KUR'AN'DAN KISSALAR | HAZRETİ İBRAHİM HALİİLULLAH

İbrahim aleyhisselam Allahü Teala'ya aşırı muhabbeti ve O'nun rıza ve muhabbetini celbeden ibadetler ve taatlerde bulunması sebebiyle, bu peygamberini halis bir dost ittihaz ederek kendisine ilahi sırlarını vakıf kılarak ikram buyurmuştur, işte bu sebepten dolayı Hazreti ibrahim'e «Halilullah = Allah'ın dostu» unvanı ihsan edilmiştir.

Hazreti ibrahim bir defasında ölüm Meleği Azrail aleyhisselam ile karşılaştığında:

— Rabbim beni niçin halil ve dost edindi? diye sordu da Melekül Mevt:

— Sen insanlara ihsanda bulunursan da onlardan bir şey istemezsin! şeklinde cevap vermiştir.

Hazreti ibrahim'in, nesebi,Nuh aleyhisselamın oğlu Şam'a dayanır. Babasının asıl ismi de Tarih idi. Nemrud tarafından puthanesine naar tayin edildiği zaman Tarih adını Azer'e çevirmiştir ki, Azer puthanesindeki putlardan birisinin adı idi.

Nuh aleyhisselamın vefatı ile Hazreti ibrahim arasında Peygamber olarak Hazreti Hud ile Hazreti Salih vardır. Bu arada fasıla da bin yüz kırk üç senedir. Hazreti Hud ile Hazreti ibrahim arasında da altı yüz otuz yıllık bir fasıla olduğu bildirilmiştir.

Hazreti ibrahim'in doğumu Nemrud İbni Kenan'ın hükümdarlığı zamanına rastlar ki, doğum yeri de sonradan ateşe atıldığı ve Nemrud'un saltanat merkezi olan Babil şehridir.

Hazreti ibrahim'in künyesi «Ebü'l-Edyaf = Konuklar babası» dır. Çünkü ibrahim aleyhisselamın evi yol uğrağı bir yerde bulunduğundan her gelen misafire ikram edilirmiş. Bu sebeple kendisine bu künye verilmiştir.

İbrahim aleyhisselam seksen yaşında olduğu halde Şam mülhakatında Kaddum köyünde kendi kendini sünnet etmiştir. Hazreti ibrahim sünnet olunca hitan, zürriyeti için imtisali icab eden sünnet olmuştur. Bütün israil Oğulları arasında cari olan Tevrat'ın hükmü de böyle idi. Hazreti Isa zamanına kadar hitan sünneti böyle devam edip gelmiştir. Daha sonra Hıristiyanlardan bir taife Tevrat'ın bu hükmünü bozmuşlar ve:

— Hitan, kalbin perdesini atmaktır, şeklindeki hezeyanlarıyla bu kadim sünneti terk etmişlerdir.

Hazreti ibrahim kavmini, en sihirbaz ve müneccim olan Babil halkını, yıldızlar adına diktikleri putlara tapmaktan alıkoyarak Allah'ın birliğine davet ettiği halde bir türlü tesirini göstermemişti. Nihayet bunların putlarına bir oyun oynamak ve kavmini canlı bir şahid ve onları cevapsız bırakacak bir delil ile karşılamak istedi.

Babil halkı bir bayram vesilesiyle ve mutad olduğu üzere hazırladıkları bayram yemeklerini mabedlerine götürüp putların önüne sıralamışlardı. Bu yemekleri mabed dışında bayram merasiminden sonra gelip yemek adet idi. Bu defa da yemekleri bırakıp gidiyorlardı.

İbrahim aleyhisselam yolda kavminin adetince yıldızlara bir bakış baktı ve:

— Şimdi ben hakikaten hastayım, vebaya tutuldum, dedi. Bunun üzerine yanındakiler ondan yüz çevirerek arkalarına dönüp kaçıverdiler. Hazreti İbrahim de:

— Allah'a yemin ederim ki, siz dönüp gittikten sonra ben de, putlarınıza elbette bir oyun oynayacağım, dedi ve gizlice bir yol ile kavminin putlarının yanına vardı.

