RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ | FECR SÛRESİ

 

FECR SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 30 âyettir.

1

Yemin olsun fecre. Yüce Allah'ın yarattığı insanlar içinde konuşmaları esnasında en çok yemin edenler Araplar olduğu için Kur'an-ı Kerim Arapların yemin etme âdetleri üzere gelmiştir. Burada Yüce Allah, doğu tarafından güneş ışınlarının ortaya çıkmış olduğu ilk an olan ”fecr"e yemin etmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede de: ”Ağarmaya başladığında sabaha Yemin olsun" (Tekvin: 18) şeklinde sabah vaktine yemin etmektedir. Çünkü sabah vaktinin girmesiyle güneş ışınları ortaya çıktığı için gece sona ermektedir ve insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlar rızık aramak üzere yeryüzüne dağılıp yayılmaktadırlar. İşte bu durum, ölülerin dirilmek suretiyle kabirlerinden kalkmalarına benzemektedir.

Bu âyet-i kerimede inceden inceye düşünen kimselere çok büyük ibretler vardır. Bazıları bu âyet-i kerimedeki üstüne yemin edilen fecrin arefe gününün fecri olduğunu söylemişlerdir. Çünkü o gün hacılar Arafat dağına yönelmektedirler. Bir hadis-i şerifte: ”Hac, Arafe (de vakfe) den ibarettir" buyurulmuştur. (1) Bir başka görüşe göre buradaki fecirden maksat nahır (kurban bayramının birinci günü) günüdür. Çünkü bugün büyük bir gündür. Nahır günü, hacılar farz olan tavafı yaparlar, ihramdan çıkmak için traş olurlar ve şeytan taşlarlar. Rivayete göre nahır günü, en büyük hac günüdür.

1- Hadisi Tinnizî, Nesâî ve Ebû Dâvud rivayet etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-UsûL 3/241.

2

On geceye Yemin olsun. Bu geceler Zilhicce ayının ilk on günüdür, ya da Ramazan ayının son on günüdür. Âyette, gece kelimesinin elif lamsız (belirsiz) getirilmesi geceye tazim içindir. Çünkü bu gece, başka gecelerde olmayan bazı faziletleri taşımaktadır. Bu sebeple Yüce Allah söz konusu gece üstüne yemin etmektedir. Sözünü ettiğimiz faziletler Zilhiccenin ilk on günü içerisindeki hac ibadetleriyle meşguliyet gibidir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”'Yüce Allah'ın katında Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha büyük ecirli ve daha bereketli bir gün yoktur.' Bunun üzerine bir sahabi sorar: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah yolunda cihad eden de mi bu derecede sevap elde edemez?' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cevap verir: Allah yolunda cihad eden de. Ancak kendi malı ve canıyla cihada çıkıp da bu cihaddan geri dönmeyen (yani şehit düşen) bundan müstesnadır.'"(2) Bu hadis-i şerif gazaya çıkan kimsenin, evinden hareket ederken geri dönmemeye niyet etmesi gerektiğine işaret etmektedir. O bu niyetle cihada çıkar, Allahü teâlâ  ise, dilediğini yapar. Ramazan ayının son on gecesinin neden şerefli olduğuna gelince, sebep olarak bu geceler içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinin varolduğunu söylemek yeterlidir.

2- Hadisi Tirmizî ve Ebû dâvud rivayet ederler. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/262.

3

Hem çifte, hem teke Yemin olsun. Âyet metninde yer alan ”şefa" kelimesi, birşeyi kendisi gibi olan bir diğerine katmak demektir. Buna göre âyetin mânâsı bu gecelerin çiftine ve tekine, demek olur. Zahiren bakılacak olursa buradaki tek ve çift genel bir anlam ifade etmektedir. Çünkü kelimelerin başında bulunan elif ve lâm istiğrak (genellik) ifade etmektedir. Buna göre âyetin mânâsı: Bütün her şeye tekine ve çiftine Yemin olsun, demek olur. Çünkü her şey mutlaka ya çifttir, ya da tektir.

er-Râğıb der ki: ”Mahlukatin bütünü mürekkep (yalın ve tek olmayan çeşitli unsurlardan) olduğu için çifttir. Nitekim Yüce Allah buna işaret buyurmaktadır: 'Her şeyden de çift çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız." (Zâriyât: 49) 'Tek'e gelince o, her yönden vahdet sahibi olan Allahü teâlâ 'dır."

4

Gelip geçtiği an geceye Yemin olsun. Buradaki ”gece" kelimesi, cins ismidir. Arapçada ”es-serâ" gece yürüyüşü demektir. ”Sürâ" ise, gecenin büyük bir bölümünün geçip gitmesi anlamına gelir. Burada gecenin bunca özellikleri arasında ”gelip-geçme" sinin ifade edilmesi, Yüce Allah'ın kudretinin kemaline ve nimetinin bolluğuna açıkça işaret etmesindendir. Çünkü sabah olunca, dünya ve âhiret saadetine vesile olan rızık aramak için bütün canlılara öldükten sonra (uykudan uyanınca) sanki yeniden hayat verilmiş olmaktadır.

