Giriş
Hamd, said ve şâkî yapan, öldürüp dirilten, güldürüp, ağlatan, var ve yok ve fakir ve zengin kılan, zarar verebilen ve zarardan kurtaran, hayat sahibini bir damla meniden yaratan Allah'a mahsustur. . .
Zenginlik vasfıyla, yarattıklarından ayrılıp kullarından bazılarını güzelliklerle donatan, onların üzerine, dilediğini zengin kılacak nimetlerini oluk gibi akıtan, rızkını temin için bin türlü meşakkate katlanan kulunu kendisine muhtaç eden ve bütün bunları da imtihan ve deneme için yapan Allah'a!. . .
O, zekâtı dinin temeli kılmış; kullarından zekâtını verip temizlenenin bunu ancak kendisinin fazlıyla yaptığını ve yine malının zekâtını vermek sûretiyle temizlenenin ilhamını, kendisinin lütuf ve zenginliğinden aldığını beyan buyurmuştur.
Salât ve selâm, hidâyet güneşi, beşeriyetin efendisi ve seçilmiş kul Hazret-i Muhammed'e, onun âline, ilim ve takvâ ile donatılmış ashâbına mahsustur. . .
Allahü teâlâ, zekâtı İslâm'ın temellerinden birisi kılmış, onu din'in yüce alâmetlerinden olan namazdan hemen sonra zikrederek şöyle buyurmuştur:
Namazı gereği gibi kılın, zekâtı verin! (Bakara/110)
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
İslâm dini beş esas üzerine bina edilmiştir: 1) Allah'tan başka ma'bud olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet etmek, 2) Namaz kılmak, 3) Zekât vermek, 4) Oruç tutmak, 5) Hacca gitmektir. 1
Zekâtta kusur edenler hakkında Allahü teâlâ, şiddetli tehdidlerde bulunur:
Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harca- mayan kimseler, işte bunları acıklı bir azap ile müjdele! (Tevbe/34)
Malın Allah yolunda infak edilmesi, kişinin zekâtını vermesi demektir.
Ahnef b. Kays şöyle anlatıyor: 'Kureyşlilerden birkaç kişi ile oturuyordum. O sırada Ebû Zer el-Gıfârî (radıyallahü anh) yanımızdan geçti ve şöyle dedi: 'İstifçileri (mal yığanları) , arkalarından vurulup yanlarından ve enselerinden vurulup alınlarından çıkan kızgın demirlerle müjdele!'
Bazı rivâyetlerde ibare şöyledir: 'Zekâtı tam vermeyen kimselerin tam memeleri üzerine, ucu kürek kemikleri arasından çıkacak, küreklerinin arasına da ucu tam memelerinin başından çıkacak kızgın demirler vurulur ve böylece bütün mafsalları sarsılır (delik deşik olur)
Ebû Zer el-Gıfârî şöyle anlatır:
Kâbe'nin gölgesinde oturmakta olduğu bir sırada Hazret-i Peygamber'in yanına vardım. Hazret-i Peygamber beni gördüğü zaman 'Kâbe'nin rabbine yemin ederim ki onlar zarar edenlerin tâ kendileridir' buyurdu. 'Onlar dediğiniz kimlerdir yâ Rasûlüllah?' dedim. Şöyle cevap verdi: 'ınalca zengin olanlardır; ancak önünden, arkasından, sağından ve solundan şöyle şöyle verenler hariç. Böyleleri ise çok azdır. Zekâtları verilmeyen deve, sığır, koyun gibi hayvanlar kıyâmet gününde çok diri, cüsseli ve semiz olarak gelir ve sahiplerini boynuzlayıp toslayarak ayakları altında ezerler. Hayvanlar, bu hareketlerini insanlar arasında verilecek olan hüküm sona erinceye kadar tekrarlarlar'. 2
Bu şiddetli ihtar, Buhârî ve Müslim'de rivâyet edilmiştir. Bu bakımdan zekâtın sırlarını keşfetmek, gizli ve açık şartlarını, zâhir ve bâtın mânâlarını ve veren ile alana ait ve bilinmesi gereken malûmatları bilmek, dinin mühim meselelerindendir.
5-1
Bu hakikatler, dört bölümde beyan edilecektir:
1. Zekâtın çeşitleri ve vâcib olmasının sebepleri
2. Zekâtın âdâbı, zâhir ve bâtın şartları
3. Zekât alabilmenin şartları ve zekât almanın âdâbı
4. Nafile sadakanın beyan ve fazileti
1) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den)
2) Buhârî ve Müslim
Zekâtın Çeşitleri ve Vâcib Olmasının Sebepleri
Zekât, taalluk ettiği hususlar itibarıyla altı kısımdır:
I. Hayvanların zekâtı
II. Öşür zekâtı
III. Altın ve gümüşün (paranın) zekâtı
IV. Ticarî malların zekâtı
V. Definelerin ve madenlerin (yeraltı zenginliklerinin) zekâtı
VI. Fıtr zekâtı (sadakası)
I. Hayvanların Zekâtı
Gerek bu ve gerek diğer zekâtlar hür ve müslüman olan kimselere vacibdir. (İmâm-ı Şâfiî'ye göre) zekâtın vâcib olması için, verenin bâliğ olması şart değildir. Aksine çocuğun ve delinin servetine de zekât vâcib olur. Zekât verende aranılan şartlar hür ve müslüman olmasıdır. Kendisinden zekât verilen malda aranılan şartlar ise beştir:
A) Eti yenilen evcil hayvanlar
B) Kendileri otlayan hayvanlar
C) Bütün bir sene sahibinin evinde bulunan hayvanlar
D) Kâmil nisaba mâlik olanlar
E) Tam mânâsıyla sahibinin elinde bulunan hayvanlar
Birincisi, eti yenilen evcil hayvan olmasıdır. Bu bakımdan zekât ancak deve, sığır ve koyunlarda vardır. At, katır, eşek ve koyun ile geyikten doğan hayvanda zekât yoktur.
İkincisi, mecburî olarak (senenin en az altı ayında mütemadiyen) beslenen hayvanın zekâtı yoktur. Bir zaman kendisi otlayan ve senenin bir kısmında da evde beslenen bir hayvanın da nafaka zorluğu olduğu için zekâtı yoktur.
Üçüncüsü, bütün bir sene sahibinin elinde bulunması şarttır. Zira Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Üzerinden tam sene geçmeyen malın zekâtı yoktur. 3
Bu hükümden senenin ortasında doğan yavrular istisnâ edilir; çünkü bunlar zekât hususunda annelerinin hükmüne tâbidirler. Annelerinin senesinin dolmasıyla onların zekâtı da vâcib olur. Eğer malları senenin ortasında satar veya başkasına hibe ederse, sene kesintiye uğramış olur. (Bu mal eline tekrar geçse yeniden bir sene bekletmesi gerekir) .
Dördüncüsü, tam mânâsıyla sahibinin elinde bulunması ve tasarrufuna âmâde olması şarttır. Bu bakımdan başkasının yanında rehin olan koyunların da zekâtı gerekir; çünkü bu koyunlarda tasarrufta bulunmamayı bizzat sahipleri kendi nefislerine lüzumlu kılmıştır. Kaybolan ve gasbedilen mallarınsa, bütün fazlalıklarıyla sahibinin eline geçmedikçe zekâtları yoktur. Bulunduğunda ise geçmişin zekâtı da verilecektir. Borcu bütün malından fazla veya malına eşit olan kişi zengin sayılmaz; çünkü zenginlik ihtiyaçtan fazla mala sahip olmak demektir. (Şâfiî mezhebine göre böyle bir kimsenin zekât verip vermemesi hususunda ihtilâf vardır. Kimisi, 'Zekâtını verecek ve borçlarını edâ etmek için de zekât alacaktır' demiştir) .
Beşincisi ise kâmil nisaba mâlik olmaktır.
Develerin Nisabı
Develerde sayıları beş olmadıkça zekât yoktur. Beş devede, zekât olarak bir senesini doldurup ikinci seneye giren koyun veya iki senesini doldurup üçüncü seneye ayak basan bir keçi verilecektir. On devede bir, onbeşte üç, yirmide de dört koyun zekât verilecektir.
Yirmibeş devede, bir senesini bitirip, ikinci senesine başlayan bir dişi deve verilecektir. Eğer bu şartları hâiz dişi deve yoksa, iki senesini doldurup üçüncü senesine ayak basan bir erkek deve verilecektir. Zekat veren kişi böyle bir dişi deve satın almaya gücü yetse bile buna zorlanmaz.
Otuzaltı devede, iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan bir dişi deve verilecektir. Sayıları kırkaltıya vardığı zaman üç senesini doldurup dördüncü senesine başlayan bir deve verilecektir. Altmışbir deve oldu mu, dört senesini doldurup beşinci senesine ayak basan bir dişi deve; sayıları yetmişaltıya vardığı zaman da iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan iki dişi deve verilecektir. Doksanbir deve oldu mu, üç senesini doldurup dördüncü seneye başlayan iki dişi deve; yüzyirmibir deve oldu mu da iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan üç dişi deve verilecektir. Deve sayısı yüzotuza vardığında hesap istikrar bulur. Bundan sonraki her elli deve için üç senesini doldurup, dördüncü seneye başlayan veya her kırk deve için iki senesini doldurup, üçüncü senesine başlayan bir dişi deve verilecektir.
Sığırların Nisabı
Sığırların, sayıları otuza varmadıkça zekâtları yoktur. Otuz sığırda, birinci senesini bitirip ikinci seneye ayak basan bir dana verilecektir. Kırk sığırda, iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan bir düve; altmışta ise iki yaşında iki dana verilecektir. Altmıştan sonra hesap istikrar bulur ve her kırk sığırda üç yaşında bir düve, her otuz sığırda da iki yaşında bir dana vermek suretiyle devam eder.
Koyunların Nisabı
Koyunlar, sayıları kırka varmadıkça zekâta tâbi değillerdir. Kırk koyunda iki yaşında bir koyun veya üç yaşında bir keçi verilir. Kırktan sonra yüzyirmibire varıncaya kadar zekâtlarında bir değişiklik yoktur. Yüzyirmibirde iki koyun verilir. Bundan sonra ikiyüzbire kadar durum değişmez. İkiyüzbirden dörtyüze kadar üç koyun; dörtyüzde de dört koyun zekât verilir. Dörtyüz koyunda hesap istikrar bulur. . . (Bundan sonra her yüz koyunda bir koyun zekât verilir) .
Ortakların zekâtı, nisab hususunda bir kişinin zekâtı gibidir. Yani iki kişinin arasında kırk koyunu varsa, zekât olarak bir koyun verilecektir. Üç kişinin yüzyirmi koyunu varsa, bir koyun zekât düşer.
Hayvanları bir arada bulunan komşuların şu şartlara sahip olan malları da ortak mal gibidir:
1- Geceleri kaldıkları yerin bir olması,
2- Sularının bir olması,
3- Sağılma yerlerinin bir olması,
4- Mer'aya sevkedilmek için toplandıkları yerin bir olması,
5-Mal sahiplerinin zekât veren kimselerden olması. Ancak malını zımmîlerden birinin veya mükâteb4 bir kölenin malına katan kimsenin malında ortaklık hükmü yoktur.
Deve zekâtında bir veya iki yaş küçüğüne inmek câizdir. Ancak iki yaştan daha aşağıya inmek caiz değildir. Yaşı eksik deve veren kimse, eğer bir yaş eksiğini vermişse üste iki koyun veya yirmi dirhem para verecektir. Eğer iki yaş küçüğünü vermişse üste dört koyun veya kırk dirhem para verecektir. Yaşı küçük olanı daha yaşlısı yerine verebileceği gibi, yaşı büyük olanı da daha genci yerine verebilir. Fakat beş yaşından büyük deve veremez. (Yani dört yaşında bir deve gerekiyorsa, onun yerine altı yaşında bir deveyi veremez) . Daha yaşlı deveyi genç devenin yerine verdiği zaman, zekât memuru, aradaki, farkı zekatı veren kişiye beytülmalden verecektir.
