RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ | ENBİYÂ' SÛRESİ

 

ENBİYA SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 112 âyettir.

1

İnsanların hesaba çekilmeleri yaklaştı... Burada insanlardan murat; Mekke halkı içindeki yeniden dirilişi inkâr eden müşriklerdir. Hesaplarının yaklaşmasından maksat da, kıyametin yaklaşmış olmasıdır. Bu durumda mâna şöyle olur: Kureyş müşriklerinin cezayı gerektiren kötü amellerinden dolayı, Allah'ın kendilerini hesaba çekeceği vakit yaklaştı.

Onlarsa hâlâ gaflet içinde, yani hesaptan ve ona hazırlanmaktan bütünüyle habersiz bir halde imandan ve âyetlerden

yüz çevirmektedirler.

2

Öğüt almaları ve gafletten uyanmaları için

Rablerinden kendilerine hikmet-i ilâhiyyenin gerektirdiği biçimde ve şekilde

gelen her yeni öğüt ve uyarıyı Kur'an âyetlerini

hep eğlenceye alarak dinlerler.

3

Kalpleri eğlencededir. Yani, ne zaman Rablerinden kendilerine bir uyarı, bir öğüt gelse gafletlerinin sonsuzluğundan dolayı akıbetlerini düşünmekten aşırı yüz çevirmiş oldukları için o uyarı ve öğütleri alaya alarak, eğlenerek dinlerler.

O şirk ve masiyetle kendilerine

zulmedenler kendi aralarında gizli gizli fısıldaşarak peygamber için:

Bu da ancak sîzin gibi bir insan değil mi? Yemede, içmede ve beşerin muhtaç olduğu her şeyde sizlere eşittir.

Göz göre göre sihre mi uyacaksıniz?' Bu kimse ancak sizin cinsinizdendir. Getirdiği şey, yani Kur'an bir sihirdir. Onun sihir olduğunu bildiğiniz halde, nasıl olur da onu kabul eder ve inanı ırasına onun yanına gelerek sözlerini dinlersiniz

dediler. Buradaki soru, inkâr içindir. Bunu, peygamberin ancak bir melek olabileceğine ve insan eliyle ortaya çıkan bütün olağanüstü şeylerin sihir türünden, yani gerçekliği olmayan birtakım kandırmaca ve hayallerden ibaret şeyler olduğuna inandıkları için söylüyorlardı.

4

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerin bu sözlerine karşı

dedi ki: Rabbim sadece onların gizlice konuştuklarını değil

gökteki ve yerdeki gizli ve açık söylenen her

sözü bilir. Sözü bildiğine göre, fiili yani işi de bilir.

O duyulan ve bilinen

her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.'

Böylece onlara söz ve fiillerinin karşılığını verir.

5

Onlar: 'Hayır! Bunlar, yani Muhammed’in sözleri

karmakarışık rüyalardır... Yani, bu sözlerin bir sihir olduğunu söylemekle yetinmeyip, aksine bunların saçmasapan rüyalar, yani uykusunda gördüğü yalanla karışık rüyalardan ibaret olduğunu söylüyorlardı.

Hayır, bunları kendisi uydurmuştur. Aslı yoktur.

Hayır! O bir şairdir. Getirdiği, söylediği şeyde, (linlenildiği zaman, kulaklarda, aslı olmayan bir takım manalar uyandığı hissi veren bir şiirdir. Bu, delille yenilmiş, batıl işler arasında bocalayan şaşırmış bir kimsenin işidir demek istediler.

Bazı muhakkikler dediler ki: ”Müşriklerin bu sözlerinin saçmalığı. Arap edipleri şöyle dursun Arap olmayan vasıfsız basit insanlara bile gizli değildir."

Hazret-i Peygambere yalan isnad ettiler. Çünkü genel olarak şiir denildiğinde, yalancılık anlaşılır. Şiir, yalancılığın karargâhı olduğu için: ”Şiirin en güzeli en yalancı olanıdır" denmiştir. Eğer bizim dediğimiz gibi

değilse gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber ise

öncekilere gönderilenler gibi el, asa, ölüleri diriltme, Hazret-i Salih’in devesi ve benzerleri gibi

O da bize bir mucize getirsin' ki kendisine iman edelim

dediler.

6

Onlardan yani Mekke müşriklerinden

önce, istedikleri mucizeler geldikten sonra ehlini

helak ettiğimiz beldelerden

hiçbir beldenin halkı

iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler? Yani yok edilen milletlerden hiçbir millet iman etmemişti. Onlardan daha kibirli, zorba ve daha azgın oklukları halde, istedikleri mucizeleri görseler bile bunlar inanır mı, iman ederler mi?

7

Biz, senden, yani seni ümmetine göndermeden

önce, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik.

Sana vahyettiğimiz gibi, melek vasıtasıyla kendilerine şeriat ve hükümleri vahyettiğimiz beşer cinsinden, erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Gerek onlara ve gerekse sana olan vahyimiz arasında bir fark yoktur. Seninle onlar arasında beşeriyet bakımından da bir fark yoktur. Onlara ne oluyor ki hâlâ senin peygamberlerin ilki olmadığını anlamıyorlar.

Eğer bilmiyorsanız kitap ehline sorun. Yani, ey kâfirler! Eğer belirtilen bu hususu bilmiyorsanız, kuşkularınızın ortadan kalkması için, daha önce geçen peygamberlerin durumlarını bilen kitap ehline soran.

8

Biz onları yani peygamberleri

yemek yemeyen, yani yiyeceğe ve içeceğe ihtiyaç duymayan

birer ceset kılmadık. Aksine onlar bunlara ihtiyaç duyan kimselerdir.

Onlar ölümsüz de değillerdi. Zira çözülüp dağılma, parçalara ayrılmanın neticesi şüphesiz ki yok olmaktır. Yani Biz onları ne melek ne de parçalara ayrılarak bozulmaktan korunmuş, gıdaya ihtiyaç duymayan birer ceset değil aksine yiyen içen ve netice olarak ölüme varan birer insan kıldık.

9

Daha sonra onlara düşmanlarını yok etmek hususunda

verdiğimiz sözde durarak, hem kendilerini hem de mü'ın inlerden ve hikmet-i ilâhiyyenin kalmalarım gerektirdiği mü'min olmayanlardan

dilediğimiz kimseleri kurtardık. Küfür ve isyanda

haddi aşanları ise helak ettik.

10

Ey Kureyş topluluğu!

Yemin olsun, size içinde sizin için öğüt bulunan yapmanız ve kaçınmanız gerekli olan şeyleri bildiren şanı yüce, delilleri apaçık

bir kitap indirdik. O, ne bir sihir, ne bir şiir, ne de bir takım karışık rüyalardır.

Hâlâ akıllanmaz mısınız? Yani düşünmüyor musunuz? İşin böyle olduğunu idrak etmiyor musunuz? Bazı müfessirlere göre de ”fîhi zikruküm"ün anlamı şan ve şerefiniz ondadır. O kitaptadır. Çünki o Arap diliyledir ve onda sizin için büyük şan ve şeref var demektir. Hadisi şerifte: ”Şüphesiz ki Allah'ın insanlardan ehilleri vardır. Kur'an-ı Kerimin ehli Allah'ın ehlidir ve onun gözdeleridir." ''buyrulmuştur.

Yine hadisi şerifte: ”Ben sizleri apaçık bir yol üzerinde bıraktım. Gecesi gündüzü gibi aydınlıktır ve ben sizlere biri konuşan, diğeri de susan olmak üzere iki vaiz bıraktım. Konuşan vaiz Kur'an, susan vaiz de ölümdür." buyrulmuştur.

Ebû Hureyre hazretleri der ki: ”Kim Kur'anı küçüklüğünde öğrenirse Kur'an onun etine ve kanma karışır ve kim de Kur'anı yaşlılığında öğrenirse Kur'an ondan kaçmaya çalışır. Zor öğrenir, çabuk unutur."

Birinci sindeki hikmet, insanın küçüklüğünde kalbinin kendisini meşgul eden her şeyden, uzak olmasıdır. Çünkü böyle kalbe rastlayan bir şey orada yerleşir. Nitekim şair şöyle der:

Ben aşk nedir bilmeden onun aşkı bana geldi.

Ve bende boş bir kalp bularak hemen yerleşiverdi.

11

Halbuki Biz, zulmeden, Allah'ın âyetlerini inkâr eden

nice memleketleri!! halkını

yok etttik, onlardan yani, onları helak ettikten

sonra da nesep ve dince onlardan olmayan

başka bir kavim yarattık.

"Kasanına", helak ettik demek olup aynı zamanda kuvvetli gazab ve şiddetli kızgınlığa delâlet eder. ”İnşa" ise icad etmek, meydana getirmek ve yok olan bir şeyi yokluktan varlık âlemine çıkarmak demektir.

12

Onlar, o zalimler şiddetli

azabımızı sezdikleri zaman hemen oradan, o şehirden hayvanlarını koşturarak

kaçıyorlardı. Ya da kaçışlarındaki aşırı hızda, hayvanlara teşbih edilmişlerdir.

13

Kendilerine:

'Durun kaçmayın! Şunarıp nankörlük edinceye kadar

bol bol verilip şımartıldığınız nimetlere ve öğündüğünüz

meskenlerinize dönün. Çünkü insanların bir beldede oranın ileri gelenleriyle görüşmeksizin bir karara vannadıkları gibi, olaylar ve hadiselerde insanlarca müşavere ve tedbir maksadıyla

sorguya çekileceksiniz!' denildi.

14

Kaçarak kurtulmaktan ümitlerini kesip azabın ineceğini anlayınca:

'Yay başımıza gelenlere! Gerçekten biz zalim insanlarmışız' dediler.

Azabın inmesini gerektiren suçlar işledik. Bu sözleri pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda kendilerinin zalim olduklarının ve pişmanlık duyduklarının bir itirafıdır.

15

Biz kendilerini, kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateşe çevirinceye kadar bu feryatları yani ”vay başımıza gelenlere! Gerçekten biz zalim insanlarmışız" sözleri

sürüp gitti. Bu sözlerini tekrar edip dururlar. Bu âyet, zulmün mamur bekle ve ülkeleri harap edeceğine işaret etmektedir. Hadisi şerifte: ”zulüm kıyamet gününde karanlıklardır. ”(2)

Kalp, marifet ve ihlastan mahrum kalınca harap olur. Kalbin harap olmasının işareti de organların isyan etmesi ve helake götüren şeylere meyletmesidir.

16

Biz, kubbeyi andıran

göğü döşeğe benzeyen

yeri ve ikisinin arasındakileri, çeşitli yaratıkları ve hayret veren şeyleri

oyun olsun diye yaratmadık. Aksine pek çok hikmetler için yarattık. ”Halk--Yaratmak"; bir şeyi, bir benzeri olmaksızın meydana getirmek demektir.

17

Eğer Biz oyun-eğlence dileseydik herhalde kendi katımızdan yani kudretimizin yettiği yönden ve cennet hurilerinden ya da daha başka şeylerden

edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık. (Ama biz bunu yapanlardan değiliz.) Hikmete aykırı olduğundan dolayı, onu istememiz mümkün değildir. Böylece oyun ve eğlence edinmemiz kesinlikle olmaz.

Âyetteki ”lehv: Oyun-eğlence" ile Allah, kadın ve çocuğu kasdetmiştir, şeklinde açıklayan müfessirler lehvi, dünya hayatının zinetinden bir kısmına tahsis etmiş olurlar.

18

Hayır Biz, hakkı batılın üzerine fırlatırız da onun beynini parçalar, yani. Bizim işimiz ve şanımız, batılın üzerine -ki, eğlence ve küfür de bu kabildendir- Hakkı galip getirmektir.

Bir de bakarsın o tamamiyle

yok olup gitmiştir.

Âyetteki ”demğ", elmas ve yakut gibi sert bir cisime çarpan şeydir. O sert cismi yumuşak ve içi boş bir cisme atar onu paramparça eder. Burada zihinde iyice yerleşmesi için ancak akılla bilinebilen bir şey, hissedilen, görülen bir şeye benzetilmiştir. ”Zuhûk" ise ruhun çıkıp gitmesidir. Nitekim canın zorla çıktığını ifade etmek için de bu kelime kullanılır.

Sizlere, karısı vardır, oğlu vardır diyerek

Allah'a; sihir ve karma karışık rüyalardır diyerek de Kur'ân'a

yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun sizeî el-Asmaî demiştir ki, ”veyl" kelimesi bir şeyin çirkin olduğunu ifade etmek için kullanılır. Üzüntü için de kullanılır. ”Veyh" kelimesi ise acımak için kullanılır. ”Veyl"in cehennemde bir vadi olduğunu söyleyen, bununla, bu kelimenin bu mana için vazedildiğini kasdetmemiştir. Ancak kimin hakkında Allah böyle demişse, o kimse cehennemi hak etmiş ve bu, kendisi için kesinleşmiş olur. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Ey müşrikler! Artık sizin için helak olmak kesinleşti.

19

Göklerde ve yerde kim varsa hepsi yaratmak ve kul olmak bakımından bütün yaratıklar

O'nundur. O'nun katında olanlar, yani yüce melekler

kendisine ibadetten büyüklük taslamazlar. Kendilerini büyük saymazlar. Aksine Allah'a ibadet etmekle öğünürler. O'na ibadetten şeref duyaılar. Halbuki insanlar, son derece zayıf oldukları için Allah'a ibadet etmeye daha muhtaçtırlar. O melekler Rablerine ibadetten

bir yorgunluk da duymazlar.

20

Gece gündüz tesbih ederler, yani, her vakit Allah'ı tenzih, tazim ve temcid ederler.

Asla usanmazlar. Göz açıp kapayacak kadar bir vakit de olsa onu tesbihten geri kalmazlar. Çünkü onlar, insanın nefesle; balığın da su ile yaşadığı gibi Allah'ı tesbihle yaşarlar. Yani, bizim için nefes almak neyse melekler için de tesbih odur. Kalkmamız, oturmamız konuşmamız bizi nefes almaktan alıkoymuyorsa, melekleri de, yaptıkları işlerden herhangi bir şey tesbihten alıkoymaz.

Şeyhimden işittim, şöyle diyordu: ”Kulluğun tatlılığı, ancak Allah'ı tam bilmekle ve kâmil manada şûhûd ile müyesser olur. Çünkü, padişahla sohbet ve sırlaşmanın lezzetine seyis erişemez. Dolayısıyla hicab ehlinin ibadeti, gevşeklikten, bıkkınlık ve zorlamadan hâli olmaz. Peygamberler gibi ehli marifete gelince, onlar için ibadet, başkaları için âdet gibi olmuştur. Yani, ibadetlerini rahatlıkla, aşk ve şevkle yaparlar."

21

Yoksa onlar yeryüzünden bazı taşları yontarak

bir takım putları

tanrılar edindiler de ölüleri onlar mı diriltecek? Yani şu müşrikler, yerden ölüleri diriltmeye kadir olan bir takım tanrılar mı edindiler? Onların cansız ve hakir putları ilâh edinerek öldükten sonra diriltmeyi onlara isnad etmeleri kınanmaktadır. Çünkü onlar, ilâhın hususiyetlerinden olan ölüleri diriltmeyi putları için iddia etmişlerdir. (3)

3- Âyetin mânâsının açıklanması: Bu müşrikler, ölüleri diriltmeye gücü yeten, yeryüzünden ilâhlar mı edindiler? Asla! Onlar, hiçbir şeye gücü yetmeyen cansız varlıkları ilâhlar edinmişlerdir. Onlar diriltmekten âciz varlıklardır. Onları nasıl ilâhlar edindiler?

22

Ey müşrikler!

Eğer gökte ve yerde inancınıza göre

Allah'tan başka bir takım tanrılar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu. Yani, yer ve gök, görülen nizamın dışına çıkarlardı. Çünkü, iki kişi arasında verilen her iş bir düzene göre yürümez. Bir memleketi iki padişah idare ederse halkın düzeni bozulur. Bunlardan birinin diğerine tâbi olduğu ileri sürülürse, o zaman diğerinin yani söz sahibinin ilâh olduğu belirlenmiş olur. Burada Allah, aklî delil ile kendisinin ortaktan münezzeh olduğunu belirtmektedir. Âyetteki ”İllâ", başka manasınadır.

Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. Allah'ı, arşın Rabbini, onların anlattıkları şeylerden tenzih edin. Yani, ortak, zevce ve evlât edinmek gibi onların anlattıkları şeylerden Allah'ı tenzih edin. Çünkü bunlar cisim olan şeylerin sıfatlarındandır. Halbuki Allah, bir cisim olsaydı, âlemi yaratmaya ve onu idare etmeye gücü yetmezdi. Bununla beraber cisim boşlukta, yer kaplar. Bu ise cismin sonradan olmasının işaretleri ildendir. Vücudu vacib olan Allah ise bunlardan yücedir, münezzehtir.

Büyüklerden biri demişdir ki: ”Seneviyye yani biri hayrın diğeri de şerrin kaynağı olmak üzere iki tanrıya inananlar, âlemin iki ilâhı olduğunu iddia ettiler. Bu iddiaları, hem keşif ve hem de burhan delili ile batıldır. Bir cesedin iki kalbi, bir bedenin iki ruhu, bir göğün de iki güneşi olmaz. İyiler, tek olan Allah'a şehadet ettiler. O da fizikî âlemin ötesindedir. Eğer iki güneş olsaydı âlemin nizamı bozulurdu. Mevcut nizam, başka bir güneş istemez: nasıl başka bir tanrı istiyebilir? Başka bir güneş bulamadığına göre anladık ki muhakkak varlık aleminde başka bir ilâh yoktur."