5

Bunlarda akıl sahibi için birer yemin (değeri) var mıdır? Bu ifade, üzerine yemin edilen nesnelerin azametini ve aklı başında olan kimseler nezdinde büyüklüğünü ve bunların tazim edilmeye ve yüceltilmeye lâyık nesneler olduklarını ifade etmektedir. Ve yine bu âyet-i kerime, kendileri üzerine yemin edilen nesnelerin şerefli olduğunu, verilen haberin bu nesneler üzerine yemin edilerek pekiştirilmeye lâyık olduğunu vurgulamaktadır. Bu, tıpkı parlak bir delil zikreden bir kimsenin delilini anlattıktan sonra benim bu zikrettiklerimin delil olma değeri var mıdır, diye sormasına benzer. Buna göre âyet-i kerimenin mânâsı; üzerine yemin edilerek zikredilen bu şeylerin marifet nuruyla nurlanmış akıl sahipleri yanında ikna edici bir yemin özelliği var mıdır ki, aklı başında olan kimse bu nesnelerin tazim ve yüceltme amacıyla üzerlerine yemin edilmeye lâyık şeyler olduğu kanaatine varsın? Ya da bu şeyler üzerine yemin etmek akıl sahipleri için uygun bir yemin tarzı mıdır? Böylesi kimselerin itibar edecekleri makbul bir yemin çeşidi midir ki, böylece akıl sahibi yeminle pekiştirilen şeye inanabilsin? demek olur.

Âyet metninde yer alan ”hicr" kelimesi, akıl demektir. Çünkü akıl, insanı uygun ve gerekli olmayan yerlerde bulunmaktan ve çelişkiye düşmekten kurtarır. Akla Arapçada âyetin tabiriyle ”hicr" dendiği gibi, ”nuhye" de denmektedir. Çünkü, akıl insanı engellemekte ve ona uygunsuz şeyleri yapmayı yasaklamaktadır.

Bilge kişilerden birisi şöyle der: ”Aklın kalbe göre durumu, ruhun cesede karşı durumu gibidir. Aklı olmayan her kalp ölüdür ve böyle bir kalp hayvanların kalbi mesabesindedir. Bu âyet-i kerimede yeminle pekiştirilen gerçek ise, gizlidir ve bu gerçek kâfirlere mutlaka azap edileceği gerçeğidir."

6

Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Âyetin başındaki hemze, inkâr (olumsuzluk) ifade etmektedir. Bu, anlam itibariyle olumsuzluk gücündedir. Hemzeden sonra gelen ”lem" edatı da olumsuzluk ifade ettiğine ve iki olumsuzdan bir olumlu çıkacağına göre âyetin mânâsı; ey Muhammed!

Gözünle apaçık görmüşçesine kesin bir bilgiyle Rabbin in Âd kavmine ve benzerlerine nasıl azap ettiğini görmedin mi? O halde Rabbin senin kavminin kâfirlerine de azap edecektir. Çünkü onlar azaba sebep olan inkâr ve isyanda önceki kavimlerle aynı çizgidedirler. ”Âd kavmi" kelimesiyle kastedilen, Hûd (aleyhisselâm)'un kavmidir. Bu kavim, babaları Âd'ın ismine nispetle bu ismi almışlardır. Kavmin önce geçen ilk nesline ”Âdu'l-ûlâ" (ilk Âd kavmi) ve sonradan gelenlerine de ”Âdu'l-ahîra" (sonradan gelen Âd kavmi) demişlerdir.

7

Direk sahibi İrem'e ”İrem" kelimesi, Âd kelimesinden atf-ı beyandır. Âd kavminin evleri Uman ile Hadramevt arasındaki bölgede kurulu idi. Bu bölge kum tepelerinin bulunduğu çöl bir bölgeydi. Âyette yer alan ”zâtu'l-imâd' tabiri iki mânâya gelmektedir:

Birincisi, direk sahibi İrem'e yani insanların boyları direklere benzetilmek suretiyle uzun boylu İrem'e demektir.

İkincisi ise, direk sahibi İrem yani çadır ve direk sahibi İrem demektir. Çünkü İrem halkı bedevi (göçebe) bir halk olup, nerede ot ve çayır varsa oraya gidip çadır kuran bir halktı. Rüzgârlar çıkıp da otlar kuruyıınca tekrar evlerine geri dönerlerdi.

8

Ki o, ülkelerde bir benzeri yaratılmayandı. Yani gerek güç itibariyle ve gerek cüsselerinin büyüklüğü açısından kendileri gibi birileri yaratılmayan idi. Âd kavminden bir erkek büyük bir kaya parçasını alır, elinde götürür ve karşısındaki düşman topluluklarının üzerine atar hepsini helak ederdi. Bu sebeple, âyetin deyimiyle: ”...Bizden daha kuvvetli kim var?.." (Fussilet: 15) derlerdi.

