MÂİDE SÛRESİ
Medine devrinde nazil olmuştur, 120 âyettir.
1
Ey iman edenle! Sözleşmeleri yerine getirin. Vefa: Verilen sözün gereğini yapmak demektir. Akid: Sağlam söz anlamına gelir. İplerin düğümlerine benzetilerek bu isim verilmiştir. Burada sözkonusu olan akid ve sözleşmeler, yüce Allah'ın kullarına gerekli kıldığı ve görev olarak verdiği tüm dinî hükümlerdir. Ayrıca insanların kendi aralarında yaptıkları muamelelerle ilgili anlaşma ve sözleşmeler de bu konunun kapsamına girer. Onları da yerine getirmek gerekir.
Bu hitabın ardından, yükümlülüklerin ayrıntılı olarak anlatılmasına geçiliyor. Önce helâl ve haram olan yiyeceklerden söz edilerek:
İhramlı iken avlanmayı helâl saymamanız şartıyla, çeşitli hayvanlar size helâl kılındı deniyor. Ayette ”Behîm'e" diye geçip ”hayvanlar" diye ifade ettiğimiz kelime dört ayağı olan tüm hayvanlar anlamına gelir. Yani: Deve, inek, koyun ve keçi gibi hayvanların etleri size helâl kılındı.
Ancak haram oldukları size okunanlar müstesna. Yani bundan sonraki üçüncü âyette haram oldukları Kur'an tarafından bildirilecek olanlar müstesnâ... Avlanmanın yasak olması demek, yasak olduğuna inanmak ve bu yasağı fiilen çiğnememek demektir. Bu husus, hem âyet ve hem de hadisçe sabittir... ”ihramlı iken..." Yani ihrama niyet etmiş iken... Arılatılan hususlar yasaktır.
Helâl kılınan hayvanların bu şartlarla birlikte anlatılması, insanların onlara olan ihtiyaçlarını hatırlatmak suretiyle verilen nimetin mükemmelliğine işaret etmek içindir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: Aslında bazı vakitlerde sizi onlara muhtaç etmeyecek şeyleri elde etmekten çekindiğiniz halde bu hayvanlar size mutlak olarak helâl kılındı.
Şüphesiz ki Allah dilediği hükmü verir. Hikmetinin gereği doğrultusunda neyi helâl; neyi de haram kılacağına O karar verir.
2
Ey iman edenler! Allah'ın nişanelerine, saygısızlık etmeyin. Bu âyet Şurayh b. Dubay'a hakkında inmiştir. Bu zat Yemâme'den Medine'ye gelmiş; beraberindekileri Medine dışında bırakarak Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına tek başına girmişti. Sonra Allah'ın Rasûlü'ne: ”Sen insanları neye çağırıyorsun?" diye sormuştu. Bunun üzerine Rasûlullah: ”Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik yapmaya, namaz kılmaya ve zekât vermeye... çağırıyorum" cevabını vermişti. Sonra Şurayh: ”Güzel!..." demiş ve şunu eklemişti: ”Benini birtakım büyüklerim vardır, onlarsız hiçbir şeye karar vermiyorum. Umarım ben müslüman olur, onları da getiririni..." Oysa, daha önce Allah'ın Rasûlü ashabına: ”Rabialılardan size şeytanın diliyle konuşan bir adam gelecek" demişti... Sonra Şıırayh çıktı gitti. Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: ”Bu adam kafir olarak içeri girdi ve aynı zihniyetle geri döndü. Bu, kesinlikle müslüman olmadı." Sonra Şurayh'ın Medine'den çıktığı görüldü. Rasûlullah onu izletti. Ancak ona yetişemediler. Ertesi yıl büyük bir ticaret malı ile Yemâme'den hacca geldi. Getirdiği hediye kurbanlıklarına gerdanlık takmıştı. Müslümanlar Rasûlullah'a: ”Ey Allah'ın Rasulü! İşte Şurayh! İzin verin, biz onun hakkından gelelim. Sen onu bize bırak" dediler. Allah'ın Rasûlü: ”Baksanıza, bir de hediye kurbanlıklara gerdanlık takmış" dedi. Ashab da: ”Evet, ey Allah'ın Rasûlü! Biz de cahilive döneminde böyle yapardık" karşılığını verdiler. Sonra Rasûlullah bunun yasak olduğunu belirtti."'
Bu âyetin indiği sıralarda müşrikler haccedip kurban kesiyorladı. Müslümanlar onlara engel olmak istediler. Ancak Allah, bunu yasakladı... Nişaneler: İhram, tavaf, sa'y, halk (traş) ve kurban gibi, belirli ibadet şekillerine verilen addır. Yani: Bu kutsal hareketleri hafife almayın, Allah'ın Kâbesini tavaf edip Hac ilkelerine önem verenin hareketlerine engel olmayın.
Mukaddes olan haram aya, kutsal aya da saygısızlık etmeyin. Öldürme ve talan etmeyi bu haram avda, hac ayında, helâl görmeyin. Mukaddes olan dört haram ay: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.
Hediye edilen kurbanlığa, deve, inek ya da davar cinsinden, Allah'a yakınlaşmak umuduyla Kâbe'ye hediye edilen kurbanlıklara da saygısızlık etmeyin.
Gerdanlıklara ve gerdanlık takılmış hediye kurbanlıklara da, sakın saygısızlık etmeyesiniz. ”Gerdanlıklar" anlamındaki ”Kalâid" kelimesi, ”Kılâde" kelimesinin çoğuludur. Kılâde, yani gerdanlık, özellikle develerin boynuna, - dokunulmaması ve hediyelik kurbanlık olduklarının bilinmesi için- asılan nal, ağaç parçası veya benzeri bir şeyden ibarettir.
Rablerinden lütuf ve rızâ talep ederek Kâbe'ye yönelenlere sakın saygısızlık etmeyin. Ziyaret amacıyla Kâbe'ye gelip, ticaret ve rızâ ile, yani Allah'ın rızâsıyla beraber rızıkları peşinde de koşanlara sakın ilişmeyiniz, onlara engel olmayınız. Ancak bu âyetin hükmü daha sonra ”... müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (Tevbe: 5) ve ”...bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevbe: 28) âyetleriyle nesholunmuştur. Bu yüzden artık müşrikler Hac Bölgesine sokulamaz! Birtakım kurbanlık ve gerdanlıklarla hiç bir kâfire güven verilemez!...
İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. İhramlarınızı çıkardıktan sonra avlanmanızın bir sakıncası yoktur.
Sizi, Mescid-i Haram'dan menettiği için, bir kavme olan kininiz,
Hudeybiye yılında umre tavafı ve ziyareti yapmanıza engel olduğu için bir kavme olan kızgınlığınız ve düşmanlığınız,
sakın sizi, onlara karşı tecavüze sevketmesin. Tecavüze sevketmek, bu duruma zorlamak anlamındadır. Bu durum, onları Mescid-i Haram'dan çıkarmanıza sebep olmasın, sizi intikam almaya yöneltmesin.
Birbirinize karşı
iyilikte ve takvada yardımlaşm, affetme ve hoşgörülü olmada; ilâhî emre uyup arzularınıza karşı çıkma konularında destekçi olun.
Günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın. İsyan, zulüm, haksızlık, misilleme ve intikam konularında birbirinize destekçi olmayın. Çünkü yardımlaşmanın gerekli olduğu hususlar, iyilik, takva, affedicilik ve hoşgörüdür. ”Yardımlaşmayın" anlamındaki ”Lâ teâvenû..."nun aslı kelime yapısı bakımından ”Lâ teteâvenû"dur. Kolay telâffuz amacıyla ”te" harflerinden birisi atılmıştır...
Hazret-i Peygambere ”iyilik ve günah nedir?" diye sorulduğunda, şu cevabı verdiği rivayet edilir: ”iyilik, güzel ahlâktır. Kötülük ve günah ise seni içerden rahatsız eden ve insanların, sende bulunduğunu bilmelerim istemediğin şeydir."
Allah’tan korkun, her konuda O'ndan sakının.
Şüphesiz ki Allah, azabı çok şiddetli olandır. O'ndan korkmayanlar için O'nun intikamı daha da şiddetli olacaktır.
Açıkladığımız bu âyette Allah'ın yücelttiği yer ve zamanlara saygı göstermeye işaret vardır. Buna göre yüce Allah, bir kısım ay, gün ve vakitleri diğer bir kısmından üstün tutmuştur. Nitekim bir kısım peygamber ve ümmetleri de diğer bir kısmından daha yüce kılmıştır. Böylece gönüllerin daha çabuk yumuşaması, ruhların daha heyecanlı ibadet etmesi; insanların, üstün kılınan ümmet ve peygamberleri örnek edinmesi ve halkın bu faziletlere teşviki sağlanmıştır. Öte yandan sakinlerine sevap kazandırma, başka bir deyimle yapılan amellerin karşılığını daha da büyütme amacıyla bir kısım mekânlar üstün kılınmıştır. Allah bazı insanları bedbaht, bazılarını da mesut, iyi kimseler olarak yaratmıştır. Her şeyin son durumu önemlidir. Kuşkusuz Hazret-i Muhammed, güzel ahlâk ve iyi amel sahibiydi. Sana düşen, ona uymaktır. Allah, tüm peygamberleri övmüş, her birini bir sıfatla nitelendirmiş ve hepsini kasdederek Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Sen de onların doğru yoluna uy" (Enam: 90) direktifini vermiş, peygamberimiz de bu direktifin gereğini yapmıştır. Bu yüzden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu peygamberlerin sahip oldukları güzel hasletlerin tümünü kazanmıştır. Bilindiği gibi, her peygamberin belirgin bir özelliği vardır. Meselâ Hazret-i Nuh şükrediciliğiyle, Hazret-i İbrahim yumuşak huyluluğuyla, Hazret-i Mûsa ihlâsıyla, Hazret-i İsmail verdiği söze bağlılığıyla, Hazret-i Yakub ve Hazret-i Eyyûb sabırlı olmalarıyla, Hazret-i Davut onurlu olmasıyla, Hazret-i Süleyman alçak gönüllülüğüyle, Hazret-i İsa zühd ve takvasıyla tanınmıştır. İşte bütün bunları izleyen Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tüm bu özelliklere sahip olmuştur. İşte ey müslüman! Sen, o peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetindensin. Allah'tan korkup takva sahibi ol ki, şiddetli ve acıklı azaptan kurtulasın, ebedî ve bol nimetli cennete kavuşasın.
3
Size
leş, haram kılınmıştır, onları alıp yemeniz haramdır, yasaktır. Helâl ve haram kılma, maddelerle ilgili değil, fiillerle ilgilidir. Leş ise boğazlanmadan ölen hayvan demektir.
Kan, akıtılan, dökülen, bir yere boşaltılan kan da haramdır. Ciğer ve dalak ise haram değildir. Cahiliye döneminde kanı bağırsaklara doldurup kızartıyorlar, hacamat yapılan için bu kan haram değildir, diyorlardı.
Domuz eti n in yenilmesi de haramdır. Hatta bu, bizzat necis olduğundan, boğazlansa bile helâl olmaz. Domuz etinin özellikle söz konusu edilmesinin sebebi, bir kısım kâfirlerin bunu yemeyi alışkanlık haline getirmeleriydi. Öte yandan, yenilen şey, vücudun bir parçası haline gelir; ahlâk ve karakteri, içinde bulunan özellikler doğrultusunda etkiler. Domuz ise aşırı ve pis bir hırsa sahiptir. İşte onun gibi olmaması için, insana domuz eti haram kılınmıştır. Üstelik, domuz namus yoksuludur. Kıskanma diye birşey domuz için sözkonusıı değildir. Hatta erkek domuzun gözü Önünde, kendisine ait olan dişi siyle cinsel ilişki kuran hayvana karşı kılını bile kıpırdatmaz. İşte domuz etinin yenilmesi, bu özelliklerin insana da geçmesine sebep olur.
Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanların etleri de yenilmez. Meselâ boğazlanırken üzerinde ”Lat ve Uzza adı" anılan hayvanların eti haramdır. Hatta İslâm hukukçuları (fakihler): ”Hayvanı kesen adam, Allah'ın adıyla Hazret-i Muhammed'inkini beraber ansa, meselâ 'Allah'ın ve Muhammed'in adıyla...' dese, kesilen hayvan haram olur" derler. Hadiste de şöyle geçer: ”Allah, anne ve babasını lânetleyeni lânetlesin. Allah, O'ndan başkasının adını anarak bir hayvan keseni de lânetlesin...". Nevevî, bundan amacın, Allah'tan başkasının; meselâ bir putun veya Mûsa'nın, ya da başka birisinin adı anılarak kesilen hayvan olduğunu belirtir.
Mâverdî de. Buhara âlimlerinin, padişaha yakınlaşmak amacıyla onu karşılarken kesilen hayvanın Allah'tan başkasına kesildiği gerekçesiyle haram olduğuna fetva verdiklerini açıkça söyler. Rafiî ise, bunun haram olmadığı; çünkü bunun, gelişin bir müjdesi niteliğinde olduğu, çocukların doğumunda kesilen Akika kurbanına benzediği, sonuç olarak da haram kılınamayacağı görüşündedir.
Boğulan, çeşitli şekillerde boğularak ölen hayvanların etleri de haramdır. Nitekim cahiliye döneminde insanlar, koyunları boğuyorlar ve ondan sonra yiyorlardı. Kesilip boğazlanmadan ölen bu hayvanlar da bir nevi leş sayılırlar.
Dövülerek ölen hayvanların etleri de yenilmez. Bunlar da herhangi bir taş, ya da sopayla vurulup öldürülen hayvanlardır. Yüksek bir yerden
düşerek ölen hayvanların etleri de haramdır. Bunların yere veya bir kuyuya düşmeleri arasında fark yoktur. Asıl olan düştükten sonra kesilmeden ölmesidir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Adiy b. Hâtem'e şöyle buyurmuştur: ”Vurduğun av hayvanı dağda yuvarlanıp suya düşünce, artık onu yeme. Çünkü sen, onun okun isabeti sonucu mu; yoksa suyun etkisi sonucu mu öldüğünü bilemezsin." İşte bu, ”sakıncalı" ve ”sakıncasız" iki durumun sözkonusu olabileceği tüm konularda bir kural haline gelmiştir. Buna göre, bu gibi durumlarda ”sakıncalı" yön göz önünde bulundurulacak, o ihtimale göre hareket edilecektir. Bu yüzden Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: ”Helâl açıktır, haram da açıktır. Ancak öte yandan pek çok kimsenin bilemediği şüpheli durumlar da vardır..."
Birbiriyle dövüşerek ölen, yani bu dövüşme sonucu can veren ve
canı çıkmadan kestiğiniz hariç yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp bir kısmı
yenilen hayvanların etleri de yenilmez. ”Yırtıcı hayvanlar"dan amaç, azı ve köpek dişleri olup, insan ve hayvanları parçalamak için saldıran aslan ve benzeri hayvanlardır. Şu halde av hayvanı, yakaladığı avın bir kısmını yerse, geri kalan kısım, yani artığı da haram olur, artık yenilmez. ”Canı çıkmadan kestiğiniz hariç" yani, anılan hayvanlardan ölmeden, canları çıkmadan kesebildikleriniz haram değildir. Buna göre, tepinirken; gözünü kırpar veya kuyruğunu sallarken yetişip kesebildikleriniz helâl olur.
İslâmî anlamda kesim; gırtlağın ve gırtlağa bitişik olan yeme-içme borusunun kesilmesiyle gerçekleşir. Hayvanları boğazlarken en azından bu ikisini kesmek gerekir. Mükemmel bir kesimde ise gırtlak ve yemek borusu ile beraber her iki yandaki şahdamarları da kesilmelidir. Keskin olan her şeyle kesim yapılabilir. Bu bir demir parçası olabileceği gibi, herhangi bir kamış, cam, yahut taş parçası da olabilir. Kısacası, şahdamarlarını yarıp kan akıtabilen her şey kesim âleti olabilir.
Dikilen o taşlar için kesilen hayvanlar da haramdır. Bu taşlardan amaç Kabe'nin etrafına dikilen ve cahil iye toplumunda üzerlerinde kurban kesilen ve kutsallaştırman taşlardır. İşte bu taşlar için kesilen kurbanlar size haram kılınmıştır.
Ve fal oklarıvla kısmet aramanız da haram kılınmıştır. Ayette geçen ”ezlâm" kelimesi fal okları, ya da zarları anlamında olup ”zelem" kelimesinin çoğuludur. Kısacası, bu fal oklarıyla da kısmet aramak yasaklanmıştır. Cahiliye toplumunda yaygın olan şöyle bir uygulama vardı: Herhangi bir işe giriştiklerinde, ya da niyetlendiklerinde üç tane fal oku getirip birisinin üzerine ”yap" anlamında ”Rabbim emretti" ; ikincisinin üzerine ”yapma" anlamında ”Rabbim yasakladı" yazarlar; üçüncüsünü ise ”boş" bırakırlardı. Ardından giriştikleri iş niyetine, torbaya koydukları o oklardan birini çekerler, yap emri çıkarsa yaparlar; yasak çıkarsa yapmazlar; boş olan çıkınca da bu fiili bir daha tekrarlarlardı. Burada ”kısmet aramak"tan maksat kısmetlerini bu yolla belirlemek ve buna inanmaktır.
İşte
bunları yapmak, bu çeşit kısmetlere başvurmak,
yoldan çıkmaktır, isyandır, haddi aşmakdır, gayb bilgisine müdahaledir. Oysa gaybı ancak Allah bilir.
Şunu bilin ki, meşru olmayan bir yolla gaybı öğrenmeye kalkışmak; - meselâ bir işin iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu kâhin ve müneccimlerden öğrenme teşebbüsünde bulunmak- kesinlikle yasaktır. Kuranla istiharede bulunmak, ya da hayırlı bir iş için istihare namazını kılmak; duâsını okumak ise ona benzemez. Çünkü bu meşru bir yolla bilgi aramaktır; hayır peşinde koşmaktır. Hayır ile ilgili çabanın yasak olması düşünülemez. Yasak olan, fal okları aracılığıyla, kısmet aramaktır. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyuruyor: ”Kuş uçurtarak, taş karıştırarak, fal baktırarak bazı kararlara varmak ve bir şeyleri uğursuz saymak, sihirbazlık, hayırsız bir davranıştır, putlara inanmak gibidir."
Bugün yani şimdi, şu ânda... (tıpkı: ”Dün genç idim, bugün ihtiyarladım" demek gibi.) Kuşkusuz ”dün" derken, özellikle bulunulan günden bir önceki gün ifade edilmek istenmediği gibi; ”bugün" derken de özellikle içinde bulunulan gün belirtilmek islenmez... Öte yandan âyette geçen ”bugün"den amacın, âyetin indiği gün olan Cuma günü ikindi sonrası, peygamberin Arafat'ta bulunduğu, Veda Haccmın arefe günü olduğu da ileri sürülmüştür. İşte bugün
kâfirler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Sizin dininize karşı üstünlük sağlayamayacaklarını anlayan, yüce Allah'ın İslâm Dinini tüm dinlerden üstün kılacağına ilişkin sözünü gerçekleştirdiğini gören dinsizler, artık size galip gelmekten ümitlerini kesmişlerdir. Bu yüzden
onlardan korkmayın, size üstünlük sağlayabileceklerini düşünmeyin.
Benden korkun! Sadece benden!..
Bugün, dininizi kemale erdırdım. Diğer bütün dinlerden üstün ve yüce kıldım.
Size nimetimi tamamladım. Sizlere hidayet ve başarı nasip ettim. Dinlerin ve şeriatların en mükemmelini size verdim.
Ve din olarak size İslâm'ı seçtim. Bütün dinler arasında Allah katında en değerli ve makbul din olan İslâm'ı size verdim.
Hazret-i Ömer'den rivayet edildiğine göre, Yahudilerden bir adam bir giin, kendisine demiş ki: ”Ey mü'minlerin emiri! Sizin kitabınızda okuduğunuz bir âyet vardır ki, eğer bize inmiş olsaydı; biz o günü bayram edinirdik." Hazret-i Ömer: ”Hangi âyettir" diye sorduğunda, yahudi: ”Bugün, dininizi kemâle erdirdim... diye başlayan âyettir" cevabını vermiş, bunun üzerine Hazret-i Ömer: ”Biz o gıinü ve âyetin peygambere indiği o yeri çok iyi biliyoruz. Bu âyet cuma günü peygamberimiz Arafatta iken inmişti, karşılığını vermiş." Böylece Hazret-i Ömer de o günü bayram edindiğimize işaret etmek istemiş.
Yine rivayet edildiğine göre, bu âyet indiğinde Hazret-i Ömer ağlamaya başlamış; Rasûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Niye ağlıyorsun ey Ömer?" diye sorunca şu cevabı vermiş: ”Beni ağlatan şu: Biz dinimizin artmasını bekler dururduk. Artık kemâle erdiğine göre azalacak, eksilecek demektir." Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü: ”Doğru söyledin" karşılığını vermiş. Böylece bu âyet Rasûlü llah'ın ölüm haberini veriyordu. Nitekim Allah'ın Rasûlü bundan 81 gün sonra Rebiülevvel ayının 12'sine rastlayan bir pazartesi günü vefat etti. Ne gariptir ki Hicret'i de bir Rebiülevvel ayının 12'ci günü olmuştu.
Açlık sebebiyle zaruret içinde olanlar, içinde bulunduğu zorunlu dunun, dolayısıyla haram kılman bu şeyleri yemek mecburiyetinde kalanlar, açlıktan ölüm korkusu içinde olanlar
günaha kaymayacak bir şekilde bu haram kılman şeylerden yiyebilirler. Bunların yemeleri isteyerek, lezzet duyarak ve iştahla olmayacak; ruhsat verilen sınırı aşmayacaktır.
Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu durumda kalanları, yemeleri sebebiyle hesaba çekmez.
Rivayet edildiğine göre adamın biri Rasûlullah'a: ”Ey Allah'ın Resûlü! Herhangi bir yerde açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımızda ölü hayvanların etleri bize nasıl helâl olur" diye sormuş. Allah'ın Rasûlü şu cevabı vermiştir: ”Sabah ve akşam, yemeği haline getirmediğiniz, ve günaha kaymadığınız sürece..."(9)
Açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı halele, ölü hayvan etinden yemeyerek ölen kişi günahkârdır. Oysa öte yandan hasta olup da tedavi görmeye yanaşmayan ve ölen adamın durumu böyle değildir, yani günahkâr olmaz. Çünkü onun, o ilâçla iyileşeceği kesin değildir; ilâç olmadan da iyileşmesi imkân dahilindedir.
4
(Ey Rasûlüm Muhammed!) Onlar senden kendileri için neyin helâl kılındığını soruyorlar. Neyi yiyebileceklerine ilişkin bilgi istiyorlar.
De ki: 'İyi ve temiz olan şeyler size helâl kılındı. Sağlıklı kimselerin tiksinmediği ve çirkin karşılamadığı şeyleri yiyebilirsiniz. Nitekim başka bir âyette de şöyle denilmektedir: ”Temiz şeyleri onlar için helâl, murdar şeyleri de haram kılar" (Araf: 157) Temizin sözlük anlamı: Arzulanan, lezzet duyulan ve iştah çeken her şeydir. Kuşkusuz bu lezzet duyma ve hoşlanma, sağlıklı, sağduyulu ve sağlam karekterli kimselerin hoşlanmasıdır. Yoksa bedeviler tüm hayvanların etlerinden hoşlanırlar.
Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların, av için eğittiğiniz avcı hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin. Avcı hayvanlar deyince, sahibi için av yakalayan yırtıcı hayvanlardan pars, kaplan ve köpek; parçalayıcı kuşlardan da şahin, doğarı, kartal ve akbaba akla gelir. Bunlar eğitilmeye müsait hayvanlardır. Bu yüzden hepsinin avı helâldir. Kısacası av için yetiştirilip eğitilen avcı hayvanların yakaladıkları helâldir. Sanki denilmiştir ki: Av konusunda uzman olarak yetiştirdiğiniz ve Allah'ın size öğrettiklerinden kendilerine öğrettiğiniz; çeşitli plânlar ve bilgilerle donattığınız avcı hayvanların yakaladıkları size helâl kılınmıştır.
Sahibi tarafından salınınca giden, sahibi dur deyince duran, dön deyince dönen; sahibi için yakaladığı avdan yemeyen av hayvanları, eğitilmiş hayvanlardır.
Keşşaf tefsirinin yazarı: ”Allah'in size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz..." âyetinin açıklamasıyla ilgili olarak der ki: ”Herhangi bir konuda ilim sahibi olmak isteyen kimse o konudaki en yetkili ve en uzman kişiye başvurmalıdır. Uğrunda çok uzun yolculuk yapmak zorunda kalsa bile, o konunun inceliklerine dalabilen mütehassıslara müracaat etmelidir. Çünkü ehil olmayan birisinden bilgi alıp vakit kaybeden nice kimseler vardır ki, günlerini boşa geçirmişlerdir, o konunun uzmanıyla karşılaştıklarında dövünürler, parmaklarını ısırırlar..."
İşte bu avcı hayvanların
sizin için yakaladıklarından da yeyin.
Evet, bir kısmını; başka bir deyimle hiçbir şeyini yemediklerini yeyin. Çünkü bir parçasını yedikleri avı sizin için değil, kendileri için yakalamış sayılırlar. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Adiy b. Hâtem'e şöyle buyurmuştur: ”... Eğer senin avcı hayvanın, yakaladığı avdan yemişse, artık sen yeme. Çünkü onu kendisi için yakalamıştır." İslâm hukukçularının çoğu da aynı görüşü ileri sürerler.
Ve (onları ava salarken) üzerlerine Allah'ın adını anın. Av hayvanını salarken Allah'ın adını anmayı ihmal etmeyin... Ebû Sa'lebe der ki: ”Ben Allah'ın Resulüne bir giin: ”Ya Nebiyyallah dedim, bazen kitap ehlinin yanlarında bulunuyoruz, onların kaplarından yiyelim mi? Bazen de okumla veya eğitilmiş av köpeğimle, ya da eğitilmemiş köpeğimle avlanıyorum, bunların hangisi benim için caizdir, ne yapmam lâzım?" Bu sorularım üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Sorduğun kitap ehli kaplarının durumu şudur: 'Eğer başkasını bulursanız, ondan yemeyin. Bulamazsanız, yıkayın ve ondan yeyin.' Avlanma durumlarına gelince: Allah'ın adını anarak okunla vurduğunu ye; Allah’adını anıp saldığın eğitilmiş av köpeği tarafından yakalananı da ye; eğitilmemiş köpeğin tarafından yakalanan ve kesmesine yetiştiğin avı da ye."
Allah'tan korkun. Yasakları konusunda O'ndan sakının.
Şüphesiz ki Allah, hesabı çok süratli olandır.' Hesabının gelişi çabuktur, ya da hesap görmeye başladığında hemen tamamlanır, en kısa zamanda gerçekleşir. Her iki açıklamaya göre de anlam şudur: Büyük, küçük her hususta hemen yakanıza yapışır, kurtulamazsınız.
Bu âyet indikten sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendilerinden yararlanılan köpeklerin beslenmesine izin vermiş, saldırgan köpeklerin ve zarar verip rahatsız eden şeylerin öldürülmesini emretmiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kim, çoban, av ve ziraat köpeği dışında evde köpek beslerse her gün sevabından bir miktar azalır." Bu yasaklamanın hikmeti, misafirlere saldırdığından; gelip-giden fakirleri korkuttuğundan olsa gerek. Ayrıca köpek beslemek kâfirlerin gelcneklerindendir. Kâfirler, köpek bakımına çok önem verirler, onu çocukları gibi görürler. Çünkü aynı cinsten olanlar (yani nesil olanlar) arasında bir yakınlık ve alışkanlık meydana gelmektedir. Peygamberimiz buyuruyor ki: ”içinde resim, köpek ve cenabet kimse bulunan eve melek girmez." Buradaki melekleden amaç, rahmet ve istiğfar melekleridir. Hayır ve şerleri kaydeden melekler ise mükellefiyet çağma gelenlerden bir an bile ayrılmazlar. Resimlerden amaç ise canlıların, yani ruh sahiplerinin resimleridir. Çünkü bu tip evler puthaneleri andırmaktadır. Köpek ise iletiştir, sakınılması gerekir.
5
Bugün, şu hazır zamanda, ya da âyetin indiği gün
size temiz ve güzel şeyler helâl kılındı. Temiz ve güzel, şeyler salim fıtratların, kişilikli ve güzel ahlâklı kimselerin hoş karşıladığı ve çirkin görmediği şeylerdir. Ayrıca haram olduğuna herhangi bir serî delil, kıyas ya da müctehid tarafından hükmedilmeyen şeyler de bu kısına girer.
Kendilerine kitap verilenlerin, yahudi ve hristiyanların
yemekleri; yiyecekleri ve kestikleri size helâl kılınmıştır; yemeniz mümkündür.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, kendisine Arap Hristiyanların kestiklerinin durumu sorulmuş; o da ”helâldir" cevabını vermiş. Bütün tabiîn nesli da aynı görüştedir. Hatta yalıudi ve hristiyanın Allah'tan başka birisinin adını anarak kestiği; meselâ hristiyanın Hazret-i İsa'nın ismini zikrederek boğazladığı hayvanın etinin yenilebileceğini pek çok âlim ileri sürmüştür. Çünkü onların kestiğini helâl kılan yüce Allah, ne diyeceklerini gayet iyi bilir.
Hasan der ki: ”Yahudi ve Hristiyanın Allah'tan başkasının adını anarak kestiğini bizzat görür, işitirsen yeme. Ancak o iş senin gıyabında yapılmışsa ye. Çünkü Allah onu sana helâl kılmıştır."
Kitap ehlinin yemekleri
size helâl olduğu gibi, sizin yemekleriniz de onlara helaldir. Onları yedirip içirmede sizin için herhangi bir sakınca yoktur. Onlara gıda maddesi satmanız caizdir.
Hür ve iffetli mü'min kadınlar ile, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar size helâl kılınmıştır. Kitap ehlinden olanların harbî olmaları, durumu değiştirmez. İbn Abbas ise, harbî olan kitap ehli kadınlarla evlenilemeyeceği görüşündedir.
Âyet, bir ikram ve ihsan konumunda olduğundan, özellikle ”hür ve iffetli" olanlarla evlenilebileceğini ortaya koymuştur. Çünkü böylesi bir evlenme daha mükemmel ve daha üstündür. Dolayısıyla ”en mükemmel'e dikkat çekilmiştir. Mü'min cariyeyle evlenebileceğine ilişkin herhangi bir ihtilaf yoksa da, ”hür kadınların" tercih konusu olmaları gerektiğine de böylece işaret edilmiştir. Çünkü cariyeyle evlenmek çocuğun köleleştirilmesine sebep olur. Zira çocuğun ”hür", veya ”köle" olması, annesinin durumuna bağlıdır. Oysa kişi, kendi köleliğini arzulamadığı gibi, çocuğunun da köle olmasına sebep olmamalıdır.
Namuslu olmanız, iffeti terketmemeniz,
zina yapmamanız, açıktan zinaya tevessül etmemeniz,
gizli dost edinmemeniz gizli zina yapmamanız
ve kendilerine mehirlerini vermeniz onları mehirsiz bırakmamanız
şartıyla size helâldir. Ayette geçen ”Ehdan" kelimesi ”Hıdri'ın çoğuludur. Hıdn, zina yapmak için gizlice edinilen erkek veya kadın dost demektir. Şa'bi de zinayı iki kısına ayırır. Birincisi açıktan yapılan ve ”Sifah" denilen zina. İkincisi ”Hıdn" yani gizli dost edinmek suretiyle gizlice yapılan zina. Yüce Allah her iki kısmı da bu âyetle yasaklamış, haram kılınıştır.
Kim dini inkâr ederse İslâm şeriatını benimsemeye ve kabullenmeye yanaşmazsa
şüphesiz onun daha önceki amelleri boşa gider. Onları yapmamış gibi olur, yaptığı iyilikler boşa gider
ve ahiret gününde o, hüsrana uğrayanlardandır. Ateşe sürüklendiği için yakınan, dövünen ve zarar edenlerden olacaktır. O gün, kocası müslüman olan kitap ehli kadına, kocasının İslâmlığı herhangi bir yarar sağlamayacağı gibi; eşi kitap ehli olan müslüman erkeğe de eşinin küfrü herhangi bir zarar vermeyecektir.
Bil ki, küfür çirkinlik ve rezâletierin en kötüsü olduğu gibi iman da güzelliklerin doruk noktasıdır. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre: ”Allah, Adn Cennetini yarattığı zaman, içinde de hiçbir gözün görmeyip, hiçbir kulağın işitmediği ve hiç kimsenin aklına bile getiremediği şeyler yerleştirmiş ve ona 'şimdi konuş' demiş. Bunun üzerine Adn Cenneti üç defa: 'Müminler muhakkak kurtuluşa ermişlerdir' demiştir."
6
Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman, namaz kılmak istediğiniz zaman... Burada abdesti olmayan mü'minlere seslenildiği anlaşılmaktadır. Çünkü namaza kalkınca abdest almak, abdestli-abdestsiz herkes için değil, sadece abdesti olmayanlar için şarttır. İşte ey abdesti olmayan mü'minler! Namaza kalktığınız zaman
yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklerle beraber yıkayın. Yıkamak, yıkanması gereken yer üzerinden suyu akıtmak demektir. Yüz ise insanın kafa bölgesindeki ön cephesidir. Uzunluğu saçların bitiminden çenenin altına; genişliği bir kulak memesinden öteki kulak memesine kadar devam eder. Yüz bölgesinin sınırları şeriatte böyle belirtilir. Bu yüzden abdest alırken bu bölgenin tamamı yıkanmalıdır. Alimlerin çoğunluğu ”dirseklerin" de, yıkanması zorunlu olan bölgenin içinde yeraldığı görüşündedirler. Dirsek, kolun arka noktasıdır. Üzerine dayanıldığı için Arapça da ”dayanak" anlamında ”mirfak" olarak adlandırılır. Âyette de bu kelimenin çoğulu olan ”merâfık" kullanılmıştır.
Başlarınızı meshedin. Mesh, el sürmek demektir. Ebû Hanife'ye göre meshedilmesi zorunlu olan miktar başın dörtte biridir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) başının ön kısmını meshederdi ki, bu kısım başın dörtte birine tekabül eder. Bilindiği gibi baş, ön kısım, arka (ense) kısmı ve iki yan taraflar olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır.