Zekâtı verilen malın bir tane dahi olsa sağlamı varsa, hasta olan mallar zekât olarak kabul edilmez. Zekât olarak, iyi mallardan, iyisi, kötü mallardan da kötüsü alınır. Zekât memurları malın en besilisini, özel yetiştirilmiş ve döl için ayrılmış olanını ve en iyisini zekât olarak alamazlar.
II. Öşür Zekâtı
Yerden biten her gıda maddesinin ağırlığı sekizyüz men'e5 ulaştığı takdirde onda birini zekât vermek vâcibdir. Sekizyüz men'den az olanların, meyvelerin ve pamuğun zekâtı yoktur. Zekât yalnızca gıda maddesi olan danelerde, kuru hurma ve kuru üzümde vardır. Hurma ve üzümden, ancak kuru olarak sekizyüz men'e ulaştıklarında zekat alınır. Hurma ve üzümün zekâtı, kuruduktan sonra verilir. Ortak malın nisabı birbirleriyle tamamlanmak sûretiyle ikmâl edilir. Birkaç ortağı olan bir bahçeden, sekizyüz men kuru üzüm elde edildiğinde bundan, her ortağın hissesi oranınca toplam seksen men kuru üzüm zekât verilmesi gerekir. Komşular arasındaki ortaklığa itibar edilmez. Buğdayın nisabı arpa ile ikmâl olunamaz. Fakat arpanın nisabı çavdarla ikmâl olunabilir; çünkü çavdar da bir arpa çeşididir. Eğer bu mahsuller gelgeç su veya kanallarla sulanırsa, zekâtları bu kadardır. Serpmek suretiyle veya dolapla sulandığında ise, (onda bir yerine) yirmide bir zekât verilecektir. Arazi gelgeç su serpmek sûretiyle veya dolap suları ile ortaklaşa sulandığı takdirde mahsulün zekatı bu sulardan hangisi daha fazlaysa ona göre verilir.
Bu mahsullerde zekât ancak ayıklandıktan sonra vâcib olur. Yaş üzüm ve yaş hurma, zekât olarak alınamaz. Ancak ağaçlarına herhangi bir hastalık isâbet eder ve olgunlaşmadan toplanmaları gerekirse, o zaman toplanan yaş hurmanın dokuz ölçeği sahibine, onuncu ölçeği ise fakirlere verilir. 'Taksim, alışveriştir' şeklindeki sözümüz, böyle bir taksime mâni değildir. Bu taksime ruhsat verilmiştir; çünkü zaruret vardır. Zekâtın vâcib olma zamanı meyvelerde, yiyecek derecede olgunlaşma zamanı, danelerde ise katılaşma zamanıdır. Zekâtın verilme zamanı ise, kurumalarından sonradır.
III. Altın ve Gümüş'ün (Paranın) Zekâtı
Mekke ölçüleriyle ikiyüz dirhem saf gümüş üzerinden bir sene geçerse, zekat olarak onda birinin dörtte biri olan beş dirhem gümüş verilmelidir. İkiyüz dirhemden bir dirhem dahi fazla olsa, hesap edilecek ve zekâtı buna göre verilecektir.
Altının nisabı (zekât düşmesi için gereken miktar) , Mekke tartısıyla tam (hiç eksiksiz) olarak yirmi miskaldir. Yirmi miskal altının, onda birinin dörtte biri zekât olarak verilecektir. Fazlası ne kadar az olursa olsun hesap edilecek ve zekâtı verilecektir. Eğer altın veya gümüş nisabdan bir gram kadar azsa o vakit zekât düşmez.
Sahip olunan karışık paralar içerisindeki altın veya gümüş, tasfiye edildiği takdirde nisaba varacak kadarsa zekâtı vâcib olur.
Tasfiye edilmemiş altın ve gümüş madeninde, altın ve gümüş kaplar da ve erkeklerin altın eyer gibi mahzurlu süs eşyalarında da zekât vâcibdir. Helâl olan süs eşyasında ise zekât yoktur. 6
IV. Alacağın Zekâtı, Ticaret Zekâtı
Bu zekât, altın ve gümüş zekâtı gibidir. Ancak ticâret zekâtının sene-i devriyesi ticaret eşyasına yatırılan paranın mülk edinilmesiyle başlar. Ticaret malına yatırılan para nisaba bâliğ ise hüküm böyledir. Eğer yatırıldığında eksikse veya ticaret niyetiyle herhangi bir mal satın alırsa, senesi, satın aldığı vakitten başlar.
Zekât, ülkenin râyiçte olan parasından verilir ve ticaret malları bu para ile kıymetlendirilir. Eğer ticaret malına yatırdığı para tam nisaba bâliğ olmuşsa, o ticaret malını onunla kıymetlendirmek, ülkenin râyiçteki parasıyla kıymetlendirmekten daha evlâdır.
Kendi ev malıyla ticaret yapmaya niyet ederse, onunla ticarî eşya satın almadıkça, yani sadece niyetle sene-i devriyesi başlamaz. Ticareti daha sene tamamlanmadan ticareti bırakırsa, zekâtı da sâkıt olur. Fakat (dinen) en iyisi; o senenin ticaret zekâtını vermektir.
Senenin sonunda, eşyalar üzerine yüklenen kârın zekâtı da sermayenin zekâtıyla birlikte verilir. Kâr için yeni bir seneyi beklemek gerekmez; nitekim zekât hayvanlarının yavrularında da hüküm böyledir.
Sarrafların mallarının senesi de tıpkı diğer ticaretler gibi, aralarındaki normal mübâdele ile sona erip yeniden başlamaz.
Ortaklaşa çalıştırılan malın kârına ait zekât, kârı aralarında paylaşmadan önce dahi olsa, ana paranın sahibine değil, çalıştırana düşer. Böyle fetvâ kıyasa daha uygundur.
V. Definelerin ve Madenlerin (Yeraltı Zenginliklerinin) Zekâtı
Rikâz, cahiliyye devrinde gömülmüş ve İslâm'dan sonra üzerinden mülkiyet geçmemiş bir arazide bulunmuş mal demektir. Böyle bir mal bulan insanın, eğer altın ve gümüşse malın beşte birisini zekât olarak vermesi gerekir. Bunda sene devri muteber değildir. (Yani hemen bulduğu anda beşte birini devlet hazinesine devretmelidir) . Nisab miktarına ulaşmasına da, sene devri gibi itibar olunmaması daha evlâdır; çünkü beşte birinin vâcib olması, bu malın ganimete benzediğini kuvvetleştirmektedir. Bu bakımdan nisabın gerekli olması da uzak bir ihtimal değildir; çünkü bunun sarfedileceği yer, zekâtın sarfedileceği yerin tâ kendisidir. İşte bu sırra binaen yalnızca altın ve gümüş definelerin beşte biri verilmelidir diye tahsis edilmiştir.
Madenlere gelince, altın ve gümüş madeni hâriç, madenlerde zekât yoktur. Altın ve gümüş madeninin zekâtı ise iki görüşün en sahihine göre tasfiye edildikten sonra onda birinin dörtte biridir. Bu fetvâya binaen madenlerde nisab muteberdir. Üzerinden tam bir senenin geçmesi hakkında iki fetvâ vardır. Başka bir fetvâya göre de define gibi, beşte biri vacib olur. Bu fetvâya göre sene devri muteber değildir. Nisab hakkında burada da iki görüş vardır. Allah daha iyi bilir. Vâcib olan miktarda bunu ticaret zekâtına benzetmek veya katmak daha uygun olur; çünkü bu da bir çeşit kazançtır. Senenin devri bakımından onda biri zekât olarak verilen mahsullere ilhâk edilmesi doğru olmaz; çünkü bu aşırı derecede merhamete kaçmak olur. Onda biri zekât olarak verilen mahsullere ancak nisab hususunda ilhâk olunur. Bu ihtilaflardan ve şüphelerden kurtulmak için en ihtiyatlı hareket, bu madenlerin azından da çoğundan da beşte birini çıkarmak olur; çünkü bu ihtilâflar birbirlerini cerhedebilecek zanlardır. Birbirlerini cerhettiğinden ötürü de birisini kesin fetvâ kabul etmekte tehlike vardır.
VI. Fitre Zekâtı (Sadakası)
Hazret-i Peygamber'in diliyle fıtr sadakası, bayram günü ve gecesi şahsî nafakasından ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakasından daha fazla malı olan her müslümana farzdır.
Kişi buğday ekmeği yiyorsa buğdaydan, arpa ekmeği yiyorsa da arpadan olmak üzere Rasûlüllah'ın sa'iyle adam başı bir sa' fıtr sadakası verecektir. 7
Bir sa' iki tam ve üçte bir men'dir. Yediği tahılın cinsinden veya daha üstün bir çeşidinden bu miktarı bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısınca çıkarmalıdır. Ancak buğday yiyorsa, arpadan vermesi câiz değildir. Eğer çeşitli tahıllardan yiyorsa, fıtr sadakasını en iyisinden vermelidir. Fakat yediklerinin herhangi birisinden vermesi câiz ve yeterlidir. Fıtr sadakası zekât malı gibi taksim olunur. Bu bakımdan fıtr sadakasından sekiz sınıfın (eğer varsa) hepsine gereği kadar verilmesi vâcibdir. Fıtr sadakası olarak un (kavut) ve bitlenmiş buğday vermek câiz değildir.
Müslüman erkeğe, hanımının, kölelerinin ve çocuklarının fitresi vâcibdir. Bakmakla yükümlü olduğu yakınlarının fitresini de vermek mecburiyetindedir. Yani nafakası kendisine vâcib olan babalarının (baba, dede ilâ âhirih) anne ve evlatlarının fitrelerini de vermek mecburiyetindedir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Bakmakla yükümlü olduklarınızın sadaka-i fıtrini veriniz. 8
Ortak kölenin fitresi, sahiplerine eşit bir şekilde vâcib olur. Kâfir kölenin fitresi yoktur. Eğer kadın, kendi fitresini verirse, kifayet eder. Koca, karısının iznini almadan onun fitresini verebilir. Bakmakla yükümlü olduklarından ancak bazılarının fitresini verebilecek durumdaysa, nafakası kendisine daha kuvvetlice vâcib olanın fitresini vermesi daha evlâ olur. Hazret-i Peygamber çocuğunun nafakasını eşinin nafakasına, eşinin nafakasını da hizmetçisininkine takdim etmiştir. 9
Bunlar, fıkha âit hükümlerdir. Zengin bir kimsenin bunları mutlaka bilmesi lâzımdır. Fakat bazen çok garip hâdiseler vâkî olmaktadır ki bunlar, bu bilgilerin dışındadır, İşte bu gibi hâdiselerin bilinmesi gerekirse, fetvâ sormaya güvenip bir miktar bilgi ile yetinebilir.
9) Ebû Dâvud, (Ebû Hüreyre'den sahih bir senedle) ; İbn Hıbbân ve Hâkim Nesâî ve İmâm-ı Ahmed
3) Ebû Dâvud ve İbn Mâce
4) Mükâteb köle;kendisiyle 'Şu kadar parayı şu kadar ayda verdiğin takdirde özgürsün'denilmek suretiyle antlaşma yapılan köle demektir. Böyle bir kölenin mal sahibi olma hakkı vardır.