Putlara hitaben:

— Haydi buyurunuz, şu yemekleri yemez misiniz? Neden bana cevap vermiyorsunuz? diye alay ettikten sonra şiddetle bir vuruş vurdu ve putları paramparça etti.

Mümkün ki, kendisine müracaat ederler diye putların büyüğünü hali üzere bıraktı ve baltayı bunun omzuna astı. Müşrikler koşarak mabetlerine geldiler:

— Bu fenalığı ilahlarımıza kim yapmış? Kim yaptıysa muhakkak o, zalimlerden birisidir, diye soruşturdular.

Hazreti ibrahim'in «Bu putlara bir oyun oynayacağım» dediğini duyanlar: — Bu delikanlının putları kötü şekilde andığını işittik, ona ibrahim deniliyor, dediler.

Bunun üzerine müşrikler:

— Haydi şunu yakalayıp halkın gözü önüne getiriniz bakalım. Olabilir ki, halk şahidlik ederler, dediler.

ibrahim Aleyhisselam getirildiği zaman:

— Ey ibrahim! Bizim ilahlarımıza bu hakareti sen mi yaptın? diye sordular.

O da:

— Onların şu omuzu baltalı büyüğü "cüce putlara niçin tapılıyor?" diye kızarak yapmıştır. Hele bir kere şu yerde serili duran küçük putlara soralım; eğer dile gelir, cevap verirlerse doğrusunu öğrenmiş olursunuz? dedi.

Nihayet müşrikler vicdanlarına müracaat ettiler de biribirlerine:

— Doğrusu siz haksızsınız! dediler. Sonra başları aşağı getirildi de:

— Sen hakikaten bilirsin ki, bu nesneler söz söyleyemez, diye itirafta bulundular.

İbrahim Aleyhisselam:

— O halde siz Allah'dan başka size hiç bir faydası dokunmayan, zarara da giremeyecek olan şu putlara mı tapıyorsunuz? Of size ve Allah'dan başka taptıklarınıza!.. Hala akıllanmayacak mısınız? dedi.

Bütün bu olanlar Nemrud'a kadar bildirildi ve saray erkanı halka hitaben: ,

— Siz bir iş görmek istiyorsanız, bu adamı yakınız da ilahlarınızın öcünü alınız! dediler. Hakikaten ateşe attılar Allahü Teala da ateşe:

— Ey ateş, ibrahim'e serin ve selamet ol! buyurdu.

Müşrikler Hazreti İbrahim'e zarar vermek istemişlerdi. Allahü Teala da kendilerini hüsrana ve ziyana düşürdü. Ve ibrahim Aleyhisselam'ı ateşten kurtardı. Kardeşinin oğlu Lut Aleyhisselam ile beraber İrak'tan alemlere mübarek kılınan toprak olan Şam'a gönderildi.

İbrahim Aleyhisselam genç yaşta babasının ve kavminin tapındığı putlara karşı mücadeleye başlamıştı. Onları bu batıl ibadetlerinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Bir gün babası Azer'e:

— Sen putları bir sürü ilah mı kabul ediyorsun? Muhakkak ben seni ve kavmini açık bir dalalet içerisinde görüyorum, demişti-. Ruh sahibi olan insanın gerek beşer timsali olsun ve gerek yıldızlar ve melekler timsali farz edilsin, cansız putlara alçalması ve ibadette bulunması ne açık bir sapıklıktır ki, Hazreti İbrahim bunu babası Azer'den başlayarak kavminin yüzüne vurmaktan ve onları irşad etmekten çekinmemişti..

Çünkü Allahü Teala arz ve semaların saltanatını, yıldızları, ay ve güneşi gözüne açık bir gösterişle gösteriyor ve bütün alemin her türlü heyetiyle bir mülk, saltanata tabi bir memleket olduğunu ve bu memleketi zabt ve idare eden hükümranlık sırlarını ve hakimiyet kanunlarını onun kalbine bildiriyordu.