23

Yüce

Allah yaptığından ve hükmettiği herhangi bir şeyden

sorumlu olmaz; onlar ise yani kullar ise, yaptıklan en küçük şeylerden

sorguya çekileceklerdir. Allah'sa, yaptığı şeyden sorulmaz. Çünkü O, Rab'dır, mâliktir, bilendir ve ilmi sonsuzdur. Onun dışındaki her şey kuldur, câhildir. Hiçbir şeyi öğrenmeden bilmez. Cahil kölenin yaptığı bir işten dolayı her şeyi hakkıyla bilen efendisine itiraza ve niçin yaptın, şöyle yapsaydın gibi bir şey söylemeye asla hakkı yoktur. İnsanlarsa sorulurlar, sorumludurlar. Çünkü onlar, kuldurlar, yaratıktırlar, hata ederler. Dolayısıyla yaptıkları her şeyden niçin yaptınız diye sorulurlar.

İyi bil ki, itiraz, Rabbi gazaba getiren kötü bir şeydir. O'nun cezasını ve gazabım gerektirir. Yüce Allah'a işinde itiraz etmek kötü bir şey olduğu için iblise lanet edildi. İnkarcıların azgınlarından oldu. Çünkü Allahü teâlâ, ona secde etmekle emredince; ”...çamurdan yarattığın kimseye secde eder miyim?" (İsrâ: 61) demişti. Ehli bid'atten olanlar, Allah'a itiraz etmekten ve onun sıfatlarıyla ilgili konularda ileri geri rastgele konuşmaktan dolayı helak olmuşlardır. Onlar sahabenin, tabiînin ve ehl-i hak olarak onlara tabi olanların dalmadıkları konulara dalmakta sakınca görmediklerinden dolayı şüphelere düşmüşler ve hidayetten sapmışlar, bir çoklarını da saptırmışlardır.

Ehli hak sözbirliğiyle demişlerdir ki: ”Fiilinde ve yaratıklarında meydana getirdiği bir şeyde Allah'a itirazda bulunmak küfürdür. Buna kâfir, cahil ve sapık olanlardan başkası cüret edemez. Peygambere itiraz da böyledir. Çünkü o hevâ ve hevesinden değil, ancak Haktan aldığını konuşur. Bundan dolayıdır ki peygambere itiraz, Allah'a itirazdır. Ona itiraz ise yok olmak demektir."

Büyüklerden birinin şöyle dediği nakledilmiştir: ”Gafillerden birinin meclisinde bulundum. Bir ara: ”Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Koku, kadınlar, gözümün nuru olan namaz ” hadisinden dolayı peygamberi kastederek falan kimse de olsa hiçbir kimse için hevâdan kurtuluş yoktur, dedi. O şahsa dedim ki. 'Allah'tan utanmıyor musun? Çünkü Hazret-i Peygamber, sevdim demedi: aksine sevdirildi buyurdu. Allah'tan gelen bir işten dolayı kul nasıl kınanır?' Daha sonra beni bir gam ve keder aldı. Hazret-i Peygamberi rüyada gördüm. Bana: 'Üzülme onun işini bitirdik' buyurdu. Daha sonra duydum ki o şahıs öldürülmüş."

Fakihler dediler ki: ”Herhangi bir kimse noksanlık kastederek Hazret-i Peygamberi kadınlara meyletmekle kınarsa, ceza olarak öldürülür." Allah böylelerini kahretsin.

24

Yoksa O'ndan başka bir takım tanrılar mı edindiler? Buradaki soru. Allah'tan başka tanrı edinmelerini inkâr etmek, çirkin göstermek ve bunun büyük bir şey olduğunu bildirmek içindir. Yani, müşrikler. Yüce Allah'ı aşarak ulûhiyetin özelliklerinden tamamen yoksun olan bir takım tanrılar mı edindiler? demektir.

Onlara, delillerini çürütme ve taş atma yoluyla

de ki: 'Haydi akıl ve nakil yönünden iddia ettiğiniz

delilinizi bana

getirin! Verin! Çünkü delili olmayan bir sözün sıhhati de olmaz; özellikle böyle önemli bir işte.

İşte benimle beraber olanların Kitabı ve benden öncekilerin Kitabı'. Burada üç Kitab'a: Kur'an-ı Kerîm. Tevrat ve İncil'e işaret edilmiştir. Kur'an-ı Kerîm büyük bir zikir, kıyamete kadar da bir öğüttür. Tevrat ve İncil de büyük bir zikir ve geçmiş milletler için bir öğüttür. Yani bu üç Kitab'a müracaat edin, bir bakın; bunlardan birinde, tevhidle emir dışında bir şey bulabilir misiniz? İşte ben delilimi getirdim; Haydi siz de delilinizi getirin!

Doğrusu onların çoğu hakkı bilmezler. Yani hakkı anlamazlar. Onunla batılı, birbirinden seçemezler. Bu sebeple tartışmak onlara fayda getirmez, etki yapmaz. Çünkü bütün fesadın aslı olan cehalet ve hak ile batıl arasını ayıramamak, onlardadır. Yüz çevirmeleri bundan doğmuş, inkârları bundan ileri gelmiştir.

Bu sebeple yüz çevirirler. Tevhid'den ve peygamber'e uymaktan yüz çevirmeye devam ederler.

25

Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: Şüphesiz

'Benden başka ilâh yoktur. Artık Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım. Yani, Beni birleyin. Bana ortak koşmayın.

Bu âyette, bütün nebilerin, peygamberlerin sadece iki maslahata dayanarak geldikleri hikmetine işaret vardır. Bunlar da: Faydalarının Allah'a değil kula dönmesi için Allah'ın birliğini isbat ve ihlâsla O'na ibadet etmektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: ”Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)

26

Huzâa kabilesinden bazı müşrikler de:

'Rahman, meleklerden

çocuk edindi' dediler. Onların Allah'ın kızları olduğunu ve Allah'ın cinlerden bazı ileri gelenlerle, seçkinleriyle evlendiğini ve melekleri bunların doğurduğunu iddia ettiler.

O, bundan münezzehtir. Yani, kendisine yakışır şekliyle bundan yücedir, münezzehtir. Bu ifadenin, müşriklerin ahmakça sözlerinden teaccüb için olması da mümkündür. O takdirde manası: Çocuk, zevce ve ortak edinmek gibi kendisine isnad edilen şeylerden yaratan ne kadar uzak ve ne kadar yücedir, demek olur.

Melekler onların dedikleri gibi değil,

Aksine melekler ikrama erdirilmiş, Allah katında mukarreb, kullardan çoğu üzerine üstün kılınmış

kullardır. Yaratık olmak, doğurmaya aykırıdır. Çünkü, doğulmak ilişkiyi gerektirir. Dolayısıyla onların iddia ettikleri gibi melekler Allah'ın çocukları değildirler.

27

Bunlar, yani melekler

sözleriyle O'nun önüne geçmezler. Yani melekler, terbiyeli köleler gibi tam manasıyla kantlarından dolayı Allah, bir şey demedikçe ve onunla emretmedikçe bir şey demezler

ve yalnız O'nun emriyle hareket ederler. Yani. O'nun emriyle dedikleri gibi yine O'nun emriyle hareket ederler; asla başkasının emriyle değil.

28

Allah, onların önlerindekini de bilir yani Allah'a, söz ve iş olarak yaptıklarından hiçbiri gizli değildir.

Arkalarındakini de bilir. Yani söz ve işlerinden yapmadıklarını da Allah bilir.

Onlar Allah'ın razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Yani, iman ehlinden. Allah'tan korku duyanlara şefaat ederler.

İbni Abbas der ki: ”Ancak 'La ilahe illallah' diyenlere şefaat ederler."

"Şef" bir şeyi benzerine katmak, teki çift yapmak demektir. Şefaat ise bir şeyin diğerine, ona yardım ederek katılmasıdır. Bu, daha çok derece bakımından daha yüce olanın derece itibariyle kendisinden aşağıda olana katılmasında kullanılır. Kıyamet günündeki şefaat da bu kabildendir. (Dereceleri yüksek olanlar diğerleri için af ve ihsan dilerler.)

Bu âyette, büyük günah sahiplerinden şefaati men etme konusunda Mutezile için bir delil yoktur.

Ve O'nun korkusundan titrerler. Yani, bununla beraber onlar. Allah'tan korktuklarından dolayı, sevgi ve saygıyla titrerler.

29

Onlardan yani meleklerden

her kim: Allah'ı aşarak faraza:

'Ben O'ndan başka bir tanrıyım!' derse, Biz onu diğer mücrimler gibi

cehennemle cezalandırırız. Onları, yüce vasıflarından ve sevilen fiillerinden hiçbiri kurtaramaz.

Bu âyet, şirkten kaçınmaları yolunda, tanrılık iddiasında bulunanları tehdit etmekle birlikte müşrikler için de bir tehdittir.

Zalim olanları, işte böyle cezalandırırız. Yani, eşyayı, yerinin dışına koyanları, ortak koşmakla ve ilâhlık iddia etmekle hadlerini aşanları, bu acıklı ceza gibi cezalandırırız.

30

İnkâr edenler, göklerle yer bitişik ve yapışık

halde iken... Aralarında bir boşluk ve açıklık yoktu. ”Ratk" bir şeyin bir şeye eklenip kaynaşarak bitişmesi demektir.

Bizim onları birbirinden

ayırdığımızı (5) ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmediler mi? Buradaki soru rü'yetin nefyini inkâr içindir. Mana şudur: O inkarcılar düşünmediler mi, bilginlerden sormadılar mı, kitaplan mütâlea etmediler mi ve bilmediler mi? Bilinen her canlıyı, canlı olan her şeyin başlangıcım suyun cinsinden meydana getirdik ki, bu da nutfedir. Nitekim Allah, şöyle buyurdu: ”Allah her canlıyı sudan yaram." (Nur: 45) yani canlılardan her ferdi, belirli bir nutfeden yaratmıştır ki, o da babasının kendisine özel nutfesidir. Ya da, canlıların çeşitlerinden her bir çeşidi, suyun çeşitlerinin birinden yarattı. Bazıları da bitki ve ağaç, su ile yetiştikleri için bu âyete girer dediler.

Su, yer yüzünün çevresini kuşatan akıcı bir cisimdir. Hayat, bitki ve hayvanda mevcut olan, büyüme ve artma kuvvetine de denir. Nitekim âyette: ”Yer yüzünü ölümünden sonra diriltir, canlandırır" buyrulmuştur. (Hadid: 17)

Hâlâ inanmıyorlar mı? Yani, hâlâ Allah'ın kudretim tasdik etmiyorlar mı?

Burada Allah ”her canlıyı sudan yarattık" âyetiyle insan, hayvan ve bitki gibi canlılardan hayat sahibi olan her şeyin hayatını; canlı yaratıkların hepsinin aslı olan sudan yarattığına işaret etmektedir. Kendisinde hayat bulunan bu varlıkların hepsi, yetişmesinde ve devamında suya muhtaçdır. Hayvanlar ve canlılar da böyledir. Nitekim Allah şöyle buyurur: ”Ve Allah her canlıyı sudan yarattı." (Nur: 45) Bunların hepsi, ruhların şehadetiyle, tanıklığıyladır.

Bil ki, âyetleri, delilleri görmekten maksat, onları görmekten, onları yaratanı kalb gözüyle görmeye intikaldir. Bu da imanın hakikatidir.

Hikâye edilir ki: Bir gün Hazret-i Ali, minbere çıkarak dedi ki: ”Ne isterseniz sorun. Çünkü göğsümde çok ilim var. İşte Rasûlüllahın mübarek tükrüğü ağzımda." Mecliste Yemenli bir kişi vardı. Hazret-i Ali için dedi ki: ”Bu adam büyük bir iddiada bulundu, bense bunu mat edeceğim." Yerinden kalkarak dedi ki: ”Sorayım mı?" Hazret-i Ali de: ”Mat etmek için değil, öğrenmek ve anlamak için sor." dedi. Yemenli dedi ki: ”Beni sormaya sen sürükledin, zorladm. Rabbini gördün mü ey Ali?" Hazret-i Ali: ”Göımediğim bir rabbe ibadet etmem"

Görüldüğü gibi Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu âyetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Nitekim, bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler, .vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla, bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamız da, bir gaz kütlesi olan güneşlen kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada, dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya, dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiş suda yosunlaşma ile başlayan canlılar, ilâhî kanunlara göre gelişmiştir. Allah en mükemmel canlı türü olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır. (Naşir) dedi. Yemenli: ”Nasıl gördün?" dedi. Hazret-i Ali: ”Gözler O'nu bizzat kendisine has olan gönne duyusu ile gön nem iştir. Ancak O'nu imanın hakikatiyle kalpler görmüştür. Rabbim birdir ortağı yoktur, birdir ikincisi yoktur, tekdir benzeri yoktur. Hislerle idrak edilmez, kıyasla da mukayese olunmaz" dedi. O anda Yemenli, bu cevabın dehşetinden bayılarak düştü. Aydınca: ”Hiçbir kimseye mat etmek maksadıyla som soımamaya Allah'a söz verdim," dedi.

31

Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, bir sürü

sabit dağlar yarattık. Yer yüzü, cisimler arasında en katı bir cisimdir, ”Revâsiye" sabit, anlamındaki râsî kelimesinin çoğuludur.

İbni Abbas der ki: ”Yeryüzü su yüzüne yayılmıştı. Geminin su üzerinde sallandığı gibi, o da üzerindekilerle sallanıyordu. Geminin demir atmakla sabit kılındığı gibi Allah da onu sabit, dağlarla durdurdu, sabitleştirdi."

Ve onda yani, yeryüzünde

istedikleri yere gidebilmeleri için geniş yollar açtık. Uzak ülkelerdeki işlerini bitirmek maksadıyla, rahatlıkla ve şaşırmaksızın açtığımız bu yollardan gitsinler. ”Ficâc" iki dağ arasındaki geniş yol anlamındaki ”fee" kelimesinin çoğuludur. ”Fee" kelimesi mastar olarak da kullanılır ki iki dağın arasını yarmak demektir. ”Sühül" kelimesi de ”Sebil"in çoğuludur. Sebil, gidilip gelinen yol demektir.

32

Biz, gökyüzünü direksiz olduğu halde düşmekten, bozulmak ve çözülmekten ya da kulak hırsızlığından

korunmuş yani kulak hırsızlığı yapmak isteyen şeytanlardan ateş sütunuyla korunmuş

bir tavan yaptık. Gök, yeryüzünün tavanı gibi olduğundan tavan ismiyle isimlendirilmiştir.

Onlarsa hâlâ gök yüzünün âyetlerinden yani, güneş, ay, yıldızlar ve diğerleri gibi Allah'ın varlığına, birliğine, sanatının yüceliğine ve kudretinin azametine parlak işaretler kıldığı pek açık delillerinden

yüz çevirmekteler, Bunları düşünmüyorlar, küfür ve sapıklıklarına bir son vermiyorlar. Rahmetinin eserlerine bir bakın! San'atının ve kudretinin hayret veren yönlerini bir düşünün! Düşünün de böylece ilâhî marifet denizlerinden inciler çıkarasınız.

Hikâye edilir ki, Hazret-i Davud (aleyhisselâm) odasına girdi. Orada küçük bir kurt gördü. Onun yaratılışını düşünerek: ”Allah, şunu, değer vererek niçin yaratmıştır?" dedi. Bunun üzerine Allah onu konuşturdu. Dedi ki: ”Ey Davud! Sen kendini mi beğeniyorsun? Ben, Allah'ı zikrediyor ve Allah'ın, sana verdiği şeylerden daha çok O'na şükrediyorum.1'

Âyetleri gömlekten maksat, Allah'ı her şeyin başında zikretmektir. Böyle yapmak, olgun mü'mini erin özeli iklerindendir. Bu sebeple akıllı kimsenin, nefsini hevâdan men etmesi ve onu doğruya iletmesi konusunda düşünmesi ve irşad için, aklî ve nakli yolu en iyi bileni seçmesi gerekir.

33

Yer yüzünün gölgesi olan

geceyi, güneşin ışığı olan

gündüzü, gündüz yıldızı olan, aydınlatan

güneşi ve gece yıldızı olan, aydınlatan

ayı yaratan yalnız

O'dur. Yani, bu şeyleri yaratan ve yokluk âleminden varlık âlemine çıkaran yalnız Yüce Allah'tır. Sonsuz kudret ve her şeye galip gelen hikmet, O'nundur.

Bunlardan yani, güneş ve aydan

her biri bir yörüngede yüzmektedirler. Yani, suda yüzmek gibi yörüngenin sathında akarlar. Aslında ”sebh" suda ya da havada süratlice hareket etmek, gitmek demektir. Hakiki manası budur. Burada istiare sanatı yoluyla yıldızların yörüngelerindeki hareketleri için kullanılmıştır.

Kur'ân'ın lâfzının delâlet ettiğine göre, yörüngeler durmakta, yıldızlarsa yörüngelerde balığın suda yüzdüğü gibi akmaktadır.

Bil ki, Allah göğü yaratıp da gecenin, gündüzün, sıcak ve soğuğun birbiri ardınca olması suretiyle diğer menfaatlerin görülmesi ve belli olması için güneşi ve ayı yaratmamış olsaydı, kulları üzerine nimetleri tamamlanmazdı. Şüphesiz ki O'nun nimetleri, güneş ve ayın yörüngelerinde hareket etmeleriyle olgunlaşır. Bundan dolayıdır ki. ”bunlardan herbiri bir yörüngede yüzmektedirler. ”

34

Biz, senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, Yani, ey Muhammed! Senden önce insanlardan hiçbir kimseyi dünyada ebedî kılmadık. Sonsuzlaştı imaya kadir isek de hiçbir insanı dünyada ölümsüz kılmak bizim kanunlarımızda yoktur. Bu itibarla ölüme hedef olmayan hiçbir kimse yoktur. Durum böyle olunca,

şimdi sen ölürsün de onlar dünyada

bakî kalır mı? Hayır! Sen de onlar da öleceksiniz. Allah şöyle buyurur: ”Şüphesiz ki sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir." (Zümer: 30)

Buradaki soru hemzesi ”mitte" kelimesine dahil olmuş ise de mana itibariyle ”hulûd" kelimesine dahildir. Buna göre âyetin manası: ”Sen öldüğün zaman bu müşrikler, senin ölümüne gülmek için, baki mi kalacaklar?" demek olur. Şâir şöyle demiştir:

Bizim başımıza gelen musibetlere gülenlere: ”Ayılınız, kendinize geliniz" de. Çünkü bizim başımıza gelen musibetlerle onlar da karşılaşacaktır.