Ayaklarınızı topuklarla beraber yıkayın. buradaki ”ayaklarınızı" anlamına gelen ”ercüleküm" kelimesi, gramer bakımından ”yüzleriniz" anlamındaki ”vücûheküm" kelimesine matuftur. Yani yüzlerinizi yıkadığınız gibi, ayaklarınızı da yıkayın. Nitekim peygamberimizin açık ve yaygın uygulaması, sahabenin tatbikatı ve miictehid imamların görüşleri de bunu desteklemektedir. Ayrıca yıkanacak bölgenin sınırlandırılarak net bir biçimde belirtilmesi de bu görüşü teyid etmektedir. Zaten meshetme olayında sınır belirleme söz konusu olmaz. Sınırlandırma yıkanacak şeyler için mümkün olabilir.
Öte yandan abdest için bu dört organın tahsis edilmesinin sebebi ve hikmeti şu olabilir: Hazret-i Adem yüzüyle yasak ağaca yönelip eliyle meyvesini alınca; ayağıyla ona doğru yürüyüp ona dokundurduğu elini başının üstüne koyunca, sanki günahlarına keffaret olsun diye yiice Allah Âdem (aleyhisselâm)'e bu dört organı yıkamasını emretmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”...Kul yüzünü yıkayınca günahları göz kapaklarının altından çıkar gider."
Denmiştir ki, Allahü teâlâ diğer ümmetler arasından Ümmet-i Muhammed'in farklı özellik ve nişanlara sahib olması için söz konusu abdest organlarını yıkamayı sâdece onlara tahsis etmiştir. Nitekim lıadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Onlar kıyamet günü abdestden dolayı farklı özellik ve alâmete sahip, yüzleri pırıl pırıl bir halde gelirler. Ben ise onlardan önce havzın başında bulunurum." Bilindiği gibi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fetih günü beş vakit namazı tek abdestle kıldı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Daha önce hiç yapmadığın bir şeyi bugün yaptın?" dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: ”Bile bile yaptım ey Ömer." Yani, her namaz için yeni abdest almak gerekmez. Abdest bozul maçlıkça aynı abdest le birkaç namaz kılınabilir. Ancak, her farz için yeni abdest almak, güzel bir davranıştır. Abdest yenilemenin kişinin iç dünyasını da olumlu etkilediği, aydınlatıp nurlandırdığı açık bir gerçektir. Hatta Allah'ın bir kısım salih kullarının, gıybet, yalan ve öfke gibi durumlarda bile abdest tazeledikleri nakledilir. Kuşkusuz abdest nefis ve şeytanın karanlıklarını dağıtan bir nurdur.
Öte yandan, abdestten sonra iki rekât namaz kılmak sünnettir. Rivayet edildiğine göre Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), Bilâl'e şöyle demiştir: ”Bilâl! Söyle bana, sen islâm'da kabul olunması en çok umulan ne amel yaptın? Çünkü ben Cennette iken önümde senin ayak seslerini işittim." Bunun üzerine Bilâl şu cevabı vermiştir." Bana göre yaptığını en değerli amel, gece veya gündüz abdest aldığını zaman, ardından kılabildiğim namazdır.
Eğer cüniip iseniz temizlenin, gusül (boy) abdestinizi alın, yıkanın. Ancak bu temizleme, vücudun bütün dış kısmını yıkamakla gerçekleşebilir. Hatta tırnakların altında hamur artığı bulunsa, suya engel olduğu için, gusül geçersizdir. Ancak suyun ulaşması çok zor olan göziin içi gibi bölgeler bunun dışındadır. Burun içi ve ağız içi gibi yerler ise, hem yıkanmaları zor olmadığından, hem de buraları yıkamak herhangi bir zarar vermediğinden, yıkanmaları gereken yerlerdir.
Temizlenme ve yıkanmanın hem bedenî, hem de dinî pek çok yararları vardır: Her şeyden önce bu, gusletmeyen kâfirlere bir muhalefettir. Bir kısım hastalıklara sebep olan alçak psikolojik dürtüler bununla giderilir. Şehvet duyguları teskin edilir.
Bedaius-Sanai fi Âhkami'ş-Şerâi' adlı eserde, neden bütiin vücudun sidik ve dışkının çıkmasından dolayı değil de, meninin çıkmasından dolayı yıkanmasının gerektiğine ilişkin olarak şu hikmetler anlatılır:
1- Meninin inmesine sebep olan cinsel ilişki, etkisini bütiin vücutta gösteren bir lezzet ve nimettir. Dolayısıyla bu nimete karşı yapılacak şükür, ancak bütün vücudun yıkanmasıyla gerçekleşebilir. Oysa sidik ve dışkının çıkışında böyle bir genel etkilenme söz konusu değildir.
2- Cünüplük tüm vücudu kuşatır. Çünkü ciinüplüğe sebep olan cinsel ilişki, tüm bedenî gücün kullanılmasıyla gerçekleşir. Hatta çok cinsel ilişkide bulunanın güçsüzleştiği; cinsel ilişkiden uzak kalanın güçlendiği bilinen bir gerçektir. Şu halde cünüplük, imkânlar oranında içi ve dışıyla tüm vücudu kapsar. Oysa abdestsizlik öyle değildir. Bunun etki alanı yüzeysel ve dardır. Çünkü abdestsizliğe sebep olan başlıca faktör, yeme ve içme olayıdır. Yeme ve içme ise bütün vücutta değil, belli bazı organlarla gerçekleşir. Bu yüzden abdestte tüm vücut değil, bazı dış organlar yıkanır.
3- Abdest, ilâhî bir görev olan namaz kılmak ve yüce Allah'ın huzuruna çıkmak için gerekli olan bir yükümlülüktür. İşte daha mükemmel bir görev yapmış olmak için, namaz kılacak olan kişi, en temiz ve en güzel bir durumda bulunmalıdır. En mükemmel temizlik de bütün vücudun yıkanmasıyla mümkündür. Hatta mümkün olursa, abdestte bile tüm vücudun yıkanması daha güzel olur. Ancak sık sık tekrarlandığından dolayı burada kirlenmeleri en çok muhtemel olan organlar yıkanır. Gerçekten abdest organları en çok kirlenen ve en fazla gözlenen organlardır. Zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak ve kolaylığı sağlamak amacıyla yüce Allah'tan bir lütuf olarak, bütün bedenin yıkanması yerine geçmek üzere, bu organların yıkanması yeterli görülmüştür. Cenabetlik durumunda ise herhangi bir zorluk söz konusu değildir. Çünkü sık sık karşılaşılan bir olay değildir. Dolayısıyla bunda mükemmelin aranması tabiidir.
Eğer hastaysanız, ölüm tehlikesi olan, ya da su kullanımından dolayı uzun süre devam etmesinden korkulan bir hastalığa yakalandığınızda,
yahut siz uzun ya da kısa bir
yolculukta bulunuyorsanız veyahut herhangi biriniz abdest bozma yerinden gelmişse... Abdest bozma yeri demek rahatlamak için uygun olan yer demektir. Abdest bozma yeri olan heladan gelmek, abdest bozmaktan gelmek demektir. Adet olarak abdest bozmak isteyen bir kimse insanların gözünden kendisini gizlemek için helaya gider.
Veya kadınlara dokunmuşsamz, cildiniz onların cildine değmişse, yani onlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız. Açık olarak ifade etmek müstehcen olacağından Kur'an'da bu tip kinayeler çok kullanılır. Bu ifadeler Kur'an'ın âdabını çok güzel yansıtır...
Ve su da bulamamışsanız, suyu kullanabilecek imkândan yoksun iseniz... İşte bütün bu durumlarda
temiz toprakla teyemmüm yapın. Yeryüzünden toprak ve ona benzer temiz bir şey alın ve onunla teyemmüm yapın. Yeryüzündeki toprağa doğrudan doğruya temiz denmesinin sebebi, bu özelliğe salıip olduğundandır.
Yüzlerinizi ve ellerinizi toprakla meshedin. O temiz toprağı yüzünüze ve dirseklerinize kadar ellerinize sürün, meshedin.
Rivayet edildiğine göre peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) teyemmüm yapmış, her iki ellerini dirseklere kadar meshetmiştir. Öte yandan teyemmüm abdest yerine alındığından onun gibi değerlendirilir, abdest organları meshedilir... Gramer bakımından ”vücûhikûm" kelimesinin başındaki ”be" harfi zaittir. Bu durumda toplu halde cümlenin anlamı şu olur: İki elinizi toprağa vurduktan sonra ara vermeden hemen yüzünüze ve kollarınıza götürün.
Allah size bir zorluk çıkarmayı dilemez. Dini konularda sizi zor durumda bırakmak istemez.
Fakat O, temizlenmenizi, günahları silen abdestle, günahlardan paklanmanızı
ve üzerinize olan nimetini tamamlamak ister. Size bu kolaylıkları tanıyarak eksiksiz nimete kavuşturmak ister
ki, şükredesiniz. Nimetinin şükrünü yerine getiresiniz...
Şüphesiz elbiselerin temizlenmesinden ve yüzeysel beden yıkanmasından gaye, kalbin temizliğini sağlamaktır. Kalb ise iç âlemin özüdür. Kalbin ahlâki kirlerden temizlenmesi çok önemlidir. Ancak dış temizliğin de, kalbi olumlu etkilediği, onu parlattığı bilinen bir gerçektir. İşte ey miislüman kardeşim, sen titiz bir abdest alıp dış temizliğine özen gösterdiğinde, kalbinde daha önce göremediğin bir huzur ve mutluluk hissedersin. Bunun sebebi, madde âlemiyle mânâ âlemi arasında esrarlı bir ilişkinin bulunmasıdır. Madde âleminin temsilcisi durumunda bulunan yüzeysel vücutla, mânâ âleminin bir parçası olan kalb arasında da böyle bir ilişki vardır. Kalbin marifeti organlara yansıdığı gibi, organların durumları da kalbi etkiler. Aynı şekilde madde âleminden olan organların hareketinden kalbe nice eserler yükselir. Bu yüzden madde âlem indeki bir takım bedensel hareketlerden ibaret olduğu halde, yüce Allah namaz kılmayı emretmiştir. Hatta Allah'ın Rasûlü namazı dünyanın bir parçası olarak değerlendirmiştir. Nitekim bir lıadisde şöyle buyurmaktadır: ”Sizin dünyanızdan bana güzel koku, kadınlar ve gözbebeğim olan namaz sevdirildi." Kısacası, dış temizliğin içe de yansıması uzak bir ihtimal değildir.
7
Allah'ın üzerinizdeki nimetini size verdisi İslam nimetini hatırlayın. Böylece o nimeti size vereni düşünün ve O na bol bol şükredin,
ve: işittik ve itaat ettik' dediğinizde sizden aldıçı ve onunla sizi bağladığı ahdini hatırlayın. Sizden kesin olarak aldığı sozu, sizden aldığı o kesin ahdi hatırlayın. Bu ahid, yüce Allah'ın, Peygambere genişlik, darlık, kolaylık ve zorluk anlarında destek vereceklerine ve uyacaklarına dair biat eden Müslümanlardan aldığı ahittir.
Allah'tan korkun sakın verdiğiniz sözden dönmeyin.
Çünkü Allah, göğüslerin ozunu cok iyi bilir. Gönüllerde gizlenen her şeyden haberdardır. Gizli yapılanları bilip ona göre karşılık verdiği halde, açıktan yapılanlara ne dersiniz?
Şunu biliniz ki, yiice Allah'ın müminlere verdiği ilk nimet onları yokluk karanlıklarından kurtarıp varlık aydınlığına kavuşturmasıdır. Onları, güçlü, dini kabullenecek yapıda yaratmış, onlara dosdoğru yolu nasip etmiş; sonra onları ”işittik ve itaat ettik" demeye muvaffak kılmıştır. Gerçekten Allah'ın tevfiki olmamış olsaydı ”İşittik ve isyan ettik" de diyebilirlerdi. Nitekim isyankâr sapıklar böyle demişlerdir.
Abdurrahtnan b. Avf der ki: Biz dokuz veya sekiz, ya da yedi kişi Rasûlullah'ın yanındaydık. Bize: ”Allah'ın Rasûlüne biat etmez misiniz?" dedi. Heniiz yeni biat ettiğimizden ”Ey Allah'ın Rasûlü, sana biat etmiştik" cevabını verdik. Bunun üzerine tekrar ”Allah'ın Rasûlüne biat etmez misiniz?" dedi. Biz de elimizi uzatarak tekrar, ”Sana biat etmiştik; sana daha neyin üzerine biat edelim Ya Rasıılallah" dedik. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü, şu hususlarda biat edin dedi: ”Allah'a kul olun, O'na ibadet edin. Hiçbir şeyi O 'na ortak koşmayın. Beş vakit namazınızı kılın. Gizli açık her durumda Allah'ın emirlerine uyun, insanlardan bir şey istemeyin." Sonra Abdurrahman şöyle diyor: Bu emri dinleyen o gruptaki insanlardan öylelerini gördüm ki, kendisi süvari olduğu bir sırada elindeki değneği düşse yerde bulunan yanındaki arkadaşından eline uzatmasını istemez; aksine kendisi inip değneğini alırdı.
8
Ey imarı edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, emirlerine kulak veren ve onlara sarılan, onları uygulayan
ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Onu ayaklar altında çiğnetmeyin.
Bir topluluğa olan öfkeniz yani müşriklere olan şiddetli kızgınlığınız,
sizi, adaletsizliğe sürüklemesin. Adaleti terketmenize ve size helâl olmayan şeyleri yapmanıza neden olup, onlara zulmetmenize sebep olmasın.
Adil olun; bu, yani adalet; emrolunduğunuz
takvaya daha yakındır. Kâfirlere karsı bile adaletli olmamız emredildiğine göre, Müslümanlara karşı nasıl davranmak gerektıgı artık düşünülsün.
Allah'tan sakının. Çünkü Allah korkusu inanmanın gereği ve ahiret yolculuğunun azığıdır.
Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Dolayısıyla her şeyin karşılığını eksiksiz verecektir.
9
Allah inananlara ve içinde adalet ve takvanın da bulunduğu
yararlı işler işleyenlere günahlarından
bağışlama ve iyiliklerine karşılık
büyük ecir olduğunu vadetmiştir. Günahlarını affedeceğine ve onları cennete kavuşturacağına ilişkin söz vermiştir.
10
İnkâr edenler ve adalet ve takvayı emreden
âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar cehennemliktirler. Orada sürekli olarak kalacaklardır. Kâfirlere yönelik olan bu tehdit, bir bakıma da mü'minleri sevindirmek içindir. Çünkü, gerçekten insan; düşmanının tehdit edilmesine sevinir.
11
Ey iman edenler! Allah'ın üzerinize olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size ellerini uzatmaya kalkışmıştı da, size zarar vermeye, sizi öldürüp yok etmeye yeltenmişti de,
Allah onların ellerine mâni olmuştu. Elle tecavüz etmek, öldürüp yok etmek anlamına geldiği gibi; dille tecavüz etmek de sövmek anlamına gelir.
Âyetin işaret ettiği olay şudur: ”Bir gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile beraber Beni Kurayza'ya gidip, Amr b. Ümeyye'nin, müşrik zannederek yanlışlıkla öldürdüğü iki müslümanın diyetini istedi. Onlar da: ”Olur ey Ebe'l-Kasım, otur, bir şeyler ye ve iç. Senin isteğini karşılayalım" dediler. Onu, üstü açık bir yerde oturtup öldürme plânı kurdular. Amr b. Cihaş büyük bir değirmen taşı alıp yukarıdan üzerine bırakmak istedi. Allah onun ellerini havada tutup, Cebrail'i Hazret-i Peygambere durumu bildirmek üzere indirdi. Sonra da Hazret-i Peygamber çıktı."
Allah'tan korkun. Nimetlerine karşı şükürsiizlük yapmayın; nimetlerinin hakkını gözetin.
İnananlar yalnız Allah'a, başkasına değil, yalnız ve yalnız O'na
tevekkül etsinler, güvensinler. Şüphesiz O, kendilerini her türlü iyiliğe kavuşturmaya ve onlardan tüm kötülükleri uzaklaştırmaya yeterlidir.
Ey aziz kardeşim, bil ki; tevekkül, her konuda Allah'a dayanmak demektir. Onun yeri ise kalbtir. Sebeplere başvurmak, kalbin hareketlerine aykırı değildir. Kul, her şeyin Allah'ın takdiriyle olduğuna inandıktan sonra, bir takım zorluklarla karşılaşsa bile onun için problem değildir. Çünkü Allah'ın takdiri olmadan hiçbir şeyin olamayacağını bilir. Tevekkülün en doruk noktası kişinin kendisini yüce Allah'ın huzurunda, yıkayıcının elindeki ölü gibi hissetmesidir. Buna göre kişiyi ezelî kudret hareket ettirir. Evet, imanı güçlü olanın düşüncesi bundan ibarettir.
Bilindiği gibi Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Nemrut ve kavminin hışmına uğrayıp ateşe atılınca Hazret-i Cebrail, havada onu karşılayıp herhangi bir ihtiyacı olup olmadığını sorar; bunun üzerine Hazret-i İbrahim'in cevabı şu olur: ”Sana herhangi bir ihtiyacım yok." Sonra şunu ekler: ”Allah bana yeterlidir. O, ne güzel vekildir. ”
Ayrıca Hazret-i Peygamber'in tevekkülünün özüne bak ki, yüce Allah her şeyden önce, müşrikleri, ondan ve ashabından ıızaklaştırmış ve herhangi bir zarar vermelerine engel olmuştur. Kuşkusuz her şey Allah'ın dilemesiyle gerçekleşir. O, kullarını dilediği şekilde imtihan eder. Bu yüzden kullara düşen, ferah ve sıkıntıda; darlık ve genişlikte O'na dayanmak, O'na güvenmektir.
Ebû Osman'dan rivayet edildiğine göre Hazret-i İsa (aleyhisselâm), dağın tepesinde namaz kılıyordu. İblis ona geldi ve: ”Her şeyin Allah'ın takdiriyle olduğunu iddia eden sensin, değil mi?" diye sordu. İsa da: ”Evet" cevabını verdi. Bunun üzerine İblis: ”Haydi bakalım kendini bu dağdan at da; 'Allah'ın takdiri böyleymiş de'“ deyince Hazret-i İsa der ki: ”Ey lânetli, Allah, kulunu deneyebilir; ama kulun, Allah'ı deneme yetkisi yoktur." Şu halde kulun görevi Allah'a tevekkül etmek, O'na güvenmek ve nimetlerine karşı şükretmektir.
12
Yemin olsun ki Allah, İsrail oğullarından söz almıştı. Yüce Allah, Yehudilerden kesin bir söz almıştı...
Onlardan oniki de başkan seçtik. Bunlar, emredildikleri sözü yerine getirmelerini sağlayacaklardı. Bu ileri gelenler bir bakıma aralarında en bilgili olan kimseler idi.
Sonra Allah onlara şöyle dedi: 'Ben şüphesiz sizinleyim. İlim ve yardımımla yanınızdayım. Söylediklerinizi işitiyorum. Yaptıklarınızı görüyorum. Sözün kısası, amellerinize göre size karşılık veririm. Sonra yüce Allah, tekrar Yehudilere şöyle sesleniyor:
Eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır tümüne iman eder
ve kendilerine yeterince yardım ederseniz, onları güçlendirip desteklerseniz, sonra
Allah'a güzel bir ödünç verirseniz, yani hayır yolunda infak edip; riyasız, minnetsiz, gösterişsiz, istekli ve ihlâslı olarak helâl malınızdan sadakalarda bulunursanız... Evet bu sayılanları yaparsanız
günahlarınızı bağışlarım. Bu cümle, ”eğer namaz kılarsanız" cümlesinin başında bulunan ve oradaki ”lam" dan anlaşılan gizli yeminin cevabıdır. Yani, yemin olsun ki, eğer namaz kılar ve şunları şunları yaparsanız günahlarınızı bağışlarını
ve sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere cennet bahçelerine
koyarım. Ağaçların ve evlerinin arasından dört ırmak akan cennetlere girdiririm.
Bundan sonra sizden kim inkâr ederse, kim peygamberleri yalanlarsa, yani yukarıdaki vaadlerden sonra kim peygamberleri inkâr ederse,
şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.' Apaçık ve net olan orta yolu terketmiş, açık bir şekilde sapıklığa girmiş ve telâfisi mümkün olmayacak ve herhangi bir mazeret ileri sürülemeyecek bir hataya dalmış olur.
13
Sözlerini bozdukları için ; peygamberleri yalanlayıp onları öldürmek ve kitapları arkalarına atmak suretiyle Yehudiler, verdikleri sözü çiğnedikleri için... Buradaki ”Febimâ" cümlesinde yer alan ”mâ", gramer bakımından zaittir. Sözün kuvvetlendirilmesi ve iyice yerleştirilmesi için getirilmiştir... İşte Yehudiler sözlerini bozdukları için
onlara lanet ettik, rahmetimizden uzaklaştırdık, onları kovduk.
Sonra kalblerini katılaştırdık. Ayetlerden ve korkutmalardan etkilenmeyecek şekilde kaskatı yaptık.
Onlar kelimeleri yerlerinden değiştirirler. Bu, onların kalblerinin katılığını çok güzel bir şekilde dile getiren bir cümledir. Çünkü, gerçekten Allah'ın sözlerini değiştirmek ve O'na iftirada bulunmak kadar büyük bir katılık düşünülemez... Buradaki ”değiştirmek"ten amaç, ya peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatını değiştirmek veya kötüye yorumlamaktır. Bu konudaki açıklama daha önce Bakara sûresinde geçti.
Ve kendilerine belletilenin bir kısmını nasiplerinin büyük bir bölümünü
unuttular. Tevratı tahrif ederler. Kendilerine indirilen kısmete kavuşamazlar. İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre: ”Kişi bazen günah işlediği için, sahip olduğu bir kısım bilgileri unutur." Bu âyet de bu hususu pekiştirmektedir.
İçlerinden çok az bir kısmı müstesna, onlardan sürekli olarak hainlik görürsün. Hainlik ve kalleşlik yaptıklarına şahit olursun. Hainlik ve kalleşlik onların ve geçmiş atalarının değişmez niteliğidir. Ondan vazgeçmeleri, ya da örtbas etmeleri mümkün değildir. İşte sen de, hep hainlik ve kalleşlik yaptıklarını görürsün. Onlardan çok az bir bölümünün hainlik yapmadıklarına şahit olursun. Meselâ Abdullah b. Selâm ve benzerleri bu kısımdandır.
Yine de sen onları affet ve aldırma. Pişmanlık gösterip iman ettikleri takdirde eski hatalarından dolayı onları sorgulama; eski yaptıklarına bakma.
Muhakkak ki Allah, iyilik yapanları sever. Dolayısıyla sen de onları affederek iyilikte bulun. Hainlik yapan kâfiri affetmek bir iyilik olduğuna göre, kâfirden başkasını affetmek daha da güzel bir davranış olsa gerektir.
14
'Biz Hristiyanız' diyenlerden de ahit almıştık. Daha önce Yehudilerden aldığımız gibi, Hristiyanlardan da söz alınıştık. Burada, ”Hristiyanlardan..." ifadesi yerine ”'biz Hristiyanız' diyenlerden..." ifadesinin kullanılmasının sebebi, bu ismi onların kendi kendilerine verdiklerine işaret etmek içindir. Başka bir deyimle, yüce Allah onlara ”Allah'ın yardımcıları" anlamında ”Nasara" ismi vermemiş; onlar bu iddiada bulunarak kendilerine ”Nasara" demişlerdir. Onlardan söz ve ahit alınmasından amaç ise İncil'de Hazret-i Muhammed'in niteliklerinden bahsedilmesi ve ona uyacaklarına ilişkin kendilerinden söz alınmış bulunulmasıdır. Oysa
onlar uyarıldıkları şeylerden pay almayı unuttular. Nasiplerini terkettiler. Hiç hatırlamak istemediler. Kendilerine hatırlatılan inanma ve ona bağlı olarak iyilik yapma girişiminde bulunmadılar.
Bu yüzden onların aralarına kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin saldık. Birbirleri hakkında kötii düşünecekler, kin besleyecekler ve hiçbir zaman birbirlerini sevmeyeceklerdir. Fitne ve kargaşa yakalarını bırakmayacaktır...
Allah, ileride yani ahirette,
ne yaptıklarını onlara haber verecektir. O gün onlara, siz şunları şunları yaptınız diyecektir. Bu, tıpkı birini tehdit ederken ”ne yaptığını sana bildiririm" demek gibi; yüce Allah'ın, ceza ve azaba ilişkin korkunç bir tehdididir.
Buna göre, kitap ehli ahdi bozmak gibi, sürekli olarak yapageldikleri suçlarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. Gelecek zaman edatı olan ”sevfe", bu tehdidi pekiştirmektedir. Hıristiyan grupların arasındaki düşmanlık kıyamete kadar devam edecektir. Nitekim başlıca iiç gruba ayrılmışlardır:
a) Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Nasturîler.
b) Mesih, annesi ve Allah diye üç ilâha inanan ve Allah'ın üçün üçüncüsü olduğunu iddia eden Melkanîler.
c) Mesih'in Allah olduğunu kabul eden Yakubîler...
15
Ey kitap ehli! Ey yahudi ve Hıristiyanlar!.. Buradaki kitaptan amaç Tevrat ve İncil'dir.
Şüphesiz size gelen bizim peygamberimiz, durumun gerektirdiği ölçüde
kitaptan gizlediklerinizin birçoğunu, Tevrat ve İncil'de bulunduğu halde sakladığınız pek çok gerçeği
açıklayan; inandığınız ve uyduğunuz kitap olan Tevrat ve İncil'de yer aldığı lıalde gizlediğiniz Hazret-i Muhammed'in geleceğine ilişkin haberi ve .İncilde Hazret-i İsa'nın onunla ilgili olarak verdiği müjdeyi açıklayan
ve bir çoğunu da açıklama gereği duymayıp geçen peygamberimiz gelmiştir. Burada yüce Allah'ın, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ”Peygamberimiz" diyerek kendine bağlaması, onun şanını yüceltmek ve kendisine uyulması gerektiğine işaret etmek içindir.
Gizlediğiniz pek çok şeyi de ortaya çıkarmayan; daha fazla rezil olmamanız için onları görmezden gelen peygamberimiz gelmiştir.
Muhakkak ki size, Allah tarafından bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Buradaki ”Nur" ve ”Kitap"tan amaç, Kur'an'dır. Çünkii Kur'an, şirk ve şüpheler üzerindeki karanlıkları aydınlatır, bilmedikleri konularda insanları bilgilendirir. Ya da apaçık mûcize olduğu için ona ”Nur" denmiştir. Bir başka görüşe göre de Nur'dan amaç Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ; Kitap'tan amaç da Kur'an'dır.
16
Allah onunla, yani Nur ve Kitap'la... Buradaki zamirin tekil olarak kullanılmasının sebebi, her ikisinden de aynı amacın kasdedilmesidir: Halkı Hakka çağırmak... Zaten birisi Allah'ın peygamberi; ötekisi de O'nun mucizesi ve çağrısının açıklanmasıdır. İşte yüce Allah, bunlarla,
rızâsına tabi olanları. Allah'a inanarak hoşnutluğunu kazanmak isteyenleri (selâmet yollarına ) Azap ve cezadan kurtulma ve uzaklaşma yollarına kavuşturur.
izniyle, yani iradesi ve tevfikıyle
karanlıklardan, küfür ve sapı anlıklarından
aydınlığa, iman aydınlığına
çıkarır.
İmana ”Nur yanı aydınlık adı verilmesinin sebebi şudur: İnsan, iman ettiği zaman, bu iman sayesinde kurtuluş yollarını net bir şekilde görür, onu ister ve tehlikeli yollardan uzaklaşır. Her iki yolu da iman sayesinde aydınlık bir biçimde görür. Bu yüzden imana ”Nur", yani aydınlık denmiştir,
ve onları doğru yola iletir. Allah'a en yakın olan yola ulaştırır.
17
'Şüphesiz ki Allah, ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir' diyenler kâfir olmuşlardır. Bu âyet Necran Hıristiyanları hakkında inmiştir. Bunlar, Hıristiyanların Yakubî grubundan olup yüce Allah'ın belirli bir insan vücuduna veya ruhuna yerleşebileceğini ileri sürenlerdir.
Ey Rasûlüm Muhammed, onları susturmak ve aciz durumda bırakmak için:
De ki: Eğer durum iddia ettiğiniz gibiyse, şu halde:
'Öyleyse Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir?' Kim karşı çıkabilir? Hiç kimse olamaz. Allah'ın kudret ve iradesinin öniine kim çıkabilir?
Bu cümle, iddialarının çürüklüğünü ispatlamakta ve Hazret-i İsa'nın yaratılmış bir insan olduğunu, diğer varlıklar gibi geçici bir hayata sahip bulunduğunu vurgulamaktadır. Şu halde bu özellikte olan birisinin ilâh olması düşünülemez. Ne kendisinin, ne de başkasının yok olmasına engel olmayan birisi ilâh olabilir mi?
Buradaki helâk'tan amaç, yok etmek, canım almaktır.
Göklerin, yerin ve ikisi arasmdakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. Evrenin iki kutbu arasında ne varsa, Onundur. Bıına göre göklerdeki meleklerin; yerin ve denizlerin derinliklerindeki yaratıkların mülkiyeti sadece Allah'a aittir. Kısacası yaratıkların tümü O'nun mülküdür ve O, her şeyde mutlak tasarruf yetkisine sahiptir. Yaratma, yok etme, diriltme ve öldürme yalnızca O'nun elindedir. Tüm bunlar, yüce Allah'ın biricik ilâh olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla
O, dilediğini yaratır. Dilediğini dilediği şekilde yaratma yetkisine sahiptir. Bazı şeyleri herhangi bir asıl olmaksızın yaratır. Meselâ, yeri ve gökleri herhangi bir şeyden değil de direkt olarak yaratmıştır. Bazı şeyleri de başka bir kaynaktan meydana getirir. Meselâ; nice hayvanları ve insanları bu şekilde vücuda getirmiştir. Kimi insanları sadece bir erkekten yaratmıştır: Havva'nın yaratılışı gibi. Yalıut da bir dişiden yaratmıştır. İsa (aleyhisselâm)'ın yaratılışı gibi. Kimisini de hem erkek, hem de dişiden yaratmıştır: Diğer insanlar gibi...
Allah, her şeye kadirdir. Bu, sona eklenmiş bir ara cümlesidir. Kendinden evvelki gerçekleri ispatlamaktadır. Yani, hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz demektir.
Ubâde b. Sâmit'ten nakledildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah'ın tek ilâh olduğuna tanıklık yapıp O 'na ortak koşmayan, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna inanan, Isa (aleyhisselâm)'nın da O'nun kulu ve elçisi, Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve O'ndan bir ruh olduğuna iman eden, cennet ve cehennemin gerçek olduğunu kabul eden kimseyi yüce Allah bu inancından dolayı yaptığı amele göre cennete girdireçektir."
Haris el-Eş'ari'den nakledilen bir rivayette de Allah'ın Rasûl'ü (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz, Allah Hazret-i Zekeriya'nın oğlu Hazret-i Yahya'ya beş emir içeren bir vahiy gönderip, onları uygulamasını ve uygulamaları için de İsrail oğullarına açıklamasını istedi. Yahya bunları duyurmakta gecikince, İsa (aleyhisselâm) onun yanına vardı ve dedi ki: 'Allah, uygulaman ve uygulamaları içirı İsrail oğullarına duyurman amacıyla sana beş emir göndermiştir. Ya sen dııyur veya ben duyurayım.' Bunun üzerine Yahya şu cevabı verdi: 'Yapma kardeşim, korkarım ki benden evvel bunları açıklarsan mahvolurum, azaba uğratılırım.' Sonra Israiloğullarım Beytü'l-Makdis'e topladı. Cami tıka basa doldu. Herkes yerine oturunca onlara şöyle seslendi: 'Allah bana beş emir gönderip uygulamamı ve uygulamaları için İsrail oğullarına duyurmamı istedi:
Birincisi: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Allah'a ortak koşanın durumu neye benzer biliyor musunuz? Anlatayım: Adamın biri en değerli mallarıyla altın ve giimüşüyle bir köle satın alır, sonra onu bir yere bırakıp çalışmasını ve çalıştığının karşılığını kendisine getirmesini emreder. Köle de çalışır, çalışır ve kazandıklarını tutup -efendisine değil de- başkasına götürür. Hanginiz kölesinin böyle yapmasına göz yumar, işte, sizi yaratan ve sizi rızıklandıran Allah'a sakın hiçbir şeyi ortak koşmayın.
İkincisi: Namaz kılarken sağa-sola bakmayınız. Çünkü Allah, yüzünü kıbleden çevirmediği sürece, namaz kılan kulunun yüzüne bakar, onu karşılar.
Üçüncüsü: Oruç tutunuz. Size örnek vereyim: Bir topluluk içinde elinde güzel koku bulunan bir adam düşünün. Herkes o güzel kokudan yararlanmak ister, değil mi? İşte Oruç, Allah katında o güzel kokudan da daha hoştur.
Dördüncüsü: Sadakalarınızı ve zekâtlarınızı veriniz. Bununla ilgili bir misâl vermek gerekirse şöyle diyebiliriz: Düşmana esir düşen bir adam düşünün. Ellerini arkasına bağlamışlar, boynunu vurmak için ileri sürüyorlar. Tam o sırada diyor ki: Size fidye versem, beni serbest bırakır mısınız? Sonra, büyük-küçük ne varsa her şeyini verir ve kendisini kurtarır.
Beşincisi: Allah'ı çok anınız. Bu durum da şuna benzer: Adamın biri âniden düşman saldırısına uğrar ve kendisini korumak için bir kale bulur, kendisini içine atar ve sığınır, işte kul, en büyük düşman olan şeytanın şerrinden ancak, Allah'ı çok anmak suretiyle kurtulabilir,
18
Yahudiler ve Hristiyanlar: 'Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız' dediler. Yahudi ve Hıristiyanlar, övünerek kendilerine bu gözle baktılar. Bizim Allah ile olan ilişkimiz, tıpkı baba-oğul ilişkisidir. Bize kendi oğulları gözüyle bakmaktadır. Bizim O'na olan sevgimiz de, tıpkı babamıza duyduğumuz sevgi gibidir. Baba bazen çocuklarına kızar; bazen de onları sevgiyle kucaklar... İşte bu anlayışta olan bu insanlar, yüce Allah katında özel bir yerleri olduğunu iddia ediyor ve herkesten üstün olduklarını ileri sürüyorlardı. Bunun üzerine iddialarını çürütmek ve onları susturmak amacıyla yüce Allah şöyle buyurdu:
Onlara de ki: 'O halde niçin günahınızdan dolayı size azap ediyor? Eğer dedikleriniz doğruysa, sizi niçin azaplandırsın? Oysa bizzat kendi ağzınızla, alıirette geçici bir süre azaplandırılacağınızı itiraf ediyorsunuz. Söyledikleriniz doğru olsaydı, başınıza bunca şeyler gelmeyecekti. Ama hayır, durum iddia ettiğiniz gibi değildir.