9

Ve vadide kayaları yontan Semûd'a. ”Semûd" kelimesi de daha önce geçen Âd kelimesine dayandırılmıştır. Semûd, meşhur bir kabiledir. Bu ismi, Cüdeys'in kardeşi olan dedeleri Semûd'dan almışlardır. Semûd halkı, arab-ı âribe idi. Hicaz ile Tebuk arasında bulunan el-Hicr'de ikamet ediyorlardı ve bu kavim de Âd kavmi gibi putlara tapıyorlardı. Semûd kavmi, Yüce Allah'ın: ”Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik..." (Hûd: 61) âyetinde işaret ettiği üzere Salih Peygamberin kavmi idi.

Bizim ele aldığımız bu sûrenin bu âyet-i kerimesinde yer alan ”câbû" kelimesinin mastarı olan ”cevb", Arapçada kesmek, yontmak anlamınadır. Buna göre âyetin mânâsı; vadide dağlardaki kayaları yontan ve oralarda kayaları yontmak suretiyle kendilerine ev yapan Semûd'a, demek olur. Onların kayaları yontup kendilerine ev yaptıklarına bir başka âyet-i kerimede şöyle işaret olunmaktadır: ”Dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz." (Şuarâ: 149)

Rivayete göre dağları, kayaları ve mermerleri ilk oyan bu Semûd kavmi imiş. Semûd kavmi 1700 şehir kurmuş ve bunların tamamı kayalardan yontulmak suretiyle yapılmıştır.

10

Kazıklar sahibi Firavıın'a... Buradaki Firavun, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) zamanındaki Firavun'dur. Adı el-Velîd b. Mus'ab Kıptî'dir. Firavun ise, onun lakabıdır. Burada Yüce Allah'ın Firavun kelimesini birçok kişinin lakabı olduğu halde tekil olarak getirmesinin sebebi, tekebbür ve böbürlenmede tek olduğu ve işi, Rab ve ilâh olduğunu iddiaya kadar vardırdığı içindir. Firavunun kazık sahibi olarak nitelenmesinin sebebi, askerlerinin ve bu askerlerin çadırlarının çokluğu sebebiyledir. Askerler konakladıkları yerlerde kendilerine çadır kuruyorlar ve tıpkı bugün kurulan çadırlar gibi bunları direklere ve uzun iplere bağlıyorlardı. ”Kazıklar sahibi" denmesinin sebebi, Firavunun askerlerinin çokluğu olabileceği gibi inanan kimselere kazıklar vasıtası ile işkence yapması da olabilir.

Nitekim Keşfu'l-Esrâr da şöyle bir rivayet yer alır: ”İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Firavun'a 'kazıklar sahihi' denmesinin sebebi şu olay idi: Firavun'un kızının saçlarını tarayan hizmetçi bir kadın vardı. Bu kadın, Allah'a iman ediyor, fakat imanını gizliyordu. Birgün Firavun'un kızının saçlarını tararken birden tarağı elinden düşü verir. Kadın: 'Allah'ı inkâr eden kahrolsun' der. Bunu duyan Firavun'un kızı: 'Senin, benim babamdan başka bir ilâhın mı var?' diye sorar. Hizmetçi kadın: 'Benim de, senin babanında, göklerin ve yeryüzünün de bir tek ilâhı vardır ve O'nun hiçbir şerîki yoktur' der. Bunun üzerine Firavun'un kızı ağlaya ağlaya babasının huzuruna, girer. Firavun, neden ağladığını sorunca kızı: 'Senin sarayının bekçisinin karısı, senin, kendisinin, göklerin ve yerin ilâhının bir olduğunu ve hiçbir şerîki ve ortağı olmadığını iddia ediyor,' der. Bunun üzerine Firavun o kadına birisini gönderir ve huzuruna getirtir. Kadına kızının söylediklerinin doğru olup olmadığını sorar. Hizmetçi kadın, kızın doğru söylediğini ifade edince Firavun: 'Yazıklar olsun sana! İlâhını inkâr et,' der. Kadın: 'Bunu yapamam' deyince Firavun, kadının elini ve ayağım yere dikmiş olduğu dört kazığa bağlar ve ona: 'Allah'ı inkâr et, yoksa sana azap ederim' der. Kadın: 'Yapamam' deyince Firavun kadının kızını gözlerinin önünde keser. Fakat kadın Allah'ı inkâr etmez. Sonra da kadını keser. Yüce Allah da o kadını cennetine koyar.