İşte Hazreti ibrahim'e bunlar, yakin bulan, tam kanaate eren kimselerden olması için Allahü Teala tarafından ihsan olunuyordu. Binaenaleyh Hazreti ibrahim vakta ki gece bütün zulmetiyle başına çöküp ortalığı karanlığa boğdu, o zaman seyyarelerden parlak bir yıldız görerek:

—— Bu benim Rabbim ha!, dedi.

Böylece ilk önce bir yıldızın bir insanı terbiye edebileceğine ihtimal vermeyerek etrafındakilere bir tariz yaptı. Çok sürmeden o yıldız kaybolup batınca:

— Ben batanları, kaybolanları sevmem, dedi.

Bununla evvela Rabblik ve kullukta muhabbetin temel nokta olduğunu, fakat hareket ve batışın tesir için delil değil yaratılış, teessür, mahkumiyet, hadis olma ve fena bulma bakımından delil olduğunu, bu itibarla da kaybolan bir şeyin Rabb olmayacağını ve kaybolan bir şeye muhabbet etmenin sonu boş çıkacak bir dalalet olduğunu ve Rabbin bunda müessir ve bunu hareket ettiren, zeval bulmaktan münezzeh olan bir yaratıcı kudret olması lazım geldiğini anlattığı gibi, hususiyle kaybolmuş ve batışa dikkat nazarlarını çekmekle yıldızların batışından dolayı onların yerine putları ikame edenlerin sapıklıklarını ve tenakuzlarını da göstermiş oldu. Çünkü kayboluşlarından dolayı asıllarının kafi olmadığını kabul ettikleri halde, o kaybolanların bir san'at eseri olarak yapılan suretlerine itibar etmek ne büyük tenakuzdur.

Bunu takiben vakta ki, Ay'ı doğarken gördü ve aynı mana ile:

— Bu benim Rabbim ha!., dedi.

Bu da kaybolunca hem Rabbine olan kamil kanaatini izhar ederek: «işte bu benim Rabbim ha!» sözlerinin onu kabul şeklinde olmayıp inkar ve aksini söyleyenleri susturucu olduğunu anlatmak, hem de her an Rabbine olan ihtiyacını itiraf ve hidayetine şükretmek için dedi ki:

— Hiç şüphe yok, Rabbim- bana hidayet etmese ben de her'halde o sapıklar güruhundan olacaktım. Zira bütün mesele ruh ve cismin, enfüs ve afakin birleştiği bir nazar içinde tecelli eden bir idrak hissine dayanıyor, bu görüş ve gösteriş olmaz veya faniyi baki sanmak gibi bir isabetsizlik oluverirse dalalet kaçınılmazdır. Ve birden bire Ay'a güzellik ve cazibesine kapılıvermemek de hayli müşkil. Binaenaleyh doğru ve isabetli olan, atıl ve idraki bahşeden Allahü Teala'nın bir tevbe ve hidayet nuru olmasa, zulmet içerisindeki insanlık Ay'a da tapacak, yıldıza da tapacak, puta da tapacak.

Bundan sonra ne zaman ki, Hazreti ibrahim Güneş'i doğarken gördü ve üzerindeki karanlığıyla tamamen açılıp gündüzün sabahına erdi:

— Bu benim Rabbim hah. Bu hepsinden büyük!., dedi. Ve boylece daha büyük bir tariz yaptı. Sonra -bu da batınca:

— Her halde ben, sizin Rabbime ortak koştuğunuz şeylerden beriyim. Ben tertemiz bir muvahhid olarak bütün varlığımla yüzümü bütün muhtevasıyla şu Semalar ve Arz'ı yaratan şanı yüce Zata çevirdim. Ben Allah'a şirk koşanlardan değilim, dedi. Evvel de ahir müşriklere hiç iştirak etmediğini tasrih ederek tevhide olan tam kanaatini ilan ve muvahhidliğini isbat ve ikrar eyledi.