Hayır, siz de Allah'ın yarattığı birer insansınız.' Özel bir konumunuz yoktur. Siz de yaratık türlerinden birisiniz. Herhangi bir özel üstünlüğünüz yoktur.
Allah dilediğini bağışlar, yaratıklarından istediğini affeder ki bunlar Allah'a ve Peygamber'ine iman edenlerdir;
dilediğine azap eder. İstediği yaratığı da cezalandırır. Bu grupta olanlar da Allah'a ve Peygamberlerine iman etmeyenlerdir.
Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti Allah'a aittir. Her şeyin sahibi Allah'tır ve herkes O'na kulluk yapmakla yükümlüdür. Peki, bu durumda yahudi ve Hıristiyanların ileri sürdükleri saçmalıkların bir değeri kalır mı?
Dönüş sadece O'nadir. Böylece alıirette hem iyilik yapanların, hem de kötülük işleyenlerin yaptıklarına uygun bir karşılık verecektir.
Ayrıca şunu belirtelim ki, ”Sevgi" kuru bir iddia değildir. Aksine sevginin birtakım belirtileri olmalıdır. Bakın, şâir ne güzel söylemiş:
Bir yandan Allah'ı sevdiğini söylüyorsun; öte yandan O'na isyan ediyorsun...
Yemin olsun ki, bu, çok çirkin bir davranıştır.
Eğer sevginde samimi olsaydın O'na itaat ederdin.
Çünkü, seven, sevgilisinin isteklerine uyar, emirlerini dinler...
Şüphesiz yüce Allah. Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği şeriata aykırı en ufak bir davranışta bulunanı sevmez. Allah'ın sevdiği kimseler, emirlerinin gereğini yapanlardır. Bu konuda herhangi bir ırk ve renk farkı yoktur. İnsanları Allah katında birbirinden farklı kılan, ilim ve amelleridir. Bu farklılık da ahiret yurdunda somutlaşacaktır. Çünkü orası karşılık görme yeridir. Şu halde, durumunu ve dönüş yerini düşünerek vakit kaybetmeden zühd ve takvaya yönelen kimseye ne mutlu!...
19
Ey kitap ehli! 'Bize müjdeci ve uyarıcı cennetle müjdeleyip, cehennemle korkutucu kimse
gelmedi' demeyesiniz, dolayısıyla dini konulardaki ihmallerinize bir bahane uydurmayasınız, ”geçmiş şeriatlar silindi, söndü ve onlarla ilgili bilgiler gelmez oklu" gibi iddialarda bulunmayasınız
diye peygamberlerin arasının kesildiği bir devirde, size gerçekleri açıklayan yasaları ve hükümleri beyan eden
Peygamberimiz geldi ; peygamber gönderilmesine ve vahye ara verildiği bir dönemden sonra size şeriatı izah eden Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi...
Bu ara döneme, ”uyuşukluk, zayıflık meydana gelmesi, âdet haline gelen bir şeyin kesilmesi" anlamında ”Fetret" denilmesinin sebebi, ilgili dönemde sözkonusu yasalarla amel edilmesinin aksaması ve bu konuda bir uyuşukluğun baş göstermesidir. Nitekim, Hazret-i İsa dönemine kadar hep peşpeşe gelen peygamberler, artık Hazret-i İsa'dan sonra uzun süre gönderilmemişlerdir. Bu yüzden vahiy kesintiye uğramış ve araya uzunca bir mesafe girmiştir. Peygamberimiz de bu kesintiden sonra gönderilmiştir.
İşte size müjdeci ve uyarıcı geldi. Artık hiçbir bahane ileri süremezsiniz! Size müjdeci ve uyarıcı geldi; hem de ”en büyük müjdeci" ve ”en büyük uyarıcı..." Kuşkusuz bu, onlara ilâhi bir şamardır; büyük bir minnettir... Çünkü vahyin eserinin silindiği ve aydınlanmaya çok ihtiyaç duyulduğu bir dönemde yüce Allah onlara göndermiştir.
Allah her şeye kadirdir. Şu halde peygamber göndermeye de giicü yeter. Nitekim, Vahyin uzun süre kesilmesi dolayısıyla insanların çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde, Hazret-i Muhammed'i Peygamber olarak göndermiştir. Böylece, büyük bir nimete kavuşan ve kendilerine rahmet kapısı açılan insanların herhangi bir bahanesi kalmamıştır; bu ilâhi hüccet kendilerini bağlamaktadır. Artık yarın: ”Bizi gafletten uyandıracak kimse gelmedi" gibi bahanelerin arkasına sığınamayacaklardır.
Âlimler, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), Fil yılı, Rebiulevvel ayının onuncu günü bir pazartesi gecesi Mekke'de doğduğu konusunda görüş birliğindedirler... Kâinat onun pâk ve nezih vücuduyla şereflenince, insanların gönülleri aydınlandı, nurlandı. Allah onları Hazret-i Peygamber aracılığıyla doğruya yöneltti. Basiret sahibi olanlar doğruyu buldu; kör olanlar ise körlük, küfür ve sapıklık içinde yuvarlanmaya devam ettiler.
20
Ey Rasûlüm Muhammed! Hazret-i Mûsa'nın İsrail oğullarına öğütlerde bulunurken olup bitenleri kitap ehline şu şekilde hatırlat:
Mûsa, kavmine şöyle demişti: 'Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, unutmayın.
O, içinizden yani sizin yakın akrabalarınızdan
peygamberler çıkardı. Sizi o peygamberler aracılığıyla doğruya yöneltti; sizi onurlandırdı. Sizden çıkardığı kadar, başka bir milletten bu kadar peygamber çıkarmadı. Böylece içinizden pekçok şanlı kişilikler çıkınca, siz de şereflendiniz; peygamberlik sayesinde büyük bir prestij kazandınız. Ayrıca
sizi hükümdarlar yaptı. Aranızdan pekçok hükümdar yetiştirdi. Sizin milletinizden pekçok peygamber çıkardığı gibi; bir o kadar da hükümdar yaptı...
Süddî, âyetin bu kısmını şu şekilde açıklamıştır: ”... Yani, siz Firavunun baskısı altında Kıptîlerirı elinde birer köle iken, sizleri özgürlüğe kavuşturdu."
İbn Abbas'ın bu konudaki açıklaması ise şöyledir: ”... Size pekçok hizmetçi ve köle nasibetti." Nitekim ilk defa hizmetçi edinenler onlardır; onlardan önce kimse hizmetçi tutmamıştır...
Bir kısım insanların tanımına göre ise: ”Beraber yaşadığı bir eşe, sığınacağı bir eve, kendisine hizmet edecek bir hizmetçiye sahip olan herkes, kendi çapında bir hükümdar sayılır..."
Öte yandan
âlemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi. Düşmanlarınızı denizde boğdu, bulutları üzerinizde gölgelik yaptı; size kudret helvası ile bıldırcın indirdi ve daha pek çok olağanüstü nimetlerle sizi nimetlendirdi. Şüphesiz buradaki ”âlemlerden" amaç, kendi dönemlerine kadar gelip geçen milletlerdir...
21
Ey kavmim! Allah'ın sizin için takdir ettiği Levh-i Mahfuz'da size -iman edip itaat etmeniz şartıyle- ikametgâh olarak belirlediği
mukaddes yere peygamberler ve mü'minler diyarı olan Beytu'l-Mukaddes'e
girin, oraya yerleşin. Zorbalardan korkarak
geriye dönmeyin, oradan tekrar çıkmayın,
yoksa iki dünya mutluluğunu ve sevabını kaybederek
hüsrana uğrarsınız.' Zarar edersiniz...
22
Onlar da: 'Ey Mûsa! Orada zorba bir kavim, karşı koyulanı)- yacak bir topluluk
vardır. Zorba: İnsanlara zulmeden ve kendi istekleri doğrultusunda onları zorla çalıştıran kimse demektir. Nitekim, nakib olarak adlandırılan vekiller, durumu incelemek üzere çıktıklarında zorbaların şehrine uğramışlar; geri döndüklerinde gördükleri enteresan durumları Hazret-i Mûsa'ya anlatmışlar; zorbaların gücünden, kuvvetinden ve aşırı uzun boylarından söz etmişler. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa onlara demiş ki: ”Susun, bu durumu hiç kimseye anlatmayın, yoksa millet dağılacak:, ümitsizliğe uğrayacaktır." Ancak onlardan Yuşa b. Nun ve Kâleb b. Yufenna adlarındaki iki kişi dışında, diğerleri, Hazret-i Mûsa'nın emrini dinlemeyip durumu, kendi yakınlarına, amca çocuklarına anlatmışlar; dolayısıyle haber, İsrail oğulları arasında yayılmış. Bu yüzden demişler ki: Orada zorba bir kavim vardır, onları oradan çıkarmaya bizim gücümüz yetmez. Dolayısıyla bizim herhangi bir müdahalemiz olmaksızın
onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de gireriz' dediler. Ancak bu konuda bizim herhangi bir girişimimiz olamaz.!...
23
Düşmanlardan değil,
Allah'tan korkan, emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınan
ve Allah'ın kendilerine nimetini verdiği, sözlerinde duran ve vaadlerine bağlı kalan
kimselerden kıldığı, Kâleb ve Yuşa adlarındaki
iki adam söyle dedi: 'O zorbaların üzerine kapıdan, Erîha denilen kendi giriş yerlerinden
yürüyün, sahraya çıkmalarını engelleyin, yollarını tıkayın, savaşmalarına mani olun...
Oradan girerseniz, onlar şehirdeyken giriş kapılarından hücum ederseniz
şüphesiz galip gelirsiniz, savaşmaya ve çarpışmaya gerek kalmadan üstünlük sağlarsınız. Biz onları gördük, durumlarına şahit olduk. Her ne kadar cisimleri büyükse de kalpleri zayıftır. Siz onlardan korkmayınız. Dar noktalardan onlara saldırınız, onları köşeye sıkıştırınız; böylece ne kaçabilir ne de savaşabilirler...
Eğer mü'min iseniz, Allah'a inanıyor ve sözünde durduğunu tasdik ediyorsanız
sadece Allah'a tevekkül edin.' Sebeplere başvurduktan sonra yalnızca O'na dayanın; sakın, başvurduğunuz sebeplere güvenmeyin, çünkü onların böyle bir etkisi yoktur. Ayrıca O'na inanmak yalnızca O'na dayanmayı gerektirir.
24
İki adamın söylediklerine aldırış etmeyen ve ilk sözlerinde ısrarlı olan Hazret-i Mûsa'nın
kavmi ona: 'Ey Mûsa! Onlar orada oldukça biz ebediyen oraya girmeyiz. Yani, zorbalar kendi topraklarında oldukları sürece biz kesinlikle, onların bulundukları yere uzun süre ayak basmayız.
Sen ve rabbin gidin savaşın. Siz onlara karşı koyun dediler. Kuşkusuz, söyledikleri bu son söz alaya alma ve dalga geçme niteliğindedir. Yoksa, fiili bir gidişi kasdetmemişlerdir. Ardından da:
Biz burada oturacağız' dediler. Bir karış bile ilerlememiz söz konusu değildir.
25
Hazret-i,
Mûsa onların inatlarını ve ümitsizlik, hüzün ve şekva yüklü tavırlarını görünce dedi ki: {'Ey Rabbimî Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum.} İkimizden başkasına laf anlatamıyorum.
Artık bizimle, benini ve kardeşimle, senin kulluğundan çıkan ve isyanda ısrarlı olan
bu fâsık kavmin arasını ayır' dedi.
26
Bunun üzerine yüce
Allah, (Mûsa'ya) şöyle dedi: 'Kırk sene o mukaddes yer, onlara haram kılınmıştır. Bu süre içerisinde oraya girmeleri, ya da sahiplenmeleri yasaktır. Çünkü burası onlara iman etmeleri ve cihad yapmaları şartıyla tahsis edilmişti. Ancak sözlerinden dönmeleri sebebiyle onlara yasaklandı. Kısacası, söz konusu süre içerisinde hiçbirisi oraya giremez!... Ardından, yasaklamak biçimine de:
Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. şeklinde açıklık getiriliyor. Artık
o fâsık kavim için üzülme', onlar için kederlenme, mahzun olma.
Rivayet edildiğine göre Hazret-i Mıısa onlara bedduâ ettiğine pişman olmuş. Bunun üzerine ona denilmiş ki: ”Üzülme, kederlenme, onlar bu cezayı fâşıklıkları sebebiyle hak etmişlerdir."
Yine rivayet edildiğine göre bunlar, altıyüz bin savaşçıydı. Kırk sene beklediler. Bu süre içinde her sabah yeniden hareket ediyorlar; akşamleyin bakıyorlardı ki dönüp dolaşıp sabahleyin hareket ettikleri noktaya varmışlar. Öte yandan bulut onları güneşin sıcaklığından koruyor, geceleyin nuranî bir sütun önlerini aydınlatıyordu. Kendilerine kudret helvası ve bıldırcın indiriliyordu. Taşıdıkları taşlardan sularını temin ediyorladı. Cezalı oldukları halde bütiin bu nimetlerle nimetlendirilmelerinin sebebi, cezalarının terbiye edilmelerine yönelik olmasmdandı.
En doğru ve güvenilir rivayete göre Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Harun da bu şaşkınlık yurdunda, bu Tih Çölünde onlarla beraberdiler. Ancak, Hazret-i İbrahim'in içine atıldığı ateşte yanmaması ve selâmette olması gibi, ve azap meleklerinin Lût kavmini helâk etmek için inişlerinde Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un bu helâkten kurtulması gibi Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Harun'a bir azap olmamıştır. Esenlik ve ferah içinde yaşamışlardır.
27
Ey Rasûlüm Muhammed!
Onlara yani kitap ehline, insanlığın babası olan.
Adem'in iki oğlunun Kabil ve Hâbil'in
kıssasını hakkıyla, hak ve doğru olarak
anlat.
Âlimlerin naklettiğine göre, Hazret-i Havva her seferinde biri kız biri erkek iki çocuk doğuruyordu. İlk doğumda Kabil ve kızkardeşi Iklimâ'yı dünyaya getirdi. İkincisinde ise Hâbil ve kızkardeşi Leyüza'yı doğurdu. Kabil'in ikiz kardeşi daha güzeldi. Kabil, kardeşini Habil'den kıskandı ve ona kızdı. Hazret-i Âdem ikisine: ”Her biriniz birer kurban kesin; hanginizinki kabul edilirse, bu kızla o evlenir." Onlar da birer kurban kestiler; bir ateş Hâbil'in Kurbanı üzerine inip onu yedi, ancak Kabil'inkine hiç dokunmadı. Bu olaydan sonra Kâbil, daha da kızıp kin doldu ve yapacağını yaptı.
Onların her ikisi de birer kurban kesmiş. Kurban, Allah'a yakınlaşmak amacıyla kesilen hayvan, ya da verilen sadakadır. Evet, onların her ikisi de birer kurban kesmiş,
birinin kurbanı kabul olunmuş, o da Hâbil'di. Hâbil, süt hayvanları besliyordu ve kurban olarak bir koç kesti, sadaka olarak da bir miktar süt verdi. Gökten dumansız beyaz bir ateş indi ve kurbanını yedi. Bu, kabul olduğunun göstergesiydi. Çünkü o zamanki kabul olunan kurbanlar, bu şekilde, gökten inen bir ateş tarafından yenilirdi; kabul olunmayanları ise parçalayıcı kuşlar ve vahşi hayvanlar yerdi,
diğerininki kabul olunmamıştı. Bu da Kabil'di. Kâbil ziraatla uğraşıyordu. Kurban olarak sahip olduğu en kötü buğdayı takdim etti. Ancak, ateş o buğdaya hiç yaklaşmadı. Çünkü Kâbil, Allah'ın hükmüne razı olmamış, kurbanında iyi niyetli davranmamış, sahip olduğu malın en kötüsünü sunmuştu. Kâbil, kurbanın kabul olunmamasına çok öfkelendi. Kinini içinde gizliyordu.
Kurbanı kabul olunmayan, diğerine: 'Mutlaka seni öldüreceğim' demişti. Yemin ederek onu öldüreceğini belirtmişti. Neden mi? Çünkü karşısındakinin kurbanı kabul edilmiş ama kendisininki reddedilmişti...
Kurbanı kabul olunan da şöyle demişti: 'Allah, ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder, başkasınınkini kabul etmez. Senin başına gelenler senden kaynaklanmaktadır. Benim bu konuda herhangi bir suçum yok. Beni niye öldüreceksin ki!
28
Yemin olsun ki sen, beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım. Allah'a kasem ederim ki, sen beni öldürmeye çalışsan da, ben hiçbir zaman böyle bir girişimde bulunmayacağım; seni öldürmeye teşebbüs etmeyeceğim. Ardından da hemen, bunun sebebini şöyle açıklıyor:
Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarını. Rivayet edildiğine göre, Hâbil daha güçlü olmasına rağmen, sırf Allah'tan korktuğu için Kabil'i öldürmedi ve ona teslim oldu.
29
Çiinkü ben, sana teslim olup hiç dokunmamakla;
hem benini günahımı, hem kendi günahını yani hem kendini müdafaa etmek için -şayet elimi uzatırsam- benim saldırımdan doğabilecek günahı, hem de bana saldırmanla meydana gelecek günahı topluca
yüklenip böylece ahirette
cehennem ehlinden
İmanı istiyorum. İşte zalimlerin cezası budur.' Allah'ın hükmünü kabul etmeyenin sonu bundan ibarettir.
30
Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin nefsi kendisini, kardeşini öldürmeye teşvik etti. Nefsi, kendisine bu işin çok kolay olduğunu, ortada hiçbir zorluk ve problem bulunmadığını kabul ettirdi. Gerçekten insan, haksız yere öldürme olayını, özellike kardeşin öldürülmesi olayını düşündüğü zaman çok dehşetli ve kötü bir iş olduğunu anlar. Öldürme olayı, hem aklın, hem de şeriatın nazarında son derece iğrenç bir olaydır. Buna rağmen, öyle anlaşılıyor ki, Kabil önceleri kendi nefsine karşı direnen ve başkakhran birisi iken, nefsi onu kendisine boyun eğdirmişti
... ve onu öldürdü.
Rivayet edildiğine göre Kabil, Hâbil'i nasıl öldüreceğini bilemedi. Şeytan, örnek olsun diye bir kuş alıp kafasını bir taşın üzerine koydu, sonra başka bir taşla kafasını ezdi. Kâh il de ona bakıp öğrendi. Başka bir rivayete göre de, Kabil Hâbil'i, koyunlarını güttüğü ve uykuya daldığı bir sırada gafil yakalayarak öldürdü.
Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu. Hem dinini kaybetti, hem de dünyasını...
İbn Abbas der ki: ”Dünya ve ahirette zarara uğrayanladan oldu. Dünyada zarara uğraması anne ve babasını kızdırmasından ve kıyamet gününe kadar kötülükle anılmasından anlaşılmaktadır. Ahirette göreceği azap ise zararların en büyüğüdür."
31
Kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini, nasıl ortadan kaldıracağını
ona göstermek için Allah, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Çiinkü ölü cesedin ortada bırakılması, çirkin bir olaydır. Başka bir görüşe göre de ”kardeşinin avret yerini nasıl örteceğini ona göstermek için" Allah sözkonusu kargayı gönderdi. Çünkü Kâbil, kardeşinin elbiselerini soymuştu...
Rivayet edildiğine göre Kâbil, Hâbil'i öldürdükten sonra ıssız, ağaçsız boş bir yerde bıraktı. Ne yapacağını bilemedi. Çünkü bu, yer yüzünde .insanoğlundan öldürülen ilk kişiydi. Vahşi hayvanların onu parçalamasından korktu. Bu yüzden bir torbaya koyup sırtında taşıdı. Sonra yüce Allah iki karga gönderdi. Bunlar dövüştüler. Sonuçta biri diğerini öldürdü. Öldüren karga gagası ve tırnakları yardımıyla bir çukur kazdı ve öldürdüğü kargayı içine atıp üstünü kapattı. Kabil
bunu görünce: 'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim?' dedi.
Ayette geçen ve ”yazıklar olsun" diye tercüme edilen ”ya veyleta!" kelimesi, hasret, keder ve üzüntüyü dile getiren bir ifadedir. Sondaki ”elif", konuşan ve söyleyen birinci şalısın zamiri olan ”ya" yerine getirilmiştir. Buna göre anlamı şu olur: Ey benim, ahım, vahim, kederim! Nerdesin? Hemen ortaya çık, zaman senin zamanındır. ”Şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?" cümlesi de, karganın bulduğu çözümü bulamamanın üzüntüsünü ifade eden bir tâbirdir. Yani, yazıklar olsun bana! Ben bir karga kadar da olamadım ve kardeşimin cesedini toprağa gömmeyi düşünemedim.
Ve yaptığına pişmanlık duyanlardan oldu. Ne yapacağını şaşırıp uzun süre cesedi taşıma zorunda kalınca, kardeşini öldürdüğüne pişmanlık duydu. Bu pişmanlık, işlediği günahtan dolayı Allah'tan korktuğu için değil, cesedi ne yapacağına şaşırdığı içindi. Bu yüzden bu pişmanlık bir tevbe pişmanlığı değildi; dolayısıyla bu pişmanlığın kendisine herhangi bir yararı dokunmaz.
Şüphesiz Kabil, insanoğlundan suç işleyen ilk kişidir. Hadiste de şöyle denilmektedir. ”Haksız yere öldürülen hiç kimse yoktur ki onun kanında
Adem'in ilk oğlunun bir payı bulunmasın. Çünkü öldürme olayını ilk kez haşlatan odur."
32
Bunun içindir ki... Bu ifade, açıklanacak hükmün gerekçesini belirtmenin ilk adımıdır. Yani, düşmanca öldürmenin, dinî ve dünyevi faziletlerin kaybı gibi çeşitli fesatlıkların kaynağı olduğu içindir ki,
İsrail oğullarına şu hiikmü farz kıldık ve Tevrat'ta da belirttik:
'Kim, insanlardan hiç
bir cana kıymayan ve dolayısıyla kısası, haketmeyen
veya yeryüzünde sirk ve yol kesicilik gibi kanının akıtılmasını meşru kılacak bir
bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Çünkü insanların kan hakkını çiğnemiş, öldürme olayını meşrulaştırmış, insanları bu yola teşvik etmiş sayılır. Allah'ın gazabını celbetmek ve çetin azabını hak etmek, açısından bir kişinin öldürülmesiyle tüm insanları öldürmesi arasında bir fark yoktur.
Kim de ati etmek, va da öldürülmesine engel olmak sûretiyle
bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur' hükmünü farz kıldık. Sanki yaptığı iyi davranışı, tüm insanlara karşı yapmış sayılır. Kuşkusuz bu benzetmelerden amaç, haksız yere insan öldürmenin ne kadar büyük bir suç olduğunu vurgulamaktır.
Şüphesiz ki peygamberlerimiz onlara açık delillerle yani kitap ehline onlara farz kıldığımız hükümleri belirten apaçık mucizelerle
geldiler, net açıklamada bulundular.
Yine de bundan sonra bunca kitaplardan peygamberleden ve peşpeşe antlaşma yenilemelerinden sonra
onların birçoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler. Hiç aldırış etmeden öldürmeye devam etmektedirler.
33
Allah ve Rasûlüne karşı savaşan ... Allah'ın ve Rasûlünün dostları olan muslümanlara karşı savaşanların... Müslümanlara karşı savaşmanın ”Allah'a karşı savaşmak" gibi değerlendirilmesi, Müslümanların değerini yüceltmek içindir. Onlara karşı savaşmak, yollarını kesmek şeklinde gerçekleşir ki, bu da Müslümanların kanlarına ve mallarına göz diken ve bu amaçla bir araya gelen bir topluluktan ortaya çıkabilir.
Ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak, bozgunculuk yaparak dolaşanların...
Bu âyet, Hilâl el-Eslemi'nin kavmi hakkında nâzil olmuştur. Hazret-i Peygamber'in bunlarla yaptığı barış antlaşmasına göre ne peygambere yardım edecekler; ne de onun aleyhinde herhangi bir kimseye destek sağlayacaklardı. Onların, yanına giden Müslümanlar da güvencede olacaklardı. Bu arada Kinane oğullarından bir grup, Hilâl'in kavminden bir kısım insanları İslâm'a davet etmek için gittiler. O sırada Hilâl orada değildi. Onun kavmi, gelenlerin yollarını kestiler, onları öldürüp mallarını yağmaladılar.
Görüldüğü gibi, savaşmak ve bozgunculuk çıkarmak çeşitli şekillerde gerçekleşebilir: Yağmalamaksızın öldürme yapılabilir; hem öldürme, hem de yağmalama biçiminde olabilir; öldiirmeksizin sadece korkutmak biçiminde de gerçekleşebilir. İşte durum böyle olunca, her suç için ayrı bir ceza takdir edilmiştir. Buna göre yukarıdaki suçların cezası şöyledir:
Eğer yol kesenler, sadece öldürme olayını gerçekleştirmişlerse,
öldürülmeleri gerekir; ancak ayrıca asılmayacaklardır. Eğer öldürülenin velileri affetseler de, bu husus gözönünde bulundurulmaz. Çünkü bu ceza şer'î bir haktır.
Veya asılmaları, hem öldürmeleri, ardından da ayrıca asılmaları lâzımdır. Eğer hem öldürme hem de mallarını alıp götürme suçunu işlemişlerse onlara bu ceza uygulanacaktır. Yani, diri diri asılmaları ve okların uçlarıyla takmak, ölünceye kadar karınlarını deşmek şeklinde gerçekleştirilebilir. Öldürüldükten sonra, ayrıca asılmalarına gerek yoktur. Çünkü diri diri asınak daha da çetindir, yaptırım gücü daha fazladır. Başkasının bu suça yeltenmemesi konusunda daha etkilidir.
Yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi icabeder. Buna göre müslümanın, sadece malını almakla yetinmişlerse, sağ elleriyle sol ayakları bileklerden kesilecektir. Ellerinin kesilmesinin hikmeti, malı onunla aldıklarından; ayaklarının kesilmesinin hikmeti ise yolda korku saldıklarındandır.
Ya da yeryüzünde sürgün edilmeleridir. Yeryüzüne sadece korku salıp bozgunculuk çıkarmışlarsa sürgün edileceklerdir. Bize göre, sürgünden amaç, hapistir. Çünkü, yeryüzü sakinlerini onların kötülüklerinden korumak ve tehlikeye soktukları güven ortamını yeniden sağlamak için onları bir yere hapsetmek en güzel sürgün sayılır.
Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Bir alçaklık ve rezalettir. Bunun dışında, ayrıca
âhirette ise, onlar için büyiik bir azap vardır. Bu azabın büyüklüğünü tahmin etmek son derece güçtür. Çiinkü cinayetleri de o oranda büyüktür.
34
Ancak, kendilerini yakalamanızdan evvel tevbe edenler olursa, bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Şüphesiz bu, sadece Allah'ın hukukunu içine alan bir istisnadır. Zaten âyetin sonundaki: ”Bilin ki Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir" cümlesi de bu gerçeği işaret etmektedir. Fakat kul hakkı, böyle bir pişmanlıkla ortadan kalkmaz. Örneğin yol kesip bir insanı öldüren kimseler yakalanmadan önce tevbe ederlerse, hadden Öldürülmeleri zorunluluğu ortadan kalksa da, öldürülenin velileri isterlerse kısas talep ederler; isterlerse affederler. Bir mal gasbettikten sonra ve yakalanmadan önce tevbe ederlerse, ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesinden kurtulurlar. Fakat mal sahibinin hakkı bâkîdir, malını geri vermek gerekir. Ancak, yakalandıktan sonra tevbe ederse, âyetten anlaşıldığı kadarıyla bu tevbe ona herhangi bir yarar sağlamaz. Dünyadaki cezasını çeker. Ahiretteki azaptan kurtulsa da, kul hakkını tazmin etmeye mecburdur.
Şüphesiz âyet, yol kesen müslümanlarla ilgilidir. Çünkii müşrikin yakalanmadan önce de, sonra da tevbe etmesi cezasını düşürür. Müslümanlara karşı savaşan müslüman ise, devlet güçleri tarafından yakalanmadan önce pişmanlık duyup tevbe ederse, Allah'ın hukuku olarak hak ettiği cezadan kurtulur. Ancak kul hakkından yakasını kurtaramaz.
Bir kısım âlimlerin görüşlerine göre de: Yakalanmadan önce tevbe edenden artık herhangi bir mal, ya da diyet istenmez. Ancak, elinde sahibi bilinen bir mal bulunsa, onu sahibine iade etmek durumundadır.
Hazret-i Ali'den rivayet edildiğine göre, Haris b. Bedir yol kestikten, kan akıttıktan ve milletin malını gasbettikten sonra tevbe edip kendisine sığınmış; Hazret-i Ali onun pişmanlığını kabul etmiş ve ondan hiçbir şey istememiştir. Öte yandan, yakalandıktan sonra yapılan tevbe ise hiçbir hakkı düşürınez.
Bilindiği gibi yollan, rahatsızlık verici şeylerden temizlemek en güzel davranışlardan olduğu gibi yol keseniik yapmak ve gelen gidene korku salmak en kötü davranışlardandır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmaktadır: ”Ümmetimin iyi ve kötü amelleri bana gösterildi. İyi ameller arasında yolları, eziyet verici şeylerden temizleme işini; kötü ameller arasında da mescide rast gele balgam atma davranışını gördüm. ”
35
Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Azabından çekinin. O'na, sakın karşı gelmeyin.
O'na yaklaşmaya, O'nun vereceği mükâfatları elde etmek ve O'na yakınlaşmak için kendinize
bir yol arayın. Sâlih ameller yapmak suretiyle O'na yakınlaşmanın çaresine bakın.
Atâ der ki: Âyette geçen ”Vesile", Cennet mertebelerinin en faziletlisidir. Hazret-i Peygamber de buyuruyor ki: ”Allah'a dua edin ki, bana ”vesile"'yi nasibetsin. Çünkü ”vesile" cennette çok yüksek bir mertebedir ve oraya yalnız bir kişi kavuşur. Umarım ki o kişi ben olayım. ”(21)
Ve açık ve gizli düşmanlarla savaşmak suretiyle
O'nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz. Allah'a kavuşasınız, O'nun nimetlerini elde edesiniz. Âyette yüce Allah'ın, gerçek kurtuluşu dört şeyde kıldığına işaret edilmektedir:
Birincisi: İman. Kul, imanı ile küfür karanlığının perdelerinden kurtulur.
İkincisi: Takva. Kul, takva ile günahların karanlığından kurtulur.
Üçüncüsü: O'na doğru yol aramak. Kul, bununla alçak dünyanın karanlıklarından kurtulur.
Dördüncüsü: Allah yolunda cihad etmek. Kul, cihad ile varlığın karanlığından kurtulur ve O'na kavuşmanın lezzetini elde eder.
Şeyh Hasan eş-Şâzelî der ki: ”Allah'ın yoluna girmek, O'na ulaşmak amacıyla bir arkadaşımla beraber bir mağaraya kapanmıştık. Orada kalıyor ve kendi kendimize: 'Çok yakında, yarın veya öbür giin amacımıza kavuşuruz, bize maneviyat kapıları açılır,' diyorduk. Günün birinde yanımıza çok heybetli bir adam geldi. Onun Allah dostlarından biri olduğunu anladık. Ona: 'Nasılsın?' diye sorduğumuzda cevabı şu oldu: 'Yarın veya öbür gün amacımıza kavuşuruz, bize maneviyat kapıları açılır diyen nasıl olsun ki?.. Ey Nefis! Niye Allah'a, sırf O'nun rızâsı için kulluk etmiyorsun?' Onun bu cevabı karşısında kendimize geldik, uyandık ve Allah'a tevbe ettik. Sonra maneviyat kapıları bize açıldı." Şu halde, durumun gerçeğine vakıf olmak ve O'na ulaşmak, O'ndan başkasıyla her türlü ilişkiyi kesmekle mümkündür. Allah'ın iyi ve sâlih kullarıyla arkadaşlık yapmada çok büyük bir şeref ve saadet vardır.
36
Bütün yeryüzündekiler, dünyada bulunan her türlü yeraltı ve yerüstü zenginlikleri
ve bir o kadarı daha, bir kat daha da fazlası
İnkâr edenlerin olsa da; anlatılan bu şeylerin tümünü
kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler; tüm dünya zenginlikleri ve bir o kadarı daha, kafirlerin elinde olsa da, uğrayacakları azaptan kurtulmak için fidye olarak vermek isteseler,
yine onlardan kabul olunmaz; vermek istedikleri fidyenin hiçbir yararı olmaz. Bu son cümle, şart cümlesinin cevabıdır ve kesinlikle azaba uğrayacaklarını belirtmek ve kurtuluşlarının olmadığını vurgulamak için gelmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: ”Kıyamet gününde sorgulanmak için getirilen kâfire: 'Dünya dolusu altının olsa, içinde bulunduğun durumdan kurtulmak için fidye olarak verir miydin?' diye sorulacak. Kâfir: 'Evet' cevabını verecek. O zaman kendisine denilecek ki: 'Bundan daha kolayı senden istendi: Bana ortak koymamakla emrolundun; ama sen ortak koşmada direttin'"}m Yani, sözkonusıı fidyeden daha kolay olan bir şeyle emrolundun. Senden, Allah'a ortak koşmaman ve şehadet kelimesini getirmen istendi, ama yapmadın...
Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Bu azabın acısını kalblerinde hissedeceklerdir.
37
Cehennem ateşinden çıkmak isterler. Cehennemden kurtulmanın yollarını araştırırlar; ancak ateşin alevleri onları yukarılara doğru fırlatır; bu defa, oradan çıkma girişiminde bulunurlar; fakat boşuna... Çıkmak isterler
ama oradan çıkacak değillerdir. Çünkü, çıkma girişiminde bulundukları her seferinde, tekrar geri gönderilirler.