Firavun, İsrail oğulları arasında en güzel kadınla evlenir. Bu kadının adı 'Âsiye binti Müzâhim' dir. Âsiye Firavun'un, kızının saçını tarayan hizmetçiye yaptığını görmüştür. 'Firavun'un yaptıklarına acaba nasıl sabredeceğim, ben Müslümanıtn, o kâfir,' deyip kendi kendine ne yapacağını düşünürken birden Firavun yanına gelir ve Âsiye'nin yakınına oturur. Âsiye: 'Ey Firavun! Sen mahlûkatın en kötüsü ve en iğrencisin. Zavallı kadının üzerine yürüdün ve onu katlettin' der. Firavun: 'Herhalde o kadındaki delilikten sende de var' deyince Âsiye: 'Bende delilik yok. Asıl deli olan göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mâliki olan Allah'ı inkâr edendir. Allah her şeye kadirdir,' der. Bu ifade üzerine Firavun Âsiye'yi de işkence yapmak üzere dört kazığa bağlar. Yüce Allah da Firavun'un kendisine yapacak olduğu işkenceden sıkıntı duymaması için Âsiye'nin önüne cennete giden bir kapı açar. İşte bu esnada Âsiye, âyetin ifadesiyle şöyle söyler: '...Rabbiml Bana katında cennette bir ev yap. Beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden koru...' (Tahrîm: 11) Bu duadan sonra Yüce Allah Âsiye'nin ruhunu kabzeder ve onu yüce cennete koyar."

11

Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bu cümle, yukarıdan beri sayılan üç zümrenin üçünün de sıfatıdır. Buna göre âyet-i kerimenin mânâsı yukarıdan beri anlatılan her zümre, kendi ülkesinde azgınlık ettiler, haddi aştılar. Âd kavmi Yemende, Semûd kavmi Şam topraklarında, Kiptiler de Mısır'da azdılar demek olur.

12

Oralarda inkâr ederek ve diğer günahları işleyerek

kötülüğü çoğalttılar. Yüce Allah'ın emrinden başka bir şeyle amel eden ve Allah'ın kullarını zulümle yöneten kimse fesatçıdır, Yüce Allah'ın kendine çizmiş olduğu sınırı aşmıştır.

Bu âyet-i kerime, zamanımızdaki devlet yöneticilerinin çoğu için şiddetli bir korkutma ihtiva etmektedir.

13

Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı, şiddeti asla idrak edilemeyecek şiddetli bir azap

yağdırdı. Bu azap, Âd kavmine estirilen rüzgâr, Semûd kavminin uğradığı korkunç çığlık ve Kıptîlerin Kızıl Deniz'de boğulmalarıdır.

"Yağdırdı" kelimesiyle kastedilen yukarıda zikri geçen herbir zümre üzerine işledikleri azgınlık ve fesadın ardından şiddetli bir azabın indirilmiş olmasıdır. Bu azabın ”kamçı" şeklinde isimlendirilmesi ise, sözü geçen kâfirlere ahirette hazırlanan azaba nisbetle tıpkı kılıç karşısında kamçı mesabesindedir.

Ebû Hayyân der ki: ”Burada azap kelimesi, istiare sanatıyla kamçı kelimesiyle ifade olunmuştur. Çünkü kamçı kelimesi içinde, tekrar ve ardarda yapma mânâsı vardır. Oysa kılıç ve başka araçlar tekrar yapmayı gerektirmez. Nitekim şâir şöyle der:

"Gördün mü! Allah dinini nasıl etti izhar? Yedi azap kamçısı, emrine karşı gelen küffâr!"

Azabın indirilmesinin ”yağdırdı" fiili ile ifade edilmesi, onun çokluğuna, peş peşe ve ardarda yapılacağına ve şiddetli bir biçimde verileceğine işaret etmektedir.

14

Çünkü Rabbin her an gözetlemededir. Bu ifade, daha önceki geçen ifadelerin sebebini belirtmekte ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kavminin başına daha önce geçen ve hikâyeleri anlatılan kavimlerin başlarına gelen azabın aynısının geleceğine işaret etmektedir.

Âyet metninde yer alan ”mirsâd" kelimesi, sözlükte gözetleme yapan kimselerin gözetleme için durdukları mekân anlamınadır. Buna göre âyetin mânâsı; senin Rabbin her an gelip geçenlerin gözetlendiği mekândadır, demek olur. Bu ifade Yüce Allah'ın âsîleri gözetlemesini temsîlî olarak vermektedir. Âsîler hiç kuşkusuz Yüce Allah'ın gözetlemesinden kaçamazlar. Kullarının amellerini gözetleyen ve çekirdek filizi veya zarı kadar bile olsa karşılığını veren birisi olarak Yüce Allah'ın hali, işlek bir yola oturup da canileri ele geçirmek ya da vergi almak için veya başka gayeyle orayı gözetleyen kimsenin durumuna benzetilmiştir. İnsanların örnekteki yoldan geçmemelerine çare yoktur. İşte bu iki benzetmeden sonra yol örneğinde kullanılan tabirler ve ifadeler Yüce Allah'ın gözetleme fiilini ifade etmek için kullanılmıştır.