Müstedrek'te şöyle rivayet edilmiştir: ”Peygamberimizin vefatında melekler şöyle taziye etmişlerdir: ”Esselâmü al ey küm ve rahmetullahi ve berekâtühû. Kulun uğradığı her musibette Allah, katında bir teselli vardır ve kaçırdığı her nimetin yerine bir bedel vardır. Ancak Allah'a güvenin, rahmetini bekleyin. Esas mahrum, sevaptan mahrum olandır. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû."

Yine Peygamberimizin vefatında kır sakallı, boylu boslu bir kimse sahabenin yanına girmek için omuzlarına basarak ilerledi ve ağladı. Daha sonra sahabeye dönerek şöyle dedi: ”Allah katında her musibet için bir teseilî vardır. Her elden kaçanın yerine bir bedel vardır. Her yok olanın yerini tutacak bir halef vardır. Onun için Allah'a dönün, Allah'ı isteyin! Belâda onun nazarı, sizin üzerinizedir. İyi bakın, gerçek belâya uğrayan, başına gelen musibetler telâfi edilmeyendir" dedi, ayrıldı. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali: ”Belki bu Hızır aleyhisselâmdır," dediler.

35

Her nefis ölümü tadacaktır. Nefisten murat, insanın ruhu olan nefs-i natıka'dır. Ölümü de ruhun cesedinden ayrılmasından ibarettir. Yani, ayrılmanın acısını tadacaktır, demektir. Tatmak kelimesini burada bilinen açık anlamıyla anlamak mümkün değildir. Çünkü ölüm, yenen şeylerden değildir ki tadılsın, tadına bakılsın. Aksine tatmak, özel bir idraktir. Bu bakımdan onu idrakin aslından mecaz kılmak mümkündür. Ölüm, hayatın zıddı olarak yaratılmış, vücutla ilgili bir sıfattır.

Hazret-i Âişe derki: ”Peygamberimizin vefatından sonra Hazret-i Ebu Bekir, izin isteyerek Rasûlüllahin konulduğu odaya girdi. Mübarek yüzünün üzerindeki örtüyü kaldırarak öptü ve Allah doğru söyledi diyerek: 'Biz senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık. Şimdi sen ölürsün de onlar bakî kalır mı?' âyetini okudu. Daha sonra dışarı çıkarak insanlara bir hutbe irat etti. Hutbesinde dedi ki: ”Kim Muhammed'e tapıyorsa şüphesiz ki Muhammed vefat etmiştir. Ve kim Allah'a tapıyorsa şüphesiz ki Allah diridir, ölmez." Daha sonra şu âyeti okudu: 'Muhammed ancak bir peygamberdir. Kendisinden önce de birçok peygamberler geçmiştir. O, ölür veya öldürülürse tekrar geriye mi döneceksiniz?...' (Âl-i İmran: 144) Sanki Müslümanlar, daha önce bu âyeti hiç okumamışlardı."

Biz, sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneriz. Yani, ey insanlar! Sabır ve şükür eder misiniz; yoksa etmez misiniz diye yoksulluk, acı, zorluk, zenginlik, zevk ve sevinç gibi kötülük ve iyilikle yani musibet ve nimetlerle sizi deneyeceğiz. Bunlar birer mükellefiyet, yükümlülüktür. Yükümlülük şu yönlerden belâ olarak isimlendirilmiştir:

Birincisi: Yükümlülüklerin hepsi insana zor ve ağır gelir. Bu yönüyle belâ olmuştur.

İkincisi: Yükümlülükler bir takım imtihanlardan ibarettir.

Üçüncüsü: Allah, insanları şükretmeleri için bazan sevinilecek şeylerle dener: bazan da üzücü şeylerle imtihan eder ki bu üzücü şeylerle imtihan ile mihnet hâsıl olur. Mihnet yani insanın kendisiyle denendiği, imtihan edildiği her şey, belâdır. Bu, bakımdan mihnet, sabır gerektirir. Mihnet iki belânın en büyüğüdür.

Bu bakışla bakarak Hazret-i Ömer der ki: ”Darlıkla imtihan edildik sabrettik. Bollukla da imtihan edildik ama şükretmedik." Bundan dolayı Emir-ü'l-Mü'minîn şöyle der: ”Kim dünyada kendisine mal ve servet verilir de onunla kendisine tuzak hazırlandığını bilmezse o kimse aklanmıştır."

Sonunda ancak Bize döndürüleceksiniz. Tek başınıza ve müşterek olarak başkasına değil, sadece Bize döndürüleceksiniz. Başkasına değil. Böylece iyilik ve kötülük olarak yaptığınız şeylerden dolayı sizlere karşılığını vereceğiz.

Bu âyet, hem bir vaad, hem ele bir vaîd yani, tehdittir. Ayrıca bunda, dünya hayatından maksadın bu dünyanın bir imtihan yeri, sevap ve cezaya hedef olduğuna işaret vardır.

Bil ki, iyilik ve kötülüğün karşılığını vermeye yükümlülük yurdu denilen dünya âlemi yetmez. Bu bakımdan, ikinci bir âlem gereklidir. Bu âleme ise ancak ölümle ve yeniden dirilişle varılır. Bunun için de her insanın ölmesi, sonra da dirilmesi mutlaka şarttır.

36

İnkarcılar yani, müşrikler

seni gördükleri zaman: 'Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?' diyerek seni hep alaya alırlar. Putlarınızın mabut olmasını iptal eden ve onlara ibadeti çirkin kılan bir kötülükle putlarınızı diline dolayan bu mudur? diyorlar.

Halbuki onlar Rahman'ın zikrini inkâr edenlerin ta kendileridir.

Yani, Peygamber aleyhisselâmın ne bir zarar ne de bir yararda bulunamayan putlarını kötülemesini, kötülükle anmasını kınıyorlar. Halbuki onlar, kendilerine nimet veren ve ihsanda bulunan Rahmanı: vahdâniyyet gibi kendisiyle, anılması vacib olan şeylerle anmalarını inkâr ediyorlar. Bu sebeple kendileri kınanmaya ve inkâr edilmeye daha lâyıktırlar.

37

İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. ”Acele," bir şeyi vaktinden önce istemektir. Öyle ki, ”acele, şeytandandır" denmiştir. Aşırı acele etmesinden ve sabırsızlığından dolayı insan, sanki aceleden yaratılmıştır, demektir. Nitekim bir insanın yaratılıştan güzel ahlâka sahip olduğunu ifade etmek için ”hulika mine'l-kerem" denir. İnsanın aceleci olmasının işaretlerinden biri de küfre hızla gitmesi ve ilâhî tehdidin acilen gelmesini istemesidir.

Nadr b. Haris şöyle demişti: ”Ey Allah'ım! Eğer bu senin tarafından gelmiş hak bir ki tapsa, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azap gönder. ” (Enfal: 32)

İbni Abbas'a göre burada insandan murat Hazret-i Âdem'dir ki, kendisine üfürülen ruh göğsüne gelince aşağı tarafına varmaksızın hemen kalkmak istemişti.

Ey acele edenler

size âyetlerimi göstereceğim, artık onları gerinmem hususunda

bunu Benden acele istemeyin. Yani sevdiğime ve peygamberime alay ve düşmanlık yoluyla cehaletiniz ve sapıklığınızdan dolayı eza etmekle, azap talep etmekte acele ediyorsunuz. Kim Benim bir dostuma düşmanlık ederse Benimle harbetmiş, böylece azabı istemekte acele etmiştir.

Aşağıdaki beyitlerde şöyle denilmiştir: İstediğin bir şey için acele etme

Çünki acele eden kimsenin istediğine ulaşması pek nadirdir, işinde teenni eden kişi her çeşit gayesine erişir. Acele eden kişi ise ayağının kaymasından uzak kalmaz.

Bir bedevi şöyle der: ”Siz siz olun asla acele etmeyin! Çünkü Araplar buna 'pişmanlıkların anası' adını vermişlerdir. Bu sebeple dinî işlerde ve manevî arzularda yavaş olmak, acele etmemek lâzımdır."

38

'Eğer bize geleceği konusundaki tehdidinizde

doğru iseniz, bu tehdit, azab ve kıyamet

ne zaman?' ise bize çok acele gelsin

diyorlar.

Buradaki hitap, peygambere ve tehdidin gelişini haber veren âyetleri okuyan mü'mini eredir. Onlar bunu alay için söylüyorlar.

39

Yüce Allah cevaben onlara buyurdu ki;

İnkâr edenler ne yüzlerinden, ne de sırtlarından ateşi sayamayacakları, kendilerine yardım dahi edilmeyeceği zamanı bir bilselerdi! Yani, ”bu tehdit ne zaman?" sözüyle acele ettikleri vakti, bir bilselerdi ki, o da ateşin kendilerini her taraftan saracağı vakittir. Öyle ki onu savmaya güç yetiremezler, acele ettikleri şeyi engelleyecek bir yardımcı da bulamazlar.

40

Aksine o kıyamet,

kendilerine ansızın gelir ki, onları şaşırtır. Cenabı Allah ölüm ve kıyametin vaktini bildirmemiştir. Zira bunların vakti gizlendiği için insan daha tedbirli, daha titiz ve âhirete hazırlıklı olmaya daha yakın olur.

Artık onu ne geri çevirebilirler, o'ndan murat ya azaptır, ya ateştir, ya da kıyamettir

ne de kendilerine mühlet verilir. Yani, göz açıp kapayacak kadar bir zaman da olsa dinlenmeleri için kendilerine mühlet verilmez. Veya mazerette bulunmaları için bırakılmazlar, ya da ne kendilerine bakılır, ne de yalvarışlarına bakılır.

41

Yemin olsun, senden önceki peygamberlerle de alay edildi. Bunda müşriklerin istihzalarından dolayı Allah'ın Rasûlü için teselli vardır. Yani. Allah'a yemin olsun ki, senin kavminin seninle alay ettikleri gibi, senden önce geçen birçok büyük peygamberle de alay edilmişti. Onlarsa buna sabrettiler.

Ama alay edenleri, kendisiyle alaya aldıkları şey kuşatıverdi. Yani, alaylarını müteakip acele ettikleri azap, kendilerini kuşatıverdi. Bu, peygamberi eriyle alay edenleri, o alaya aklıkları şeyin kuşattığı gibi, müşrikleri de kuşatacağı konusunda, peygamberimiz için bu bir vaaddir.

42

Ey Rasülüm Muhammed! Alay edenlere kınama yoluyla

de ki: 'Sizi gece ve gündüz Rahman'dan yani, gece yahut gündüz, gelmesini hakettikleri Allah'ın azabından şayet Allah size azab etmek isterse

kim koruyabilir?' Kim himaye edebilir? Yani O'ndan başka, azabından kimse sizi koruyamaz.

Buna rağmen onlar, Ra bierin in zikrinden yüz çevirirler. Allah'tan korkmak ve kendilerine verdiği güven ve rahatlık gibi içinde bulundukları nimetleri saymak şöyle dursun Allah'ı anmayı bile akıllarına getirmezler. Ki onlara bu tür soru sorulsun. Bunun anlamı, onları bırak böyle bir soru sorma, çünkü bunlar, Allah'ın zikrinden yüz çevirmiş olmaları sebebiyle böyle bir soruya ehil olacak kişiler değildir, demektir.

43

Yoksa kendilerini Bize karşı koruyacak tanrılar mı var? Yani, onlar için kendilerini azaptan koruyacak, bir takım ilâhlar var da bunlara mı güveniyorlar? Hayır, öyle bir şeyleri yoktur.

Onlar, kendilerine bile yardım edemezler. Katımızdan da dostluk görmezler. Yani onların kendilerine yardım etmeye güçleri yoktur. Tarafımızdan herhangi bir yardımla da korunmazlar. Ayrıca dostlarımızda bulunan seki net (iç huzuru), rahat, rahmet ve kolaylık gibi güzel vasıflardan hiçbiri de kendilerinde yoktur. Böyle olunca başkalarına yardımda bulunmaları nasıl düşünülebilir?

"Katımızdan da dostluk görmezler"m manası İbni Abbas'a göre: ”Ne de Bizden korunabilirler" demektir.

44

Doğrusu Biz, hem bunları hem de atalarını bolluk içinde yaşattık. Yani, refah ve bolluk içinde yaşadılar.

Nihayet kendilerine ömür uzun geldi. Buna aldandılar. Bu refah ve bolluk içinde hayatlarının sürüp gideceğini, bir yenilgi görmeyeceklerini zannettiler.

Oysa onlar, Bizini yerküreye gelip onu uçlarından kâfirlerin yaşadığı topraklara Müslümanlara o toprakları istilâ ettinnek suretiyle

eksilttiğimizi görmüyorlar mı? (6) Görmek için bakmıyorlar mı? Onlar Bizim azabımızdan kurtul abi lecek le ri ni nasıl düşünüyorlar? Bu. Allah'ın, kâfirlerin yurtlarını Müslümanların eliyle harap ederek dar'ul-islâm'a ilâve etmesinin bir temsili ve tasviridir.

Buna rağmen Allah'ın Rasûlüne ve mü'minlere

üstün gelen onlar mı? Geçen şeylerin zuhurundan ve onları gördükten sonra galip olmaları zannedilir mi? Yani, galip olan Allah'tır; mağlup olan da şüphesiz ki onlardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”...Ve şüphesiz Bizim askerlerimiz, galip geleceklerin ta kendileridir." (Saffat: 173) Yani, mağlupmuş gibi görünseler de.... demektir. Çünkü, galibiyet Allah'ındır. Görmez misin ki Yüce Allah. Müslümanları müşrik Arapların tümüne galip getirmiş, doğu ve batı ülkelerini fethetmişler. Kisraların imparatorluklarını parçalamışlar, hazinelerini ele geçirmişler, dünyaya hakim olmuşlardır. Bazı vakitlerde yenilmeleri şeklinde görülen şeylerse mihnet ve güzel bir imtihandır. Bu sebeple Müslümana, Allah'ın vaadine güvenmesi, bundan emin olması ve cihad için zaafa düşmemesi gerekir. Çünkü himmet ve gayretle dağlar yerinden oynar.

45

De ki: 'Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum' Yani, benim işim ancak Kur'an'dan bana vahy edilenle, acele ettiğiniz şeyden sizi korkutmaktır.

Ama sağırlar, uyarıldıkları zaman imana

çağrıyı işitmezler. Bunlar duyu organları sağlam olduğu halde sağırlara benzetilmiştir. Çünkü Allah'ın âyetlerinden bir uyarı duydukları zaman, kulakları hıfz etmez. Böylece uyarıyı duymanın bir faydası olmayacağı için bunların durumu, işitme duygularını kaybetmiş, konuşulanları duymayan kimselerin hali gibidir. Ayette onların sağır oldukları belirtildikten sonra bir de, uyarı olsun, müjde olsun, sözü işitmeyeceklerinin ifade edilmesi, onların sağırlıklarının son derece şiddetli olduğunu bildirmek içindir.

46

Yemin olsun, onlara Rabbinin azabından bir esinti dokunsa: yani, vallahi, kendilerine Allah'ın uyarmış olduğu azabından, en basit bir şey gelse dehşet ve hayretlerinden

'Eyvah bize, biz gerçekten zalimlermişiz', derler. Yani, kendilerinin helak olmaları için dua ederler. Sağırmış gibi oldukları ve dinlemekten yüz çevirdikleri zamanki davranışlarını itiraf ederler.

Bunda gaflet ve şekavet ehlinin kendilerine Allah'ın azabının eserlerinden bir eser dokunmadıkça uyanmayacaklarına dair bir işaret vardır. Çünkü insanlar, uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar. Bundan dolayı suçlarını itiraf ettiler ve zalim olmalarına sebep olan şeyden dolayı kendilerinin mahvu perişan olduklarını bildirir feryada başladılar. Çünkü -ister kendine olsun, ister başkasına- zulüm, ceza ve azap getirir, nimetleri yok eder. Bu sebeple mü'min, azap ve ceza gerektiren şeylerden kaçınmalı, necat ve rahmet kapısına gelmelidir. Bu da ancak nefisle mücahede etmek, nevaya galip olmak ve tâat ve takva yolunu seçmekle elde edilir.

47

Biz kıyamet günü için yani, kıyamet gününü ceza ve mükâfat vermek için

adalet terazileri kurarız. Yani, amel dosyalarını tartan âdil teraziler koyar ve getiririz. ”Terazi" kelimesinin bazı âyetlerde tekil olarak geçmesi, muhasebeye yani hesaba çekmeye itibar edilmesinden: bazı yerlerde de ”teraziler" şeklinde çoğul olarak geçmesi de kendisine hesap sorulanlara itibar edilmesindendir.

Hiçbir kimse, en basit haklarından bile, herhangi birinde

zulme uğratılmaz. Aksine, -iyi olsun, kötü olsun- her hak sahibinin hakkı tam olarak verilir. Ameli

bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa yani, son derece az ve küçük bir şey de olsa

onu o ameli

getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz. Çünkü, bilgimiz ve adaletimiz dışında kalan bir şey yoktur.