5) Men:İki batman demektir. Buradaki batman, dokuzyüz küsur sene evvelki Bağdad batmanı olup yüzotuz dirhem ağırlığındadır. Öşürden gaye, meyvelerden; kuru üzüm ve kuru hurma; danelerden ise buğday, arpa, pirinç, mercimek ve ihtiyarî olarak kuvt olunanlardır. Tafsilat için bkz. İmâm Nevevî, Minhâc
6) Hanefîlere göre süs eşyalarında da zekât vâcibdir. İster erkeğin olsun, ister kadının; ister külçe olsun, isterse de yemek kabı, bunun zekâtında kıymete değil tartıya itibar olunur. (el-Fıkhu ale'l-Mezâhib'il-Erbaa)
7) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den)
8) Dârekutnî ve Beyhakî, (İbn Ömer'den)
9) Ebû Dâvud, (Ebû Hüreyre'den sahih bir senedle) ; İbn Hıbbân ve Hâkim Nesâî ve İmâm-ı Ahmed
5-2
Zekâtın Verilmesi, Zâhirî ve Bâtınî Şartları
Zekât veren kimsenin şu gelecek beş şartı gözetmesi farzdır:
1. Niyet
Farz olan zekâtı verdiğine kalben niyet etmelidir. Hangi malın zekâtını veriyorsa, onu tâyin etmesi gerekmez. Eğer kaybolmuş bir malı varsa, 'Bu eğer sağlamsa kaybolmuş malımın zekâtıdır. Şayet sağlam değilse, sadaka olsun' denilmesi câizdir. Böyle demese de mutlak şekilde 'Zekât olarak çıkarıyorum' dese bile hüküm yine böyledir. (Yani malı sağlamsa zekât, değilse sadaka olur) . Velînin niyeti, mecnûn ve çocuğun niyeti yerine kâim olur. Malının zekâtını vermeyenlerden zorla zekât alındığı takdirde devlet başkanının niyeti, mal sâhibinin niyeti yerine geçer. Bu niyet ancak dünya ahkâmında geçerlidir; yani sultan ikinci bir zekât alamaz. Âhirette ise, bu niyet mal sahibine fayda vermez. Hatta ikinci bir defa, kendi arzusuyla zekâtını vermedikçe de mânevî sorumluluktan kurtulamaz. (Ancak tevbe ile kurtulur) .
Zekâtın verilmesi hususunda vekil tuttuğu zaman niyet eder veya vekili, ikinci bir vekil tuttuğu zaman niyet ederse, kâfidir. Çünkü niyette vekil edinmek, niyet demektir.
2. Sene Sonunda Zekâtı Hemen Vermek
Fıtr zekâtı, Ramazan bayramı gününden sonraya bırakılmamalıdır. Fitre zekâtı, Ramazan ayının son gününde güneşin batmasıyla vâcib olur. Fitre zekâtının acele verilmesinin vakti, bütün Ramazan ayıdır.
Verecek kudrette olduğu halde zekâtını erteleyen kimse günahkâr olur. Eğer bu fırsattan sonra malı (semavî veya arzî bir felâketle) yok olsa, zekât farizası sâkıt olmaz. Kendilerine zekat verilebilecek kimseler bulunduğu takdirde, zekâtın edâ edilmesi imkânı doğmuş demektir. Eğer verilecek kimse olmadığı için, zekât ertelenir ve bu arada mal da zâyi olursa, zekât sorumluluğundan kurtulmuş olunur. Zekâtı vaktinden önce vermek ancak şu şartlarla câizdir: A) Kâmil nisabdan sonra, B) Senenin başlamasından sonra.
Acele ederek iki senenin zekâtı vaktinden önce verilebilir. Ancak bu zekâtı alan fakir, sene tamam olmazdan evvel ölür veya (maazallah) dinden çıkar veya aldığı bu zekâtın dışında başka bir servet ile zengin olursa veya zekâtı verenin ana malı telef olursa veyahut zekât sahibi ölürse, verilen zekât sayılmaz. Geri alınması da mümkün değildir. Ancak verirken 'Şayet zekâtlıktan çıkaran herhangi bir sebep zuhur ederse, bu malı geri almayı şart koşuyorum' dediği takdirde geri alabilir. Bu bakımdan zekâtını vaktinden önce veren bir insan, hâdiselerin sonunu ve selâmetle neticelenmesini gözetmelidir.
3. Zekâtı Bedelen Değil, Aynen Ödemek
Zekat olarak verilmesi gereken malın kıymet itibarıyla bedelini değil, aksine açık nassla hangi malın zekâtının verilmesi emredilmişse o malın aynısından zekât vermek gerekir. Bu bakımdan altın yerine gümüş, gümüş yerine de altın verilmez.
İmâm-ı Şâfiî'nin bu husustaki gayesini iyi kavrayamayanlardan, bu hususta kolaylık göstererek, 'Zekâttan gâye ihtiyaç kapısını kapatmaktır' diyerek bedelin verilmesine taraftar olanlar da çıkabilir; fakat böyle kimseler, fıkhi meselelerin sırlarını idrâk etmekten çok uzaktırlar. İhtiyacı ortadan kaldırmak şâriin maksududur; fakat bütün maksud da bundan ibaret değildir.
Şer'î vâcibler üç kısma ayrılır:
Bir Taabbüdî Emirler
Sadece taabbüdîdir. Bu kısımda nefsin zevklerine ve gayelerine yer yoktur. Bu tıpkı cemrelere (şeytanlar için) atılan taşlar gibidir; zira cemreler kendilerine atılan taşlardan hiçbir şekilde faydalanmakta değildirler. Bu bakımdan şeriatın buradaki gayesi, bu hareket ile kulu, mânâsını idrâk edemediği bir fiili sırf Allah'ın emrini yerine getirmek için isteyerek yapıp kulluğunu izhâr etme hususunda denemektir. Çünkü insan tabiatı mânâ ve faydası görülen birşeyin yapılmasında yardımcı olduğu gibi, kişiyi onu yapmaya da sevkeder. Böyle bir şeyi yapmak tam mânâsıyla ihlâslı bir kulluğu göstermez. Hakîkî kulluk, hareketin ancak mâbudun emri olduğu için yapılıp herhangi bir mülâhazadan ileri gelmemesiyle tahakkuk eder. Hac ibadetinin birçok amelleri cemrelere atılan taşlar gibi sadece taabbüdîdir. (Tavaftaki remel gibi) . İşte bu sırra binaen Hazret-i Peygamber hac için ihrâma girerken şöyle buyurmuştur:
Ey rabbim! Hak olan haccı yapmak suretiyle senin emrine koşuyorum. Bu haccı herhangi bir şeyden dolayı değil, sadece kulluk ve kölelik cihetinden îfâ ediyorum. 10
Hazret-i Peygamberin bu ifadesiyle de işaret buyurduğu gibi hac amelleri sadece Allah'ın mücerred emrine itaat etmek ve böylece de kulluk izhâr etmek için yapılır. Yoksa bu hareketlerde herhangi bir fayda sezilmiş, akıl bunlara meyletmiş veya insanı bunları yapmaya teşvik etmiş değildir.
İki/Ta'lilî Emirler
Mâkul bir mânâ taşıyan ve zevk veren kısımdır. Bununla kulluk kastedilmektedir. Bu, insanların borcunu edâ etmek, gasbedilen malı sahibine geri vermek gibidir ve hiç kuşkusuz, burada fiil ve niyet şart değildir. Hak, sahibine geri verildiğinde, bunu ister sahibi, isterse de ona vekâleten bir başkası gelip alsın, vâcib yerini bulmuş ve şeriatın hitabı da böylece borçludan düşmüş olur; yani sorumlu olan şahıs kurtulur. İşte bu kısımlar (birinci ve ikinci kısım) , terkipsiz kısımlardır. (Yani birincisi sadece taabbüdî, ikincisi de aklîdir) . Bu iki kısmı herkes idrâk etmektedir.
Üç/Taabbûdî ve Ta'lilî Emirler
Taabbüdî ve aklî emirlerden meydana gelen kısımdır. Yani bu kısımda hem ibâdet yapan için bir zevk ve nasip vardır, hem de mükellef kulluk bakımından denenmektedir. Bu bakımdan bu kısımda, üç cemreye atılan taşlar gibi, mücerred taabbüd sahiplerine verilen haklarla sadece nefsin nasibi olan mücerred aklî bir araya gelmiştir. Bu üçüncü kısım, esasında mâkul (yani düşünülür ve faydası görünür) bir kısımdır.
Eğer şeriat bu kısmın yapılmasını emrediyorsa, muhakkak bu iki mânânın bir arada bulunması gerektiği içindir. Mânâların en incesi olan mücerred taabbüdü, en açığı olan mânâ sebebiyle unutmamak gerekir. Belki de en ince mânâ daha mühimdir. İşte zekât da bu kabildendir. Bu inceliği İmâm-ı Şâfiî hazretlerinden başkası sezememiştir. Bu bakımdan zekât ibadetinin hedefi elbette ki fakirin ihtiyacını gidermektir. Bu mânâ ise zekât ibadetinin açık ve zihinlere kolaylıkla yerleşen mânâsıdır. Bir de (bu ibâdette, mezkur) tafsilâta tâbî olan kulluk hakkı vardır ki, şeriatın maksudu ve hedefi de budur. Bu itibarladır ki zekât da İslâm'ın esaslarından olup namaz ve hacla eşit sayılmıştır.
Hiç kuşkusuz; mallarının cinslerini ayırıp her malın zekâtını aynısından, çeşidine, cinsine ve sıfatına uygun olarak vermek mükellef için bir zorluktur. Bunları bu şekilde ayırdıktan sonra zekâtı, kendilerine zekat verilecek sekiz sınıfa dağıtmak da ayrı bir zorluk teşkil etmektedir. Bu konuda kolaylık cihetine giderek esas yerine bedeli kabul etmek, fakirin nasibine hiçbir zarar vermez; fakat kulluğa zarar verir. Kulluğun, şeriatın hedef ve maksudu olduğuna dâir birçok deliller ve şeriata hedef olarak mücerred kulluğu tâyin ettiren birçok emirler vardır ki, bunları, fıkhî görüşlerimizi yazdığımız kitaplarda zikretmiş bulunuyoruz.
Bu emirlerin en açıklarından birisi de şudur: Şeriat, beş devede bir koyunu zekât olarak vâcib kılmış ve devenin zekâtı olarak deve değil, koyun vermeyi emretmiştir. Deve yerine altın ve gümüş veya devenin fiyatı ne ise onu veriniz, dememiştir. Eğer 'O zamanlar Arapların elinde para az olduğu için böyle olmuştur' denilecek olursa, bu iddia deve zekâtındaki cebran meselesiyle çürütülür. Şöyle ki:
Şeriat 'Dört yaşında bir deve yerine üç yaşında bir deve verirse, üstüne iki koyun ve yirmi dirhem nakit para versin' diyor. Burada para vermeyi emreden şeriat, beş devenin zekâtı olarak da para verilsin diyebilirdi. (Demek ki para demeyişi, o zamanlar paranın az oluşuyla alâkalı değildir. Bunda başka bir hikmet aranmalıdır) .
Acaba şârî bu cebirler meselesinde neden 'Eksiklik kadar kıymeti verilsin' demedi? Neden iki koyun ile yirmi dirhem takdir etti? Oysa elbiseler ve diğer bütün mallar da para ve koyun mânâsındadır. İşte buna benzer tahsisler delâlet eder ki, zekât da tıpkı hac gibi, taabbüdî mânâlardan hâli değildir; fakat zekâtta, hacdan ayrılan şöyle bir taraf vardır: Zekâtta hem taabbüdî, hem de taakkulî mânâlar bir araya gelmiştir. Zayıf zihinler bu iki mânâdan oluşan ibâdetlerin (zekât gibi) idrâkından zorlanırlar. İşte bu konudaki hatalar buradan gelmektedir.