Onlar için devamlı bitmek tükenmek bilmeyen
bir azap vardır. Azabın şiddetini belirten ifadeden sonra, burada da bu azabın sonsuzluğuna işaret edilmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: ”Cennet ehline denilecek ki: 'Ey Cennet ehli! Süreklilik vardır sizin için; ölüm yoktur.' Cehennem ehline de -aynı şekilde- denilecek ki: 'Ey Cehennem ehli! Sizin için süreklilik vardır; öliim yoktur. ”,
Yani Cehennemde ebedi kalacaksınız...
Rivayet edildiğine göre bu iki hitap, kıyamet gününde, ölüm alaca bir koç şeklinde getirilip cennet ve cehennem arasında kesildikten sonra söylenecektir. Ölümün, bu temsilî olayla anlatılmasının sebebi, onları, ölümün ortadan kaldırıldığına inandırmak ve bu olayı gözleriyle görmelerini sağlamaktır. Böylece Cennet ehlinin sevinci, Cehennem ehlinin de kederi artmış olur.
Sâlihlerin biri şöyle demiştir: Rüyamda cehennem köprülerinin üzerinde olduğumu gördüm. Büyük bir dehşete kapılıp nasıl kurtulacağımı, üzerinden nasıl geçeceğimi düşündüm. Baktım, bana şöyle seslenildi: ”Ey Allah'ın kulu, yükünü bırak ve geç". Ben dedim ki: ”Yüküm nedir ki?" Dedi ki: ”Dünyayı bırak, Allah'a yönel!..."
Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: ”Kıyamet gününde, dünyada en fazla nimetlere kavuşup cehenneme giren adamlardan birisine, ateşe bir kez atılıp çıkarıldıktan sonra, şöyle sorulacak: 'Ey insanoğlu! Seri hiç nimet gördün mü? Hiç yararlandın mı?' Bunun üzerine cevabı şu olacak: 'Hayır, ya Rabbi! Allah'a yemin ederim, hiçbir şey görmedim." Sonra, en fazla sıkıntı çeken ve cennete bir defacık giren adama da: 'Ey insanoğlu! Hiç sıkıntı çektin mi?' diye sorulacak; o da diyecek ki: Hayır, ya Rabbi! Allah'a yemin olsun ki hiç sıkıntı ve zorluk çekmemiş gibiyim."'(30)
38
Erkek ve kadın hırsızların hükmü şu şekilde belirtilmiştir:
Yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah tarafından bir ibret olarak ellerini kesin. Evet, bu konudaki hüküm budur. Buna göre, erkek veya kadın, hırsızlık yapanların sağ elleri kesilecektir. Bu, yaptıklarının bir karşılığı ve caydırıcı bir unsurdur.
Allah izzet sahibidir. Hiçbir engelle karşılaşmadan, dilediği hükmü verir;
hüküm ve hikmet sahibidir. Koyduğu tüm yasaları hikmet ve maslahat gereği yapar.
39
Kim zulmettikten, başkasının malını zorla alıp haksızlık yaptıktan
sonra, yaptığı hırsızlıktan Allah'a
tevbe edip kendini düzeltirse, hırsızlık yapmayacağına söz verirse
şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder, ahirette ona azap vermez. Ancak, tevbe etmek, el kesme cezasını ortadan kaldırmaz. Çiinkii, ortada malı çalınanın hakkı sözkonusudur.
Haddâdî der ki: ”Olay mahkemeye intikal etmeden, hırsız çaldığı malı, sahibine iade ederse, el kesme cezasından kurtulur. Ancak, olay mahkemeye intikal ettikten sonra tevbe de etse eli kesilir. Bu durumda, eğer gerçekten tevbe etmişse uhrevi dereceleri yükselir. Nitekim yüce Allah, zaman zaman sâlih kullarını ve peygamberlerini çeşitli belâ, hastalık ve musibetlerle imtihan eder ve derecelerini yükseltir. Yok, eğer tevbesi, hakiki değilse, zaten günahının karşılığını görmüş olur."
Muhakkak ki Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. Bol rahmet ve mağfiretli olduğu için de tevbeleri kabul eder.
40
Göklerin ve verin hükümranlığının ait olduğunu... Burada hitabın Hazret-i Peygambere olmasına rağmen, aşınma herkes için geçerlidir. Yani, Allah'ın egemen otorite sahibi olduğunu, kudretinin herşeyi kapsadığını, bu kapsamlı tasarrufuyla, dilediğini var edip dilediğini yok ettiğini, istediğini yaşatıp istediğinin canını aldığını,
dilediğine azap edip dilediğini bağışladığını bilmez misin? Evet O, dilediğini cezalandırır; dilediğini de mükâfatlandırır. Çünkü:
Allah, her şeye kadirdir. Dolayısıyla soz Konusu azaplandırma ve bağışlamaya da gücü yeter.
İbn Şeyh der ki: ”Allahü teâlâ ; hırsızlığa karşı el kesme emrini verip ardından tevbe edenlerin tevbesini kabul edeceğini belirttikten sonra, dilediğini yapıp dilediği hükmü verdiğini, istediğini affedip istediğini de cezalandıracağını belirtmiştir. Çünkii O, tüm yaratıkların sahibi, Rabbi ve İlâhıdır. Gerçek sahip ise, mülkünde istediği tasarrufta bulunur. Dilediği hükmii verir. Yoksa, Mutezilenin iddia ettiği gibi, ”Allah, en iyiyi yapmak zorundadır" gibi bir görüş doğru değildir.
Hırsızın sağ eli bilekten kesilir, sıcak yağ içerisine konarak dağlanır ve kanın durması sağlanır. Bu yapılmadığı takdirde, hayatına mal olabilir. Oysa, bu şer'î had, öldürmeye değil, caydırmaya yöneliktir. Eğer sağ eli kesildikten sonra ikinci kez hırsızlık yapsa, bu defa sol ayağı, ayak bileğinden kesilir. Üçüncü kez hırsızlık yaptığı takdirde ise, bu defa kesme olayı değil, tevbe edip iyilik belirtileri ortaya koyuncaya kadar hapis cezası uygulanacaktır. Çünkü Hazret-i Ali üç kez hırsızlık yapanla ilgili olarak demiş ki: ”Yemek yemesi için bir el; yürümesi için de bir ayak bırakmamaktan Allah'tan haya ederim..."
Hırsızlık, içki içilmesinin ispatlandığı şekilde ispatlanır. Yani şahitlik veya bir seferlik itirafla ispatlanmış olur. Şahitlerin adedi iki erkektir. Çünkü hadlerde kadınların şahitliği geçersizdir. Ayrıca, malı çalınanın da davacı olması gerekir. Çünkü başkasının malıyla ilgili bir suç, mal sahibinin davacı olmasıyla tahakkuk eder. El kesme cezasında soylu ile sıradan bir kimse arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim, Mahzûmîlerden bir kadın hırsızlık yapmıştı. Hazret-i Peygamber, onun elini kestirmek istediği sırada Üsâme b. Zeyd, affedilmesi için Hazret-i Peygambere başvurdu. Hazret-i Peygamber Üsâme'yi çok seviyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: ”Ey Üsâme! Allah'ın koymuş olduğu cezalardan birisi konusunda nasıl ricacı olursun! Unutma ki, sizden öncekilerin durumu şuydu: Aralarından soylu birisi hırsızlık yaptığında cezalandırmazlar, gariban birisi hırsızlık yaptığında ise, cezalandırırlardı. İşte onlar, bu yüzden helak oldular. Allah'a yemin ederim ki, hırsızlık yapan Muhammed'in kızı Fâtıma bile olsa elini keserdim." ' Ayrıca bu hadiste, olay, mahkemeye intikal ettikten sonra, affedilmesi için aracı olunmaması gerektiğine de işaret vardır. Bu yüzden Hazret-i Peygamber, Üsame'nin isteğini reddetmiştir. Mahkemeye intikal etmeden önce ise, haksızlığa uğrayanın aracılığı kabul edilir. Kötü karakterli ve rahatsızlık vermekten zevk alan birisi olmaması kaydıyla günahlarının örtülmesi menduptur. Ayrıca hadiste geçtiği üzere, halk arasında adaletle hükmetmek ve herkese eşit muamele yapmak gerekir.
Eğer: On dirhemlik bir hırsızlık için değeri binlerce dirhem olan bir elin kesilmesi, nasıl doğru olur? Oysa Allahü teâlâ buyuruyor ki: ”Kim bir kötülük işlerse, sadece o kötülüğünün misliyle cezalandırılır." (Enam: 160) diye sorulursa, deriz ki: Dünyadaki cezalar, kişiyi imtihan etmek içindir. Şu halde Allah, dilediği şekilde imtihan eder. Ayrıca ”kesme" cezası, çalınan malın karşılığı değil, yasakları çiğnemenin karşılığıdır. Yüce Allah'ın: ”yaptıklarının karşılığı olarak" sözünü: ”Yasakların çiğnenmesi, el kesmeyi gerektirmiştir." şeklinde anlamak mümkündür. Ayrıca bu ceza, insanlar için büyük bir caydırıcı unsur özelliğini taşır. Bir tek elin kesilmesi, insanları, mallarından endişe etmez bir duruma sokar. Bu konuda insanlara güven verir. Durum böyle olunca, hakka teslim olup boyun eğmek gerekir.
Öte yandan zina ile ilgili âyetle ilkin kadından söz edildiği halde, burada başta erkek hırsızlardan bahsedilmesinin sebebi şudur: Hırsızlık güce dayanan bir iştir. Erkek kadından daha güçlü olduğu için ilk önce ondan bahsedilmiştir. Zina ise şehvet işidir ve kadın erkekten daha şehvetlidir. Ayrıca, kadın bu konuda erkekten daha çok kendini savunabilir. Bu yüzden büyük bir topluluk bir kadının başına toplansa, onun istediği dışında ona bir şey yapamazlar. Hırsızlıkta bizzat el, işe karıştığından dolayı kesilir. Zina eden erkeğin tenasül uzvunun kesilmemesi ise, neslin sona ermesi korkusundandır. Üstelik, zinanın lezzeti bedenin her tarafında duyulur.
41
Ey peygamber!... Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ”peygamberlik" sıfatıyla seslenilmesi, onu onurlandırmak içindir.
Kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla: 'imarı ettik' diyenlerden ve Yehudilerden inkâra koşanlar seni üzmesin. Bunların içinde bulundukları durum seni mahzun etmesin. Küfürde yarışmaları, fırsat buldukça küfre dalmaları seni kederlendirmesin. Unutma ki, dostun ve yardımcın Allah'tır.
Konuşmanın ”ağızla" yapıldığı apaçık ve bilinen bir şey olduğu hakle, burada özellikle vurgulanın asının sebebi, dillerinin kalbi eri ne tercüman olmadığını belirtmek, kalben inanmadıklarına dikkat çekmek içindir. Nitekim âyette ”kalbleri inanmadığı halde" cümlesi de bu gerçeğe işaret eder.
Burada küfürde yan şanların iki kısım olduğu dikkatimizi çekmektedir: Münafıklar ve Yehudiler.
Onlar yani, yahudi ve münafıklar
çok yalan dinlerler. Hahamların Allah'a karşı olan yalanlarına, kitab'ı tahrif etmelerine ve iftiralarına önem verirler.
Sana gelmeyen kibir, kin ve gururundan dolayı, senin meclisine uğramayan ve senden kaçan
başka bir kavme çok kulak verirler. Rivayet edildiğine göre, kibir ve gururlarından dolayı Hazret-i Peygambere uğramayanlar Hayber Yahudileri; onların sözlerini dinleyenler ise Kurayza oğullarıdır.
Bunlar, kitabın kelimelerini asıl yerlerinden değiştirirler. Ya bizzat kelimeleri atarak veya anlamından uzak bir şekilde kullanarak, Allah'ın yerli yerine yerleştirdiği ilâhi kelimeleri eğip bükerler, yerlerinden kaydırırlar ve değiştirirler. Sözlerine kulak verenlere ve
(kendilerine uyanlara, değişik şekli göstererek): Eğer peygamber tarafından
size bu verilirse alın yani değiştirilmiş şeklini alın ve gereğini yapın; çünkü o haktır. Yok eğer
verilmezse kaçının', sakın kabul etmeyin
derler.
Rivayet edildiğine göre, Hayber'de soylu bir erkek, soylu bir kadınla zina etti. Oysa ikisi de evliydiler. Tevrat'a göre recmedilmeleri: yani taşlanmaları gerekiyordu. Ancak, soyluluklarından dolayı onları recmetmek istemediler. Sonra Kurayzaoğullarına bir haber yollayıp dediler ki: ”Bizde böyle böyle bir olay oldu, evli olan falanca erkek ve kadın zina ettiler. Bu durum hakkındaki görüşünü Muhammed'e somanızı istiyoruz. ”Bunun üzerine Kurayzaoğulları onlara dediler ki: ”Şüphesiz, görürsünüz; size hoşunuza gitmeyecek bir şeyi emreder." Sonra, onlardan bir grup, gidip Hazret-i Peygamber'e şöyle bir soru sordu: ”Senin kitabında, evli bir kadınla erkeğin zina etmelerinin hükmü nedir?" Hazret-i Peygamber dedi ki: ”Recmetmektir." Ancak, bu hükmü uygulamaya yanaşmadılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, onların reisi durumunda olan İbn Sûriyâ'yı çağırıp dedi ki: ”Mûsa'ya Tevrat'ı indiren ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’aşkına doğru söyle, sizin kitabınızda zina eden evlilerin recm edileceklerine ilişkin bir hüküm var mıdır, yok mudur?" İbn Sûriyâ'nın cevabı şu oldu: ”Evet, vardır. Yemin ettirmesevdin itiraf etmezdim. Vardır: ama bizim eşraftan birisi böyle bir şey yaparsa cezayı uygulamaz okluk. Sıradan, güçsüz birisi yaparsa hemen recm haddini tatbik ettik. Bu yüzden soylularımız arasında zina yapanların sayısı arttı. Bunun üzerine herkesi çağırdık ve dedik ki recimden daha hafif bir ceza bulalım ki, soyluya da, güçsüze de uygulayabilelim. Sonuçta recm yerine 'değnekleme' ve 'yüzlerini karalama' cezasını koyduk." Bu itirafından sonra Yehudiler İbn Sûriyâ'ya dediler ki, ”Ne kadar da çabuk haber verdin". O da onlara dedi ki: ”Beni, Tevratla yemin ettirdi. Tevrat yüzünden helâka gideceğimden korkmasaydım, bu itiraflarda bulunmazdım." Ardından Hazret-i Peygamber, iki zailinin de recmedilmesi için emir verdi; Mescid'in önünde recmedildiler. Sonra Hazret-i Peygamber şu duayı yaptı: ”Ya Rab! Ortadan kaldırmaya çalıştıkları bir emrini hayata kavuşturan, ilk defa ben oldum. ”
Bunun üzerine âyetin şu kısmı indi:
Allah, bir kimsenin fitneye düşmesini dilerse, ne şekilde, kim olursa olsun, onun sapıklığını ve rezilliğini isterse,
senin onun için Allah'a karşı yapacak hiçbir şeyin yoktur. Bu durumu ortadan kaldırmaya senin gücün yetmez.
İşte onlar, bu yahudi ve münafıklar,
Allah'ın, kalblerını küfür ve dalalet kirinden
temizlemek istemediği kimselerdir. Çünkü, küfür ve dalaletden yüzçevirmede Yehudilerle münafıklar aynı durumdadırlar.
Dünyada onlar için, yani yahudi ve münafıklar için
zilliet, ahirette de büyük bir azap vardır. Dünyada münafıkların zillet görmesi; içyüzlerinin ve Müslümanlar arasında münafık olduklarının oıtaya çıkması şeklinde gerçekleşmesidir. Yahudilerin dünya zilleti ise, Tevrat âyetlerini gizlemelerinin ortaya çıkması ve kendilerinden cizye alınması şeklinde tahakkuk etmiştir. Ahirette de, ayrıca cezaya çarptırılacaklardır. Kuşkusuz, ahiretin en büyük azabı, cehennemde süresiz kalmaktır.
42
Onlar, yalana çok kulak veren ve çok haram yiyenlerdir. Rüşvet gibi haram şeyleri yemeğe tenezzül edenlerdir. Burada ”haram" anlamını verdiğimiz ”suht" kelimesi, kökünü kazımak anlamına gelen ”saht" masdarından türetilmiştir. Gerçekten ”haram" da bereketi ortadan kaldırır, kökünü keser.
Eğer sana gelirlerse, aralarındaki herhangi bir anlaşmazlık dolayısıyla senin hakemliğine başvururlarsa,
aralarında hükmet veya onlardan yiizçevir. Bu iki seçenekten birisini yapabilirsin.
Onlardan yüz çevirirsen sana hiç bir zarar veremezler. Onlardan yüz çevirdiğin için sana dokunamazlar; çünkü Allah, seni insanların kötülüklerinden koruyacaktır.
Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Nasıl ”reern" hükmünü vermişsen, diğer konularda da emrolunduğun adaleti ihmal etme.
Şüphesiz Allah, adaletli davrananları sever; onları her türlü kötülük ve sıkıntılardan korur. Adaletli kimseler, hadis-i şerifte de çok övülmüşlerdir. İşte bir örnek: ”Adaletli davrananlar Allah katında nurdan yapılmış minberler üzerinde olacaklardır."
43
İçinde Allah'ın hükmii bulunan Tevrat yanlarında olduğu halde, nasıl oluyor da senin hüküm vermeni istiyorlar? İnandıklarım iddia ettikleri kitap yanlarında olup ilâhi hüküm de içinde belirtildiği halde, kendisine ve Kitab'ına inanmadıkları Hazret-i Muhammed'in hakemliğine başvurmalarına hayret ediliyor. Bu hareketlerinin hakkı öğrenip uygulama amacına yönelik olmadığına; aksine daha kolay bir hüküm peşinde koştuklarına dikkat çekilmektedir.
Sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar; senin hakemliğini kabul etmelerine rağmen, verdiğin hüküm kendi kitaplarındakiyle aynı olunca, kabul etmeye yanaşmadılar. Dolayısıyla, senin hakemliğine başvurup, verdiğin hükmü kabul etmedikleri için
Onlar mü'min değillerdir. Önce kitaplarındaki hükümden, sonra da senin verdiğin aynı hükümden yüz çevirmişler ve inanmamışlardır.
Bu âyetler grubunda bir yandan mü'minler övülüp söz konusu kimseler yerilirken, öte yandan zulüm, haram ve rüşvet de yerilmekte; buna karşılık adalet övülmektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: ”Haramla toplanan ete en layık şey, ateştir. ” Bir başka hadisinde de şöyle buyurmaktadır: ”Rüşvet alana, verene ve aralarında aracı olana, Allah lânet etsin!"
44
Şüphesiz biz, içinde insanları hüküm ve yasalarına yöneltecek
hidayet ve cehalet karanlığıyla gizlenen hükümleri aydınlatacak
nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olan ve ilâhî kitabın hükümlerini uygulayıp insanları ona yönlendiren
peygamberler, yani İsrail oğulları peygamberleri
Yehudilere onunla hükmederlerdi. Burada ”Yehudilere" anlamına gelen kelimenin başındaki ”lâm", sözkonusu hükümlerin Yehudilere ait olduğunu belirtmek içindir; yoksa ” lehleri ndenki hükümler" demek değil... Kısacası bu, ”lehte" veya ”aleyhte" olmaktan çok, ”kendilerine ait" anlamını taşır. Sanki: ”Yahudiler için" denilmek istenmiştir.
Eğer yukarıdaki: ”Allah'a teslim olan" ifadesiyle ilgili olarak bir tenkit ileri sürülse ve denilse ki: ”Bir peygamber'in, ayrıca 'Allah'a teslim olmuş kişi' şeklinde nitelendirilmesi, yüksek bir özelliğin daha basite indirgenmesi anlamına gelmez mi?" Cevaben derim ki: Bazan herhangi bir ”sıfat" başka bir ”sıfat'Ma övülür. Meselâ Peygamberlerin ”salihlikle" ve meleklerin ”iman etmiş olmakla" vasıflandırılmaları gibi. Ayrıca şöyle bir söz vardır: ”Şerefli kimselerin vasıflan vasıfların en şereflileridir."
Şâir de der ki:
Ben Hazret-i Muhammed'i sözlerimle övmeye çalışmadım.
Aksine sözlerimi onunla kıymetlendirmeye çalıştım.
Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de, yani peygamberlerin yolundan gidip Tevrat'la yahudi dinine mensup insanlar arasında hükmeden zahid ve bilgin kimseler de
Allah'ın kitabından, kendilerinden korunması istenilenle hükmederlerdi. Peygamberler tarafından korumakla emredildikleri Tevrat'ın hükümlerine göre amel ederlerdi. Nitekim, kaybolmaması ve tahrif edilmemesi konusunda uyarılmışlardı. ”Korunması istenenle" anlamına gelen kelimenin başındaki ”be" harfi sebeplilik içindir. Yani, Rablerine samimi olarak kulluk eden kimseler ve âlimler, peygamberleri tarafından kitabı korumakla emredildikleri için, bu Kitabın hükümlerini uyguladılar. Peygamberlerinin tavsiye ve emirleri doğrultusunda hareket ederler.
Onlar, o (Tevrat'ın hak olduğu)na şahit idiler. Değiştirilmesine göz yummadan gözetleyici idiler. Şu halde buradaki ”şahit olma" hususu, hazır bulunma, kontrol etme anlamındadır.
Ey reisler ve âlimler! Kim olursa olsun
insanlardan korkmayın. Benden korkun, haklarımı çiğnemekten sakının. Buna göre, verilecek hükümlerde Allah'tan başkasından korkmak, herhangi bir zalimin korkusundan dolayı yağcılık ve dalkavukluk yapmak veya büyük bir insanın denetimi sebebiyle haktan sapmak yasaktır. Âyet, müslüman hâkimleri de içine alır.
Âyetlerimi az bir değere satmayın. Âyetlerimle amel etmeyi bir kenara bırakıp karşılığında rüşvet, makam ve benzeri dünyevi lezzetler almayın.
Kim hafife alıp inkâr ederek
Allah'ın indirdiğivle hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir. Çünkü Allah'ın indirdiği hükmü hafife alıp başka bir hükmü uygulama konusunda direnmek küfrü gerektirir. Bu yüzden, ayrıca bu kimseler ”zalimlik" ve ”fâsıklık" ile de nitelendirilmişlerdir. Allah'ın hükmünü inkâr ettikleri için kâfir; aykırı hüküm verdikleri için zalim; saptıkları için de fâsık olurlar.
45
Biz, Tevrat'ta onlara, yani yahııdilere
şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, birisini haksız yere öldüren, öldürülür;
göze göz, birisinin gözünü haksız yere kör edenin, gözü kör edilir;
buruna burun, birisinin burnunu haksız yere kesenin, burnu kesilir;
kulağa kulak, birinin kulağını haksız yere zulümle kesenin kulağı kesilir;
dişe diş ile kısas yapılır.
Başkasının dişini haksız yere çekenin, dişi çekilir.
Yaralarda da kısas vardır. Miktarı ve ölçüsü tesbit edilebilen, denklik korunabilen yaralarda kısas yapılır. Ancak, kemiklerin kırılması, etin parçalanması ve içeriye nüfuz edilmesi gibi denkliğin korunması mümkün olmayan durumlarda ise ya malî masraflar tazmin ettirilir veya adil bir hakimin hakemliğine başvurulur.
Fakat kim hakkından vaz geçerse ve kısas yaptırmazsa
bu, onun günahlarının affına bir sebeptir. Âyette ”hakkında vazgeçme", tabiri ”tasadduk etme", ”hakkını sadaka olarak verme" şeklinde ifade edilerek affetme işine fazlasıyla teşvik yapılmış; büyük bir sevap olduğuna dikkat çekilmiştir. Buna göre, başkasından almasını hakettiği kısas hakkından vazgeçen, ilahi rahmete nail olacak ve günahları affedilecektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: ”Vücudundan yaralanıp Allah rızâsı için hakkından vazgeçenin günahları bağışlanır."
Kim, Allah'ın indirdiği şeriat ve hükümler
ile hükmetmezse; işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Allah'ın çizdiği sınırı aşarak zulümde ileri gitmişler ve şeriata gereken önemi vermemişlerdir.
46
O Peygamberlerin peşinden, kendinden önceki Tevrat'ı tasdik eden Meryemoğlu İsa'yı gönderdik. Adı geçen peygamberlerin ardından Meryemoğlu İsa'yı peygamber olarak görevlendirdik.
Ve ona, tıpkı Tevrat gibi
içinde hidayet ve nur olan, kendinden önceki Tevrat'ı tasdik eden ve Allah'tan korkanlar için bir hidayet ve bir nasihat olan İncil'i verdik. Aynı âyetin içinde ikinci defa ”kendinden önceki Tevrat" ifadesinin geçmesi, daha çok vurgu sağlamak içindir. Önce, ”içinde hidayet ve nur olan" denilip, lîidayet'ten daha kapsamlı bir nitelikte tanıtılmasına rağmen, ardından başlı başına ”hidayet ve nasihat'"tan ibaret olduğunun belirtilmesi, hidayeti ile doğruyu bulup nuruyla aydınlandıklarına -özellikle- dikkat çekmek içindir.
47
İncile tâbi olanlar, Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler.
Biz, İsa'ya (aleyhisselâm) İncil'i indirdik ve ona tâbi olanlar, içindekilerle amel etsin, dedik.
Kim, hafife alıp inkâr ederek
Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, fâsıkların ta kendileridir. Bunlar Allah'ın itaatından dışarı çıkmışlardır.
Bu âyet, Hazret-i İsa'nın müstakil bir şeriat getirdiğine ve ihtiva ettiği hükümleri uygulamakla emredildiğine işaret eder. Ayrıca bu âyette hakimler için büyük bir tehdit vardır. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyuruyor ki: ”Kıyamet gününde âdil hakim -bir kişi hakkında farkedemediği iki tane hurma değerindeki haksızlık dolayısıyla- şiddetli bir azapla karşılaşacaktır." Adil hakimin durumu bu ise, zalim ve rüşvetçi olanların durumu takdir edilsin!... Bir başka hadiste de şöyle buyuruluyor: ”Üç türlü hakim vardır:
İkisi cehennemde, biri cennette... Bu hakimlerden birisi, bile bile haksız karar vermiştir; bu cehennemliktir. Bir başkası, bilmeden karar vermiş ve başka insanların hakkını çiğnemiştir; bu da cehennemliktir. Birisi de hakkıyla karar vermiştir, bu cennetliktir.
48
(Ey Rasûlüm Muhammed!) Sana da geçmiş kitapları tasdik eden, tevhid inancında ve şeriatların esaslarında onlarla uyum içinde olan;
ve onları muhafazası altına alan, onları gözetliyen ve onların lehinde şahitlik yapan
Kur'an'ı hak ile, doğruluk ve gerçekçilik ile
indirdik, Şu halde kitap ehli senin hakemliğine başvurdukları zaman,
aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Allah'ın sana verdiği hükmün doğrultusunda karar ver; çünkü senin şeriatın tiim ilâhi hükümleri ihtiva ediyor.
Onların hevâ ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapına. Haktan ve adaletten yüz çevirip onların arzu ve isteklerine uyma.
Herbiriniz için bir şeriat ve yol tayin ettik. Âyet akışının bu noktasında muhatap değiştirilerek tüm insanlığa sesleniliyor. Yani: Ey insanlar! Ey gelmiş geçmiş tüm ümmetler! Her birinize özgü bir şeriat ve yöntem belirlemişiz..! Meselâ, Hazret-i Mûsa'nın peygamberliği zamanından Hazret-i İsa'nın peygamberliğine kadar geçen ümmetin şeriatı Tevrat'a göredir; onunla amel etmişlerdir. Hazret-i İsa'dan Hazret-i Mulıammed'e kadar gelip geçen insanlar ise İncil'in hükümlerini uygulamışlardır. Siz ise, ey mü'minler! Sizin şeriatınız Kurandır. Ayette geçtiği şekliyle ”Şir'at" veya ”şeriat" gidilen, izlenen yol demektir.
Eğer, Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Bütün asırlar boyunca, dînî hiçbir konuda ihtilafa düşmeyen hepsi aynı dine inanan tek bir topluluk yapardı.
Fakat sizi tek bir ümmet yapmayı arzulamadı;
sizi ümmetlere ayırması, ümmetlere ilişkin ilahî kanunu gereğince
verdikleriyle sizi imtihan etmek içindir. Yüce Allah'ın bu şekildeki tutumu, âdeta, sizi imtihan eden birisinin tavrı ve tutumu gibidir. Başka bir deyimle Allah, her çağa uygun olarak gönderdiği çeşitli şeriatların hükümleri doğrultusunda o dönemdeki insanları sınava tâbi tutmuştur.
O halde iyiliklere koşuşun. Dünya ve ahirette sizin için daha hayırlı olan ve ıvur'an'da yer alan doğru inanç ve salih amellere sarılın; bir yarışma duygusu içerisinde bunları bir fırsat bilin ve bu konuda birbirinizle yarışın.
Hepinizin dönüşü Allah'adır. İnanan veya inanmayan; kim olursa olsun, tüm insanlar O'na dönecektir.
O, ihtilaf etmekte olduğunuz şevi size bildirecektir. Din ve şeriat işlerinden dünyada iken aranızda ihtilaf ettiğiniz konularda hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde inanan ve inanmayan insanların her birisine uygun ceza ve mükâfatları verecektir. Ahirette verilecek ceza ve mükâfatın haber verme şeklinde ifade edilmesi, aralarındaki ihtilâfı ortadan kaldırmak içindir.
49
Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onların heva ve heveslerine uyma. Biz sana Kitabımızı gönderdik ve içindeki hükümleri uygulamanı emrettik. Bu yüzden,
Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. İlahî hükümlerin bir bölümünden, seni vazgeçirmelerinden kork. Seni, haktan döndürüp bâtıla sürükleyebilirler.
Rivayet edildiğine göre, yahudi hahamlarından bir kısmı dediler ki: ”Gidip Muhammed'i dininden saptıralım." Sonra Hazret-i Peygamber'in yanına vardılar ve şöyle söylediler: ”Ey Ebû Kasım; bizim yahudi hahamları olduğumuzu; sana uyduğumuz takdirde tüm Yehudilerin sana uyacaklarını biliyorsun. Bizimle kavmimiz arasında bir anlaşmazlık vardır; aramızda hükmetmen için senin hakemliğine başvuruyoruz. Sana iman ediyor; seni tasdik ediyoruz." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber isteklerini kabul etmedi ve yukarıdaki âyet indi.
Bir kısım âlimler bu âyete dayanarak, peygamberlerin birtakım hatalar yapabileceklerini ve bazı şeyleri unutabileceklerini ileri sürerler. Çünkü, yüce Allah: ”Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın." buyuruyor; bu durum ”bile bile" yapılmayacağına göre, geriye sadece ”hata ve unutma" kalıyor.
Eğer (Allah'ın hükmünden) yüzçevirirlerse, Allah'ın indirdiği hükme razı olmayıp başka bir hükme başvururlarsa,
bil ki bu vüzcevirişlerinin sebebi şudur:
Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Onları Allah'ın hükmünden alıkoyan günahlarından dolayı yüce Allah, onları dünyada ivedi olarak cezalandırmak istiyor. Şüphesiz, burada ”bir kısım günahları" ifadesinin kullanılmasının sebebi, çok daha büyük günahları olduğuna ve bu günahın da onlardan sadece bir tanesi olduğuna işaret etmek içindir.
Muhakkak ki, insanların birçoğu fâsıktırlar. Küfürde inatlaşıp ısrar göstererek belirlenen sınırları aşıyorlar.
50
Onlar cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Bu, bir hayret ve taaccüp ifadesi olup onlar için bir kınamadır. Yani, senin hükmünden yüz çevirip cahiliye devrinin hükmüne mi başvuruyorlar? Oysa, ismi üstünde cahiliye devri. Hevâ ve heves taraflarının egemen olduğu devir ve bu devrin insanları.
Kesinlikle bilen bir kavim için, Allah'ın hükmünün, hükümlerin en güzeli ve âdili olduğuna inanan, gerçekleri gözleriyle görebilen insanlar için
Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?
Bu âyetler dinlerin temel hükümleri bakımından bir olduğunu; sadece detaylarda birtakım farklılıkların olabileceğini, Allah'ın dilediği çağda ve zamanda, dilediği hükmü verme yetkisine sahip olduğunu; ilâhi hükümlerde farkedemediğimiz birtakım maslahatların olabileceğini, dolayısıyla ilâhi hükümlere teslim olup boyun eğmek zorunda olduğunuzu, ilâhi hükümlere karşı gelmekten sakınıp iyiliklere koşmak gerektiğini vurgulamaktadır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyuruyor: ”Beş şey gelip çatmadan önce beş şeyi ganimet bil. İhtiyarlıktan önce gençliğin; hastalıktan önce sağlığın; meşguliyetten önce boş vaktin; fakirlikten önce zenginliğin; ölümden önce hayatın... kıymetini bil."
51
Ey iman edenler! diye başlayan bu âyetin ihtiva ettiği hüküm tüm müminleri içine almaktadır. Ayetin iniş sebebinin sadece bir kısım müminler olması, genelliğini etkilemez. Nitekim rivayet edildiğine göre, Ubâde b. Sâmit Hazret-i Peygambere demiş ki: ”Benim birtakım yahudi dostlarım vardı, ben Allah ve Rasûlü için onların dostluğunu bırakıyorum; Allah'a ve Rasûlüne sığınıyorum." Abdullah b. Übey de demiş ki: ”Ben, felâketlerden korkan birisiyim; dolayısıyla Kaynukaoğullarından olan yahudi dostlarımı terketmiyorum." Bunun üzerine bu âyet indi:
Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onların hiçbiriyle dostluk kurmayın. Onlara dost gözüyle bakmayın.
Onlar, birbirinin dostudurlar. Her iki gruptan bir kısım insanlar, diğer gruptan bir kısım insanla dostluk kurmuşlardır. Dolayısıyla aleyhinize ve zararınıza olabilecek bir noktada, onlar müttefik durumdadırlar. Hepsi, aleyhinizde bir araya geliyorlar. Durum böyle olunca, onlardan herhangi birisinin dostluğunu, nasıl kafanızdan geçirirsiniz; onlara dost olmayı nasıl düşünebilirsiniz?
Sizden kim onları dost edinirse, onları dost olarak kabul ederse
şüphesiz onlardan olur. Onların dinini benimsemiş olur ve onlarla beraber cehenneme girer. Şüphesiz bu dostluk, onların dinini benimseme biçiminde bir dostluk olursa sonucu böyledir; yoksa onların inancım kabul etmeden, onlarla sırf alış-veriş ve benzeri bir ihtiyaç için arkadaşlık yapmak, ihtiyaçtan dolayı onlarla sohbet etmek, muhatap olmak bu tehdidin kapsamına girmez.