15

İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de yani Rabbi insana zenginlik ve bolluk vermek suretiyle imtihan eden bir kişinin davrandığı gibi davranıp da

ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde: -Burada yer alan ”fâ" tefsir fâ'sıdır. Çünkü ikramda bulunmak ve nimet vermek bizatihi imtihanın kendisidir. -

'Rabbim bana ikram etti' ve beni lâyık olduğum biçimi ile mal ve makam vererek üstün kıldı

der ve bu lütuflara ve nimetlere şükür mü edecek, yoksa inkâr mı edecek diye imtihan gayesiyle verildiğini hiç aklına getirmez. Bu âyet-i kerimenin, yukarıda az önce geçen ”Çünkü Rabbin her an gözetlemededir." (Fecr: 14) âyet-i kelimesiyle irtibatı vardır. Burada sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Allahü teâlâ  kullarının durumlarını gözetleyip dururken ve yaptıkları amellerin iyilik ise iyi, kötülük ise kötü karşılığını verme durumunda iken, insana gelince, bütün bunlar insanı ilgilendirmiyor. Onun bütün gözünü diktiği ve aklını verdiği dünyanın kendisi ve lezzetleridir.

es-Süheylî der ki: ”Bu âyet-i kerimede yer alan ”insan" kelimesinden maksat, 'Utbe b. Rebîa' dır. Buna göre âyet-i kerimenin nazil olmasına sebep Utbe'dir. Bu âyette zikredilen sıfat, her ne kadar bütün insanlar için umumî ise de burada kastedilen Utbe'dir."

16

Rabbi

onu imtihan edip son derece mükemmel hikmetlere dayalı olarak dilemesine göre

rızkını daralttığında ise canı sıkılarak:

'Rabbim bana ihanet etti', beni fakir kılarak zelîl etti

der ve hatırına gelmez ki, Yüce Allah'ın bu tasarrufu, sabır mı edecek, yoksa yakınacak mı diye kendisini imtihan etmek içindir. Bununla birlikte rızkın daraltılmasının, ihanetle hiçbir ilgisi yoktur. Bundan dolayı Yüce Allah bir önceki âyette geçen ”Rabbi ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde" ifadesinin karşılığı olarak burada da, Rabbi ona ihanet edip rızkını daralttığında buyurmuyor. Tam tersine rızkın daraltılması, her iki dünyada da sabreden fakir açısından önemsenmeye ve ikrama yol açabilir. Sabrın âhirette şerefli olmaya yol açacağı açık ve bellidir. Dünyada bu sonuca götürmesine gelince fakir olan insan, düşmanların tamahından salim olur. Buna karşılık rızık genişliği her iki dünyada bahşedilen nimete nankörlüğe yol açması dolayısıyla hüsrana sebep olabilir. Şu halde rızık darlığı Yüce Allah'a yakınlık vesilesi olur.

Âlimlerden birisi şöyle der: ”Rızkın dar tutulması, nimete dalıp da o nimeti veren Yüce Allah'tan kopmaya yol açmadığı için insana bir ikram vesilesi olabilir. Ve böylece rızık darlığı, Yüce Allah'a yönelmeye, Allah'ın dışında herhangi bir şeye bağlanıp kalınmadığı için o yolda yürümeye vesile olabilir."

Hazret-i Ebû Hüreyre'den rivayet olunuyor: ”Suffa ashabından yetmiş kişi gördüm ki aralarında hiçbirinin üzerinde ridaları yoktu. Ya izar giymişlerdi, ya da elbise. Bu elbiseyi boyunlarına bağlamışlardı. Bunlar arasında elbisesi topukla diz kapağı arası bacağını yarısına kadar örtenler olduğu gibi, bazılarının topuklarının yarısına kadar ulaşıyordu ve bu insanlar avret mahalleri görülmesin diye elbiselerinin ucunu elleriyle topluyorlardi." Şimdi düşünmek gerekir. Acaba bu durum, Yüce Allah'ın seçkin kullarına karşı bir ihaneti midir? Mü'min ya şükredecektir, ya da sabredecektir. İman iki kısma ayrılır: Yarısı sabır, diğer yarısı şükürdür.

Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Bir kimse: 'Rabbim bana ihanet etti' âyet-i kerimesini, Rabbim beni zelil ve önemsiz bir biçimde terketti, şeklinde tefsir ediyor. Oysa bu zavallı kişi bilmiyor ki, Rabbi rahmet ve şefkat nazarıyla kendisine bakmaktadır. Çünkü Rabbi kendisini ilâhî bir cazibeyle tabiî âlemden çekip ruhanî âleme götürmüştür. Nefsin dünyasından kalbin âlemine, fark dünyasından cem âlemine, ayrılık dünyasından vuslat âlemine götürmüştür."

17

Hayır! Burada yer alan ”kellâ" kelimesi, insanı böylesi sözler konuşmaktan menetmektedir.