4. Zekâtı, Bulunduğu Belde Dışına Çıkarmamak
Zekât başka bölgelere çıkarılmamalıdır; çünkü her memleketin fakirleri o memlekette bulunan malların zekâtını beklemektedirler. Zekâtı, bulunduğu yerden nakletmek, orada bulunan fakirleri mahrum etmek demektir. Ancak bir fetvâya göre eğer nakleder ve başka memleketlerdeki fakirlere verirse zekat farizası yerine getirilmiş olur. Bütün bunlara rağmen ihtilâflardan ve şüpheden sakınmak en iyisidir. (Yani zekâtı, malın bulunduğu memleketin fakirlerine vermek daha evlâdır) . Bu bakımdan her malın zekâtı bulunduğu memlekette verilmelidir. Bununla beraber zekâtın, o memlekette bulunup da oralı olmayan fakirlere verilmesinde de bir beis yoktur.
5. Zekâtı, Kur'ân'ın Belirlediği Sekiz Sınıfa Taksim Etmek
Zekât, malın bulunduğu memleketteki, kendilerine zekât verilecek sınıfların adedine göre taksim edilmelidir; çünkü mevcut sınıfların tamamına vermek vâcibdir. Şu âyet-i celîlenin zâhiri de böyle bir vücûbu gerektirmektedir:
Sadakalar (zekâtlar) , Allah tarafından bir farz olarak ancak şu sınıflar içindir: Fakirler, miskinler. . . (Tevbe/60)
Zekât, ölüm döşeğinde bulunan bir kimsenin 'malımın üçte biri fakir ve miskinlere olsun' demesine benzer. Bu söz, o memlekette bulunan fakir ve miskinlerin hepsinin bu malda ortak olmalarını gerektirir; zira ibadetlerin zâhirlerine hücum etmekten korunmak gerekir.
Kendilerine zekât verilecek sekiz sınıftan şu ikisi hemen hemen bütün İslâm memleketlerinden kalkmıştır:
a) Müellefet'ül-Kulûb
b) Âmiller (zekâtı toplayan memurlar)
Şu dört sınıfsa bütün memleketlerde mevcuttur:
a) Fakirler
b) Miskinler
c) Borçlular
d) Yolcular
Diğer iki sınıf olan gaziler ve kendileriyle akd-i kitâbet yapılan köleler ise, İslâm'ın yalnızca bazı beldelerinde bulunmaktadırlar. Bu bakımdan o memlekette bu sekiz sınıftan meselâ beş sınıf mevcutsa, kişi malının zekâtını beş eşit kısma veya az farkla beş kısma taksim edecek ve böylece her sınıf için bir kısmını ayıracaktır. Sonra da her kısmı, üç veya daha fazla paylara taksim edip o sınıf içindeki fertlere eşit veya farklı bir şekilde dağıtacaktır. Aynı sınıf içindeki fertlere eşit bir şekilde dağıtma mecburiyeti yoktur; çünkü aynı sınıf için ayırmış olduğu kısmı, ona veya yirmiye de taksim ederek verebilir. Paylar fazlalaştıkça da zekât alanların nasibi azalır. Sınıflar ise, fazlalık veya eksikliği kabul etmezler. Eğer varsa her sınıftan en az üç kişiye vermek daha uygundur. Bütün bunlardan sonra, eğer kişinin elinde sadece bir sa' fıtr zekâtı varsa ve memleketinde de zekât alan beş sınıf mevcutsa, bu bir sa'ı her sınıftan üçer kişiye vermek suretiyle onbeş kişiye taksim etmelidir. Eğer onbeş kişiye verme imkânı olduğu halde ondördüne verir de birine vermezse, ona borçlu olur. Eğer vereceği zekât az olduğu için, onbeş kişiye dağıtma imkânı zorlaşırsa kendisi gibi zekât veren birkaç kişi bulup hepsinin zekâtını bir araya getirerek birbirlerine karıştırmak ve sonra da zekât alan kimseleri dâvet ederek onlara toplu olarak zekâtı teslim etmelidir ki, onlara zekât malını taksim etme imkânı vermiş olsun. Zira zekâtı taksim etmek sûretiyle teslim etmek gereklidir.
Zekâtın Bâtınî Âdâbının İncelikleri
Âhiret yolunun yolcusuna zekât verme hususunda birçok vazifeler düştüğü malûmdur.
Birinci Vazife: Zekâtın farziyetini anlamak, mânâsını bilmek, Allah'ın bizi onunla imtihan etmesinin gerekçelerini idrâk etmek, bedenî ibadetlerden olmayıp sadece bir malî tasarruf olmakla beraber neden İslâm'ın temellerinden birisi olduğunu sezmektir. Burada üç mânâ vardır:
A) Şehâdet kelimesini telâffuz etmek, Allah'ın birliğini ikrâr ederek O'nun tek ma'bud olduğuna şâhidlik yapmak demektir. Bu ahdin tamamlanması, muvahhidin yanında, bir olan mahbubdan başka hiçbir mahbubun bulunmamasına (ve bulundurulmamasına) bağlıdır; çünkü muhabbet ve sevgi, ortaklık kabul etmez. Sadece dil ile ikrâr edilen Tevhîdin faydası da pek azdır. Aşkın derecesi, âşığın, sevdiği diğer şeylerden uzaklaşmasıyla ölçülür. Mallar insanlar nezdinde mahbubdur; çünkü insanların dünyalarından zevk almasına âlet ve vesiledirler. İnsanlar, bu dünya ile ancak mallar vasıtasıyla ünsiyet kazanırlar ve mallar için ölümden kaçarlar. Oysa ölümde hakîkî mahbub ile buluşma hakikati vardır. Bu bakımdan şehadet kelimesiyle mahbub-u hakîkî dâvalarının doğruluğu, zekât ile denenmiş olmaktadır. Zekâtı vermek suretiyle, hedef ve mâşukları olan maldan yüz çevirip mâşuk-u hakîkîye yöneldikleri ortaya çıkar.
İşte bu sırra binaen Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah, (kendi yolunda savaşarak öldürüp öldürülen) müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. (Tevbe/111)
Allah ile yapılan bu alış-veriş, ancak cihadla olur. Burada kişi, Allahü teâlâ ile mülâki olmak aşkıyla canını bile seve seve feda eder; malın feda edilmesi ise daha kolaydır.
Malların Allah yolunda verilmesindeki mânâ anlaşıldıktan sonra (bilinmelidir ki) insanlar üç kısma ayrılır:
1. Allah'ın birliğini tasdik ettikten sonra ahde vefa göstererek bütün malını Allah yolunda harcayıp kendilerine bir dinar veya bir dirhem dahi ayırmayanlardır. Bunlar zekâtın üzerlerine farz olmasına imkân vermemek için varlarını ve yoklarını Allah yoluna sarfetmişlerdir. Hatta bunlardan bazıları, kendilerine 'İkiyüz dirhemde kaç dirhem zekât vardır? diye sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: 'Şeriatın hükmüne göre avam tabakasına ikiyüz dirhemde beş dirhem zekât düşer. Bizlere gelince, bizim bütün malımızı vermemiz farzdır'.
Bu sırra binaendir ki Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) malının tamamını, Ömerül Faruk da yarısını Allah yolunda sadaka vermişlerdir. 11
Hazret-i Peygamber malının yarısını getiren, Hazret-i Ömer'e şöyle sorar:
- Çoluk çocuğuna ne bıraktın?
- Getirdiğim malın bir mislini de onlara bıraktım.
Hazret-i Peygamber aynı suali Hazret-i Ebû Bekir'e sorduğunda o şöyle cevap verir:
- Çoluk çocuğuma Allah ve Rasûlü'nü bıraktım.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:
- İkiniz arasındaki fark, sözlerinizin arasındaki fark kadardır.
Sıddîk-ı Ekber (radıyallahü anh) , sadâkatin tamamını yerine getirdi ve yanında, mahbub-u hakîkisi olan Allah ve Rasûlü'nden başka hiçbir şey bırakmadı.
2. İkinci kısmın derecesi birinci kısmınkinden düşüktür. Bu ikinci kısım, ihtiyaç zamanlarını ve hayır mevsimlerini gözeterek ellerinde mal bulunduranlardır. Bunların gayesi; ellerinde bulunan bu malla zevk ve safâ sürmek değil, onu ihtiyaç nisbetinde Allah yolunda ve şahsî ihtiyaçlarından fazla olan kısmı da gerekli hayır yerlerine sarfetmektir. Bunlar, mallarının farz zekâtını vermekle iktifa etmezler.
Tâbiîn-i kirâm'dan bir cemaat 'Zenginin malında zekâttan başka birçok haklar vardır' demişlerdir. (Nehâî, Şa'bî, Atâ ve Mücâhid böyle diyenlerdendir) .
Şa'bî (radıyallahü anh) 'Zenginin malında, zekâtın dışında herhangi bir hak var mıdır?' diye soran bir kişiye şu cevabı vermiştir: 'Evet vardır. Sen Allahü teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi? (Asıl) birr ona karşı duyduğu sevgiye rağmen malı (nı) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere harcayanın birr'idir. (Bakara/177) 'Malda zekâttan başka da haklar vardır' diyen grup, şu ayetleri de delil göstermişlerdir:
Kendilerine verdiğimiz rızıklardan hak yolunda harcarlar. . . (Enfâl/3)
Size rızk olarak verdiğimiz şeylerden harcayın! (Münâfikûn/10)
Bu grup, zikrettiğimiz ayetlerin, zekât ayeti ile neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olduğunu kabul etmemektedir. Bu gruba göre, bunlar, müslümanın diğer müslüman üzerinde bulunan ve zekât haricinde olan haklarıdır.
Bunlar ayeti şöyle yorumlamaktadırlar: 'Zengin bir müslümanın, nerede bir muhtaç görürse zekâtın dışında servetinden onun ihtiyacını giderecek miktarı sarfetmesi gerekir'.
Bu hususta itibar edilecek iki görüş şudur: Sıkıntı içerisinde bulunan bir müslümanın ihtiyacını gidermek farz-ı kifâyedir; zira bir müslümanı mahvolmaya terketmek câiz değildir. Bu konuda şöyle demek de mümkündür: 'Zengin, fakirin ihtiyacını, ileride kendisine ödemek şartıyla; yani borç vermek suretiyle giderebilir. Fakat malının zekâtını verdikten sonra böyle bir yardım zengine farz değildir'. (Kitabın başka bir nüshasında; 'Zenginin, zekâttan fazla olan malını vermesi gerekmez; ancak ileride almak şartıyla borç vermek mecburiyetindedir' denilmiştir) .
Şöyle bir ihtimal de mümkündür: Fakire, ihtiyacını giderecek kadar malın derhal verilmesi gerekir. İleride ödemek şartıyla vermek; yani fakiri borç altına girmeye mecbur etmek câiz değildir. Bu ihtilaflı bir meseledir. Borç olarak vermek, halk tabakasına ait en son dereceye iniştir ki bu derece, sadece vâcib olan zekâtı vermekle iktifâ eden üçüncü grubun derecesidir.
3. Üçüncü grup, farz olandan ne eksik ve ne de fazla vermeyenlerdir. Bu da dinen en küçük rütbeyi gösterir. Halk tabakası, cimri ve mala meyilli olduklarından ve âhiret sevgilerinin zayıf olmasından dolayı bu derecede istikrâr bulurlar; yani farz olandan başkasını vermezler. (Nitekim buna işâreten) Allahü teâlâ, Kur'ân'da şöyle buyuruyor:
Eğer (Allah) sizden malların hepsini isteyip de sizi (buna) zorlasaydı cimrilik edip vermezdiniz. (Böylece Allah) kinlerinizi de meydana çıkarırdı. (Muhammed/37)
Malını ve nefsini Allah'a verip karşılığında cennet alan bir kul ile, cimriliğinden dolayı malını Allah'a vermekten çekinen kul arasında nice dereceler vardır. Allahü teâlâ'nın, kullarına, mallarını kendi yolunda harcamalarını emretmesinin mânâlarından birisi de budur.