Hazreti İbrahim'in kavmi de kendisine karşı mücadele ve onu hafife almaya çalışarak delil gösterme yanlışına kalkıştılar, galebe çalmak fikrine saplandılar. Cevaben ibrahim Aleyhisselam onların kavli ve fiili kavga ve tehditlerini de hafife alarak ve yukarıdaki delillerle ilahlık ve kulluk hükümlerini beyan ederek tam galibiyetini sağlayan şu delille dedi ki:

— Siz bana Allah hakkında delil getirmeye mi kalkışıyorsunuz? Halbuki O, bana hakikati doğrudan doğruya gösterdi Sizin ona ortak koştuğunuz şeylerden ise ben, hiç bir zaman korkmam, Rabbim dilemedikçe onlar bana hiç bir şey yapamaz, Rabbim her şeyi ilmiyle ihata buyurdu, artık bir düşünmez misiniz? Hem nasıl olur da ben sizin ortak koştuklarınızdan korkarım; baksanıza, siz, Allah'ın hiç bir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz? Şu halde korkudan emin olmaya iki taraftan hangisi daha layık? Eğer bilecekseniz, iman edip de imanlarını bir haksızlıkla hileli-şekilde örtmeyen kimseler işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve hidayete erenler onlardır!.

Allahü Teala, ibrahim Aleyhisselam'ı halim bir oğul ile müjdelemişti ki, bu uslu oğul Hazreti ismail'dir, ismail Aleyhisselam babasının yanında koşmak, çalışmak çağına erdiği zaman, Hazreti İbrahim ona Allah için yapılacak bir amel, bir taat göstermek üzere:

— Ey yavrum! dedi, ben seni düşümde görüyorum ki, ben seni boğazlıyorum. Artık bak, ne görürsün, buna ne dersin, ne reyde bulunursun, diye söyledi.

Hazreti İbrahim, bu rüyayı Zilhicce ayının sekizinci, dokuzuncu, onuncu yani Terviye, Arefe, Nahir geceleri sıra ile üç gece görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hazreti ibrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve binaenaleyh böyle Vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vacib bir hak emir olmuş oluyordu. Bunun üzerine onu zorla yerine getirmeye kalkışmayıp önce icra şeklini müşavere etmek üzere böyle reyini sorarak tebliğ eyledi ki, bununla ilk önce onun itaat ve bağlılık ile ecir ve sevaba erişmesini sağlamak istedi.

Düşünmeli ki bunu söylerken «ey yavrucuğum!» diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir Şefkat hissi çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hakim bulunuyordu. Düşünmeli ve duymalı ki, bu ne büyük bir afet, ne dehşetli bir ilahi imtihan idi.

İşte bunun böyle bir ilahi emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o halim oğul:

— Ey babacığım!'dedi. Ne ile emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın.

Böyle ikisi de Allahü Teala'nın emrine nefislerini teslim ettikleri zaman Hazreti İbrahim, oğlu İsmail Aleyhisselam'ı tuttu şakağına yatırdı.

Bunun üzerine Allahü Teala ona şöyle nida etti:

— Ey ibrahim, rü'yayı gerçekten tasdik eyledin, sadakatle yerine getirdin, gördüğün gibi inandın ve azim ve sadaketle yerine getirdin.