İbni Abbas'a göre ”Hesap gören" kelimesi, bilenler ve koruyanlar anlamında yorumlanmıştır. Çünkü, bir kimse bir şeyi hesap ederse onu bilir ve korur. Bu ifadede, bir sakındınna vardır. Çünkü kendisinden hiçbir şey kaçmayan güçlü bir muhasipten korkulması gerekir.

Şiblî rüyada görüldü, kendisine: ”Allah sana ne yaptı?" denildi. Manzum, olarak şöyle cevap verdi:

Bizi hesaba çektiler son derece incelediler, Sonra da affederek bağışladılar.

İmamı Gazali der ki: ”Mizan haktır. Şöyle ki; Yüce Allah amellerin sahifelerinde, Allah katındaki amellerin derecelerine göre bir tartı yaratır. Böylece kulların amellerinin miktarları kullar için bilinmiş ceza ya da sevabın katlanmasında ilâhî adalet görülmüş olur."

Rivayet edildi ki. Hazret-i Davud (aleyhisselâm) Rabbinden teraziyi kendisine göstermesini istedi. Cenabı Allah ona her kefeyi doğuyla batı arası gibi gösterdi. Bu durum karşısında Hazret-i Davud (aleyhisselâm) bayıldı. Ayıklığı zaman dedi ki: ”Allah'ım! Bunun kefesini iyiliklerle doldurmaya kimin gücü yeter?" Cenabı

Hak da: ”Ey Davud! Ben bir kulumdan razı olduğum zaman kefesini bir hurmayla doldururum," buyurdu. Hadisi şerifte de: ”İki kelime vardır ki dile pek hafiftir, mizanda çok ağır, Allah katında da çok sevgilidir: 'Subhânellâhî vebi hamdihi subhânellâhil azîm'" buyrulmuştur.

48

Yemin olsun Biz, Mûsa'ya ve Harun'a Furkan'ı ve (onunla birlikte) takva sahipleri için bir ışık ve öğüt verdik. Yani, vallahi Biz, ikisine öyle bir kitap verdik ki, bu kitap hakla batılı birbirinden ayıran bir furkan, şaşkınlık ve cehalet karanlıkları içinde kendisiyle aydınlanılan bir ziya ve insanların öğüt ve ibret aldığı bir zikir olma özelliğini kendisinde toplamış bulunmaktadır. Bu özelliklerin hepsinden maksat birdir. O da Tevrat'tır. Takva sahiplerinin özellikle belirtilmesi de Tevrat'ın nurlarıyla aydınlan anların, onların ve manevî zenginliklerinden istifade edenlerin onlar olmasından dolayıdır.

49

O takva sahipleri görmeden Rablerinden yani, O'nu görmedikleri halde azabından

korkarlar. Bu ifadede azaptan uyarıldıkları şeyi görmedikçe, uyarı yoluyla etkilenmediklerinden dolayı kâfirlere kinaye yollu ve kapalı bir kınama vardır.

Kıyametten de titrerler. Âyette kıyamet, ”saat" kelimesiyle gelmiştir. Sâat, kıyametin vaktinin ismidir. Hesabının süratinden dolayı bu isim verilmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: ”...O, hesap görenlerin en süratlisidir" (En'am: 62) buyurulur. Ve yine Allahü teâlâ : ”...Onlar va'd olundukları azabı görecekleri gün sanki günün bir saatinden başka dünyada durmamışa döneceklerdir" (Ahkâf: 35) buyurmuştur ki birincisi kıyamet, ikincisi de zamandan az bir vakittir.

50

İşte bu da yani, Kur'an-ı Kerim de

Bizim Muhammed'e

indirdiğimiz mübarek yani hayır ve yaran çok, kendisiyle berekete ulaşılan mübarek

bir öğüttür. Öğüt almak isteyen ondan öğüt alır.

Şimdi siz bunu mu inkâr ediyorsunuz? Bu, onların inkârı için bir inkârdır ki, kendilerine sanki şöyle denilmiştir: Kur'ân'ın durumunun Tevrat'ın durumu gibi olduğunu bildikten sonra, onun tarafımızdan indirilmiş oluşunu mu inkâr ediyorsunuz?

Bir hadis-i şerifte: ”İçinde Kurandan bir şey olmayan kimse lıarab ob muş eve benzer" (8) buyrulmuştur. Başka bir hadis-i şerifte: ”Evlerinizi mezarlık yapmayınız" (9) buyrulmuştur. Yani, evlerinizi Kur'an okumaktan boş bırakmayın. Çünkü içinde Kur'an okunmayan her ev, Kur'an okumanın ve ibadette bulunmanın olmayışından dolayı mezarlıklara benzer demektir. Allahü teâlâ 'dan Kur'an'ı, kalplerimizin baharı, gam ve kederlerimizden kurtulmamıza vesile kılmasını dileriz.

51

Yemin olsun Biz, İbrahim'e daha önceden yani, Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Harun'a Tevrat'ı vermeden önce

doğru yolu bulma yeteneğini vermiştik. Yani, yüce şanımızın gereği olarak Biz Hazret-i İbrahim Halil (aleyhisselâm)'e ve benzeri büyük peygamberlere lâyık olan, doğru yolu bulma yeteneği, rüşdü, vermiştik.

Biz onu biliyorduk. Yani, verdiğimiz rüşde ve peygamberliğe kendisinin ehil olduğunu bilenlerdendik.

52

Babasına ve kavmine: 'Sizin şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de nedir?' demişti. Yani, hizmetçileri gibi önemle itaat ettiğiniz bu heykeller nedir? demektir. Bu soru, bilinemeziikten gelerek sorulan bir sualdir. Yoksa Hazret-i İbrahim bunun aslının bir taş ya da bir ağaç olduğunu ve kavminin bunları mabut edindiklerini bilmektedir.

Rivayete göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh), satranç oynayan bir gruba uğradı. Onlara bu heykeller nedir? dedi. Hazret-i Ali'nin bu sözünde satranç oynamayı çirkin göstermek vardır. Çünkü Hazret-i Ali, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)’in heykelleri isimlendirdiği kelimeyle satranç taşlarına ad vermiş, böylece bu oyuna önem vermenin, bundan ayrılmamanın putlara tapmak konusuna önem vermek gibi bir şey olacağına işaret etmiştir.

Tavla ve satranç oynamak mekruhtur. Bunlar oyun ve eğlencedir. Eğer bunda kumar varsa, oynamak nas ile haramdır. Eğer kumar yoksa bu bir abesle iştigaldir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: ”Üç oyun dışında mü’minin her oyunu hatıldır. Bunlar: Atını yetiştirmesi, ok atması, ve eşiyle oynamasıdır." (10) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kim satranç ve tavla oynarsa, o kimse elini domuz kanma batırmış gibidir."

53

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), yukardaki sözüyle, sizleri bunlara ibadet etmeye yönelten şey nedir? demek istemişti.

Onlar: 'Biz babalarımızı bunlara tapar bulduk,' Biz de onlara uyarak bunlara ibadet ediyoruz,

dediler. Bu cevap, delil getirmekten âciz olan kimsenin cevabıdır.

54

O da: 'Yemin olsun, siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz' dedi. Yani, Allah'a yemin ederim ki, ey taklitçiler! Hem siz, hem de bu batıl yolu size gösteren atalarınız büyük bir sapıklık ve herkes için apaçık bir hata içindesiniz. Çünkü dayanacak herhangi bir deliliniz yoktur. Kabul edenler ne kadar çok olsa da batıl, asla hak olmaz.

Bunda taklidin yani, başkasının dediğini körükörüne yapmanın, Allah'ın kendilerine isabetli görüş verdiği kimseler müstesna olmak üzere hevâ ve dünyaya tapmakta insanların çoğuna galip geldiğine işaret vardır.

55

Onlar: 'Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen bize karşı

şaka mı ediyorsun?' Söylediğini, ciddi olarak mı, yoksa oyun ve şaka olarak mı söylüyorsun?

dediler. Kendilerinin çoğunlukta güç ve heybetlerinin de zirvede olmasıyla birlikte. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)’in eski dinlerini, şaka ve oyun olarak inkâr ettiğini zannettiler.

Bunda, doğru iman sahibi ve takva ehlinin, dünyayı oyuncak ve dünya ehlini de onunla oynayanlar olarak gördüklerini bildiren ince bir işaret vardır. Nitekim Allahü teâlâ  şöyle buyurur: ” ...Rasûlüm sen ”Allah" de, sonra bırak onları daldıkları batakta oynasınlar. ” (En'am: 91) Bunun gibi dünya ehli, din ehlini oyuncular, dini de oyun ve eğlence olarak görürler.

56

İbrahim: 'Hayır, sizin Rabbiniz yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir. Onları başlangıç olarak, geçmiş bir örnek olmaksızın O yaratmıştır. Yaratılmış olan şeylere nasıl tapıyorsunuz?

Ben de buna yani, hiçbir kimsenin değil, ancak Rabbinizin göklerin ve yerin Rabbi olduğu, konusunda söylediğim söze

şahitlerdenim' yani, gerçek olarak bilenlerdenim. İddialarında şaka yapanlardan değil, aksine ifadesiyle dava kesinleşen şahit gibi davalarının aleyhine kesin deliller getirenlerdenim

dedi.

57

'Allah'a yemin ederim ki, siz onlara ibadetten bayramınıza

dönüp gittikten sonra putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım' onları kırmak için çalışacağım

(dedi.) Bunda, bu işi yapmanın zorluğunu ve bir takım hileler kullanmağa bağlı olduğunu bildirmek vardır. Bu da sözde genişlik kabilindendir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)’in kavmi, putların şuurlu olduklarını ve kendilerine zarar verebileceklerini iddia ediyorlardı. Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm), bu sözünü, onların iddialarına dayanarak söylemişti.

Âyetten maksat, putlarınızla ilgili olarak size tuzak kuracağım, demektir de denilmiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) o işle, kavmini gam ve kedere düşürmüştür.

58

Sonunda kavmi gidince

onları paramparça etti. Ancak kendisine müracaat etmeleri için onların büyüğüne dokunmadı. Putların büyüğünü kimi adı, olduğu gibi bıraktı. Baltayı boynuna astı. Putun büyüklüğü ise, ya tazim etmelerinden ya da yapılışından, veya her ikisinden ileri gelmektedir. Ona müracaat etmelerinden maksat da, onları kıranın kim olduğunu sormaları içindir. Çünkü mabudun şanından biri de, müşkillerin halledilmesi için kendisine müracaat edilmesidir. Böylece, Hazret-i İbrahim onları hafife almış ve kınamıştır.

"Kendisine müracaat etmeleri için" âyetindeki zamirden maksat Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de olabilir. O takdirde, dinlerini inkâr etmek, ilâhlarına dil uzatmak ve onlara düşmanlıkta şöhret bulduğu için kendisine dönsünler, o da onlara: ”Hayır, onu, şu büyükleri yapmıştır" sözüyle tartışmaya girerek onları yenilgiye uğratsın, kınasın.

59

Bayramlarından dönüp putlara yapılanları görünce:

'Bunu, bizim ilâhlarımıza kim yaptı? Buradaki soru, inkâr ve kınamak içindir. Putları önlerinde olduğu halde, bunlara demeyip de bizim ilâhlarımıza demeleri de çirkinlikte mübalağa içindir.

Kendisini yok oluşa götürdüğü için

şüphesiz o zalimlerdendir' dediler.

60

Onlardan bazıları, bunu bizim ilâhlarımıza kim yapmıştır, diyenlere cevap vererek: Başkalarından,

'onları kötülükle

diline dolayan ve ayıplayan

bir genç duymuştuk. Belki onu, o yapmış olabilir.

Kendisine İbrahim dendirmiş,' yani, bu isimle anılır

dediler.

61

Soranlar ya da zalim Nemrut ve kavminin ileri gelenleri, kendi aralarında:

'O halde, onu açıkça

insanların gözleri önüne, gözleriyle görebilecekleri şekilde

getirin. Belki yani, onlardan bazıları, yaptığı işe ya da söylediği söze

şahitlik ederler,' böylece onu delilsiz cezalandırmamış oluruz

dediler.

62

Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm)’i getirdiler. Onlardan bir kısmı, aleyhinde şahitlik yapınca, kendisini kınayarak:

'Bunu yani, kuma işini

ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?' dediler.

63

Hazret-i İbrahim kırmadığı putu göstererek:

'Hayır, onu şu büyükleri yapmıştır. Kendisi büyük olduğu halde, bu küçüklere kendisiyle beraber ibadet edilmesinden öfkelenmiştir.

Eğer konuşabilirlerse onu kimin yaptığını haber vermeleri için kendilerine

bir sorun!' dedi. Hadis-i Şerifte: ”ibrahim (aleyhisselâm), ancak üç yalan söylemiştir, ikisi Allah'ın zatı hakkında, üçüncüsü de ”ben hastayım" sözüdür. ” buyurulmuştur. Üstü kapalı sözler, şeklen, yalana benzediği için bu kabil sözlere, yalan ismi verilmiştir. Yoksa açık yalan, büyük günahtır. Peygamberlerse bundan masumdurlar. ”Hayır, onu şu büyükleri yapmıştır" âyetinde ise, kötülüğü kendisinden uzaklaştırmaya gücü yetmeyen kimse onu başkasından nasıl uzaklaştı rabilir? Böyle bir şey, nasıl ilâh olabilir? anlamında bir mesaj vardır.

Şeyh İzzüddin b. Abdüsselâm şöyle der: ”Söz maksatlara vesiledir. Hem doğru söylemek ile hem de yalanla ulaşılan her güzel maksat için, doğru söylemeyi terk ederek yalan söylemek haramdır. Eğer ona yalnız yalan söylemekle erişilirse -eğer istenen şey mubahsa- bunda yalan söylemek mubah olur. Eğer elde edilmesi istenen şey vacip ise yalan söylemek vacib olur. Kaidesi budur."

Denildi ki: ”Babası İbrahim'e bizimle beraber bayramımıza çıksaydın dinimizi beğenmiş olurdun," deyince İbrahim (aleyhisselâm) onlarla beraber çıktı. Giderken bir yerde kendisini yere atarak: ”Ben hastayım," dedi. Yani, kalbim sizin küfrünüz sebebiyle hastadır demek istedi. Bayrama çıktıkları zaman hastalardan başka şehirde kimse bırakmazlardı. İbrahim (aleyhisselâm), putları kırmaya karar verince, bayramdan önce göğe bakarak: ”Yarın hasta olacağımı görüyorum," dedi ve başı bezle sarılı olarak sabahladı. Kavmi bayram yerine çıktı. Ondan başka şehirde kimse kalmamıştı.

İşte Hazret-i İbrahim’in üç yalanının biri bu idi. Diğeri, putlarını kıranın büyük put olduğunu söylemesidir. İbrahim (aleyhisselâm)’in üç yalanından biri de zevcesi Sâre hakkındadır. Şöyle ki, karısıyla beraber Ürdün'e geldikleri zaman orada gaddar bir kral vardı. Sâre de insanların en güzeliydi. İbrahim (aleyhisselâm), ona dedi ki: ”Bu gaddar kral, senin benim karım olduğunu bilirse, seni elimden alır, onun için krala İslâm'da kardeşim olduğunu kastederek, benim kardeşim olduğunu söyle. Çünkü yer yüzünde senden ve benden başka Müslüman olduğunu bilmiyorum." Kralın toprağına girdikleri zaman onun adamlarından biri Sâre'yi görünce krala dedi ki: ”Senin memleketine öyle bir kadın geldi ki, senden başkasına yakışmaz." Bunun üzerine adam göndererek Sâre'yi getirtti. Bu arada İbrahim (aleyhisselâm), karısını Allah'ın koruması için namaza ve duaya başladı. Sâre, yanına girince kralın hoşuna gitti. Çok beğenmişti, ona elini uzattı, ama Yüce Allah, elini kuruluverdi. Sâre'ye: ”Allah'a duâ et de elimi salıversin. Sana zarar vermeyeceğim," dedi. Sâre duâ etti, eli iyileşti. Fakat sözünde durmayıp elini yine Sâre'ye uzattı ve Allahü teâlâ  yine elini kurutu verdi. Bu durum, birkaç kez takrarlandı. Sonunda Sâre'yi getiren adamı çağırarak: ”Bunu al! Benim memleketimden çıkar," dedi ve Sâre'ye Hâcer’i hediye etti. Hâcer son derece güzel bir cariye idi. Bunu Sâre, İbrahim (aleyhisselâm)'e hediye etti. Hacer de ondan İsmail (aleyhisselâm)’i doğurdu.

64

Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönerek yani, akıllarına dönerek, zararı kendisinden uzaklaştırmaya, kendilerini kıran kimseye zarar vermeye gücü yetmeyen şeylerin başkasının üzerinden zararı uzaklaştırmaya, ya da ona bir yarar sağlamaya güç yetirmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla, bunların tapı imaya lâyık olamayacaklarını kendi aralarında konuştular ve:

'Doğrusu asıl haksız olan sizlersiniz.' Onları kıran değil

dediler.

65

Sonra yine eski inanç ve tartışmalarına dönerek: Yani, önceki konuşma ve tartışmalarıyla doğruyu bulduktan sonra yeniden eski durumlarına döndüler. Yüce Allah, İbrahim (aleyhisselâm)’in kavminin batıla dönüşünü, bir şeyin altının üstüne dönüşüne benzetti. Araplar, hasta iyileştikten sonra tekrar eski haline dönmesine de bu kelimeyi ”nekese" kullanırlar. Neks, bir şeyi ters çevirmek, sonunu önüne döndürmek demektir.