B) İkinci mânâ ise, onları cimrilik sıfatından temizlemektir; zira cimrilik, insanı helâk edici sebeplerden birisidir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyuruyor:
Şu üç şey, helâke götürücüdür:
a) İtaat edilen cimrilik,
b) Tâbi olunan hevâ-i nefis,
c) Kişinin nefsini beğenmesi. 12
Allahü teâlâ da şöyle buyurur:
Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar (azaptan) kurtulanların tâ kendileridir. (Teğâbün/16)
Mühlikât bahsinde, cimriliğin nasıl helâk edici olduğuna ve ondan kurtulmanın keyfiyetine dair tafsilât gelecektir.
Cimrilik sıfatı, ancak nefsin, serveti Allah yolunda sarfetmeye alıştırılmasıyla giderilir. Birşeyin sevilmesi, ancak nefsi ondan ayrılmaya zorlamak suretiyle sona erer. Nefsi öyle zorlayacaksın ki, onu terketmek nefis için âdet hâlini alsın. Bu ruh ile verilen zekât, sâhibini, helâk edici cimriliğin pisliğinden temizleyici ve kurtarıcı bir sıfattır. Ne kadar verilirse, o nisbette temizler ve sahibi ise o nisbette ferahlanıp durur.
C) Üçüncü mânâ, nimetin şükrüdür. Allahü teâlâ'nın kulu üzerinde gerek nefsinde ve gerek malında birçok nimetleri vardır.
Bu bakımdan bedenî ibadetler, bedenî nimetlerin; malî ibadetler de malî nimetlerin şükrüdür. Sıkışık ve kendisine muhtaç bir fakiri görüp de nefsi, Allahü teâlâ'nın kendisini dilenmekten kurtardığı ve başkasını kendisine muhtaç kıldığı nimetin şükrünü edâ etmek kabilinden dahi olsa malının onda birinin dörtte birini veya direkt olarak onda birini vermesine razı olmayan insan, ne nânkör bir insandır!
İkinci vazife: Zekâtı verdiği vakittedir. Borçlu olan kimsenin, borcunu, ödeme vakti zamanı gelmezden evvel, borcuna sâdık olduğunu göstermesi için vermesi, kendisine mahsus edeplerdendir. Çünkü vakti gelmezden evvel vermek suretiyle fakirlerin kalplerine sürûr ve neşe yerleştirir. Böylece kendisini hayırlardan meneden zamanın mânilerini de önlemiş olur. Tehirde birçok âfetin bulunduğunu ve bunun isyâna sebep olduğunu da anlamış olur.
Kişi, içinde hayır işlemeye sevkedici bir duygu belirdiği zaman, derhal fırsatı ganimet bilerek hayır işlemelidir. Çünkü böyle bir duygu, melekten gelen bir telkindir. Müslümanın kalbi Rahman olan Allah'ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. Kalp çok kısa bir zamanda başka bir yöne dönebilir. Şeytan daima insanı fakirlikle korkutur ve ona fuhşiyat ve münkeri emreder. Meleğin telkininden sonra, hemen şeytanın telkini gelir. Bu bakımdan müslüman, fırsatları değerlendirmelidir.
Müslüman, bütün zekâtını bir kalemde veriyorsa, bunun için senede bir ay tâyin etmeli ve bu ayın da senenin en faziletli aylarından olmasına dikkat etmelidir. Tâ ki bu vakit sebebiyle ibadeti fazlasıyla kabul edilsin ve defterine birkaç misli olarak, geçsin. Meselâ Muharrem ayı gibi; çünkü Muharrem, senenin başlangıcı olduğu gibi, haram aylardan da birisidir. Veya Ramazan ayını tâyin etmelidir. Hazret-i Peygamber insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında bendini aşan bir sel gibiydi; onun önünde hiçbir şey duramazdı13.
Ramazan ayında kadir gecesinin fazileti de vardır. Hem Kur'ân da Ramazan ayında nazil olmuştur.
Mücâhid (radıyallahü anh) şöyle diyor 'Sakın Ramazan demeyiniz; çünkü Ramazan, Allah'ın isimlerinden birisidir. Ancak Ramazan ayı diyebilirsiniz'.
Haram aylardan olan Zilhicce ayı da, Ramazan ve Muharrem gibi fazileti bol olan aylardandır. Hacc-ı ekber bu aydadır. Bu ayın ilk on günü, Kur'ân'ın diliyle 'el-eyyâm'ul-ma'lûma' (belli başlı günler) diye ilân edilmiştir. Bir de yine bu ayda 'el-eyyâm'ul-ma'dûda' diye tâbir edilen teşrik günleri vardır. Ramazan ayının en faziletli günleri son on günü; Zilhicce'nin en faziletli günleri ise, ilk on günüdür.
Üçüncü vazife: Zekâtı gizlice vermektir; zira gizlice vermek riyâ ve gösterişten daha uzaktır.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sadakanın en faziletlisi, bir fakirin, gücü nisbetinde başka bir fakire verdiği gizli sadakadır. 14
Alimlerin bazıları da şöyle buyurmuşlardır:
Üç şey hayrın hazinelerindendir. Gizli sadaka vermek de bunlardan birisidir. 15
Müsned olarak rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul, gizli bir amel yaptığında Allahü teâlâ onu gizli olarak yazar. Eğer onu açığa vurursa Allah nezdindeki defteri de gizlilikten çıkar ve açık yazılanlar arasına girer. Eğer ondan bahsederek 'Ben şöyle yaptım' derse, gizlilik ve açıklıktan geçilerek riyâ olarak yazılır. 16
Meşhur bir hadîste de şöyle denilmektedir:
Yedi sınıf insan vardır. Allahü teâlâ, onları kendi gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı günde (manevî veya arşının) gölgesinde gölgelendirir: 1) Sol eli sağ elinin verdiğinden haberdar olmayacak şekilde sadaka veren kişi. . . (Diğer sınıflar kitabın metninde sayılmamıştır) . 17
Gizli sadaka, rabbin gazabını söndürür. 18
Allahü teâlâ da şöyle buyurur:
Eğer sadakaları gizler de, fakirlere öylece verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. (Bakara/271)
Sadakayı gizlemenin faydası riyâ ve gösteriş âfetlerinden kurtuluştur.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, dinleten (verdiği sadakayı şurada burada söyleyen) , gösteriş yapan ve başa kakanların sadakalarını kabul etmez. 19
Sadakasını şurada burada söyleyen kimse, bunu herkese duyurmak istiyor demektir. Cemaat içinde veren kimse ise gösteriş peşindedir. Bunlardan kurtulmanın yolu da gizlemek ve susmaktır. Sadakayı gizlemenin fazileti hakkında bir cemaat çok ileri giderek, sadaka verdikleri kişinin kendilerini tanımamasına çalışmışlardır. Bunlardan bazıları sadakasını iki gözü de âmâ olanlara verirdi. Bazıları da verecekleri sadakayı uyumakta olan bir fakirin elbisesinin kenarına bağlardı. Bazıları ise sadakasını, başka biriyle gönderirdi. Birisi vasıtasıyla gönderen, ona kendi ismini ifşâ etmemesini sıkı sıkı tenbih ederdi. Bütün bunları Allahü teâlâ'nın gazabını söndürmeye, riyâ ve gösterişten korunmaya vesile olsun diye yapıyorlardı.
Alan şahsın sadaka vereni tanıması kaçınılmaz olduğu zaman, fakire doğrudan değil de, bir aracı vasıtasıyla vermek ve kendisini tanıtmamak daha evlâdır. Çünkü fakirin kendisini tanımada, gösteriş ve minnet; aracılık yapanı tanımakta ise sadece riyâ vardır.
Şöhret için sadaka verenin ameli hebâ olur gider; çünkü zekât, nefisteki cimriliği silmek ve onun mala karşı olan sevgisini zayıflatmak içindir. Şöhret sevgisi ise, nefsi mal sevgisinden daha fazla istilâ eder. Bunların ikisi de âhirette insanı helâk edici şeylerdendir. Cimrilik sıfatı, kabirde ısırıcı bir akrep; gösteriş sıfatı ise zehirli bir yılan olur. Kişi bu iki şeyi zayıf düşürmek veya öldürüp ortadan kaldırmakla emrolunmuştur ki kabirdeki eziyetlerini tamamen veya kısmen kaldırmış olsun. Kişi riyâ ve gösteriş yaptığında akrebin bazı organlarıyla yılanı takviye etmiş gibi olur. Böylece akrepte ne kadar zayıflık meydana gelirse, yılanın kuvvetinde de o kadar artış olmaktadır. Hâdiseyi olduğu gibi bıraksa, kurtuluşu daha kolay olur. Bu sıfatların kuvvetlenmesi, muktezalarına göre amel etmekle sağlanır. Bu sıfatları zayıf düşürmek de mücâhede edip, onlara muhalefet etmekle ve onların isteklerinin hilâfına amel etmek suretiyle temin edilir. Cimriliği isteyenlerden yüz çevirip riyâyı isteyenlere kucak açmakta ne fayda vardır: Tabiî ki hiçbir fayda yoktur,. . Ancak zayıfı daha zayıflatır ve kuvvetliyi de daha ziyade kuvvetlendirir. Bu mânâların sırları Mühlikat bölümünde gelecektir.
Dördüncü vazife; Eğer zekâtını açıkça verdiğinde halkın da kendisine bakarak zekâtlarını vereceği kanaatinde ise, teşvik ve tergib mahiyetinde açıkça vermesidir. Fakat açıkça verdiği takdirde kendisini, riyâ ve riyânın tedâvisi bahsinde zikredeceğimiz formül ile riyâ ihtimalinden korumaya dikkat etmelidir.
Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Eğer sadakaları açıkça verirseniz, ne âlâ. . . (Bakara/271)
Eğer durum açıkça vermeyi iktizâ ederse, o zaman, açıkça verilmesi çok güzel olur. Durumun bu şekilde vermeyi icâb ettirmesi şu sebeplere bağlıdır:
a) Başkasının teşvik edilmesi,
b) Zekâtı isteyen zâtın bunu, halkın gözü önünde istemesi.
Böyle bir kimseye, riyâ korkusuyla vermemezlik etmemeli; aksine o kişiye açıkça zekât vermeli ve bunu yaparken de kalbini mümkün olduğu kadar riyâdan korumalıdır. Çünkü zekâtı açıktan vermekte, başa kakmak ve riyâya kaçmaktan başka ikinci bir mahzur daha vardır. Bu da fakirin perdesini yırtmaktır; çünkü fakir bir kimse, çoğu zaman fakir olarak gösterilmekten eziyet duyar. Bu, tıpkı gizli fâsığın fıskını açığa vurmak gibi mahzurlu olmaktadır. Gizli fâsığı tecessüs etmek, orada burada ondan bahsetmek şer'an yasak bir harekettir. Açıktan fısk işleyen kimseyi teşhir etmekse, fıskından ötürü kendisine verilen bir ceza mahiyetini taşır. Buna da kendisi sebep olmuştur.
Bu mânânın benzerini Hazret-i Peygamber şöyle ifade etmektedir:
Hayâ perdesini üzerinden atan kimsenin gıybeti yoktur. (Yani onun gıybeti helâl olur) . 20
Allahü teâlâ insanları, zekâtlarını açıkça vermeye teşvik etmektedir:
Allah'ın Kitabı'nı okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikâr harcayanlar hiç tükenmeyecek bir ticaret umabilirler. (Fâtır/29)
Zekâtı açıktan vermekte teşvik vardır. Bu bakımdan kul, bu faydayı aynı hareketteki mahzurlu taraf ile karşılaştırıp tartma hususunda ince düşünceli olmalıdır; çünkü bu, zaman ve şahıslara göre değişir. Bazı durumlarda bazı şahıslar için zekâtı âşikâr vermek, gizli vermekten daha efdaldir. Fayda ve felâketleri bilip şehvet gözüyle bakmayan kimse, kendisi için her hâlukârda en evlâ ve en uygun olanı tayin eder.