Muhakkak ki Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez. Mü'min kardeşlerini bir kenara bırakıp din düşmanlarını dost edinen; Müslümanlarm küfür ve sapıklığa düşmelerine seyirci kalan, onları kendi halinde bırakan ve böylece kendi kendisine zulmeden kimseleri doğru yola yöneltmez. Şöyle bir dua nakledilir: ”Ya Rab! Göz açıp kapayıncaya kadar; hatta daha az bir zaman bile; beni, nefsime teslim etme!"
52
Ey Rasûlüm Muhammed! Sen,
Kalblerinde hastalık bulunanların, içlerinde münafıklık hastalığı taşıyanların,
onlara doğru koştuğunu görürsün. Dostluk ve yardımlarına koştuklarına şahit olursun. Bunlardan amaç Abdullah b. Ubey ve benzerleridir. Bunlar Yehudilerin ve Necran Hıristiyanlarının dostluğunda yarışırlar ve mü'minlere karşı da zamanın tehlikelerinden korunmak amacını güttüklerini ileri sürerler. Nitekim yüce Allah da şöyle buyuruyor:
'Bize kötülük isabet etmesinden korkarız' derler. Yani, demek istiyorlar ki, başımıza herhangi bir tehlikenin gelmesinden; işlerin ters dönmesinden, egemenliğin tekrar kâfirlerin eline geçmesinden korkarız. Onların bu geçersiz bahanelerine ve ham hayallerine karşı yüce Allah şöyle buyuruyor:
Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder. Mekke'nin fethini nasip eder de kâfirlerin belini kırar;
veya katından bir emir getirir de, öldürülme ve sürgün edilme ile Yehudilerin kökünü kazır ve onları yerle bir eder de; bu münafıklar
içlerinde gizlediklerine pişman olurlar. Gönüllerinde sakladıkları küfür ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında besledikleri şüpheden dolayı belki pişmanlık duyarlar.
53
İman edenler, münafıkları işaret ederek, Yehudilere:
'Sizinle beraber olduklarına dair ağır yemin edenler bunlar mıdır?' derler. Nitekim münafıklar, Yehudilere dostluk besliyor; onların egemenliğini umuyor; bu boş hayallerinden dolayı onlara aşırı sevgi besliyorlardı. İşte, bu durumda mü'minler -münafıkları kasdederek- Yehudilere diyorlar ki: Sizinle beraber oldukları, size yardım edecekleri ve destek sağlayacakları konusunda ağır yemin edenler bunlar mıdır? Yani, siz yanılıyorsunuz; bu konuda hatalısınız!... ”Ağır yemin"den amaç, en şiddetli ve en büyük yemindir.
Onların amelleri boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır. Dostluk için yapmış oldukları amelleri boşa çıkmıştır. Nitekim, egemenlik Yehudilerin eline geçmediği gibi, yaptıkları işlerinde zararlı çıkmışlar ve türlü türlü sıkıntılara maruz kalmışlardır.
İyi bilinmelidir ki Hak, her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibidir; aniden yükselir ve yerle bir olur. Bu yüzden bâtıla ve bâtıl yandaşlarına meyletmek mü'mine yakışmaz. Bâtıl taraftarları kim olursa olsun, sonuç değişmemelidir.
Ebû Mûsa el-Eş'ari der ki: ”Ben bir defasında Hazret-i Ömer'e dedim ki: 'Benim, Hristiyan bir kâtibim var, ne yapayım?'" Hazret-i Ömer'in cevabı şu oldu: ”Ne olmuş sana, Allah seni şaşkınlığa düşürmüş; niçin bir Müslüman katip tutmuyorsun ki?!... Sen hiç yüce Allah'ın: ”Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin" emrini işitmedin mi? Bunun üzerine ben dedim ki: ”Onun dini ona ... Bana, yazdığı şey lâzım." Hazret-i Ömer de dedi ki: ”Onlara saygı göstermeyin; çiinkü Allah onları alçaltmıştır. Onlara güvenmeyin; çünkü Allah, güvenilmez olduklarını belirtmiştir. Onları kendinize yaklaştırmayın, çünkü Allah onları uzaklaştırmıştır. Hesap et ki, senin Hristiyan kâtibin öldü. Yani, diyelim ki o, öldü. O zaman ne yapabilirsin ki?
54
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse... Bu âyetle sözkonusu edilen olay, Kuranın, meydana gelmeden önce haber verdiği olaylardan bir tanesidir.
Nitekim, rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber döneminde Müdlecoğulları İslâm'dan döndüler. Onların reisi, Zü'l-Himâr diye bilinen Esved el- Ansî idi. Bu adam bir kâhindi. Yemende, peygamberlik iddiasında bulunmuştu. Ülkesine hakim olmuştu. O derece ileri gitti ki, Hazret-i Peygamber'in valilerini ülkesinden kovdu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Muaz b. Cebel ve beraberindeki mü'minlere Esved'e savaş açmaları emrini gönderdi. Sonuçta Fîrûz ed-Deylemî, Esved'i yatağında öldürdü. Hazret-i Peygambere, bu haber Allah tarafından bildirildi. Hazret-i Peygamber de Esved'in öldürüldüğünü ashabına müjdeledi.
Dinden dönen ikinci bir grup da Yemâme'deki Hanifeoğullarıydı. Bunların reisi de yalancı Müseyleme idi. Bu da, hicretin onuncu yılının sonlarında, henüz Hazret-i Peygamber hayatta iken peygamberlik iddiasında bulunmuştu. Peygamberlikte Hazret-i Muhammed'in ortağı olduğunu ileri sürüyordu. Hatta Hazret-i Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bir mektup yazmıştı: ”Allah'ın Resulü Museyleme'den Allah'ın Resulü Muhammed'e... Bundan sonra: Yeryüzünün yarısı bana, yarısı sana aittir." Bu mektubu iki arkadaşıyla birlikte Hazret-i Peygambere gönderdi. Hazret-i Peygamber onlara dedi ki: ”'Elçiye zevâl yoktur' kuralı olmasaydı, ikinizin de boynunu uçururdum." Sonra Müseyleme'ye şu cevabı yazdı: ”Allah'ın Rasûlü Muhammed'den, çok yalancı Müseyleme'ye ... Bundan sonra: 'Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır, Onu kullarından dilediğine miras bırakır. İyi âkibet Allah'tan korkanlarındır." (A'raf: 128) Daha sonra Hazret-i Peygamber hastalandı ve vefat 'etti. Nihayet, Hazret-i Ebûbekir, Halid b. Velid komutasında kalabalık orduyu Müseyleme'nin üzerine gönderdi. Sonuçta, zorlu bir çatışmadan sonra, Hazret-i Hamza b. Abdulmuttalib'in katili Vahşî eliyle, yüce Allah onun sonunu takdir etti. Nitekim Vahşî şöyle derdi: ”Ben cahil iye dönemimde insanların en iyisini, müslüman olduktan sonra da insanların en kötüsünü öldürdüm.."
İşte, ey iman edenler! Eğer sizden, dinden dönen olursa,
Bilsin ki Allah, helâk ettikten sonra
onların yerine, kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise, güçlü ve şerefli olan, onlara üstün gelen
Allah yolunda cihad eden ve kınayanın kınamasından korkmayan; cilıaddan geri kalmayıp dine sıkı sıkı sarılan
bir kavim getirir. Kimisine göre bunlar. Yemen halkıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber: ”iman Yemenlidir; hikmet de Yemen"e mensuptur." buyurmuştur. Hazret-i Peygamber'in imanı Yemen halkına böylece nisbet etmesinin sebebi, güçlü ve mükemmel iman sahibi olduklarına işaret etmek içindir. Kuşkusuz bunlardan amaç, her zamanki tüm Yemen halkı değil; o zaman mevcut bulunan Yemen halkıdır. Kimine göre ise buradaki kavimden amaç Ensar'dır.
İşte bu, yani yüce Allah'ın bu kavmi nitelendirdiği sevgi, alçakgönüllülük, güçlülük ve mücahitlik gibi özellikler
Allah'ın bir lütfü dur O'nun ihsan ve keremidir. Yoksa bu özellikler, sözkonusu kavmin tekelinde değildir. Hikmet ve maslahatın gerektirdiği ölçüde yüce Allah
onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir. Lütuf ve keremi boldur.
Her şeyi çok iyi bilendir. İhsan edilmeye, başarıya ulaştırılmaya en çok lâyık olanı kendisi daha iyi bilir.
55
Sizin dostunuz sadece, Allah, O'nun peygamberi ve mü'minlerdir. Yahudi ve hiristiyanları dost edinmeyin; sizin dostlarınız yalnızca Allah, O'nun Peygamberi ve mü'minlerdir. Dostluğunuzu bunlara tahsis ediniz. Çünkü Allah'a dost olmak, O'nun dışındakileri terketmekle mümkündür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i İbrahim'in dilinden şöyle buyurulur: ”Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabbidir." (Şuarâ: 26/77) Hazret-i Peygamberin dostluğu da, nefis ve hevânın isteklerine karşı çıkmakla gerçekleşir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle, buyurmuştur: ”Sizden herhangi birinizin nefsi, benim getirdiğim hakikatlere uymadığı sürece iman etmiş sayılmaz." Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:
"Sizden herhangi biriniz, beni kendi nefsinden, malından, çoluk çocuğundan ve tüm insanlardan daha fazla sevmedikçe iman etmiş sayılmaz. Mü'minlerin dostluğu ise, onları din kardeşi kabul etmekle gerçekleşir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Şüphesiz müminler kardeştirler." (Hucurat: 10) Hazret-i Peygamber de şöyle buyuruyor: ”Sizden biriniz kendi için istediğini, kardeşi için istemedikçe iman etmiş sayılmaz" Şüphesiz bu müminler:
Allah'a boyun eğerek namaz kılan, zekât veren mü'minlerdir. Bunlar namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'tan korkarlar, Allah için tevazu gösterirler.
Şüphesiz bu açıklamalardan amaç, gerçek ve halis mü'minle, iman iddiasında olup münafık olan kimseleri birbirinden ayırdetmek içindir. Çünkü ihlâs, namaz ve zekâta karşı duyarlı ve ısrarlı olmakla anlaşılır; Allah'a boyun eğmek, O'nun için mütevazı olmak ve O'ndan korkmakla belli olur.
56
Kim Allah'ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse, dost olarak yalnız onları seçerse;
Şüphesiz ki Allah'ın taraftarları galip geleceklerdir. Üstün gelecek olanlar, onlar olacaktır. Burada zamir ile ”onlar.." değil de, açıkça ”Allah'ın taraftarları" denilerek Allah'a nisbet edilmeleri, kendilerine verilen değerden kaynaklanmaktadır. Ayrıca Allah'ın, Rasûlünün ve müminlerin dışında herhangi birinin dostluğuna yönelen kimselerin de ”şeytanın taraftarları" olduklarına işaret etmek içindir. Kişinin taraftar olduğu grup, onun arkadaşlarıdır. Âyette geçen ve taraftar olarak tercüme edilen ”hizb" kelimesi ayrıca, grup, kafile, taife anlamına da gelir. Hatta, Arapçada: ”ictemeû li emrin hazebehiim" demek; kendilerine isabet eden, kendilerini ilgilendiren birşey için bir araya geldiler, demektir. Şunu da belirtelim ki, Allah'ın düşmanlarına galip gelmek, ancak Allah'ın yardımıyla mümkündür. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder." (Muhammed: 7) Yardım ve üstünlük ancak Allah'ın desteğiyle gerçekleşir. Çünkü güçlü kılan O'dur; her güç O'na aittir.
57
Ey iman edenler! Rivayet edildiğine göre Rüfâa b. Zeyd ve Süveyd b. Haris, önce müslüman oldular; sonra münâfıklaştılar. Öte yandan, bazı müslümanlar onları hâlâ seviyorlardı. İşte bunun üzerine yüce Allah, bu durumu yasaklayıp dedi ki:
Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlence konusu yapanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Dini alay konusu yapmak, İslâm'la dalga geçmek demektir. Eğlence konusu yapmak da, dil ile inandığını, kabul ettiğini belirtmek ve içten içe küfre devam etmek anlamına gelir. Buradaki kâfirlerden amaç da, müşriklerdir. Özellikle belirtilmelerinin sebebi, kâfirliklerinin kat kat oluşundandır.
Şu halde ilke olarak, hak üzere olmayanların dostluğu yasaklanmıştır. Bunlar, ister kitap ehli gibi önceleri bir din üzere olup onu normal akışından döndürsünler, ister müşrikler gibi, hiçbir din üzere olmasınlar, fark etmez. Her halükârda onlarla dost olmayın; onlardan son derece uzaklaşırı.
Eğer iman ediyorsanız, tam anlamıyla inanıyorsanız, hak üzere olmayanların dostluğunu terkederek
Allah'tan korkun.
58
Namaza çağırdınız zaman, onu, yani namazı, ya da duyurulan mesajı
alay ve eğlence konusu yaparlar. Nitekim, müezzinler ezan okuduklarında, Yehudiler kendi aralarında gülüşürler, namazı alaya alıp dil uzatırlar, namaza gidenleri cahillikle itham ederler ve insanları namazdan uzaklaştırmaya çalışırlardı.
Bu onların, akıllarını kullanmayan bir kavini olmasındandır. Akılları olmadığı için hakkın güzellikleriyle dalga geçerler; o konudaki bilgisizlikleri dolayısıyla alay ederler; eğer, gerçekten akıllan olsaydı, böyle büyük bir suça cesaret etmezlerdi.
Alimler demişler ki: ”Ezan, sadece rüya ile sabit olmamıştır. Aksine, bu âyet de ezanın varlığını ispatlamaktadır. Çünkü bu âyetin açıklaması şöyledir: ”Namaza çağırdığınız zaman..."Yani, insanları namaza ezanla davet ettiğiniz zaman... Nitekim âyette geçen ”nidâ" kelimesi en yüksek sesle bir şeye davet etmek anlamına gelir. Öte yandan ezanın İslâm şiârını ilân etmek; Tevhid kelimesini haykırmak; namaz vaktinin girdiğini duyurmak; cemaate çağırmak gibi pek çok hikmetleri vardır.
59
(Ey Rasûlüm Muhammed!) De ki: 'Ey kitap ehli! Rivayet edildiğine göre, bir grup yahudi Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip diniyle ilgili birtakım sorular sordular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların sorularını cevaplandırdı. Ancak, Hazret-i İsa'nın bahsi geçince Hazret-i Peygambere dediler ki: ”Dünya ve ahirette sizden daha nasipsiz bir ümmet; sizin dininizden de daha kötü bir din görmedik." Bunun üzerine bu âyet indi. Yani, yüce Allah buyuruyor ki, ey Peygamber'in! (sallallahü aleyhi ve sellem) o fâsık Yehudilere de ki:
Sadece Allah'a O'nun varlığına ve birliğine;
bize indirilene, Kur'an-ı Kerim'e;
ve daha önce indirilenlere, Tevrat, İncil ve diğer ilahî kitaplara
iman ettiğimizden ve sizin de çoğunuzun fâsıklar olduğunuzdan, inat edip imandan çıktığınızdan
dolayı mı bize kızıyorsunuz?' Bu yüzden mi bizi ayıplıyor, dinimizi kötü İtiyorsunuz? Hatta, o derece ileri gidiyorsunuz ki, size indirilen kitaba bile inanmıyorsunuz. Eğer gerçekten bize gönderilen kitabın doğruluğunu tasdik eden kitabınıza inansaydınız, Kurana iman eder, müslüman olurdunuz!...
60
Yahudilere
de ki: 'Allah tarafından bir cezaya çarptırılma bakımından size bunlardan daha kötüsünü haber vereyim mi? Sizin hayırlı olan şeyleri kötü zannettiğiniz türden değil de, gerçekten kötü olan bir şeyi size söyliyeyim mi?
Allah, kime lânet eder ve gazabına uğratırsa, apaçık deliller ortada olduğu halde, günahlara daldığı ve küfre girdiği için, yüce Allah rahmetinden uzaklaştırır ve lanetlerse -ki Yehudiler böyledir-
ve kimlerden de, maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar yaparsa, cumartesi yasağını çiğneyenlerde olduğu gibi kimisini maymunlaştırıp apaçık delilleri gördükleri halde sonra küfre girenlerde olduğu gibi kimisini de domuzlaştırırsa... Nitekim bu âyet indikten sonra miislümanlar Yehudilere: ”Ey maymun ve domuz kardeşleri" şeklinde seslenmişler; Yehudiler de başlarını eğip rezil olmuşlardır.
İşte bunlar, yukarıdaki çukur ve iğrenç nitelikleri taşıyanlar,
makamları en kötü, yolları da en sapık olanlardır.' Kötülüklerini vurgulu olarak belirtmek için ”makamları en Kotu' denmiştir. Ayrıca bunlar, doğru yoldan en fazla uzaklaşan kimselerdir. Bu da gösteriyor ki, dinlerinin hakla hiçbir ilgisi yoktur. Haktan çok uzaktır ve sırf kötülükten ibarettir.
Öte yandan âyetin baş taralında geçen ”mesûbe" kelimesi, aslında hayır işlerin karşılığı olarak kullanılır, tıpkı ”ukûbe" kelimesi, kötülük karşılığı olarak kullanıldığı gibi. Ancak, burada ”mesûbe" kelimesinin ”cezaya çarptırılma" karşılığı olarak kullanılması, Yehudilerle alay etmek içindir.
Şunu bil ki: Her sınıf insan, üzerinde bulunduğu duruma sevinir. Karşısındakinin durumuna da kızar. Ancak, Hak, uyulmaya daha lâyıktır. Bu yüzden mü'min mü'mini sever. Çünkü sevgi, güzel hasletlerden ve saygın niteliklerdendir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: ”Yüce Allah 'ın, peygamber ve şehid olmayan birtakım kulları vardır ki, -yüce Allah'ın katındaki dereceleri dolayısıyla- kıyamet gününde peygamberler ve şehitler onlara gıpta eder." Bunun üzerine ashab: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bunların kim olduklarını ne yaptıklarını bize anlatır mısın? Belki onları severiz" dediler. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: ”Onlar, aralarındaki bir akrabalık, ya da karşılıklı menfaat bağıyla değil de, yalnızca Allah rızâsı için birbirlerini seven insanlardır. Allah'a yemin olsun ki, onların yüzleri nurludur. Onlar, nurdan minberlere çıkacakladır. İnsanların korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldüğü zaman onlar üzülmezler. ”(43)
61
Onlar, size geldikleri zaman: 'iman ettik' derler. Bu âyet, Hazret-i Peygamberin huzuruna varıp iman ettiklerini söyleyen münafık bir yahudi grubu hakkında inmiştir. Evet, ey Muhammed! Onlar size karşı müslüman olduklarını ileri sürüyorlar.
Oysa, yanınıza kâfir olarak girip, kâfir olarak çıkmışlardır. Durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Senden duydukları şeylerden hiç etkilenmemişlerdir.
Allah onların gizlediklerini gizledikleri küfrü,
çok iyi bilir.
62
Onların, yahudi ve münafıkların
çoğunun günaha. genel olarak yalana,
düşmanlığa, başkasına zulum ve tecavüze
ve haram yemeye koşuştuklarını gözlerinle
görürsün. Bu yaptıkları ne kadar da
kötü bir şeydir.
63
Rablerine hakkıyla kulluk edenler ve diğer din alimleri, onları yalan söylemek, inanmadıkları halde ” inandık" demek
ve kotu olduğunu bildikleri ve gördükleri halde
haram yemekten menetmelı değiller mıydı? Bu ayette geçen ve Rablerıne hakkıyla kulluk eden' ile dıger din âlimi" şeklinde açıklanan ”Rabbanî" ve Habr kelimelerinin ikisi de âlim demektir. Ancak genelde, zahid, arif ve ermıs olanlarına Rabbani"; ilmiyle amel edenine de ”Habr" denir... Âyetin başında yer alan ve değiller miydi" şeklinde tercüme ettiğimiz ”Levlâ" kelimesi de bir sitem edatıdır.
Bu işledikleri ne kötü bir şeydir! Bu ifade, ”bu yaptıkları ne kötü bir şeydir" ifadesinden daha etkin bir ifadedir. Çünkü ”sun' - işlemek"“amel - yapmak,,tan daha güçlüdür.
Ömer b. Abdülaziz der ki: ”Yüce Allah belli bir grubun yaptıkları işlerden dolayı herkesi cezalandırmaz. Ancak, o küçük grup açıktan açığa günah işledikleri halde bir tepki görmez ve yadırganmazlarsa, o zaman halkın tamamı cezayı hak eder."
İlmiyle amel eden ve sadece yüce Allah'ın dinini yüceltme amacı taşıyan âlimler sözlerinde ve davranışlarında hataya düşmezler. Anlatıldığına göre, tâbiîn neslinden bir zahid, devlet başkanlarından birisine ait bir eğlence âletini kırdı. Başkan, sözkonusu zahidin, bir arslanın önüne atılmasını emretti. Görevliler onu, emredildiği şekliyle arslanın önüne attılar. Arslanın bulunduğu yere atıldıktan sonra namaza durdu. Arslan geldi, kuyruğunu sallayıp oradaki bütün arslanları topladı. Hepsi gelip namazdaki zahidi dilleriyle yalamaya başladılar. Zahid ise hiç aldırmıyor, namazına devam ediyordu. Sabah olunca, başkan: ”Bizim zahide ne oldu?" diye sordu. Görevliler dediler ki: ”Biz onu arslanların arasına attık." O da dedi ki: ”Gidin, bakın arslanların onu yiyip yemediklerini kontrol edin". Görevliler gidip baktılar ki, arslanlar onunla arkadaş olmuşlar; hayretler içinde kalarak, zahidi başkana getirdiler. Başkan, zahide: ”Arslanlardan hiç korkmadın mı?" diye sordu. Zahid şu cevabı verdi: ”Hayır, ama gece boyunca düşünmekle meşguldüm." Başkan dedi ki: ”Neyi düşünmekle meşguldün." Zahid dedi ki: ”Bu arslanları düşünüyorum, diyordum ki, bunların hepsi beni yaladı; acaba salyaları necis midir, değil midir? Düşüncem, beni korkmaktan alıkoydu." Başkan, hayretler içerisinde kalıp zahid'i serbest bıraktı.
64
Yahudiler: 'Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Müfessirler diyorlar ki: Yüce Allah yalıudileri nimetlerle donatmıştı. Hatta, dünyanın en zengin insanları olmuşlar; en fazla refah içinde yaşayan kimseler konumuna çıkmışlardı. Ancak, Allah'a isyan ettiler. Bunun üzerine yüce Allah, bolluk ve refah musluğunu üzerlerinden kıstı. Dolayısıyla, Yehudiler: ”Allah'ın eli sıkıdır. Artık, Allah vermekten uzak duruyor; cimrilik yapıyor" dediler. Eli açık olmak, cömert olmaktan ; eli sıkı olmak da cimri olmaktan kinayedir.
Dediklerinden, sarfettikleri bu iğrenç cümleden
ötürü elleri bağlansın. Bu, onlar için bir bedduadır. Yani; elleri, hayır yapma konusunda bağlansın, cimri kesilsinler. Gerçekten Yahudiler, insanların en cimrileridirler; onlardan daha cimri bir millete rastlanmamıştır.
Ve kendilerine lânet olsun! Allah'ın rahmetinden uzak olsunlar; zaten ilahî rahmetten kovulmuşlardır. Yahudilere yapılan bu beddua, insanlara bir ders ve öğretme niteliğini taşımaktadır. Yoksa, -haşa- Allah âciz kalmış da, onlara bedduâ etmiş gibi bir durum sözkonusu değildir. Yüce Allah, hertiirlü noksanlıktan münezzehtir.
Aksine, Allah'ın (nimet veren) elleri açıktır. Ey Yehudiler, yüce Allah sizin zannettiğiniz gibi değildir; O, son derece cömerttir, sınırsız kerem ve ihsan sahibidir.
Dilediği gibi sarfeder. Harcama konusunda hür ve muhtardır. Bazen bolca verir; bazen de irade ve hikmetinin gereği az verir. Nitekim Yehudilerin isyanlarına binaen, hikmeti, onları sıkıştırmayı uygun görmüştür.
Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler Kur an-ı Kerim ve içindeki hükümler
onların çoğunun özellikle âlimlerinin ve reislerinin
azgınlığını ve inkarını artıracaktır. Azgınlıklarının üzerine azgınlık, küfürlerinin üzerine küfür ilave edecektir. Çünkü her âyet indiğinde onu inkar ediyorlar, böylece azgınlıkları ve küfürleri artıyordu. Tıpkı sağlam insanlara yararlı olan yemeğin, hastaların hastalığını artırdığı gibi.
Biz, onların yani Yehudilerin
arasına, kıyamete kadar düşmanlığı ve kini saldık. Onları çeşitli gruplara ayırarak birbirine düşman ettik. Nitekim yüce Allah başka bir âyette şöyle buyuruyor: ”Sen onları birlik beraberlik içinde sanırsın. Halbuki onların kalbleri darmadağınıktır." (Haşr: 14) Artık, biraraya gelmeleri; gönül ve sözbiiliği elde etmeleri mümkün değildir.
Ne zaman harp için bir ateş tutuştursalar, Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşmaya hazırlanıp aleyhinde bir kötülük düşünseler,
onu söndürür. Plânlarını yüzlerine çarpar, aralarına ayrılık sokarak o ağ ıtır ve komplolarını sonuçsuz bırakır.
Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. İslâm'a ve Müslümanlara karşı çeşitli dolaplar çevirirler, Müslümanları birbirine düşürmeye uğraşırlar.
Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez. Bu yüzden planlarını söndürür ve zararını onlara çevirir.
65
Eğer, kitap ehli olan yahudi ve lııristiyanlar inanılması gereken hususlara
iman edip günahtan ve haramdan uzak durarak
Allah'tan korksaydılar, elbette günahlarını örter, onların suçlarını affedip azaptan kurtarır
ve onları 'Naîm' cennetlerine kovardık. Mükâfat olarak onları sürekli bir şekilde cennetle şereflendirildik.
66
Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i kabul edip içlerinde yeralan Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) tasdik edilmesi gibi hükümleri uygulayarak verdikleri sözleri yerine getirseydiler
ve Rableri tarafından kendilerine indirileni ve kitaplarını onaylayan Kur'an'ı
tatbik etseydiler, üstlerinden ve ayaklarının altından rızıklandırıldıkları nimetleri yerlerdi. Bol bol rızıklara kavuşurlar göklerin ve yerin bereketini göriirledi. Yağmurlar yağar ve ekinler biterdi. Bu da gösteriyor ki, başlarına gelen sıkıntı ve musibetler, yüce Allah'ın herhangi bir kusurundan değil yaptıkları suçlardan kaynaklanmaktadır.
Onlardan bir kısmı mutedil bir ümmettir. Bunlar şımarmayan, görevlerini ihmal etmeyen ve iman eden Abdullah b. Selâm ve benzerlerinden oluşan yahudi asıllı bir gruptur. ”Mutedil olmak" görevlerini normal bir şekilde yapmak, aşırıya kaçmamak ya da çok geride kalmak gibi bir durum meydana getirmemek demektir.
Birçoklarının yaptıkları da ne kötü şeydir! Gösterdikleri inat ve kibir gibi özellikler; hakkı tahrif etmek ve gerçekten yüz çevirmek gibi davranışlar ne kadar da kötüdür; hayretler doğrusu!
Öte yandan âyet, takvanın, rızık bolluğuna; dünya ve ahirette, işlerin iyi gitmesine sebep olduğuna işaret eder.
67
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni bütünüyle
tebliğ et! Kulların durumlarıyla ilgili her seyı açıkla.
Eger sana dokunabilecek bir kotuluk korkusuyla sana indirilenin tumunu tebliğ etmeyip görevini
yapmazsan. Allah'ın peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun. Çunku bir kısmını gizlemek, tıpkı tamamını gizlemek gibidir.
Allah seni insanlardan korur. Bu, yüce Allah'ın Hazret-i Peygambere verdiği bir güvencedir. Böylece, korkmayacak ve çekinmeyecektir.
Nitekim rivayet edilmiştir ki, ”Hazret-i Peygamber Medine'ye girdiğinde Muhacir ve Ensar'dan yüz kişi, onu Yehudilerden koruyordu; ancak ”Allah seni insanlardan korur" âyeti indikten sonra, Hazret-i Peygamber, Allah tarafından yahudi ve diğer insanların kötülüklerinden korunduğunu anladı ve muhacirlerle Ensar'a: ”Artık yerlerinize gidin, çünkü Allah beni Yehudilerden korur" dedi. Daha sonra, Hazret-i Peygamber -düşmanlarının çokluğuna ve yardımcılarının azlığına rağmen- zaman zaman gecenin başlangıcında ve seher vakitlerinde Medine vadilerine tek başına giderdi. Yüce Allah, onu koruyordu. Kuşkusuz buradaki ”koruma" dan gaye, öldürülmekten korumaktır ki, yüce Allah, onu gerçekten öldürülmekten korumuştur. Hazret-i Peygamberin karşılaştığı diğer sıkıntı ve musibetler ise diğer peygamberlerin ve Allah dostlarının gördükleri türlerdendir.
Kirmanî der ki: ”Peygamberlerin karşılaştıkları işkence ve sıkıntıların sebepleri şunlardır:
a) Büyük sevaba nail olmak;
b) Onların da birer insan olduklarının; dolayısıyla dünya sıkıntılarıyla karşılaşabileceklerinin bilinmesi;
c) Yaratılmış birer kişi olduklarının anlaşılması ve gösterdikleri mûcizelerle helake düşülmemesi..."
Şüphesiz ki Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez. Bu ifade, Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) masumiyetini belgelemektedir. Yani; kâfirler, Hazret-i Peygamber hakkında planladıklarını gerçekleştireniiyecekler ve ona zarar veremiyeceklerdir. Burada ayrıca, yüce Allah'ın, zaman zaman peygamberleri ve veli kullarını çeşitli şekilde imtihanlara tâbi tuttuğuna ve onların kendisine kavuşmasını sağladığına işaret vardır. Bu O'nun bir yasasıdır. Kur'anî deyimle: ”Allah'ın öteden heri devam edegelen kanunu budur. Allah'ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın..." (Fetih: 23)
Öte yandan şu bir gerçektir ki: ” Yaratıcının emrine uyanı, Allah yaratıkların kötülüklerinden korur." Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebû Bekir, hicret sırasında mağarada iken düşmanların tehlikelerinden korunmuşlardır.
Ayrıca, rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Süfeyne adında bir hizmetçisi vardı. Bir gün Süfeyne, Bizans topraklarında orduyu kaybedip yolunu şaşırdı. Koşa koşa askerleri arıyordu. Aniden bir arslanla karşılaştı ve ona: ”Ey bu yerlerin kralı! Ben Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hizmetçisi olan Süfeyne'yim. Amacım şöyle, şöyledir" dedi. Bunun üzerine arslan, yanına gelip onu okşamaya başladı. Süfeyne konuştukça anlıyormuşçasına ona kulak veriyordu. Orduyu buluncaya kadar beraberlikleri devam etti. Sonra arslan geri döndü.
Hazret-i Câbir (radıyallahü anh) der ki: ”Savaşların birisinde Hazret-i Peygamber, beraberindekilerle bir vadide konakladı. Herkes çeşitli yerlere dağıldı; ağaçların gölgesinde dinlenmeye ve uyumaya başladılar. Hazret-i Peygamber de kılıcını bir ağaca asıp altında uyumaya başladı. Bir de baktık ki, Hazret-i Peygamber uyanmış, bizi çağırıyor. Gittik, yanına vardığımız da bedevî bir arap yanındaydı. Hazret-i Peygamber bize dönüp şöyle buyurdu: ”Bu adam, ben uykudayken kılıcımı hana çekti; uyandığımda kılıç hâlâ elinde ve üzerime kaldırmıştı. Bana dedi ki; ”Seni, elimden kim kurtaracak? ” Dedim ki: ”Allah, beni senden kurtaracak." Baktım ki, kılıç, elinden düştü. Sonra kılıcı alıp bu defa aynı soruyu ben kendisine sordum. Dedim ki: 'Seni, elimden kim kurtaracak.' Dedi ki: ”iyilik, sende kalsın.' Sonra dedim ki: 'Peki Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim, O'nun elçisi olduğuma tanıklık yapar mısın? Dedi ki: ”Hayır! Ancak, sana karşı hiçbir zaman savaşmayacağıma, sana karşı savaşanlarla beraber olmayacağıma söz veriyorum." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onu serbest bıraktı."
68
Ey Rasûlüm Muhammed! Yahudi ve Hristiyanlara
de ki: 'Ey kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirileni tatbik etmedikçe,
Hazret-i Muhammed'e iman edip hükümlerini uygulamadıkça; Hazret-i Muhammed'e inanmayı emreden Kur'an-ı Kerim'i dinlemedikçe; tüm ilâhî kitapların emrettiği mucizeye inanmadıkça; neshedilmeyen ilâhî kitap hükümlerini benimsemedikçe
hiçbir dayanağınız olmaz.' Burada Kur'an'dan söz edilirken, kitap ehline seslenilerek ”size indirilen" denmesinin sebebi. İsrail oğullarının, Kur'an'ın kendilerine inmediği şeklindeki iddialarını çürütmek içindir.
Şüphesiz ki. Rabbınden sana indirilen Kur'an,
onların bilgin ve başkanlarının
çoğunun azgınlığını ve inkarını artıracaktır. Eski azgınlık ve küfürlerini kat kat artıracaktır.
O halde kafir bir topluluğa üzülme; azgınlık ve küfürlerinin artmasına mahzun olma: çünkü bu zarar onlarla sınırlı kalacaktır.
69
Şüphesiz sadece dilleriyle
iman edenler, yani münafıklar; yahudiliği benimseyen
Yehudiler; kalbleri cahiliyeye meyleden, sadece başlarının ortasını traş eden ve Hristiyanlardan bir grup olan
sabiiler ve Hristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder; halis, safı ve sapıklıktan arındırılmış bir biçimde inanır
ve salih amel işlerse, kısacası, imanın gereğini yaparsa,
onlar için bir korku yoktur. Kâfirlerin cezadan korktukları anda, onlar hiç konmayacaklardır. Ayrıca
onlar üzülmeyeceklerdir de. Ömürlerini boşa geçiren sevaplardan yoksun kalan insanların üzülecekleri günde onlar üzülmeyeceklerdir.