Allahü Teala böyle nida edince, ne büyük bayram, ne tarife sığmaz bir neşe ve sevinç hasıl olduğunu izaha hacet yoktur. Zira Allahü Teala muhsinlere böyle mükafat verir. Şüphesiz ki, Hazreti İbrahim'in bu oğlunu kurban etmesi iği, elbette açık bir imtihandır. Bu imtihan Hazreti İbrahim ve oğlunun en yüksek ihsan mertebesinde bulunan muhsinlerden olduğuna hiç şüpheye mahal bırakmaz. Onun için onların o ihsanlarını Allahü Teala da mükafat ile karşılayarak öyle nida etti ve ona büyük bir kurbanlık fidye de verdi. Çünkü ibrahim Aleyhisselam bir oğlu olursa bunu Allah yolunda kurban edeceğini nezretmişti. Bu nezrini sonra unutmuş, rüya bunu kendisine hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya tahakkuk ettirilmiş olmakla beraber nezir yerini bulmamış olduğundan bu fidye onu böyle nesih suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir nimet olmuştur. Hazreti ibrahime fidye olarak gönderilen bu büyük kurbanın Cennetten gelme, beyaz veya alaca renkli, iri gözlü bir koç olduğu rivayet edilmiştir.

İbn-i Abbas radıyallahü anh'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifinde Peygamberimiz Aleyhisselam şöyle buyurmaktadır:

Kadınların uzun etekli elbise kullanmaları İsmail'in anası Hacer tarafından konulmuş bir adettir. Hacer, ortağı Sare'den izini gizlemek için uzun eteklik giymiş idi. İbrahim Hacer ile evlenip ismail doğduktan sonra emzirmekte olduğu bu oğluyla birlikte Sare'nin taarruzundan korunmak için Şam'dan çıkıp Mekke'ye geldi. Nihayet Hacer ile ismail'i Mescid-i Haram'ın bugün bulunduğu yerin ve Mescidin yüksek bir mahallindeki Zemzem kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına bıraktı. O tarihte Mekke'de hiç bir kimse yoktu. Hatta içecek su da yoktu, işte İbrahim bu ana ve oğulu buraya bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu meşin bir dağarcık, içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrahim kendi Şam'a gitmek üzere döndü, İsmail'in anası Hacer de peşi sıra onu takip ederek:

— Ey İbrahim, bizi bu vadide bırakıp da nereye gidiyorsun? öyle bir vadi ki, ne görüp görüşecek var, ne başka bir hayat eseri var, dedi. Hacer bu sözlerini tekrarladıysa da ibrahim ona dönüp bakmadı. Nihayet Hacer kendisine:

— Bizi buraya bırakmayı sana Allah mı emretti? diye sordu, İbrahim:

— Evet, Allah emretti! diye cevap verdi. Bunun üzerine Hacer:

— öyle ise Allah bize yetişir, O bizi korur, terketmez! dedi. Sonra Kabe'nin yerine döndü, İbrahim de ayrılıp gitti. Ta Mekke'nin üstündeki Seniyye mevkiinde görülmeyecek bir yerde bulununca, yüzünü Kabe'ye döndürdü.

Sonra ellerini kaldırarak şu kelimelerle dua ederek:

— Rabbim! Zürriyetimden bir kısmını (ismail ile onun soyunu) ekin bitmez bir vadide Sen'in, taarruzu haram olan, Beyt'inin yanında iskan ettim, insanlardan bir kısım kimseleri, namaz kılmak için zürriyetimin bulunduğu yere doğru meylettirip heveslendir. Ve onları her nevi meyvelerden rızıklandır. Böylece Sana şükrederler! dedi.

Artık ismail'in anası, oğlu ismail'i emziriyor ve kendisi kırbadaki sudan içiyordu.

Nihayet kırbadaki su bitince hem Hacer, hem de çocuğu susadılar. Hacer çocuğun susuzluktan toprak üzerinde sızlanarak yuvarlandığına bakmaya " başladı. Fakattt çocuğun bu elim haline bakmaktan fenalaşarak onun yanından- kalkıp biraz öteye gitti. Ve o mıntıkada Kabe'ye en yakın dağ olarak Safa tepesini buldu ve onun üzerine çıktı. Sonra vadiye karşı durup bir kimse görebilir miyim? diye bakmaya başladı. Fakat hiç bir kimse göremiyordu. Bu defa Safa tepesinden indi. Vadiye varınca ayağına dokunmaması için entarisinin eteğini topladı. Sonra müşkil bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihayet vadiyi geçti. Sonra Merve mevkiine indi. Orada da biraz durdu ve bir kimse görebilir miyim? diye baktı. Fakat hiç bir kimse göremedi. Hacer bu şekilde Safa ile Merve arasında yedi defa gitti, geldi.