Beşinci vazife: Sadakasını, eziyet etmek ve başa kakmak suretiyle ifsâd etmemektir.
Ey îman edenler! Sadakalarınızı, malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın! (Bakara/264)
Başa kakmak ve eziyet etmek diye, tefsir ettiğimiz el-mennü ve'l-ezâ ibaresinin hakikatinde âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazılarının dediğine göre menn, verdiği sadakayı orada burada söylemektir, eza ise onu ifşâ etmektir.
Süfyân es-Sevrî 'ıninnet edenin sadakası fâsiddir' buyurmuş; kendisine minnet etmenin ne olduğu sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: 'Verdiği sadakayı orada burada zikretmek ve söylemektir'.
Bazılarına göre 'ıninnet, vermiş olduğu sadakadan ötürü fakirden hizmet beklemek; eziyet ise, onu fakirliğinden ötürü kötülemektir'.
Bazılarına göre de 'ıninnet, kendisine sadaka verdiği için fakire karşı kibirli davranmak; eziyet ise, dilendiği için fakiri terslemek ve kovmaktır'.
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah, çokça minnet edenin (başa kakanın) sadakasını kabul etmez. 21
Benim kanaatime göre, minnetin bir tohumu ve bir de ekildiği yeri vardır. Minnet, kalbin ahvâl ve sıfatlarındandır. Dil ve diğer âzâlarda görülen birçok haller onun üzerine kurulur. Minnetin esası, fakire ihsân edenin ve nimet verenin kendisi olduğunu kabul etmektir. Oysa temizlenmesine ve ateşten kurtulmasına vesile olduğu ve Allah'ın hakkını (zekât ve sadakayı) kendisinden kabul ettiği için fakirin kendisine ihsân da bulunmuş olduğunu kabul etmelidir. Eğer fakir, kendisinden kabul etmemiş olsaydı Allah'ın hakkı daima boynunda kalacaktı. Bu bakımdan asıl zekât sahibinin fakire karşı minnet duyması gerekir; çünkü fakirin eli, Allah'ın hakkını alma hususunda O'nun vekilidir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sadaka fakirin eline girmezden önce Allahü teâlâ'nın (kudret) eline girer. 22
Bu bakımdan zekât ve sadaka veren kimse, böyle yapmakla Allahü teâlâ'nın hakkını kendisine teslim ettiğini bilmelidir. Fakir ise, bu hakkın Allah'a tesliminden sonra Allah'tan rızkını almıştır.
Birisinden alacağı olan bir kişi bunu alması için borçluya, kölesini veya nafakasını vermek mecburiyetinde bulunduğu hizmetçisini gönderse ve borcunu veren de alanın minnet altına girmesi gerektiğini düşünse, bu ahmaklık ve cehâlet olur. Çünkü esasında aracı olan köle veya hizmetçi parayı verenin değil, hak sahibinin minneti altındadır. Parayı veren ise, ödemesi gereken bir borcu sevdiği birşey karşılığında vermiş olur. Bu bakımdan parayı veren, kendi nefsinin hakkını ödemiş olur ve bu yüzden de onunla başkasına minnet etmeye hakkı yoktur.
Kişi, zekât farizasının anlaşılrnasmdaki bu üç mânâyı veya herhangi birisini bildikten sonra nefsinin, başkasına değil, ancak kendi kendisine iyilik ettiğini görür. İyilik de malını, Allah sevgisini izhâr etmek, nefsini cimrilik rezâletinden temizlemek veya malının artmasını istemek ve mal nimetinin karşılığında şükretmek için vermekle olur. Bu gayelerden hangisi kast olunursa olunsun, zekâtı veren ile alan arasındaki hiçbir muamele de verenin, kendisini, alan kişiye iyilik yapmış olarak telâkki etmeye hakkı yoktur. Kişi kendini alana iyilik yapmış olarak görmek cehaletine düştüğü takdirde, minnet mânâsında zikrettiğimiz mahzurlar meydana çıkar. Bu mahzurlar, orada burada sadaka verdiğini söylemek, gösteriş için bunu ifşâ etmek, sadakayı alan fakirden, karşılık olarak teşekkür, dua, hizmet, saygı beklemek; ondan emirlerine itaat etmesini, meclislerde kendisine yer vermesini ve her emirde kendisine tâbî olmasını istemektir. Bütün bunlar minnet'in meyveleridir. Minnet'in bâtınî mânâsı ise, daha önce beyan ettiğimiz gibidir.
Eziyet'e gelince, bunun zâhirî mânâsı kendisine zekât verdiği fakiri azarlamak, ayıplamak, onunla sert konuşmak, ona karşı yüzünü buruşturmak, ekşitmek, onu teşhir ve çeşitli şekillerde istihfâf etmektir. Eziyetin bâtınî mânâsı ise (ki bu da eziyetin çıkış yeri ve menbaıdır) iki husustan ibarettir:
A) Kişinin malı elden çıkarmak istememesi ve vermenin ken disine ağır gelmesi. Hiç kuşkusuz böyle bir durum insanın ahlâkını bozar.
B) Kendisini fakirden daha üstün görmesi ve kendisine muhtaç olduğu için fakirin daha düşük bir mertebeye sahip olduğu kanaatini taşımasıdır.
Bu iki görüşün menşei cehâlettir. Malı elden çıkarmayı istememek ahmaklıktır. Çünkü bin dirhemlik birşey karşılığında bir dirhemi vermeyen kimse, son derece ahmaktır. Malın Allah'ın rızasını kazanmak ve âhirette sevap elde etmek için verildiği mâlûmdur. Malı, nimetinin artması veya nefsini cimrilik rezaletinden kurtarması için vermek yerine sadece Allah rızası için ve âhirette sevap kazanmak amacıyla vermek daha şereflidir. Hülâsa zekât, bu saydığımız niyetlerden hangisiyle verilirse verilsin, vermemenin bunlara karşılık hiçbir fayda temin etmediği meydandadır, İkinci düşünce de, birincisi gibi cehalet eseridir; çünkü kendisini fakirden üstün tutan kimse, eğer fakirliğin zenginlikten faziletli olduğunu ve zenginlerin ne gibi tehlikelerle karşı karşıya bulunduklarını bilseydi, fakiri asla hakir görmez; aksine fakirle yakınlık kurduğu için kendisini mutlu sayar ve onun Allah nezdindeki derecesini temenni ederdi; çünkü zenginlerin sâlihleri bile müslüman fakirlerden beşyüz sene sonra cennete girecektir.
İşte bu sırra binaen Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
'Kabe'nin rabbine yemin ederim ki zarar edenler ancak onlardır'.
Ebû Zer'in 'Onlar kimlerdir?' diye sorması üzerine de 'çok mala sahip olanlardır' cevabını vermiştir.
Kişi Allahü teâlâ'nın kendisi için bir ticaret pazarı kıldığı fakiri, nasıl olur da hakir görebilir? Oysa servetini fakirin didinmesiyle elde edip çoğaltmaktadır. O malı kendi nefsiyle ve hizmetkârıyla ihtiyacı kadar da korur. Şeriat kendisine, fakire ihtiyacı kadar yardım etmesini gerekli kılmış; ihtiyacı olanı ve kendisine zarar verecek miktarı vermesini de menetmiştir. Bu bakımdan zengin, âdeta fakirin rızkını tahsil etmek için çalışan bir kimsedir. Zenginin, fakire nazaran şu tehlikelerle karşı karşıya olduğunu da unutmamak lâzımdır: (Eğer gereken hakları servetinden çıkarıp vermediği takdirde) ,zulmen yüklendiği hakları taşır. Zorluklara katlanır. Ölümünden sonra düşmanlarının yiyeceği malların koruyuculuğunu yapar. O halde ne zaman ki Allah'ın tevfîkiyle, vâcib olan hakların edâsı ve fakire teslim edilmesi hususunda 'istemezliğin' yerini arzu ve sevinç alır ve fakirin hakkını kabul etmek suretiyle kendisini sorumluluktan kurtarırsa, fakire eziyet etmek, onu terslemek ve ona karşı yüzünü buruşturmak gibi haller kendiliğinden ortadan kalkar ve yerini, fakirlerle sevinmek, kendisini bu sorumluluktan kurtardığı için onlarla övünüp fakirlere minnet etmek gibi iyi hasletlere bırakır. İşte yukarıda zikrettiğimiz kaynaktan, minnet etmek ve eziyette bulunmak gibi şeyler doğar.
Eğer "Zekât verenin, kendisini fakire iyilik yapmış derecesinde görüp görmemesi karanlık bir iş olduğu için, 'kendisini böyle görmediğine' delâlet edecek bir deneme var mıdır?" diye soracak olursan, şunu bil ki, bunun, ince ve ince olduğu kadar da açık bir alâmeti vardır. Şöyle ki; kişi zekât verdiği fakiri, kendisine karşı bir cinayet işlemiş veya düşmanını desteklemiş farzedecektir. Eğer zekât vermeden evvel bu fakire karşı duyacağı nefret bu durumda daha da artmışsa, kalbinde minnet kokusu var demektir; çünkü zekât verdiğinden dolayı fakirden, zekât vermezden evvel ummadığı bir şeyi beklemektedir!
Eğer 'Bunu bilmek de esasında çok zor bir iştir. Hiç kimsenin kalbi böyle bir duygudan hâli değildir. Bu bakımdan bunun tedavisi ve çaresi ne olabilir?' diye sorarsan, yine bilmiş ol ki, bunun zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki çeşit tedavi şekli vardır: Bâtınî tedavisi; zekâtın farz oluşunun anlaşılması mevzuunda zikrettiğimiz hakîkatleri bilmektir. Bu tedavinin başka bir şekli de şudur: Zekâtını kabul ettiği ve nefsinin sorumluluktan kurtulmasına vesile olduğu için, esasında fakirin kendisine iyilik ettiğini düşünüp ona minnet duymasıdır.
Zâhirî tedaviye gelince, bu minnet duyanın alışkanlık haline getirdiği hareketlerde bulunmasıdır. Çünkü ahlâktan gelen fiiller incelikleri mevzuun son bölümünde belirtileceği üzere kalbi ahlâk boyasıyla boyar, işte bunun için seleften bazıları zekâtını götürüp fakirin önüne bırakır ve kendisini bir dilenci gibi görerekayakta el bağlamak suretiyle, ondan zekâtını kabul etmesini rica ederdi. Aynı zamanda eğer fakir, isteğini reddederek zekâtını kabul etmezse, bu hareketin kendisine ağır geleceğini de bilirdi.
Bazıları da fakirin elini uzatarak avucundaki zekâtı alması ve böylece onun elinin kendi elinin üstünde olması için elini açarak dururdu.
Hazret-i Âişe ve Ümmü Seleme (radıyallahü anh) , sadakalarını bir fakire gönderdikleri zaman, sadakayı götüren elçiye, o fakirin dualarını ezberlemesini tenbih ederlerdi. Elçi döndüğü zaman, fakirden işittiği duayı kendilerine iletir, onlar da aynı dua ile o fakire dua ederlerdi. Bunun hikmeti şudur: Fakirin duasına aynısıyla karşılık vermek ve bu sûretle sadakalarını karşılıktan kurtarmaktır.
Selef-i Sâlihîn fakirden, sadakanın karşılığı gibi olan duayı beklemezler ve duaya, dua ile karşılık verirlerdi. Hazret-i Ömer ve oğlu Abdullah da böyle yapmışlardır. İşte basîret sahipleri, kalplerini böyle tedavi ederlerdi. Zâhirde bu hastalıktan kurtulmanın çaresi ancak tezellül, tevazu ve fakire minnet duymaya delâlet eden bu gibi fiillerdir.