İbn Abbas der ki: ”Âyetin mânâsı: Ben insanoğlunu, nezdimde değerli olduğu için zenginlik vererek imtihan etmedim. Diğerini de nazarımda önemsiz olduğu için fakirlikle denemedim. Tam tersine bütün bunların sebebi sadece kaza ve kaderdir. ”

Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Burada üçüncü tekil şahıs kipinden muhatap (ikinci çoğul şahıs) kipine geçilmesinin sebebi, onları azarlamak, vurgulamayı pekiştirmek, yaptıkları işin ne kadar çirkin olduğunu belirtmek içindir. Buna göre âyetin mânâsı; hayır sizlerin zikredilenden çok daha beter durumunuz vardır, mal sevdası uğrunda kendinizi şuursuzca öne attığınızı gösteren durumlarınız vardır. Çünkü Yüce Allah sizlere çok mal vererek ikramda bulunmuştur. Fakat siz nafaka, giyim kuşam ve benzeri hareketlerle yetime ikram etmek gibi sorumluluklarınızı yerine getirmiyorsunuz. Oysa Yüce Allah'a en sevimli ev, içerisinde yetime ikram olunan evdir, demek olur.

18

Yüce Allah'ın vermiş olduğu nimete şükür olarak

yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmeye başkasını teşvik etmeyen kimsenin kendisi onu hiç yedirmez. Buna göre âyetin mânâsını şu şekilde tevil etmek mümtündür: Siz yoksulu yedirmiyorsunuz ve onu yedirmeye teşvik de etmiyorsunuz.

Bu âyet-i kerimede, cimrilik eden kimselere çok açık bir kınama vardır.

Mukâtil der ki: ”Kudâme b. Maz'ûn yetimdi ve Umeyye b. Halefin himayesinde bulunuyordu. Umeyye, Kudame'ye hakkını vermiyordu. İşte âyet bu yüzden nazil oldu."

19

Haram, helâl demeden mirası yiyorsunuz. Burada yer alan ”türâs" kelimesi, ölüden intikal eden mal yani miras demektir. Yine âyette geçen ”lemm" toplamak demektir. Buna göre mânâ, mirası-helâl-haram demeden toplayıp yiyorsunuz, demek olur. Çünkü Araplar kadınlara ve çocuklara mirastan pay ayırmıyorlar, onların hisselerini kendileri yiyorlardı. Ya da mânâ; miras bırakan kimsenin helâl ve haram demeden toplamış olduğu mirası bile bile yiyorsunuz, demektir.

20

Malı aşırı biçimde seviyorsunuz. Malı hırsla, açgözlülükle ve üzerindeki haklan vermeksizin seviyorsunuz. Bu ifadeden maksat, onların sadece dünya hırsı taşıdıklarını, âhiretle ilgili hususlardan tamamen yüzçevirdiklerini beyan etmek suretiyle kınanmalarıdır. Âyet-i kerimede mal sevgisinin tabiî olduğuna, insanın tam olarak bundan kurulmayacağına, ancak güçlü kimselerden olursa kendini kurtarabileceğine işaret vardır. Yüce Allah, mal sevgisi aşırıya kaçmadıkça bunun kınanan sevgi olmayacağına sanki işaret ediyor gibidir.

21

Ama yeryüzü parça parça döküldüğü zaman... Âyet-i kerimede yer alan ”kellâ" kelimesi, bu insanların yukarıda belirtilen fiilleri yapmamaları için kendilerine bir yasaklamayı ifade etmektedir. Yani insanın böyle dünya hırsı içinde olması, bütün düşüncesini dünyayı elde etmek ve dünya malını toplamak şeklinde odaklaştırması, helâl haram ayırmaması, topladığı dünyalıklardan, başkalarına ihsanda bulunmaması, hesap ve ceza gibi bir şeyin olmayacağı vehmine kapılması uygun değildir.

Âyet-i kerimede yer alan ”dek", ”dak" kelimesi ile müteradiftir. Dek, bir şeye vurmak ve onu ezmek demektir. Burada geçen ikinci ”dek", birinciyi pekiştirmek amacıyla getirilmemiştir. Tam tersine bu ikincisi de başlı başına ayrı bir ”dek" tir. Buna göre âyetin mânâsı, yeryüzü peşpeşe sallanıp birbirine vurduğu ve sonunda da döküldüğü, üzerinde bulunan ne varsa dağlar, binalar, köşkler ve saraylar yerinden kopup sarsıldığı ve havada uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman, demek olur.

22

Rabbin (in kudretinin alâmetleri) geldiği zaman... Âyette ”Rabbin geldiği zaman" şeklinde olan ifade; Rabbinin kudretine delâlet eden âyetler ve kahrına işaret eden belirtiler zuhur ettiği zaman, demektir. İşte bu gerçek, dünya sultanlarından herhangi birisinin ortaya çıktığında zuhur eden heybeti ve siyaseti ile temsil edilmiş olmaktadır. Çünkü hükümdar huzura çıktığı zaman, vezirlerinin, kendine yakın olan diğer kişilerin ve askerlerin ortaya çıktıklarında zuhur etmeyen şeyler zuhur etmektedir. İşte bu motifler kullanılarak âyette de: ”Rabbin geldiği zaman" ifadesi kullanılmıştır. İmam Ahmed bu âyet-i kerimeyi; Rabbinin emri ve kazası geldiği zaman, şeklinde tefsir eder. Bu durumda Rab kelimesinin başında insanlara korku vermek için muzaf olan kelime (O'nun emri ve kazası) hazfedilmiştir.(3)