Peygamberimiz Aleyhisselam «bunun için hacılar Safa ile Merve arasında koşarlar» buyurmuştur.

Hacer son defa Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve kendisi nefsine hitabederek:

— Sus, iyice dinle! dedi. Sonra dikkatle dinledi. Bu sesi önceki şekilde bir daha işitti;

Bunun üzerine Hacer:

— Ey ses sahibi, sesini duyurdun!. Eğer sen bize yardım etmek kudretine sahip isen, bize yardım et! dedi. Ve böyle der demez hemen Zemzem kuyusunun yerinde bir melek (Cibril) göründü. O melek ayağının topuğu ile yahut kanadıyla yeri kazıyordu. Nihayet su göründü.

Su başka tarafa akmasın diye Hacer hemen suyu çevirdi, havuz gibi yaptı. Hacer hem eliyle öyle yapıyordu. Bir taraftan da kırbasını doldurmaya devam ediyordu. Su ise avuç avuç alındıktan sonra yerinde kaynıyordu.

Peygamberimiz Aleyhisselam: «Allah ismail'in anası Hacer'e rahmet etsin! O, Zemzem'i kendi haline bıraksaydı da suyu avuçlamasaydı, muhakkak Zemzem akar bir ırmak olurdu» buyurmuştur.

Hacer bu sudan içti. Çocuğuna süt olup emzirdi.

Melek Hacer'e dedi ki:

— Zayi ve helak oluruz diye sakın korkmayınız! İşte şurası Beytullah'ın yeridir. O Beyti şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allah, o işin ehlini zayi etmez. Beyt-i Haram'm mahalli tepe gibi olup yerden yüksekçe idi, uzun zaman seller sağını solunu kazıp götürmüştü.

Hacer bu suretle yaşarken günün birinde Cürhüm'den bir cemaat uğradı. Bunlar Keda yoluyla gelip Mekke'nin alt tarafına indiler. Cürhümiler oraya bir kuşun gelip gittiğini görmüşlerdi de:

— Hiç şüphesiz şu kuş bir suyun başında döner dolaşır. Halbuki biz de bu vadide su olmadığını biliyorduk! demişlerdi ve anlamak için çevik bir, yahut iki kişi göndermişlerdi. Onlar orada su bulunduğunu anlayınca dönüp gelmişler, su olduğunu haber vermişlerdi Bunun üzerine Cürhümiler Mekke mevkiine gelmişlerdir. Cürhümiler geldiği zaman ismail'in anası da su başında idi.

Cürhümiler ona:

— Bizim de gelip şuraya senin civarına inmemize müsaade eder misiniz? dediler. O da:

— Evet, inebilirsiniz. Bu sudan da kullanabilirsiniz. Şu kadar ki, bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz, onun mülkiyet hakkı bana aittir, dedi.

onlar da Hacer'i tasdik ettiler.

Ünsiyete muhtaç olduğu bir sırada Cürhümilerin bu gelişi Hacer'in arzusuna muvafık oldu. Cürhümilerin asıl kalabalık kısmına da haber gönderdiler. Onlar da gelip kondular. Ev, bark, yaptılar. Nihayet Mekke'nin bulunduğu yer medeni bir mamure haline gelmeye başlamıştı. Hacer'in oğlu İsmail yiğitlik ve gençlik çağına girmişti. Cürhümilerden arapça öğrenmişti. Artık İsmail gençlik çağında Cürhümiler arasında en sevimli bir Sima olmuştu. Onun asaleti, güzel durumu Cürhümileri hayret içerisinde bırakmıştı. Bu cihetle ismail buluğ devresine erişince Cürhümiler kendilerinden bir kızla evlendirdiler. Hayatın bu mesud safhası devam ederken günün birinde İsmail'in anası öldü. Hacer doksan yaşına girmişti, ölünce Hıcr'e defnolundu,

İsmail evlendikten sonra İbrahim bırakıp gittiği oğlunu ve hanımını arayarak görmeye geldi, İsmail o sıra evde yoktu, İsmail'in hanımına sordu.