Bâtında ise, daha önce zikrettiğimiz bilgilerdir. Birisi amel bakımından, diğeri ise ilim bakımından tedavidir. Zaten kalbin tedavisi ancak ilim ve amelin terkibinden meydana gelen mâcun ile mümkündür. Bu şartlar, namazdaki huşû yerine kaimdir.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişinin namazından aklettiği kadarı sahih olur.
Bu hadîs, Hazret-i Peygamber'in Allahü teâlâ fazla minnet edenin (başa kakanın) sadakasını kabul etmez' şeklindeki diğer bir hadisine ve Allahü teâlâ'nın 'Sakın sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle iptal etmeyiniz' (Bakara/264) ayetine benzer.
Fakihin, bu ileri sürdüğümüz şarta bakmaksızın 'Kişi zekâtını verdiği takdirde kabul olunur ve sorumluluktan kurtulur' şeklindeki fetvâsına gelince, bunun ne demek olduğunu Namaz bahsinde kısaca beyan etmiştik.
Altıncı vazife: Zekâtı veren, verdiğini daima az görmelidir; çünkü verdiğini büyük gördüğü takdirde, kendini beğenmişlik hastalığına müptelâ olur. Bu hastalık ise, hem helâk ve hem de amelleri yakıp kül eden şeylerdendir. Allahü teâlâ dikkatleri bu hastalığın tehlikesine çekerek şöyle buyurmuştur:
Şüphe yok ki, Allah size birçok (savaş) yer (lerin) de zafer vermiş ve Huneyn gününde de size yardım etmişti. O vakit Huneyn'de çokluğunuz size güven vermişti de (bunun) bir faydası olmamıştı. (Tevbe/25)
'Kişi kendi ibadetini ne kadar küçümserse, Allah nezdinde o nisbette yücelir. Günahını ise, ne kadar büyük görürse, Allah nezdinde o kadar küçümsenir'.
'Hayırlı ibadet ancak üç şeyle tamamlanır:
a) Yapılanın küçümsenmesi,
b) Yapılmasında acele edilmesi,
c) Gizlenmesi ile. . .
Verdiği zekâtı çok görmek, ayette yasaklanan menn ve ezanın kapsamına dahil değildir. Çünkü kişi malını bir mescidin tamirine veya medresenin ihyâsına sarfederse, burada da sarfettiği malı çok görme hastalığı mümkün olduğu halde men ve eza olamaz, Ucûb ve çok görme hastalığı sadece sadakalarda değil, bütün ibadetlerde görünen bir hastalıktır. Bu hastalığın devâsı, ilim ve ameldir.
Kişi bilmelidir ki, malın onda biri veya onda birinin dörtte biri bütününe nazaran çok azdır ve yine bilmelidir ki, kendi nefsi için bezlin (vermenin) en düşük derecesiyle kanaat etmiştir. Nitekim biz bunu zekât farziyyetinin anlaşılması bölümünde de zikretmiştik. Bu bakımdan böyle bir harekette bulunan bir kimse, bu hareketinden utanması gerekirken nasıl olur da bunu çok görebilirr
Eğer bezlin en yüksek derecesine çıkıp bütün malını veya malının büyük bir kısmını verirse, o vakit de bu malın nereden geldiğini ve nereye sarfettiğini düşünmelidir. Mal Allah'ındır. Esasında Allahü teâlâ'nın bu malı kendisine verdiği ve kendisinin yolunda sarfetmeye muvaffak kıldığı için minnet etmek, ancak Allah'a mahsustur. O halde Allahü teâlâ'nın hakk-ı ilâhisinin tâ kendisi olan malı, onun yolunda harcadığı zaman, neden bu hareketini çok görmektedir.
Amelî tedavi de şudur: Malın bütünü Allah'ındır. Bir kısmını vermemek cimriliği gösterdiği için, utanan bir kimsenin rolüne bürünerek vermelidir. O zaman, veren tıpkı emanetin bir kısmını sahibine iade eden, diğer bir kısmını da vermeyen bir kimsenin hâli gibi ezik ve utanma ile karışık bir durum arzeder. Çünkü malın tamamı Allahü teâlâ'ya aittir. Hepsini vermek, Allah nezdinde daha sevimlidir. İnsanoğlu cimri olduğu için, bütün malın verilmesi, kendisine zor geldiğinden, Allahü teâlâ, kuluna malının tamamını vermeyi emretmemiştir.
Nitekim bu hakikate Allahü teâlâ şöyle temas etmektedir:
Eğer sizden malların hepsini ister de sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edip vermezsiniz. (Muhammed/37)
Yedinci vazife: Malının en iyisini, yanında en sevimli, en kıymetli ve en güzelini seçerek onu Allah yolunda vermelidir. Çünkü Allah mutlak mânâda iyidir, ancak iyiyi kabul eder. Eğer Allah yolunda verdiği malda şüphe varsa, verdiği mal şeriata göre mülkü değilse, o zaman, yerini bulmuş olamaz. Eban'ın (b. Ebî Ayyaş b. Abd) Hazret-i Enes b. Mâlik'den rivâyet ettiği hadîste aynen şöyle denilmektedir:
Helâlden kazandığı bir maldan Allah yolunda infâk eden kula, cennet vardır!23
Eğer zekât için ayırdığı mal, iyisinden değilse, böyle yapması edep dışı bir davranıştır. Çünkü bu takdirde malın iyisini kendisine veya kölesine veyahut da çoluk çocuğuna bırakıyor ve böylece bunları Allahü teâlâ'dan daha fazla tercih etmiş oluyor. Eğer bu hareketini, misafirine karşı yapıp evindeki basit yemekleri ona getirirse, mutlaka misafiri darıltacaktır. Ayırdığı zekât sadakasında eğer Allahü teâlâ'yı gözetiyorsa, durum budur. Eğer nefsini ve âhiretteki sevabını gözetiyorsa böyle yaptığı takdirde yine akıllı sayılmaz. Çünkü başkasını nefsine tercih etmiş olmaktadır. Zira kişinin, malından verdiği sadaka, Allah nezdinde gizlediği veya yeyip bitirdiği veya ihtiyacına sarfettiği kadar kendisinindir.
Geçici hayatını gözetip ebedî hayatını terketmek, akıllı insanların işi değildir.
Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ey îman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin helâl olanlarından ve iyisinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin ancak göz yumarak alabileceğiniz düşük şeyleri sadaka vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah vereceğiniz sadakalardan müstağnidir. Her durumda hamde lâyıktır. (Bakara/267)
Yani eğer size verildiği takdirde, ancak istemeyerek ve verenden utanarak alabileceğiniz bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve böylece rabbinizi basit faydalara değiştirmeyin.
Bir dirhem, yüzbin dirhemi geçer!24
Bunun hakikati şöyledir: İnsanoğlu, malının helâlinden ve en iyisinden bir dirhemi Allah yolunda verir. Bu dirhem gönül rızasıyla ve Allah nezdindeki karşılığına sevinerek ve inanarak verilmektedir. Bazen de istemediği ve sevmediği malından yüzbin dirhem vermektedir. Onun sevmediği bir maldan Allah yolunda vermesi delâlet eder ki, sevdiği malını Allah'a tercih etmektedir. Bundan dolayı kendileri için kötü telâkki ettikleri bir şeyi Allah'a atfettiklerinden Allah bir kavmi zemmederek şöyle buyurmuştur:
Hem kendilerinin hoşlanmadıkları kızları Allah'a isnad ediyor, hem de en güzel âkıbet onlarmış diye dilleri kendilerine yalan söylüyor. Hayır! Şüphe yok ki, ateş onlarındır. (Nahl/62)
Bazı Kur'ân okuyucuları (kurralar) ayetteki Lâcerem kelimesinin başındaki nefy (olumsuz) edatı La üzerinde vakfederek hayır mânâsına almış ve onları böylece iddialarında tekzib etmiştir. Sonra ceremden başlayarak ayeti şu mânâya gelecek şekilde okumaya devam etmişlerdir:
Kendi nefislerine istemedikleri şeyi Allah'a atfetmeleri kendilerine ateşi kazandırmıştır. 25
Sekizinci vazife: Sadakasının Allah nezdinde artışına vesile olacak bir kimseyi arayarak vermelidir. Sekiz sınıfın rastgele fertleriyle yetinmemelidir. Çünkü bu sekiz sınıfın içinde hususî sıfatlara sahip olan kimseler vardır: Bu bakımdan o hususî sıfatlar gözetilmelidir. Bu sıfatlar altı tanedir:
1. Dünyadan yüz çevirmiş, âhiret ticaretine kendisini adamış muttakîlere zekât vermelidir.
Çünkü Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Sen ancak muttaki bir kimsenin yemeğini ye ve yemeğini de yine bir muttakîye yedir. 26
Bunun hikmeti şudur: Muttaki bir kimse, o sadaka ile takvâ yoluna devam etmeye gayret gösterir. Bu bakımdan sen, verdiğin sadaka ile ona bu imkânı bahşettiğinden kendisine ortak olmaktasın.
Yemeğinizi muttakîlere yediriniz. Malî iyiliklerinizi Mü'minlere yapınız. 27
Allah yolunda sevdiğin bir kimseyi misafir et ve yemeğini yedir. 28
Bazı âlimler, sûfîlerin fakirlerini başka fakirlere tercih ederlerdi. 'Eğer bütün fakirlere verirsen daha faziletli olur' denildiği zaman, şöyle cevap verirlerdi: 'Hayır! Bunlar, gayeleri sadece Allah olan bir topluluktur. Fakr u zarurete düştükleri takdirde âzimlerine rehavet gelecektir. Eğer onlardan birisinin azmini Allah'a çevirirsem, benim için gayesi dünya olan bir kişiye vermekten daha sevimli olur'.
Adamın bu sözü Cüneyd-i Bağdadî'ye nakledildiği zaman, çok hoşuna gitmiş ve şöyle demiştir: 'Bu, Allah'ın velîlerinden biridir. Uzun bir zamandan beri bundan daha güzel bir söz duymamıştım'.
Anlatıldığına göre, bu adam iflâs ettiği için dükkânını kapatmak ister. Cüneyd-i Bağdadî, kendisine sermaye gönderir ve 'Bu sermayeyi kullan ve dükkânını terketme. Çünkü ticaret, senin gibi insanlara zarar vermez' der. Bu kişi bakkaldı. Fakirler kendisinden ne isterlerse verir onlardan para almazdı.
2. Hususî olarak ilim ehlini aramalı ve sadakasını onlara vermelidir. Çünkü böyle insanlara sadaka vermek, ilme yardımdır. İlim ise, sahih bir niyetle tahsil edildiği takdirde ibadetlerin en şereflisidir.
İbn-i Mübârek, sadakalarını özellikle ilim erbabına tahsis etmekteydi. Kendisine 'Neden böyle yaparak bütün fakirlere vermiyorsun?' denildiği zaman, şu cevabı verdi: 'Peygamberlik makamından sonra, âlimlerin makamından daha üstün bir mertebe olduğunu bilmiyorum. Bu bakımdan âlimlerden birisinin kalbi, dünyevî ihtiyaç sebebiyle meşgul olduğu takdirde ilim tahsilini tam mânâsıyla yapamaz. O halde onlara ilim tahsili imkânını vermek en faziletli bir hareket olur'.
3. Zekâtı alan, takvâsında ve Tevhîd ilminde doğru bir kimse olmalıdır. Tevhîd ilminde doğru oluşunun mânâsı şudur: Zekât ve sadakayı aldığı zaman buna karşılık verene değil, Allah'a hamdeder, şükreder ve bu nimetin Allah'tan geldiğini görür, aradaki vasıtaya önem vermez. İşte böyle bir kimse, herkesten daha fazla Allah'a şükreden bir kul olur. Bu insan, bütün nimetlerin Allah'tan geldiğini görür.
