım iyilikle sevinirim. Çünkü o iyiliği Allah'ın bana bir nimeti olarak görmekteyim. Bu bakımdan sen iyiliğe karşı teşekkür et, böyle yapmadığın takdirde sana da teşekkür edilmez'.
Bu mânâların inceliklerini kalbine hâkim olan bir kimsenin düşünmesi gereklidir. Zira bu incelikleri ihmal etmekle beraber âzaları çalıştırmak, şeytana maskara olmaktan başka bir mânâ ifade etmez. Çok yorgunluk ve az fayda temin ettiği için, şeytanı sevindirmekten başka bir netice vermez.
Böyle bir ilim hakkında 'Bir meseleyi öğrenmek, bir sene ibadetten daha efdâldır' denilmiştir. Çünkü bu ilimle hayatın ibâdeti dirilir, cehâlet ise, bütün hayat ibadetini öldürüp, dumura uğratır.
Kısaca halk içinde sadakayı almak, tenha yerlerde ise, bunu reddetmek, yolların en tehlikesizi ve en sağlam olanıdır. Bu bakımdan kişinin nezdinde gizli ile açık eşit bir vaziyete gelecek derecede marifeti kemâle ermemişse, kıyl u kal ile kendisini aldatmamalıdır. Böyle bir durum ise, kırmızı kibrit gibi, dil ile ifade edilir, fakat görülmez bir durumdur.
Kerim olan Allah'tan yardımını ve tevfîkini dileriz.
61) Buhârî ve Müslim, (Ebû Bekre'den)
62) Anberî, Taberânî ve İbn Hıbbân (Kays b. Asım'dan)
63) İbn Mâce, (İbn Ömer'den) ; Ebû Davud, (Şa'bî'den mürsel olarak, sahih birsenedle)
64) Buhârî, (İbn Ömer'den)
65) Dârekutnî, el-İlel, (İbn Müseyyeb'den, o da Ebû Hüreyre'den)
66) Taberânî, (Usâme b. Zeyd'den zayıf bir senedle)
Sadakayı mı, Zekâtı mı Almak Efdâldir?
İbrahim el-Havvas, Cüneyd-i Bağdadî ve bir grup âlim, sadaka almanın, zekât almaktan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Çünkü zekât almak, miskinleri sıkıntıya sokar. Bir de çok zaman, kişide Kur'ân'da beyan edilen ve insanı zekâta müstehak kılan sıfatlar tam anlamıyla görülmez. Sadaka ise, zekâttan daha geniştir.
'Zekâtın alınması, sadakadan daha üstündür' diyen âlimler ise, şu delili ileri sürmektedirler: Zekât almak, bir müslümanın boynundan farzı kaldırmaya yardım etmektir. Eğer yeryüzündeki bütün fakirler zekât almayı boykot ederlerse hepsi günahkâr olur. Bir de zekâtta herhangi bir minnet yoktur. O, Allahü teâlâ'nın rızası için vâcib olan bir haktır. Allah onu muhtaç kullarına rızık olarak vermiştir. Hem de zekât ihtiyaç sebebiyle alınır. İnsanoğlu kesinlikle nefsinin muhtaç olup olmadığını bilmektedir. Sadaka ise, dindarlıktan ötürü alınır. Çünkü çoğu zaman, sadaka veren bir insan, hayırlı ve sâlih zannettiği kimseyi bulur, sadakasını ona verir. Hem de miskinlerle arkadaşlık etmek, Allah'a karşı kuldan istenilen zillet ve meskenete daha yaklaştırıcı ve kibirden de daha uzaklaştırıcıdır. Çünkü insanoğlu, bazen sadakayı hediye gibi alır. Bu bakımdan sadaka ile hediye arasında pek fark kalmaz. Fakat zekât almak ise, alanın zilletine daha fazla delâlet eder ve ihtiyacı olduğunu kesinlikle belirtir.
Bu meselede en doğru hüküm şudur; Bu durum, şahsın durumuna göre değişir, niyetine göre değerlendirilir. Eğer zekâta müstahak olup olmadığında şüphesi varsa zekâtı alması uygun olmaz. Eğer zekâta ihtiyacı olduğunu kesinlikle biliyorsa, meselâ hayra sarfettiği bir borcun altına girmişse, onu zekât almaktan başka hiçbir şekilde ödemeye imkânı yoksa, o zaman kesinlikle zekâta müstehaktır. Bu bakımdan zekât almakla sadaka almak arasında böyle bir kimse muhayyer bırakılırsa, şuna dikkat etmelidir: Eğer sadaka sahibi, kendisi almadığı takdirde o sadakayı başkasına vermeyecekse, o vakit zekâtı değil, sadakayı alsın. Çünkü zekât nasılsa vacib olduğu için, sahibi onu müstahak olanlara vermek mecburiyetindedir. Böyle bir durumda zekâtı değil, sadakayı almak hayrı çoğaltıp, fakirler için genişlik ve kolaylık yapmak demektir. Eğer mal, mutlaka sadaka olarak verilecekse, zekât alındığı takdirde de fakirlere herhangi bir sıkıntı yüklemek sözkonusu değilse, o zaman, kişi muhayyerdir. Hangisinden dilerse, ondan alır. Demek ki sadaka ve zekât alınmasında durumlar, şahıslara ve zamanlara göre değişiklik gösterir. Fakat çok zaman, zekât almaktan nefsin gururu daha şiddetli kırılır ve zelil edilmiş olur. Allah on doğrusunu bilir.
Zekât'ın sırlarını bildiren bu bölüm (Kitabu Esrar'iz-Zekât) , Allah'ın izni, yardımı ve güzel tevfîkiyle burada sona ermiş bulunuyor. Eğer Allah dilerse, bu bölümün ardından orucun sırlarını bildiren bölüm (Kitabu Esrar'is-Savm) gelecektir.
Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur! Allah, efendimiz Hazret-i Muhammed'e, bütün enbiyâ ve rasûllere, meleklere, yer ve gök ehlinin rahmetine yakın olanlarına, peygamberimizin âline ve ashâbına rahmet etsin! Onları her çeşit noksanlıktan Kıyâmet'e kadar korusun! Bir ve tek olan Allah'a hamdolsun! O bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!