Bu âyette akim, her ne kadar iyiyi kötüyü bilecek ve Hakla batılı birbirinden ayıracak özellikte olsa da Allah'ın nurundan bir destek olmadıkça, kendisi için elverişli olanı seçmeye ve kötülükten kaçınmaya gücünün yetmeyeceğine, dolayısıyla şaşkına döneceğine işaret vardır. Nemrut'un kavminin burada anlatılan durumları gibi. Çünkü eski inançlarına dönerek hakkı bulmada başarılı olamadılar. Dolayısıyla hakkı bilmelerinin kendilerine bir faydası olmadı.

'Yemin olsun ki, bunların konuşamayacağını sen de bilirsin' (dediler.) Yani, biliyorsun ki, ey İbrahim! Konuşmak, bunların yapacağı iş değildir. Dolayısıyla onlardan sonu ami zı bizden nasıl istersin? dediler. Böylece bu sözle şaşkınlıklarını itiraf etmiş oldular.

66

İbrahim:, onları kınamak kastıyla:

'O hakle, bunları bildiğiniz halde

Allah'ı bırakıp da yani, O'na ibadeti terkederek

size hiçbir fayda, kendilerine ibadet ettiğiniz takdirde bir yarar veremeyecek

ve ibadet etmediğiniz takdirde de bir

zarar veremeyecek olan şeylere (hâlâ) tapacak mısınız?' dedi.

67

'Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yuh olsun! Yani, Allah'tan başkalarına tapmanız ne kötü, ne çirkin bir şeydir, demektir. Hazret-i İbrahim’in, onların apaçık batılda ısrar etmelerine canı sıkılınca bu sözü söylemiştir. ”Üf, insanın canı sıkıldığı zaman söylenen ve ”canım sıkılıyor" anlamında isim-fiildir.

Siz aklınızı başınıza almayacak mısınız?' Çıldırdınız mı, yaptığınız şeyin çirkinliğini bilmiyor musunuz?

İbni Atfı şöyle der: ”Allahü teâlâ  kullarını kendisine çağırdı ve 'Allah'ı bırakıp da size hiçbir şeyle yarar ve zarar veremeyecek şeylere mi tapıyorsunuz? Hem size, hem de Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız' sözüyle onların alâkalarını kendisinin dışında olanlardan kesmiştir. Senin gibi âciz birisine nasıl itimat ediyorsun? Dönüş, kendisine olan, zarar ve yarar kendi elinde bulunana it im ad etmiyorsun."

Hamdûn el-Gassâr da şöyle der: ”Yaratığın, yaratıktan yardım istemesi, hapiste olan birinin yine hapiste olan birinden yardım istemesi gibidir."

Büyüklerden biri de şöyle demiştir: ”Senin Allah'tan başkasından istemen, O'ndan uzak olduğundandır. Çünkü sen kalbinle O'nunla beraber olsaydın, O'ndan başkasına herhangi bir yöneliş olmazdı. Allah'tan başka her şey bâtıla dalış ve eğlencedir. Böyle şeylere sarılmak yalandır. Bu sebeple her şeyi bir tarafa bırak ve Allah'a sarıl ki, O'nu, her sıkıntıda yardımcı ve imdada yetişiri bulasın."

Rivayet edilir ki: ”Habib Acemi'nin karısı, ısrarla kocası Habib Acemiye rızıklarının bollaşması için ücretle bir işte çalışmasını söyler. Habib Acemî, evinden çıkarak bir yerde geceye kadar ibadet eder. Yanında bir şey olmadığı halde evine döner. Karısı kendisine sorunca der ki: 'Değerli bir kimsenin işinde çalıştım ve ücret istemekten utandım.' Aradan üç gün geçince karısı Habib Acemî'ye: 'Artık ücretini iste ya da başka yerde çalış, yoksa beni boşa' der. Bunun üzerine Habib Acemi, evinden çıkar, yine akşama kadar Rabbi ne ibâdet eder. Evine döndüğü zaman yemek kokusu bulur. Karısını da sevinçli görür. Karısı der ki: işinde çalıştığın kimse bize çok şeylerle birlikte bir kese altın gönderdi.' Bu durum karşısında Habib, ağlamaya başlar ve şöyle der: 'O kerîm olan Allah'tan gelmiştir.' Kadın bunu duyunca tevbe eder ve bir daha böyle bir şey yapmamaya da yemin eder."

Bu hikâyede birçok faydalar vardır:

Bunlardan biri, ücretle çalışmak meşru olsa da, ancak Habib, Allah'a ibadet ve taatı seçmiş, Allah da ona istediğini vermiştir. Nitekim Hadis-i Kudsîde de şöyle buyurdu: ”Kimi, beni zikretmesi benden bir şey istemekten kendisini meşgul eder alıkoy ar sa, ona isteyenlere verdiğimin en iyisini, en üstününü veririm. ” (14)

Bunlardan biri de sabrın, bir müddet sonra olsa da selâmete iletici oluşudur. Bu sebeple sabretmek ve sabırsızlığı terketmek lâzımdır.

Onlardan biri de o kadın, durumu anlayarak hemen Allah'a tevbe etmiş, kanaati seçmiş, ibadet ve taata kendisini yöneltmiştir. Çünkü delil ve işareti gördükten sonra kim Allah'tan yüz çevirirse şüphesiz ki kendisine hiyanet ve ihanet etmiş olur. Görmez misin ki, İbrahim (aleyhisselâm)’in kavmi gerçekleri gördükleri halde küfürde ısrara, ağaçtan ve taştan yapılmış putlara ibadet etmeye döndüler. Bu sebeple de Allah, onları helak etti.

68

Tartışmaktan âciz kaldıkları zaman cezaların en şiddetlisi olan ateşle yakmak için birleştiler. Birbirlerine:

'Eğer bir iş yapacaksanız, paramparça olmuş ilâhlarınızın intikamını almak istiyorsanız

onu yakın da intikamlarını almakla

ilâhlarınıza yardım edin,' dediler. Kanıt karşısında yenilmiş, çaresiz insanların işleri böyledir. Ne zaman kesin kanıtlarla şüphesi yok edilir ve kendisi de mat olursa, düşmanca tavır almaktan başka yapacağı bir şey kalmaz.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)’i yakmaları konusundaki hikâye şöyle cereyan eder: Nemrut ve kavmi İbrahim (aleyhisselâm)’i yakmak için birleşince onu bir eve hapsederler. Altmış arşın yüksekliğinde ağıla benzer çok geniş alana sahip bir duvar inşa ederler. Daha sonra orayı, odunla doldurdular. Öyle ki, hasta kişiler bile, odun satın alarak oraya konulmasını vasiyet ediyorlardı. Hasta kadınlar, Allah bana şifa verirse, İbrahim için bir çok odun toplayacağım, diyorlardı. Daha sonra, odunları yedi gün yaktılar. Ateş tutuşunca, hava öyle bir hale geldi ki, hararetin şiddetinden göğün en uzak tarafında uçan kuş yanardı.

Denir ki, ateşe yaklaşmaya güçleri yetmediğinden dolayı İbrahim’i ona nasıl atacaklarını bilmiyorlardı. Derken iblis, yaşlı bir marangoz şeklinde geldi ve onlara mancınık yaptı. Onu, bir dağ başına kurdular. Sonra İbrahim’i alarak bağlı olduğu halde mancınığın kefesine koydular. İbrahim’in ümidi, halktan tamamen kesilmişti. Sadece Allah'a yönelmiş ve kendisini O'na teslim etmişti. Öyle ki, Cibril (aleyhisselâm) İbrahim'e havada yetişti, kendisine: ”Bir dileğin var mı?" dedi. İbrahim: ”Sende bitecekse, bir dileğim yoktur," dedi. Cibril: ”Öyleyse Rabbinden iste," dedi. O da: ”Rabbimin halimi bilmesi bana yeter. İstemeye gerek yok," dedi. Böylece durumunu arzetmedi. Derken şu buyruğuyla Allah'ın yardımı İbrahim'e yetişti:

69

Biz de: 'Ey ateş! İbrahim'e serin ve esenlik ol,' dedik. Ey ateş! hararetini serinliğe, serinliğini de esenliğe çevir, dedik. Ateşte bulunan hararet ve yakma özelliği hemen kayboldu. Sadece aydınlık ve parlaklığı kaldı.

İşte bu, eşi ve benzeri görülmemiş mucizelerdendir. Çünkü, bunda âdetlere aykırı bir şey vardır. Eğer, ”ala İbrahim'e" demeseydi, ateş, bütün yaratıklara devamlı soğutucu, soğuk ve üşütücü olarak kalacaktı. Eğer ”herden" sözünden sonra, ”selâmen" demeseydi, İbrahim, onun soğuğundan ölürdü.

Cebrail, cennet ipeğinden bir gömlek getirerek ona giydirdi. İbrahim (aleyhisselâm) dedi ki: ”Rabbinin, ateşin, dostlarıma zarar vermez, dediğini bilmez misin?" Daha sonra Nemrut, köşkünden bakarak İbrahim'e şöyle dedi: ”Oradan çıkabilir misin?" İbrahim: ”Evet." dedi. Nemrut: ”Kalk ve çık," dedi. İbrahim kalktı, yürüyerek çıktı. Nemrut. İbrahim’i karşılayarak izzet ve ikramda bulundu ve kendisine: ”Rabbinin sana yaptığı muamelede, kendisinde gördüğüm kudret ve izzetinden dolayı O'na 4000 sığır kurban keseceğim," dedi. İbrahim dedi ki: ”Şu dininde kaldıkça Allah, senden kabul etmez."

Allah. İbrahim’i niçin ateşle imtihan etti? dersen, derim ki: Her Peygamber, zamanının halkına uygun mucize getirmişti. O zamanın halkı ise büyük bir unsur olduğuna, zarar ve yarar verebileceklerine inanarak, ateşe, güneşe ve yıldızlara tapıyorlardı. Böylece Allah, onlara güneşin, yıldızların ve ateşin gerçeğini, bunların Yüce Allah'ın üstün kudreti gereğince bilinen tesirleri yapabildiklerini ve Allah'ın izni dışında hiçbir etki ve tesirlerinin olamayacağını, göstermiş oldu.

Şöyle de denmiştir: ”Allah onu ateşle imtihan etti. Çünkü, her insan, tehlikeli şeylerden korkar. Nitekim Hazret-i Musâya: 'Korkma! Biz, onu eski haline çevireceğiz, denildi.' (Tâhâ: 21) Böylece Allahü teâlâ, kendisinin izni olmadıkça, şiddetli yakıcı da görülse, ona, ateşin hiçbir şeye zarar veremeyeceğini, göstermiş oldu. Bunun içindir ki yakıcı olan ateşi serin, selâmet ve üstün bir mucize kılmasıyla, birbirine zıt olan şeyleri bir arada bulundurduğunu göstermiştir."

70

Onlar İbrahim'e zarar vermek için büyük

bir tuzak kurmak istediler. Biz de asıl kendilerini hüsranın en beterine uğrattık.Her hüsrandan daha beter bir hüsrana soktuk. Şöyle ki. Hakkın nurunu söndürme hususundaki gayretleri, İbrahim’in hak, düşmanlarının da batıl üzerinde olduğuna, İbrahim (aleyhisselâm)’in derecesinin yükselmesine, ötekilerinse en şiddetli azabı hak ettiklerine kesin bir delil olarak donuverdi.

71

Onu yani, İbrahim’i yanmaktan ve Nemrud'un şerrinden

ve Lût'u kurtarıp da muhacir olarak

âlemlere bereketli kıldığımız bir yere yani, İrak'tan Şam'a

getirdik. Lût, İbrahim (aleyhisselâm)’in Hârân isimli kardeşinin oğludur.

Hazret-i İbrahim'le Nemrud'un olayı, Irak topraklarından Babil hududunda ”Kûsâ" denilen yerde meydana gelmişti. Allah, Hazret-i ibrahim’i, o yerden kurtararak bereketli Şam toprağına çıkardı. Daha önce de Lût (aleyhisselâm), peygamber İbrahim (aleyhisselâm)'e iman etmişti. Lût'un babası Hârân ile İbrahim (aleyhisselâm), iki kardeşti. İbrahim (aleyhisselâm)’in amcasının kızı olan Sâre de yine önceden iman etmişti. İbrahim (aleyhisselâm), yanında Lût ve Sâre olduğu halde dinini yaşayabilmek ve güven içinde Rabbine ibadet etmek maksadıyla Kûsâ'dan hareket etti. Gayesi Rabbinin rızasını kazanmaktı. Harran'a vardı. Orada Allah'ın dilediği kadar kaldı. Daha sonra oradan da ayrılarak Filistin'e ulaştı. Bir süre sonra ordan da ayrılarak Mısır'a geldi. Daha sonra ordan da çıkarak Şam'a döndü. Lût ise, ”Mü'tefike" denilen yere gitti. Allahü teâlâ, onu, oranın halkına peygamber olarak gönderdi.

Allah'ın Rasûlünden şöyle rivayet edilir: ”Bir hicretten (göçten) sonra, bir hicret daha görülecektir. Yer yüzünün en iyi insanları, ibrahim (aleyhisselâm)’in hicret ettiği yere hicret edenlerdir." Hadisi Şeriften maksat, insanları, orada ikamet etmeleri için teşvik etmektir. Yine bir hadiste: ”Şam, Allah'ın beldeleri arasında en iyisidir. Oraya kullarından en iyilerini getirir."m buyrulmuştur.

72

O'na yani, İbrahim'e, belirtilen bereketli yere geldikten sonra Sâre'den oğlu

İshak'ı bağışladık. Ayrıca

buna ilâve olarak yani, oğlunun oğlu olarak

Yakub'u da ihsan ettik. ”Buna ilâve olarak" diye belirtilmesinin sebebi, istediğinden fazla olarak verildiği içindir.

Her birini yani, bu dört kişiden her birini, din ve dünyada, iyi şeyler için başarılı kılmak suretiyle

Sâlih kişiler kıldık. Onlar da böylece kâmil kimseler oldular.

73

Onları, kendilerine olan

enirimiz ve kendilerini peygamber olarak gönderişimiz

uyarınca milletlerine hakkı ve

doğru yolu gösteren, din işlerinde, kendilerine uyulan

önderler yaptık. Yine

kendilerine milletlerini hayra teşvik etmeleri, böylece yaptıkları işi ilimle birleştirmek suretiyle olgunluklarının tamamlanması için

iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar, başkasına değil

yalnız Bize ibadet ediyorlardı. Hatırlarına, Bize ibadet etmekten başka bir şey gelmiyordu ibâdet, alçakgönüllülüğün son noktasıdır. Yüce Allah, ihlâslı kimselere âyette açıkça, diğerlerine de işaretle tenbihte bulunmuştur:

Birincisi, yani ihlâslı kimseler mutlak kuldur. İkincisi ise, nevasının ve dünyasının kuludur. Hadis-i Şerifte: ”Dirhemin kulu helak oldu. Dinarın kulu helak oldu." buyrulmuştur.

Muâz bin Yahya da şöyle der: ”İnsanlar üç sınıftır:

Birincisi: Kendisini âhireti, dünyada geçimlik kazanmasından meşgul ettiği, alıkoyduğu kişidir.

İkincisi: Kendisini geçimliğinin âhiretinden meşgul ettiği alıkoyduğu kişidir.

Üçüncüsü: Her ikisiyle de meşgul olan kişidir. Birincisi âbkllerin; ikincisi helak olanların, üçüncüsü kendilerini tehlikeye atanların derecesidir ki, bu kendilerini tehlikeye atanlar, ya kurtulurlar, ya da şaki ve pişman olurlar.

74

Lût'a da hüküm ve ilim, hakiki hikmet ve Hakk'a düşman olanların arasında ona üstünlük ve fazilet

verdik.

Fakir der ki, ”hüküm"den maksat, hikmettir. Nitekim Allahü teâlâ 'nın, Hazret-i Yahya (aleyhisselâm) hakkındaki şu sözü bunu gösterir: ”Biz ona sahi iken hüküm verdik." (Meryem: 12) ”Burada hükümden maksat Allahü teâlâ 'dan ona verilen bir anlayıştır. Hazret-i Davud (aleyhisselâm) hakkındaki: ”Allah ona mülk ve hikmet verdi ve dilediği şeyden ona öğretti. ” (Bakara: 251) âyetinden ise, mülk, hikmet ve ilim arasında fark olduğu anlaşılmaktadır. Böylece âyetteki ”ve ilmen" sözünün anlamı, din işleriyle ve hukuk kurallarıyla ilgili olan, yararlı ilim, demek olur.

Kendisini, çirkin işler yapan kentten de kurtardık. ”Çirkin işle r"ûen maksat, çirkinlik ve kötülük bakımından iğrenç olan şeydir. Burada bundan maksat, homoseksüelliktir. ”Kentten" maksat da, üstü, altına getirilen Mü'tefike'deki yedi şehrin en büyüğü Sedum'dur.

Gerçekten onlar, yoldan çıkan kötü, küfür ve isyana derinlemesine dalmış ve bunlarda çok ileri gitmiş

bir kavimdi.

er-Râgıb der ki: ”Sû"': İnsanı üzen din ve dünya ile ilgili bütün işler, nefis ve bedenle ilgili bütün haller demektir. Meselâ malının yok olması, dostunu kaybetmesi gibi. Kötü ve çirkin olan her şeye de ”sû"' denir. Karşıtı güzellik anlamındaki ”hüsn" dür.