Lokman Hakîm, oğluna yapmış olduğu vasiyette şöyle demektedir: 'Sakın kendinle Allah arasında nimet veren bir kimsenin varlığını hatırına getirme. Allah'tan başkasının nimetini kendin için bir ağırlık say'.
Nimet mukabilinde Allah'a değil de başkasına teşekkür etmek, hakikî nimet vereni tanımamak demektir. Bu insan, vasıtanın zorlandığını ve Allah'a musahhar olarak ister istemez o nimeti getirip kendisine verdiğini de kesinlikle bilmez. Bilmez ki, Allahü teâlâ, bu fiilin icrası için kulu zorlayan bütün faktörleri seferber etmiş ve bütün sebepleri kolaylaştırmıştır. Bundan dolayı kul, vermek hususunda mecburiyet halindedir. Eğer vermemezlik yapmak istese de buna kudreti olmaz. Çünkü Allah, kulun kalbine 'Din ve dünyasının salâhı böyle yapmana bağlıdır' fikrini ilkâ etmiştir. İticimânâ kuvvetli oldu mu fâilin irâdesi ve bu işi yapmaya kudreti kesin bir hâl alır. Böylece kul, kudretli iticiye muhalefet edemez. Bütün itici kuvvetlerin yaratıcısı ve tahrik edicisi Allahü teâlâ'dır. Zayıflığı ve tereddüdü ortadan kaldıran da O'dur. İticilerin istediği gibi, kudretin işlemesini kuluna musahhar kılan da O'dur. Bu imana sahip olan bir kimse, zâhirî sebeplere değil, sebepleri yaratana bakar.
Böyle bir îman, verici için, alıcının senâ ve şükründen daha faydalıdır. Çünkü senâ ve şükür, faydası pek az olan birer dil hareketidir. Böyle muvahhid bir kula yardım etmek elbette zâyi olamaz. Fakat verene, verdiğinden ötürü hayırlı dualar yapan ve medh-ü senâda bulunan bir fakir ise, günün birinde bu hediye kesildiği takdirde verene aynı eşitlikte küfredebilir. Verenden azıcık bir eziyet görürse beddua edebilir. Çünkü böyle bir yağcının durumu değişiktir. Bir halde durmaz.
Hazret-i Peygamber bazı fakirlere sadakasını gönderdi. Götüren elçiye; 'Sadakayı alırken ne diyorsa onu ezberle' diye emir verdi. Fakir, sadakayı aldığında şöyle dedi: 'Hamd kendisini anan kullarını unutmayan ve kendisine şükreden kullarını zâyi etmeyen Allah'a mahsustur'. Sonra şöyle devam etti:
'Ey Allahım! Sen filân kulunu (beni) unutmadın. Bu bakımdan filân kulunun da seni unutmamasını müyesser kıl!'
Elçi, bu sözleri Rasûlüllah'a naklettiği zaman, Rasûlüllah sevinerek şöyle buyurmuştur: 'Onun böyle söyleyeceğini biliyordum'. 29
Dikkat et ve gör ki, bu kişi sadece Allahü teâlâ'ya nazarını teksif etmektedir. Kendisine sadaka gönderen Hazret-i Peygamber'e dahi bu hususta temas etmemektedir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , bir kişiye: 'Tevbe et' buyurmuş ve bunun üzerine o da şöyle demiştir: 'Sadece Allah'a tevbe ederek dönüş yapıyorum. Muhammed'e değil'.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Kişi, hakkın sahibini tanıdı ve onu ehline verdi. 30
Hazret-i Âişe'nin kendisine yapılan iftirâ ile ilgili meselede beraati nâzil olduğu zaman, babası Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) , ona şöyle dedi: 'Kalk! Allah'ın Rasûlü'nün başını öp'
Bunun üzerine Hazret-i Âişe şöyle demiştir:
Allah'a yemin ederim ki, bunu yapmayacağım. Bu hususta sadece Allah'a hamdederim.
Bu söz karşısında Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Ey Ebû Bekir! Âişe'nin yakasını bırak!
Hadîsin başka bir rivâyetinde Âişe vâlidemizin Hazret-i Ebû Bekir'e şöyle dediği kaydedilmektedir:
Ben bu iftiradan Allah'ın hamdıyla kurtulmuşum. Ne senin, ne de arkadaşınınkiyle değil. .
Orada hazır bulunan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'nin bu sözlerine karşı menfi bir tepki göstermemiştir. Oysa vahy, Hazret-i Peygamber'in diliyle Âişe'ye bildirilmişti. Eşyayı Allah'tan başkasına atfetmek, kâfirlerin vasfıdır. Çünkü Allahü teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
Böyle iken Allah ortaksız olarak anıldığı vakit âhirete îman etmeyenlerin yürekleri tiksinir ve ondan başka putlar anıldığı vakit yüzleri hemen güler. (Zümer/45)
İçini, vasıtaları ancak vasıta olarak görmekten başka menfi mânâlardan temizlemeyen bir insan, gizli şirkten kurtulmuş sayılamaz. Bu bakımdan kişi Tevhîdini şirkin bulanık ve karışıklıklarından tasfiye etmek hususunda Allah'tan korkmalıdır,
4. Zekâtı alan kişinin zekâta olan ihtiyacı örtülü ve gizli olmalıdır. Her gördüğü şahsa fakirliğinden şikâyet etmemelidir. Veya nimetleri elinden çıkıp âdetleri devam eden mürüvvet sahiplerinden olmalıdır. Zira böyle bir kimse, daima iyi tarafını halka göstermek suretiyle yaşar. Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: Dilenmekten çekindikleri için, tanımayanlar onları zengin zanneder. Ey Rasûlüm! Sen onları simâlarından tanırsın. Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip birşey istemezler. (Bakara/273)
Böyle kimseler, îman bakımından zengin, sabır bakımından aziz oldukları için, yüzlerini kızartırcasına şuradan buradan sadaka ve zekât talebinde bulunmazlar. Bu bakımdan her yerde diyânet erbabını araştırmak, zekât ve sadakaları onlara vermek hayır ve sabır ehlinin durumlarının iç yüzlerini keşfetmeye çalışmak, zenginlere düşen en uygun harekettir. Bu kimselere verilen sadakalar, açıktan dilenen kimselere verilen sadakanın yüz misli olarak kabul edilir.
5. Zekâtı alan kimse çoluk-çocuk sahibi olmalı veya hastalık veyahut da herhangi bir sebep dolayısıyla çalışamayacak halde olmalıdır. O zaman kendisine Allahü teâlâ'nın şu ayetinin mânâsı tecelli eder:
Sadakalarınızı o fakirlere verin ki, onlar Allah yolunda kapanıp kalmışlardır. (Bakara/273)
Yani âhiret yolunda herhangi bir illetten veya maişetin darlığından, yahut da kalbinin ıslahı sebebiyle çalışıp rızkını temin edemez hale gelmişlerdir. Çünkü böyle kimselerin kanatları makaslanmış, el ve ayakları bağlanmıştır. Bu sebeplere dayanarak Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) , Ehl-i Beyte on veya daha fazla koyundan oluşan sürüler vermekteydi, Hazret-i Peygamber de, kişinin ailevî durumuna göre zekâtı taksim etmekteidi.
Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) (Rasûlüllah'ın hadîsinde 'Yârab! Belânın cehdinden sana sığınıyorum' şeklinde geçen) 'Belânın cehdi nedir?' diye sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir: 'Çoluk çocuğun çokluğu ve malın azlığıdır'.
6. Zekât verilen kimse, akraba ve rahîm sahiplerinden olmalıdır. O zaman hem sadaka ve hem de sıla-i rahîm yerine geçer. Sıla-i rahîm'de sonsuz sevabın bulunduğu (da hepimizin) malûmudur.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir; 'Kardeşlerimden birisine bir dirhem sadaka vermem, başkasına yirmi dirhem vermekten bence daha sevimlidir. Aynı kardeşime yirmi dirhem sadaka vermem, başkasına yüz dirhem vermekten daha sevimli geliyor bana. . . Ona yüz dirhem vermem, bir köleyi âzâd etmemden daha sevimli geliyor bana. . '
Hayır meselesinde dost ve ihvanlar gelişi güzel tanıdıklara tercih edilir. Tıpkı akrabaların yabancılara tercih edilmesi gibi. . .
Zekât ve sadaka veren zat, bu incelikleri gözetmelidir.
İşte zekâtı alanda aranan ve istenen vasıflar bunlardır. Bunların her birisinde nice dereceler vardır. Bu bakımdan bu derecelerin en yükseğini talep etmek daha uygundur. Eğer bu sıfatların birkaçına birden sahip olan bir kimseyi bulur ve zekâtını ona verirse, bu kendisi için en büyük azık ve en büyük ganimettir. Bu sıfatlarla sıfatlanmış kimseyi arayıp bulursa iki ecri, eğer bu hususta yanılırsa bir ecri vardır.
Çünkü o iki ecrin biri derhal olandır ki, o da nefsinin cimrilik sıfatından temizlenmesi, kalbine Allah sevgisinin yerleştirilmesi ve Allah'ın tâatinde yerini bulsun diye gayret sarfetmesidir. Onun kalbinde kuvvetleşen ve kendisini Allahü teâlâ'nın huzuruna müştâk kılan işte bu vasıflardır.
İkinci ecri ise, zekât alanın kendisine yaptığı dua ve himmetidir. Çünkü ebrârın kalpleri hâl-i hazırda ve gelecek zamanlarda tesir icra ederler. Eğer böyle bir kimseye tesadüf ederse, bu iki ecri birden alır. Yanıldığı takdirde ise, ikinciyi değil, sadece birinciyi elde etmiş olur. Gerek burada olsun, gerek diğer yerlerde olsun, gayret sarfederek çalışan, doğruya isabet ettiği takdirde ücretini kat kat almış demektir. Allah en doğrusunu bilir!
10) Bezzâr, Dârekutnî, el-İlel, (Enes'den)
l1) Ebû Dâvud, Tirmizî, Hâkim, (İbn Ömer'den)
12) Kaynağı daha önce geçmişti.
13) Buhârî ve Müslim, (İbn-i Abbâs'dan)
14) İmâm-ı Ahmed, İbn Hıbbân ve Hâkim, (Ebû Zerden)
15) Ebû Nuaym, (İbn-i Abbâs'dan zayıf bir senedle)
16) Hatib, Tarih'inde (Benzerini zayıf bir senedle Enes'den)
17) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
18) Taberânî, (Ebû Ümâme'den)
19) Irâkî, böyle bir hadîse rastlamadığını söylemektedir.
20) İbn Adiyy ve İbn Hıbbân, (Enes'den zayıf bir senedle)
21) Irâkî, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir.
22) Dârekutnî, İfrad, (İbn-i Abbâs'tan)
23) İbn Adiyy ve Bezzâr
24) Nesâî ve İbn Hıbbân, (Ebû Hüreyre'den) ; İbn Hıbbân'a göre hadîs sahihtir,
25) Bu yoruma göre Cerem kelimesi kazanmak mânâsına gelmiş olur.
26) Ebû Dâvud, Tirmizî, (Ebû Said'den)
27) İbn-i Mübârek, (Ebû Said'den)
28) İbn-i Mübârek, (Cüveybir'den, Dahhâk'dan mürsel olarak)
29) Irâkî, bu hadîsin esasına rastlamadığını kaydetmiş ve İbn Mende'nin zayıf bir senedle İbn Ömer'den rivâyet ettiğine işaret etmiştir.
30) İmâm-ı Ahmed ve Taberânî, (Esved b. Serî'den zayıf bir senedle)