O da:

— Rızkımızı tedarik etmek için çıktı, gitti diye cevap verdi. Sonra ibrahim:

— Geçiminiz, hal ve şanınız nasıldır? diye sordu, İsmail'in ailesi:

— Şiddetli darlık içindeyiz. Gayet fena bir haldeyiz! diye şikayetçi oldu. ibrahim:

— Kocan geldiği zaman benden selam söyle ve ona şöyle de, kapısının eşiğinin basamağını değiştirsin!.

İsmail geldiğinde babasının gelip gittiğini, evin içerisinde duyduğu güzel bir koku gibi bazı emarelerden anlar gibi oldu da ailesine:

— Evimize gelen oldu mu? diye sordu.

O da:

— Evet, şöyle şöyle bir surette yaşlı bir adam geldi. Bana seni sordu. Cevap verdim. Geçimimizi sordu. Ben de şiddetli darlık "içinde bulunduğumuzu söyledim! dedi.

Bunun üzerine İsmail:

— Sana bir vasiyyet ve bir söz bıraktı mı? diye sordu. Hanımı da:

— Evet, bana, sana selam söylememi ve "kapının basamağını değiştir!" dememi tenbih etti, dedi.

Sonra İsmail ailesine:

— O gelen ihtiyar babamdır. Bana senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen ailenizin evine gidebilirsin! dedi. Ve ondan ayrılarak Cürhümilerden başka bir kadınla evlendi

İbrahim, Allah'ın dilediği bir müddet kadar uzaklaştı da sonra geldi. Yine evde İsmail'i bulamadı, İsmail'in hanımının yanına gitti. Ona da ismail'i sordu. O da rızkımızı temin etmeye gitti, diye cevap verdi.

İbrahim:

— Nasılsınız, geçiminiz, hal ve şanınız iyi midir? diye sordu.

O da:

— Biz hayır, saadet ve bolluk içerisindeyiz! diyerek Allah'a hamd ve sena etti.

İbrahim yine:

— Ne yiyip, ne içiyorsunuz? diye sordu, İsmail'in hanımı:

— Et yiyoruz, su içiyoruz, dedi. İbrahim Peygamber de:

— Ey Rabbim! Bunların etlerini ve sularını mübarek kıl, bereket ve bahtiyarlık ihsan eyle! diye duada bulundu.

İbrahim zamanında Mekke civarında hububat bilinen bir şey değildi. Av etiyle gıda temin edilirdi. Eğer o tarihlerde ve oralarda hububat bilinmiş olsaydı, İbrahim (A.S.) hububat hakkında dua ederdi, İbrahim (A.S.)'ın bu duası bereketiyledir ki, et ile su Mekke'den başka yerlerde o sıcak muhitte Mekke'deki kadar hiç bir kimsenin sıhhatine uygun düşmez.

İbrahim Peygamber gelinine:

— Kocan geldiği zaman ona selam söyle ve ona kapısının eşiğini güzel-tutsun! diye emreylediğimi söyle, dedi. Sonra İbrahim (A.S.) Şam'a dönmüştür, İsmail eve gelince:

— Evimize gelen oldu mu? diye sordu. Ailesi:

— Evet, güzel yüzlü bir ihtiyar geldi, diye İbrahim'i meth ü sena etti. Sonra seni sordu. Ben de rızkımızı temin etmeye gitti, dedim. Geçiminiz nasıldır? dedi. Ben de, hayır ve saadet içerisindeyiz! diye cevap verdim.