Malum ola ki, Allah'ın veli kulları ve dostları için korku diye bir şey yoktur. Çünkü onlar. Kur'an'a hem zahirî, hem de batmî bir biçimde uyuyorlar. Ayrıca dünya ve nefis zevklerini terkettikleri için karşılaştıkları sıkıntılardan dolayı üzülmezler de. Öte yandan maruz kaldıkları musibet ve felâketlere de aldırış etmezler; çünkü onlar taklit düzeyinden kurtulup tahkik düzeyine çıkmışlardır.
İbrahim el-Havas der ki: ”Kalbin beş ilacı vardır:
1) Düşünerek Kur'an okumak.
2) Karnı boş tutmak.
3) Geceleyin ibadet yapmak
4) Seher vakitlerinde Allah'a yalvarıp yakarmak
5) Allah'ın salih kullanyla oturup kalkmak."
Hazret-i Ali'den gelen bir rivayet şöyledir: ”İnsanlar, bir zamanlar öyle bir duruma düşecekler ki, ortada islâm'ın sadece ismi, Kur'ân'ın sadece cismi kalacaktır. Bol hol mescid inşa edilecek, fakat içlerinde Allah anılmayacaktır. İşte o insanlar, bulundukları dönemin en kötü yaratıklarıdır. Fitne onlardan çıkacak ve tekrar onlara dönecektir. ”
70
Şüphesiz ki, İsrail oğullarından ahit aldık. Tevrat'ta kendilerine farz kılınan Tevhid ve diğer dinî yükümlülükler konusunda İsraıloguilarından söz aldık.
Ve dini konulan kendilerine anlatmaları ve onları aydınlatmaları için pekçok sayıda
onlara peygamberler gönderdik. Oysa
her peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı şeyi getirdiğinde karşı çıktılar;
(peygamberlerin) bir kısmını yalanladılar ve bir kısmını da yalanlamakla yetinmeyip onları
öldürdüler. Nitekim Hazret-i Zekeriya ve Hazret-i Yahya peygamberleri öldürmüşlerdir.
71
Onlar bir fitne kopmayacağını sandılar. Yani, İsrail oğulları zannettiler ki, yaptıkları yarılarına kâr kalacak; peygamberleri yalanlayıp öldürmeleri karşısında hiçbir ceza görmeyecekler. Nitekim: ”Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" (Mâide: 18) diyorlar ve geçmiş atalarının peygamberlikleri sayesinde ilâhi azaptan yakayı kurtarabileceklerine inanıyorlardı.
Kör ve sağırlar oldular. Yani fesat ve azgınlığa dalıp hidayeti görmezden geldiler. Gözü görmeyen kör gibi karşıladılar. Ayrıca hakka karşı kulaklarını tıkadılar; tıpkı sağırlar gibi davrandılar, dolayısıyla söz konusu hareketleri ortaya koydular. İçinde bulundukları fesattan vazgeçip uzaklaştıktan
sonra Allah tevbelerini kabul etti. Ancak daha sonra
yeniden Hazret-i Yahya ve Hazret-i Zekcriya'yı öldürmeye cesaret edip Hazret-i İsa'yı da öldürme girişiminde bulunarak
onların birçoğu kör ve sağırlar oldular. Bu ifadeden de anlaşıldığına göre, bu ikinci seferde onların ”tümü" değil ”bir çoğu" küfre düşmüşledir.
Allah, onların yaptıklarını çok iyi görür. Dolayısıyla amellerine karşılık onları uygun bir biçimde cezalandırır. Öyle ya, bu yanlış saplantıları nereden kaynaklanıyordu? Günahlar unutkanlığa, körlük ve sağırlığa sebep olmuşsa da ilahî takdirde bir değişiklik olmaz. Bu yüzden onlar, yanlış davranışlarının cezasını mutlaka göreceklerdir. Dolayısıyla, ömrünü hevâ ve heves peşinde geçirip hakkı ve hak yolunu bularnıyanın içinde bulunduğu duruma ağlaması gerekir.
72
Şüphesiz: ”Allah. Meryemoğlu İsa Mesih'tir' diyenler, kâfir oldular. Bu âyet, Necran mrıstiyanları hakkında inmiştir. Nitekim onlar: ”Allah, İsa'nın bedenine girmiş, onunla birleşmiştir" diyorlardı. Yüce Allah bu gibi saçmalıklardan münezzehtir. O, yüceler yücesidir ve şanı biiyukrur.
Oysa Mesih (onlara): ”Ey İsrail oğulları! Hem benim, hem de sizm Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Ben de sizin gibi ibadet eden bir kulum, beni ve sizi yaratan Allah'a Kulluk edin.
Kim, Allah'a ortak koşarsa, ibadette, kullukta veya sadece O'na ait olan herhangi bir fiil ve sıfatta başka bir şeyi veya kimseyi O'na ortak ederse
şüphesiz, Allah ona cenneti haram kılmıştır. Artık, oraya girmesine imkân yoktur; çünkü orası Allah'a ortak koşmayan muvahhidlerin yurdudur.
Ve onun varacağı yer, cehennemdir; müşriklere lâyık olan ve onlar için hazırlanan yer orasıdır.
Zalimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur' demişti. Onları ateşten kurtaracak hiç kimsenin olmadığına dikkat çekmiş ve sözlerini böylece noktalamıştı.
Daha sonra, Hristiyan gruplardan Nastûri ve Melkanîlerin ileri sürdükleri saçmalıklara şöyle değiniliyor:
73
Şüphesiz ki: 'Allah, üç ilâhtan biridir', yani ilâhlık, Allah, İsa ve Meryem arasında paylaştırılmıştır, üçü de bu hususta ortaktır,
diyenler, kâfir olmuştur. Onlar küfre girmişlerdir.
Oysa ibadet edilmeye lâyık olan ”birlik" sıfatıyla nitelenen
tek bir ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur. O da Allah'tır.
Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, hem birinci, hem de ikinci iddialarından dönmezlerse,
şüphesiz onlardan inkâr edenlere, herhangi bir şekilde Allah'a ortak koşanlara
can yakıcı bir azap isabet edecektir. Bu azabın acısını kalblerinde hissedeceklerdir.
74
Hâlâ Allah'a tevbe edip O'ndan af dilemiyorlar mı? Onlar, hâlâ o saçma iddialarında ısrar mı ediyorlar? Hâlâ o bâtıl inançlarını mı ileri sürüyorlar? Allah'a yakıştırdıkları şirkten hâlâ vazgeçmiyorlar mı? Hâlâ, Allah'ın başka bir bedene girip onunla birleştiğini mi iddia ediyorlar! Kuşkusuz bu ifadelerde, küfürdeki inatlarının tuhaflığına dikkat çekilmekte ve tevbeye teşvik yapılmaktadır.
Halbuki Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. Allah, bu denli affedici ve merhamet edici olduğu halde, tevbeye yanaşmamaları çok tuhaftır! Oysa, Allah'a yalvarıp af diledikten sonra, Allah onları affedecek ve fazlı keremiyle onlara merhamet edecektir.
75
Merycmoğlu Mesih de ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. O da, kendinden önceki peygamberler gibi sadece peygamberlik göreviyle görevlendirilmiştir. Allah, tıpkı diğerlerine olduğu gibi, ona da birtakım mucizeler vermiştir. Eğer Allah, Hazret-i İsa'ya ölüleri diriltme mucizesi vermişse, -ondan daha enteresanı- Hazret-i Mûsa'ya da âsâ mûcizesi bahşetmiştir; âsâsını yürüyen bir yılan şekline sokmuştur. Öte yandan, yine yüce Allah, Hazret-i İsa'yı babasız olarak dünyaya getirmişse; -daha ilginci} Hazret-i Âdem'i hem babasız, hem de anasız olarak yaratmıştır.
Onun annesi dosdoğru bir kadındır. Evet, Hazret-i İsa'nın annesi de tıpkı doğruluğu benimseyen diğer kadınlar gibi dosdoğru bir kadından başka bir şey değildir.
Her ikisi de yemek yerlerdi. Yaratılan diğer kullar gibi yemek yeme ihtiyacı duyarlardı. Peki, ancak yemekle hayatını devam ettirebilen birisinin ilâh olması düşünülebilir mi? Hayır, kesinlikle!... Böyle bir yaratığın ilâh olması mümkün değildir.
Bak onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz? Aleyhlerine ileri sürülen iddiaları, dağlar gibi sağır olanlara bile işittirecek derecede nasıl da gür ve yüksek bir şekilde haykırıyoruz?
Yine bak nasıl yüz çeviriyorlar? Nasıl da bu güçlü hakikatlere sırtlarını dönüyorlar; hiç düşünmeye yanaşmıyorlar...
76
Ey Rasûlüm Muhammed! Bu Hıristiyanları susturmak için onlara
de ki: 'Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi ibadet ediyorsunuz? Sizden hiçbir zararı bertaraf etmeye gücü yetmeyen ve hiçbir maddî yarar sağlamayan Hazret-i İsa'ya mı kulluk ediyorsunuz? Bu özellikte olan İsa (aleyhisselâm), nasıl ilâh olabilir ki?
Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.' Dolayısıyla herkese, hakettiğini verecektir. İyiliklere karşı mükâfatlandıracak; kötülüklere karşı ise cezalandıracaktır.
77
De ki: 'Ey kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak, dininizde aşırı gitmeyin. Hazret-i İsa'ya ilâhlık isnat ederek yanlışa dalmayın.
Daha önce, yani Hazret-i Muhammed gönderilmeden evvel, ataları ve kavimleri
sapmış, haktan ayrılmış,
birçoklarını da saptırmış, kendi bidat ve sapıklıklarına uydurmuş
ve böylece Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinden sonra
doğru yolu yani İslâm'ı
kaybetmiş bir kavmin heva ve heveslerine uymayın.'
78
İsrail oğullarından inkâr edenler, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın lisanıyla lânetlendiler. Yani, Allah'ın rahmetinden kovulup uzaklaştırıldılar.
Nitekim, Cumartesi yasağını çiğnedikleri zaman Hazret-i Davud (aleyhisselâm): ”Ey Allah'ım! Onlara lânetini yağdır ve onları diğer yaratıklarının diline dola! Bir ibret göstergesi yap!" şeklinde beddua etmiş; yüce Allah onları maymunlaştırmıştı.
Öte yandan ilâhî sofradan yeyip iman etmemeleri üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm) da onlara şu şekilde beddua etmişti: ”Allah'ım! Tıpkı Cumartesi yasağını çiğneyenlere yaptığın gibi bunları da lanetle! Onları bir ibret göstergesi yap!" Bunun üzerine bunlar da domuzlaştırılmışlardı.
Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi. İşte bu lanetlenme ve onların iğrenç bir şekilde insanlıktan çıkarılıp domuzlaştırılmalarına sebep olan şey. Allah'a başkaldırmaları ve yasaklarını çiğnemeleriydi.
79
Onlar, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini menetmivorlardı.
Birbirlerinin kötü eylemlerine engel olmuyorlardı.
Yaptıkları şey ne kötü idi; hem de çok çok kötü!...
80
Onlardan, yani kitap ehlinden, Ka'b b. Eşref ve benzerleri gibi
birçoklarının kâfirleri dost edindiklerini, Hazret-i Peygamber ve müminlerin inadına müşriklerle işbirliği yaptıklarını
görürsün. Nitekim yukarıda adı geçen Ka'b ve arkadaşları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşma konusunda Mekke müşrikleriyle işbirliği yapma girişiminde bulundular.
Nefislerinin kendilerine takdim ettiği şey ne kotudur! gerçekten çok iğrenç bir şeydir.
Allah, onlara gazabetmiştir. Onlar ebedi olarak azap içinde kalacaklardır. Nefislerinin kendilerine sunduğu bu kötü şey sürekli olarak azaplandırılmalarına ve Allah'ın gazabına uğramalarına sebep olmuştur.
81
Eğer onlar, Allah'a peygambere, kendi peygamberlerine
ve ona indirilene, yani Tevrat ve İncil’e
iman etmiş olsalardı kafirleri dost edinmezlerdi. Çünkü iman, müşrik kafirleri dost edinmeye engel olur.
Fakat onlardan birçoğu yoldan; dinden, Allah’a, kendi peygamberlerine ve kitaplarına iman etme yolundan
çıkan kimselerdir.
82
Ey Rasûlüm Muhammed!
Şüphesiz insanlardan, iman edenlere en şiddetli düşman olarak, Yehudileri ve Allah'a ortak koşanları, Arap müşriklerini
bulursun. En fazla, sözkonusu bu kimselerin müminlere düşman olduklarını görürsün.
Ve yine inıan edenlere sevgi bakımından en yakın olarak: 'Biz Ilristiyanız' diyenleri bulursun. Yahudilerin ve ahirete inanmayan müşriklerin düşmanlıkları, dünyaya aşırı bağlı ve hırslı olmalarından kaynaklanmaktır. Çünkii aşırı tamah ve hırs, tüm kötü huyların kaynağıdır. Dünyaya aşırı bir şekilde bağlı olan ve hırs gösteren kimse hiçbir şeyden çekinmez; hiçbir yasaktan kaçınmaz. Hristiyanların sevgisinden amaç, Hristiyanların tümü değildir. Çünkü, Müslümanlara düşmanlıklarında Hristiy anlar da Yehudiler gibidir. Onlar da Müslümanları öldürmekte, onları perişan etmekte; yerlerini yurtlarını, cami ve mescitlerini yıkmaktan geri durmamaktadırlar. Müslümanları hiç sevmemekte ve onlara hiçbir değer vermemektedirler.
Şu halde burada, âyet, İslâm'a giren Hristiyanlardan söz etmektedir; tıpkı Necaşî ve arkadaşları gibi. Nitekim, Habaşistan kralı Necaşî İslâm'dan önce Hristiyan idi. Daha sonra Mekke Fethinden önce arkadaşlarıyla birlikte İslâm'a girdi, müslüman oldu. Fetihten önce de öldü.
Bu da, yani adı geçen Hristiyanların sevgi bakımından muslumanlara daha yakın olmalarının sebebi de
onların arasında papazların ve rahiplerin bulunmasından ve hakka karşı
büyüklük taslamamalarındandır.
Papaz, genel olarak Hristiyan bilgin, abıd ve başkanlarına verilen addır. Rahip ise kiliseye kapanıp huşû ile kulluk yapanlarına denir. Yukarıdaki ifadeler gösteriyor ki, -kâfir bir kimse bile olsa- ilim ve amele karşı tevazu gösterip değer vermek ve nefsanî arzulardan yüz çevirmek güzel bir davranıştır.
83
Peygambere indirileni işitikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı, gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Burada da, nisbeten iyi olduklarını etkileyen faktörlerin sayılmasına devam ediliyor. Buna göre, iyi olmalarının bir göstergesi de, hak olduğunu bildikleri Kur'an'ı işittikleri zaman gözlerinin yaşla dolmasıdır. Bu da çok duygulu olduklarını, hakkı kabul etmeye eğilimli bulunduklarını, haktan yüz çevirmediklerini, Allah'tan çok korktuklarını göstermektedir. Bu olayı çok vurgulu bir şekilde anlatmak için ”dolup taşma" anlamına gelen ”feyz" kökü kullanılmış ve bu olayın gözle görüldüğüne dikkat çekilmiştir. Kuşkusuz, gözlerinin bir pınar gibi akmasının sebebi, Kuranı tam tanımaları ve etkilenmeleridir.
Tam bu aşamada sanki: ”Peki, Kuranı işittiklerinde ne derler?" şeklinde sorulan bir soruya şöylece cevap verilmiştir:
Onlar: 'Ey Rabbimiz iman ettik; bu Kur'an'a inandık.
Bizi de Kur'an'ın hak olduğuna şahitlik yapan
şahitlerden yaz.
84
Allah'a ve Hak'tan bize gelene yani, Allah'tan bize gelene veya hak olarak bize gelene
nasıl iman etmeyelim? İnanmamamız sözkonusu olur mu hiç?!...
Halbuki biz, Rabbimizin bizi salih bir toplulukla birlikte cennete kovmasını çok arzu ediyoruz' derler. Yani, demek istiyorlar ki: Biz böyleyken iman etmememiz düşünülemez!
85
Böyle dediklerinden dolayı, inandıklarını belirttikleri için,
Allah onları, altlarından ırmaklar akan, yani ağaçlarının, konutlarının ve odalarının altlarından su, bal, şarap ve siit ırmakları akan
cennetlerle, cennet bahçeleriyle
mükâfatlandırmıştır; onları bu şekilde ödüllendirmiştir.
Orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte iyilik yapanların; salih amel işleyerek olayları iyi değerlendirenlerin veya iyiliği alışkanlık haline getirenlerin
mükâfatı budur. Onlar bu şekilde ödüllendirileceklerdir.
86
İnkâr edenlere ve âyetlerimizi yalanlayanlara ve bu inanç üzere ölenlere
gelince; işte onlar cehennemliklerin ta kendileridir. Onlar, hayvanca, şeytanca ve canavarca kılıklara bürünerek gizlendikleri için Allah onları sağırlaştırıp körleştirmiş ve onları yakıcı cehennem ateşine atmıştır. Burada ”âyetleri yalanlayanlar"m ”inkâr edenler"in bir türü olduğu halde ayrı ayrı anılmalarının sebebi, özellikle ”yalanlayanların" durumuna dikkat çekmek içindir.
87
Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram saymayın. Helâl ve temiz şeyleri haram sayarcasına kendi kendinize yasaklamayın.
Ve haddi aşmayın; size helâl kıldığı şeylerin sınırına da tecavüz etmeyin.
Çünkü Allah, haddi aşanları; sınırına tecavüz edenleri
sevmez.
88
Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yeyin.
Allah'ın size verdiği helâl ve temiz rızıktan yeyin.
İbn Mubârek der ki: ”Helâl, şer'î ölçüler içerisinde kazandığın, aldığın şeylerdir; temiz ise gıdalandıran ve geliştiren maddelerdir. Şu halde gıdalandırıcı özelliğe sahip olmayan yiyeceklerin tedavi görme amacı dışında yenmesi mekruhtur."
İman ettiğiniz Allah'tan korkun. Bu ifade de, yukarıdaki ilâhî emri uygulamaya yönelik bir pekiştirmedir. Çünkü Allah'a iman etmek, O'nun yasakladıklarından sakınmayı ve O'nun sınırını aşmamayı gerektirir.
İmam Fahreddin er-Râzî tefsirinde der ki: ”Kuranın: 'Allah'ın size verdiği rızıklardan... yeyin âyeti, yüce Allah'ın herkesin rızkını üzerine aldığını göstermektedir. Çünkü durum böyle olmasaydı; yani herkesin rızkını garanti altına almasaydı, 'Allah'ın size verdiği rızıklardan yeyin" demezdi. Şu halde rızık, ilâhî teminat altında olduğuna göre, onun peşinde aşırı bir hırsla koşmamak; başka bir deyimle Allah'ın vadine güvenmek ve sebeplere başvurduktan sonra her şeyi O'na havale etmek, O'nun kereni ve ihsanına itimat etmek gerekir; çünkü yüce Allah'ın verdiği sözden dönmesi düşünülemez. Nitekim Hazret-i Peygamber de: 'Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan elde edin buyurur ."
Tefsir âlimleri diyorlar ki: ”Birgün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cehennemden bahsetti; uzun uzadıya kıyametten söz etti ve Allah'tan korkma konusu üzerinde fazlaca durdu. Bunun üzerine etrafındakiler etkilenip ağladılar. Bir kısım sahabe Osman b. Maz'un el-Cumehî'nin evinde toplanıp istişare ettiler. Sonunda, rahipler gibi dünyayı terketmeye, karalara bürünmeye, yıl boyu oruç tutmaya, geceleri hiç uyumadan ibadet etmeye, yataklarına yaklaşmamaya ve et yememeye oybirliğiyle karar verdiler. Sonra bu haber Hazret-i Peygambere ulaştı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber insanları toplayıp şöyle bir hitapta bulundu: 'Bir kısım insanlara ne oluyor ki, kadınlarına yaklaşmayı, yemek yemeyi, dünya nimetlerinden yararlanmayı kendilerine haram kılmışlar. Ben hiçbirinizin papaz ve rahipler gibi olmasını istemem. Çünkü et ve kadından uzak durmanın ve ibadet hücrelerine kapanmanın benim dinimle hiçbir ilgisi yoktur. Ümmetimin ibadeti oruç, ruhbaniyeti ise cihaddır. Şu halde Allah'a kulluk edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, hac ve umre yapın, namazınızı kılın, zekâtınızı verin, ramazan orucunuzu tutun ve dosdoğru olun; sonuçta tüm bunların mükâfatını alacaksınız. Şunu unutmayın ki, sizden öncekiler hep zora koşarak helâk oldular. Onlar, kendilerini sıkıştırdıkça yüce Allah da yüklerini ağırlaştırdı. Onlardan arta kalan, kilise ve havralardaki kimseler oldu: Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerime indi."
Adamın biri Hasan Basrî'ye gelip dedi ki: ”Benim, pelte tatlısı yemeyen bir komşum var". Bunun üzerine Hasan, sebebini sorunca; adam, ”komşum, yediği takdirde şükrünü yerine getiremiyeceğinden korkuyor" diye cevap verdi. Bunun ardından Hasan, dedi ki: ”Senin komşun soğuk su içiyor mu?" Adam: ”Evet" dedi. Sonra Hasan dedi ki: ”Amma da cahil komşun varmış; çünkü, yüce Allah'ın soğuk sudaki nimeti, pelte tatlısının nimetinden daha da büyüktür."
Öte yandan Fudayl'e, zühd niyetiyle et ve hurmalı un tatlısı gibi nimetleri terketmekle ilgili görüşü sorulduğunda, bu helvayı yemediğini ileri süren kimseye şöyle dedi: ”Keşke, hem bu nimetleri yesen; hem de takvalı olsan, çünkü Allah, helâl olan temiz şeyleri yemenizi size yasaklamaz. Şunu sorayım size: Anne ve babanıza karşı tutumunuz nasıl? Akrabalara karşı merhametiniz ne durumda? Komşularınıza karşı olan ilişkinizden ne haber? Müslümana karşı merhametiniz'? Öfkeyi yenmeniz? Size haksızlık yapanı affetme durumunuz? Size kötülük yapana iyilikle karşılık vermeniz? Sıkıntılara katlanmanız ve sabretmeniz nasıl? Evet, helva'dan uzak durma yerine bu hususlara dikkat etmeniz daha önceliklidir."
Kısacası; aşırılıklar, ruhbanlıkta söz konusudur. Allah'ın helâl kıldığı lezzet ve nimetlerden bütünüyle uzak durmak ise kalb ve beyin gibi temel organlarda zayıflık meydana getirir. Bu gibi organlarda meydana gelen zayıflık da düşünce zayıflığına sebep olur ve sonuçta kişi pek çok erderrüikleri kaybeder.
Ayrıca, tam anlamıyla ruhbanlık, dünyanın bozulması, ekin ve neslin kesilmesini gerektirir. Kısacası, dünya ve âhiretin bayındır olması ruhbanlığın terkedilmesine; marifet, muhabbet ve taate bağlanılmasına dayandığına göre, insanoğlunun, -âyette de işaret edildiği gibi- helâl lezzetlerden mahrum kalmaması, ilâhi hikmet gereğidir. Ancak, yine âyet-i Kerime'de orta yolun terkedilmemesine işaret edilmiş ve: ”Haddi aşmayın" denilmiştir. Şu halde yemekte olduğu gibi riyazette de ”orta yolu" seçmek; ”haddi aşmamak" güzel bir olaydır. Bu yüzden bir kısım kâmil miirşidlerin, henüz işin başında olan müridlerine et ve yağ yemekten uzak durmalarını; cinsel ilişkide bulunmamalarını tavsiye ettiğini; ancak müridinin yapısını göz önünde bulundurup haddi aşmadığım, buna göre tavsiyede bulunduğunu görürsün. Çünkü insan karakterini düzeltmede riyazetin önemli bir yeri vardır; riyazet çok mühim bir olaydır. Şu halde riyazete bütünüyle karşı çıkanların bir dayanağı yoktur. Nitekim Hazret-i Peygamber, Osman b. Maz'un'a bu konularda güzel açıklamalarda bulunmuştur. Kısacası, olayı iyi anlamak ve kavramak; her konuda; ifrat ve tefritten sakınmak gerekir.
89
Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız boş ve anlamsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Kasıtsız olarak yapılan boş ve anlamsız yeminden amaç, hiçbir hüküm ifade etmeyen ve bir sonuç doğurmayan yeminlerdir. İmam Azam'a göre kişinin bir şeyi doğru zannederek yaptığı yemindir. Oysa o, onun zannettiği gibi değildir. Meselâ, bir şeyi uzaktan görüp bir kanaata vardıktan sonra: ”Vallahi, bu şöyledir" dedikten sonra dediğinin doğru çıkmaması gibi. İşte, o kimse, bu yemininden dolayı ne günaha girer; ne de keffaret ödemek durumunda kalır. Bu tür yeminlere yemin-i lağv -boş ve anlamsız yemin- denir.
Yemin-i Gamûs ise, kişinin mevcut, ya da geçmiş bir konu hakkında yalan yere bile bile yemin etmesidir. Meselâ, -yapmadığı halde-: Vallahi, falanca şeyi yaptım demesi; ya da tam tersini ileri sürmesi, yani yaptığı halde yapmadığına ilişkin yemin etmesi veya bir kişiye borçlu olduğunu bildiği halde: Vallahi, falancanın benden herhangi bir alacağı yoktur demesi bu tür yeminlerdendir. İşte bu durumda söz konusu kimse günahkâr olur. Çünkü yalan yere yemin etmek biiyük günahlardandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah, yalan yere yemin edeni cehenneme koyar. ”
Kısacası, ey iman edenler! Dünyevi veya uhrevi herhangi hüküm doğurmayan boş ve anlamsız yeminlerinizden dolayı Allah sizi sorumlu tutmaz.
Fakat bile bile yaptığınız yeminlerinizden sizi sorumlu tutar. Bilerek akdettiğiniz yeminlerinizin sonuçları sizi bağlar. Meselâ herhangi' ride yapacağınıza veya yapmayacağınıza ilişkin yaptığınız yem rumi usunuz. Buna ”vemîn-i mün'akide" denir. Bu durumda:
Bozulan yeminin keffareti günahını silip kurtulmanın çaresi,
ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek yahut da bir köe azat etmektir. Buna göre çoluk, çocuk ve hizmetçilerinize yedirdiğiniz şeyin ortalamasını; yani çeşit ve miktarca ortalama bir konumda olanını, on ayrı yoksula yedireceksiniz; başka bir deyimle on fakir'den her birisine yarım sa' buğday, yani bir fitre miktarı yiyecek vereceksiniz. Bir günde on ayrı fakire birer fitre verebileceğiniz gibi, on ayrı günde aynı fakire on fitre de vermeniz mümkündür. Ancak on fitreyi aynı günde tek fakire vermeniz caiz değildir. Bu durumda yalnız bir kez vermiş sayılacaktır; yani bir günün yerine geçer.
Öte yandan elbise vermek istediğiniz takdirde ise vereceğiniz elbisenin, on fakiri ayrı ayrı bütünüyle giydirmesi, yani tüm vücudunu kapsaması gerekir. Meselâ birer pantolon vermeniz yeterli değildir. Çünkü sadece pantolon giyen, örfen giyinik sayılmaz.
Köle azat etme durumunda ise, mü'min veya kâfir erkek ya da kadın, küçük yahut büyük herhangi bir köle hürriyetine kavuşturulmasıyla gerçekleşir. Kör, ya da tamamen sağır veya dilsiz bir kölenin azat edilmesi yeterli değildir.
Kişi, sayılan bu hususlardan herhangi birini; yani yedirme, giydirme ve azat etme işlemlerinden dilediğini yerine getirdiğinde keffaretini gerçekleştirmiş sayılır. Söz konusu şeylerden herhangi birisi için
verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Keffaret olarak -İmam Azam'a göre peşpeşe- üç gün oruç tutacaktır.
Yapıp da bozduğunuz yeminlerinizin keffareti işte budur; yukarıda size açıklanan hususlardır.
Yeminlerinizi koruyun; gücünüz yettiği sürece, yeminlerinizi bozmayın. Ancak, yeminlerinizi korumaya gücünüz yetmediği takdirde; ya da yemininizi bozmayı daha hayırlı görmeniz durumunda, yemininizi bozup keffaret verirsiniz.
İslâm hukukçularına göre, bile bile akdedilen yeminler başlıca iki kısımdır:
a) Korunması zorunlu olan yeminler; meselâ, farzları yapmak ve günahlardan uzaklaşmak konusunda yapılan yeminler. Kişi bu hususları, zaten yerine getirmeye mecburdur. Yemin ile pekiştirilmiş sayılır.
b) Bozulması zorunlu olan yeminler; meselâ kişinin günahları işleyeceğine ve yükümlülüklerini terkedeceğine ilişkin yaptığı yeminler bu türdendir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Allah'a itaat edeceğine ilişkin yemin eden kimse, O'na itaat etsin. Allah'a isyan edeceğine ilişkin yemin etmesi durumunda ise O'na isyan etmesin."
işte. Allah’ayetlerini, şeriatının hükümlerini
size böyle yukarıdaki şekilde
açıklar ki, şükredesiniz. Size öğrettiği ve kolayca elde etmenizi sağladığı nimetlerinin şükrünü yerine getire siniz...
90
Ey iman edenler! İçki... Bu, içki hakkında inen dört âyetin dördüncüsüdür. Nitekim bu konuda geniş açıklama Bakara suresinde geçti. İçki denince, sarhoş eden her şeyi kapsar.
Kumar, bütün şekilleriyle kumar çeşitleri; şıı halde kumar amacıyla oynanan tavla ve satranç da bu hiikme girer. Tapmak için dikilen
putlar ve fal okları, bunlar bir kısmmuı üzerinde ”Rabbim bana emretti" ; bir kısmının üzerinde de ”Rabbim bana yasakladı" yazılı bulunan ve iyi, ya da kötü kısmet aramak amacıyla çekilen oklardır.
Tefsir âlimlerinin naklettiklerine göre, cahiliye mensuplarından herhangi birisi bir yolculuk, savaş, ticaret ve benzeri bir şeye niyetlendiği zaman bu işin iyi ya da kötü olduğunu fal oklarıyla tesbit etmeye çalışırdı. Bu oklar Kabe'de bulunurdu; bir kısmının üzerinde ”Rabbim emretti"; bir kısmında ”Rabbim yasakladı" yazılıydı; diğer bir kısmı ise yazısızdı; herhangi bir işaret taşımıyordu. Bu okları torbadan çektiklerinde, üzerinde emredici yazı bulunanı çıktığında o işi yaparlar; yasaklayıcı yazı bulunanı çıktığında ise niyet ettikleri o işten vazgeçerler; yazısız olanlardan birisi çıktığı takdirde ise, çekme işini tekrarlarlardı. Şu halde, fal oklarıyla kısmet aramanın anlamı, niyetlendikleri şeyin iyilik, ya da kötülüğünü tesbit etmektir.
İşte tüm bunlar
sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Sağlıklı akılların tiksindiği şeylerdir. Ayette geçen ”rics" kelimesi ”necis" manasınadır. Ancak tab'an pis görülenlere necis denir. Rics ise çoğunlukla aklen pis görülenlere denir. Bu günahlardan uzaklaşmanın zorunluluğu dolayısıyla kendilerine ”pislik" adı verilmiştir. Nitekim pis şeylerden uzaklaşmak gerekir. İşte şeytan, bu pislikleri süsler, güzel gösterir. Günahkârların kalblerine yerleştirmeye çalışır.
Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Kurtuluşunuzu istiyorsanız bu pisliklerden uzak durmak mecburiyetindesiniz.
91
Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı ister. Bunlar dünyadaki zararlara birer örnektir. İçki ile düşmanlığın nasıl meydana geldiği hususu şöyle açıklanabilir: İçki içenler sarhoş olduktan sonra bağırıp çağırırlar ve birbirleriyle kavga yaparlar. Nitekim, ensardan biri sarhoş olduktan sonra Sa'd Ebî Vakkas'ı devenin çene kemiğiyle yaralamıştı. Kumar ile oluşan düşmanlık ise şöyledir: Bazı adamlar, mal ve eşleri üzerine kumar oynarlar; bunları kumarda kaybederler, sonra mal ve eşten yoksun kalarak üzüntülü bir biçimde bir kenara çekilirler, yaptıklarına pişman olurlar ve birbirlerine kin beslerlerdi.
Burada ana konu içki ve kumar olduğundan, özellikle onlar üzerinde durulmuştur. Çünkü bu âyet mü'minlere seslenerek; onları içki ve kumardan sakındı rmaktadır. Cahil ive mensuplarına ait olmalarına rağmen burada putlardan ve fal oklarından söz edilmesinin sebebi, içki ve kumarın kötülüğünü vurgulamak ve bu dört şeyin, doğurdukları kötü sonuçlar bakımından birbirlerine yakın olduklarına dikkat çekmek içindir.
Ayrıca şeytan
sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan menetmeyi ister; alıkoymayı amaçlar. Bunlar da dinde meydana gelen zararladır. Çünkü, içki insan vücudunda bir keyif meydana getirir; keyif ve lezzette boğulan nefis ise Allah'ın zikrinden ve namazdan gafil kalır. Onları hatırlamaz olur. Öte yandan kumar oynayan kimse de, eğer galip gelirse, üstünlüğün verdiği sarhoşlukla ibadetleri hatırlamaz olur. Yenilme durumunda ise aşırı üzüntüden dolayı artık başkasını yenme planlarından başka hiçbir şey düşünemez hale gelir.
Namaz da Allah'ı anma ve O'nu zikretme kapsamına girdiği halde özellikle belirtilmesinin sebebi, önemine işaret etmek ve namaza engel olmanın imana engel olmakla eşdeğer olduğuna dikkat çekmek içindir. Çiinkü namaz, din ve imanın direğidir.
Artık bunlardan vazgeçmez misiniz? Bu, soru biçiminde bir ifadeyse de; asıl anlamı emirdir. Yani, artık vazgeçiniz!... Daha çok etkili olmasını sağlamak amacıyla, yasaklayıcı olan bu emir çok ince ve anlamlı bir ifadeyle ortaya konmuştur. Nitekim Hazret-i Ömer bu ifadeyi duyar duymaz: ”Vazgeçtik ey Rabbimiz, vazgeçtik" diye haykırmıştır. İçkinin yasaklanış tarihi, Hicret'in üçüncü yılı, Uhud savaşından sonradır.