75

Biz Lût'u rahmetimize özel olarak rahmet ettiklerimizin arasına

kattık. Şüphesiz ki o, kendilerini en güzel mutlulukların beklediği

sahillerdendir. ”Rahmet" özel ve genel olmak üzere ki kısımdır: Genel olan rahmet, her iyi ve kötüye ulaşır. Çünkü Allah: ”...Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır..." (A'raf: 156) büyümüştür. Özel olan rahmet ise, ancak havas (=Allahın sevdiği kullar) için olur. O da, rahmete girmektir. Rahmete girmek ise, Allah'ın dilemesine ve güzel bir şekilde hazırlanmağa bağlıdır. Bunun için ”Şüphesiz ki o, sâlifilerdendir." Yani, rahmetimizin feyzini kabul ve ona girmek için hazırlananlardandır, buyurdu. Aynı zamanda bu, vuslat (=Allahm rızasına ulaşma) makamına bir işarettir.

76

Nuh'u da an, o da bunlardan önce, yani bu zikredilenlerden daha önce, kavminin helak olması için

Bize yalvarmıştı. Biz de onun, ”ben, yenildim, bana yardım et." (Kamer: 10) şeklindeki

duasını kabul edip onu ve ailesini kavminin eziyetinden dolayı içinde bulundukları

büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.

77

Baştan sona

âyetlerimizi yalanlayan millete karşı, öç almak ve muzaffer olmasını sağlamak için

ona yardım ettik. Gerçekten onlar, fena bir kavim idiler. Allah'ın itaatinden çıkmış çok kötü bir kavim idiler.

Biz de onların hepsini boğuverdik. Çünkü bir kavimde yalanlama konusunda ısrar, şer ve kötülükte aşırı gitmek varsa, Cenabı Hak onları muhakkak helak eder.

İyi bil ki duâ, Allah'ın izniyle, peygamberler ve velilerde olduğu gibi, samimi ve ihlâslı bir kalple olursa, kabul edilir, Allah katında makbul olur.

78

Davud ile Süleyman'ı da an. Hani onlar bir ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Hani milletin koyunları o ekin içine yayılmıştı. Kavmin koyunları geceleyin çobansız oraya girmiş ve yayılarak ekinleri tahrip etmişti.

Biz de onların hükmüne, hüküm verenlerin hükmüne ve kendilerinin huzurunda mahkeme olanlara

şahittik. İlmimizle onlarla beraber hazır idik ve ancak Bizim irşadımızla hüküm veriyorlardı.

79

Biz, onu yani, Hazret-i Davud'un verdiği hükmü

Süleyman'a öğretmiştik. O zaman, kendisi küçüktü, on bir yaşındaydı. Hazret-i Davud ise büyüktü, peygamberdi. Yalnız Süleyman'a değil

her birine bir hüküm ve ilim verdik. Teyidimizle ilim ve hikmete uygun olarak her birinin hüküm vermesi ve ictihad işinin sağlıklı gerçekleşmesi için her iki peygambere de hüküm ve ilim verdik. Her ikisinin hükmü de şer'î bir hükümdür. İşte bu müctehidin, müctehid olarak hata edebileceğini gösterir.

Rivayet edilir ki: Hazret-i Davud (aleyhisselâm)ün huzuruna iki kişi girdi. Biri yanındakini göstererek şöyle dedi: ”Bunun koyunları, geceleyin, benim tarlama girerek ekinleri tahrip etti." Hazret-i Davud (aleyhisselâm), ekinlerin değeriyle koyunların değeri arasında bir fark olmadığından dolayı koyunların kendisine verilmesine karar verdi. Her ikisi de oradan ayırlarak Süleyman (aleyhisselâm)'a uğradılar ve durumu ona bildirdiler. O da dedi ki: ”Bu hükümden başkası, iki taraf hakkında da daha hayırlı olurdu." Hazret-i Davud (aleyhisselâm), bunu işitti ve Süleyman'ı çağırarak: ”İki taraf hakkında hayırlı olan nedir, bana söyler misin?" dedi. O da: ”Sütü, nesli ve yünüyle yararlanması için koyunları toprak sahibine venneni, tarlayı da evvelki haline dönerek biçilecek hale gelinceye kadar koyun sahihlerine vermeni uygun görüyorum," dedi.

Hazret-i Davud verdiği hükümden geri döndü ve: ”Karar, senin verdiğin karardır," diyerek hükmü yerine getirdi.

Bu da gösteriyor ki, her ikisinin vermiş olduğu karar, ictihadladır. İçtihad ise, müctehidin şer'î bir hüküm hakkında kendisinde bir kanaat meydana gelmesi için olanca ilmî ve fikrî gayretini göstermesidir. Bu da peygamberler için caizdir. Ancak onlar hatada karar kılmazlar, hatada devam etmezler. Hadis-i Şerifte: ”Hâkim, hükmettiği zaman ictihad eder ve içtihadında isabet ederse, ona iki ecir vardır. Hükmettiği zaman ictihad eder ve fakat içtihadında hata ederse ona da bir ecir vardır." Buyrulmuştur.

Bil ki, bu âyette müctehidin hata yapabileceğine ya da isabet edebileceğine, aynı zamanda içtihadı meselelerde hakkın bir olduğuna delil vardır. Çünkü, her ictihad, doğru ve hak olsaydı, bu iki peygamberden her biri hakka isabet etmiş, onu anlamış olacak ve özel olarak anmak suretiyle Süleyman'ı belirtmeye gerek kalmayacaktı.

Dağlan ve kuşları Davud'un emrine verdik. Onunla beraber tesbih ediyorlardı. Ses yankısı değil, orada bulunanların, tesbihlerini duyacakları şekilde, tesbih etmeleri idi. Çünkü yankı herkesin sesi için geçerlidir.

"Dağları ve kuşları, emrine verdik." Burada dağların kuşlara takdim edilmesinin sebebi, dağların emrine verilmesinin ve tesbihlerinin daha hayret verici, kudreti ilâhiyyeyi daha açık olarak gösterici, i'câzâ da daha çok elverişli olduğundan dolayıdır. Çünkü, o bir cansız varlık, kuşlar ise canlıdır.

Bunları yapan Bizdik. Size göre her ne kadar hayret verici olsa da bunu yapmaya gücü yeten Bizdik.

Rivayet edilir ki, Hazret-i Davud (aleyhisselâm), tesbih ederek dağların yanından geçerken, tesbihte daha canlı olması ve şevkle yapması için Allah'u teâlâ dağların ve kuşların tesbihlerini ona işittirdi.

İbni Abbas der ki. İsrail oğulları. Hazret-i Davud (aleyhisselâm) Peygamber olarak gönderilmeden önce dağılmışlar ve şeytanın çalgı âletlerine yönelmişlerdi. Bu âletler: Udlar, tamburlar, kavallar, el zilleri ve bunlara benzer şeylerdi. Yüce Allah, bu arada Hazret-i Davud'u gönderdi. O'na öyle güzel bir ses, nağme ve makamlar ihsan etti ki, Tevrat'ı nağme ve makamla okuyordu. Dolayısıyla İsrail oğullarının akıllanın, dikkatlerini çekiyor, oyun ve eğlence âletlerinden alıkoyuyordu. Onlar da Hazret-i Davud'un yanında toplanırlar, nağme ve makamlarını dinlerlerdi. Hazret-i Davud (aleyhisselâm), tesbihe başladığı zaman dağlar, kuşlar ve vahşi hayvanlar da onunla beraber tesbih ederlerdi.

Güzel sesler ve ölçülü makamlar, ruhlara nasıl tesir eder ve onları kötülükten iyiliğe nasıl çekerse; çirkin sesler ve ölçülü olmayan nağmeler de ruhlara öyle tesir eder.

80

Biz,

Davud'a sizin yararınıza olarak düşmanla yapılan

savaşın sıkıntılarından sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik. Davud (aleyhisselâm)'dan önce zırhlar saç halinde yani, enli demir parçaları halindeydi. ”Lelms" aslında zırh olsun, başka şey olsun elbise, giyilen şey demektir. Burada zırh manasınadır. Buradaki mucize, zırhın ateş, örs ve çekiç gibi aletlerden faydalanmaksızın meydana gelmesidir.

Artık siz, bunlara

şükrediyor musunuz? Şükrü gerektiren nimetler sabit olmuştur. Bu soru şeklinde varid olan bir emirdir. Yani şükredin, demektir.

Allahü teâlâ, haber veriyor ki, ilk zırhı yapan Hazret-i Davud'dur. Sonra insanlar öğrenmiş ve bu zırh ile elde edilen nimet, kıyamete kadar yaygınlaşmış, dolayısıyla bu nimetten dolayı Allah'a şükretmek, insanlara vacip olmuştur.

Bazıları der ki: ”Buradaki hitap. Hazret-i Davud'a ve ev halkınadır. Yani, bu nimetlerle kendilerine ihsanda bulunduktan sonra ”artık siz şükrediyor musunuz? ” dedik. Davud (aleyhisselâm), rızkını, Allah'tan elinin emeğiyle kılmasını istemişti. Allah da ona demiri yumuşattı. Hazret-i Davud da, demirden zırh yapar, satar ve geçimini bundan temin ederdi. Peygamberler de meslek ve sanatla uğraşırlar, kazançlarını sağlarlardı. Hazret-i İdris terzi, Hazret-i Nuh marangoz, Hazret-i İbrahim bezzaz (yani kumaş satan, manifaturacı), Hazret-i Davud düğmeci ve Hazret-i Âdem'de çiftçiydi. Hazret-i Mûsa, Hazret-i Şuayb ve Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) çoban idiler. Peygamberimiz, peygamberlik gelmeden önce ücret karşılığı koyun gütmüş ve: ”Koyun gütmeyen hiçbir peygamber yoktur," (19) buyurmuştur.

Koyun gütmedeki Allah'ın hikmetlerinden biri de, kişi, koyun güttüğü zaman, kalbine rahmet ve lütuf yerleşir. Bu durumda, halkın başına geçtiği zaman, en güzel bir davranış içinde olur. Koyun güttüğünden dolayı küçük görülerek bu mesleğiyle ayıplanan bir kimsenin, peygamber de koyun güderdi, demesi doğru değildir. Böyle derse, te'dip edilir. Çünkü o, nebiler hakkında kemal ve olgunluk sıfatıdır, diğerleri hakkında öyle değil. Bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) de koyun güderdi, diye delil getirilmez. Yalnız Peygamberimiz hakkında ”ümmîlik" gibi kemal olan her şeyde durum böyledir. Buna dayanarak bir kimseye, sen ümmîsin, denir de, o da Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) de ümmî idi derse te'dib edilir. Çünkü o, Peygamberimizin ümmîlik sıfatını halîfe almış, bu büyük sıfatına hakaret etmiş sayılır.

Kazanç yollarının en üstünü, cihaddır. Cihad, peygamberlik ve hicretten sonra Rasûlüllah Efendimizin mesleğidir. Cihaddan sonra, ticaret gelir. Ancak, şu şartlarla ki, asla emanete hıyanet etmiyecek, fahişelik ve kâhinlik ücreti gibi haram ve pis kazançlardan ve çalgı âletleri imalâtı gibi sanatlardan da kaçı nacaktır.

81

Süleyman'ın emrine de onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere doğru şiddetle esen ve kendisiyle pek kısa bir müddet içinde uzun mesafeler katedilen

bir rüzgâr verdik. Gerek rüzgâr ve gerek daha başka şey olsun Hazret-i Süleyman'ın emrine verilen şeyler, ona tam anlamıyla boyun eğmek, emir ve yasaklarını yerine getirmek yoluyladır. Dağların ve kuşların Hazret-i Davud'un emrine verilmesi ise, bu yolla değil, aksine ona uymak yoluyladır. Hazret-i Süleyman'a verilen bu rüzgâr, aslında yumuşak, hoş esen bir rüzgâr idi. Sözkonusu rüzgârın bir taraftan yumuşak ve hoş oluşu, diğer taraftan yaptığı iş itibariyle şiddetli oluşu, aynı zamanda Hazret-i Süleymanm emriyle hareket ederek onun istediği yere esip gitmesi mucize üstüne mucizedir.

Ayette sözü edilen bereketli yer, Şam'dır. Hazret-i Süleyman'ı sabahleyin Şam'dan yeryüzünün bir tarafına alır götürürdü. Her iki yerin arası, bir aylık yol olan bu mesafeyi, öğle vaktine kadar alırdı. Sonra da öğle vakti, zevalden sonra onu alır, güneşin battığı zaman Şam'a getirmiş olurdu. Nitekim Allah şöyle buyurur: ”Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de, bir aylık yol idi." (Sebe': 12)

Biz her şeyi biliriz. Dolayısıyla her şeyi ilim ve hikmetimizin gerektirdiği şekilde yaparız.

82

Kendisi için denize dalan, denizin dibine inip onun için nefis şeyler çıkaran

ve bundan başka işler gören anılan şeylerden başka, şehirler ve saraylar yapmak, acayip sanatlar icat etmek gibi işler yapan

şeytanlardan da onun emrine verdik. Bu âyet, emrine verilenlerin cinlerin mü'minleri değil kâfirleri olduğunu gösteriyor.

Onları da gözeten Bizdik. Emrinin dışına çıkmak, ona karşı gelmek, ya da yaratılışları gereği, yaptıklarını bozmak konusunda onları görüp gözeten Bizdik. Şeytanlar, her ne kadar lâtif ve saydam cisim iseler de, ancak onlar, çeşitli şekillerle şekillenebilirler. Zor işleri, yapabilirler. Görmez misin ki, rüzgârın letafeti, şiddetle esmesine engel olmaz.

Eğer, kendilerini zor işlerde çalıştırdığı halde şeytanlar, Hazret-i Süleyman'ın emrine uymaktan niye çakmadılar? dersen: cevap olarak derim ki: ”Şüphesiz ki. Yüce Allah, Hazret-i Süleyman'dan korkmaları için onların kalplerine bir korku saldı. Bundan dolayı, ona karşı gelmekten korktular. Bu da Hazret-i Süleyman'ın mucizeleri tidendir. ”

Eyyûb’u da an. O: ”Bana bu dert geldi Sen, merhametlilerin en merhametlimin" diye Kabbine duâ etmişti.

83

Eyyûb'u da an. O: Eyyûb'un kıssasını da hatırla. Hazret-i Eyyûb'un nesebi Ravm b. Ays yoluyla Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e varır. Ravm, Ays'ın oğlu, Ays da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)’in oğludur.

Rivayet edilir ki: Allahü teâlâ  onu Harran ehline göndermişti. Harran, Şam havalisinde bir şehrin adıdır. Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un ehli ve malı çoğalmış, daha sonra da hastalanmış ve sekiz sene hasta olarak kalmıştı. Bir gün kendisine kan sı: ”Allah'a duâ etseydin de şifa verseydi," dedi. O da: ”Bolluk ve rahatlık kaç sene sürdü?" dedi. Karısı: ”Seksen sene" diye cevap verdi. O da dedi ki: ”Bu hastalığın süresi sıhhat ve rahatlık süresine ulaşmadığı için Allah'tan şifa istemeye utanırım."

'Bana bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin,' diye Rabbine duâ etmişti. Hastalık ve zayıflık gibi insanın bedeniyle ilgili zararlara ”ed-durru" denir, ”ed-darru" ise diğer her türlü zarara şamildir. Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) burada, Cenâb-ı Hakka çaresizliğini ve ihtiyacını bildirdi. İstemede saygıyı ve hitapta da edebi koruma bakımından doğrudan: ”Bana acı, merhamet et," demedi. Çünkü kendilerinden sıkıntının kaldırılması hakkında, peygamberlerin Allah'tan isteklerinin en çoğu, kinaye ve tevriye yoluyla olmuştur. Nitekim şair şöyle der:

Gönülde bir çok dilekler, sende de fetanet var.

O dilekler yanında benim sükutum, bir bildiri ve bir hitaptır.

Eğer denirse ki: Zekeriyya (aleyhisselâm), duasında: ”...Bana tarafından bir velî (oğul) ihsan eyle." (Meryem: 5) diye açıkça istemedi mi? Deriz ki: ”Bu, bağış isteğidir. Bunda istenenin kapalı bir şekilde olması uygun olmaz. Öteki ise, sıkıntıyı gidermektir. Dolayısıyla şikâyetle karıştırılmaması için isteklerde, kinaye ve tevriye uygun düşer.

Rivayet edilir ki, yaşlı bir kadın Abdülmelik b. Süleyman'a gelerek: ”Ey mü'minlerin em iri! Evimin fareleri değnek ve bastonların üzerinde yürümeye başladı," dedi. Kadın kibarca, fakirliğinden şikayet ediyordu. Süleyman'ın hoşuna gitti ve: ”İstediğini kibarca arzettin. Muhakkak onları kaplanların sıçrayışı gibi sıçrar hale getireceğim" diyerek evini taneyle doldurdu.

Hazret-i Eyyûb'un bu sözü, bir duadır, yalvarıştır ve çaresizliğini arz ediştir. Yoksa izdi rap halinde olduğu gibi herhangi bir sabırsızlık ve şikâyet değildir. Bunun içindir ki, cevabı, bir sonraki âyette ”Biz de onun duasını kabul ettik" şeklinde gelmiş ve Cenabı Hak, kendisi hakkında: ”Doğrusu Biz, onu sabırlı bulduk, O, ne güzel kuldu." (Sâd: 44) buyurmuştur. Bu isteğinin şikâyet anlamına geldiği düşünelecek olursa, o takdirde sıkıntıdan yalnız, Allah'a şikâyette bulunmuş olur, başkasına değil. Bu da, onun mükemmel sabrına aykırı düşmez. Nitekim Hazret-i Yakub (aleyhisselâm) da: ”Ben gam ve kederimi ancak Allah'a şikâyet ederim..." (Yusuf: 86) demiştir.

Sadık olan arif, marifetinde gerçeğe ulaşmışsa onun şikâyeti, neşe ve sevincin gerçeğidir. Duası, münacatını gerçekleştirmektir: gam ve kederi de iftihar ve öğünmektir.