Sonra İsmail:

— Sana bir şey vasiyyet etti mi? diye sordu.

Ailesi de:

— Evet, o muhterem ihtiyar sana selam söyledi ve kapının eşiğini iyi tutmanı emreyledi, dedi.

Bunun üzerine İsmail ailesine:

— İşte o gelen babamdır. Sen de evimizin şerefli eşiğisin! Babam bana seni hoş tutmamı, iyi geçinmemi emretmiştir, dedi.

Sonra İbrahim (A.S.) bir müddet daha oğlundan ve ailesinden uzakta yaşadı. Ondan sonra Mekke'ye geldi. O sırada İsmail Zemzem kuyusunun yakınında büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekle meşguldü, İsmail babasını görünce hemen kalkıp babasına karşı vardı. Uzun zaman biribirine hasret olan bir babanın oğluna, bir oğlun da babasına karşı mutad olan sarılmalar ve el, yüz, göz öpmelerde bulundular.

Sonra İbrahim (A.S.):

—— Ey İsmail! Allahü Teala bana büyük bir iş emretti! dedi. İsmail de:

— Babacığım! Rabbin ne emrettiyse o emri yerine getir! dedi. İbrahim (A.S.):

— Fakat bu işte sen bana yardım edeceksin! dedi. İsmail:

— Babacığım, ben sana her veçhile yardım ederim! dedi. İbrahim (A.S.):

— Allahü Teala burada bir beyt yapmamı emretti! diye etrafından yüksekçe bir tepeye işaret etti. İbrahim ile İsmail işte orada Kabe'nin temellerini kurup duvarlarını yükselttiler, İsmail taş getirirdi, İbrahim de bina ederdi. Nihayet Beytin binası ilerleyip duvarları yükseldiğinde İsmail bugün ziyaret edilen malum taşı getirdi, babası İbrahim onu ayağının altına iskele olarak koydu. Üzerinde inşaata devam etti. İbrahim yapar, İsmail de taş verirdi., İnşaat tamam olduktan sonra baba, oğul:

— Ey Rabbimiz! Yaptığımız şu beyti tarafımızdan takdim edilen kulluk armağanı olarak kabul buyur! Rabbimiz, muhakkak sen dualarımızı çok iyi işitir, niyetlerimizdeki ihlası kesin olarak bilirsin! diye dua etmişlerdir.

Allah'ın aleminde Kabe'den daha şerefli bir bina yoktur. Çünkü onun inişini emreden alemlerin Rabbi olan Allahü Teala'dır, Bu emri tebliğ ve planını tarif eden Cebrail Aleyhisselam, yapıcısı Hazreti İbrahim, yardımcısı da Hazreti İsmail peygamberlerdir.

İbrahim Aleyhisselam Kabe'nin inşasını bitirdikten sonra Hazreti Cibril gelmiş ve hac farizasının nasıl yapılacağını bütün şekilleriyle Hazreti İbrahim'e öğretmiştir. Sonra İbrahim Aleyhisselam Kur'an'da «Makam-ı İbrahim» diye anılan ve namaz kılınan mübarek makamdan:

— Ey insanlar, Rabbinizin beytini ziyarete davetlisiniz, icabet ediniz! diye ilan etmiştir. Ve Hazreti İsmail ile beraber bütün hac mevkıflerinde durup hac menasikini yerine getirmiş, sonra dönüp Sare'nin yanına gitmiştir. Bir hac mevsiminde de Sare ile beraber Beyt-i Makdis'ten gelerek hac etmişler ve sonra Şam'a gidip orada vefat etmişlerdir. Hazreti İbrahim vefat ettiğinde iki yüz yaşında bulunuyordu. Naşı Kudüs mülhakatından itabının kasabasında bir mağaraya defnolunmuştur ki, bugün mezkur kasaba kendi adına izafetle «Halilü'r Rahman» ismiyle anılır.


(Saffat, Bakara, Enbiya ve İbrahim Sureleri)