3- Burada en uygun olanı âyetin Hafız İbn Kesîr'in de işaret ettiği gibi hakikati üzere anlaşılmasıdır. İbn Kesîr, ”Rabbin geldiği zaman" ifadesinden sonra yani mahlukatı arasında hükmünü vermek üzere Rabbin geldiği zaman şeklinde bir açıklama getiriyor. Ona göre bu insanların Hazret-i Adem'in evlâtlarının mutlak efendisi olan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şefaat dilediklerinden sonra olacaktır. Bundan sonra Rab hükmünü vermek üzere gelecektir ve melekler de onun huzurunda gelip saf tutacaklardır. Bkz. Muhtasar ibn Kesir Tefsin, 3/638. Not: İbn Kesîr'in izahı selefin görüşü, müfessir İsmail Hakkı Bursevî'nin görüşü ise halef ulemasının görüşüdür. (Mütercim).

Melekler de saf saf dizildiği zaman... Yani melekler saf tuttuklarında. Çünkü o gün bütün semaların melekleri inecek ve mertebelerine, makamlarına göre dünyada iken namaza duranların saf tuttukları gibi saf saf dizileceklerdir. Nitekim Yüce Allah buna şöyle işaret ediyor: ”Melekler onun (gögün) etrafındadır" (Hakka: 17) Bu melekler, yedi semanın sayısına uygun olarak yedi saf tutacaklardır.

23

O gün cehennem getirilir. Nitekim bu gerçeğe Nâziât sûresinde de işaret olunmaktadır: ”Ve görene cehennem açık bir şekilde gösterildiği zaman" (Nâziât: 36) Yani cehennem yerinde durmakla birlikte insanlar görsün diye ortaya çıkarıldığı zaman demektir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh) der ki: ”Cehennem yetmiş bin meleğin yedeğinde çekilerek getirilir ve nihayet arşın solunda yer alır. Kızgındır ve ateşinin sesi, uğultusu duyulur." (4)

4- Sahîh-i Müslim'de Abdullah b. Mes'ud'un Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiği bir hadis yer alır: ”Cehennem getirilir. Yetmiş bin yuları vardır ve herbir yuları yetmiş bin melek tutmakta ve sürükleyip getirmektedirler. ”Bkz. Camiu'l- Usûl, 10/519.

İnsan (yaptıklarını) birer birer hatırlar, yani insanoğlu yapmış olduğu kusurların eserlerini veya bizatihi kendilerini görünce bunları hatırlar. Ameller ölümden sonra dirilme esnasında ortaya çıkar. Her türlü iyi ve kötü ameller kendilerine uygun, güzel veya çirkin biçimde şekle bürünür. Âyeti bu şekilde anlamak mümkün olduğu gibi şöyle mânâ vermek de mümkündür: İnsan âhirette öğüt alıp da: ”...Keşke dünyaya geri döndürülseydik ve Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık..." (En'am: 27) dediği gün. Bu öğüt alma, insanın yapmış olduğu kusurlara karşı pişmanlığını gerektirmektedir. Pişmanlık, tevbe sayılır fakat vakti kaçırıldığı için o gün orada tevbe yoktur.

(Fakat) bu hatırlamanın ona ne faydası var? Bu cümle, parantez arası cümle olup duyulan bu pişmanlığın gerçekte bir öğüt alma olmayacağını, çünkü zamanında yapılmadığı için faydasız olduğunu vurgulamak amacıyla getirilmiştir. Buna göre; artık zamanı geçtiğinden bu hatırlamanın ona bir faydası olmayacak, demek olur.

24

(İşte o zaman insan:) 1 Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim,' der. Yani insan, faydalı, sonsuz ve sürekli olan âhiret hayatı için keşke bugün faydalanacak olduğum sâlih ameller işleseydim diyecektir.

25

Artık o gün, yukarıdan beri anlatılan hallerin gerçekleşeceği ve sözlerin hayata geçeceği o gün

O'nun edeceği azabı kimse edemez.

26

O'nun vuracağı bağı kimse vuramaz. Burada ”O" zamirinden maksat, Yüce Allah'tır. ”Azap" kelimesinden maksat da azap etmedir. Bu tıpkı ”selâm" kelimesinin, ”teslim" (selâm verme) anlamına gelmesi gibidir. Bu açıklamaların ışığı altında âyet-i kerimenin mânâsı şöyle olur: O gün Allah'ın verecek olduğu azabı hiç kimse üstlenemez. Çünkü o gün bütün emir ve yetki, tamamen O'nun elindedir.