92
Emrettikleri hususlarda
Allah'a da itaat edin. Peygamber'e de itaat edin. Yasakladıkları hususlara
karşı gelmekten sakının. Eğer vüz çevirirseniz, emirlerini dinlemeyip yasaklarını işlerseniz,
bilin ki, Peygamberimize düşen sadece apaçık tebliğdir. O da bu görevini tam anlamıyla yapmıştır. Ötesine karışacak değildir. Artık, vahiy size bildirilmiş, mazeretleriniz ortadan kaldırılmış, bahaneleriniz yok olmuştur. Delil ve açıklamaları dinledikten sonra emir ve yasakların gereğini yapmamanız cezalandırılmanızı gerektirir.
Ayrıca şunu da bilin ki, içki ve kumarın putlarla beraber anılması, içki ve kumarın son derece yasak olduğunu gösterir. Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: ”Allah içkiye, içkiyi içen, içiren, satan, satın alan, sıkan, sıktıran, taşıyan, kendisine taşıttıran ve karşılığını (parasını) yiyen kimselere lanet etsin."
93
İman edip iyi amel işleyenler, Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, iyi amel işlemeye devam ettikleri, imana bağlı olarak hayatlarını sürdürüp - daha önce helâl olmasına rağmen- artık içkiden uzaklaştıkları,
sonra Allah'tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları,
Allah'ın yasak ettiği şeylerin haram olduklarına inandıkları,
yine Allah'tan korktukları daha önce yasak olmadığı halde, sonradan yasaklanan şeylere yaklaşmadıkları
ve iyilikte bulundukları, yukarıda anılan hayırlı ve güzel işleri yaptıkları
müddetçe, daha önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Yasaklamadan önce, içki içmiş ve kumardan elde ettikleri bir malı yemiş olsalar bile, bundan dolayı sorgularımayacaklardır.
Allah, iyilikte bulunanları sever. Yasaklama öncesi yaptıkları işlerden dolayı onları sorumlu tutmaz.
Denilmiştir ki: Bu tip yasaklardan kaçınan mulısin, yani iyilik yapmış kimse olur. Muhsin olan da Allah'ın katında mahbub, yani sevilen bir kul düzeyine çıkar. Mahbubiyet makamı ise, derecelerin en üstünüdür. Bu yüzdendir ki Rasûlullah, aynı zamanda ”Habibullah", yani Allah'ın sevdiği bir kimseydi.
94
"Ey iman edenler!.." diye başlayan bu âyet Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı Hicretin altıncı yılında inmiştir. O yıl, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 1540 kişilik bir grupla Kabe'yi ziyaret etmek amacıyla Medine'den çıkmış ve Hudeybiye'de konaklamıştı. İşte o sırada yüce Allah, ihramda bulunan o mü'minleri avla imtihana tâbi tuttu. Avlanacak hayvanlar da o kadar çoktu ki, yüklerinin arasına sokuluyorlar, yanlarına yaklaşıyorlardı. Hatta isteseler elleriyle bile yakalayabilirler; oklarıyla yaralayabilirlerdi. İhramlı iken yasak olan bu av, doğrudan doğruya bir imtihandı. Hatta bir kısmı, bu yasağı çiğnemek, ava el uzatmak üzereydi. İşte tam bu sırada yüce Allah bu âyeti indirdi:
Ey iman edenler! Şüphesiz ki Allah sizi, elinizin ve oklarınızın ulaşacağı rahatlıkla elde edebileceğiniz
bir kısım avlar ile, basit bir avı haram etmek ve yasaklamak sûretiyle
imtihan eder. ”Sizi imtihan eder" anlamındaki ”Leyebluvenneküm" fiilinin başındaki ”lam", gizli bir yeminin cevabıdır. Yani: Allah'a yemin olsun ki O (celle celalühü), tıpkı durumunuzu öğrenmek istercesine, sizi sınavdan geçirecektir. Burada öldürülmesi yasak olan hayvanlar -hariç tutulan zararlı hayvanların dışındaki- eti yenilen, ya da yenilmeyen kara hayvanlarıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: ”Beş zararlı hayvan vardır ki, bunlar Harem bölgesinin içinde de, dışında da öldürülür: Yılan, akrep, karga, fare ve yırtıcı köpek" (52) Bazı rivayetlerde geçtiğine göre, yırtıcı köpekten amaç kurttur. Yukarıdaki ifadede ”bir kısım avlar" denmesinin sebebi, yasağı küçümsemek ve bu imtihanın, can ve malı almak gibi zor olmayıp aksine çok basit bir imtihan olduğuna dikkat çekmek içindir.
Evet, yüce Allah sizi böyle imtihan eder
ki, O, kimin görmediği halde kendisinden korktuğunu ortaya çıkarsın. İmam kuvvetli olduğu için Allah'ın azabından korkup ava yaklaşmayan kimseyle imanı zayıf olduğu için korkmayıp avlanmaya çalışan kimse birbirinden ayrılsın.
Kim, bundan sonra haddî aşarsa, av hayvanlarının çoğaldığı ve bu hayvanların insanlardan ürkmeyip yanaştığı o durumun, itaatkâr ve isyankâr insanları birbirinden ayırmak amacıyla ortaya konan bir imtihan olduğu belirtildikten sonra, kim bu yasağı çiğnemeye yeltenirse
onun için can yakıcı bir azap vardır. Çünkü, bu durumda haddi aşmak apaçık bir başkaldırıdır; Allah'a isyan etmek ve O'ndan korkmamak demektir. Kuşkusuz, ahirette verilecek olan bu azap, tevbe etmeden dünyada tazir cezasına çarptırılmadan ve keffaret ödemeden ölen kimseler için söz konusudur.
95
Ey iman edenler! Sizler ihramlı iken av hayvanı öldürmeyin.
Bu hayvanlardan maksat, -öldürülmeleri yasak olmayan zararlı hayvanlar dışındaki- tüm kara hayvanlarıdır; etlerinin yenilip yenilmemesi, durumu değiştirmez. Akrep, yılan, karga, fare ve yırtıcı köpek gibi zararlı hayvanlar ise harem bölgesinin içinde de, dışında da öldiirülebilir. Şu halde harem bölgesinin içinde veya dışında olsun, silahla veya av köpekleriyle olsun, ihramlının av hayvanlarını öldürmesi kesinlikle yasaktır. İhramlı olmayan kimse ise sadece harem bölgesinin dışında avlanabilir.
Kısacası, ey iman edenler! İhramlı bulunduğunuz durumda, av hayvanlarını sakın öldürmeyin!...
Ey mü'minler
sizden kim, ihramlı iken, ihramlı ve yasaklı olduğunu bile bile
kasten bir av hayvanını öldürürse, onun verine getirmesi gereken
cezası: İçinizden âdil iki müslüman erkek
kişinin vereceği hükme göre ehlî hayvanlardan, deve, sığır ve davar cinslerinden, dilediği herhangi birisinden öldürdüğüne denk ve Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlıkta Bu nun en küçüğü bir koyun, orta düzeyde o lanı bir inek, en yükseği de devedir. Denklikten amaç cins birliği değil, değer denkliğidir. Öldürdüğü av hayvanının değeri bir kurban değerine ulaştığında, isterse o parayla Kabe'ye varacak bir kurban alır. İsterse aynı parayla buğday veya hurma gibi bir yiyecek alıp dağıtır. Bu durumda her fakire, ya yarım sa’ ölçek (1750 gr.) buğday veya bir ölçek hurma verir. İsterse de her fakire düşecek pay yerine bir gün oruç tutacaktır. Bu değer, bir fakire düşecek paydan daha az olduğu takdirde ise, ya olduğu gibi tasadduk edecek, ya da onun yerine tam gün oruç tutar. Çünkü oruç, parçalanamayan şeylerdendir.
"Ehlî hayvan" anlamına gelen ”mam" kelimesi, dilde genel olarak deve sığır ve davarlar için kullanılır. Develer, tek başına olduklarında da bu kelime kullanılabilir. Ancak, sığır ve davarların bağımsız olarak ifade edilmeleri durumunda ise, onlar için ”neam" kelimesi kullanılamaz.
Kurbanlığın Kâbe'ye ulaşması ise, harem bölgesinde kesilmesi demektir.
Yahut onun kıymeti kadarıyla keffaret olarak yoksulları doyurmak veya kıymeti ölçüsünde oruç tutmaktır. Yani, bu durumda öldürdüğü hayvanın kıymeti kadarıyla, ya fakirleri doyuracak veya o miktarda oruç tutacaktır. Şu halde bu konudaki denklik, cins eşitliği değil; değer denkliğidir. Kurban da, doyurmak da, oruç da aynı ölçüyle değerlendirilir. Bunların herbiri kendi değeriyle diğerinin yerine geçebilir. Suçlu dilediği cezayı seçmekte serbesttir.
Ferra' der ki: ”Kıymeti ölçüsünde" anlamına gelen ”adi" kelimesi, aynı harfi esreli olarak ”ıdl" şeklinde okunsa, cins birliğiyle sağlanan denklik; ayn harfi üstünlü olarak ”adi" şeklinde okunduğu takdirdeyse, değer ve kıymet eşitliği anlamına gelir.
Bu ceza, işlediği suçun karşılığını tatması içindir. Harem bölgesine karşı yaptığı saygısızlığın cezasını bu şekilde çekecektir.
Allah geçmişte yapılanları, yasaklamadan önce işlenen bu tür suçları
affetmiştir. Onu bağışlamıştır.
Kim, tekrar bu yasağı ihlal ederse, kim yasaklandığı halde ihramlıyken av hayvanlarını yine öldürürse,
Allah onu cezalandırır. Allah, yaptığı suçu karşılıksız bırakmaz, ahirette mutlaka ceza verir.
Allah, her şeye galiptir. O'nun yenilmesi düşünülemez ve yine Allah
lâyık olana cezasını verendir. İsyanda ve haddi tecavüzde ısrarlı olanı kesinlikle cezalandırır.
96
Ey ihramlılar!
Size de, sizden olan
yolculara da azık edinmek üzere, yani
yiyecek olmak üzere, deniz avı; başka bir deyimle, ister deniz, ister nehir, ister göl olsun her türlü sudan avlanılan ve yalnızca suda yaşayan her türlü su ürünü
ve yiyeceği helâl kılındı. Denizin yiyeceğinden maksat, sahile vuran, yenilen ve risksiz alınan şeylerdir.
Ebu’s-Suud'a göre ise bundan gâye, yenilen deniz avıdır ve bu ifade genellemeden sonra yer alan bir detaylandırma ve özelleştirmedir. Yani, sudan çıkarılan her türlü şeyi alıp yararlanmak size helâl kılınmıştır. Şüphesiz yolculuk durumunda bulunmayan kimse, su ürünlerinden taze taze yararlanır. Yolcuların da bu ürünleri kurutma, konserve, ya da pastırma yapma imkânları vardır. Hem suda, hem de karada yaşayan ördek, kurbağa, yengeç, kaplumbağa ve tüm su kuşları deniz hayvanı olarak kabul edilmez. Aksine bunlara kara hayvanı gözüyle bakılır. Şu halde ihramlı birisinin bunlardan herhangi birini öldürmesi yasaktır.
İmam Fahreddin er-Râzî tefsirinde der ki: ”Su ürünleri başlıca üç kısına ayrılır:
a) Balık cinsleri. Bunların bütün türleri helâldir.
b) Kurbağagiller. Bunların da her türü haramdır.
c) Bunların dışındaki hayvanlar konusunda ise görüş birliği yoktur. Ebû Hanife bunların bütünüyle haram olduğunu ileri sürmüştür. Diğer âlimlerin pek çoğu ise, âyetin genel ifadesini gözönünde bulundurarak helâl olduğunu belirtmişlerdir."
Kara avı yani, karada üreyen hayvanların avı
ise ihramlı olduğunuz sürece size haram kılınmıştır. Deniz kuşları gibi hayatlarının bir bölümünü suda geçirseler bile, karada üredikleri için, aynı hükümdediler.
Ayetin zahiri manasından anlaşıldığına göre, ihramlı olmayanların avladıkları şeyler de ihramlıya haramdır. Herhangi bir müdahalesi olmamışsa bile, ondan yiyemez. Ancak Ebû Hanife bu görüşe karşı çıkmış; ihramsız bir kimse bizzat ihramlı için avlamışsa bile, ihramlı, ihramsızın avını yiyebilir. Yeter ki, yakalaması ve avlaması için ihramlı ona işaret etmiş ve göstermiş olmasın. Ayrıca, ihramlının ihrama girmeden önce kestiği şeyler de ihrama girdikten sonra kendisine helâldir. Çünkü hitap ihramlı olanlar içindir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: İhramlı iken karada avladığınız şeyler size haram kılınmıştır. Şu halde, başkasının avı hariç tutulmuştur.
Başkasının değil, yalnızca O'nun
huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun. Tüm yasaklarından sakının.
97
Hazret-i Peygamber'in: ”Kuşkusuz, yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı günden beri Mekke'yi kutsallaştırdı.
Allah, Beytü'l-Haram olan, yani yüce Allah tarafından kutsailaştırıhp değer verilen
Ka'be'yi, hürmet gösterilen, içinde hac görevi yapılan
ay'ı yani Zilhicce ayını;
Kâbe'ye hediye edilen kurbanı, kurbanlıklara takılan gerdanlıkları, insanları ayakta tutmanın yani dini ve dünyevi işlerini yerine getirmenin
vesilesi yaptı.
Bütün bunların açıklamasına gelince:
Birincisi, yani Kâbe'nin, insanları dini açıdan ayakta tutmasının anlamı şudur: Hacca, ya da Umreye niyetlenen kimseler, Kâbe'ye yönelmek durumundadırlar. Orada yaptıkları ibadet ve diğer görevler günahlarının silinmesine, mânevi derecelerinin yükselmesine ve çeşitli erdemiiklere ulaşmalarına sebep olur. Evet, Kâbe çok değerli ve kutsal bir yerdir. Geometrik biçiminden, yani küp şekline benzediğinden ”küp şekli" anlamında kendisine ”Kâbe" denilmiş olabileceği gibi; yerden yüksek oluşu dolayısıyla da bu ismi almış olabilir. Çünkü, ”Kâbe" kelimesinin bir anlamı da, çıkıntı ve yükseltidir. Nitekim Arap dilinde erginlik çağına yaklaşan ve memeleri çıkmaya başlayan kıza da ayni kökten: ”Kâib" denilir. Kısacası, dünyaya ün salan, yücelip meşhurlaşan Beytullah'a en uygun kelimesiyle ”Kâbe" denilmiştir. Bu anlam dolayısıyla araplar şan ve şeref bakımından ün salan kimseye ”Ka'b'ı yükseldi" derler. Öte yandan âyette ki ”Beytullah ” Kâbe'yi açıklamak için değil, övmek için kullanılan atf-ı beyandır.
Kâbe'nin insanı dünyevi bakımından ayakta tuttuğunun anlamı da şudur: Her şeyin mahsûlü, ürün ve meyvesi oraya akar. Tüccarlar orada kâr elde ederler. Ayrıca, insanlar orada koruma altındadır. Herhangi bir yağmalanma ve soyulma tehlikesi ile karşılaşmıyorlardı. Harem bölgesinde hiç kimse başkası hakkında kötülük yapmaya yeltenmezdi. Hatta, Harem bölgesine sığınan katillere bile dokunulmazdı.
İkincisi: Zilhicce ayının insanları ayakta tutmasının anlamı da şudur: Araplar, diğer aylarda birbirlerini öldürüyor ve yağmalıyorlardı. Ancak Zilhicce ayının gelmesi, insanların korkusunu ortadan kaldırıyordu. O ayda hacca gidebiliyorlar, ticarî amaçlı seferlere çıkabiliyorlardı. Malları ve canları bakımından herhangi bir endişeleri yoktu. Böylece bu ayın gelmesi, hem dinî, hem de dünyevî bakımından insanlara yararlar sağlıyor, geçimlerini temin ediyorlardı.
Üçüncüsü: Kâbe'ye hediye edilip kesilerek fakirlere dağıtılan kurban ise hediye eden açısından dinî bir görev; fakîrler açısından da bir dünyevi geçim kaynağı olması bakımından, hem dünyevî, henı de uhrevî bir ayakta tutma aracıydı.
Dördüncüsü: Kurbanlıklara takılan gerdanlıklar da insanları ayakta tutmanın vesilesiydi. Kurbanlıkların boyunlarına nal, bir ağaç parçası, ya da benzeri bir şey asılıyor; böylece kurbanlık olduğu belirtiliyor, binilmekten ve yük taşıtmaktan korunmuş oluyordu...
Bu, yani tüm bu açıklamaların amacı,
Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilmeniz içindir. Her şeyden önce tüm bu hükümleri açıklaması ve ortaya koyması O'nun hikmetinin en belirgin kanıtı ve hiçbir şeyin O'nun ilminin dışında olmadığının en açık belgesidir. Nitekim, göklerde ve yerde olanları bildiği özellikle belirtildikten sonra, daha kapsamlı bir ifadeyle ”her şeyi ilmiyle kuşattığı" vurgulanmıştır.
98
Bilin ki Allah, azabı şiddetli olandır. Bu, ilahî yasaklan çiğnemekte ısrarlı olanlara yönelik bir tehdittir;
ve Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir. Bu da yüce Allah'ın yasaklarından uzaklaşanlara yönelik ilahî bir mükâfat vaadi ve müjdesidir.
99
Peygamberin üzerine düşen sadece tebliğ etmektir. Görevi emir ve yasakları duyurmaktır; mükâfat ve cezayı gerektiren hususları açıklamaktır. Şu halde, peygamber gelip tebliğ görevi yaptıktan sonra size düşen de, onun emir ve yasaklarına uymaktır. Artık bundan sonra hiçbir bahaneniz sözkonusu olamaz.
Allah, açıkladıklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir. Gizli veya açık yaptığınız tüm işleri, söylediğiniz şeyleri bilen ve gören yüce Allah, yaptıklarınızdan ve söylediklerinizden sizi sorumlu tutacaktır.
100
Ey Rasûlüm Muhammed!
De ki: 'Pis olan şeyin çokluğu hoşunuza gitse de, fazlalığı gözünüzü kamaştırsa da
pis ile temiz bir değildir'. Aynı olmaları mümkün değildir. Çünkü önemli olan azlık-çokluk değil, iyilik-kötülüktür. Nitekim az olan ”iyi" çok olan ”kötü'"den daha hayırlıdır. Pislik ve kötülüğün artması oranında ”pislik" ve ”kötülük" derecesi de artar.
Bu âyet Yemâme hacılarıyla ilgili olarak inmiştir. Bir sürü ticaret malı ve develeriyle Mekke'ye gelen bu insanlara eski yaptıklarından dolayı Müslümanlar saldırmak istemişti. (55) İşte bunun üzerine, bu âyet, mü'minleri bu eylem planlarından caydırmak için inmiştir.
Âyetin iniş sebebi ”özel" olsa bile, taşıdığı hüküm ”genel" niteliktedir. Allah katında iyiliğin de, kötülüğün de kendine has bir konumu vardır.
Önemli olan bunların azlığı, ya da çokluğu değil; bizzat kendileridir. Miktarı ne olursa olsun iyi iyidir, kötü kötüdür. Burada söz konusu olan iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırmadın Şu halde azıcık helâl, dünya dolusu haramdan daha hayırlıdır. Çünkü haram pistir ve makbul değildir. Helâl ise güzeldir, iyidir ve makbuldur. Buna göre helâl ile haram eşit olamıyacağı gibi, bunları isteyen kimseler de aynı olamaz. Yüce Allah iyileri güzel şeylere; kötüleri çirkin ve pis şeylere yönlendirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ”Kötü kadınlar, kötii erkeklere, kötü erkekler kötii kadınlara, temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yakışır." (Nur: 26)
Öte yandan iyi ve kötü için, mü'minle kâfir, âdil ile fasık da örnek olarak gösterilebilir. Mü'min bal gibi, kâfir ise zehir gibidir. Adil adam meyveli bir ağaca, fâsık adam da dikenli bir ağaca benzer. Şu halde bu iki grup her bakımdan farklıdırlar.
Dünya malını sevmek de insan nefsinin özellikleri arasında sayılmıştır. Büyük zatlar, helâl malı bile bazı dereceler için engel görmüşlerdir. Artık haram olanını sen takdir et! Şu halde, nefsimizi Allah sevgisi dışında her şeyden arındırmamız gerekir.
Ey akıl sahipleri! Ne kadar çok olursa olsun, pis şeylerden uzaklaşıp -az bile olsa- iyi ve temiz şeyleri tercih etmek sûretiyle
Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz, âhiret saadetine ulaşasınız.
Bir kısım salih insanlar vefat etmek üzereyken geride bıraktıkları kimselere şu tavsiyede bulunmuşladır: ”Gizli ve açık her yerde Allah'tan korkmanızı, az yiyip, az uyuyup, az konuşmanızı, günah ve kötülükleri terketmenizi, sürekli olarak şehvetlerden uzaklaşıp tüm insanların sıkıntılarına katlanmanızı boş, serseri ve cahil kimselerle beraber oturmaktan kaçınmanızı, sürekli olarak âlim, salih ve değerli insanlarla arkadaşlık yapmanızı size tavsiye ederiz. Şunu da belirtelim ki, insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Sözün en hayırlısı da kısa, öz ve anlatılmak isteneni anlatanıdır."
Kısacası, insanlara en yararlı olan şey, Allah korkusudur. Kişiyi kurtaracak olan da iman ve salih ameldir. Soyun, sopun bu konuda hiçbir yararı yoktur. Şu halde şeytan seni mal ve evladının çokluğuyla, baba ve atalarının övgüye değer özellikleriyle aldatmasın. Şunu unutma ki, sidiğin aslı tertemiz berrak sudur; ayrıca yüce Allah diriden ölüyü de meydana getirebilir.
101
Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer onları Kur'an indirilirken sorarsanız size açıklanır. Rivayet edildiğine göre: ”Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i imran: 97) âyeti indiği zaman, Akra' b. Hâbis: ”Her sene mi?" diye sordu. Hazret-i Peygamber, yüzünü çevirdi. Akra', soruyu üç kez tekrarlayınca, Allah'ın Rasûlü şu cevabı verdi: ”Hayır! Eğer ”Evet" de şeydim, her sene gitmek farz olurdu. Bu duruma da gücünüz yetmezdi. Bakın, açıklamadığım hususları hana sormayın; açıkladıklarımla yetinin. Şunu unutmayın ki, sizden önceki milletlerin helâk olmalarının sebebi, peygamberlerine çok soru sormaları ve onlarla ters düşmeleri olmuştur. Ben, size herhangi bir şey emrettiğim zaman o konuda gücünüzün yettiğini yapmak durumundasınız. Herhangi bir şeyi yasakladığım zaman da ondan uzak durunuz." Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.
İbn Abbas'ın da rivayet ettiğine göre, kendisine lüzumsuz ve ilgisiz soruların çok sorulması üzerine Hazret-i Peygamber bir gün çok kızgın bir şekilde hitap ediyordu. Bir ara dedi ki: ”Dikkat edin, bana ne sorulursa mutlaka cevaplandırırım." Bunun üzerine adamın biri: ”Babam nerede?" diye sordu; Hazret-i Peygamber ”Cehennemde!..." diye cevap verdi. Bir başkası da: ”Babam kim?" diye sordu, onun sorusunu da ”Hiizâfe!" diye cevaplandırdı. Oysa o adam başkasına nisbet ediliyor; yani başkasının oğlu olarak biliniyordu. İşte bu olaylar üzerine bu âyet indi.
Kısacası, Ey iman edenler! Açıkça söylendiğinde hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sakın sormayın. Çünkü: ”Kur'an indirilirken", vahiy devam ederken ”sorarsanız size açıklanır." Böylece üzülürsünüz. Oysa akıllı insan, kendisini üzecek davranışlarda bulunmaz.
(Size açıklanmadığına göre) Allah o şeyleri affetmiş (onları size yüklememiş)tir. Eskiden sorduğunuz sorulardan dolayı sizi affetmiştir. Nitekim: ”Her sene mi hacca gidelim?" şeklinde bir soru sordunuz diye, ceza olarak sizi bu yükün altına sokmamış ve bu konuda size uhrevî ceza da yazmamıştır. Öyleyse bir daha böyle bir hataya düşmeyiniz.
Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. Günahları affetme ve görmezden gelme konusunda çok bağışlayıcıdır. Bu yüzden sizi affetmiş ve yaptığınız hatalardan dolayı sizi cezalandırmamıştır. Bu son cümle ilahî affı pekiştiren ilâve bir cümledir.
102
Sizden önce de bir kavim, bunları sormuştu da... Bizzat aynı olmasa bile, aynı nitelikleri taşıyan ve aynı sorumluluk ve yükümlülükleri doğuran sorular yöneltmişlerdi de
sonra bu sebeple kâfir olmuşlardı. Nitekim İsrail oğulları, çeşitli konularda peygamberlerine sorular sormuşlar, bunun üzerine herhangi bir şeyle yükümlü kılındıkları zaman, onu yapmayarak helâk olmuşlardı. Meselâ, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in kavmi kendisinden mucize olarak dişi bir deve istemişler; Hazret-i İsa'nın (aleyhisselâm) kavmi de kendisinden ilâhi sofra taleb etmişlerdi. Sonra da olan oldu. Öte yandan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Yüce Allah sizlere birtakım farzlar yazmıştır, onları yitirmeyi niz. Birtakım şeyler yasaklamıştır, onları işlemeyiniz. Birtakım sınırlar çizmiştir, onları aşmayınız. -Unuttuğundan değil de- rahmeti gereği sizi birtakım şeylerden muaf tutmuştur, onların peşine düşmeyiniz."m
Yine nakledildiğine göre Ebû Yusuf un sohbetine çok katılan ve uzun süre konuşmayan bir adam varmış. Bir gün Ebû Yusuf, kendisine: ”Yahu, neyin var? Hiç konuşmuyorsun, bir şey sormuyorsun?" deyince, adam Ebû Yusuf'a: ”Ey Kâdî, söyler misin bana, oruçlu ne zaman iftar eder?" Ebû Yusuf demiş ki: ”Güneş batınca." Bunun üzerine adam: ”Ya gece yarısına kadar güneş batmazsa, o zaman ne olacak?" deyince; Ebû Yusuf gülümseyip Cerir'in şu mısralarıyla durumu açıklamış:
Boş adam için, susınak, elbette ki süstür; ancak, insanın kişiliği konuşmakla ortaya çıkar.
Ayrıca şöyle denilmiştir: ”Dili onların kalemi, tükürüğü de onların mürekkebi olan iki meleği üzerinde taşıdığı halde lüzumsuz konuşan insanoğlunun durumuna şaşarını, doğrusu!"
103
Allah, Bahire, Sâibe, Vasîle ve Hânı diye bir şey yapmamıştır. Böyle bir şeyi meşrûlaştırmamış, böyle bir kural koymamıştır. O'nun böyle bir yasası yoktur. Cahil iye insanlarının bu noktada birtakım âdetleri vardı:
Bir dişi deve beş kez doğurup beşincisinde erkek olursa kulağını ”ha lir" ederler, yani yararlar ve salı verirlerdi. ”Bahire" dedikleri bu devenin binilmesini ve sağılmasını yasaklarlar ve hiçbir meradan ve sudan onu kovmazlardı. İstediği yerde otlar, istediği yerden suyunu içerdi.
Bazan da adamın biri: ”Yolculuğumdan döndüğüm, ya da hastalığımdan şifa bulduğum takdirde şu devem sâibe, yani serbest olsun" şeklinde adakta bulunurdu. Böylece ”sâibe" denilen bu deveye de binilmez ve sağılmazdı.
Öte yandan, hayvanları dişi doğurduğunda bunu kendileri için sayarlar; erkek doğurduğunda ilâhlarına ait kabul ederler; hem erkek, hem de dişi olmak üzere ikisini birden doğurduğunda ise ” Vasalet ehâhâ - kardeşine ulaştı" derler, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler; dişi, erkeği de hayata kavuşturdu anlamında buna da ”vasile" adını verirler ve bu kez erkeği ilâhları için kesmezlerdi.
Ayrıca, bir erkek devenin dölünden on nesil doğarsa, yani on kez doğum gerçekleşirse: ”Artık bunun sırtı haram oldu" derler ve Hânı dedikleri bu deveye ondan sonra hiç binmezler; hiçbir meradan ve sudan engellemezlerdi.
Evet yüce Allah, bunlardan hiçbirini meşru kılmamıştır.
Fakat kâfirler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Yalan söylereyek, yaptıklarını bile bile bunu yapmaktadırlar ve yalan yere: ”Bunu, Allah bize emretti" demektedirler.
Çokları da yaptıkları işin asılsız olduğu konusunda
akıllarını kullanmazlar.
104
Hidayete çağırmak ve öğiit vermek amacıyla
Onlara: 'Allah'ın indirdiğine, helâl ve haramı açıklayan ilâhi kitaba
ve bu kitap kendisine indirilen
peygambere gelin', böylece gerçekleri olduğu gibi görün, helâl ile haramı birbirinden ayırt edin
dendiği zaman: 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Hak ve hidayet davetçilerine karşı ne kadar da inatçıdırlar; ne kadar da direniyorlar! Kendilerini sapıklığa çağıranlara, öylesine teslim olmuşlar, öylesine boyun eğmişler!... ”Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter", demeleri gerçekten inat ve ısrarlarını çok güzel canlandırmaktadır.
Ataları bir şey bilmiyor ve doğru yolu da bulamıyorlarsa da mı? Yine böyle mi diyecekler? Ataları din konusunda koyu cahil ve sapık kimseler olsalar bile, yine bu iddiada mı bulunacaklar?
Bu âyetten anlaşılıyor ki, ancak âlim, doğruyu bulmuş ve rehber oldukları kesin olarak bilinen âlime uyulur. Bu da çeşitli delillerle anlaşılır. Şu halde, bunlar, nasıl oluyor da, körü körüne, bilinçsizce atalarına uyuyorlar? Hadislerde sözü edilen Deccallarm durumu ve ümmet arasından çıkmaları hususu ise, âlimler nezdinde bilinen bir şeydir: Alimlere göre, Deccallar ümmeti saptıracak olan kimselerdir. Bunlar özellikle tasavvufçu geçinenler arasından çıkar. Çağımızda bunların örneklerine çok rastlanır. Hatta durumu bilinen tasavvufçu taslaklarından birine denilmiş ki: ”Bana cübbeni satsana?" O da şu cevabı vermiş: ”Avcı ağını sattıktan sonra, ne ile avlayacak ki?!..."
105
Ey iman edenler! Siz kendinizi koruyun. Kendinizi düzeltmeye, ilahî gazabı ve ahiret azabını gerektirecek hatalardan korumaya çalışın.
Siz doğru yolda olursanız, hidayet üzere olursanız
sapanlar size zarar vermez. Bu âyet, mü'minlerin, kâfirlerin iman etmelerini temenni ettikleri ve bu yüzden üzüldükleri zaman inmiştir.
Hepinizin döneceği, yer, başkasının değil, yalnızca
Allah'ın huzurudur. Kıyamet gününde, doğru yolu bulanı ve sapanı ile topyekûn Ona döneceksiniz.
O zaman, yaptıklarınızı size haber verecektir. Yaptığınız amellere karşılık sizi cezalandıracak veya mükâfatlandıracaktır. Bu, doğru yolu bulanlara bir mükâfât sözü; sapıklara da bir tehdittir.
Buna göre hiç kimse başkasının ameliyle cezalandırılmayacak, sorguya çekilmeyecektir. Kuşkusuz bu -yapılabildiği halde iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini terketme- anlamına gelmez. Zaten hidayete çağırmanın bir yolu da imkânlar ölçüsünde kötülükten sakındırmaktır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: ”Herhangi bir kötülüğü gören kimse, eğer değiştirmeye gücü yeterse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle engel olsun, bıına da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki hu da imanın en zayıf derecesidir. ”
Yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Ebubekir minbere çıkıp: ”Ey insanlar! Siz 'Ey iman edenler! Siz kendinizi koruyun' âyetini okuyor ancak yanlış yorumluyorsunuz; yerli yerinde kullanmıyorsunuz" diye hitap etmiş ve sözlerini şöyle sürdürmüş: ”Ben Hazret-i Peygamber'in: 'Kuşkusuz, insanlar kötülükleri görüp de engel olmazlarsa, topyekün o kötülüğün zararını görürler. Allahü teâlâ onların hepsini cezalandırır.' dediğini işittim."
Şu halde iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmak farzdır. Bu farz, ancak güç yetmeme durumunda ortadan kalkar; kişi ancak gücü yetmediği durumlarda bu sorumluluktan kurtulur. Nitekim, el ve dil ile bu görevin yapılamadığı bazı dönemlere zaman zaman rastlanmıştır. Bu durum şahıslara, durumlara ve zamanlara göre değişir. Şu halde müslümanın başlıca görevi, sınırı aşmamak, haddini tecavüz etmemek, bulunduğu zamanın şart ve durumlarını iyi değerlendirmektir. Çünkü her zamanın bir hükmü ve söz sahibi kimseleri vardır.
106
Ey iman edenler!... Rivayet edildiğine göre Temim b. Evs ed- Dârî ve Adiy b. Zeyd, Amr b. As'ın azatlı kölesi Büdeyl b. Ebi Meryem'le beraber ticaret amacıyla Şam'a gitmişler. Büdeyl Müslümandı. Şam'a vardıklarında Büdeyl hastalanmış; beraberindeki eşyalarının bir listesini yapıp onlara haber vermeden kumaşların içine saklamış ve öldüğü takdirde eşyalarını ev halkına teslim edivermelerini vasiyet etmiş, sonra ölmüş. Temîm ve Adiy de eşyalarını karıştırıp içinde altınla süslenmiş bir gümüş kap bulup almışlar. Dönüşte eşyalarını onun ev halkına teslim etmişler. Ancak eşyaların içinde listeyi görüp içinde altın süslü gümüş kabın da kayıtlı olduğunu tespit eden ev halkı, Temim ve Adiy'e: ”Arkadaşınız eşyalarından herhangi bir şey sattı mı?" diye sormuşlar, onlar da: ”Hayır!" diye cevap vermişler. Sonra: ”Hastalığı uzun sürdü mü, hastalık esnasında bir masrafı oldu mu?" diye sorduklarında ise: ”Hayır, şehre varır varmaz hastalandı ve çok sürmeden öldü" demişler. Bunun üzerine Büdeyl'in akrabaları Temîm ve Adiy'e: ”Eşyaların arasında tüm malların kayıtlı bulunduğu bir liste bulduk, içinde altınla süslenmiş gümüş bir kabın da olduğu kayıtlı. Ancak gümüş kap ortada yok?" diye sorduklarında cevapları şu olmuş: ”Bilmiyoruz, haberimiz yok. Eşyalarını size teslim etmemizi istemişti. Biz de o görevi yaptık. Kapla bir ilgimiz yok. Ne olduğunu bilmiyoruz." Bunun üzerine ikisini de Hazret-i Peygambere şikâyet ettiler. Sonra bu âyet indi.