84

Biz de duasını kabul etmiş, kendisindeki o hastalığı hemen gidermiştik. Duasını kabul buyurarak kendisine gelen sıkıntı ve hastalığı kaldırdık.

Rivayet edilir ki, kendisine: ”Başını kaldır, çünkü duan kabul edildi ve ayağınla yere vur," denildi. O da ayağını yere vurunca, ayağının altından bir pınar kaynadı. Ondan yıkandı. Yıkanmasıyla vücudunda ne kadar yara varsa, hepsi iyileşti. Sonra ayağını yeniden vurdu. Buyurmasıyla bir pınar daha kaynamaya başladı. Ondan da içti. İçmesiyle içinde ne kadar dert varsa, hepsi çıktı, sıhhatine kavuşarak eski gençliğine ve güzelliğine kavuştu. Daha sonra kendisine bir elbise giydirildi.

Bu hastalıkla imtihan edilmesindeki sır, yüce makamları tamamlamak için zor riyazetler ve çeşit çeşit bedenî mücahedelerle vücdunu tasfiye etmek, pak etmektir.

Derler kî, azîz ve şerif kimselere komşu olan kimse, azîz ve şerîf olur. Hor ve hakir kimselere komşu olan kimse de, hor ve hakir olur. Görmez misin ki, rüzgâr çiçeklere ve güllere uğradığı zaman, güzel kokular taşır; pisliklere uğradığı zaman da kötü kokular taşır. Nefsin özellikleriyle arkadaş olanla, ruhun ahlakıyla komşu olanı, sen buna göre kıyasla.

Bununla beraber

tarafımızdan bir rahmet, ibadet edenlere de bir öğüt yani, kendisinden başka kullara da, kudretimizin sonsuzluğunu bilmeleri ve Hazret-i Eyyûb'un sabrettiği gibi sabrederek, O'nun sevaba kavuştuğu gibi sevaba ulaşmaları için bir öğüt ve ibret

olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir katını daha verdik. Bir o kadar daha çocukları oldu. Kendisine olan rahmetimizden dolayı anılanları, özel rahmetle verdik.

Rivayet edilir ki, Allahü teâlâ  Eyyûb (aleyhisselâm)'un karısına da gençliğini geri verdi. Böylece İbni Abbas'tan rivayet edildiği gibi, Hazret-i Eyyûb'tan yirmi altı çocuk doğurdu. Hazret-i Eyyûb'a mallarını da geri verdi. Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), miskinlere çok merhametliydi. Öksüz ve dulları himayesine alır, misafiri de ağırladı. Hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Bir ara Eyyûb çıplak olarak yıkanırken üzerine altından bir çekirge sürüsü düştü. Eyyûb da elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Rabbi, kendisine seslenerek: 'Ben seni bu gördüğünden zengin kılmadım mı?' buyurdu. O da: 'İzzetin hakkı için, beni zengin kıldın, ancak senin bereketinden benim için zenginlik (ihtiyaçsızlık) yoktur,' dedi." (20) Bu hadisi şerif, helâl malı çoğaltmanın mubah olduğunu gösterir.

85

İsmail’i, İdris’i ve Zülkifl’i de an. Yani, bu mukarreb peygamberleri de an ve onların kıssalarını ümmetine anlat.

Bunların her biri sabredenledendi. Yani ibadetlerin zorluğu ve sıkıntıları taşımak konusunda, sabretmekte kemâle ermişlerdir. Çünkü Hazret-i İsmail, kurban edilmek istenince sabretmiş, babasına: ”Babacığım emrolunduğun şeyi yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın." (Saftat: 102) demiştir. Ayrıca ekini ve sağılır hayvanı olmayan bir şehirde (Mekke'de) ikamete de sabretmiştir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, kendisine ikramda bulunmuş ve sulbünden hâtem-i enbiyâ olan, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)’i çıkarmıştır (getirmiştir).

Hazret-i İdris de belâlara sabretmiş; Zülkifl’i de gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılmak suretiyle ve insanların eza ve cefalarına katlanarak sabır göstermiştir.

Âyeti kerimede Allah'ın ibadet ve taatına, ya da mal, can ve çoluk çocuk bakımından kendisine gelen sıkıntıya sabreden kimsenin, sabrı derecesinde Allah'ın nimetine ulaşacağına, kulluk rütbesine kavuşacağına ve Allah'ın özel rahmetine kendisini katacağına işaret vardır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyurmuştur.

86

Onları da rahmetimize aldık. Yani, peygamberlik ve diğer yönlerden, özel rahmetimize aldık.

Çünkü onlar salihlerdendi. İstikamet, iyilik ve doğrulukta kemale ermişlerdir ki, bunlar peygamberlerdir. Çünkü bunların iyilikleri (salâhları), fesada uğramaktan masumdur.

Bil ki, salâhın bir başlangıcı bir de sonu vardır. Başlangıcı, şer'î ve dînî hükümleri yerine getirmektir. Sonu da kulların, Rabbine yönelmek, dünyaya ve fesat âlemine iltifat etmemektir. Bu da hakikatde sıddikıyyet makamıdır. Allahü teâlâ 'nın insanı sâlih kılması, bazan onu sâlih olarak yaratmasıyla, bazen de onda var olan fesat gibi şeyleri gidermek suretiyle olur. Şüphesiz ki sabır, salâhın mertebelerindendir. O ise, amellerin en üstünüdür. Sabır, ancak belâ ve zorluklara karşı olur. Yükseliş, ancak sabırladır. Yoksa bizzat belânın kendisiyle insanın derecesi, Allah katında yükselmez. Belânın kendisiyle ebedî saadete de ulaşılmaz. Bununla saadete ulaşmak mümkün olsaydı müşrik ve kâfirlerden belâ ehli de ona ulaşırlardı. Halbuki o, onlar için bu dünyada kendilerine verilen bir azaptır. Sabreden mü'minler hakkında ise, onların derecelerini tamamlar ve hatalarını giderir.

87

Zünnûn'u da yani nûn'un (=balığın) sahibini de

an. Balığın sahibinden maksat Mettâ oğlu Yunus'tur.

Hani tabiatlarının sertliğinden ve küfü derindeki ısrarlarından dolayı kavmi Ninovâ ehline

kızarak kendine ilâhi bir emir gelmeksizin onlardan ayrılmış

çekip gitmişti de Bizini kendisini bu hareketinden dolayı hiç

sıkıştırmayacağımızı sanmıştı.

Âyette her ne kadar günahkâr ve azabı haketmiş olsalar da, Allahü teâlâ 'nın kullarına olan lütuf ve kereminin sonsuzluğundan dolayı, onlar için, peygamberlerini kınayabileceğine ve onların, ümmetlerine Allah'ın azabının inmesini arzu etmelerine razı olmayacağına, aksine peygamberlerinin onlardan azabın uzaklaştırılması konusunda, onlar için af dilemelerinden razı olacağına işaret vardır. Nitekim yüce Rabbimiz Peygamberimize şöyle buyurmuştur: ”...Onları affet ve onlar için Allah'tan mağfiret dile..." (Al-i imran: 159) Yine kâfirler hakkında da: ”Senin elinde hu işten bir şey yoktur. Allah ya onların tevbesini kabul buyuracak, yahut onlara azab edecektir. Çünkü onlar zalimlerdir." (Âl-i imran: 128) buyurmuştur.

Rivayet edilir ki. Yunus (aleyhisselâm) kavmine kızmış olarak çıktıktan sonra, Rum denizine geldi. Orada bir topluluğun gemilerini hazırlamakta olduğunu gördü. Onlarla beraber o da bindi. Gemi, deniz ortasına varınca durdu, hiçbir şekilde yürümedi. Bunun üzerine gemiciler dediler ki: ”İçimizde ya âsi bir adam, ya da efendisinden kaçmış bir köle var. Çünkü gemi, kendisinde bir âsi ya da kaçak olmasaydı böyle yapmazdı. Âdetlerimize göre böyle bir sıkıntıyla karşılaştığımız zaman kur'aya başvururuz. Kur'â, kime çıkarsa onu denize atarız." Üç defa kur'â çektiler, her üçünde de kur'a Hazret-i Yunus'a çıktı. Bunun üzerine Hazret-i Yunus: ”Âsi adam ve kaçak köle benim" dedi. Onlar da onu denize atı verdiler ve hemen bir balık gelerek onu yuttu. Allahü teâlâ, balığa onu incitmemesini, bir kılına bile dokunmamasını vahyetti ve ”çünkü Ben, senin kamını ona sadece zindan kıldım, onu sana yiyecek yapmadım" buyurdu.

Sonunda kur'a ve balığın kendisini yutması gibi olaylar olduktan sonra

karanlıklar içinde: Yoğun karanlık içinde ya da balığın karnının, denizin ve gecenin karanlıkları içinde:

'Şüphesiz senden başka hiçbir ilâh yoktur. Bu karanlıklardan beni koruyacak, felâketler ve fitnelerinden beni selâmete çıkaracak ve böyle bir yerde kendisini anmayı bana ilham edecek senden başka hiçbir ilâh yoktur.

Seni tenzih ederim. Herhangi bir şeyin seni âciz bırakmasından ve başıma gelen bu imtihanın benim yönümden sebepsiz olmasından seni, tenzih ederim. Yunus (aleyhisselâm) böylece kendisinin hatalı ve başına gelen bu belâyı haketmiş olduğunu itiraf ederek, edep ve terbiyeyi gözeterek kendisine zulmetmekten Rabbini tenzih etmiş ve terkedip gitmek için acele ettiğimden dolayı:

Ben, gerçekten nefislerini tehlikeye bırakmakla kendilerine zulmeden

zâlimlerden oldum' diye yalvardı. Duâ etmişti.

Yüce Allah, onu balığın karnının yalnızlık ve sıkıntısından şu sözüyle kurtardı:

88

Biz de hatasını itiraf eden

duasını kabul ederek Hadis-i şerifte: ”Kederli ve üzüntülü bir kimse, bu duâ ile duâ ederse, duası kabul buyrulur."

Hasan-ı Basrî de der ki: ”Yemin ederim ki, onu ancak haksızlığını açıklayan itirafı kurtarmıştır."

Müstedrek'de rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: ”Kendisiyle duâ edildiği zaman, Allah'ın kabul ettiği; yine kendisiyye istendiği zaman, Allah'ın verdiği Allah'ın ism-i âzami (en büyük ismi): 'Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim,. Gerçekten ben, zalimlerden oldum,' duâsıdır."

Kendisini sıkıntıdan yani, dört saat, ya da üç gün sonra, balığın kendisini sahile atmasıyla, ona lokma olmaktan ve denizin sıkıntısından

kurtardık.

Bazıları da: ”Balığın başının su üzerinde, ağzının da açık olduğunu söylerler.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) der ki: ”Yüce Allah, balığa, onu yutmasını ancak etine dokunmamasını, kemiğini kırmamasını vahyetti. Balık da onu yuttu. Sonra da denizdeki yuvasına indi. Denizin dibine varınca Yunus (aleyhisselâm), deniz canlılarının tesbihini duydu. O da, balığın karnında tesbihe başladı. Melekler onun tesbihini işittiler ve: 'Ey Rabbimiz garip bir yerde zayıf bir ses duyuyoruz,' dediler. Cenab-ı Allah da: 'O kulum Yunus'tur. Bana isyan etti. Ben de onu balığın karnında hapsettim' buyurdu. Bunun üzerine melekler, şefaatte bulundular. Allah da balığa emretti, balık da onu sahile attı."

İşte Biz, onu kurtardığımız gibi

inananları sıkıntılarından, ihlâsla duâ ettikleri zaman

böyle kurtarırız.

Ca'fer bin Muhammed şöyle der: ”Dört şeyle imtihan edilenin dört şeyden gaflet ettiğine hayret ederim:

Gam ve kederle karşılaşan kimsenin 'La ilahe illâ ente sühhaneke innî küntü minezzâlimm (Enbiya: 87) demeyişine hayret ederim. Çünkü Allahü teâlâ : 'Biz de onun duasını kabul ederek kendisini sıkıntıdan kurtardık.' buyuruyor.

Kötülükten korkan kimsenin de: '...Hasbiyellahü ve ni'mel vekil' (Âl-i İmran: 173) dememesine hayret ederim. Çünkü Yüce Allah: 'Sonra da kendilerine hiçbir kötülük dokunmaksızın Allah'tan bir nimet ile döndüler' (Âl-i İmran: 174) buyurur.

Yine insanların tuzaklarından korkan kimsenin: 'Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum muhakkak ki, Allah kullarının bütün yaptıklarını görendir. (Mü'min: 44) dememesinden hayret ediyorum. Çünkü Allahü teâlâ : 'Allah onların kurdukları hilelerin kötülüklerinden onu korudu.' (Mü'min: 45) buyurur.

Cenneti arzu eden kişinin: 'Mâşâaliâhü la kuvvete illâ bili âli (Kehf: 39) dememesine hayret ediyorum. Çünkü Allahü teâlâ : 'Olur ki, Rabbim bana, senin bağından daha hayırlısını verir' (Kehf: 40) buyuruyor."

Katâde der ki: ”Bir kişinin şöyle duâ ettiği bize nakledildi: 'Allah'ım âhirette beni kendisiyle cezalandıracağın şeyle dünyada cezalandır' derken adam şiddetli bir hastalığa yakalandı. Öyle ki, bir deri bir kemik kaldı. Kendisine: 'Allah'a sıhhat ve afiyetin için duâ etseydin: ”Allahümme rabbena âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten ve kına azâben nâr: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver ve bizi cehennemin azabından koru." (Bakara: 201) diye duâ etseydin, olmaz mıydı?' dediler. O da, hemen bu duâ ile duâ etti. Sağlığına kavuştu."

Halid bin Velid hazretleri de Peygamber Efendimize dedi ki: ”Ya Rasûl eli ah! Beni rüyamda korkutuyorlar." Peygamber Efendimiz de ona: ”Eñzü bi kelimâtillâhi't-tâmmâti min gadabihî ve ikâbihî ve şerri ibâdihî ve min hemezâtişşeyâtîni ve en yahdurûnî: Allah'ın gazabından, azabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve bana gelmelerinden Allah'ın tam kelimelerine sığınırım de." buyurdu.

89

Zekeriyya'yı da an. Yani, İsrail oğulları peygamberlerinden Hazret-i Zekeriyya'nın kıssasını da hatırla.

Hani Rabbine: 'Rabbim! Beni yalnız tek başıma

bırakma! Bana bir çocuk ihsan eyle! Beni, çocuksuz tek başıma bırakma!

Sen, vârislerin en hayırhsısın' Ölenlerden sonra, kal anlamı en hayırhsısın. Bana bir vâris vermemiş olsan da Sen bana yetersin

diye duâ etmişti. Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın bu nidası, bir yalvanş, bir duadır. Canlılar yok olduktan sonra, baki kalanın Allah olduğuna bir senadır, övgüdür. Göklerin ve yerin mirası O'nundur.

Zekeriyya (aleyhisselâm), 100 yaşına, karısı da 99 yaşma geldiği halde çocukları olmamıştı. Kendisini şenlendirmesi, din ve dünya işlerinde takviye etmesi ve ölümünden sonra da yerine geçmesi için Allah'tan bir oğul vermesini isteyerek duâ etti. Sonra da ilâhî iradeye teslim olarak, boyun eğerek, işi, Allah'a bıraktı.

90

Biz de oğul için yaptığı

duasını kabul ettik ve kendisine Yahya'yı yani, Yahya isminde bir oğul

verdik. Hazret-i Yahya (aleyhisselâm), babasının ölümünden önce öldürülmüştür. Böyle olması, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın şanını eksiltmez. Çünkü peygamberler duaları kabul edilmiş olsa da ancak bazı duaların eseri, ilâhî hikmet gereği bu dünyada açığa çıkmaz, görülmez.

Eşini de İm ran kızı İşâ'ı da kısır iken

kendisi için doğurganlığa

elverişli hale getirdik. Çünkü o, doksan dokuz yaşına kadar hiç doğum yapmamıştı.

Gerçekten onlar, yani, Hazret-i Zekeriyya, karısı ve Yahya, ya da önceki âyetlerde adı geçen peygamberler aslında sebat etmekle beraber bütün

hayırlarda yarışıyorlar, Allah'ın lütuf ve cemâlini

umarak ve kahır ve celâlinden de

korkarak bir manada da. Bizi umarak, Bizim dışımızdakinden de korkarak

Bize yalvarıyorlardı. Tevazu ve yalvarış içinde

Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı. Çoğunlukla ”Huşu" organlarla ilgili olarak kullanılır. Fakat peygamberin durumu daha yücedir. Onlardaki huşu', kâmil manadadır. Hem kalplerinde hem de diğer organlarında bulunur.

Onlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu bu nimetlere, bu güzel ahlâka sahip olmalarından dolayı ulaşmışlardır. İsteğinin karşılanmasını dileyen kimse de onların yaptığı gibi yapsın. Onların ahlakı ile ahlâki ansın.

91

Irzını korumuş olan kadını da an. Yani, ırzını, gerek helâl ve gerek haram olsun, tamamen korumuş olan Meryem’in kıssasını da hatırla. Burada ırzını koruyan kadından maksat İmran kızı Meryem'dir.

Ona ruhumuzdan, yani emrimizden olan ruhtan

üflemiş, İsa'ya, onun karnında, hayat vermiştik.

Süheylî der ki: ”Liflemek, Kuddûs olan Allah'ın emriyle Ruhu'l-kudüs'tendir. Dolayısıyla Kuds, Allah'ın Kuddûs sıfatına izafe edilmiştir. Böylece Kuddûs'ü de ve mukaddeseyi yâni Hazret-i Meryem’i de yalancı zandan tenzih etmiştir."