Aynul-Maâmde bu âyete şu şekilde mânâ veriliyor: ”Allah'ın âhirette verecek olduğu azap gibi dünyada hiç kimse azap edemez. ”

27

Ey huzura kavuşmuş insan! Yüce Allah nefs-i emmâre'nin uğrayacak olduğu bedbahtlığı belirttikten sonra burada da nefs-i mutmainne'nin elde edecek olduğu mutluluğu beyana başlıyor. Âyet metninde yer alan kelimenin mastarı olan ”itmi'nân", nefsin huzur duyması demektir. Bu da insan nefsinin gayelerin gayesine ulaşmasıyla yakînî marifeti ve şuhûd makamını elde etmesiyle olur. Nitekim Yüce Allah, Râd sûresinde buna şöyle işaret eder: ”Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur..." (Râd: 28) Bu âyet-i kerime, gönül huzurunun ancak Yüce Allah'ı tanımakla ve O'na çok çok ibadet etmekle elde edileceğine işaret ediyor. İnsanın nefsi, Allah'ı zikretmek suretiyle ”itmi'nân" makamına ulaştığı zaman insan, makâm-ı emîne varmış olur. Buna göre âyetin mânâsı şöyle oluyor: Yüce Allah mü'min kulunun hesabını gördükten ve sorguya çekilmesini tamamladıktan sonra ona bir ikram olarak: ”Ey huzura kavuşmuş insan!.." diye hitap ediyor.

28

Sana verilen ebedî nimetten dolayı

sen O'ndan hoşnut ve Allah katında

O da senden hoşnut olarak Rabbine dön! Rabbinin sana vaadetmiş olduğu ikrama ve elde edecek olduğun yakınlığa dön.

29

Kullarını arasına katıl! Bana özel olan sâlih kullarımın zümresine katıl.

30

Ve onlarla birlikte

cennetime gir! Nitekim Neml sûresinde aynı mânâya şöyle işaret olunmaktadır: ”...Rahmetinle beni iyi kulların arasına kat." (Neml: 19) Allah'ın hâs kullarının zümresine dahil olmak, ruhanî bir mutluluk vesilesidir. Onlarla birlikte cennetlere girmek ve cennetlerin derecelerini elde etmek de cismanî bir mutluluktur.

Bazılarına göre bu âyet-i kerimede yer alan ”nefs" kelimesinden maksat, ruhtur. Ve yukarıdaki ifade, ruha insan ölürken söylenir. Nitekim Abdullah b. Ömer (radıyallahü anhüma)'den bu mânâyı destekleyen şöyle bir rivayet gelmektedir: ”Mü'min olan kul vefa at edeceği zaman Allahü teâlâ  iki melek ve çok değerli cennet hediyesi gönderir. Kulun ruhuna şöyle hitap olunur: 'Ey huzura kavuşmuş ruh! Çık. Ruha ve reyhana çık. Rabbin senden hoşnut olarak çık.' Bu hitaptan sonra kulun ruhu, insanın burnunda duyduğu en hoş misk kokusu gibi çıkar. Semanın etrafındaki melekler yeryüzünden hoş bir ruh geldi, hoş bir koku yükseldi derler ve bu ruh hangi kapıya gelirse derhal açılır. Herhangi bir meleğe rastlar rastlamaz melek kendisine selâm verir ve sonunda ruh Rabbine getirilir ve secdeye kapanır. Sonra Mika il'e denir ki: 'Bu ruhu al, müminlerin nefislerinin bulunduğu yere koy,' sonra emrolunur ve mü'minin kabri yetmiş arşın genişletilir ve orada kendisine reyhan kokusu verilir. Artık o kimse tıpkı bir gelin gibidir. Uyur ve kendisini ancak en sevdiği kimseden başkası uyandırmaz." (5)

5- Yukarıdaki ifadeler Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde tahrîc etmiş olduğu uzunca hadisin bir kısmıdır. Hadisi Hafız İbn Kesîr tefsirinde 2/297'de rivayet eder. Hadisin baş tarafı şu şekildedir: ”Mü'min olan kulun dünyadan ayrılma ve âhirete yönelme zamanı gelince kendisine semadan yüzleri güneş gibi bembayaz melekler inerler. Beraberlerinde cennet kefenlerinden bir kefen, cennet hanûtundan (hoş koku) vardır. Nihayet gelip mü'min kulun gözünün görebileceği noktaya kadar varıp otururlar. Sonra ölüm meleği gelir ve kulun basuruna oturur. Ona der ki: Ey hoş olan nefis! Allah'ın mağfiretine ve hoşnutluğuna gitmek üzere çık. Ve ruh su kabının ağzından damlanın dökülmesi gibi bedenden çıkar ve onu ölüm meleği alır. Ancak beyaz yüzlü melekler bir an bile bu ruhu onun eline bırakmazlar ve derhal kendileri alıp söz konusu kefene ve hanûta sararlar. Müminin ruhundan yeryüzünde bulunan misk kokularının en hoşu gibi bir koku çıkar. Ve beyaz yüzlü melekler bu ruhu alıp semaya yükselirler. Orada karşılaşmış oldukları her melek topluluğu bu hoş koku neyin nesidir diye sorarlar..." Hadisin bundan sonraki kısmı yukarıda metinde geçti. Hadisin tamamı için bkz. Muhtasaru Tefsiri İbn Kesîr, 2/297.

Fecr Sûresinin tefsiri Allah'ın yardımı ve tevfîkıyle sona erdi.