SİYER-İ NEBİ | İSLÂM DAVETİNİN GELİŞMESİ

a)       FAZİLET YARIŞINA DAVET

Hz. Muhammed, güzel ahlakı tamamlamak için gön­derilmiş bir peygamberdir. Kur’an-ı Kerim O’nun en yüksek ahlâk üzere olduğunu haber verir.

Müsteşriklerden William Muir (Muhammed’in Ha­yatı) adlı eserinde şöyle der:

“Hz. Muhammed hakkındaki bütün dedikleri­miz bir nokta üzerinde toplanır. O da: O'nun se­ciyesinin yüksekliği, ahlâkının temizliğidir. Bun­lar öyle faziletlerdir ki, o zamanın Mekkelileri arasında pek nadirdi.”

Gerçekten Kureyş o çağda birçok günahlara dalmış­tı. Ahlâksızlık bataklıklarında yuvarlanıp gidiyordu. İçki, kumar, zina, riba, kan davaları almış yürümüştü. İçti­mai hastalıklar Arapların bünyesini kemiriyordu. Kut­sal saydıkları Kâbe'nin etrafında Harem'de bile zevk ve sefa alemi yapıyorlar, içki ve kumar alemleri tertib edi­yorlardı. Kureyş'in ileri gelenleri yüz kızartıcı davranış­lardan sakınmıyorlardı. Haşimiler'in baslarından sayı­lan Ebu Leheb Kâbe'de eskiden beri muhafaza olunan altından yapma bir geyik heykelini çalmış ve satıp yemiş­ti. Hz. Peygamber bunlara karşı fazilet mücadelesi bay­rağını açtı. İslamiyet bu gibi kötülüklerin hepsinin kar­şısına dikiliyordu. O'nun için Kureyşliler, başlangıçtan İslamiyet'e karşı çıktılar. Kur'an-ı Kerim ayetleri nazil olarak onların bu davranışlarını kötüledi, onları şiddet­le kınadı. Onlar da düşmanlıklarını artırdılar.

b)     KUREYŞ’İN EBU TALİB’E ŞİKAYETLERİ

Kureyş'in ileri gelenleri bu halden şikayet için Ebu Talib'e giderek:

-     Kardeşinin oğlu bizim putlarımızı kötülüyor, baba­larınız da, dedeleriniz de dalalette idi, diyor. Ya O'nu bu işten vazgeçir, yahut O'nu himayeden vazgeç, dedi­ler.

Ebu Talib onları mülayim sözlerle başından savdı. Aradan bir müddet geçince Ebu Talib'e yine geldiler:

-     Biz artık daha fazlasına sabredemeyiz, ne olacaksa olsun, eğer sen O'nu himayeden vazgeçmezsen biz sen­den vazgeçeriz, dediler.

Ebu Talib, işin bu kadar zor bir hal aldığını görün­ce, Hz. Muhammed'e:

-     Kavmin şöyle şöyle diyor, diyerek olanları anlatmış, açıktan açığa artık seni himayeden vazgeçiyorum demedi ise de, sözün gelişinden öyle bir şey anlaşılıyordu.

Bu sözler, Hz. Peygamberin mahzun kalbine pek dokundu:

-      Ben, Allah tarafından Hak Dini tebliğe memu­rum, ben Allah elçisiyim; kendiliğimden bir şey yapmı­yorum, dedi. Bir elime güneşi ötekine ay’ı verseler, bu vazifeden ayrılmam, cevabını verirken, gözleri dolu dolu oldu.

Ebu Talib, O’nu evladından çok severdi. O’nun in­cinmesine hiç dayanamazdı. Bu hale üzüldü ve kendini toplayarak:

-     Sen işine bak oğlum, ben sağ oldukça onlar sana dokunamazlar, diye teminat verdi. Meşhur bir kasidesi­ni söyledi.

c)     İLÂHÎ VAZİFEYE DEVAM

Hz. Peygamber İlahi vazifesine devam etti. Müslü­man olanlar günden güne artıyordu. Peygamberliğinin altıncı yılında idi. Hz. Peygamber bir gün Safa tepesin­de otururken Ebu Cehil oradan geçti. Ortada hiçbir se­bep yokken Resul-i Ekrem’e küfür etti, edeb ve terbiye dışı bu gibi küçük davranışlardan uzak olan Peygambe­rimiz, buna cevaba tenezzeül bile etmedi. Bunu bir ka­dın duydu. Hz. Peygamber’in amcası Hamza o gün av­da imiş. Dönüşte, cahiliyet adeti üzere okunu, yayını omuzundan bırakmadan Kâbe’yi tavafa geldi. Kadın o günkü olayı Hamza’ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Fakat kardeşinin oğluna açıkça küfür edilme­sine fena halde kızdı ve Kureyş’in meclisine giderek Ebu Cehil’e hitaben:

-           Benim kardeşimin oğluna sövüp O’nu inciten sen misin? diyerek yayı ile Ebu Cehil’in basına vurdu. Ora­dakiler Kureyş’in ulusu Ebu Cehil’e böyle muamele eden Hamza’ya saldıracak oldular. Fakat böyle bir işin sonunun nereye varacağını çok iyi bilen cin fikirli Ebu Cehil:

-     Dokunmayın, Hamza’nın hakkı var. Zira ben, kar­deşinin oğlu hakkında fena sözler söyledim, dedi. Ham- za gittikten sonra kendi adamlarına dönerek:

-     Aman, ona ilişmeyin, hiddet neticesi varıp Müslü­man olur, onunla da müslümanlar kuvvet bulur, dedi. Çünkü Hamza, değerli, yiğit bir adamdı, gözünü budak­tan sakınmazdı... Hz. Hamza bu olaydan sonra Müslü­manlığı kabul etti ve kardeşinin oğlunun safına geçti.

d)     HZ. ÖMER’İN MÜSLÜMAN OLMASI

Hz. Hamza’nın Müslüman oluşundan birkaç gün sonra idi. Kureyşliler, “Dar’ün-Nedve” dedikleri ku­lüplerinde bir toplantı yaparak durumu gözden geçirdi­ler. Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu, onları telaşa dü­şürmüştü. Müslümanlar günden güne kuvvetleniyordu. Uzun konuşmalardan sonra, Ebu Cehil’in teklifi üzeri­ne Hz. Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bu korkunç kararı kim uygulayacaktı? Bunu içlerinden en cesur olan Ömer’e verdiler.

-     Haydi Hattaboğlu, görelim seni, dediler.

Ömer o zaman 33 yaşında idi. Ailesi Müslümanlık hakkında fikir sahibi idi. Eniştesi Said, kız kardeşi Fatı- ma Müslüman olmuşlardı. Ömer’in bunlardan haberi yoktu. Kılıcını kuşandı, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra Sa­fa tepesine yollandı. Müslümanlar “Dar’ul-erkam” da toplanmışlardı. Oraya gidip Hz. Muhammed'i öldüre­cekti. Fakat gerçekten o, Muhammed'i öldürmeğe değil, kendini Müslümanların arasına katmağa gidiyordu.

Yolda Abdullah oğlu Nuaym'e rastladı. Nuaym bak­tı ki, Ömer kılıcını kuşanmış, hiddetli hiddetli gidiyor.

-       Hayrola Hattaboğlu nereye böyle diye sordu.

O da:

Arapların arasına tefrika düşüren Muhammed'in vü­cudunu ortadan kaldırmağa gidiyorum, dedi.

Nuaym:

-        Vallahi zor bir işe kalkmışsın, Muhammed'in as­habı O'nun etrafında pervane gibi dolaşıyor. O'na yol bulmak güç. Tutki bir yolunu bulup bu işi becerdin. Abdülmenafoğulları seni yeryüzünde elini kolunu salla­yarak gezmeğe bırakırlar mı sanıyorsun?

Ömer bu sözlere alındı:

-       Sen de mi Muhammed'den yana oluyorsun, öyle mi? diye çıkıştı.

Nuaym:

-       Ya Ömer, sen beni bırak, evvela kendi ailene bak, enişten ve amcan oğlu Said ile eşi olan kız kardeşin Fa- tıma Müslüman oldular.

Ömer buna pek inanmak istemedi. Fakat içine de bir şüphe düştü. Kız kardeşinin evine uğrayarak kapıyı çaldı ve içeri daldı. İçerdekiler telaşlandılar. Ömer'in İs­lam düşmanlığını biliyorlardı Ömer sordu:

-       Okuduğunuz ne idi?

Eniştesi:

-       Bir şey yok, dedi.

Ömer'in hiddeti arttı ve eniştesinin yakasından tu­tup onu yere çarptı. Araya kız kardeşi girdi. Ömer ona
da bir tokat attı. Fena halde canı yanan Fatıma, kardeşi Ömer'e şöyle haykırdı:

-      Allah'dan kork, bir kadına yaptıklarına bak. Ben ve eşim Müslüman olduk. başımızı kessen bundan dön­meyiz.

Manzara hazindi, Ömer yaptığına pişman oldu. Yü­reğinin içinde birşeyler uyandı. Ruhunun derinliklerin­de birşeyler çalkandığını duydu.

-      Hele şu okuduğunuz şeyi bana verin, dedi.


Kız kardeşi Kur'an'dan cümleleri ona uzattı. Ömer okumağa başladı.

 بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ  ﴿ ٠ ﴾ سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tesbih eder. Aziz ve Hakim olan O’dur. Gökle­rin ve yerin hakimiyeti O’nundur. Diriltip yaşa­tan, öldüren O’dur. O, her şeye kaadirdir...” (Ha did Sûresi ayet 1-2)

Ömer, bu ayetleri dinledi[1] ve derin bir düşünceye daldı. Kur'an-ı Kerim'in yüksek ahengi, manasının yü­celiği O'nu sarmıştı. Allah kelamının tesiri, ruhun içine işlemişti. Müşrik Ömer yerine, ortaya Mü'min Ömer çı­kıyordu. Kız kardeşine sordu:

- Bütün göklerin ve yerin hükümdarlığı ve uygarlığı sizin taptığınız Allah'ın mı?

Kız kardeşi tereddütsüz cevap verdi:

-      Evet, onda şüphe yok.

Ömer utanarak söylendi:

-      Bizim taptığımız putların hiçbir şeyi yok, yazık!

Bu “yazık” kelimesi bütün putlar alemine fırlatılmış bir taştı. Ömer'in kalbi artık İslamiyet'e açıktı.

Hz. Peygamber: “Ya Rab! Bu dini iki Ömer'den biriyle kuvvetlendir” diye dua etmişti. İki Ömer'den maksat, Hattaboğlu Ömer ile Ebu Cehil (Amr lbn-i Hişam) idi. İşte duası, Hz. Ömer'e nasib olmuştu. Ömer buna çok sevindi ve beni Peygamber'in yanına götürün, dedi.

O sırada Müslümanlar Safa tepesinin eteğinde, Müslümanlardan Erkam'ın evinde toplanmış bulunu­yorlardı. Ömer'i oraya götürdüler. Gözcü, Ömer'in sila­hını kuşanmış bir halde geldiğini görünce, içeri haber saldı. İçerdekiler, Ömer'in adını duyunca telaşa düştü­ler. Yalnız Hz. Hamza hiç tavrını bozmadı:

-      Korkacak ne var, eğer iyilik için gelmiş ise hoş gel­di, sefa geldi. Yoksa öyle değilse, geleceği varsa göreceği de var, dedi.

Ömer içeri girince, ashabdan biri sağından, biri solundan tutarak Hz. Peygamber'in huzuruna getirdiler. Hz. Peygamber: “O'nu serbest bırakınız” dedi. Çün­kü Ömer'in hali O' na malum idi.

Ömer Hz. Peygamber'in önüne diz çöktü. O haşin Ömer, şimdi kuzu gibi sakin sakin duruyordu. Resul-i Ekrem mübarek eliyle Ömer'in omuzundan tuttu ve: “İmana gel, Ömer” dedi. O da hulus-i kalble kelime- i şehadeti söyledi. İslam'ı kabul etti. Orada bulunanlar buna çok sevindiler ve hepsi yüksek sesle tekbir alarak Ömer'in tslamı kabulünü ilan ettiler. Safa tepesinden yükselen “Allah’u Ekber” sadası, Mekke ufuklarında dalgalana dalgalana etrafa yayıldı. Ömer:

-      Yaranımız kaç kişidir diye sordu.

-      Seninle kırk'a baliğ olduk, dediler.

-      Öyle ise ne duruyoruz, haydi Kâbe'ye gidelim, de­di.

e)      KABE’DE AŞİKÂRE İBADET

Hz. Muhammed önde, sağında Ömer, solunda Hamza ve diğer ashab-ı güzin hep birlikte Kâbe'ye yol­landılar. “Dar’un-Nedve” de müşrikler toplanmış Ömer'in dönüşünü bekliyorlardı. Karşıdan gelenleri gö­rünce:

-      Ömer hepsini toplamış getiriyor, dediler. Ebu Ce­hil, cin fikirli bir adam olduğundan bu işten kuşkulan­dı:

Ben bu gelişten pek hoşlanmıyorum ama, dedi ve az sonra gerçek anlaşıldı; Hz. Ömer'in Müslüman olduğu her tarafa yayıldı. Müşriklerin arasında büyük bir şaş­kınlık başgösterdi. Müslümanlar, Harem-i Şerifte saf olup aşikâre namaz kıldılar. Böylece İslamiyet kuvvet ka­zandı ve kendini aşikâre tanıttı.

Hz. Hamza'dan üç gün sonra Hz. Ömer'in İslami­yet'i kabulü, müşrikleri telaşa sürükledi. Müslümanları yıldırmak için daha sert davranmağa başladılar. Müslü­manlar bu baskıdan kurtulmak için daha emin bir yer düşündüler. Hz. Peygamber Habeşistan'a gitmelerine müsaade etti.



[1] Bazı rivayetlerde, Hz. Ömer'in kız kardeşinin evinde Ta-Ha Sûresi'nin baş taraını dinlediği geçer. Biz, Hadid Sûresinden ayetleri zikrettik. Her ikisi de doğrudur.