Onu ve oğlunu yani, her ikisinin halini

âlemler için hem kendi zamanlarının, hem de kendilerinden sonraki zamanın halkına, büyük

bir ibret sonsuz kudretine bir işaret

kılmıştık. Çünkü bir kimse, hiçbir erkekle temasta bulunmamış bakire bir kızdan bir çocuk dünyaya geldiğini düşünürse Allahü teâlâ 'nın sonsuz kudretini anlamış olur.

İsa (aleyhisselâm)'nın hayret veren kıssalarından biri de şöyledir: Annesi kendisini bir boyacıya götürdü ve: ”Bu çocuğu al, ve ona sanatından bir şeyler öğret," dedi. O da aldı ve kendisine: ”Adın nedir? Ey çocuk!" dedi. O da: ”Meryem oğlu İsa'dır," dedi. Boyacı: ”Ey İsa! Şu testiyi al ve şu fıçılarla beraber nehirden doldur," dedi. İsa, dediğini yaptı. Boyacı, ona elbiseler verdi ve bu elbiseleri renklerine göre ayırarak bunlardan her bir rengi bir fıçıya koymasını söyledi. Sonra boyacı ayrı İdi ve evine gitti. İsa da elbiselerin hepsini alarak bir fıçıya koydu, üzerine de boyaların hepsini birden döktü ve annesine gitti. Sabahleyin işine döndü. Boyacı da geldi, bir de gördü ki, elbiselerin ve boyaların hepsi bir fıçıda. Durumu böyle görünce öfkelenerek: ”Beni de, insanların elbiselerini de mahvettin," dedi. İsa ona: ”Dinin nedir" dedi. O da Yahudilik olduğunu söyledi. İsâ ona: '"Allah'tan başka bir ilâh yoktur ve İsâ Allah'ın ruhudur" de, sonra da elini bu fıçıya sok ve her elbiseyi sahibinin istediği renkte çıkar" dedi. Allahü teâlâ  da boyacıya hidayet nasip etti. Boyacı, onun dediği gibi yaptı. Böylece iş, İsa'nın dediği gibi oldu.

92

İşte bu, yani, tevhid ve İslâm dini

tek bir din olarak, sizin dininizdir. Sınırlarını korumanız ve haklarını gözetmeniz vacip olan dininizdir. Tevhid ve İslâm dini'nin tek olmasında peygamberler arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Çünkü onlar, ümmetlere ve asırlara göre furu'da (dinin ayrıntılarında) ayrılmış, olsalar da, usulde (dinin aslı olan iman konularında) birleşmişlerdir. ”Ümmet," kendilerine peygamber gönderilen cemaat, topluluk demektir. Bunun aslı bir din üzerinde birleşen topluluk demektir.

Ben de Rabbinizim sizin için Benden başka ilâh yoktur.

Onun için başkasına değil, sadece

Bana kulluk edin.

93

Onlar ise din konusunda kendi aralarında bölünüp parçalandılar. İnsanlar, din işini bölüp parçaladılar. Onda ayrılığa ve uyuşmazlığa düşerek fırka fırka oldular. Sanki bu âyette, şöyle denilmiştir: ”Bütün peygamberlerin üzerinde birleşmiş oldukları Allah'ın dininde, onların yaptıkları şeyin ne büyük hata olduğunu görmüyor musunuz? Onlar din işlerini kendi aralarında bölüp parçalamış ve her bir topluluk dinden bir parçaya sahip çıkmış, böylece dinlerini, bölüp parçalamak suretiyle adeta birbirlerine lanet etmiş, birbirlerinden uzaklaşmış ve ayrı ayrı parçalar haline gelmişlerdir."

Hepsi, o parçalanmış fırkalardan her biri, başkasına değil, yalnız

Bize diriltilerek

döneceklerdir. Biz de, kendilerine amellerine göre karşılık vereceğiz.

94

Artık kim mü'min olarak Allah ve Rasûlüne inanmış olarak

yararlı işlerden birini

yaparsa, onun çalışmasına nankörlük edilmeyecektir. Aslında ”sa'y" sür'atlice yürümek demektir. Hayır olsun, şer olsun bir işte çalışmak, gayret göstermek anlamında da kullanılır. Çoğunlukla güzel işlerde kullanılır. Yaptığı iyi işin sevabından mahrum olmayacaktır.

Çünkü Biz onu yani, emeğini

yazmaktayız. İşlerinin yazıldığı sayfalarda yaptıkları işleri tesbit edeceğiz. Yaptıklarından hiçbir şeyi eksik bırakmayacağız.

95

Yok ettiğimiz bir kasaba halkının (âhirette ceza görmek üzere Bize) dönmemesi imkânsızdır. Yani, yok edilmiş bir belde, bir şehir halkının, amellerinin karşılığı için Bize dönmemeleri, elbette mümkün değildir. Âyette, âhirette hesaba çekilmek için dönmemelerinin mümkün olmadığı zikredilmiştir. Çünkü, yeniden yaratılışı ve dönüşü inkâr edenler, başkaları değil, yalnız onlardır.

96

Ye'cûc ve Me'cûc (şeddi) açılınca yani, Ye'cûc ve Me'cûc'ün şeddi açılınca, demektir. Âyetin anlamı ise, bundan önceki âyette adı geçenler, üzerinde bulundukları yok oluşa, helake devam ederler. Nihayet kıyametin kopmasıyla Bize dönerler.

Ye'cûc ve Me'cûc insanlardan iki kabiledir. Onlar,

her bir tepeden süratle inerler.

Rivayet edilir ki: ”Ye'cûc ve Me'cûc yer yüzünde yürürler ve her yüksek yerden insanlara yönelirler."

97

Hak olan vaad de yaklaşmıştır. Bundan maksat, yeniden dirilmek, hesap ve ceza gibi sûrun ikinci üflenişinden sonraki şeylerdir. O zaman:

Bir de bakarsın ki, inkâr edenlerin gözleri belerip kalır. Âyette, kıyametin kopuşunun Ye'cûc ve Me'cûc'ün yer yüzüne çıkışlarından sonra gecikmeyeceğine işaret vardır.

'Yazıklar olsun bize! Ey ölüm! Nenlesin? Yeter artık gel! İşte bu vakit, senin gelme vaktindir.

Biz bundan yani, dirilmekten ve amellerin karşılığı için ona dönüşten dünyada tam bir

gaflet içindeydik. Onun gerçekleşeceğini bilemedik. ”Gaflet": İhtiyatsızlık ve tedbirsizlikten meydana gelen bir yanılmadır.

Hayır, biz zalimlerdik' derler. Âyetler ve peygamberlerle uyarıldığımızdan dolayı biz bunlardan gafil değildik. Aksine bunları yalanlamakla kendimizi, sürekli azaba uğratacağımız için zalimlerden olduk.

98

Ey Mekke halkı

Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, Allah'a ibadeti terkederek kendilerine taptığınız putlar

cehennem yakıtısınız.

"Hasab" ateşe atılan ve kendisiyle ateş iyice parlatılan yakıt demektir. Buna göre manâ, siz cehenneme atılacak, onun yakıtı olacaksınız.

Siz ve onlar

oraya ebedî olarak

gireceksiniz.

99

Eğer burilar yani putlar, onların dedikleri gibi gerçekten

ilâh olsalardı oraya girmezlerdi.

Halbuki putlardan ve onlara ibadet edenlerden

hepsi orada ebedî kalacaklardır. Onlar için, oradan kurtuluş yoktur.

100

Onlar için orada bir inleme ve şiddetli soluma vardır. Ve onlar, orada bir şey işitmezler. Korkunun şiddetli ve azabın çok kötü olmasından dolayı birbirlerinin inlemelerini ve solumalarını duymazlar.

İbni Mes'ûd (radıyallahü anh)'den şöyle nakledilir: ”Onlar ateşten tabutlara konulur ve üstleri ateşten çivilerle çakılır. Böylece bir şey duymazlar ve onlardan hiçbiri cehennemde kendisinden başka azab edilen bir kimse olduğunu gönn ez."

Bunların kıssasından sonra Cenab-ı Hak, cennet ehlinin durumlarını beyan ederek şöyle buyurur:

101

Katrmızdan kendileri için özelliklerin en güzeli olan,

iyi şeyler yazılmrş olanlar ki, o da mutlu olmaktır

işte onlar yani bu güzelliklerle anlatılanlar

cehennemden uzak tutulacaklardır. Çünü kendileri cennette'dir. Onunla cehennem arası ise pek çok uzaktır. Çünkü cennet yukarıların en yukarısında, cehennem ise aşağıların en aşağısındadır. Burada kendilerine iyi şeyler ve mutluluk yazılmış olanlar, iman ve amel-i sâlihle (iyi işlerle) yaşayan bütün mü'minlerdir.

102

Onlar

cehennemin uğultusunu bile

duymayacaklar.

" Hasis" hissedilen ses demektir. Yani cehennemin sesini zayıf olarak bile işitmezler. Aynen uzakta olan bir kimsenin sesi gibi. Onun sesi, son derece şiddetli de olsa işitilmez.

Ce fer-i Sâdık der ki: ”Onun uğultusunu nasıl işitirler? Halbuki ateş, onların gelişleriyle söner. Onları gönnekle kaybolur, yok olur."

Eserde şöyle gelmiştir: ”Kıyamet günü ateş mü'minlere şöyle seslenir: 'Çabuk geç ey mü'min! Çünkü senin nurun benim alevimi söndürdü.'“

Ve onlar canlarının arzu ettiği şeyler içinde ebedî kalacaklardır.

Nimet, bolluk, refah ve canlarının istediği şeylerden yararlanarak orada sürekli kalacaklardır. Şehvet, nefsin lezzet duyulan şeyleri istemesidir.

Âyet, onların bir çok tehlikelerden kurtulacaklarını beyandan sonra, arzularına kavuşacaklarını bildirmektedir.

İbni Ata der ki: ”Kalplerin arzusu vardır, ruhların arzusu vardır, nefislerin de arzusu vardır. Allah, cennette onların bütün arzularını, isteklerini verecektir. Ruhların arzusu, Allah'a yakın olmaktır. Kalplerin arzusu, müşahede ve görmektir. Nefislerin arzusu da rahatlamak, yemek, içmek ve ziynetle lezzet bulmaktır."

103

En büyük korku bile onları üzmez. Râğıb der ki: ”En büyük korku"dan maksat, ateşe ginne korkusudur. Bazıları da der ki: ”Cennet ve cehennem halkının gözleri önünde ölümün kesilmesi ve cehennemi, halkının üzerine kapatmaktır."

Kendilerini melekler yani, rahmet melekleri, tebrik ederek:

'İşte bu, dünyada

size vaadedilen, imanınız ve ibadetinizden dolayı çeşitli mükâfatlarla müjdelendiğiniz

gününüzdür' diye karşılarlar.

Bil ki, âhiret yurdu ve sevabına, ancak dünyayı ve onun süsü ve güzelliğini terketmekle ulaşılır. Kimin arzusu, cennet ve cennet nimetleri ise, dünyada lezzeti bırakmalıdır. Kimin arzusu, Allah'ı müşahede ise, Allah'tan başkasına bakışını kesmelidir.

Hikmet sahiplerinden biri demiştir ki: ”Cennet bir rahatlıktır. Onu, ancak dünyada faydasız şeyleri terkedenler ve ondan basit bir şeyle yetinenler bulur. Orada, nefislerin istediği şeyler vardır, onu da ancak zâhid olanlar bulur."

Zahidlerin birinden şöyle nakledilir: ”Kendisi, tuz ile ekmeksiz sebze yiyordu. Bir kimse ona, bununla mı yetindin? dedi. O da: ”Evet, çünkü ben, dünyayı cennet için kıldım, sen ise dünyayı çöplük için kıldın dedi. Yani, güzel şeyleri yersin, onlar da çöplüğe gider, demek istedi."

104

Düşün!

O gün göğü, yazı tomarlarını dürer gibi düreriz.

"Tay", dürmek, katlamak, ”sicil" ise sahile demektir. (Sicil’in bir sahâbînin ismi olduğu da söylenmiştir ki doğru değildir.)

Denilmiştir ki, Kur'ân-ı Kerim'de Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evlâtlığı Zeytl b. Hârise'den başka hiçbir sahâbînin ismi zikredilmemişim. Bunun gibi Hazret-i Meryem'den başka hiçbir kadının da ismi Kur'an 'da zikredilmemiştir.

İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrarlayacağız. Başlangıçta yoktan yarattığımız gibi onu tekrar yaratacağız.

Üzerimize sözdür ki onu yerine getirmek bize gerekli olmuştur.

Biz bunu mutlaka yapacağız.

105

Yemin olsun Biz zikirden sonra Zebur'da da: Buradaki zikirden maksat, Tevrat'tır. Çünkü, her semavî kitap, bir zikirdir.

Bazıları der ki: ”Zebur, yalnız aklî hikmete hasredilmiş kitabın ismidir. İçerisinde şer'î hükümler bulunmaz. İçerisinde hüküm ve hikmetler bulunursa buna kitap denir. Buna, Davud (aleyhisselâm)'un Zebur'unda gelen, onun içerisinde bulunan şeyler işaret eder."

Zebur, Davud (aleyhisselâm)'un kitabıdır. Nitekim Allah: ”...Davud'a Zebur'u verdik." (Nisa: 163) buyurmuştur.

'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır' diye yazmıştık. Kâfirleri çıkardıktan sonra bütün mü'minler vâris olacaktır. Nitekim Allahü teâlâ  şöyle buyurur: ”Sizden iman edip yararlı işler yapanlara Allah şöyle va'd buyurdu: 'Yemin olsun ki kendilerinden öncekileri halife kıldığı gibi onları yer yüzünde halife kılacak..." (Nur: 55)

İslâm dinini galip kılmak ve Müslümanları yüceltmek konusunda, Allah'tan bu bir vaaddir. İbni Abbas'a göre buradaki yeryüzünden maksat, cennetin arzıdır.

106

İşte bunda yani, haberler, açık öğütler, tevhidi ve peygamberliğin sıhhatini ispat eden kesin deliller gibi, bu surede anılan şeylerde

ibadet eden bir toplum için, gayeleri yalnız ibadet olan bir kavim için

yeterli bir bildiri vardır.

107

(Ey Rasülüm Muhammed!) Biz seni âlemlere daha önce zikredilen şeriatı er hükümler ve iki cihanın saadetine sebep olan hususlara

ancak rahmet olarak gönderdik. Çünkü senin getirdiğin şey, iki cihan saadetinin sebebidir. Muhammed (aleyhisselâm), kâfirler için de büyük bir rahmettir. Çünkü onun sebebiyle cezalan ertelenmiş ve onunla yer yüzünden tamamen yok edilme azabından, yere batmak ve şekillerinin çirkin şekilde değiştirilmesi cezasından kurtulmuşlar, emin olmuşlardır.

Bil ki, Muhammed (aleyhisselâm)’in hem hayatı, hem vefatı rahmettir. Nitekim şöyle buyurur: ”Hayatım sizin için hayırlıdır, vefatım da sizin için hayırlıdır.

Amelleriniz bana gösterilir. Hayırlı olan için Allah'a hamd ederim, şer olan için de sizin için Allah'tan mağfiret ve af dilerim. ”(22)

108

De ki: 'Bana ilâhınızın ancak bir tek ilâh olduğu vahyediliyor Bana, ancak kendisine ibadet edilmesini hak eden bir tek ilâh olduğu, mülkünde ortağı olmadığı vahyediliyor.

Artık Müslüman olacak mısınız? ' İbadeti, ihlâslı bir şekilde sadece Allah için yapacak mısınız?

109

Eğer İslâm'dan

yüz çevirirlerse ve vahyin gerekli kıldığı şeye bakmazlarsa onlara

de ki: 'Ben sizin hepinize eşit biçimde, sizlerden herhangi bir kimseden gizlemeksizin, tevhid inancına sahip olmanın ve O'nu tenzih, etmenin gerekliliği gibi kendisiyle emredildiğim şeyi

açıkladım. Kimseden bir şey gizlemedim. Öğütte ve risâletin tebliğinde aranızda bir ayırım yapmadım.

Artık, Müslümanların galip gelmesi ve dinin yayılması gibi

size vaadedilen şeyin yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmem. Şurası bir gerçektir ki, azap ve zillet size yetişecektir.

110

Şüphesiz O, Allahü teâlâ

sözün açığını da, açıktan İslâm'a dil uzatmanızı, âyetleri yalanlamanızı da

bilir. Haset, Hazret-i Peygamber'e ve Müslümanlara düşmanlık gibi

gizlediklerinizi de bilir. Dolayısıyla sizleri cezalandıracaktır.

111

Bilmiyorum, belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar da sizi

geçindirmek ve faydalandırmak

içindir. Bu geçinip faydalandığınız şeyler ileride aleyhinize delil olacaktır.

112

Hazret-i Peygamber

Ey Rabbim! Hak ile hükmet. Bizimle Mekke halkı arasında adaletle hükmet.

Bizim Rabbimiz, çok merhamet edendir. Sîzin nitelediğiniz şeylere karşı kendisinden yardım istenilendir,' dedi.

Çünkü onlar, eğer bu tehdit edilen şey gerçek olsaydı başlarımıza azap inerdi, diyorlardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, peygamberinin duasını kabul ederek müşriklerin emellerini boşa çıkardı, durumlarını değiştirdi. Böylece Bedir savaşında başlarına gelen geldi.

Bu sebeple akıllı kimse, uzun örn üre, mal ve mülkün, çoluk çocuğun çokluğuna aklanmaması gerekir. Çünkü bunlara aldanmak inkarcıların özelliklerindendir. Allah'ın bizi korumasını ve başarıya ulaşınmasını dileriz.

Enbiya Sûresi tamamlandı. Vel-hamdülillahi Rabbil-âlemîn.