Durumu haber alan Hazret-i Peygamber ikisini çağırıp ikindi namazından sonra minberin yanında: ”Kendilerine teslim edilen maldan hiçbir şeye dokunmadıklarına, hainlik yapıp almadıklarına ve gizlemediklerine ilişkin 'kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a' yemin etmelerini" teklif etmiş; onlar da yemin etmişler. Bunun üzerine bu âyet inmiştir.
Herhangi birinize ölüm belirtisi geldiği zaman artık, ölmek üzere olduğu anlaşıldığı zaman,
vasiyet ederken sizden iki adaletli kişiyi şahit tutun. Vasiyet ederken sizden, yani sizin akrabalarınızdan aklı başında güvenilir iki adaletli kişiyi şahit tutun denmesinin yakın akrabaların, kişinin durumunu daha iyi bilmelerinden ve yararına olacak şeyleri daha çok tesbit edebildiklerinden dolayıdır. Öte yandan ”sizden" amaç, ”sizin dininizden" de olabilir. Ancak bu iki kişinin kimler olabileceği hususunda ihtilafa düşülmüştür. Bir kısım âlimlere göre bunlar, vasiyet edenin vasiyetine şahit olacak iki kişidir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise bunlar vasilerdir. Çünkü âyet onlar hakkında inmiştir. Üstelik âyetin devamında da ”onları namazdan sonra tutun... yemin etsinler" denilmektedir.
Öte yandan vasiyet etme olayı şahitleri bağlamaz. Bir kişiye vasiyet etmek caiz ise de, ihtiyatlı ve garantili olması bakımından iki kişiye yapılması uygun görülmüştür. Âyetlerde de bu hususa işaret edilmiştir. Böylece biri diğerinden çekinerek, iş sağlama alınmış olur. Bu durumda ”şahitlik" o mecliste hazır bulunma anlamında kullanılmış olur. Nitekim: ”Falancanın vasiyetine şahit oldum" demek; ”orada hazır bulundum" demektir.
Veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse, siz yolculukta iken ecel yakanıza yapışmışsa
sizin dışınızdan iki kişiyi şahit tutun. Bu durumda sizin akrabalarınızdan ve Müslümanlardan şahitlik yapacak kimse bulamazsanız, âdil olan yabancı iki kimseyi veya zimmet ehlinden dininizin dışından iki kişiyi şahit tutun. Nitekim yolculukta, genelde insan her istediğini bulamaz. Şu halde ”sizin dışınızdan iki kişinin şahitliği", ”yolculukta olmanız" şartıyla kayıtlıdır.
Eğer kendilerinden şüpheleniyorsanız, yani siz bir vâris olarak bu iki kişinin hainliğinden, veraset malından herhangi bir şeyi aldıklarından kuşkulanıyorsanız, Allah'a yemin ettirmek üzere
onları namazdan sonra tutun ve: 'Akraba bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa, şüphesiz ki günahkârlardan oluruz' diye yemin etsinler. Namazdan amaç, ikindi namazıdır. Çünkü insanlar o vakit bir araya toplanıyorlar. Ayrıca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de hep ikindi namazından sonra yemin ettirmiştir.
İmam Şafiî de der ki: ”Kan davası, talak meselesi, azat etme durumları, ikiyüz dirhem değerini bulan mal meselesi gibi konularda yer ve zamanla kayıtlı olarak yeminler üzerinde titizlikle durulur ve pekiştirilir. Buna göre hep ikindi namazını müteakip olmak üzere Mekke'de Kâbe'deki Rüku ve Makam arasındaki yerde; Medine'de Minber-i Nebevi yanında; Beytulmakdis'te de Sahra (kaya)'nın yanında yemin ettirilir." Şu halde şahitlerin hainliğinden kuşkulan ildiği takdirde, yukarıda geçtiği şekliyle yemin ettilir. Buna göre diyecekler ki: ”Ölen kişi bizim akrabamız bile olsa, yalan yere yemin etmeyiz. Üç beş kuruşluk dünya malı uğrana Allah'ın adını bırakmayız. Yalancılıkla Onun emrettiği şahitliği çiğnemiyeceğimize, gizlemiyeceğimize yemin ederiz" demektir. Gizlediğimiz takdirde O'na isyan etmiş sayılırız.
107
Eğer bunların, tahrif etmek, gizlemek gibi
günahı gerektiren bir şey yaptıkları ortaya çıkarsa, bu durumda
aleyhlerine suç işlenen mirasçılardan vâris olup
şahitliğe daha lâyık olan yemine daha çok duyarlı olan
diğer iki kişi öncekilerin yerine geçer; evvelkilerin yalancılıkları ispatlandığında, yerlerine vârislerden iki ehliyetli kimse geçer.
Ve: 'Şüphesiz bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur. Biz hakkı çiğnemedik. Eğer çiğnemiş olsaydık zalimlerden olurduk' diye yemin ederler.
Buradaki şahitlikten amaç, yemindir. Yani son iki şahit demek isteyecek ki: ”Onların yalancı olduklarına, yalan yere yemin ettiklerine herkesçe de bilindiği gibi, onların günah işlediklerine ilişkin yeminimiz, onların yalan yeminlerinden daha doğrudur. Bizim yeminimizde en ııfak bir kuşku ve soru işareti yoktur. Biz gerçek şahitlik sınırını aşmadık, onların iddialarını çürütmekle en ufak bir haksızlık yapmış olmadık. Çünkü biz, yalan yere yemin ettiğimiz takdirde, ilâhi gazaba maruz bırakmak suretiyle kendi nefsimize zulmetmiş olacağımızı; Allah'ın azabını hak edeceğimizi, Allah'ın ismini hafife almanın ve hukukunu çiğnemenin cezasını çekeceğimizi çok iyi biliyoruz."
Bütün bu söylenenlerden sonra bu âyetin açıklamasını özetlemek gerekirse, diyebiliriz ki: Ölüm belirtileri meydana çıkan kimse, kendi akrabalarından veya dininden adalet sahibi iki kişiyi vasiyetine şahit kılar. Yolculuk gibi bir mazeret dolayısıyla bu nitelikte iki kişiyi bulamazsa, onların dışında iki kişiyi şahit tutar. Daha sonra bunlarla ilgili bir şüphe hasıl olursa: ”Şahitlikleri konusunda hiçbir şeyi gizlemediklerine ve ölünün geride bıraktığı malda herhangi bir hainlik yapmadıklarına" ilişkin, yukarıdaki gibi kuvvetli pekiştirme ve vakite de riayet etmek şartıyla yemin ettirilir. Daha sonra yalanları ortaya çıkarsa; meselâ ellerinde ölünün bıraktığı bir mal görülür de, bunu hayatında iken ölüden aldıklarını iddia ederlerse; bu durumda vârisler yemin eder ve onların yeminine itibar edilir. Burada varislere yemin ettirilmesinin sebebi, huzurlarında vasiyet yapılan evvelki iki adam terikenin herhangi bir malım ölüden satın aldıklarını iddia etmişlerdir. Vasî, ölünün malından bir şey alır ve ölen kimsenin bu malı kendisine verilmesi için vasiyet ettiğini iddia ederse bu durumda vârisler bu hususu kabul etmeyip yemin edebilirler. Çünkü inkâr edenin yemini meselesi neshedilmemiş bir hükümdür.
108
Yukarıda açıklaması geçen
bu hüküm,
şahitliklerini gerektiği gibi yapmaları, ahiretteki azaptan çekinerek şahitliğin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmeleri,
yahut yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur. Bu ifadeler, veraset konusundaki yeminlerin geri çevrilme hikmetini çok güzel açıklıyor. Yani şahitlerin, doğru şahitlik yapmaları, yaptıkları yeminlerin geçersiz sayılıp vârislerin yeminlerinin geçerli sayılmasıyla insanlar karşısında rezil olmaktan korkmaları, sonuçta onları böyle bir duruma sokacak hainlikten uzaklaşarak sorumluluklarını yerine getirmeleri için en sağlıklı yöntemdir.
Şahitliğiniz konusunda
Allah'tan korkun, şahitliğinizi bozmayın, yeminleriniz hususunda da O'ndan çekinin ve yalan yere yemin etmeyin. Size teslim edilen emanetlerle ilgili olarak da O'ndan sakının, emanetlerinize hiyanet etmeyin.
Ve emirlerini dinleyin. Size verilen direktiflere kulak vererek onlara uyun ve uygulayın.
Allah, yoldan çıkan bir topluluğu hidayete erdirmez. O'nun emirlerini dinlemeyenleri doğru yola yöneltmez. Eğer siz de O'nun emirlerini dinlemez ve O'ndan korkmazsamz yoldan çıkmış sayırlırsınız. Allah kendi yolundan sapanları Cennete gidecek yöne; ya da kendilerine yararlı olacak işe yöneltmez.
Şunu biliniz ki, şahitlik: Şahitlerin hazır bulundukları ve gördükleri şeyleri haber vermeleridir. Bu işler ya katil ve zina gibi somut fiilleri görmekle olur veya akidler ve ikrarlar türünden işitmeye dayalı soyut şeyler olur.
Şu halde kişinin görmediği, bilmediği ve duymadığı bir hususta şahitlik yapması doğru değildir. Bu yüzden olay hatırlanmadan şahitlik yapılmamalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: ”Herhangi bir şeyi güneş gibi apaçık bir şekilde biliyorsan, şahitlik yap, yoksa vazgeç."
Öte yandan şahitlikte insanların haklarını diriltme olayı vardır. Bu sayede akid ve sözleşmeler inkârdan kurtulur, aydınlığa kavuşur. Malları asıl sahiplerine teslim etme ve onların hukukunu koruma söz konusudur. Kendisinden başka şahitlik yapacak birinin bulunmaması durumunda insanın bu görevden kendi arzusuyla kaçınması doğru değildir; çünkü o zaman bir hak ve hukukun kaybolması sözkonusu olabilir. Ancak başkasının da bu hakkı yerine getirme ve görevi üstlenmesi durumu sözkonusuysa, o zaman serbesttir ve isterse geri çekilebilir. Çünkü onun geri çekilmesiyle herhangi bir hak kaybı meydana gelmez.
Diğer yandan had konusuna giren meselelerde şahitlik yapma ve müslümanın suçunu örtme konusunda tercihini kullanabilir. Çünkü hadlerin uygulanmasını sağlamak bir görev olduğu gibi, mü'mini korumak ve örtmek de bir görevdir. Nitekim Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: ”Kim, bir müslümamn hatasını örterse, yüce Allah da kendisini dünya ve âhirette örter."
109
Allah, peygamberleri bir araya topladığı gün: 'Ümmetiniz davetinize ne cevap verdi?' der. Allah'ın, peygamberleri ümmetleriyle beraber bir araya topladığı ve peygamberlere: ”Ümmetinizi hak yola davet ettiğinizde, onlardan ne gibi bir cevap aldınız" diyeceği kıyamet gününü hatırla.
Ümmetler de kendi peygamberlerine tabi oldukları için âyet-i kerimede: ”Peygamberleri bir araya topladığı gün" denmiş ve ümmetlerden ayrıca söz edilmemiştir. Evet, yüce Allah kıyamet gününde peygamberlere diyecek ki: ”Ümmetinizi benim Tevhid inancıma çağırdığınızda size ne gibi cevap verdiler; olumlu cevap vererek davanızı benimseyip tasdik mi ettiler? Yoksa reddedip yalanladılar mı?"
Eğer: ”Yüce Allah'ın bilmediği bir şey olmadığı halde, böyle bir sorunun hikmeti ne olabilir? diye bir sora sorulursa, cevap olarak diyebiliriz ki: ”Bu sorudan maksat, hak davaya uymayan insanları azarlamaktır. Nitekim başka âyette de yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna, hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman..." (Tekvin: 8-9) Buradaki sorudan maksat da bu fiili yapan insani an kınamaktır.
Evet, yüce Allah kıyamet gününde peygamberlere: ”Ümmetiniz davetinize ne cevap verdiler" diye sorduğunda
Onlar da: 'Hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz gaybleri bilen ancak Sen'sin' derler. Çünkü sen onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyorsun. Bu cevap, peygamberlerin, ümmetlerinden bir nevi kapalı şikayetlerini de içerisine almaktadır. Sanki şöyle denilmiştir: ”Senin ilmin herşeyi kuşatmıştır. Onlar tarafından maruz kaldığım şeyleri ve kötü cevaplarına göğüs gerdiğimi biliyorsun."
İbn Abbas (radıyallahü anh) dan şöyle rivayet edilmiştir: Bu cevap kıyamet gününün bazı yerlerinde olacaktır. Bu da Cehennem kükrediği, ümmetler dizleri üzerine çöktüğü, Allah'a yakın meleklerin ve peygamberlerin bile nefsî nefsî diye kendilerini düşüneceği bir zamanda olacaktır. İşte o zaman kalpler yerinden oynayacak ve peygamberler bu korkunç ve şiddetli durum karşısında: ”Hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz gayıpları bilen ancak sensin" diyeceklerdir.
Bir görüşe göre peygamberlerin: ”Hiçbir bilgimiz yoktur" demelerinden amaç, tebliğ sırasında ya da hayatta bulundukları dönemlerde ümmetlerinin durumlarını bilmemelerini belirtmek değildir. Aksine bununla, kendi ölümlerinden sonra ümmetlerinin içine düştüğü durumu ve sonuç itibariyle ümmetlerinin akıbetlerini bilmediklerini vurgulamak istemişlerdir. Çünkü asıl olan ve değerlendirmeye konulan, son durumdur, mükâfat ve ceza ona göre belirlenir ve bu durum peygamberlerce bilinmemektedir. Bu yüzden: ”Hiçbir bilgimiz yoktur" demişlerdir.
Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: ”Ben cennette Kevser Havuzunun başında iken sizden bana yönelenlere bakarken, Allah'a yemin olsun ki, bir kısım insanların benden alıkonduğunu görürüm. O sırada: ”Ey Rabbim! Bunlar benden, benim ilmmetimdendir" derim. Bunun üzerine yüce Allah bana der ki: ”Bunların senden sonra neler yaptıklarını sen bilmiyorsun; bunlar, senden sonra hep davalarından geri döndüler. ”
Bir başka hadiste de şöyle bııyrulmaktadır: ”Nuh (aleyhisselâm) kıyamet gününde yüce Allah tarafından çağırılacak; Nuh (aleyhisselâm): ”Buyurun, ya Rab! Emrine âmâdeyim" diyecek. Sonra yüce Allah: ”Sen, tebliğ görevini yaptın mı?" diyecek. Nuh da: ”Evet ya Rab" cevabını verecek. Daha sonra ümmetine: ”Nuh, size davasını tebliğ etti mi?" diye sorulacak. Onlar diyecekler ki: ”Bize, herhangi bir peygamber gelmedi." Sonra yüce Allah Nuh (aleyhisselâm)'a dönüp: Şahidin var mı? diyecek Nuh (aleyhisselâm)'un cevabı şu olacak: ”Muhammed ve onun ümmeti benim şahitlerimdir." Bunun üzerine Muhammed ve onun ümmeti, Nuh (aleyhisselâm)un ilâhi davayı tebliğ ettiğine ilişkin şahitlik yapacaklar. İşte ”Böylece biz sizin, insanlara karşı şahitler olmanız için sizi, ortayolu tutan bir ümmet kıldık" (Bakara: 143) âyetinde anlatılmak istenen de budur. Sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) çağırılıp kendi ümmeti hakkında görüşü sorulacak. O da onlarla ilgili olumlu görüş belirtecek. Doğruluklarına şahitlik yapacak. İşte aynı âyetin içindeki: ”Peygamberin de size karşı şahit olması' (Bakara: 143) ifadesinin anlamı da budur."m
110
O gün Allah şöyle der: 'Ey Meryemoğlu İsa! Ey müminler topluluğu! Yüce Allah'ın İsa'ya şöyle sesleneceği kıyamet gününü hatırlayın:
Sana ve annene olan nimetimi hatırla. Nitekim yüce Allah İsa (aleyhisselâm)'ya pek çok mûcizeler vermiştir. Bir kısmı onu yalanlayıp kendisine sihirbaz dediler; diğer bir kısım insanlar da aşırıya gidip onu ilâhlaştırdılar. İşte kıyamet gününde, düştükleri bu hatalardan dolayı çok pişmanlık duyacaklar; ancak iş işten geçmiş olacak... Burada, annesinden de sözedilmesinin sebebi, hakkında konuşulan dedikoduların izlerini tamamen silmektir.
Daha sonra yüce Allah, Hazret-i İsa'ya verdiği nimetleri tek tek saymaya devam ediyor: Hatırla:
Hani, seni Ruhu'I-Kudüs ile desteklemiştim. Pâk Cebrail ile seni takviye etmiştik. Burada tertemiz ve pâk olmanın, kendisinin başlıca özelliği olduğuna dikkat çekmek için temizlik ve pâklık anlamındaki ”Kudüs" kelimesine ”Ruh" kelimesi de eklenmiş ve Cebrail'e ”Ruhu'l-Kudüs" denmiştir.
Ayrıca:
Beşikte iken ve kemâle ermiş iken insanlarla konuşuyordun. Yani hem bebeklik döneminde, hem de olgunlaştığında aynı şekilde konuşabiliyordun. Başka bir deyimle, bebeklik dönemindeki konuşman olgunluk ve yaşlılık çağındaki konuşmandan geri kalmıyordu. Hepsi de eşit derecede son derece makul olup bilgili ve peygamber olan kimselere yakışan konuşmalardı. Nitekim Hazret-i İsa henüz beşikteyken: ”Şüphesiz ben Allah'ın bir kuluyum. O bana mutlaka kitap verecek ve beni peygamber seçecektir ” (Meryem: 30) demişti.
Kemâle erdiğinde de vahiy ve peygamberlik gerçeğini dile getirmişti. Her iki dönemdeki konuşması, aynı sınırlar içerisindeydi. Nitelikleri de birbirinden farksızdı. Bu, ne kendisinden önceki, ne de sonraki hiçbir peygambere nasip olmayan büyük bir mucizeydi.
"Kehl-kemâle eren" kimseden maksat ise, otuz yaşını aşıp ihtiyarlık belirtileri taşımaya başlayan kimsedir. Ömrünü tamamlamadan semâya çıktığını gözönünde bulunduran bir görüşe göre de, Hazret-i İsa'nın kemâle erdiğinde insanlarla konuşmasından amaç, ahir zamanda, semâdan indikten sonra insanlarla konuşmasıdır. Bu durumda ”Kemâle ermişken" ifadesi, semâdan ineceğinin delili olur.
Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. İkinize olan nimetlerim arasında, sana ilâhi kitapları öğrettiğim zamanı hatırla. Buradaki ”hikmet"'ten amaç da, ilâhi kitapların sırlarını ve anlamlarını kavramak ve bilmektir. Bir görüşe göre de hikmet, bu ilâhı sırları bilen ve gereğini yapma konusunda nefsin, erdemliliğe ulaştırılmasıdır.
İznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapmış ve ona üflemiştm de o da iznimle kuş olmuştu. Ben sana kolaylık sağlamış, sen de bunu başarmıştın. Şu halde yaratma fiili aslında Allah'a aittir. Sebeplere başvurulduğu zaman bu mucize İsa peygamberin eli üzere gerçekleşmiştir. Tıpkı Meryem'e üflenen ruhun Cebrail aracılığıyla yapılması ve aslında yaratmanın Allah'a ait olması gibi.
Öte yandan Hazret-i İsa'nın kavını kendisini zor duruma sokmak ve sıkıştırmak amacıyla: ”Eğer davanda samimi isen: haydi bize bir yarasa yarat ve içine de ruhu yerleştir" dediler. O da bir parça çamur alıp yarasa şekline koydu. Sonra ona üfledi. Bir de görüldü ki, bu kuş yerle gök arasında uçuyor.
{Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış olan kimseyi iznimle iyileştirmiştin.} Anadan doğma körlük ile ciltte birtakım beyazlıkların ortaya çıkmasıyla beliren alaca hastalığı doktorların aciz kaldıkları olaylardı.
Ölüleri iznimle kabirden çıkarıp diriltiyordun. Benim emrim ve kolaylaştırmam ile bir daha canlanmalarına sebep oluyordun.
Sana suikast düzenlemek isteyen
İsrail oğullarına âyetlerle, yani apaçık mûcizelerle
geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: 'Bu ancak apaçık bir sihirdir' dedikleri zaman seni onlardan korumuştum. Evet, inkârcı Yehudiler Hazret-i İsa'ya: ”Senin getirdiğin bu âyet, mûcize ve mesajlar tamamen açık bir büyüden ibarettir" demişler, küfür hastalığı üzere kalmışlar ve uzman hekimin ortaya koyduğu ilâçlardan yararlanmamışlardı.
Şiblî'den nakledildiğine göre, bir gün kendisi hastalanmış ve hastaneye kaldırılmış. Bunun üzerine Vezir, durumu bir mektupla Halifeye bildirmiş. Durumu haber alan halife, Şiblî'yi tedavi etmek üzere çok mahir bir doktor göndermiş, ancak bir tiirlü iyileştirememiş, tedavisi bir fayda vermemiş, sonra doktor, Şiblî'ye şöyle demiş: ”Allah'a yemin olsun ki, vücudumdan bir et parçasıyla bile iyileşeceğini bilseydim, hiç çekinmezdim, bu bana hiç zor gelmezdi." Bunun üzerine Şiblî: ”Hayır, benim ilâcım başka şeydir" deyince, doktor: ”Peki, nedir o ilâç?" diye sormuş. Şiblî de şu cevabı vermiş: ”Benim tedavim belindeki Zunnar'ı kesip atmanla gerçekleşir." Tam o sırada doktor: ”Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammmeden Resûlüllah" demiş. Bu durumu haber alan halife ağlamış ve şöyle demiş: ”Biz, bir doktoru bir hastaya gönderdiğimizi zannetmiştik; meğerse bir hastayı bir doktora göndermişiz."
111
Hatırla, hani havarilere: 'Bana ve peygamberime iman edin' diye bildirmiştim. Hatırla ey Rasûlüm Muhammed, hani peygamberlerim, diliyle iman edenlere: Benim rubûbiyet ve ulûhiyet birliğime, peygamberlerimin getirdiği mesaja inanın, demiş ve bu gerçeği kaiblerine yerleştirmiştim.
Onlar da: 'İman ettik, şahit ol ki, biz müslümanız' demişlerdi.
İnançlarında samimi olduklarını belirtmişlerdi. Havari kelimesi, ”bembeyaz" anlamına gelen ”havar" kökünden alınmıştır. Halis niyetli ve tertemiz düşünceli olmaları gerekçesiyle aynı manaya yakın olarak Hazret-i İsa'nın arkadaşlarına ”havari" denilmiştir. Falan kimse, falancanın havari sidir demek, ona çok samimi bir şekilde bağlıdır demektir.
112
Hatırla
hani, havariler: 'Ey Meryem oğlu İsa! Rabbinin, gökten bize bir sofra indirmeye gücü yeter mi?' demişlerdi. Bu, daha ilk başlarda; başka bir deyimle, henüz yüce Allah'ı tanımadıkları bir dönemde yönelttikleri bir sorudur. Bu yüzden Hazret-i İsa'ya ”Ey Allah'ın Rasûlü" veya ”ey Allah'ın ruhu" şeklinde hitap etmemişler, saygısızlık göstererek ona ismiyle seslenmişler ve onu annesine nisbet etmişlerdir. Eğer, saygılı bir tavır sergileyebilselerdi, ”ey Allah'ın ruhu" diyerek onu Allah'a nisbet edeceklerdi. Ardından Allah'a karşı da saygısızlık yapmışlar. O'nun güç ve kudretine karşı tereddütlerini belirterek: ”Rabbinin gücü yeter mi?" demişlerdir. Sonra da basitliklerini ve düşüncesizliklerini ortaya koymuşlar, Allah'ın, onlara geçici, fani bir dünyevî sofra indirmesini istemişler; en azından sürekli ve dinî bir faydayı arzulamayı akıl etmemişlerdir. Çünkü dinî bir şey isteselerdi, dünyevî sofraya da kavuşurlardı. Ayette geçen ”mâide" üzerinde yemek bulunan masa, sofra demektir.
O da: 'Eğer iman ediyorsanız, O'nun gücünün sınırsızlığına inanıyorsanız
Allah'tan korkun' ve bu tip somları sormaktan sakının
demişti.
113
Bunun üzerine dediler ki: 'Ondan yemeyi, kalblerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve ona şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz.' Sofrayı indirmesini istemekteki amacımız, O'nun gücüyle ilgili kuşkularımızı gidermek değildir. Hastalıklarımızdan iyileşmek, duygularımızı sağlamlaştırmak ve huzura kavuşmak için teberrük niyetiyle ondan yemek istiyoruz. Mucizeyi görmek suretiyle pratik bilgimiz, teorik bilgimize giiç katacaktır. Böylece peygamberinin doğru söylediğini kesin bir şekilde anlarız; yüce Allah'ın, sofrayı indirmeyle ilgili duamızı kabul ettiğini gözümüzle görür ve bu sofrayı görmeyen İsrail oğullarına karşı şahitlik yaparız. Böylece onlar da inanacak, huzura kavuşacak ve imanları güçlenecektir.
114
Onların makul bir gerekçeleri olduğunu gören kendisini zora sokmak, ya da küçük düşürmek gibi bir niyetleri olmadığını anlayan
Meryemoğlu İsa onların bahanelerini bütünüyle kesmek için
şöyle dedi: 'Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de sonrakilere de bir bayram ve Senden bir mûcize olsun. Senin gücüne, benim peygamberliğime delil olsun. İlk nesillerimiz de sonradan gelecek nesillerimiz de o günü bayram yapsın. Bayram yapılacak günün şerefi sofradan kaynaklandığı için ”bir sofra indir ki... bayram olsun" denilmiş ve bayram sofraya nisbet edilmiştir.
Rivayet edildiğine göre söz konusu sofra pazar gününde indirildiği için bu gün Hıristiyanlar tarafından bayram kabul edilmiştir.
Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısm'. Bize sofrayı nasib et ve ona karşı şükür görevimizi yerine getirme konusunda bizi başarılı kıl. Rızıkları yaratan ve karşılıksız olarak veren sen olduğun için bizi rızıklandır ya Rab!
115
Allah: 'Ben o sofrayı size indireceğim, isteklerinizi karşılayacağım.
Fakat bundan sonra sizden kim inkâr ederse, sofra indikten sonra sizden kim inkâr yolunu seçerse,
âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla onu azaplandırırun', kendi dönemindeki âlemlerden, ya da tüm âlemlerden hiç kimseye vermeyeceğim bir cezayla onu cezalandırırım
dedi. Nitekim onlar, maymun ve ve domuz şekline dönüştürülerek cezalandırıldılar. Başka hiç kimse onlar gibi cezalandırılmadı.
Rivayet edildiğine göre İsa (aleyhisselâm) gusledip elbiselerini giymiş, iki rekât namaz kılmış, başını eğip gözünü yumarak duâ etmiş. Sonra iki bulut arasında kırmızı bir sofra inivermiş. Önlerine düşünceye kadar hepsi ona bakakalmış. İndikten sonra, Hazret-i İsa ağlayıp şöyle duâ etmiş: ”Allah'ım, beni şükredenlerden kıl! Allah'ım! Bu sofrayı âlemlere rahmet kıl!"
116
Ey Rasûlüm Muhammed! Yüce
Allah'ın, inkarcıları azarlamak; peygamberlerin, Allah'a kulluk etme çağalarına kulak vermediklerini gözler önünde ispatlamak için ahirette:
İsa'ya: 'Ey Meryemoğlu İsa! Sen mi insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin dedin?' buyurduğunu hatırla ve insanlara hatırlat. Evet, yüce Allah, ahirette Hazret-i İsa'ya diyecek ki: Ey İsa! Sen mi insanlara: ”Beni ve annemi Allah'a ortak koşun ve ikimize kulluk edin" dedin?
O zaman İsa der ki: 'Seni tenzih ederim. Sana lâyık olacak şekilde, seni her türlü noksanlıklardan uzaklaştırırım, ben böyle bir şeyi nasıl söylerim. Sen, hakkında bu tip iddialar ileri sürülmekten münezzehsin.
Hakkım olmayan şeyleri söylemek bana yakışmaz. Söylemem doğru olmayan şeyleri kesinlikle söylemem.
Eğer böyle söylemişsem, insanlara bu tip bir direktif vermişsem
Sen onu bilirsin. Böyle bir şey söylemiyeceğim senin malumundur. Böyle bir şey söylersem senin tarafından bilinir.
Sen, benim nefsimdekini bilirsin; içimdeki gizlediğim her şey senin malumundur.
Ben ise, Sen'in nefsindekini bilemem. Bilinmesini istemediğin şeyler hakkında bilgi almam mümkün değildir.
Yüce Allah'ın bilinmesini istemediği şeylerin ”senin nefsindekini bilemem" ifadesiyle dile getirilmesi ”müşâkele" sanatını yapmak içindir. (Edebî bir sanat olan müşâkele, birinin söylediği bir sözün diğerinin az çok evvelki manaya zıt olarak kullanılmasıdır. Meselâ burada Hazret-i Îsa için ”nefis" tabiri kullanıldığı gibi; Allah için de kullanılmıştır. Oysa Allah'a İsa'nın nefsi anlamında bir nefis düşünmek söz konusu değildir.)
Şüphesiz ki Sen gaybleri çok iyi bilensin. Olmuş ve olacak her şeyi bilirsin.
117
Ben onlara sadece, bana emrettiklerini dedim. Bana verdiğin emirler dışında onlara herhangi bir emir vermedim.
Ayette ”bana emrettiklerini emrettim" ifadesinin yerine ”bana emrettiklerini dedim" ifadesinin tercih edilmesi, yukarıdaki: ”sen mi insanlara ...dedin ” ifadesiyle edebî ifade bütünlüğü sağlamak içindir.
Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin dedim. Senin tarafından bildirilen bu emir dışında onlara birşey söylemedim.
Aralarında olduğum, beraberlerinde bulunduğum
müddetçe onlara şahit idim, onları gözetliyor, senin emirlerinin gereğini yapmaya davet ediyordum.
Sen beni aralarından çekip
semaya aldığın zaman, onları Sen gözlüyordun. Ne yaptıklarını gören ve bilen biricik varlık sen idin.
Sen her şeye şahitsin. Ne olup bittiğini görürsün.
118
Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Sen'in kullarındır.
Kendi kullarım azaplandırmış olursun. Kuşkusuz onlar senin mülkiyetinde oldukları için, dilediğini yaparsın. Bu ifadeler söz konusu kimselerin Allah'ın dışında birtakım kimselere ibadet yaptıkları için azabı hak ettiklerini bildirmektedir.
Şayet bağışlarsan, muhakkak ki Sen, her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin.' Kuşkusuz senin bu bağışlaman, herhangi bir güçsüzlükten kaynaklanmamaktadır; ortada yadırganacak bir durum yoktur. Senin hem mükâfatlandırmaya, hem de cezalandırmaya gücün yeter. Şüphesiz mükâfat ve azap bir hikmetten ve doğru bir hükümden kaynaklanır. Her suçluyu affetmek güzel bir olaydır. Sen ise ey Rabbim! Azaplandırdığın takdirde mutlaka senin adaletinin gereğidir. Affettiğin takdirde ise senin lütfundan kaynaklanır.
Rivayet edildiğine göre bu âyet indiği zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ümmetim! Ümmetim! Ya Rab!" demiş ve ağlamaya başlamış. Bunun üzerine Cebrail inmiş ve kendisine: ”Ey Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor ve: 'Senin ümmetin konusunda seni üzmeyiz; mutlaka seni memnun ederiz' buyuruyor."
119
Allah şöyle buyurur: Yani, kıyamet gününde İsa (aleyhisselâm)'nın cevabından sonra hem onu tasdik etmek, hem de kendisininde içlerinde bulunduğu doğruların durumunu belirtmek amacıyla şöyle der:
'Bu, yani kıyamet günü
doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür. Şüphesiz buradaki doğruluktan maksat, dünyadaki doğruluktur. Çünkü kişi ”sorumlu" durumdayken yaptığı iyi şeylerin yararını görür. Doğrulardan amaç da, insanları hak davaya çağıran davetçi peygamberlerle onlara iman edip inançlarının gereğini yapan mü'minlerdir.
Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. Sürekli nimetler ve bitmez mükâfatlar içinde olacaklar ve büyük mutluluğa ereceklerdir.
Allah onlardan razı olmuştur. Çünkü O'nun emirlerini dinlemişlerdir.
Onlar da lütuf ve rızâsını görmek suretiyle
Allah'tan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur.' Allah'ın rızâsını elde etmek en büyük kurtuluş, en büyük mutluluk ve en büyük başarıdır. ”Kurtuluş"un ”büyük" olarak nitelendirilmesinin sebebi, onu sağlayan faktörün, yani Allah rızâsının ”büyük" olmasıdır. Gerçekten, ilahî rızâdan daha büyük bir şeyi düşünmek mümkün değildir.
120
Göklerin, yerin ve her ikisinde bulunanların mülkü Allah'a aittir. Evet gerçek budur. Bu, aynı zamanda, Hristiyanların yalanlarına bir işarettir; Hazret-i İsa ile annesi hakkında ileri sürdükleri iddiaların asılsız oluşunun belgesidir. Evet, göklerin ve yerin ve her ikisinde yer alan canlı cansız her şeyin mülkiyeti Allah'a aittir. Dilediği gibi tasarruf eder. Yaratır, yok eder; öldürür, diriltir; emreder, yasaklar. Bütün bu konularda, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin gerçek anlamda bir miidahelesi sözkonusu olamaz.
O, her şeye kadirdir. Kudret ve gücünün sınırı yoktur. Güçsüzlük ve zaaftan münezzehtir. Yerdeki veya gökteki herhangi bir şey tarafından âciz bırakılmaktan yücedir!
Yüce Allah'ın yardımıyla Mâide Sûresinin tefsiri sona erdi